KUT'UL KULUB 12
Bu bölümde
amelleri boşa çıkartan ve amel ehlini helaka sürükleyen büyük günahları
açıklanacaktır. Büyük günah sahiplen farklı derecelere sahiptirler. Küfür
ehlinin çekilecekleri hesap da bu fasılda ele alınacak ayrı bir konudur.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız,
öbür günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Nisa/31) Görüldüğü üzere küçük
günahların bağışlanma şartı; büyük ve kulu helake itecek nitelikteki
günahlardan sakınmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Beş vakit namaz
ve Cuma'dan Cu-ma'ya kılman namaz, -büyük günahlardan sakınan kimseler için-bu
vakitler arasında işlenen günahların kefareti olur". Bu hadisin diğer bir
lafzı ise şu şekildedir: "Bu namazlar, büyük günahlar dışındakiler için
kefarettirler [1][1]
Kılman
namazların günahlar için kefaret olma hususiyetinden tek müstesna, büyük
günahlardır.
Sahabe ve
Tabiun alimleri büyük günahların mikdarı hakkında farklı rivayetlerde
bulunmuşlardır. Kimine göre dört, kimine göre yedi, dokuz, on bir veya daha
fazladır.
Ibni Mesud
(ra) büyük günahların dört olduğunu bildirmiştir. Ibni Ömer (ra) ise yedi
olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Amr (ra) ise büyük günahların dokuz tane
olduğunu bildirmiştir.
Ibni Abbas
(ra), İbni Ömer'in (ra) rivayeti kendisine ulaştığında şöyle demiştir: Büyük
günahların yetmiş olması, bana göre yedi olmasından daha muhtemeldir. Yine o,
bir defasında şöyle demiştir: Allah Teala'nm nehyettiği her şey büyük
günahlardandır. O ve başkaları tarafından nakledilen bir başka tasnif de şu
esasa dayanır: Allah Teala'nm cehennem azabı ile tehdit ettiği her günah büyük
günahlardandır.
Selef-i
Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Dünyada had cezası tatbik edilen her suç
büyük günahtır. Küçük günahlar zelle türü günahlardır. Ona göre had tatbik
edilmeyen ve azap tehdidi bulunmayan suçlar küçük günahlardır. Bu tasnif, Ebu
Hüreyre (ra) ve diğerlerinden rivayet edilmiştir.
Abdürrezzak
şöyle derdi: Büyük günahlar onbir adettir. Büyük günahların sayısıyla ilgili olarak
gelen rivayetler arasında en yüksek sayı bu rivayette yeralmaktadır. Başka bir
zat ise, büyük günahların müphem yani belirsiz olduklarını ifade ederek
bunların sayısının hakiki manada bilinemediğini söylemiş ve bunların
müp-hemliğini Kadir Gecesi'nin, Cuma günündeki en faziletli saatinin ve Orta
Namaz'ın (=Salat-ı Vustâ) müphemliğine benzetmiştir.
Bilindiği
üzere bunların müphem kılınması, kulların korku ve ümit hallerinin devamının
temin edilmesine matuftur. Bu hususları kat'i suretleriyle bilmeyen kulların
korku ve ümitleri devamlı olacak, rehavete kapılmayacaklardır.
İbni Mesud
(ra) büyük günahlar hakkında istinbât yoluyla güzel bir görüş beyan etmiştir.
Onun bu beyanı şudur: İbni Mesud'a (ra) büyük günahların neler olduğu
sorulmuştu. O, soru sahibine şöyle dedi: Nisa suresinin başından "Eğer
size yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür
günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Nisa/31) ayetine kadar olan kısmı oku.
Allah Teala'nm bu surenin başından bu ayetine kadar indirdiği surelerde yasakladığı
şeyler büyük günahlardır.
Bu
istidlalin bir benzerini de İbni Abbas'm (ra) Kadir Gecesi'yle ilgili
istinbâtmda görmekteyiz. O, bu mübarek gecenin Ramazan ayının yirmiyedinci
gecesi olduğunu söylemiş ve bunu da Kadr suresinin ihtiva ettiği kelimelerin
sayısından çıkarmıştır. Suredeki kelime sayısı yirmi yedidir. İbni Abbas (ra)
Allah Teala'ya sığınarak Kadir Gecesi'nin Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi
olabileceğini söylemiştir. .Doğrusunu en iyi bilen hiç şüphesiz Allah
Teala'dır.
geri dönmeyi
düşünmeyen savaşçılar için geçerlidir. Büyük günahların sonuncusu ise bütün
bedenle işlenen bir günahtır:
17. Anne
babaya isyan; ebeveyne isyanı şöyle açıklayabiliriz: Evladın anne babanın
kendisi için yaptığı taksime rıza göstermemesi, ondan bir istekte
bulunduklarında karşılık vermemesi, bir şeyi emanet ettiklerinde ona ihanet
etmesi, aç kaldıklarında kendisi tok iken onlara yemek vermemesi ve kendisini
azarladıklarında onlara el kaldırması.
Yemenli Vehb
b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat'a göre anne babaya iyiliğin aslı şudur:
Onların malını kendi malınla koruman, onların mallarına dokunmayarak kendi
malından yedirmen. Anne babaya isyanın aslı ise şudur: Onların malını
harcayarak kendi malına dokunmaman, kendi malını tasarruf ederek onların mallarını
yemen.
Ebu Hüreyre
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kılman
bir namaz; kılınacak diğer namaza kadar işlenen günahlar için, tutulan Ramazan
orucu; diğer Ramazan ayına kadar işlenen günahlar için kefarettir. Bunun istisnası
şu üç günahtır: Allah Teala'ya şirk koşmak; sünneti terketmek; yapılan
alışverişi bozmak. Bu da, alıveriş yaptığınız kişiye kılıç çekerek onunla
mücadeleye girmeniz şeklindedir".
Alâ b.
Abdürrahman babası kanalıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şu hadis-i şerifi rivayet
etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Büyük günahlardan biri
müslümanın ırzına haksız yere uzanmaktır. Büyük günahlardan biri de, bir küfüre
iki küfürle mukabelede bulunmaktır [2][2]
Ibade b.
Samit (ra), Ebu Said el-Hudri (ra) ve sahabenin diğer büyükleri şöyle
demişlerdir: Bugün kıldan daha hafif gördüğünüz hususları biz Allah Resulü'nün
(sav) devrinde büyük günahlar sayardık. Bu sözde geçen 'kebâir=büyük günahlar1
ifadesi bazı rivayetlerde mûbikât helak ediciler" olarak geçmiştir. Bir topluluğa
göre ise, kasıdla işlenen her günah, büyük günahlardandır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Dört şey müphemdir ve bunların hakikatlerini
kimse bilemez: Orta Namaz, Kadir Gecesi, Cuma günü duaların kabul edildiği saat
ve büyük günahlar. Bunun sebebi; insanların günahtan sakınması için korku
halinde olmaları, elde etmek için de ilahi vaatlerden ümitvâr tutulmalarıdır.
Böylelikle bu hususlardan hiçbiri hakkında kesin bilgi sahibi olamaz ve
rehavete kapılmazlar. İşlerin sonu Allah'a dönecektir.
Büyük
günahlarla ilgili zikrettiğimiz hususlar, bu konu hakkında söylenenlerin
ortası ve en mutedil olanlarıdır. Alimler bu onye-di günah üzerinde ittifak
etmişlerdir. Konuyla ilgili rivayetlerin çokluğu dikkat çekicidir. Netice
itibarıyla büyük günahlar, onlardan sakınan kimseler için diğer günahlara
kefaret olurlar. Bunlara dikkat edilmesi durumunda İslam'ın bina edildiği beş
temel farz da sebat bulacaktır. Çünkü İslam'ın temelleri ve zikredilen büyük
günahlar birbirleriyle çelişen, çatışan ve birbirlerine direnen hususlardır.
Büyük
günahlar, öylesine büyüktürler ki bunlardan sakınmak dahi küçük günahlar için
kefaret sayılmıştır. İslam'ın temelleri olan beş farz da, öylesine mühimdirler
ki bunlar eda edildiğinde kendilerinden sonra işlenecek günahlar için kefaret
sayılmışlardır.
Kul, nafile
ibadetlerini ifa ettiğinde, günah ve kötülüklerinin, sevap ve güzelliklerle
değiştirileceği vaad edilmiştir. Bunları hakkıyla yerine getiren kul için,
Allah Teala'dan büyük bir lütuf sözko-nusu olup cennete gitmesi ve orada amel
ehlinin makamlarında ikamet etmesi ümid edilir. O, hayırlarda öne geçmiş bir
kuldur. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların büyüklerinden
kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı Örtüp bağışlarız". (Nisa/31)
Denildi ki:
Büyük günahlardan ancak tevbe edip salih amel işleyen kişi uzak durur. Onun
gibiler, Allah Teala'nm günahlarını sevaplarla değiştirdiği kimselerdir. Allah
Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Büyük günahlardan uzak durduğunuz
takdirde beş vakit namaz, vakit aralarında işlenen günahlar için kefaret
olur" [3][3]
islam'ın
temelleri olan dört farz da, Özünde beş vakit namaza dayanmaktadır. Diğerleri,
ancak namaz ile sıhhat bulurlar ve dört şey sanki tek bir şey gibidir. Beş
vakit namaz, Kelime-i Şehadet ile irtibatlıdır. Onunla ilgili her hangi bir
hususun terki, beş temel farzın terki gibidir. Çünkü bunlar İslam'ın esasları
ve imanın temelleri mesabesindedir. Büyük günahlardan sakınma ise, Kelime-i
Şe-hadet'e dayanmaktadır. Bunlar hakkındaki yasaklara uyulması Kelime-i Şehadet
ile mümkün olabilir. Büyük günahlarla ilgili yasaklar ihlal edildiğinde
ameller boşa gider.
Beş vakit
namaz, vakit aralarında işlenen büyük günahlar dışındaki günahlar için kefaret
olmaktadır. Bu günahlar fazlasıyla büyük oldukları için beş vakit namaz bunları
örtemez. Kıyamet günü büyük günah işleyen kullar için hesaba dahil edilecek
tek kazanç, beş temel farizadır. Kul, işlediği büyük günahlarla yaptığı nafileleri
yiyip bitirmiş olur. Bu durumdaki kullar için, cehennem azabına düçâr olma
endişesi mevcuttur. Bunlar, kendi kendilerine zulmeden insanlardır.
Allah Teala
müminleri bu duruma düşmeme hususunda ikaz ederek şöyle buyurmuştur: "Ey
iman edenler, Allah'a itaat edin, Re-sul'e itaat edin ve amellerinizi boşa
çıkarmayın". (Nisa/59); "Hayır, durum hiç de öyle değil. Günah
işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşatıp sardığı kimseler var ya!
İşte onlar cehennemliktir". (Bakara/81)
Ayetteki
'günah' ile kasdedilenin, büyük günahlar olduğu söylenmiştir. Buna göre büyük
günahlar, kulun iyilik ve sevaplarını kuşatarak imha etmiştir. Bu, tercih
ettiğimiz manadır. Ayetin manasıyla ilgili ikinci görüş ise şudur: Kulun
iyilik ve sevaplarını kuşatan, içine düştüğü şirktir.
Son hali
şirk olan kişinin, Önceden yapmış olduğu ameller boşa gider ve kendisine hiç
bir fayda vermez.
İslam'ın
temelleri olan farzlarda kusur eden kimse büyük günahlardan sakınırsa
sözkonusu farzlar onun küçük günahları için kefaret olur. Onun nafile
ibadetleri de, farzlarıyla birlikte tamam bulur. Çünkü nafile ibadetlerin
verimli olması, kulun imanındaki sıhhate ve kişiyi İslam dairesinden çıkaran
büyük günah ve bidatlerden uzak durmasına bağlıdır. Bu durum, günahları ile
sevapları birbirine denk olanlar için geçerlidir.
Bu gibi
kimselerin hesapları uzun sürer. Onlar, ahiretin zelzele ve belalarına şahit
olurlar. Böylelikle hasenatları ağır basar ve Araf ehlinden olurlar. A'raf,
cennet ve cehennemin görülebildiği bir noktadır. O aynı zamanda, cennet ehli
ile cehennem ehli arasındaki perdedir. Allah Teala lütufta bulununcaya kadar
orada kalırlar.
Allah Teala,
rahmeti ile lütfedip hoşgörüsü ile müsamaha gösterdikten sonra kendilerini
affettiğinde cennete dahil edilir ve as-hab-ı yeminin arasına katılırlar. Bu
durumdakiler, nefsine zulmedenler ile Rableri'ne koşanlar arasında yer
alırlar.
Farzlarında
eksiklikle beraber nafile ibadetleri de mevcut değilse ve lehindeki ameller
olarak eksik farzları ile büyük günahlardan uzak durmasından başka bir şeyi
yoksa şöyle hareket edilir: Eğer büyük günahlardan uzak duruşu zerre mikdarı
ağır basar ve kendisine bir hasene olsun kalırsa Allah Teala kendisini
lütfuyla affeder ve günahlarını görmezden gelerek cennetlikler arasına girmesine
müsaade eder. Ancak onun için ne mukarrebun makamları, ne de sabikun zümresinin
dereceleri sözkonusu olabilir.
Bu gibi
kimseler, Allah Teala'nın şu buyruğuna dahil olanlardır: "Muhakkak Allah
zerre mikdarı zulmetmez. Bir hasene varsa onu misliyle arttırır ve katından
büyük bir ecir verir". (Nisa/40) Buradaki büyük ecir ile kasdedilenin cennet
olduğu söylenmiştir.
Kulun
farzları eda etmeme noktasındaki hali hafif ise, uzun hesaba yakini iman ile
inanır ve şefaat ehlinin şefaatine muhtaç olur. Kulun beş temel farzında
eksiklik varsa ve büyük günahları da işlemiş ise, helak olanlar arasında yer
alır. Çünkü o, tartısı hafif kalan müminlerdendir. Allah Teala'nın koyduğu
sınırları çiğneyen bu kimseler, cehennem ehlidirler. Bunlar, islamlarmın
eksikliğinden dolayı cehenneme girerler.
Bu zümrenin
günahları, iyilikleri tarafından silinemeyecek kadar ağırdır. İşledikleri
büyük günahlar yüzünden yaptıkları nafile ibadetlerin de bir faydası olmaz.
Çünkü o nafilelerin, dinar miktarı ağırlığı yoktur. Böyle kullar, imanlarının
sıhhatinden dolayı cehennemde ebedi kalmazlar. Kalbinde zerre mikdarı iman
bulunanlar, cehennemden ilk çıkacaklar arasında yer alırlar. Müminler,
kalplerindeki imanın derecesine göre cehennemden çıkacaklardır.
Cehennemden
en son çıkacak müminler, kalplerinde kıl mikda-nnca iman bulunanlardır. Allah
Teala onları hiç beklemedikleri şeylere muhatap edecek ve hiç bilmedikleri
şeyler kendilerine görünecektir. Bazıları affedilecek ve haklarında cehennem
vaadi kesinleşmiş olanlardan kılınmayacaklardır. Çünkü onlar, Allah Teala'nm
haklarında güzel sözünün vaki olduğu kimselerdir. Allah Teala günahlarını
bağışlayarak kendilerini cennetlikler arasına koyar.
Denildi ki:
Bu ümmetten her ferde bir şey verilir ve o, onunla cehhennem deliklerinden
birini tıkar. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Kul, Allah Deala'nın
huzurunda durdurulur: Onun dağlar büyüklüğünde iyilik ve hasenatı vardır. Eğer
bunlar sıhhatli olursa cennet ehlinden olmasına hiçbir mani yoktur.
Ancak son
olarak şikayet sahipleri ayağa kalkar ve şikayetlerini dile getirirler: Bu
adam falanın namusuna sövmüştü. Falan kişinin malını yemişti. Falan kişiyi
dövmüştü. Her şikayetle birlikte onun hasenatı eksiltilir. Sonunda hiçbir
hasenesi kalmayınca melekler şöyle derler: Ey Rabbimiz, kulunun hasenatı bitti
ve hâla ondan hak talep edenler var. Bunun üzerine şöyle buyrulur: Hak sahiplerinin
günahlarını ona yükleyin ve onu cehenneme kilitleyin. İlim ehlinden de şöyle
bir söz rivayet edilmiştir: îman ehlinden cehennemde kalacak son kimsenin
orada kalış süresi yedi bin senedir.
Ebu Said
el-Hudri (ra) ve sahabeden diğer zatların şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
Allah'a yemin olsun ki, cehenneme giren kul, orada yedi bin yıl kalmadıkça
oradan çıkamayacaktır. Kuşkusuz Allah Teala en iyi bilendir, ancak bize göre bu
süre, oradan son çıkacak müminler için belirlenen süredir. Çünkü müminlerin
oradan çıkışları farklı zamanlarda olacaktır.
Kimi girdiği
gün çıkacak, kimi Cuma'dan Cuma'ya, kimi bir ay, kimi de bir yıldan altı bin
yıla kadar orada kalacaktır. İman bakımından en güçlü olanları, orada en az
kalanlar olacaktır. Orada en az kalanlar ise, oradan en önce çıkacak
olanlardır.
Cehennemden
ilk çıkacak zümre, kalplerinde zerre mikdarı iman bulunanlardır. Bunlar,
cehennemde en kısa süre kalacak ve oradan en çabuk çıkacak olanlardır. İmanı en
az olanlar ise, orada en uzun süre kalacak olanlardır. Bunlar, 'Ey Hannân, ey
Mennân!' (ey en çok şefkat gösteren, ey en çok iyilik eden) diye nida ederler.
Bu rivayet
kendisine nakledildiğinde Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir:
Keşke ben de
bu kimselerden olabilsem! Bunu söyleme nedeni, cehenneme girmekten duyduğu
büyük endişe idi. Cehenneme girmekten korkardı. Bu korkusu o kadar büyüktü ki,
zamanla oradan çıkamamaktan korkmaya başlamıştı. O, cehenneme girdikten sonra
en çok bin yıl azaptan sonra çıkabilmeyi temenni ederdi.
Konuyla ilgili
bir rivayette de şöyle denilmiştir: Cehennemden son çıkan kişi, cennete de son
giren kimsedir. Allah en iyi bilendir, bize göre son çıkan kul, yedi bin yıl
sonra cehennemden çıkacaktır. Ona, dünyanın on misli kadar nimet verilecektir.
Ebu Said el-Hudri (ra) ve Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nden (sav) bu manada
bir hadis rivayet etmişlerdir.
İnsanların
cehenneme sokulmasının hikmeti şu olabilir: Bilindiği üzere insanın
yaratılışında bir tertib sözkonusudur. Önce sudan yaratılan insan, ardından
heva denilen unsurlarla karıştırılmıştır. Onun bu karışımlardan arındırılması
ancak ateş ile mümkündür. Suyuna karışmış olan heva unsurları ateşte imha
edilecek ve insanın saflaşması temin edilecektir.
İnsanın
yaratılışındaki bir unsur da, tahta hükmündeki yeryüzü toprağıdır. Bu toprak
ateşle dağlanarak düzeltilecektir. Tam olarak düzelip temizlendiğinde de ateş
kesilecektir. İnsan, ancak bu muamelelerden sonra ateşten başka nimetler için
uygun hale gelebilecektir.
Küfür ehli
ve şeytanların cehennemde ebedi kalışlarının hikmeti de şu olabilir: Bunların
ruhları ateş cevherinden yaratılmıştır. Cehennem, bunlar için asıllarına ve
özlerine dönüştür. Yine onların ruhları, siyah ve karanlık bir yapıya sahiptir.
Cehennem de bu özelliklere sahip olduğu için cehennem onlara çok uygundur.
Onlar cehenneme odun, çıra ve yakıt olmaktan başka bir işe yaramazlar. Yüceler
yücesi Allah Teala'nın eşya ile alakalı hikmetleri tamamen mutedil, hükmü de
bunlarda gizlidir. O, adalet gözüyle bakar ve herşeyi eksiklik ve fazlalık derecelerine
göre yerli yerine koyar.
Buraya kadar
anlattıklarımızın hülasası şudur: Kul için hayır olarak vasfedilebilecek her
husus, -nafile ibadetleri bulunmasa da-onun günahları için kefaret olabilir.
Diğer taraftan, onun için şer olarak vasfedilebilecek hususlar varolan nafile
ibadetlerini boşa çı-kartmayacaktır. İşlediği serlere rağmen nafile ibadetleri
sabit olarak kalacaktır. Hasenat işlemesine rağmen büyük günahlardan bir
kısmını da sahip olan kimsenin hayır ve hasenatının kabulü tevbe-ye bağlıdır.
Kul eğer tevbe etmiş ve doğru yola girmiş ise ettiği tev-be, işlediği büyük
günahlara kefaret olabilir. Onun itaat üzerinde sebat etmesi, günahlarının
hasenata dönüşmesine vesile olabilir.
İnsanları
helaka sürükleyecek günahların çoğunluğu, kul haklarıyla ilgilidir. Onların
cehenneme düşmelerine yol açan sebeplerin başlıcası ise başkalarına ait
olmasına rağmen onların üzerine yüklenen günahlardır. Cennete girenlerin
çoğunluğu da, başkalarına ait olan hasenatın kendilerine verilmesiyle sevabı
artanlardır. Çünkü hayır ve hasenat asla zayi olmaz. Hasenatın boşa gidişinin
nedeni, birtakım kusurlar taşımasıdır. Böyle olmadıkça, onların zayi olması
düşünülemez.
Ebu Abdullah
b. Cela hakkında şöyle bir hadise nakledilmişti: Dostlarından biri Ebu
Abdullah'ı gıybet etmiş, bilahare kendisine adam göndererek helallik istemişti.
Ebu Abdullah ona şöyle cevap verdi: Hakkımı helal etmeyeceğim. Çünkü benim amel
defterimde, onun hasenatından daha güzel bir hasene yoktur. Amel defterimi,
onun hasenatı ile süslemek istiyorum.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Günah vardır bağışlanır, günah
vardır, peşi bırakılmaz. Bağışlanan günah, kendi nefsine zulmetmendir. Peşi
bırakılmayan günah ise, kul haklarıdır". Tevbe, hepsinin yolu ve rahmet-i
ilahi de onları kuşatacak kadar büyüktür.
Tevbe
kapısı, güneşin batışından doğuşuna kadar herkes için açıktır. Can çıkmadıkça
ve ölüm meleği ile karşılaşılmadıkça, her kulun tevbesi kabul edilebilir. Can
çıkma noktasına gelip melekler göründüğünde artık tevbe kapısı kapatılır ve
kul, olduğu hal üzere Ölür. Ruhunu kimin yükselteceğini sorar: Rahmet melekleri
mi, yoksa azap melekleri mi? Kul, artık dünyadan ayrılığın kesinleştiğini
bilir. O, artık ahireti görmektedir. Aileden ve diğer insanlardan ayrılmıştır.
Eğer tevbe etmeksizin ölmüşse, Allah Teala'nın haklarında şöyle buyurduğu
kullar arasına girer: "Tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi,
kendileriyle arzu ettikleri şey arasına sed çekilir". (Sebe/54) Buradaki
'sed çekme' ile kasdedilenin, tevbe olduğu söylenmiştir. Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Makbul tevbe, kötülükleri yapıp edip de sonra
kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: İşte ben şimdi tevbe etiim'
diyenlerin tevbesi değildir". (Nİsa/18)
Ölümün
gelişi, ölüm meleğinin görülmesiyle kesinlesin Ruh, bedenden tamamen
çıktığında, kalp ile gözler arasındaki an kalır ki
bu an
hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Melekleri gördükleri gün, işte o
gün suçlulara müjde yoktur". (Furkan/22) Allah Teala, şu buyruğu ile
kullarını o gün hakkında korkutmuştur: "Meleklerin kendilerine
gelmelerinden başka bir şey mi bekliyorlar?".
(Nahl/33)
Bu, ölüm
anında gerçekleşecek bir durumdur. Bazı ayetlerde geçen 'Rabb'in gelmesi' ise,
kıyamet günü için geçerli olup Berzah ehli içindir. "Rabbi'nin
alametlerinden biri geldiği gün" (En'am/158) ayetindeki durum ise,
dünyadan umudun kesildiği günü ifade etmektedir. O gün, güneşin bir daha
doğmasından umut kesilir. Bu, tevbenin son sınırıdır. O gün her inkarcı imana
gelir.
Halbuki
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rabbinin alametlerinden biri geldiği gün,
daha önce iman etmeyen yahut imanıyla hayır kazanmayan hiçbir kimseye o günki
imanı asla fayda vermez". (En'am/158) Eğer kişinin imam, bu alametlerin
görünmesinden önce değilse, son andaki imanın hiçbir faydası olmayacaktır.
İmanında bir hayır elde etmemiş olanların durumu da böyledir. Buradaki 'hayr'm
tevbe olduğu söylenmiştir. Ayette geçen 'gün' ise, şu ayet-i kerimede tarif
edilen vakittir: "Onlar Bizim şiddetimizi görür görmez, 'Allah'ın
birliğine iman ettik. O'na ortak saydığımız putları da red ve inkar ettik'
dediler". (Mü'min/84)
Ayetteki
'şiddet' ile kasdedilenin, örtünün kaldırılması olduğu söylenmiştir. İnsanların
Allah Teala'nın şiddetini açıkça görmelerinden sonra iman etmelerinin onlara
hiçbir faydası olmaz. Bu, Allah Teala'nın kullarıyla ilgili değişmez
sünnetlerinden biridir. O'nun yarattığı insanlar hakkında takip ettiği yol
budur ve bu yolda asla değişme olmaz.
"Allah'ın
sünnetinde asla değişme bulamazsınız". (Fatır/43) Kullar, bütünüyle Allah
Teala'ya döneceklerdir. O, işledikleri suçlar sebebiyle onlara azap edebilir.
Yahut günahlarından birçoğunu affedebilir. Eğer dilerse onlara mağfiret eder.
Çünkü O, en çok mağfiret eden ve en merhametli olandır.
Kullar,
gerek farzların edası, gerek günah işleme, gerek ehli dünyanın nefsâni
ahlakıyla ahlaklanma gibi hususlarda farklı derecelerde yer almışlardır. Ehli
dünyanın ahlakını benimseyen ve onlarla içice olan kimselerin durumu, gaflet
ehlinin hali olarak tarif edilmiştir. Bu, aynı zamanda cahillerin makamı olarak
da tavsif edilmiştir. Bunları bekleyen son, kesinlikle hayırlı ve gıpta edilecek
bir son değildir.
Salih
amellerin, kusursuz olmaları şart değildir. Kul, salih bir amel işlerken şeytan
onun ibadetini ifsad etmek için çaba sarfeder. Ama kulun ibadeti, ilk niyeti
üzere dikkate alınır, ibadete herhangi bir kusur bulaştığı zaman, kul bunu
ortadan kaldırmak ve uzaklaştırmak için çalışır. Böyle yaptığı sürece, ameli
hüsnü niyet ve salahı üzere sabit kalır.
Kul,
amellerden hiçbirini insanlardan çekindiği veya hoşgörme-dikleri için
terketmemelidir. Çünkü insanlar için amel işlemek şirktir. Onları memnun etmek
uğruna herhangi bir ameli terketmek de riyadır. Ameli, bir afet sebebiyle
terketmek cehaletten uzak değildir. Bir illet sebebiyle terketmek ise,
zaafiyetten doğan bir haldir.
Ameline
Allah Teala'nın rızası için başlayan ve O'nun rızası için bitiren kimse,
şeytanı başından uzaklaştırdığı ve onunla hemhal olmadığı sürece bu iki vakit
arasında hiçbir şeyden zarar görmez. Ama ameli bitirdikten sonra, muttali
kılındığı bir sırrı açıklamak gibi bir davranışından dolayı zarar görebilir.
Böyle yapmakla, sır defterindeki bir bilgiyi aşikâr deftere aktarmış olur.
Amelle
övünmek, gurura kapılmak ve onunla kibirlenmek türünden hareketler ameli boşa
çıkartır. Çünkü kul, böyle davranmakla amelini ifsad etmiş olur. Allah Teala
da fesad ehlinin amellerini İslah edecek değildir. Kul, Allah rızası için bir
amele başlayıp, amel esnasında bir kusur ortaya çıkıp da ameli bu kusurla
işlememek için onu terkettiğinde ameli boşa gitmiş olur. Amele bir afetle
başlayıp amel esnasında onu izale ettiğinde ise ameli sahih kabul edilir.
Amelin sonu,
başım belirler. Amellerin en faziletlisi, Allah rızası için başlanılıp Allah
rızası ile bitirilen ameldir. Amelin başlangıcı ile bitişi arasında kalbi bir
afet ortaya çıkarsa amelin başına itibar edilir ve Allah rızası için eda
edilmiş sayılır. Amelin sonu da yine Allah Teala için ve O'nun katındadır.
Ancak kulun, amelini izhar etmemesi ve onunla gösterişte bulunmaması gerekir.
Niyetlerin
en faziletlisi, yaptığınız amellerde Allah Teala'nın rızasından başka bir şey
murad etmemenizdir. Rububiyet hakkına duyulan saygıve nefsi kulluğun icabına
zorlamanın gereği budur.
Bu makamdaki
kişinin, Allah Teala'nm Zatı'na dair bir müşahedesi yoksa, ahirete dair arzu
ettiği ve özlediği şeylerin müşahedesi yeterli olur. Bunu 'ümit' makamı olarak
görebiliriz.
Kul, ilmine
vakıf olmadığı hiçbir fiile girişmemelidir. Yaptığı şeyi öğrendiği zaman,
yaptığını bilerek yapmış olacaktır. Unutmama-* hdır ki Allah Teala'nın her
konuda belli bir hükmü mevcuttur. Kul bu hükmü bildiği zaman Allah Teala onu ve
amelini över. Kul, bilmediği hususları daha bilgili kimselere sorarak
öğrenmelidir. Şüpheye kapıldığı hususlarda -kesinliğe ulaşıncaya kadar- beklemelidir.
Konu açıklık kazanınca, ya yapmalı ya da geri durmalıdır.
Kul,
herhangi bir şeyi yaparken, ondan geri dururken veya tereddütte iken Allah
Teala'mn rızasını daima önde tutmalıdır. Bu, Allah Teala'ya yakınlaşma için
yapılması gerekendir. Niyetlerin en ulvisi ve İhlasın zirvesi de budur.
Kul,
amelleri ile Allah Tfeala'nın ahirette vaadettiği nefsâni haz-ları, arzulan,
cennet nimetlerinden istifadeyi ve övülerek anlatılan hurileri eş edinmeyi de
murad edebilir. Bu, onun ihlasına halel ge-'tirmediği gibi niyetinin sıhhatini
de bozmaz. Çünkü Allah Teala bunları övmüş, tafsilatıyla anlatarak kullarını
oraya Özendirmiştir.
Emsali
arasında ziyade sevaba vesile olacak bu niyet, muhib-ban makamı için bir
eksiklik olarak görülmüştür. Muhibbana göre bu tür bir niyet, dünyevi çıkarı
için amelde bulunan kimsenin ay-bına benzer bir ayıptır. Bu, ubudiyyette
ihtisası olan tevhid ehlinin ihlası noktasında şirk olarak görülmüştür. Onlar,
sahip oldukları hürriyetle arzu ve nevanın esaretinden kurtulmuş kullardır.
Rububiyetin
özüne şahit olmalarından dolayı onları esir alabilen tek kuvvet vahdaniyyet
olmuştur. Kulluğun Rububiyet'e halis kılınması, amelin ihlasından daha ağırdır.
Ancak kendisine makam bahşedilenler bunun dışındadır. Onlar amelin ihlasına
bir hakikat ile ulaşırlar. Bu bir zarurettir. Hiçbir amel onları
arındırama-dığı gibi hiçbir mücâhede de onları durultamaz. Çünkü onlar, özde
ihlas sahibidirler. Bu, muhibban makamıdır.
Sade
kulların bu arıtma ve durultmalarla yorulmasının sebebi, taşıdıkları gizli şirk
ve gizli şehvetlerden arındırılmalarıdır. Bü yorgunluk, dünyalık toplama
peşinde koşan dünya köleleri için de geçerlidir. Çünkü onlar, nevaları
tarafından esir alınmışlardır.
Hürlere
gelince, onlar halka hizmetten azade olan kimselerdir. Çünkü halka hizmet
ihlası götürür ve niyeti ifsad ederek amele eksiklik getirir. Kulun telef olan
bir şeyi veya uğradığı haksızlık, eğer Allah'a havale ederse O'nun katında
birikir. Kul, amellerini Allah yolunda kılmalı ve O'na duyduğu hüsnü zanm
muhafaza ederek imanını tasdik etmelidir. O, bütün bu hususlarda niyet
ettiğinin karşılığını görecektir.
Rivayete
göre bir adam ölümünden sonra rüyada görülmüş ve şu soru sorulmuştu: Amellerini
nasıl gördün? O, bu soruyu şöyle cevaplamıştı: Yoldan kaldırdığım bir nar
tanesi kadar küçük dahi olsun, Allah Teala'nm rızası için yaptığım her ameli
karşımda buldum. Hatta ölmüş bir kedi yavrumuzu dahi gördüm. Bütün bunlara
terazinin hasenat kefesinde şahit oldum. Buna karşılık takkemde varolan tek
bir ipek ipinin de günahlar kefesinde olduğunu gördüm. İnfak edilmiş bir
hayvanım vardı.
Yüz dinar
değerindeki bu hayvanı infak etmemden dolayı bir sevap verilmediğini gördüm ve
sordum: Ölü bir kedi dahi hasenat arasında iken yüz dinar kıymetindeki hayvan
neden mevcut değil? Bana şöyle denildi: Onu gönderirken ifade ettiğin yönden
dolayı orada yer almamıştır. Sana hayvanının öldüğü söylendiği zaman, 'Allah'ın
lanetine gitsin' demiştin. Bu nedenle de sevabın boşa gitti. Halbuki 'Allah
yolunda gitsin* deseydin, onu da sevaplarının arasında görecektin.
Bu rivayetin
başka bir naklinde ise, sözkonusu kişinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Birgün halkın içinde bir sadaka vermiştim. Onların bakışları hoşuma gitmiştim.
Bu sadakanın ne hasenat, ne de günahlarım arasında bulunmadığını gördüm. Süfyan-ı
Sevri dedi ki: Bu, hallerin en güzelidir. Çünkü o amelin ne lehinde ne de
aleyhinde sayılmadığını görmüştür. Allah Teala ona ihsanda bulunmuştur.
Kendisine eziyet edilen veya gıybete maruz kalan kişi, beklentisini Allah
katında ummalıdır. Belki de bu davranışı onun kurtuluşuna vesile olabilir.
Rivayet
edildi ki: Kul, bütün amellerinden dolayı hesaba çekilir. Amelleri, onlara
bulaşmış olan afetlerden dolayı boşa gider ve sonunda cehenneme mahkum edilir.
Bunun ardından onun için hasenatla dolu bir defter açılır. Aslen kendisine ait
olmayan bu hasenat sebebiyle cennete girmesine karar verilir. Kul, buna şaşarak
şöyle der: Ey Rabbim, ben bu amellerin hiçbirini yapmadım, bu nasıl olur?
Kendisine şöyle buyrulur: Bunlar, sana gıybet eden, canını yakan ve sana
haksızlık edenlerin amelleridir. Onların hasenatı da sana verildi.
Ne kadar
küçük ve Önemsiz olursa olsun amelleri hakir görmemek gerekir. Aksini yaparak
amele niyet etmemek veya ameli küçük görmek,-bilmediği halde- kulun helak
sebebi dahi olabilir.
İbnu Mübarek
Hasan el-Basri'den (ra) şunu nakletmiştir: Kıyamet günü kişi başka bir kişiye
sarılır ve şöyle der: Allah, seninle benim aramda hüküm verecektir. O kişi,
'Ben seni tanımıyorum ki' deyince adam şöyle der: Hayır, tanıyorsun. Sen benim
duvarımda-ki kerpiçten saman çöpleri almıştın. Aynı şekilde kişi, başka birinin
yakasına sarılarak 'Bu adam benim elbisemden düşen bir ipi almıştı'
diyecektir.
Küfe
alimlerinin önde gelenlerinden biri olan Hammad b. Ebu Süleyman (ra) vefat
ettiğinde, yine Küfe ulemasından Süfyan-ı Sev-ri'ye (ra) 'Hammad'm cenazesine
katılmayacak mısın?' diye sorulmuştu. O da şöyle karşılık verdi: Eğer niyetim
olsaydı, yapardım.
Hasan
el-Basri (ra) vefat ettiğinde Muhammed b. Şirin (ra) onun cenazesine
katılmamıştı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda, 'Niyet etmemiştim'
karşılığını vermişti. Ulema, herhangi bir ameli yapmaları veya onun için çaba
sarfetmeleri istendiği zaman şöyle derlerdi: Allah Teala niyet nasip ettiyse
onu yaparız. Yahya b. Kesir şöyle demiştir: Amel için yapılan güzel niyet, amelden
daha etkilidir.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Selef, yaptıkları herşey-de niyetlerinin
bulunmasını müstehap görürlerdi. Fudayl b. Iyaz (ra) dedi ki: Biz, ancak niyete
dayanarak konuşuruz. Yine Seleften bir zat şöyle demişti: Niyetin bozulması
veya değişmesinden duyulan endişe, amellerin terkedilmesinden daha ağırdır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: Her kim bir kimseyi yemeğe davet eder ve o kimse de
yemek yeme niyeti olmaksızın onun davetine icabet ederse, davet sahibi için
iki günah sözkonusu olur. Davete icabet etmediği takdirde ise, sadece bir
günah sözkonusu olur. ilkinde iki günah yüklenmesinin sebebi, öfkeye uğraması
ve din
kardeşini
istemediği bir şeyi yapmaya zorlamasıdır. Çünkü o, durumu bilse o davete
icabet etmeyecekti.
Allah
Teala'nm niyette İhlasın önemini kafasına nakşettiği ve ihlas bilgisi
bakımından güçlendirdiği kimse, bu sayede insanlardan uzak durmaya çalışır.
Onun hedefi, amellerini yalnız Allah'a has kılmaktır. Çünkü o, ayne'l-yakin
gözüyle bakmakta ve Allah Teala ile arasındaki şeyler dışında, hiçbir şeyin
kendisine fayda getirmeyeceğini bilmektedir. O, hiçbir işinde başka bir
varlığı O'na ortak koşmamaya özen gösterir.
Abdal
zümresinin mağaralara kaçmasının arkasındaki sebep de işte budur. Onlar, ehli
dünyadan uzaklaşarak amellerini kurtarma peşinde olmuşlardır. Cemaatla namaz
kılmak gibi faziletli amelleri iyi bilmelerine rağmen tek bir günahtan
sakınmanın dahi, yetmiş amel işlemekten daha hayırlı olduğuna inanmış insanlardı.
Onlar, sırf günaha düşme endişesiyle birtakım amellerin faziletlerinden
feragat etmişlerdir.
Allah
Teala'yı hakkıyla tanımayanlar ise, devamlı faziletler ardında koşar ve hafif
sayılabilecek günahları önemsemezler. Halbuki bu tür günahlarda bile Allah
Teala'dan uzaklaşma sözkonusu-dur. Bu, hiç şüphesiz O'na yakın kılman
mukarrebun zümresinin takip ettikleri bir yol değildir.
Niyetler,
maksadlara bağlı olarak farklılık arzedebilir. Zahirde Allah Teala'dan
uzaklaşma gibi görülen bir fiil, güdülen niyetten dolayı bir yakınlık vesilesi
olabilir. Buna mukabil, hasene olarak görülen bir fiil de, niyetteki
bozukluktan dolayı günaha dönüşebilir.
Bu meyanda
şu hadiseyi misal verebiliriz: Davud, Kitâbü'l-amel adlı kitabını tasnif ettiği
zaman imam Ahmed b. Hanbel ona giderek kitabını görmek istemişti. İmam Ahmed
kitabı mütalaa ettikten sonra kendisine geri vermiş ve şöyle demişti: Ne
yapıyorsun? Kitapta zayıf ravilere dayanan birçok sened var.
Bunun
üzerine Davud kendisine şöyle cevap verdi: Kitabı se-nedleri esas alarak
oluşturmadım ki ondaki hadislerin isnad zincirlerine bakayım. Ben onlara amel
gözüyle baktım ve istifade ettim. İmam Ahmed kitabı ondan rica ederek şöyle
dedi: Onu bana ver de, ben de senin baktığın gözle bir bakayım. Davud, kitabı
kendisine verdi. Kitab İmam Ahmed b. Hanbel'in yanında o kadar uzun süre kaldı
ki, Davud oğlunu göndererek istemek zorunda kaldı. İmam Ahmed onunla
karşılaştığında şöyle dedi: Allah seni bol hayırla mükafaatlandırsın.
Kitabından çok istifade ettim.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle demiştir: Niyet, amelden daha etkilidir. Yine o şunu ifade
etmiştir: Adem oğlu kalbi üzerindeki etkilerin hayırlı olanını önemsemez.
Halbuki bunda iki nur vardır. Bu iki nurdan ilki Allah Teala'nın rızası
istikametinde ise, ikincinin kendisine zararı dokunmaz. Yani kul, bir hayra
niyet ettiği zaman kalbinde hakim olan duygu ihlas ise, niyetten sonra ortaya
çıkabilecek vesvese türü duygular o amelin ihlasını zedelemez. Çünkü sonradan
ortaya çıkan duygu zayıftır. Baştaki karar ve iradenin kuvveti, sonradan
doğacak vesvese ile sarsılmaz.
Yusuf b.
Esbat şöyle demiştir: Amel ehli için niyeti kusurlardan an tutmak, sürekli
mücâhededen çok daha zordur. Sufilerden bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir:
Ebu Ubeyd el-Tüsteri ile birlikteydim. Arefe günü ikindi vaktiydi ve arazisini
sürüyordu. Abdal dostlarından biri yanımıza uğradı. Ebu Ubeyd'e birşeyler
fısıldadı. O da 'Hayır dedi.
Bunun
üzerine o zat, toprağın üzerinde süzülen bir bulut gibi uzaklaştı. Gözümden
kaybolduğunda Ebu Ubeyd'e o zatın ne dediğini sordum. O da, 'Benden kendisiyle
beraber hacca gitmemi istedi. Ben de hacca niyet etmediğimi söyledim. Akşama
kadar burayı sürmeye niyet etmiştim. Eğer onunla hacca gitmiş olsaydım, Allah
için niyet edilen bir amele başka bir şeyi katmaktan dolayı Allah Teala'nm
buğzuna maruz kalmaktan korktum. Çünkü benim için niyetimde durmak, yetmiş kez
haccetmekten daha mühimdir5 dedi.
Mubah bir
fiil için niyeti olan kimsenin nafile yönünde bir niyeti yoksa, onun için en
uygunu mubah fiildir. Niyetin o istikamette olmasından dolayı mubah, muhteva
bakımından nafile hükmüne taşınmıştır. Nafile ise, niyetin bulunmayışından
dolayı kusur derecesine düşmüştür. Bu, ancak ilm-i batını hakkıyla bilen
alimler tarafından anlaşılabilecek bir husustur. Bu, tasarrufun gizli yanlarından
biridir.
Buna misal
olarak şunu zikredebiliriz: Kendisine haksızlık yapılan biri, hakkını alma
hakkına sahiptir. Ancak hakkından feragat etmesi onun için daha hayırlıdır.
Ama aynı kişinin, hakkını alma yönünde sabık bir niyeti mevcut olup affetme
yönünde niyeti yoksa, onun için hakkını alması daha hayırlıdır.
Buna
verebileceğimiz bir diğer misal de şu olabilir: Allah Te-ala'nın emirlerini
yerine getirebilmek için kuvvet kazanmak veya nefsini dinlendirmek için yeme,
içme ve uyumaya niyet eden kimseye, gece namaza kalkma veya oruç tutma gibi
bir niyeti bulunmaması halinde yeme, içme ve uyuma daha hayırlı olur.
Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Nefsimi hoşuna giden bazı şeylerle doldururum ki
hakk karşısında bana destek olabilsin.
Kul, mubah
olan herhangi bir amel için niyetlendiği zaman, bu amelden dolayı sevap
kazanır. Öte taraftan fuzuli babından olsa dahi, niyet etmediği bir ameli
işlediği zaman en iyi şartta kendini kurtarmış olur. Böyle bir durumda lehinde
veya aleyhinde bir şeyin yazılmaması dahi onun kazancıdır. Bu tür bir amelde
dünyevi bir niyetinin bulunması durumunda vebal altında da kalabilir.
Kulun
niyetinin bulunmadığı her türlü mubah veya nafile türü amel, kul için hiçbir
faydayı ihtiva etmeyen bir fiilden ibarettir. Hatta bu tür bir amelde geçirdiği
boş vakitten dolayı hesaba çekilir. Kulun niyetinin bulunduğu her türlü fuzuli
iş batıldır. Böyle bir işe dönük niyeti de hevadan ibarettir. Bu fiile dönük
niyetinin bulunmasının sebebi, kulun kusuru veya sözkonusu fiilin hükmünü tam
olarak bilmiyor olması olabilir. Kul, bu fiiliyle Allah Teala'run rızasını
umuyorsa, o fiilin kötü akıbetinden kurtulabilir. Ancak yaptığı fiilden dolayı
hiçbir fazilet kazanamaz.
Niyetteki
nevanın gizli kalması veya ilmi eksikliğinden dolayı niyetindeki dünya sevgisini
farkedememesi halinde üzerine farz olan ilmi öğrenmede gösterdiği kusurdan
dolayı günahkar olur. Kendisini kusura sevkeden cehalet karşısında sükut etmesi
kulu günahkar kılar. Bu konuda hiçbir özür ileri sürülemez.
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Muhakkak ki Allah Teala cehaletten
dolayı mazur görmez. Cahilin, cehaleti karşısındaki suskunluğu helal olmadığı
gibi, alimin ilmini saklayarak susması da helal değildir. Konuyla ilgili olarak
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Bilmiyorsanız zikir ehline sorun".
(NahJ/43)
Şehre (ra)
şöyle bir soru sorulmuştu: Allah Teala'ya karşı işlenen masiyetler içinde
cehaletten daha ağırı var mıdır? O, 'Evet' dedi. Bu masiyetin ne olduğu
sorulduğunda ise şöyle dedi: Cehaletin cehaleti! Yani kulun cahil olmasına
rağmen cahil olduğunu bilmemesi veya cehaletine rağmen kendini bilgili sanması
neticesinde cehaletini dile getirmemesi ve buna rıza göstererek doğruyu öğrenmeye
çalışmamasıdır.
Böyle yapan
kul, farzların farzı ve bütün farzların temeli olan ilim öğrenmeyi gözardı
etmektedir. Bu durumdaki biri, muhtemelen bilgisizce fetva verecek, ve şüpheli
hususları dile getirecektir. O, hakikat sandığı bu şüpheleri insanlara
anlatacak ve kendisi de tatbik edecektir. Onun bu hali, sükut etmesinden daha
ağır bir günahtır.
Allah
Teala'ya itaatin en güzeli de ilim üzere yapılan şeklidir. İlmin bir türü de
ilmi bilmektir. Neyin ilim olup neyin olmadığını bilmek de ilimdir ve ilmin
vücûbiyeti gibi o da vaciptir. Böylelikle kişinin ilim öğrenme noktasında da
basiret üzere olması mümkün olacaktır.
Bunun önemi,
kelamcılann farklı mezheplerinin, hatalı yollara sapmış sufi ve kıssacıların
bilgilerinin de şüpheli ilimler dairesine girmiş olmasıdır. Bunlar, süslü
sözler ve ilme benzeyen bir takım kuruntulardır. Manaların birbirine karışması,
ilmi inceliklerin kapalılığı ve Selef ulemasından gelen sünnette birtakım
gizli yönlerin bulunması sebebiyle gerçek alimlerle kelamcılar ve kıssacılar
birbirlerine karışmıştır.
Neyin ilim
olduğunu ve kimin hakiki alim olduğunu bilmek de ayrı bir ilimdir. Hakiki ilmi
bilen ve onu süslü sözlerden ayırtede-bilen kimse de alim gibidir. İlmi bilmek
de, ilim gibi fazilete ve onun gibi vücûbiyete sahiptir. Bunu, cehaletin
cehaletinin mücer-redd cehaletten ağır olmasına da benzetebiliriz.
Sehl (ra)
şöyle demiştir: Kalbin cehaletten dolayı katılaşması, günahlar sebebiyle
katılaşmasından daha ileridir. Çünkü cehalet, karanlıktır. Onda göz asla
göremez. İlmin ise, sahibine rehberlik eden bir ışığı vardır. Kişi o yolda
yürümese de ışığından istifade eder.
"O gün
onların hiç hesaba katmadıkları öyle şeyler AHah tarantıdan ortaya dökülür ki
tarife sığmaz" (Zümer/47) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Bu
kimseler, bir takım amellerde bulunmuş ve cehaletleri nedeniyle bunları da
hasenat olarak görmüşlerdi. Ama Hesap Günü bunların günaha dönüştüğünü
gördüler. Bunların, başkalarına ait olmakla birlikte bunlara isnad edilen ve
azabını bu kimselerin yükleneceği günahlar olduğu da söylenmiştir. Onlar,
dünya hayatında iken böyle günahları bulunduğunu asla hesap etmemişlerdir.
Bunu, Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadiste anlatılan kimselerin durumuna
benzetebiliriz: "Kul, cennette yüksek derecelere girebileceğini umduğu
güzel amellerini görür. Ama kendi işlemediği kötülükler ona yüklenir ve bunlar
bütün hasenatından daha ağır basar ve cehenneme girmesini gerektirir. Bunun
üzerine o, 'Ey Rabbim! Bunlar benim işlediğim hasenattı ama bunlar yüzünden
helak oldum?' der. Allah Teala da kendisine şöyle buyurur: Bunlar, senin gıybet
ettiğin, eziyet verdiğin ve haksızlık ettiğin kimselerin günahlarıdır. Onlar da
senin üzerine atıldı ve onlar kurtuldular".
Benzer
manada rivayet edilmiş müsned bir hadis-i şerif de şöyledir: "Kul,
Kıyamet'i dağlar dolusu hasenat ile karşılar. Bunlar halis olsa cennete
girecektir. Ama ardından 'Bu adam şuna zulmetti, şuna sövdü, şu kimseyi dövdü'
denerek işlediği suçlar getirilir. Her suçu için hasenatından bir parça
kopardır. Nihayet, hiçbir hasene-si kalmaz. Bunun üzerine melekler, 'Ey
Rabbimiz! Kulunun hasenatı tükendi, hala hak sahipleri var!' derler. Allah
Teala da şöyle buyurur: O halde, hak sahiplerinin günahlarını ona yükleyin! Sonra
da onu cehenneme kilitleyin!"
Kul, bir
amelin kendisi için geçerli olmasını sağlamak için, gü-z.el niyetini sürekli
tazelemelidir. Sonra durup amelinde herhangi bir illet ve kusurun bulunup
bulunmadığını derin derin düşünüp araştırmalıdır. Yakini müşahedesi ile,
olabilecek kusurları bertaraf etmelidir. Ardından da niyetlendiği ameli, sırf
Allah rızası için eda etmelidir. Kasdmda, vecdinde, sevabında ve talebinde
O'ndan başka hiçbir şeye ve varlığa yer vermemelidir. Sonra da bu amel üzere
istikametini korumalıdır. Amel esnasında bir illete müptela olduğunda onu
derhal dışlayarak şahitliğini hakkıyla ifa etmelidir.
İhlasın özü
işte budur. İhlaslı kimse, ihlasmda iki şeye ihtiyaç duyar. Bu ikisi arasında
tercih de yapılamaz. İlki, kasd yani yönelmenin yalnız ve yalnız Allah
Teala'ya olması ve O'nun ahirette vaadettiğini talep etmesidir. İkincisi ise,
amelini tehlikeye atabilecek bütün kusur ve afetleri ondan uzaklaştırması, ona
bulaşabilecek afetlere karşı uyanık ve dikkatli olmasıdır. Bu şekilde amelin
ihla-sı kemale erer ve heva bulanıklığından uzak kalır. Gizli arzudan
sıyrılarak riyadan da halis olur.
Riya ve
arzudan uzak olan amel sahibi, ameline herhangi bir illetin bulaşmaması için
sürekli endişe içinde olur. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en çok korktuğum şey, riya ve gizli
arzudur" [4][4]
Gizli arzu (=şehvet-i hafiyye) için, dünya sevgisi denilmiştir. Bir diğer
açıklamada ise, ecir verilme ve övülme maksadıyla amelde bulunma denilmiştir.
Kul, bir
amel için hareket geçtiği zaman önce durup onun üzerinde tefekkür etmeli ve
içerdiği niyetlerin kaç tane olduğunu düşünmelidir. Bazan tek bir amelde on
değişik niyet bulunabilir. Ba-zan da beş veya bu ikisi arasında bir sayı kadar
niyet bulunabilir. Ameldeki niyetlerin sayısı, ondaki hayır ve iyilik yönlerine
göredir. Buna göre de her niyette ayrı bir amel bulunabilir. Buna göre tek bir
amel için on ecir verilebilir. Çünkü o tek amel, aynı zamanda on amel ihtiva
etmektedir. Her niyet için bir amel, her amel için de bir ecir sayılır.
Bu da
amellerin faziletlerinden ve hasenatın katlarındandır. Bunu da ancak Allah
Teala'yı ve O'nun hükümlerini hakkıyla bilen alimler bilebilir. Bu, hal ehlinin
salihlerinden olan abdal zümerisi-nin yoludur. İşte bu ilim sayesinde onların
amelleri tertemiz olur, makamları yükselir, ecirleri çoğalır ve halleri de
güzelleşir. Onlar, amellerin çokluğu ile değil onları güzelleştirmeleri ve
amellerle ilgili niyetleri çoğaltmaları sayesinde buna ulaşırlar.
Rivayete
göre şöyle denilmiştir: Her kim Allah Teala'nm rızasını ummadığı bir amelde
bulunursa, onu bitirinceye kadar Allah Teala'nm gazabına maruz kalır.
Ediblerden
biri de niyetle ilgili olarak şöyle demiştir: Niyetinin güzelliğinden dolayı
şükranda bulunmayan, amelin güzelliğinden dolayı da şükranda bulunmaz. Aynı
edib, bu anlamda şöyle bir beyit söylemiştir:
Himmette
bulunduğun bir iyilikten dolayı Sana şükran duyarım, Çünkü iyiliğe gösterdiğin
himmet ve alaka da bir iyiliktir. Kader onu yapmayı nasip etmediğinde de Seni
kınamam, Çünkü yazılı kader ile yaptırılmayan, benden alınmıştır.
Kul, güzel
niyetini tazelemese ve yüksek himmeti hakkında endişe duymasa dahi kalbi ve
kaygısıyla Allah Teala'mn ihlaslı amil kullarından biri olmaya devam edebilir.
Kader o kimseye, bedenle yapılan amelleri eda etmeyi nasip etmese bile ebedi
olarak ecirlen-meye devam eder. Öte yandan niyeti kötü ve himmeti düşük olmasa
bile, kendisi ziyan ve boşluk içindeyse ve kader de kendisini bedeniyle kötü
işler yapma fırsatından mahrum etmişse ebedi olarak ziyanda ve vebal altında
olmaktan kurtulamaz. Böyle bir hale düşmekten Allah'a sığınırız.
Bir zat
şöyle demiştir: Ben, her amelde ona başlamadan önce niyet hazırlığına girerim.
Yememde, uykumda, hatta helaya girerken dahi bunu ihmal etmem. Bu gibi
hususlarda niyet, ibadette takvanın ve hizmette bulunmak için O'nun yardımına
başvurmanın gereğidir. Çünkü nefs, binek hayvanınız gibidir. Onu keserseniz, o
da sizi keser. Din uğruna insanlara şrin görünme ve amelleri çoğaltma çabasından
da uzak durmak gerekir. Salih insanlar, amellerinin sıhhati hakkındaki derin
endişeleri ve itinalarının güzelliğinden ötürü, sıdk hallerini koruyarak iyi
amellerden birçoğunu terkederlerdi. Böyle davranmalarının sebebi, niyetlerinde
gördükleri zaaflardı. Onlar, herşeyden çok temeli sağlamlaştırmaya
çalışırlardı.
Ibni Uyeyne
şöyle demiştir: Birçoklarının vusule yani İlahi rızaya ulaşamamalarının sebebi,
usulü gözden kaçırmalarıdır. Niyet, usulün yani temellerin başıdır. Çünkü o,
farzların farzıdır.
Konuyla
ilgili olarak bir zat da şöyle demiştir: Kalbi Allah Te-ala'dan uzaklaştıran;
sıhhatli bir niyetin bulunmayışından dolayı kalp ile uzlaşmayan bedenî amel
tezahürleridir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Niyette gösterilen
samimiyetsizlik, amelin Allah Teala'ya halis kılınması noktasında eksiklik ve
zaafa yol açacak, bu da kalbin soğumasına neden olacaktır.
Nikah,
dinimizin en çok önemsediği muamelelerden biridir. Kulun nikahla ilgili niyeti
herhangi bir kadınla, güzelliği, malı veya soyu sebebiyle değil sırf dindarlığı
ve akıllılığı sebebiyle evlenmesi yönünde olmalıdır. Ardından sünnete uymaya,
iffete ve aile namusunu korumaya niyetlenmen, güzellik, mal ve hasep
bakımından aşağıda olan kadınla kanaat etmelidir.
Konuyla
ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim Allah için evlenir ve Allah için evlendi-rirse, Allah'ın dostluğuna
hak kazanmış olur"
Amellerin en
faziletlisi, Allah Teala'mn rızası için başlanıp yine O'nun rızası bitirilen ve
sonrasında hiçbir bela ile ihlal edilmeyen ameldir. Bundan daha yüce olanı ise
kulun amele Allah Teala ile başlaması, amel esnasında Allah Teala ile birlikte
sebat etmesi ve yine Allah Teala ile bitirmesidir. Bu da yakin sahipleri ve
arifler arasında yeralan muvahhidlerin makamıdır.
Amellerin en
halisi ve en sıhhatlisi, sırf Allah Teala için yapılandır. O; amelin başında
olduğu gibi, ortasında da amel sahibi ile birlikte olmasıdır. Kul, amel
esnasında O'nun katında olmalıdır. Amelin sonunda da yine Allah Teala
bulunmalıdır. Kul, ameli bu şekilde eda ettikten sonra onu izhar etmemeli,
onunla gösterişte bulunmamalı ve ona karşılık ulular ulusu Allah Teala'dan bir
bedel ummamalıdır. Hatta o ameli unutmak ve Allah'ın zikri ile meşgul olarak
amelini gözardı etmelidir.
Mescidlerde
oturmak, dinin en faziletli amellerinden biri ve takva ehlinin en faziletli
saydığı amelledendir. Kul, mescidlerde oturma noktasında şu on niyete sahip
olmalıdır:
1. Rabbini evinde ziyaret etmek. Bu hususta şöyle bir
hadis rivayet edilmiştir: "Her kim mescidde oturursa Allah Teala'yı
ziyaret etmiş olur". Ziyaret edilenin, konuğuna ikramda bulunması haktır.
2. Namazın ardından müteakip namazı beklemek. Bununla ilgili
olarak "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin,
hazırlıklı ve uyanık bulunun (murâbata edin)" (Al-i Inaran/200) ayetinin
tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada kasdedi-len Allah Teala ile rabıta
kurmaktır.
3. Kulağını ve gözünü haramdan uzak tutarak Allah
Teala'nın ulühıyeti karşısında korkuya kapılmak. Bu hususta da Allah Resulü
nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetimin ruh-kaniyeti,
mescidlerde oturmaktır".
4. İtikafta bulunmak. İtikafm aslı, kaygı ve tasanın
kalbe yönelmesi ve kulun iç dünyasının Allah Teala'nın kulluğuna açılmasıdır.
5. Allah Teala'yı
zikretmek, O'nun zikrine kulak vermek ve O'nun zikrine vesile olmak. Bu konuda
da şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı zikretmek ve O'nu
zikrettirmek için mescide giden kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir".
Bunun benzeri de, ilim öğrenmek veya öğretmek gayesiyle oturan kimsenin de
cihad edene benzetilmesidir.
Bir din
kardeşinin istifadesi, Allah Teala'nın rahmetinin inmesi, korku ve haya
sebebiyle günahların terkedilmesi için mescidde oturanların hali de aynı
konumda değerlendirilmiştir.
Konuyla
ilgili olarak Hasan b. Ali <ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Mescidlere
sık gitmeye alışan kimseye Allah Teala yedi nimetten birini lütfeder: İstifade
edilen bir din kardeşi. Allah Teala tara-findan indirilen bir rahmet.
Kazandırılan bir ilim. Kulu hidayete sevkedecek veya alçalmadan alıkoyacak bir
kelime. Korku veya haya sebebiyle günahları terketme".
Niyette
ihlas, ona karşık olan duygu ve düşüncelerin kalpten çıkarılmasıyla mümkün
olabilir. Kişinin yönelişi ve himmeti de aynı şekilde benzer duygulardan
arınmış olmalıdır. Kulun ihlas için hazırlığı yeterli olduğunda, niyet onun
yönelişiyle aynılaşır ve amel de niyetin saflaşmasından dolayı Allah Teala'ya
halis olur. Çünkü kul, yalnız Tek ve Ferd olan Zat-ı İlahî'ye yönelmiş
bulunmaktadır.
Bu konuda
şöyle bir hadise nakledilmiştir: Allah yolunda cihada giden gazilerden biri
şunu anlatmıştır: Bir deniz savaşma gitmiştim. Limanlardan birinde bir orak
teklif edildi. Kendi kendime, 'Şunu satın alsam ne iyi olur, savaşlarımda
bundan istifade ederim, filan şehire gittiğimde de orada satar ve kâr ederim*
dedim. Bu düşünceyle orağı satın aldım.
O gece
rüyamda gökyüzünden iki şahsın indiğini gördüm. Onlardan biri arkadaşına şöyle
dedi: Savaşa çıkanları yaz. Sonra sözüne devam ederek şunları söyledi: Falan
gezmeye geldi, falan riyakârlık için geldi, falan ticaret için geldi, falan da
Allah yolunda cihad için geldi. Sonra bana doğru baktılar ve yazı yazdıran
kimse, 'Bu da ticaret için yola çıkanlardan biri, bunu da yaz' dedi.
Ben
şaşkınlık içinde, 'Allah Allah, Allah'a yemin ederim ki ben ticaret için yola
çıkmadım. Tek gayem Allah yolunda cihaddır* dedim. O da bana şöyle dedi: Behey
adam, dün bir orak satın alıp ondan kâr elde etmek istemedin mi? Gözlerim
yaşla doldu ve 'Beni tüccar olarak yazmayın' dedim O, arkadaşına döndü ve 'Ne
dersin?' dedi. O da şu cevabı verdi: Şöyle yaz: Falan Allah yolunda cihad için
çıkmış ama yolda kâr etmek için bir orak satın almıştır. Allah leala onun
hakkında hükmünü verinceye kadar böyle yazılsın.
Bir takım
kusurlar vardır ki, bunlar fazilet ehlinin kafalarında karışıklığa yol açarak
olmadıkları halde faziletlere benzetilmişlerdir. Bu karışıklığın sebebi,
sözkonusu amellerin fazilet olarak şöhret bulması, akılların bunlarla
uğraşmaktan korkması ve bunlar karşısında sabrın tercih edilmesidir. Bu gibi
ameller, Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler için gayet açıktır.
Bunu
açıklamak için geçmiş hıristiyan ümmetine dair anlatılan şu hadiseyi
zikredebiliriz: Meryem oğlu İsa (as) göğe çekildikten sonra ona tâbi ve din
kardeşi olan iki kişiden biri ruhbanlık yoluna girmiş, diğeri de mabedlere
gitmeyi, cemaatle birlikteliği ve insanların içinde olmayı seçmişti.
İlkinin adı
Sarkis idi. Diğeri ondan daha bilgiliydi. Onunla her karşılaşmasında şöyle
derdi: Ey kardeşim, girdiğin bu yol, bidattir. O yolda, hakkını veremediğin bir
mesuliyet vardır. O yolda Allah rızası mevcut değildir. Benimle olup cemaate
katılsan ve insanlarla kaynaşsan, böylesi Allah rızasına hiç kuşkusuz daha
yakındır. Böylelikle İsa'nın (as) sünnetini de takip etmiş olursun.
Ruhbanlığı
seçen Sarkis, ondan yüz çevirmekte ve fikrini Önemsemeyerek şöyle demekteydi:
Sen dünyaya meylettin ve halk ile kaynaştın. Sarkis'in bu tavrı onu iyice
bıktırınca şöyle dedi: Bu gece bende kal ve işin doğrusunun ortaya çıkmasını
sağlayalım. Sarkis de kabul etti. Bunun üzerine dışarıdan iki kuş getirdi ve
onları keserek kızarttı. Sonra da Sarkis'i çağırarak, 'Bu iki kuşu aramızda
hakem yapalım, ikimiz de Allah Teala'ya dua edelim. Hangimizin izlediği yol
O'na ve peygamberine daha sevimli geliyorsa, Allah onun duası sayesinde bu
kuşlara can versin ve kanatlarını çırparak gitsinler* dedi. Ruhban Sarkis bunu
kabul etti ve dua ederek şöyle dedi: Ey Allahım! Senin nzanı umarak girdiğim bu
yol, hakka şu kardeşimin beni davet ettiği yoldan daha yakın ise bu iki kuşa
can ver! Allah Teala onun duasına icabet etmedi. Ardından diğeri dua etti:
Allahım! Eğer sıkı sıkı sarıldığım, böyle yaparak bu kardeşim ve diğerlerine
aykırı düştüğüm şu yol hakka daha yakınsa ve onların davet ettiği cemaati
terketme ve insanlardan uzaklaşma fikrinden daha çok rızana layıksa, bunun
hürmetine şu iki kuşa can ver! Duasının ardından kuşlar Allah Teala'nın izniyle
canlandı ve uçup gittiler. Bunun üzerine Sarkis, girdiği yolda Al lah Teala'nın
rızasının bulunmadığını gördü ve cemaate katılmaya başladı.
Ulvi
faziletlerin kafalarda karışmasına bir örnek de, kulun fazilet umarak
makamındaki halini terketme sidir. O, böyle davranmakla Allah Teala'ya daha
yakın olacağını sanabilir. Halbuki bu davranışıyla geriler ve şeytanın
telkiniyle helaka uğrayabilir. Konuyla ilgili olarak İsm-i Azam'ı diğerlerine
öğreten abidin başına gelenler iyi bilinir.
Gerçek alim,
iki hayır arasında daha hayırlısını tercih ederek onu vaktinde eda eden, iki
hayır arasında kötü olanı da bilerek kendisini daha hayırlısından mahrum
etmemesi için ondan yüz çevirendir. Yine o, iki şer arasında daha hafif olanım
bilerek, zaruret halinde onu yapmakla kurtulan, iki şer arasında daha kötüsünü
bilerek ondan uzak duran ve ona karşı çift perdeyle kendini müdafaa edendir.
Bütün bunlar ilmin inceliklerindendir.[5][5]
Niyet
kuruntu ile karışarak gizlenebildiği gibi, himmet de vesvese ile karışabilir.
Niyet, kendisiyle Allah Teala'nın rızasının murad edildiği ve O'nun katındaki
sevabın talep edildiği şeydir. Kuruntu ise, daha çok insanlarla bağlantılı ve
kendisiyle fâni mülkten bir takım arzuların beklendiği şeydir. Diğer taraftan
irade sevgi ile, ihtiyaç da arzu ile karışabilir. İrade, bir şeyin vuku
bulmasını istemektir. Haddi zatında bu şeyin olması istenmeyebilir veya onun
aksinin gerçeklemesi de istenebilir. İrade, bütün bunlara rağmen o şeyin vuku
bulmasını istemektir. Muhabbet ise, aklı ezen, vicdana baskın gelen ve kalbin
yöneldiği şeydir. Muhabbet, sözkonusu şeyin aksinin olmasını hoş görmemek,
onun yitirilmesini asla istememektir.
İhtiyaç,
onsuz olunamayacak derecede zaruri ve telafi edilemeyecek bir gerekliliktir.
Arzu (=şehvet) ise, daha fazla lezzet almak, ihtiyaçtan fazlası için temennide
bulunmak ve genelde önde olma isteğidir.
Zikir,
kalpte Allah Teala'ya yakın olma yolları bakımından fikir ile karışabilir.
Zikir, unutulanı açığa çıkarmak, sapmayı açığa vurmak ve şükrü hatırlatmaktır.
Fikir ise, herhangi bir şeyi beyinde tasavvur etmek ve bilgiyi ortaya
koymaktır. Ümit sevgi ile, heva da niyet ile karışabilir. Ümit (=recâ'),
herhangi bir sebepten dolayı bir şeye tamah etmektir. Sevgi (=muhabbet) ise,
zevk almak için tamah ettiğiniz şeydir. Bu duyguya herhangi bir sebebe bağlı
kalmaksızın sahip olabilirsiniz.
Yaratılmışlara
duyulan tamah sebebiyle zaafa kapılması veya katılaşması yüzünden kalbin içine
düştüğü zillet hali, Yüce Yara-tan'm müşahedesi sebebiyle nefsin içine düştüğü
zelülikle karıştı-nlabilir. Himmet ve nefsin bayahğı sebebiyle tamahın düştüğü
zillet, Hakk'ı tanıması ve ilmin boyun eğmesi sebebiyle aklın içine düştüğü
zelillik haliyle birbirine karışabilir. Hevanm baskısı ve aklı ezmesi
neticesinde nefsin kapıldığı zillet hali de, tahkik sahibi alime süratle
bağlanan kalbin zelillik haliyle karıştırılabilir.
Kendini
kalıptan kalıba sokan Hak Teala'yı sürekli gözeten kalbin izzet hali, ilmini
sürekli büyük gören aklın izzet haliyle karış-tırıîabilir. Zorba niteliğiyle
nefsin sahiplendiği izzet hali de, gaybî yakin ile yüceltilen imamn izzetiyle
karıştırıiabilir.
Yukarıda
sıraladığımız karışma ve karıştırma hallerinin hepsi de arifler tarafından iyi
bilinen hususlardır. Bunlar, gafilleri de ürküten derin meselelerdir. Bunlar
iyice bilinmeden yapılan ibadetler, -Allah korusun- alışkanlıklara
dönüşebilir. Bir şeyi öğrenme, bir amelde bulunma, sadaka verme, ayın veya
yılın zekatını verme yönünde niyeti bulunan bir kul, halis niyetinin kaybolması
neticesinde bütün bunları bir alışkanlık veya adet gereği yapıyor olabilir.
O, böyle
yapmakla, halkın kendisinden beklediği davranışı göstermiş olmakla kalır. Zira
aksini yapması halinde, halkın tepkisini çekmekten korkar. O, bütün bunları
gönülsüz de olsa yaparak halinin istikrarlı olarak devamını sağlamaya çalışır.
Onun için niyet gitmiş, yerine adet ve alışkanlık kalmıştır. Böylelikle yaptığı
amel
veya verdiği parayla ahireti ummaktan ve onun
için çaba göstermekten uzaklaşmış, dünyevi isteklerinin ve konumunun devamını
sağlamaya çalışmış olur.
Bütün
bunlar, kendisi için kulluk ve ibadet dairesinden çıkıp adet ve alışkanlık
halini almış olur. Böyle biri, liderlik talebi türünden dünyevi bakışlarla
ahiret için de arzulu olabilir. İlim ve amel noktasında ahiret yollarına rağbet
gösterebilir. Selefin amellerinden yapılmak istenenler, nefsin terbiyesi ve
kula dünyada zühdü Öğretme mahiyetinde olup ahirete götüren yolları teşkil
ederler. Bunların karşıtı olanlar da, dünyanın yollarıdır, çünkü onlara tamamen
zıttırlar.
Konuyla
ilgili olarak Selef-i Salih hakkında şöyle bir söz nakledilmiştir: Onlar
öğrendiklerinde amel ederler, amel ettiklerinde tamamen meşgul olurlar,
tamamen meşgul olduklarında da halktan kaçarlardı. Başka bir söz de şöyledir:
Öğrendi, sonra (insanları) ter-ketti.
Amellerin
açığa vurulması, gizlenen birtakım hallerin, nefsi terbiye, takip edilme veya
Kudret-i İlahî'yi gösterme gayesi ile açıklanmasıyla karıştırılabilir. Bu
hallerin açıklanması, işitenlerin imanlarını ve ilimlerini arttırabilir. Ama
amellerin açıklanması, insanlara güzel görünme, övünme, ameller sebebiyle
övülme ve halk nezdinde sürekli anılma gibi niyetlere dayanabilir.
Ebu Süleyman
ed-Daranî'ye, kendisi hakkında konuşan kimsenin durumu sorularak şöyle
denilmişti: Böyle biri imam olsa, namazda ona uyulur mu? O da, 'Evet,
uyulur demişti. Bir defasında da şöyle
demişti: O veya başka biri, bunu nefsi terbiye maksadıyla sınırlı derecede
yapıyorsa sakıncası olmaz. Bu da, nefsin devreye girmesi veya yakîni müşahede
edenin kayyümiyetinde fena bulmasıyla karıştırılabilir. [6][6]
Herhangi bir
amelin terki de, bizatihi birçok amelden ibarettir. Bir yasak veya mekruhu,
farziyet veya vera sebebiyle terkeden
kimse de iyi bir niyete sahip olmalıdır. O, terkettiği amel veya fiili de, yine
Allah Teala için terketmelidir. O, bu terkle Allah Teala'mn vaadettiği
güvenliği aramalı veya O'nun katındaki ödülleri arzulamahdır.
Herhangi bir
şeyin halkın kınaması sebebiyle, halini düzeltme gayesiyle veya insanlar
nezdinde iftihar etme maksadıyla terket-mesi makbul görülmemiştir. Çünkü
herhangi bir masiyetin terki, en faziletli ameller arasında sayılmıştır. Böyle
olduğu için de elbette niyetlerin en güzelini gerektirir. Nefsin imtihana tabi
tutulması ve bunun doğrudan nefse yönelmesi sebebiyle masiyetin terkine çok
büyük sevap vaadedilmiştir.
Bu konuda
bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir: Vera' halini Allah Teala'dan başkasının
bilmesini isteyen kimse için O'nun katında hiçbir ödül yoktur. Zekeriya (as)
hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün inşaatın tekinde duvar
örerken birkaç kişi onu ziyaret etmişti. O, emeğiyle geçinen bir inşaat
ustasıydı. Misafirleri yamndayken ona iki çörek getirildi.
Zekeriya
(as) işine ara vererek, çörekleri yemeye başladı. Misafirlerini buyur etmedi.
Çörekleri yedikten sonra misafirleri bu tavrının sebebini öğrenmek istediler.
Çünkü onun ne büyük bir zahid olduğunu iyi bilen kimselerdi. O, şöyle dedi: Bu
inşaatın sahipleri beni belli bir ücretle istihdam ediyorlar. Verdikleri iki
çöreği de işlerini yapabilme gücünü kazanmam için veriyorlar. Eğer onları sizinle
paylaşmaya kalksam, ne size, ne de bana yetecekti. Ayrıca işim için gerekli
kuvvetten de mahrum olacaktım. Görüldüğü gibi burada, bir farzın ifası için bir
menduptan vazgeçme sözkonusudur.
Kul, bir
ameli yapmaya niyet edebileceği gibi bir şeyin terki için de önceden niyet
sahibi olabilir. Geçmişlerden bir zat şunu anlatmıştır: Süfyan b. Ebu Asım'ı
ziyaret etmiştim. Kendisi yemek yemekteydi. Yemeğe devam ederek benimle hiç
konuşmadı. Yemeği bitirip elleri temizledikten sonra bana dönerek şöyle dedi:
Eğer borçla almamış olsaydım, yemeğimi seninle paylaşmak isterdim.
Konuyla
ilgili olarak anlatılan bir hadise de şudur: Yabancının alay ve eğlenceye dair
konuşan bir topluluğa uğramış ve onların Allah Teala'ya dua ettiklerini
sanmıştı. Yüce Allah onun hüsnü niyetinden dolayı, konuşmalarını öyle gördü ve
bu yabancının hüsnü niyetinden dolayı onları bağışladı.
Hasan
el-Basrî (ra) dedi ki: Müslümanm alameti, dilini tutması, gözünü kısması ve
niyetinin zaafa kapılarak Allah Teala'ya yakınlık sağlayacak ibadetlere
koşmaktan alıkoymamasıdır. Niyet, her zaman güçlenmeli ve artmalıdır. Amelleri,
niyetlerine göre az veya bedeninin takati yetersiz olabilir. Buna rağmen
niyet, büyük ve kuvvetli olmalıdır. Yine o şöyle demiştir: Mümin, niyeti
kuvvetli, takati az olan kimsedir. Münafık ise niyeti zayıf, takati çok olan
kimsedir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her hakkın bir hakikati
vardır. Kul, Allah için yaptığı amelden dolayı övülmeyi istemez hale gelmedikçe
İhlasın hakikatine ermiş olmaz".
Havariler
İsa'ya (as), 'Ey Ruhullah! İhlasın aslı nedir?' diye sormuşlardı. O da şöyle
demişti: İhlas, ameli yalnız Allah Teala için yapıp ondan dolayı halk
tarafından övülmeyi asla arzu etmemektir. 'Peki Allah için dürüst olan
kimdir?' diye sordular. O, şu cevabı verdi: O, insanların hakkından önce
Allah'ın hakkıyla başlayandır. Biri dünyalık, diğeri ahiretlik iki husus
kendisine sunulduğunda, dünyalık olanı bırakıp Allah Teala'nın emrine girişir.
İnsanlar
tarafından övülmeyi sevmek, dünya sevgisinin temelini oluşturur. Böyle biri,
yerinin ve konumunun bilinmesinden hoşlanıp tanınmak ister. Kalbinden
kendisinin ululanması niyetini geçirir. O, yaptığının karşılığını ancak
insanlardan görecek, bu tür niyetlerden ahirette hiçbir fayda görmeyecektir.
Ameli de makbul değildir.
Rivayete
göre İsrailoğulları'ndan abid bir zat, kırk yıl boyunca mağarada ibadet etmiş,
melekler bu amellerini semaya çıkardıklarında kabul görmeyerek geri
çevrilmişti. Melekler şöyle nida ettiler: Ey Rabbimiz! İzzetin hakkı için,
bizim Sana sunduğumuz ameller aynen haktır. Bunun üzerine Allah Teala şöyle
buyurdu: Doğru söylüyorsunuz meleklerim. Ama o, kaldığı yerin bilinmesini çok
isteyen biridir. Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Kibir, riya ve
şöhret tutkusundan kurtulan kimse selamettedir.
Süfyan-ı
Sevrî (ra) şöyle demiştir: Nefsimle ilgili olarak tedavisi bana en ağır gelen
şey, niyetimdir. Çünkü o, hercaidir. Yani sağa sola kayar veya zaaf gösterir.
Bu yüzden de onunla sürekli ilgilenip sahip çıkmaya çalışmanız gerekir.
el-Mansur da şöyle demiştir: Amel ihlaslı oluncaya kadar ona devam etmek,
amelin kendinden daha zordur.
Süfyan-ı
Sevrî'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben amelimden zahir olan kısma
itibar etmem. Ali'nin (kv) ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amelinizin
kabulüne, amelinize gösterdiğinizden daha fazla ilgi gösterin. Çünkü amel,
takva ile eksümediği gibi kabul edilmeyle de eksilmez. Bir zatın da şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Her kim sırf yalnız kalmaktan dolayı yalnızlık
hissine kapılır ve cemaate karışırsa, riyadan emin olamaz.
Abdülaziz b.
Ebi Ruvvad şöyle demiştir: Karşılaştığım büyüklerin salih amele ulaşmak için
çok çabaladıklarını gördüm. Onu eda etmek kendilerine nasip olduğunda ise kabul
edilip edilmediğini düşünerek tasalanırlardı. Malik b. Dinar'ın (ra) şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Amelin kabul edilmediği yönündeki endişe, amelin bizzat
kendisi için duyulan endişeden daha büyüktür.
İbni Aclan'm
şöyle dediği nakledilmiştir: Amel, ancak şu üçüyle kemale erer: Allah korkusu,
güzel niyet ve isabetli olma. el-Fudayl, Allah Teala'nın "Hanginizin
amelce daha güzel olduğunu sınamak için" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken
şöyle demiştir: Yani amellerin en ihlaslı ve en isabetli olanının kimde
olduğunu sınamak için. Bunun üzerine kendisine, 'Peki bu nasıl olur?' diye
soruldu.
O da şu
cevabı verdi: Amel, halis olsa da isabetli olmadığı takdirde yine kabul edilmez.
et-Tiyahî şöyle demiştir: Amelde bulunması gereken dört husus vardır ve amel
ancak bunlarla tamam bulur: Allah Teala'yı bilmek, hakkı bilmek, amelde
ihlaslı olmak ve sünnete uygun olmak. Bunlara riayet edilmeden eda edilen
hiçbir amel fayda vermez.
Farzları en
sıhhatli şekilde ifa edip günaha düşmekten aşın derecede korkan kimselerin
hali, hallerin en güzelidir. Farzları edasında kusurlu, işlediği günahlar için
çok az üzüntü ve pişmanlık duyan kimselere gelince, bunların hali de hallerin
en kötüsüdür. Bu haldekiler yaslanacak bir kıyas da bulamazlar. Ama Allah Teala
dilediği kimse için en ağır günahları dahi bağışlayabilir. Dilediği Kimseye de,
küçük bir günahtan dolayı azap edebilir.
Bunların
durumu, Allah Teala'nın sabık ilmine, O'nun irade ve «ukmünde kararlaştırılan
karara göre şekillenir. İki kişi aynı gü-Tianı işlemiş olmakla birlikte, farklı
karşılıklar görebilirler. Allah feala, onlardan dilediğinin tevbesini kabul
eder.
Allah Teala,
dilediği kulunun amelini kabul eder. Kabul, amelin Kendinden farklı bir
husustur. Kula düşen amelde bulunmak, Mevla'ya düşen de kabul veya rettir. O,
istediğini kabu ederken, dilediği ameli de reddeder. Kişinin sabıkası da,
günahtan farklıdır. Sabıka, Allah Teala'nm iradesinde yazılıdır.
O, hakkında
güzel son yazılı olan kulunun bütün günahlarını bağışlar. Hakkında azap
kelimesi kesinleşmiş olana da azap eder ve onun güzel amellerini boşa çıkartır.
İnsanlar, sabıkalarına yani geçmişteki yazgılarına göre değerlendirilirler.
Onlar hakkında Allah Teala'nm sabık ilmine uygun şekilde hükümler verilmiştir.
Geçmişlerden
şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Israrcılar ateşe hızla giderek helak
oldular" [7][7]
Buradaki
'ısrar1 ile kasdedilen, kişinin gücü yettiğinde günah işlemek istemesi veya
işlediği herhangi bir günahtan dolayı ne pişmanlık duyması, ne de tevbeye
yönelmesidir. <IsrarJın en ilerisi, sürekli günahların ardında koşmaktır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala'nm
zikrine aşırı düşkün olan ve kendilerini ona adayanlar öne geçtiler. Zikir
onların (günah) yüklerini kaldırdığı için Kıyamet günü hafif bir halde
gelirler. İşte onlar, haklarında güzel hüküm kesinleşmiş olan mukarrebundur [8][8]
Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) onların dahi günah yüklerinin bulunduğunu ancak
sürekli Allah'ı zikretmeleri sebebiyle yüklerinin kaldırıldığını haber
vermiştir.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Öne geçenler, Öne geçenler, işte onlar yakın kılınanlar
(mukarrebun)dur". (Vakıa/10) Konuyla ilgili olarak, ilmi delillerden ve
ayetlerin tefsirinden anladığımız budur. Yine de Allah Teala'nm affi, iradesi
ve Kadîm İlmi bütün bunların daha ötesindedir. İşlerin tümü Allah'a
döndürülür. [9][9]
inkar
edenlerin hesaba çekilmeleri konusunda alimler ihtilafa düş-müşlerdir.Bir topluluğa
göre hesaba çekileceklerdir. Bir diğer topluluğa göre ise hesaba
çekilmeyeceklerdir. Konuyla ilgili rivayetlerde de ihtilaf mevcuttur. Gelen
rivayetlerin bir bölümünde hesaba çekilecekleri bildirilir ki bu görüşte
olanlar bu rivayetlere sarılırken, bir bölümünde de hesaba çekilmeyecekleri
bildirilmiş ve bu görüşü savunanlar da aynı rivayetlere dayanmışlardır.
Bu ihtilaf,
ancak Allah Teala'nın Kitabı'na dönerek giderilebilir. Böylelikle mesele açığa
çıkacak ve başkasına ihtiyaç kalmayacaktır. Allah'ın Kelamı, meseleyle ilgili
kapalı hususları açıklamıştır. Biz de bu sağlam açıklamaya dayanmayı uygun
görüyoruz. Allah Tfeala hiç kuşkusuz en iyi bilendir.
Kur'an-ı
Kerim'de bu meseleyle ilgili iki ayet-i kerime mevcuttur. Bu ikisinde inkar
ehlinin Tevhid'e bulaştırdıkları şirk sebebiyle ve peygamberlerin çağrılarına
icabet etmemeleri ve onları yalanlamalarından dolayı hesaba çekilecekleri
haber verilmektedir:
"Ve
onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Hani Benim için (varolduğunu) iddia
ettiğiniz ortaklarım neredeler?". (Kasas/62) Diğer ayet-i kerime de
şöyledir: "Ve onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Peygamberlere ne cevap
verdiniz?". (Kasas/65) Bu iki ayete göre, inkarcılar sırf tevhidi çiğneme
ve peygamberleri yalanlama suçlarından dolayı hesaba çekileceklerdir.
Meseleyle
ilgili diğer iki ayet de şöyledir: "Ama azılı suçlulara artık soru
sorulmaz". (Kasas/78); "İşte o gün ne bir insan, ne de bir cinne
günahından dolayı (hesap) sorulur". (Rahman/39) Allah Teala 'günahkarlar'
hakkında da şöyle buyurmuştur: "Günahkarlar simalarından tanınır ve
perçemleri ve ayaklarından tutulup alınırlar". (Rahman/41)
Görüldüğü
üzere bu naslarla, inkarcılarımı günahları ve amellerinden dolayı hesaba
çekilmeyecekleri beyan edilmektedir. Biz de buna dayanarak, onların
amellerinden dolayı hesaba çekilmeyeceklerini düşünüyoruz. Hesaba çekme, ancak
aralarında belli bir muamele ve hukuk bulunan iki tarafın fiillerinden dolayı
olabilir. Hasenatı sabit olan kimse de bunlar sayesinde tercihe ve tartıya
muhatap olur.
Enes b.
Malik'ten (ra) "Hem tutuklaym onları, çünkü hesaba çekilecekler"
(Saffat/24) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şu görüş nakledilmiştir: Onlara
'Allah'tan başka ilah yoktur sözü
hakkında soru sorulacaktır. Allah Resulü'nün (sav) de merfu' bir hadiste bu
ma-fcada buyurduğu ve onların tevhid bakımından sorguya çekilecek «rini bildirdiği rivayet edilmiştir.
Cennet ve
ehlinden bütün insanlar Kıyamet günü altı tabaka üzere diriltileceklerdir:
1.Tabaka: Hesaba çekilnıeksizin cennete girecekler. Bunlar, Kui^an'da
'Öndekiler=Sabikûn' ve 'Yakın kıhnanlar=Mukarrebûn' olarak bildirilen
kimselerdir.
2.Tabaka: Kolay bir hesabın ardından cennete girecekler. Bunlar
da müminlerin havassı ve salih kullardır.
3.Tabaka: Uzun bir hesab ve mücadeleden sonra cennete girecekler.
Bunlar da 'Kitapları sağdan verilenler=Ashab-ı Yemîn' olarak bilinenlerle
müminlerin avamıdırlar.
Cehennem ehli de aynı şekilde üç tabakadır:
1.Tabaka: Hesaba çekilmeksizin ve soru sorulmaksızm cehenneme
girecekler. Bunlar Yafes b. Nuh'un soyundan gelip puta tapan ve Yecüc ve Mecüc
olarak bilinenlerdir. Bunlar, asıl olarak cehennem için yaratılmış olanlardır.
2.Tabaka: Uzun ve zorlu bir hesaptan sonra cehenneme girecekler.
Bunlar büyük günah işleyenler ve münafıklardır.
3.Tabaka: Amellerinden dolayı hesaba çekilmeksizin sırf durdurulan
ve soru sorulan kimseler. Bunlar da kendilerine peygamber gönderilmesine
rağmen inkar etmiş kavimlerdir. Bunu da Allah Teala'nm şu buyruğunda
görmekteyiz: "Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka
soracağız". (A'raf76)
Konuyla
ilgili meşhur bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Hesaba çekilene azap edilir. Bunun üzerine sahabe, 'Ey Allah'Resulü! Yüce
Allah 'Kolay bir hesaba çekilecektir" (İn-şikak/8) buyurmuyor mu?' dediler.
O da şöyle buyurdu: Bu olacaktır. Hesaba çekilene azap edilecektir [10][10]
İmamımız
Sehl b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kafirler sadece tev-hid hakkında hesaba
çekilecektir. Onlar sünnetten dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. Bidat ehli
sünnet hakkında hesaba çekilecektir. Müslümanlar da amellerden dolayı hesaba
çekileceklerdir.
Allah
Teala'nm "Sonra onların dönüşü Bize'dir ve onları hesaba çekmek de Bize
düşer" (Gaşiye/26) ayetinin tefsirine gelince bu hususta iki görüş vardır
İlkine göre bu ayet, söylendiği makamdan ayrı olup müslümanlara yöneliktir.
Çünkü Allah Teala bu ayetin başında inkar edenleri haber verirken sonunda azabı
zikretmiştir. Nitekim Allah Teala başta şöyle buyurmaktadır: "Ancak yüz
çeviren ve inkar eden hariç. Allah ona en büyük azapta bulunacaktır".
(Gaşiye/24) Bu, onlarla ilgili ihbarın sonudur. Bunun ardından başkalarını
konu alarak devam etmektedir: "Sonra onlan dönüşü Bize'dir ve onları
hesaba çekmek de Bize düşer" (Gaşiye/26)
Diğer görüş
ise şu şekildedir: Ayette geçen hesap ile kasdedilen cezalandırma olabilir.
Çünkü 'Hesaba çekme' fiili, inkar edilenler için kullanıldığında, yaptıkları
kötü işlerden dolayı cezalandırılmalarına yorulmaktadır. Niteki şu ayet-i
kerime de bu anlamdadır: "Dini inkar edenlere gelince; onların amelleri;
düz ve ıssız bir çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder. Onun yanına
varınca su adına hiçbir şey bulamayıp ancak Allah'ı bulur. O da onun hesabını
hakkıyla görür". (Nur/39) Buradaki 'hesab' ile kasdedilen de yine cezadır.
Ne var ki
el-Ferra' ve diğer dil alimleri, bu görüşümüze karşı çıkarak ardından gelene
itibar etmiş ve onu hesaba çekmenin delili olarak kabul etmişlerdir. Onlar bu
ayetle ilgili görüşlerini şöyle dile getirmişlerdir:
"O da
onun hesabını hakkıyla görür" ifadesinde kasdedilen, onun cezalandırılması
olabilir. Ama onun hesaba çekilmesinin mu-rad edilmiş olması da mümkündür.
Çünkü Allah Teala, "Muhakkak Allah hesabı hızlı görendir"
(Bakara/202) buyurmaktadır.
Kelam-ı
Kadim'in hesap ile kasdettiğinin 'Hesaba çekme=mu-hasebe' olması da
muhtemeldir. ez-Zeccâc da, yukarıdaki yorumumuzla ilgili olarak aynı yönde
konuşmuş ve "Ama azılı suçlulara artık suçları hakkında soru
sorulmaz" (Kasas/78) ayetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Onlar hesaba
çekilmezler, çünkü Allah Teala'nm onlarla ilgili sabık hükmü kesinleşmiştir.
O, sabık ilmiyle onlar hakkındaki hükmünü pekiştirmiştir.
Mukâtil b.
Süleyman da, onunla aynı görüşü paylaşmış, yalnız birebir mana verme hususunda
farklı hareket etmiştir. O, tefsirde uzman olmasına rağmen, dille ilgili
ilimlerde ez-Zeccâc kadar nüfuz sahibi değildi.
Mukâtil
ayetin manasını şöyle vermiştir: Azılı suçlular, seleflerinin günahlarından
dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. O, böyle yapmakla, 'hüm=onlar> zamirini,
daha önce geçen Karun ve avane-si ile geçmiş devirlerin suçlularına
atfetmiştir. Zira onların zikredilmesi, şu Hitab-ı İlahi'nin beyanı
niteliğindeydi: "Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce
kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helak
etmişti?" (Kasas/78)
Bunun hemen
ardından, "Onların günahlarından hesaba çekilmezler" buyrulurken, o
kavmin müşriklerinin günahlarından bahsedilmektedir. O ve diğerleri, inkar
ehlinin de hesaba çekileceklerini bildirerek şöyle demişlerdir: Nasıl hesaba
çekilmezler? Allah Te-ala geçmiş kavimlerinin kıssalarını anlatırken onlara ne
yaptığını haber vermiyor mu?
Sözkonusu
ayet-i kerime Firavun'un şu ifadesindeki manaya uygun olarak indirilmiştir: O
Musa'ya (as) 'Peki geçmişlerin durumu ne olacak?' demiş, o da, 'Onların
bilgisi Rabbimin katandadır* demişti. Ancak Allah Teala, lıesab' kelimesi ile
cezayı da kasdet-miştir. Bunun da örneği mevcuttur. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır:
"Bağış ve hesap olarak". (Nebe/36) Ama buradaki hesap, ceza olduğu
gibi yeterlilik manasında da kullanılmış olabilir. Yani onlara yetecek kadar.
Nitekim O başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Cehennem onlara
yeter". (Mücadele/8) Yani cehennem onlara kafidir. [11][11]
Bu başlık
altında niyetleri, yaşanan bütün hallerde niyetlerin güzelleştirilmesine ve
fiillere bulaşabilecek kusur ve illetlerden sakı-nılmasma dair verilen emirleri
açıklanacaktır.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Onlar ancak dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmekle
emrolundular". (Beyyine/5) Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki onlar üzere olduğu sürece müslüman
kimsenin kalbi kin barındırmaz:... ve ameli Allah Teala'ya halis kılmak [12][12]
Yine O, şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için
niyet ettiği vardır" [13][13]
Ehli Beyt
kanalıyla rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu haber verilmektedir: "Allah Teala amel olmadıkça hiçbir sözü
kabul etmez. Hiçbir ameli de niyetsiz kabul etmez".
Ömer b.
Hattab (ra) şöyle demiştir: Amellerin en faziletlisi, Allah Teala'nm farz
kıldıklarını eda etmek, O'nun haram kıldıklarından da sakınmaktır. Allah
Teala'nm katındaki için sadık bir niyet bulunmalıdır. Kul, hayatının her anında
niyette bulunmalıdır. Yemesi, içmesi, giyinmesi, uyuması ve hanımıyla
ilişkisinde dahi niyet etmelidir. Çünkü bütün bunlar, hesaba konu olacak
işlerdendir.
Eğer onları
Allah Teala'nm rızası için yapıyorsa, amellerinin tartılacağı terazinin hasenat
kefesinde onları görecektir. Eğer bütün bunlarda hevasının çizdiği yoldan
gidiyorsa, o zaman da günahlarının yeraldığı kefede görecektir. Zira her kul
için niyet ettiği amelin karşılığı vardır.
Kulun
niyette bulunmayışı, dalgınlık ve hata eseri ise, niyet ve irade bulunmayışı
durumunda yaptığından dolayı herhangi bir karşılık alamaz. Yaptığı ameli
ahirette de göremez. Ondan dolayı, lehinde veya aleyhinde bir durum olmaz.
Böyle birinin dünyadaki misali, akıl ve sorumluluk olmaksızın içgüdü ve vahiyle
hareket eden hayvanların durumuna benzer. Bu gibi kimselerin, Allah Te-ala'nın
şu buyruğuna dahil edilmelerinden endişe ederim: "Kalbini Bizi
zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine tabi olan ve işi hep aşırılık
olan kimselere itaat etme". (Kasas/28) Buradaki 'fa-rat=aşırılık' kelimesi
değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Birine göre gaflet ve dalgınlıktır. Bir
başkasına göre aşırılık ve ziyan etmedir. Üçüncü birine göre ise helake
yönelmedir.
Salih niyet,
salih bir amelin başlangıç noktasıdır. Allah Te-ala'nın ilahi vergisinin başı
da odur. O, mükafaatm konusudur. Kulun, amellerden dolayı kazanacağı sevap,
ancak Allah Teala'nm kendisine nasip edeceği niyetlere göre değişir. Çünkü tek
bir amelde dahi birden fazla niyet bulunabilir. Bu niyetlerin sayısı, kulun
yüklenebileceği yüke ve onun ilmine göre şekillenir. Bu niyetlerden her biri
için ayrı bir hasene verilir ve bunlar da on misli arttırılır. Çünkü onlar
amelde ve şekilde toplanırlar.
Niyet iki
esastan ibarettir:
1. Amele dönük kalpten yönelişi sağlıklı kılmak ve bunda
uyanık bulunmak.
2. Amelde Allah Teala'ya karşı ihlaslı olmak ve O'nun
katındaki sevabı ummak.
Niyeti bu
şekilde bilinerek eda edilen her amel, Allah Teala'nın lütuf ve rahmetiyle
salih ve makbul bir amel olur. Çünkü bu tür bir amelin sahibi, şirk, cehalet
ve.hevadan sakınmıştır. Onun ameli de Allah Teala'nın eşsiz hazinelerine
yükseltilmiş ve onun için iyi bir birikim olmuştur.
İhlasın
hakikati, onun şu iki husustan beri olmasıyla mümkün olur:
1. Riya,
2. Heva.
Bu ikisinden
uzak olan ihlas, Yüce Allah'ın da benzettiği gibi süt misali halis ve pak olur.
Allah
Teala'nın üzerimizdeki nimetinin tamama ermesi de böyle gerçekleşir. O, sütün
temizliğini haber verirken şöyle buyurmuştur: "Zira size onların
karmlarındaki işkembe-ile kan arasından, halis bir süt içiliyoruz ki içenlerin
boğazından afiyetle geçsin". (Nahl/66) Süt, o ikisinden herhangi birini
ihtiva ettiği zaman halis ve pak olmaktan çıkar. O'nun nimeti de tamama
ermemiş olur. Biz de öyle bir sütten tiksinti duyar ve onu içmeyiz. Allah
Teala'ya karşı eda etmekle mükellef olduğumuz ameller ve O'nunla ilişkimiz de
buna benzer. Amellerimize insanlar için riya veya nefsin şöhret tutkusu yönündeki
arzu ve hevası bulaştığı zaman, halis olmaktan çıkarlar. Bu tür amellerde,
olması gereken dürüstlük ve edeb sözkonusu olmaz. Allah Teala da, bizim sütten
tiksinmemiz gibi, amellerimizden de tiksinir ve onları kabul etmez. İbret
alanlar için bunda büyük ders vardır.
Said b. Ebi
Bürde, Ömer b. Hattab'm (ra) Ebu Musa el-Eş'ari'ye (ra) gönderdiği bir mektubu
nakletmiştir. Ömer (ra) şöyle demektedir: Niyeti halis olan kimseye,
insanlarla ilişkisinde Allah Teala yeter. Allah Teala'nın bildiğinin aksine
amellerle insanlara güzel görünmeye çalışan kimseler, O'nun tarafından kusurlu
görülmüştür. Salim b. Abdullah da, Ömer b. Abdüîaziz'e (ra) gönderdiği bir mektupta
şöyle demiştir: Ey Ömer! Şunu bil ki, Allah Teala niyeti mik-dannca kulun
yardımında olur.
Niyeti tam
olan kimseye, Allah Teala'nın yardımı da tam olur. Niyeti eksik olan kimse,
O'nun yardımı da aynı miktarda eksik olur. Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle
buyurmuştur: "Eğer o ikisi aralarım düzeltmek isterlerse, Allah da onların
aralarını bulur". (Nisa/35) Görüldüğü gibi Allah Teala, eşlerin arasım
bulmayı, onların bu yöndeki irade ve isteklerine bağlamıştır. Allah Teala'nın
bir şeye muvaffak kılmasının anahtarı da budur. O, salih amel sahibini de aynı
şekilde hayra muvaffak kılar.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Bana göre hayrın tama-nu, ancak hüsnü niyetle
toplanır. Hayır olarak size o yeter. Nice kü-Çük amel sahibi vardır ki niyet
onu yüceltir. Nice büyük amel sahibi de vardır ki, niyeti onu küçültür.
Ediblerden biri de kardeşine ^azdığı mektupta şöyle demiştir: Amellerinde
niyetini halis kıl. «öyle yaptığında az bir amel dahi sana yetebilir.
Davud
et-Ta'î'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: En büyük tasası takva olan
kimsenin bütün uzuvları dünyaya bağlansa dahi, bir gün sahip olduğu niyet onu
salih niyete geri döndürecektir. Allah Teala'yı hakkıyla bilmeyen kimsenin
hali de benzerdir.
Bütün kaygı
ve tasası dünya olan kimse, uzuvlarının tamamıyla salih amellere bağlı olsa
dahi, yine dünayı istemeye dönecektir. Bu, heva ve heveslere uygun düşmektir.
Bunun sırrı da, kişinin bütün tasasının dünyevi menfaatlara karşı nefsi
arzulara teslim olmasıdır.
Muhammed b.
el-Hüseyin şöyle demiştir: Kişiye gereken, niyetinin ameli önünde olmasıdır.
Eyyub es-Sihıstanî ve diğerleri ise şöyle demişlerdir: Amel sahiplerinin
niyetlerini arındırıp halis kılmaları, onlar için bütün amellerden daha
zordur. Süfyan-ı Sev-rfnin de (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Geçmişler,
tıpkı ilim öğrendikleri gibi, amel için nasıl niyet etmeleri gerektiğini de
öğrenirlerdi.
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Amel etmeden önce amel için niyeti ara. Hayra niyet
ettiğiniz sürece, hayırdasınız demektir. Zeyd b. Eşlem de şöyle demiştir: İki
haslet vardır ki onlarla işiniz kemale erer: Allah Teala'ya isyanda bulunmaya
kalkışmayarak sabahlamanız ve O'na isyana kalkışmayarak akşama ermeniz.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nın nimetleri sayamayacağınız
kadar çoktur. Sizin günahlarınız ise bilemeyeceğiniz kadar gizlidir. Ama siz,
tevbekar olarak sabahlayın, tevbe-kar olarak akşamlayın. O zaman bu ikisi
arasındakiler! Allah Te-ala bağışlar.
Müridandan
biri hakkında şu hadise rivayet edilmiştir: O, alimleri dolaşıyor ve şöyle bir
soru soruyordu: Bana öyle bir amel gösterin ki, onu yaptığım müddetçe,
gündüzün ve gecenin bütün saatlerinde O'nun için amel edenlerden biri
olabileyim. Ona şöyle denildi: Gücün yettiği zaman amel et. Zira peygamber
öyle yapardı. Yanından ayrıldığın anda hemen amele girişirdi. Sürekli amel
için kaygılanan, her an amel eden gibidir.
İsa'nın (as)
da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: İsyana niyetlenmeden uyuyan ve günah
görmeyen göze ne mutlu!
Bu konuda
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Her kim bir
haseneye niyetlenir ve onu yapamazsa, kendişine bir hasene yazılır. Her kim de
bir günaha niyetlenir ve onu yapmazsa ona da bir hasene yazılır". [14][14]
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır".
Niyetle
ilgili on esas mevcuttur: Niyet gizlidir. Gizli ameller (=a'mâlü's-sır),
karşılığı katlarca verilen amellerdir. Çünkü o, gay-bi bir ameldir ve ona Allah
Teala dışında hiç kimse muttali olamaz.
Zahiri
ameller, Allah Teala ve diğer insanlar taranndan bilinirler. Allah Teala,
kuluna niyet bahşettiği zaman, onu halis ve herhangi bir kusur bulaşmamış
olarak bahşeder. O'nun hibe ettiği amele hiçbir afet bulaşamaz. Niyet, hazır
bir bağıştır.
Diğer
ameller ise, kul için biriktirilirler. Bunun böyle olmasının bir nedeni de,
niyetin amel için şart koşulmuş olmasıdır. Hiçbir amel, niyetsiz sahih olmaz.
Niyet ise, hiçbir şeye gerek duymaksızın sahih olur.
Abdürrahim
b. Yahya el-Esved, Allah Resulü'nün (sav) "Kişinin niyeti, amelinden daha
hayırlıdır" buyruğu hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: Yani, amelde
gösterdiği ihlas, amelin bizzat kendisinden daha hayırlıdır. Yine o şöyle
demiştir: Amel olmaksızın gösterilen ihlas, ihlassız birinin amelinden daha
hayırlıdır. Ona göre niyet, İhlasın ta kendisidir. Diğerlerine göre ise,
kişinin içiyle dışının farkı olmaksızın sıdk sahibi olmasıdır.
Cüneyd
el-Bağdadî (ra) ihlas ile sıdk arasındaki farkı öyle ince bir şekilde
açıklamıştır ki, bunun da açıklamaya ihtiyacı vardır: Şeyhlerden biri ondan
şunu nakletmiştir: Bir cemaat, bir şahıs aleyhinde şahitlikte bulunmuştu. Ama
bu şahitlik ona zarar veremedi. Cemaati oluşturanlar, ihlaslı kimselerdi. Eğer
sıdk sahibi olsalardı, o kimse bu şahitlikten dolayı cezalandırılırdı.
Bunun
açıklaması şöyledir: Eğer bu cemaati oluşturan ferdler, sıdk sahibi olsalardı,
suçlunun yaptığını veya onun yaptığının benzerini yapmazlardı. Bu, kişinin
halinde görülen sıdk yani dürüstlüktür ki tahkik ehline göre niyetin ve
niyette gösterilen İhlasın özü de budur.
Allah
Resulü'nün (sav) "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır"
buyruğunun bir açıklaması da şöyle yapılmıştır: Müminin niyeti devamlı ve
kesintisizdir. Ameller ise kesintilidir. Niyetteki devamlılıktan dolayı tevhid
ehli cennette ebedi kılınmıştır. Şirk ehli de aynı şekilde kötü niyetlerinin
devamlılığından dolayı cehennemde ebedi kalmaya mahkum edilmişlerdir. Bütün
bunlar, "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" buyruğunun
manasıyla ilgili izahatlardı.
Bu hadisin
bir diğer izahı da şu şekilde yapılmıştır: Hadisteki ifadede, takdîm/te'hîr
yani öne arkaya doğru yer değiştirme sözko-nusudur. Müminin niyeti de, bir
anlamda onun amelidir. Buna göre mana şu şekilde olmaktadır: Müminin niyeti,
hayırlı amellerinden biridir.
Benzer bir
anlam şu ayet-i kerimede görülmektedir: "Biz hiçbir ayet neshetmez veya
(hükmünü) unutturmayız ki ondan daha hayırlısını getirmeyelim".
(Bakara/106) Bu ayetin bir anlamı da, 'ondan da bir hayır getirmişizdir1
biçimindedir. Bunun bir başka örneği şu ayet-i kerimedir: "Sanki onu
biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar". (A'raf/187) Bu ayetin anlamı da
şöyle verilmektedir: Sanki biliyormuşsun gibi onu (kıyametin vaktini) sana
soruyorlar.
"Kişinin
niyeti, amelinden daha hayırlıdır" hadisiyle ilgili olarak yukarıda
yapılan açıklamalara ilaveten bir de şöyle bir açıklama yapılmıştır: Niyet,
kalbî amellerdendir. Kalbî ameller, kulun amelleri arasında en hayırlı
olanlarıdır. Dolayısıyla hadis bu şekilde de anlaşılabilir.
Allah
Resulü'nün (sav) bu meşhur hadisiyle ilgili olarak naklettiğimiz görüşlerin
hepsi,de sahihtir. Çünkü bunların hepsi de niyet hakkında geçerli hususlardır.
Niyet, amelden üstün tutulmuştur, çünkü anlatılanlar niyetin bilinen sıfatlarındandır.
Tabiundan
bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: İyi kimselerin kalpleri iyilikle
kaynar. Günahkârların kalpleri ise fücur ve günah ile kaynar. Allah Teala
onların niyetlerini iyi bilir. Amellerini de niyetlerine göre sabit kılar. Siz
de kalbinizin tasasını ve niyetini sürekli takip edin.
Semavi
kitaplardan birinde şöyle buyrulmuştur: Hikmet sahibi her kimsenin sözünü kabul
etmem. Ama Ben onun kaygısına ve arzusuna bakarım. Kaygı ve arzusu Benim rızam
için olan kimsenin suskunluğunu zikir, bakışını ibret kılarım. Bu da, Allah
Resu-lü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis-i şerifin muhtevasına dahildir:
"Allah Teala sizin bedenlerinize ve mallarınıza bakmaz. O, sadece
kalplerinize ve amellerinize bakar" [15][15]
Süfyan-ı
Sevri'ye (ra), kulun niyetten dolayı hesaba çekilip çekilmeyeceği sorulmuştu.
O da, 'Evet, kararlılık olduğu zaman ondan dolayı yargılanır1 dedi. Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyr-muştur: "Kul, salih ameller işlediğinde
melekler, mühürlü defterlerle onları semaya çıkartır ve Allah Teala'nın
huzuruna sunarlar.
O da,
'Bunları atın, çünkü onlarla Benim rızamı murad etmedi' buyurur. Ardından da
meleklere şöyle nida eder: Falana şunları yazın, falana şunları yazın.
Melekler , 'Ey Rabbimiz, o kimse, bunlardan hiçbirini yapmadı' derler. Bunun
üzerine kendilerine şöyle buyrulur: Ama o amellere niyet ettiler".
Ebu Kebşe
el-Enmarî'ninnin (ra) rivayet ettiği hadiste Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktadır:
"İnsanlar
dört sınıftır: Biri, Allah Teala'nın ilim ve mal verdiği ve malı üzerinde
ilmiyle amel eden kimsedir. Biri, 'Allah Teala, ona verdiğini bana verse, ben
de onun gibi amel ederdim' diyendir. Bu ikisi hayırda eşittirler. Bir diğeri,
Allah Teala'nın mal verip ilim vermediği kimsedir. O, cehaletinden dolayı
malıyla olur olmaz işler yapar. Diğer biri de, 'Eğer Allah Teala, ona
verdiğini bana verseydi, ben de onun gibi yapardım' der. Bu ikisi de günahta
eşittirler" [16][16]
Görüldüğü gibi Allah Teala, diğer ikisini hayırda ve günahta öncekilerle aynı
kefeye koymuş ve bunu, sırf niyetlerinden dolayı yapmıştır.
Enes b.
Malik'ten (ra) rivayet edilen hadis-i şerif de benzer mana ihtiva etmektedir:
"Allah Resulü (sav), Tebük gazvesine çıktığı zaman şöyle buyurmuştu: Şu
anda Medine öyle kimseler var kij aş^ tığımız hiçbir vadi, bastığımız hiçbir
toprak yoktur ki kafirleri kızdırmasın, harcadığımız hiçbir para, kurduğumuz
hiçbir çadır, düştüğümüz hiçbir çukur yoktur ki Medine'de olmalarına rağmen
sevabında bize ortak olmasınlar. Sahabe, 'Yanımızda olmadıkları halde bu nasıl
olur?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: Özürleri onların katılmasına engel
oldu, ama hüsnü niyetleriyle bize ortak oldular".
Selef-i
Salih'ten bir zatın şöyle dediği bildirilmiştir: Amellerin düzgünlük ve
bozukluğu, niyetlerin düzgünlük ve bozukluğuna göredir. Mutarraf da şöyle
derdi: Amelin düzgünlüğü, kalbin düzgünlüğü iledir. Kalbin düzgünlüğü ise
niyetin düzgünlüğüne bağlıdır. Kim duru olursa, kalbi de durultulur. Kim
karışık olursa kalbi de karıştırılır.
Konuyla
ilgili çok bilinen hadislerden biri de Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğudur:
"Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği vardır. Kimin
hicreti, Allah ve Resulü'ne ise, onun hicreti Allah ve Resulü'nedir. Kimin
hicreti dünyaya ise, ona ulaşır. Bir kadına ise onunla evlenir".[17][17]
Görüldüğü
üzere Allah Resulü (sav), amellerin niyetsiz olamayacağını haber vermiş, her
kul için niyetinin asıl olduğunu bildirmiştir. Dünyalık ve eşlere talip
olanlar da kendi niyetlerine döndürülür ve haklarında bunlara göre hüküm
verilir. Bunlar, Allah Te-ala'nın onlar için ayırdığı nasiptir. O, bu insanları
o amellere muvaffak kılsa da, kılmasa da sonuç değişmez. Niyetlerinin bozukluğundan
ötürü yaptıkları hicretin sevabı boşa gider.
Allah
Teala'ya ihlasla amel edenleri bekleyen sevaptan mahrum edilişin temel sebebi,
niyetlerindeki bozukluktur. Oysa ihlas ehli, niyetlerini saflaştırıp ahiret
talebinden öte gitmeyen kimselerdir. Amelleri boşa gidenler için bu çok büyük
bir kayıp ve dünya hayatları bakımından ahirette büyük bir pişmanlıktır.
İbni Mesud
(ra) tarafından rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir şeyi umarak hicret ederse kendisine o
verilir. Bir adam hicret etti ve bizden bir hanımla evlendi. Bu adam, 'Muhacir
Ümmü Kays' adıyla anılırdı".*
Ebu Davud,
yukarıdaki niyetle ilgili hadis-i şerifin ilmin dörtte biri olduğunu
söylemiştir. O, bunu anlatırken şöyle demiştir: Allah Resulü'nden (sav)
nakledilen sahih hadisleri topladığımda bunların dört bin hadisten ibaret
olduğunu gördüm. Bilahare bunları dört temel hadise indirdim. Bunlardan her
biri ilmin dörtte birini oluşturmaktaydı. Bu dört hadisten ilki de bu hadis-i
şerifti. Ebu Davud'un bu sözlerinin arkasında yatan hakikat, sözkonusu hadis-i
şerif ile teyid edilen 'niyet'in, dinimizde diğer farzların da ancak kendisi
ile tamamlandığı temel farz olarak görülmüş olmasıdır.
Niyetin
önemiyle ilgili nakledilen rivayetlerden birinde şöyle denilmektedir: Adamın
biri, cihad ederken öldürülmüş ve 'merkeb maktulü' olarak anılır olmuştu. Bunun
sebebi, savaş meydanında kıymetli eşyasını ve merkebini gözüne kestirdiği
birine saldırarak o kimse tarafından öldürülmüş olmasıydı. O, işte bu
niyetinden dolayı böylesine aşağılayıcı bir isimle anılır olmuştu.
Ebu Ubade
(ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Ganimetten başka bir maksadı olmaksızın savaşan mücahid için ancak niyet
ettiği (ganimet) sözkonusu-dur". [18][18]Yine Ebu
Ubade (ra) şöyle demiştir: Yanımda cihada çıkması için birinden ricada
bulunmuştum. 'Bana bir bedel konulmadıkça çıkmam' dedi. Bunu Allah Resuîü'ne
(sav) anlattığım zaman şöyle buyurdu: "Onun için dünyalık ve ahiretlik
kazanç olarak koyduğun bedelden başkası yoktur [19][19]
İsrailiyyat
kaynaklı kıssalardan birinde şöyle bir hikaye anlatılmıştır: Adamı biri
kuraklık yıllarından birinde yolda bir kum yığınının yanından geçerken kendi
kendine 'Şu kum yığını yiyeceğe dönüşse de insanlara dağıtsam' demişti. Bunun
üzerine Allah Teala onun mensup olduğu kavmin peygamberine şöyle vahyetti: O
kimseye söyle ki Allah Teala onun sadakasını kabul etmiş ve hüsnü niyetini
şükrana layık bulmuştur. Düşündüğü gibi oranın yiyecek olup sadaka olarak
dağıtılması kadar sevabı kendisine yazmıştır.
Niyet
konusuyla ilgili olarak nakledilen hadislerden birinde Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir iyiliğe niyetlenirse, onu yapmasa da
kendisine onun sevabı yazılır". [20][20] Abdullah b.
Ömer'den (ra) rivayet edilen bir hadislerinde ise şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Allah Teala niyeti dünya olan kimsenin fakirliğini
gözlerinin arasında kılar ve dünyadan onu arzular bir halde ayrılmasını sağlar.
Niyeti ahiret olan kimsenin zenginliğini ise kalbinde kılar ve yitiğini onun
üzerinde toplar ve dünyadan ona hiç değer vermeden ayrılmasını sağlar".
Ümmü
Seleme'den (ra) şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) çölde
onları hezimete uğratan bir ordudan sözetmişti. Kendisine 'Ey Allah Resulü! O
askerlerin arasında zorla veya ücret karşılığı götürülenler var mıydı?' diye
sordum. Bana şöyle buyurdu: Onlar niyetlerine göre haşredileceklerdir".
Ömer'den (ra) rivayet edilen hadiste de Allah Resulü'nün (sav) benzer bir
buyruğu ye-ralmaktadır: "Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim:
Savaşanlar, ancak niyetleri üzere savaşırlar".
Fudale (ra)
kanalıyla nakledilen bir diğer hadis-i şerif ise şöyledir: "Herkes vefat
ettiği mertebe üzere hasredilir" [21][21] Başka bir rivayette
ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "İnsanlardan
iki saf karşılaştığında, saflarda bulunan kimselerin mertebelerini yazmak
üzere melekler inerler ve 'filan kimseler haricicinde, kimi dünya için, kimi
soyu için savaşıyor1 diye yazarlar. Ölenler için de, 'Filan Allah yolunda
öldürüldü' derler". Ancak Allah'ın kelimesini yüceltmek için savaşırken
öldürülen kimse, Allah yolunda öldürülmüş kimsedir.
Cabir (ra)
vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu nakledilmiştir: "Her kul,
öldüğü hal üzere hasredilir" [22][22] Ahnef b.
Kays ise Ebu Bekir-i Sıddık'tan (ra) şöyle bir hadis nakletmiştir: "îki
müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde, öldüren de Öldürülen de
ateştedir. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü! Öldüren tamam da, öldürülen neden
ateşte?' diye soruldu. O da şu cevabı verdi: O da kardeşini öldürmeye
kalkıştığı için" [23][23]
Alimlerden
bir topluluğa göre niyet, 'ihlas'ın ta kendisidir. Başkalarına göre, sıdk ve
doğruluktur. Genele göre niyet; Sıhhatli bir kararlılık ve güzel bir
yöneliştir. Ehli Sünnet'e göre niyet; amellerin önünde bulunan kalbî
amellerden biridir. O, her güzel amelin başıdır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Allah'ı çokça zikredin". (Ahzab/41) Bu ayetin tefsirinde
şöyle denilmiştir: Buradaki 'çokça zikir
ile kasde-dilen, halis ve safîyâne zikirdir. Çünkü 'Halis';
<çok=kesîr' olarak isimlendirilmiştir. Hakkındaki niyetin sırf Allah rızası
için hulûs ve safiyet bulduğu şey "halis'tir.
Münafıklar
ise, bunun tam aksine 'azlık=kıllet' ile anılmışlardır. Allah Teala buyurdu
ki: "Onlar insanlara riya yapar ve Allah'ı pek az anarlar".
(Nisa/142) Bunun tefsirinde ise, 'pek az' kelimesi ile kasdedilenin
'ihlassızlık/samimiyetsizlik' olduğu bildirilmiştir.
"Kul
hüvellahu ehad" suresinin, 'İhlas' suresi olarak anılmasının sebebi de,
Allah Teala'nın sıfatlarını saf ve katıksız olarak ihtiva etmesinden
dolayıdır. Dikkat edilirse, İhlas suresinde, Allah Te-ala'mn sıfatları hiçbir
şeyle karıştırılmaz. Orada ne cennete, ne cehenneme, ne azaba, ne sevaba, ne
emire, ne de nehiye dair hiç bir ifade yer almamaktadır. Bu sureye, 'Tevhid'
suresi de denilmiştir. Çünkü onda Allah Teala'ya şirk koşulanlara ilişkin en
ufak bir ima dahi mevcut değildir.
Şeytanın
kulun kalbine hakim olma surecinin başı, niyetin bozulmasında kendini
gösterir. Kulun niyeti bozulmaya meylettiği zaman, şeytan derhal onu elde etme
hırsına kapılır ve nihayetinde de -Allah Teala'nm izni dışında- ona hakim olur.
Kulda, doğru
yoldan sapmanın başlangıcı, niyette görülen zaaf ve bozulmadır. Niyet zaafa
uğradığı zaman nefs güçlenir ve arzular insana hakim olmaya başlar. Niyet
güçlendiğinde ise, sağlıklı bir kararlılık ortaya çıkar ve nefsani sıfatlar
zayıflamaya başlar. Çünkü bu konumdaki kul, günahların büyüklerinden
Tcaçınmaya başlar. Böylelikle günahların büyüklerini Allah rızası için
terkeden kimse konumuna yükselmiş olur. Bu, kendisi için övgüye daha çok layık,
akıbeti bakımından daha güzel ve kalbi için de daha uygun bir durumdur. Bu
haldeki kulun tevbesi, arzu ve nevalarla karışık, bozuk niyetli yapmacık ibadet
görünümlerinden daha değerlidir.
Niyeti
bozuk, arzu ve heveslerinin esiri olan bir kul, bu halinin özelliklerinden
dolayı günahlar içinde bocalayıp durur, kötü amelleri diğer kötü amellerle
karıştırır. Kötü bir ameli, başka bir kötü amelle telafi etmeye çalışır.
Bunların
durumu, Allah Teala'nm şu buyruklarında vasfedilen halin aksidir: "Diğer
bir kısmı ise günahlarını itiraf ettiler, onlar iyi işlerle kötü işleri
birbirine karıştırdılar". (Tevbe/102); "Kendilerine ihsan ettiğimiz
rızıklardan gerek gizli, gerek açık bir tarzda infak ederler ve kötülüğe
iyilikle mukabele ederler". (Ra'd/22) Onların dununu, Allah Resulü'nün
(sav) şu emrine de aykırıdır: "Kötülüğün ardından iyilik et ki onu
silsin". [24][24]
Ebu Hüreyre
(ra) kaynaklı bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
etmiştir: "Mihrini vermemek niyetiyle bir kadınla nikahlanan kimse, onunla
zina eder. Ödememek niyetiyle borç alan kimse de hırsızdır".
İbni Mesud
(ra) kaynaklı bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü'nün (sav) yanında
şehitlerden sözedilmişti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Ümmetimin şehitlerinin
çoğunluğu, yatağında ölenler gibidir. İki saf arasında öldürülen nice insan
vardır ki, niyetlerini en iyi Allah bilir".
Sabit
el-Benanî şöyle demiştir: Müminin niyeti, amelinden daha etkilidir. Mümin,
ertesi gün oruç tutmaya niyetlenir ve gece kalkar. Ama evinden çıktığında
kendini iyi hissetmeyerek oruç tutmaz. Buna rağmen niyeti, amelinden daha
etkilidir.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) kalbi krala, uzuvları ise askerlere benzeterek şöyle
buyurmuştur: "Kalp iyi olduğu zaman beden de iyi olur. Kalp bozulduğu
gaman, beden de bozulur". Bunun açıklaması şöyledir: Kulun niyeti düzgün
ve halis olduğu sürece istikameti devamlı olur. Kalp, dünyevi sevgilerden
uzak, heva ve arzulardan arınmış olduğu zaman, ameller de riyadan, arzu ve
heveslere ait çirkin sıfatlardan uzak ve halis olacaktır.
Dünya sevgisinin
ağır basmasıyla niyetin bozulması durumunda ise, bedenle yapılan ameller de
bozulacak, kişi övülme arzusu ve riyadan uzak olamayacaktır.
İsrailiyat
kaynaklı kıssalardan birinde şöyle bir olay anlatılmıştır: Allah Teala'mn abid
kullarından biri, uzun süredir O'na ibadet etmekteydi. Bir gün halkından bir
topluluk gelerek şöyle dediler: Filan yerde bir topluluk var, Allah'ı bırakmış
bir ağaca tapıyorlar. Abid, buna çok kızdı ve baltasını alarak yola koyuldu.
Niyeti o ağacı kesmekti.
Ağacın
yakınlarında yaşlı bir adam suretindeki şeytan önüne çıktı. Yaşlı adam,
'Allah'ın rahmeti üzerine olsun, nereye böyle?' dedi. Abid, 'Allah Teala
yerine kendisine tapılan filan ağacı kesmeye' dedi. Yaşlı adam şöyle dedi:
Senin gibi değerli bir insan neden bununla uğraşır? Böyle bir iş için
ibadetini, nefsinle uğraşmayı bırakıp başka işlerle uğraşmaya değer mi? Abid,
'Bu da benim ibadetimin bir parçasıdır
dedi.
Yaşlı adam
suretindeki şeytan, 'O ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim' dedi. Bunun üzerine
abid ile şeytan boğuşmaya başladılar. Abid onu yendi ve göğsünün üzerine
çöktü. Şeytan, 'Beni salıver, sana diyeceklerim var1 dedi. Abid onu bıraktı.
Yaşlı adam suretindeki şeytan, 'Allah Teala sana böyle bir işi farz kılmadı.
Sen peygamber misin ki bu işle uğraşıyorsun?' dedi. Abid, 'Peygamber değilim'
dedi. Bunun üzerine şeytan, 'Eğer öyleyse, ona tapanlardan dolayı senin bir
sorumluluğun olamaz. Sen, kendi ibadetinle uğraşmalı ve insanları kendi
hallerinde bırakmalısın. Allah Te-ala'nın birçok peygamberi var. Eğer istese,
onlardan birini buraya gönderir ve bu ağacı kesmekle görevlendirirdi' dedi.
Abid,
tavrında ısrar ederek, 'Ne dersen de, bu ağacı kesmek zorundayım' dedi. Bunun
üzerine şeytan onunla yine kapıştı. Abid, bir kez daha mağlup ederek yere
yatırdı ve ve göğsünün üzerine çöktü. Şeytan, abide gücünün yetmeyeceğini ve
onu asla mağlup edemeyeceğini anlayınca şöyle dedi: Aramızdaki meseleyi halledecek
bir önerim var. Böylesi senin için daha hayırlı ve şu yapmak istediğinden daha
faydalıdır. Abid, 'Önerin nedir?' diye sordu.
Yaşlı adam
kılığındaki şeytan, 'Beni salıver de önerimi söyleyeyim' dedi. Abid onu
bıraktı. Şeytan konuşmaya başladı: Sen fakir bir adamsın. Dikili bir ağacı bile
yok. İnsanların üzerine yük olan birisin. Seni onlar geçindiriyorlar. Din kardeşlerine
iyilikte bulunmak, komşularına küçük hediyeler vermek, elini rahatlatmak ve
insanlara muhtaç olmaktan kurtulmak istediğinden eminim. Abid, 'Evet!' dedi.
Bunun üzerine şeytan şöyle dedi: Öyleyse niyet ettiğin şu işten vazgeç. Böyle
yaptığın takdirde her gece başucuna iki dinar koyacağım, sabah uyandığında
onları alırsın. Onlarla dilediğini yapabilirsin. İster kendin ve ailen için
harca, istersen yoksullara sadaka dağıt. Böylesi, toprağa kök salmış ve hiç
kimseye zararı olmayan şu ağacı kesmenden daha faydalı ve müslümanlar için daha
hayırlıdır. Ağacı kesmenin dindar kardeşlerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Abid, yaşlı
adamın söyledikleri üzerinde bir süre düşündü, kendi kendine şöyle dedi: Yaşlı
adam doğru söylüyor, ben peygamber değilim ki ağacı kesmek benim görevim olsun.
Allah Teala da bana böyle bir emir vermedi ki, O'nun emrini yerine
getirmemekten dolayı günahkar olayım. Bu, kendiliğimden düşündüğüm bir
iyilikti. Bu ağacın dikili kalmasının tevhid ehline ne zararı var ki? Hem yaşlı
adamın önerisi, müslümanların umumu için daha faydalı görünüyor.
Abid,
yukarıdaki düşüncelerle yaşlı adamla anlaşma yoluna gitti ve ondan sözünde
duracağına dair yemin aldıktan sonra dergahına geri döndü. Ertesi sabah
başucunda iki dinar buldu. Bir sonraki gün, yine iki dinar buldu. Üçüncü günün
sabahında başucunda bir şey olmadığını gördü. Birden Öfkeye kapılda ve
baltasını alarak hırsla yola koyuldu. Bu defa ağacı kesmeden dönmeyecekti.
Kendi kendine şöyle diyordu: Dünyevi işim bozulmuş olsa da uhrevi işimi
bitirmem lazım!
Ağaca yakın
bir yerde yaşlı adam kılığmdaki şeytan önüne çıktı ve 'Nereye gidiyorsun?'
diye sordu. Abid, 'Şu ağacı kesmeye' dedi. Şeytan, 'Seni gidi yalancı, onu
kesemezsin!' dedi. Bunun üzerine abid, ilk seferinde olduğu gibi yaşlı adamla
yine kapıştı. Ama ner-de! Bu defa yaşlı adam onu aldı ve yere yatırıp üzerine
çıktı. Abid, onun ellerindeki bir serçe gibiydi. Şeytan, Ta bu işten
vazgeçersin, ya da seni şuracıkta keserim* dedi.
Abid, yaşlı
adama güç yetiremeyeceğini anlayınca, 'Beni yendin, bırak da bu işin aslını
anlat, ilkinde seni nasıl yenmiştim? Şimdi neden yenildim?' dedi. Yaşlı adam
suretindeki şeytan şöyle dedi: Çünkü ilk seferindeki öfken, sırf Allah rızası
içindi. Niyetin de uhrevi bir kazanç elde etmekti. Allah da bu yüzden beni sana
râm etti ve beni yendin. Bu defa ise, kendi nefsin için öfkelendin. Niyetin de
dünyevi çıkarının zedelenmesinden dolayı intikam almaktı. Allah Teala da bu
sebeple beni sana hakim kıldı ve seni yendim.
İsrailiyatkaynaklı
bir diğer kıssada ise şöyle bir hikaye anlatılmıştır: israil oğullarının
kraliçelerinden biri, Allah Teala'ya ibadet etmeye düşkün bir zata aşık olmuş
ve onu elde etmek için köşküne getirtmişti. Abid, başındaki bekçiyi, 'tuvalete
gideceğim, taharet almam için bana su getirin' diyerek savdıktan sonra sarayın
tepesine çıkmış ve kendim boşluğa bırakmıştı. Allah Teala da havadan sorumlu
meleğine vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştu: Kuluma refakat et! Havadan sorumlu
melek de abide refakat ederek onun ayakları üstünde yere inmesini sağlamıştı.
İblis'e, 'Onu da yoldan çıkartsaydın' denilince şöyle demişti: Arzu ve
heveslerine aykırı hareket eden ve canlarını Allah için adayanlar üzerinde hiç
bir etkim olamaz.
Muaz b.
Cebel (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kul, Kıyamet günü her şeyden dolayı, hatta gözlerindeki
sürmeden, parmağındaki kum tanelerinden ve kardeşinin elbisesine dokunmasından
dolayı dahi hesaba çekilecektir".
Maktu' bir
hadiste ise Allah. Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Güzel kokuyu Allah rızası için sürünen kimse, Kıyamet günü miskten daha
güzel kokarak gelecektir. Allah'tan başkası için koku sürünen kimse ise, leşten
daha pis kokarak gelecektir". Güzel koku, kulun mükellefiyetlerinin en
ağırlarından biri, hatta yasaklanmış bir günah olmamasına rağmen Allah rızası
dışında sürülmesinin vehameti ortadadır. Onda bile, süren kimsenin niyeti
etkili olmaktadır.
Güzel koku
süren kimsenin niyeti, Allah Resulü'nün (sav) sünnetine uymak ve bir nimeti
Allah için göstermek ise bununla itaat-ta bulunmuş olur. Bu niyetinden dolayı
da sevap kazanır. Eğer bunlar dışında bir maksatla sürünmüşse, heva ve
heveslerine uyduğu için günahkar sayılır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Giinün birinde bir mektup yazmıştım. Onu
komşumun evinde kumlamak istedim. Bir ara bundan rahatsızlık duydum. Sonra
kendi kendime, 'Biraz kumdan ne çıkar ki?' dedim ve mektubumu onun evinde
kumladım. İçimden bir ses şöyle dedi: Kumu hafife alan kimse, yarın ne kötü bir
hesapla karşılaşacağım görecektir.
Ulemadan bir
zat şöyle demişti: Büyük küçük yaptığım her şeyde bir niyet bulunmasını
müstehap görürüm. Yememde, içmemde, uyumamda dahi niyet bulunmalıdır.
Bir
defasında bana şöyle bir olay anlatılmıştı: Adamın biri Süf-yan-ı Sevri (ra)
ile birlikte bayram namaz kılmak üzere evden çıkmıştı. Evden ayrıldıklarında
hava alacakaranlıktı. Gün ışıdığında adam Süfyan'ın şalvarının ters yüz
olduğunu farketti. 'Ey Ebu Mu-hammed, şalvarını ters giymişsin, düzeltiver1
dedi. Süfyan-ı Sevri (ra) onu düzeltmek için elini uzattı. Sonra birden durdu
ve düzeltmekten vazgeçti. Adam merakla, 'Şalvarını düz giymekten neden
vazgeçtin?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Ben bunu Allah rızası için
giydim. Başka bir maksatla düzeltmek istemediğim için vazgeçtim.
Salihlerden
biri çatıda saçlarını düzeltmek için hanımından tarak istemişti. Hanımı, 'Ayna
getirsem olur mu?' diye karşılık verince, o zat bir süre susmuş, ardından
'Evet' demişti. O ikisinin bu konuşmasına şahit olan biri, 'Niçin sustun ve
aynayı hemen istemedin?' diye sormuştu. Bunun üzerine o da şöyle cevap
vermişti: Hanımımdan tarağı belli bir niyetle istemiştim. Ayna getirmek isteyince
durum değişti. Çünkü ayna için niyetim yoktu. Allah Teala beni o niyete
hazırlayacak kadar sustuktan sonra 'evet' diyerek getirmesini istedim.
Bişr'in (ra)
yakın dostlarından biri şöyle bir hadise anlatmıştır: Feth el-Mavsılî, Bişr'in
meclisine girince Bişr ayağa kalktı. Bunun üzerine ben de ayağa kalktım. Bişr
beni oturttu. Misafirimiz gittikten sonra kendisine bunu sorarak 'Onun için
siz ayağa kalktınız, ama beni oturttunuz, bunun sebebi nedir?' dedim. O da
şöyle dedi: Onu karşılamak için ayağa kalkışım sırf Allah rızası içindi. Halbuki
senin kalkışın, bana saygındandı. İşte bu nedenle seni oturttum.
Fakirlerden
biriyle ilgili olarak da şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bu fakir zat Ebu Said
el-Harraz'a yoldaşlık ederdi. Onun huzurunda bulunur ve ihtiyaçlarını görür,
diğer fakirlere de hizmet ederdi. Ebu Said ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını
süratle giderirdi.
Günlerden
bir gün, Ebu Said davranış ve harekette ihlas konusunu anlattı. Sözleri, genç
fakirin kalbine oturdu. O, bu sohbeti kendisinin de hareketlerinde ihlaslı
olmaya azami gayret göstermesi yönünde bir ikaz olarak gördü ve Ebu Said'in
meclisinde gördüğü hizmeti bıraktı. Artık onun ve yoldaşlarının ihtiyaçlarını
görmeye koşmuyordu.
Onun
eksikliği zamanla Ebu Said'e zarar vermeye başladı ve kendisine şöyle dedi: Ey
oğul, kardeşlerinin ihtiyaçlarını görmekte pek gayretli idin, bunu neden
bıraktın? Genç fakir de şöyle dedi:
Hocam, siz ihlas hakkında bir şeyler
söylediniz. Ben de davranışlarımın riyaya girme endişesine kapıldığım için bu
işi bıraktım.
Bunun
üzerine Ebu Said şöyle bir açıklama getirdi: Şunu unutma ki ihlas, kalbî ve
bedenî amellerin bırakılmasını gerektirmez. İhlaslı olacağım diyerek hiç bir iş
görmemek olmaz. Bu durumda hem işin sevabı, hem de ihlas kaybedilmiş olur. Ben
sana, yapmakta olduğun işi terket demedim. Sadece, Taptığınız işte ihlaslı
olmaya çalışın' dedim. Halbuki senin şu ihlas hassasiyetin iyi bir işi bırakmana
neden oldu. Bu da bize zarar vermeye başladı. Haydi yapmakta olduğun işe devam
et ve onda Allah rızasını gözeterek ihlaslı olmaya çalış.
Kulun her
türlü işinde belli bir niyeti bulunmalıdır. Hareketi de, hareketsizliği de
niyetle olmalıdır. Bir şeye koşması veya ter-ketmesi de niyete binaen
olmalıdır. Her türlü dünyevi ve uhrevi iş ve amelin belkemiğini oluşturan
hareket ve sükûn ^hareketsizlik/durağanlık) kulun hesaba çekilecek fiillerinin
başında gelir.
Kul, her
ikisinde de belli bir niyete sahip olmak ve ihlaslı davranmak durumundadır.
Kul, hareket ve hareketsizlik kapsamında değerlendirilen bütün fiillerinin
Allah rızasınu uygunluğuna dikkat etmelidir.
Yapılan her
türlü iş, tek bir akidle yani Allah rızası için olmalıdır. Ancak edilen niyet,
kulun bulunduğu makamın mertebesine göre olacaktır. Muhabbet makamındaki sevgi
ve saygısı için, korku makamında olan O'ndan korktuğu için, ümit makamında olan
O'ndan ümit ettiği için veya Allah Teala emrettiği için amelde bulunacaktır.
Her halükârda kul, emredilen farzları ve müstehap görülen nafileleri eda etmek
için de niyet eder. Bu niyetinden sonra hayırda acele eder ve yarışır.
Kendisine mubah kılınmış işlerde ise niyeti, kalbinin düzelmesi, nefsinin sükun
bulması ve halinin istikamet bulması olabilir.
Bu çerçevede
yapılan bütün iş ve ameller din için ve ahiret hazırlığı olarak görülür.
Bunlar aynı zamanda Rabbi'ne olan şükrün edası, kendisine helal kılınmış sahaya
girilmesi, verilen nimetleri itiraf etmesi ve peygamberinin sünnetine tabi
olunması olarak da değerledirilir. Kul, bütün bunlarda mizaç ve karakterinin
çizdiği yönde durup kulluğu bir alışkanlık gibi geçiştiremez.
Ebu Ubeyde
b. Ukbe şöyle demiştir: Ameli tamamlamaktan memnun olan kimse, niyetini güzel
etsin. Çünkü Allah Teala, bir lokma için dahi olsun, güzel niyetten dolayı
kuluna ecir verir.
Niyetin en
güzel açıklaması, bizzat Allah Resulü (sav) tarafından yapılmıştır: "O'na
İhsan nedir?' diye sorulduğunda şöyle bu-yurmuştur:Allah Teala'ya -Kendisini
görmediğin halde- sanki görüyor gibi ibadet etmendir[25][25]Allah
Resulü'nün (sav) tarif ettiği bu seviye, ariflerin şehadeti ve yakin
sahiplerinin marifetidir. Bu seviyeye yükselenler, ihlas sahiplerinin en
ihlaslı olanlarıdır.
İbnü'l-Mübarek
şöyle demiştir: Nice küçük amel vardır ki, niyet sayesinde büyür. Bir başka zat
ise şöyle demiştir: Allah Teala'ya kalplerle yönelmek, namaz ve oruç gibi
harekete dayalı amellerden daha etkilidir. el-Antakî de şöyle demiştir: Mahbub
ile muamele kalbe yükseldiğinde, uzuvlar da istirahat eder.
Ali'den (kv)
şöyle bir söz nakledilmiştir: Dış görünüşü iç dünyasından daha çok tercihe
şayan olan kimse, terazisi hafif çeken kimsedir. İç dünyası dış görünümünden
daha tercihe şayan olan ise, Kıyamet günü terazisi ağır basan kimsedir.
Davud
et-Ta'î şöyle demiştir: Gördüm ki hayrın tamamını içinde barındıran güzel ve
iyi niyettir. Hareket olmasa da hayır olarak iyi niyet sana yeter. Allah
Teala'nın "Onun ecrini dünyada verdik" (Ankebut/27) buyruğunun
tefsiriyle ilgili olarak Ebu'l-Hasan'm şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette
bahsedilen kimse, dünyadaki samimi niyetinden dolayı ahirette sevap
kazanmıştır.
Abdurrahman
b. Murbih'tan şu söz nakledilmiştir: Herhangi bir hayır işine sırf Allah rızası
için niyetlenen kimse, bir noktada bununla riyayı telkin eden şeytan tarafından
ona yöneltilse dahi Allah leala ona asıl olanı verecek, sonradan ortaya çıkanı
silecektir. Her kim de böyle bir hayır işine riyakarlık için niyetlense, sonra
bunun üzerinde düşünerek doğrusuna ulaşarak işin sonunu Allah'a çevirse, Allah
Teala ona o kısmın sevabını verecek, asıl sevabını silecektir. Görüldüğü gibi
o bunu bir tür tevbe olarak değerlendirmiştir. Tevbe, geçen günahları
silicidir. Hiç şüphesiz bunların içyüzünü en iyi bilen Allah Teala'dır.
Tezahürlerindeki
incelikten ve ilimlerinin gizliliğinden dolayı faziletlerle eksiklikler
birbirine karışabilir. Bunun en güzel misallerinden biri şudur: Kul, nafile
bir namazı kendisi için daha gerekli görerek kılar. Halbuki ondan önce yapması
gereken başka ameller veya daha gerekli bir namaz vardır.
Bu konuda
Allah Resulü'nden (sav) şöyle ber hadis nakledilmiştir: "Sahabeden biri
namaz kılmaktaydı. Allah Resulü (sav) dışarıdan ona seslendi. Adam O'nun
çağrısına karşılık vermedi. Allah Teala'nın huzurunda bulunuşunun kendisi için
daha faziletli olduğunu sandı. Bir müddet sonra Allah Resulü'nün (sav) yanına
geldiğinde Allah Resulü (sav) ona, 'Seni çağırdığımda neden gelmedin?' diye
sordu. O da, 'Namaz kılıyordum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Size
hayat verecek bir şeye çağırdıklarında Allah'a ve Resulü'ne icabet edin'
ayetini işitmedin mi' buyurdu".
Bu hadisede
o sahabinin Allah Resulü'nün çağrısına icabet etmesi kendisi için daha
faziletli olacaktı. Çünkü kıldığı namaz, nafile bir ibadetti. Halbuki Allah
Resulü'ne (sav) icabet etmesi, ona farz kılınmış bir ödevdi.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Fazilet babından ameller, kendisi için farzlardan daha
mühim görünen kimse aldanmıştır. Kendine öncelikli işleri ihmal eden kimse,
kendi kendine tuzak kurmuş demektir. Süfyan-ı Sevri (ra) de şöyle demiştir:
İnsanların vusûl'a (=Allah Teala ile hemhal olma haline) ulaşamamaları, usûl'ü
(=te-mel ibadetleri) yitirmelerinden dolayıdır.
Kul için en
faziletli işler sırasıyla şöyledir:
İlki,
marifet-i nefs (=kendini bilmesi)dir.
ikinci
olarak haddini bilerek orada durmasıdır.
Üçüncü
olarak bulunduğu hali sağlamlaştırmasıdır.
Dördüncüsü
kendisine bahşedilen ilmin gereğini yerine getirmesidir.
Bu noktada,
öncelikle haram edilenlerden sakınıp kendisine farz kılınanlarla başlar. Bu
şekilde vecdi genişler. Farz amellerde iyice sağlamlaşmadıkça fazilet babından
nafile ibadetlere yönel-mez. Çünkü fazilet, bir tür kârdır. Kâr elde etmek için
temel şart, sermayeye sahip olmaktır. Fazilet türü her amelin belli bir afeti
mevcuttur. Ancak o afetlerden korunabilen kimseler faziletin kazancını elde
edebilirler.
Her güzel
amelin bir bedeli vardır. Sadece o bedeli ödeme gücüne sahip olanlar onu elde
edebilirler.
Kendisini
fazilet babından amellerin afetlerinden koruyamayan kimse için ardından koştuğu
faziletin gerçekleşmesi imkansızdır. Bedel ödeme gücü olmayan kimse, o
faziletin vaadettiği yüksek makama da çıkamaz.
Zoraki
ihlaslı görünme çabası ve ilmi açığa vurma da, onunla övünme sevdasıyla kendini
gösterir. Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Nefsini ilimle süsle, onunla
(halk için) süslenme! Onun bu sözle anlatmak istediği şudur: Nefsinizi Allah
rızası için ilim ile terbiye edin, böylelikle O'nun dostları içinde bir süs
olursunuz. İlmi, insanların sizi övmelerini temin etmek gayesiyle süs olarak
kullanmayın.
Kulun
aklında karışıklığa yol açabilecek bir diğer husus ise, ih-tibâr (=smama) ile
ihtiyar 0=seçme) arasındaki ilişkidir, ihtibâr bir ihtiyaca binaen gündeme
gelir ve onunla Allah Teala'ya yönelirsiniz. Halbuki ihtiyar arzu ve isteği
arttıran bir husus olarak kişiyi halka yönlendiren bir basamak gibidir.
Bu
farklılığa verilebilecek en güzel misal de giyimdir. Giyimde lüks ve pahalı
giysileri-seçmek, dünyevi nimetleri tatmak ve halk içinde övgü ve itibar görmek
maksadına hizmet eder.
Kul, gönüllü
olarak eda etmeye çalıştığı bir nafile ibadet sebebiyle bir farzı ziyan
edebilir. Halbuki afetleri daha az olan farzı sağlam bir şekilde eda etmek
fazileti daha çok muciptir. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden
biri yemeğe davet edildiğinde eğer (oruca) niyetli değilse icabet etsin. Eğer
oruçlu ise, 'Ben oruçluyum' desin".[26][26] Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) yemeğe davet edilen oruçlunun, orucunu açığa vurmasını
emretmiştir. Halbuki onun için orucunu gizlemesi daha faziletlidir. Ancak böyle
bir anda nafile orucunu açıklaması, din kardeşinin davetini geri çevirerek onu
rencide etmesinden daha faziletlidir. Çünkü amel sahipleri, amellerden daha
üstün tutulmuştur. Zira ameller, amel sahibine bağlıdır. Sevap da amelin değil
amel sahibinin derecesine göre verilir.
Bu, Allah
Teala'nın hikmetlerinden birî olup bununla dilediğine katlarca verme vaadinin
gerçekliğini bildirmiş olmaktadır. O, her hangi bir ameli işleyen kimselere
aynı amelden dolayı farklı sevaplar verecektir. Bütün bunlar, müminin
kişiliğinin amelden üstün tutulduğunu göstermektedir. İşte bu çerçevede
kendisine, 'Seni yemeğe davet ettiğinde nafile orucunu açıklayarak din
kardeşini rencide edip kalbini kırmaktan kurtul' denilmiş olmaktadır.
Yemeğe davet
kimse, açık ve kesin bir özür belirtilmeksizin reddedilmesi durumunda elbette
üzülecek ve kalbi kırılacaktır. Hele davetinde samimi ve yürekten ise, böyle
bir tavır kendisine çok daha gelecektir.
İbni Şübrüme
dedi ki: Kurz b. Vebere, Rabbi'nden kendine İsm-i A'zam'ı bildirmesini niyaz
etmiş ve bunu hiçbir dünyevi maksad için kullanmamayı taahhüt etmişti. Allah
Teala da ona İsm-i A'zam'ı bildirdi. Kerz, onunla Kur'an'ı bir günde üç kez
hatmetme gücünün kendisine bahsedilmesini niyaz etti. Kerz'e şöyle denildi:
Niçin kendini ibadetle bu kadar yoruyorsun? O da, 'Dünyanın ömrü ne kadardır?'
diye sordu. Tedi bin yıl' denilince şöyle dedi: Yedi bin yıl amel işleyip
süresi elli bin yıl olan bir ahiret gününden kurtulmayı kim istemez?
Seri
es-Sakatî (ra) de şöyle demiştir: îhlasla kıldığınız iki rekat, yetmiş hadis
yazmanızdan daha hayırlıdır. Başka bir rivayette de 'yedi yüz hadis' dediği
bildirilmiştir. [27][27]
Azık olarak
niteleyebileceğimiz günlük öğün yemeklerine baktığımızda, Selef-i Salih'ten
bir kısmının bedeni tamamen yorgun düşürecek kadar az yediklerini görmekteyiz.
Onları izlemek isteyen mü-rid, her öğünde bir çöreğin yedide birinin çeyreği
kadar az bir miktar yemekle yetinir. Bu şekilde perhiz yapan biri, tam çöreği
bir ayda yemiş olur. Midesini buna alıştıran mürid, bu eksiltmeden dolayı
hiçbir zarar görmez. Sadece midesinin üçte birini dolduracak kadar yemiş olur.
Bu, mutad yemeğin üçte biridir. Müridlerin izlemeleri gereken yol da budur.
Alimler
arasında, öğünde yenen yemeğin miktarını aynen muhafaza edip öğünler
arasındaki süreyi uzatanlar da olmuştur. Bunlar, yemeğin miktarını eksiltmez,
ancak öğünler arasındaki süreyi her defasında biraz daha uzun tutarlar. Bu
uzatma, bedenin tahammül gücünün yettiği süreye kadar gider. Bunda asıl olan,
bedenin farzları eda etme gücünü yitirmemesi ve akli fonksiyonlarda
zayıflamaya yol açılmamasıdır.
Bu yolu
izlemek isteyen müridler, iftar yemeklerini gecenin yedide birinin yansına
kadar uzatırlar. Sonuçta her yarım ayda bir geceyi aç geçirmiş gibi olurlar.
Bu, gecenin yedide biri, onda biri ve onbeşte biri kadar uzatılabilir. Perhizde
böyle bir yol seçenler, süreyi her gün daha da uzatarak yemeği eksiltmekten
kurtulmuş olurlar. Öğünler arasındaki sürenin düzenli olarak artması, beden
üzerinde olumsuz etkide bulunmaz. Ne farzları eda etmede bir güçlük, ne de
akli bir zaafîyet sözkonusu olur.
Her
halükârda perhizde güzel bir irade, samimi bir kararlılık ve sağlam bir niyete
sahip olunmalıdır. Bu durumda perhiz yapan kula yardım edilecektir. Perhizde
böylesine samimi olan kul, onda devamlı olacak ve her öğün aldığı gıdayı biraz
daha eksiltecektir. Yemeğini azaltmak için özel bir çaba sarfetmesi de
gerekmeyecektir. Çünkü istikrarlı ve kararlı olduğu zaman, midesi giderek
daralacak ve açlığı arttıkça yemeği de azalacaktır. Bu süreç, açlığa dayanmada
ulaşacağı son noktaya kadar böyle sürüp gidecektir. Hadislerle övülen açlık
halinin faziletine ulaşmak için, mideyi küçültmek şarttır.
Halk içinde
kimileri, açlığın ilk derecesinin ertesi günün aynı vaktine kadar yemek yememek
olduğunu söylemişlerdir. Bu, yirmi dört saat aç kalmak anlamına gelir. Açlığın
en üst derecesi ise, yetmiş iki saat yemek yemeden durmaktır.
Açlığın
zamana bağlı tasnifi yukarıda olduğu gibidir. Öğünde yenilen yemeğe göre ise
şöyledir: Açlığın sının, nefsin katıklı ekmeği çekmemesidir. Nefs, katıklı
ekmeği katıksızla birlikte çektiği zaman kişinin açlığına hükmedilir. Bu da
açlığın ilk seviyesidir. Bir başkası ise şöyle demiştir: Açlık noktası, canın
ekmek çekmesi ve katıklı katıksız arasında tercih yapmamasıdır. Can belli bir
ekmeği çektiğinde o kimsenin açlığına hükmedilmez. Çünkü ekmeği seçme
arzusunu henüz muhafaza etmektedir.
Kişi, herhangi
bir yiyecek arasında tercihte bulunamayacak dereceye geldiğinde, bu da açlığın
en üst sınırını teşkil eder. Bu nokta, Allah Teala'nın beden için gerekli
kıldığı gıdaya zaruret derecesinde ihtiyaç duyma noktasıdır. Bu, kul için
üçten beşe oradan yedi güne kadar olan açlık sınırlarının en üst noktasını
oluşturur. Açlığın bu seviyesindeki kulun hali, yaşayabileceği kadarıyla
yetinme ve azığın zaruri olanıyla iktifa etmedir. Bu da ona ibadetleri yerine
getirmesini sağlayacak gücü kazandırmaya yetecektir. Bu hal, genel olarak
sıddıklar zümresinin halidir.
Sıddıklar
zümresine mensup bir zat şöyle demiştir: Açlığın ölçüsü şudur ki, kul
tükürdüğü zaman tükrüğüne sinek dahi konmaz. Bu, midesinin boş olduğunu
gösterir. Bu zatın tükrüğü ölçü olarak takdim etmesinin sebebi, besleyici ve
yağlı maddelerden hali olan bir tükrük, sudan farksız olacaktır. Bu tür
maddelere konma isti-dadıyla yaratılmış olan sineklerin, tükrüğe konmayışları
onun her türlü besleyici değerden arınmış olduğunun kanıtıdır. Açlığın bu derecesindeki
kulun tükrüğü, her türlü tattan uzak, mücerred su gibi olacaktır.
Öğün
yemeklerini kaçırmamak, türlü lezzetler denemek ve doyacak şekilde yemek
yemeye gelince, alimler bunu mekruh görmüşlerdir. Bu tarz bir yemek kültürüne
sahip olanlar, ulema nez-dinde hayvanlarla bir tutulmuşlardır.
Karnı
şişinceye kadar tıka basa yemek ise, ulema nezdinde nsk ve günahkârlık olarak
değerlendirilmiştir.
Ariflerden
bir zat bize şöyle bir hadise anlatmıştı: Ebu Bek-ran'a, 'Oğlun dün karnı
şişinceye kadar yemek yedi, ne dersiniz?' denildiğinde şöyle demişti: O haliyle
ölse, onun cenaze namazını kılmam!
Farz ve
nafile oruçlara gelince, alimler bunu yukarıda anlatılan 'açlık' île kasdedilen
hal olarak görmemişlerdir. Çünkü açlıkta nefsin susturulması ve beşeri tabiatın
bastırılması sözkonusudur. Oruç ise, bedenin alışabileceği türden bir
ibadettir. Oruç tutan kimse, iftarla birlikte beşeri tabiatının gücüne tekrar
kavuşmaktadır.
Oruç tutan,
iftarını türlü arzu ve lezzetlerle açar ve tıka basa yerse, tuttuğu oruç beşeri
tabiatını güçlendirmekten ve nefsini daha da azdırmaktan öte gitmeyecektir.
Böyle biri arzularının etkisi altına girerek ibadetleri ifada da gevşeklik ve
rehavete kapılacaktır. Giderek daha üşengeç ve tembel bir mizaca sahip
olacaktır. Belki beşeri tabiatı olmadık şekilde kuvvet kazanacak, nefsi de
onun üzerinde görülmemiş bir hakimiyet kuracaktır.
Oruçlu,
gündüzleri daha önceki adet ve alışkanlıkları aynen sürdürür, ehli dünyaya
yakışan bir hal üzere devam eder ve arzularının peşinden oraya buraya giderse,
kendine göre dış görüntüsü itibarıyla ahiret sebeplerden biri olan oruca
sarılmış gözükse de, iç dünyası tamamen dünyaya hasrolmuştur. Bunun temel
sebebi, ilminin yetersizliğidir.
Oruç
esnasında yemeği azaltmak ve azık olarak yeteni kadarıyla iktifa etmek, böyle
birinin kalbi için daha güzel, amelinin sürekliliği için de daha uygundur. Bu
şekilde tutacağı oruç, yukarıda anlattığımız oruca göre, ahireti bakımından da
daha tatminkâr olacaktır. Üstte anlattığımız oruç, müsrif ehli dünyanın orucudur.
Onu, zühd sahibi ahiret ehlinin orucu olarak nitelemeye imkan yoktur. Yemeği
azaltmak, mideyi küçültmek, arzu ve şehvetleri ter-ketmek ve şüpheli
hususlardan uzak durmak gibi çabalarla nefsin kararlılığı kırılıp beşeri
tabiatı sindirilerek adet ve alışkanlıklar zaafa uğratılabilir. Böyle yapıldığı
takdirde ahiret iradesi güç kazanacak, müridin çaba ve uğraşı ahirete
yönelecek ve kalbindeki dünya tadı çıkıp gidecektir.
Aç kalmak,
mideyi küçültmek ve nefsani lezzetleri terketmek gibi uğraşlar, kulun zahidler
arasında sayılmasına katkıda bulunacaktır.
Üsame b.
Zeyd (ra) ve Ebu Yezid et-TaviTden (ra) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Kıyamet
günü insanların Allah Teala'ya en yakın olanları, dünyada açlık, susuzluk ve
hüzünleri uzun süreli olan, derin bilgi sahibi müttakilerdir. Görüldükleri
zaman tanınmaz, kaybolduklarında aranmazlar. Ama arzın bütün parçalan onları
tanırken semanın melekleri de onları Övgüyle anarlar. İnsanlar dünya ile
ni-metlenirken, onlar Allah Teala'nm taatiyle nimetlenirler. İnsanlar yatakları
yayarken onlar alınlarını ve dizlerini yayarlar. İnsanlar peygamberlerin
davranış ve ahlaklarını yitirirken onlar bunu çok iyi korurlar. Onların kaybı
arzı ağlatır. Onlardan birinin bulunmadığı belde, Allah Teala'nın gazabına
maruz kalır. Onlar leşin üzerine üşüşen köpekler gibi dünyanın üzerine
üşüşenlerden değillerdir. Yedikleri kuru, giydikleri yamalıdır. Saçları
dağınık, üst başları toz içindedir.
Görenler,
onlarda bir hastalık olduğunu sanırlar. Kendi kendilerine 'Bunların kafaları karışmış,
akıllarını yitirmişler* derler. Halbuki kalp gözüyle bakanlar, dünyanın onları
terketmiş olduğunu görürler. Ehli dünya gözünde akılsız kimselerdir. Halbuki
onlar, diğer insanların akıllarını yitirdikleri hususları akledenlerdir.
Ahi-rette de onlar için izzet ve itibar vardır.
Ey Üsame!
Herhangi bir beldede onları gördüğün zaman bil ki onlar o beldenin
sigortasıdırlar. Allah Teala onların bulunduğu bir kavme azap etmez. Onların
bulunduğu toprak rahmetlidir. Cebbar Teala da oradakilerden Razı'dır. Onları
dost edin. Umulur ki onlar sayesinde sen de kurtuluşa erersin. Ölümün sana
ulaştığı anda aç ve susuz olmayı başarabilirsen çok değerli derecelere nail
olabilir, peygamberlerle birlikte bulunabilirsin. Ruhunun gelişi, melekler için
sevinç kaynağı olur. Allah Teala da sana salat ve selam eder".
Uzun süre aç
kalma haliyle bilinen bir çok alim vardır. Bunlardan kimisi onbeş, kimisi
yirmi gün, kimisi de bir ay aç durabilmekteydi. Örnek olarak İbni Amr
el-Avefi, Abdurrahman b. İbrahim, İbrahim et-Temimi, Haccac b. Karaflsa, Hafs
b. el-Abid el-Masısi, Müslim b. Sa'd, Züheyr ei-Bena'i, Süleyman el-Hawas, Sehl
b. Abdullah ve İbrahim el-Havvas'ı zikredebiliriz.
Ebu Bekir-i
Siddık (ra) altı gün aç durabilirdi. Abdullah b. Zü~ beyr (ra) ise yedi gün aç
kalabilirdi. îbni Abbas'ın (ra) arkadaşı Ebu'l-Cevza' da yedi gün aç
duranlardandı.
Rivayete
göre Süfyan-ı Sevri (ra) ve İbrahim Edhem (ra) üçerli günler halinde aç
dururlardı. Biz de dokuzar ve beşer günlük sürelerle aç duranlara şahit olduk.
Ancak çoğunluk üçer günlük dönemlerde aç kalmayı tercih ederdi.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Kırk gün kesintisiz aç kalmayı başaran kimseye melekûttan
bir kudret verilir. Aynı alimin şoy-j le dediği de nakledilir: Kul, gaybi
melekûttan bir kudrete muttali olmadıkça zühdün hakikatine ermiş sayılmaz.
Başka bir
zat ise şöyle demiştir: Kul, gaybi kudretlerden birini bizzat gözüyle
görmedikçe ve bu kudreti devamlılık üzere müşahede etmedikçe meleküt ilmine
nüfuz eden bir ilme, kendinden ayrılmaz bir irfan haline, istikamet üzere daim
olmaya ve sağlam bir yakini imana ulaşmış sayılmaz. Gaybi kudrete şahit olan
kul, onu sürekli müşahede eder ve bu noktada Allah Teala tarafından malum
olur. O'nun havass kullarından ve
kayyumiyetine mazhar olanlardan biri olur. Bu yola giren kul için, senede en az
kırk gün aç kalmak gerekli olur. Öğün vakitlerini ertelemek suretiyle de dört
ay aç kalabilir. Bunun nasıl olacağını daha önce açıklamıştık. Nefs riyazetiyle
ilgili tarif ettiğimiz bu yol sayesinde geceler gündüzlere, gündüzler de gecelere
karışır ve kırk gün, bir gün bir gece gibi olur. Mukarrebun .zümresinden
bazıları da bu yolu izlemişlerdir. Buna ancak, Allah Teala tarafından murad
edilen, o yola sevkedilen ve nefsini oyalayacak, beşeri tabiatını susturacak,
adet ve alışkanlıkları unutturacak derecede güçlü bir mükaşefeye muttali kılman
kullar muktedir olabilirler. Bu mükaşefe, onları açlığı unutturup işin
hakikatini gösterir. Bu sayede açlığı da hiç farkında olmaksızın uzayıp gider.
Biz de bu
yolda yürümeyi başarmış bazı kimseler tanıdık. Onlar melekût işaretlerden bir
kısmına muttali olmuş, ceberûti kudh retin bir takım tezahürlerine mükaşefe
yoluyla şahit olmuşlardı. Allah Teala, bu tezahürlerle ve bu tezahürlerden
dilediği şekilde kendilerine tecelli etmişti.
Yukarıda
anlattığımız zümreden bir zat, bir rahiple karşılaşmış-ve onunla durumu
hakkında görüşerek kendisini müslüman etmeye niyetlenmişti. Rahibi, içinde
bulunduğu aldanmışlık halinden kurtarmak istiyordu. Ona islamın faziletlerine
dair birçok şey anlattı.
Rahip, uzun
uzun onu dinledikten sonra şöyle dedi: Mesih (as), kırk gün aç kalırdı. Ben,
bunun bir mucize olduğuna inanıyorum. Hiç bir peygamberin de böyle bir mucizeye
sahip olamadığını düşünüyorum. Bunun üzerine sufİ ona şöyle dedi: Eğer elli
gün aç kalırsam, bulunduğun hali terkedip İslama girmeyi kabul eder, biz
Mu-hammed (sav) ümmetinin hak, sizin de batıl üzere olduğunuzu itiraf eder
misin?
Rahip,
'Evet' dedi. Elli gün boyunca yanından hiç ayrıfrnaksızm bekledi. Bir ihtiyacı
için çıktığında bile rahibin gözü onun üzerinde oluyordu. Elli gün dolduktan
sonra, 'İstersen biraz daha uzatayım* dedi ve açlık süresini altmış güne
tamamladı.
Rahip
suflnin sabır ve tahammülüne şaştı ve onun dininin üstünlüğüne iyice ikna
oldu. Sufiye, 'Hiç bir beşerin Mesih'in (as) fiilini aşabileceğini sanmazdım.
Ama bu sizin ümmetiniz ilim ve fazilet bakımından peygamberlere benziyor1
dedi. Sufinin açlığı, onun İslama girmesine vesile oldu.
ibrahim
et-Temimi ve Haccac b. Karafisa kesintisiz kırk gün gün aç durabilenlerdendi.
Yirmi, otuz gün aç durabilenler ise sayı bakımından oldukça fazladır. Bunlara
örnek olarak da Sehl b. Abdullah ve Basralılar'dan bir topluluğu
zikredebiliriz.
Ayda sadece
iki, üç ya da dört kez yemek yiyenlerin sayısı ise burada yer verilemeyecek
kadar çoktur. Şamlılar ve Yarımadahlar arasında birçokları bu adete sahipti.
Mürid, iftar
yemeğini ikiye taksim etmek istediğinde bir somunu akşam girdiğinde yiyerek
nefsini susturur. Diğer somunu da sahur vaktinde yiyerek ertesi günün orucu
için kuvvet toplamış olur. Bu, güzel bir alışkanlıktır.
Eğer
isterse, riyazet yapmak için iftarını erteler ve sahur vaktine kadar bir şey
yemez. Sahuru geçirmeyerek tek öğününü sahurda yemiş olur. Böyle yapan mürid,
beş haslet kazanmış olur: Oruçlu ise gündüz açlığı; Teheccüde kalkıyorsa gece
açlığı; Midenin boş olmasından dolayı kalp tenhalığı; Kalp tenhalığından
dolayı fikirde incelme ve tasada yoğunluk; Başına geleni iyi bilen nefsin
sükunete yönelmesi ve yemek vakti gelmeden müridi tahrike yönelmemesi.
Bize göre
bu; yolların ortası ve en sevimlisidir. O, seyir ve suluk ehlinin (=sâ'irûn)
yoludur.
Asım b.
Küleyb, babası vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Allah Resulü (sav) kıyamda asla sizin gibi durmadı. O, ayakları şişinceye
kadar kıyamda dururdu. Geceyi de sizin gibi asla birleştirmedi. O, iftarı
sahura tehir ederdi". [28][28]
Konuyla ilgili Aişe (ra) hadisi ise şöyledir: "Allah Resulü (sav) iftarı
sahura uzatırdı". [29][29]
Mürid nafile
oruçları gün aşırı tutarsa, oruçta en dengeli olan yolu izlemiş olur. Böyle
yaptığı takdirde, bir kez oruçlu olmadığı gün öğleden sonra, bir kez de oruçlu
olduğu gecenin fecrinde yemek yer. Eğer böyle yapmazsa, oruç tutmadığı gün,
yarım öğün yemeli, bir gün önce de yarım öğün yemiş olmalıdır. Böylelikle her
iki gün de oruç tutmuş gibi olur. Böyle yapmadığı takdirde bedenin dengesi
bozulacak ve ibadet halinde bir gevşeklik belirecektir.
Belli bir
oruç programı olmayan kimsenin doyuncaya kadar yemesinde bir mahzur yoktur.
Böyle biri, açlığı iyice bastınncaya kadar kendini tutar. Açlığın sınırı;
nefsinin ekmekler arasında seçim yapamayacak derecede güçsüz düşmüş olmasıdır.
Eğer canı, belli bir ekmeği çekiyorsa, tokluk hali sürüyor demektir. Şayet
ekmeğin yanındaki katığı da seçiyorsa, o zaman tamamen tok demektir.
Yemekte
bilinen ve istenen bir çeşidi terketmek, Bağdatlı sufî-lerin riyazette
izledikleri yollardan biridir. Bilinen bir yemekte devam ise, Basralılar'ın
yoludur.
Senl'in (ra)
vefatından sonra Basralı sufiler taziyede bulunmak için Ebu'l-Kasım Cüneyd'e
geldiklerinde, Ebu'l-Kasım kendilerine şunu sormuştu: Oruçta nasıl bir yol
izliyorsunuz? Şöyle dediler: Gündüz oruç tutar, akşam olduğunda küfelerimizi
açarız. Ebul-Kasım, 'Ah! ah! Küfelerinizi açmadan tutabüseniz, suluktaki haliniz
bakımından daha güzel olurdu' dedi. Yani, iftar içinen bilinen vakti
kollamasınız daha iyi olurdu. Bunun üzerine, 'Ona gücümüz yetmiyor1 dediler.
Gerçekten de yemek bakımından, belli bir Öğün peşinde olmayan Bağdatlıların
izlediği yol, Basralılar dan daha üstündür.
O, kuvvet sahibi tevekkül ehlinin yoludur.
Şunu da
belirtmemiz gerekir ki Basralılar'ın belli bir öğün ve yemek konusundaki
zamanlama noktasında izledikleri yol da, nefsi bir takım afetlerden uzak tutma
ve gözü sağda solda olma halinden kurtulma bakımından daha emindir. Bunu da
müridlerin ve amel ehlinin yolu olarak görmekteyiz. [30][30]
Ebu Zer (ra)
yadırgayarak baktığı değişiklikler hakkında konuşurken şöyle demiştir:
Hurmanızı da arpayla değiştirdiniz! Eskiden elek yoktu. Elenmiş undan ekmek
pişirdiniz. Bir öğünde iki tür yemek yer oldunuz! Yemek çeşitleriniz
alabildiğince çoğaldı. Bir elbiseyle gidip öbürüyle gelir oldunuz! Allah
Resulü (sav) zamanında insanlar böyle değildi.
Ebu Zer (ra)
şöyle demiştir: Cuma günleri azığım bir ölçek (=2. 917 kg) arpadır. O'nun
huzuruna çıkıncaya kadar da bunu arttıracak değilim. Çünkü Allah Resulü (sav)
şöyle derdi: "Bana en sevimli geleniniz ve Kıyamet günü bana en yakın
oturacak olanınız, bıraktığım hal üzere ölümü kucaklayandır [31][31]
Sahabemden
bir topluluğun azığı da her cuma aldıkları bir ölçek buğdaydı. Hurma
yediklerinde ise, bir buçuk ölçekle yetinirlerdi. Suffe Ashabı'nın yemeği, her
gün iki hurmadan ibaretti.
Hasan (ra)
şöyle derdi: Mümin ceylana benzer. Bir avuç hurma, bir tutam kavut ve bir yudum
su ona yeter. Münafik ise vahşi hayvan gibidir. Parçalar da parçalar, yutar da
yutar. Ne komşusu için açlığa tahammül eder, ne de kardeşine lütufta bulunur.
Siz karşılıksız iyiliklerinizi önüne koyun. Ebu Yezid el-Bistami (ra) şöyle
derdi: Fakir içecek suyu bulduğunda, ona bakma farziyetiniz düşer.
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Mümin bir bağırsakla yer, münafık (kafir) ise yedi bağırsakla yer". [32][32]
Burada, çokluk ve israf babından bir misal verilmektedir. İlk bakışta
anlaşılan, münafık ve kafirlerin, müminlerden katlarca fazla yemek
yedikleridir. Hadise göre mümin, münafık veya kafirin yedide biri kadar
yemektedir. Araplar bu tür temsil ve teşbihlerde bir şeyin katlarını ifade
etmek için yedi sayısını kullanırlardı.
Alimimiz Ebu
Muhammed Sehl (ra) ise hadisi şöyle izah etmiştir: Münafık ve kafirin yedi
bağırsakla yemesi şu yedi illete işaret etmektedir: Aç gözlülük, tamah, hırs,
arzu, gaflet ve alışkanlık. Buna göre bir münafık bu illetlere dayanarak
yerken bir 'mümin ise, ancak zaruret halinde ve ayakta durabilecek kadar yer .
Bazıları bu son cümleyi, hadismiş gibi Allah Resulü'ne (sav) izafe etmektedirler.
Böyle yapanlar hatalıdır. O, imamımız Sehl b. Abdullah et-Tüs-teri'ye (ra) ait
bir sözdür.
Bir
defasında Ebu Muhammed'e (ra) müminin azığı sorulmuştu. O da şu cevabı vermişti:
Onun azığı Allah Teala'dır. Soru sahibi, 'Size onun bedenini" ayakta
tutan azığı sormuştum' dedi. O da, 'Zikirdi dedi. Soru sahibi şaşkınlık içinde,
'Ben gıdasını sormuştum' deyince, 'Gıdası ilimdir' dedi. Soru sahibi, 'Yani
bedenin yediği' deyince Ebu Muhammed şöyle demiştir: Bedenden sana ne! Kadimde
sahibi kimse O'na bırak! Şimdi yine O ilgilenecektir!
O başka bir
vesilede şöyle demiştir: Beden bir sanat eseridir. Onda bir kusur varsa,
Sanatkâr'ına geri verin!
Bir mecliste
'helal' hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle bir tarifte bulundu:
Helal,
başında Allah Teala'ya isyan içermeyen, sonunda Allah Teala'nın adı
unutulmayan, yapılırken Allah Teala'nın adı zikredilen ve bitirildiğinde de
Allah Teala'ya şükredilen şeydir. Yemek hususunda ise şöyle demiştir: Müminler
için azık; salihler için ayakta duracak kadar; sıddıklar içinse zaruret
miktarıdır.
Kişinin
belli bir öğünü varsa, bir günün tamamında iki somunun üstüne çıkmaması
müstehaptır. Bu somunları da iki ayrı zamanda yemeli ve iki vakit arasını
olabildiğince uzun tutmalıdır. Bunu ihtiyaca göre belirlemelidir. Candaki yeme
isteği, alışkanlık ve arzuyu bastırmaya dayanmak zorunda değildir.
Bir somun,
otuz altı lokmadan oluşur. Buna göre, bedenin sağlıklı bir şekilde
hayatiyetini muhafaza etmesi için her saate üç lokma düşmektedir. Somunu bu
şekilde yemek isteyen kişi, her üç lokmadan sonra bir yudum su içmelidir. Buna
göre otuz altı lokma için, oni iki yudum su içilecektir. Bedenin sağlıklı bir
şekilde devamı için bu diyet yeterlidir.
Konuyla
ilgili olarak Ebu Zer'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Resulü
(sav) devrindeki azığım, her cuma bir ölçek idi. Onunla tekrar karşılaşıncaya
kadar bunu arttırmayacağıma yemin ederim. Buna göre Ebu Zer'in (ra) günlük
besini, bir rıtl yani yaklaşık 460 gram olmaktadır.
Buraya kadar
anlattıklarımızdan çıkan temel husus, azığı mümkün olduğu kadar azaltmaktır.
Bunu da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Allah Resulü
(sav) şişman bir adama baktı ve parmağıyla karnına işaret ederek şöyle buyurdu:
Eğer o, orada değil de başka bir yerde olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu
[33][33] Allah Resulü'nün (sav) başka bir yerden
kasdı, ahi-retti. Yani o kimse, karnına doldurduklarını kardeşleriyle paylaşarak
ahiret azığına çevirseydi, onun için çok daha hayırlı olabilirdi. Bu hadisten
de anlaşılacağı üzere, yemeğin azı çoğundan daha hayırlıdır.
Ebu Cuheyfe
(ra) Allah Resulü'nün (sav) huzurunda geğirmişti. Yediği tirit ve etten dolayı
midesi gaz yaptığı için geğirmişti. 'Ben, bir şeyler yemiştim' deyince Allah
Resulü (sav) 'Geğirtini bizden uzak tut. Dünyada en çok doyanlarınız, Kıyamet
günü en çok acı-kanlarınız olacaktır* buyurdu. [34][34] Ebu Cuheyfe
(ra) bilâhare şöyle demiştir: O hadiseden sonra, şu güne oturduğum hiç bir
sofradan karnım tok olarak kalkmadım. Geçenler için de Allah Teala'nm beni
affetmesini ümid ediyorum.
Hasan (ra),
Ebu Hüreyre'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: Yünlü giyin, çok çalışın ve karınlarınızın yarısını dolduracak
kadar yiyin ki semavatm melekûtuna gi-rebilesiniz".
İsa
peygamberin de (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Ciğerlerinizi aç,
bedenlerinizi çıplak tutun, umulur ki kalpleriniz Allah Teala'yı görür. Bunu,
Abdurrahman b. Yahya el-Esved, Tavus vasıtasıyla Allah Resulü'nden (sav) merfû
olarak rivayet etmiştir.
Bu yolun en
büyüklerinden biri sayılan Ebu Yezid el-Bistami'ye (ra), 'Bu bilgiye nasıl
ulaştın?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Aç bir karın ve çıplak bir
bedenle!
Rivayete
göre Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Allah Teala şişman din adamına buğzeder. Bir
kitapta ise şöyle yazılıdır: Ehli Beyt, iki tür etten nefret eder. Bu ikisi de
aynı sened zinciriyle Allah Resu-lü'nden (sav) müsned olarak rivayet
edilmiştir.
Rivayete
göre İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Allah Teala aşırı kilolu kari'ye buğzeder.
Mürsel bir hadiste ise şöyle buyrulmakta-dır: "Şeytan Adem oğluna kandan
nüfuz eder. Aç ve susuz kalarak kan damarlarını daraltın"[35][35]
Kul, iki
açlık arasında doyduğu zaman, açlığı tokluğundan uzun sürmüş ve Ebu Cuheyfe
(ra) hadisinde geçen tehditten uzak durmuş olur. Açlık ile tokluğu aynı
uzunlukta olan kişi ise, bu ikisini dengelemiş olur. Günde iki öğün yemek
yiyen kimse ise, tokluğa tabi olmuş ve Ebu Cuheyfe (ra) hadisinde yer alan
tehdide maruz kalmış olur. Çünkü onun tokluk hali, açlık halinden daha uzun
sürelidir. Bu, sünnete uygun bir davranış değildir. Bu, daha çok şımarık
müsriflerin gittikleri yola uygun bir harekettir.
Ebu Said
el-Hudri (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) sabah yediğinde akşam
yemez, akşam yediğinde ise sabah yemezdi". Selef-i Salih günde bir öğün
yerlerdi. Allah Resulü'nün (sav) Aişe validemize (ra) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "İsraftan uzak dur! Günde iki öğün yemek israftır".
Allah Teala
buyurdu ki: "Rahman'm o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de
eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar".
(Furkan/67) Buna göre günde iki öğün yemek israftır. İki günde bir öğün yemek
ise eli sıkılıktır. Günde bir öğün yemek, her ikisinin ortasında dengeli bir
yoldur.
Bu taksime
bağlı olarak şunu söyleyebiliriz: Dört somun yemek israftır. İki somun ise eli
sıkılıktır. Öyleyse denge, üç somun yemektir. Bizce bu, azıkların en ölçülü
olanıdır. Bir oturuşta dört somun yemek, bize göre hoş bir davranış değildir.
Çünkü bu durumda Ebu Cuheyfe'ye (ra) yönelen tehditten emin olamayız. Bu şekilde
yiyerek ilahi buğza muhatap olmaktan sakınmak gerekir.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Tokluk için yenilen yemek,
alaca illetine yol açar". Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Kulun,
arzu ettiği her şeyi yemesi israftır. Sahabe genellikle iki öğün yer, iki kez
de içerdi. İki öğünden biri, vakitli olarak yenilen yemekti. Diğeri ise akşam
içilen süttü. Öğün (=vecebe) kelimesinin belli bir vakti belirlemesine misal
olarak şu ayet zikredilmiştir: "Yanı üstü yere yıkılınca da onlardan hem
siz yeyin". (Hac/36) Ayetteki Vecebet' kelimesi, kurbanlık hayvanın
yıkılmasını ifade etmektedir.
İkinci öğün
olan 'Gabûk' ise, kimi zaman süt içmek, kimi zaman da bir avuç hurma yemekle
geçiştirilen bir tür hafif atıştırmadır. Bu Öğün, yatsıdan sonra olduğu gibi
öğleyin de olabilir. Bu öğünün sahur yerine geçmesi de mümkündür.
İçmeyle
ilgili iki vakit ise şunlardır: Bunlara 'Alel=Ikinci' ve 'Nehel=Birincf denir.
Nehel, gün içinde içilen ilk süttür. Yenilen ana yemek gibidir. İkincisi olan
Alel ise, hafif geçiştirilen ikinci yemek gibidir. Alel olarak, hurma şerbeti
veya üzüm şerbeti içilir. Bu iki iki öğünün yerini alabilir. Çünkü içeceğe tam
olarak kanma söz-konusudur. İlk içecek ise bir tür susamayı bastırmadır.
İkincisi, nefsin oyalanmasını sağladığı için, 'Alel=oyalanma' olarak adlandırılmıştır.
Selef-i
Salih, bedenlerinin hafiflemesi, yoksullara yardıma olma ya da onlarla aynı
hali paylaşma gibi kaygılarla sofradan doymadan kalkarlardı. Fakirlerle aynı
hali paylaşma çabalarının ardında ise, onların fakirlik sebebiyle
kendilerinden üstün olmalarına müsaade etmeme gayretleri yatardı. Bu
nedenledir ki Aişe validemiz (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav)
irtihalinden sonra çıkan ilk bidat, tokluktu. İnsanların karınları tıka basa
doyduğu zaman, nefisleri onları dünyaya doğru koşturacaktır.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) muhtaciyet olmaksızın aç kalırdı. Yani yeme imkanı
olmasına rağmen bunu tercih ederdi.
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'nın en çok buğ-zettiği şey, tıka basa dolu
bir midedir. Helalinden olması bunu değiştirmez. Bu manada bir de müsned hadis
rivayet edilmiştir.
""
İsrailiyat menşeli rivayetlerden birinde şu hadise anlatılmâktav dır: Yahya
(as), İblis ile karşılaşmıştı. İblis'in üstünde türlü renk^ lerde çengeller
vardı. Yahya (as), 'Bunlar da ne?' diye sordu. İblis, 'Adem oğullarının değişik
arzu ve şehvetleri' dedi. Yahya (as) 'İçlerinde benim için de bir şey var mı?'
diye sordu. İblis, 'Belki karnını iyice doyurursun da seni namazdan ve Allah'ı
anmaktan soğuturuz' dedi. Yahya (as), 'Bunun dışında bir şey var mı?' diye
sorunca İblis 'Hayır5 dedi. Yahya (as) da ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim
ki hiç bir Öğün karnımı tamamen doldurmayacağım! İblis de şöyle dedi: Ben de
Allah'a yemin ederim ki bundan sonra hiç bir müslüma-na karşı böyle dürüst
olmayacağım!
__„___—-'
Tabiun,
yemeğe karşı açlığın ildsınmn3an"Birine dayanıncaya kadar sabrederdi.
Açlığın ilk sınırı, yirmi dört saatlik açlıktır. Onların güzel ahlakı arasında
zikredebileceğimiz hususlardan biri de yemek seçmemeleri ve öğün alışkanlığına
sahip olmamalarıydı. Onlar ekmeğin belli bir türü üzerinde ısrar etmezlerdi. Açlıklarını
bastıracak ve ayakta durmalarını sağlayacak ne bulsalar yerlerdi.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle derdi: Ahiret ihtiyaçlarından biri gündeme geldiğinde,
yemeği bırakıp onu giderin. Çünkü karnı tam doyan hiç kimse yoktur ki aklı
eksilmemiş olsun. Bu sözün başka bir naklinde ise 'Aklı değişmemiş olsun'
ifadesi geçmektedir. Ebu Süleyman şöyle demiştir: Akşam yemeğimden bir lokma
eksiltmem, bir geceyi ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Görüldüğü üzere bu
söz, açlığın ve yemeği azaltmanın tıka basa yedikten sonra yapılan ibadete
tercih edilebilecek kadar önemli olduğunu kanıtlamaktadır.
Vehb b.
Münebbih ve başkalarından şöyle bir söz nakledilmiştir: Bir abid, din
kardeşlerinden birini davet etmişti. Sofraya iki somun koydu. Misafirliğe gelen
kimse, o ikisini kontrol ederek pişkin olanını seçti. Bunun üzerine ev sahibi
abid şöyle dedi: Bırak! Ne yapıyorsun? Şu bıraktığın ve kanaat etmediğin
somunun nasıl yapıldığını bilmez misin? Onda sayısız emek ve çaba gizlidir.
Onun meydana çıkması için bir çok sanat icra edilmiştir. Onun için bulutlar
yürütülmüş, sonra onlardan su indirilmiş, o su ile toprak sulanmış, toprak onun
buğdayını bitirmiş, bir çok hayvan ve insanın emeği geçtikten sonra önüne
konmuştur. Bütün bunları bile bile, onu nasıl gözden çıkarır ve bir kenara
koyabilirsin?
Ekmek
hakkında bundan daha tafsilatlı bir kıssa daha anlatılmıştır.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Bir somun yuvarlanıp sofranıza
gelinceye kadar üçyüz altmış sanatkârın emeği geçer. Bunların ilki, rahmet
hazinelerinden indirelecek suyu tartan Mikail (as), ardından bulutları,
güneşi, ayı, gezegenleri ve gökyüzü melekûtunu hareket ettiren melekler görev
alırlar. Bundan sonra yeryüzünde de bir çok canlının katkısı olur. En sonunda
unu alarak yoğurduktan sonra şekil vererek pişiren fırıncının emeği devreye
girer. Gerçekten de Allah Teala'nın nimetlerini sayacak olsanız, bunu
başaramazsınız.
Meşhur bir
hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Adem oğlunun doldurduğu
kapların en kötüsü, karındır" [36][36] Bu hadisin
mefhum-i muhalifi, karnı az doldurmanın hayırlı olacağını göstermektedir. Yine
O şöyle buyurmaktadır: "Adem oğlu, lokmacıkların soyunu güçlendirdiğini
sanır[37][37]"Hadiste
geçen 'Lukay-mât=Lokmacıklar' kelimesi, iki anlam ihtiva etmektedir. İlkinde
azaltma, ikincisinde ise küçültme sözkonusudur. Kelimenin sonundaki Ta' harfi,
cem-i katıl (=ondan aşağısını ifade eden çoğul) için kullanılmıştır. Küçültmeyi
(=tasğîr) ise kelimenin kalıbından çıkartmaktayız. Çünkü asıl kelime, 'Lukmatün=Lokma'
kalıbmdadır. Allah Resulü (sav) sözüne devamla şöyle buyurmuştur: "Eğer
bunu da yapamazsa, yemeğin üçte biri, içeceğin üçte biri ve nefesin üçte
biriyle yetinsin". Hadisin başka bir lafzında ise, 'Zikrin üçte biriyle'
ifadesi yeralmaktadır. Bu da yine mefhum-i muhalif yoluyla karın tokluğunun
zikre mani olduğunu göstermektedir. Zikre mani olan bir şeyin, şer olması
kaçınılmazdır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah katındaki daha
hayırlı ve daha Baki'dir". (Şura/36); "Ahiret daha hayırlı ve daha
bakidir". (Ala/17)
Allah
Resulü'nün (sav) 'Yemeğin üçte biri' ifadesinin manası şudur: Kul, alışkın
olduğu doygunlukla yediği zaman, doymanın üçte birine ulaşmış olur. Beden,
ikinci bir alışkanlıkla da ayakta durabilir. Karnı tıka basa doldurmak, önceki
alışkanlık iken, üçte birini doldurmak ikinci alışkanlığı olmaktadır. Üçte bir
mikdarında doyma, yaklaşık 120 gramlık bir besin almaktır. Bunu da aşağıdaki
hadise göre belirlemiş durumdayız:
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği de
dört kişiye yeter". [38][38]
Bu hadisin izanıyla ilgili olarak beş farklı yorum yapılmıştır:
Basralı
alimlerimizden bir zat şöyle demiştir: Bir kişiyi tam olarak doyuran yemek,
azık olarak iki kişiye yeter. İki kişiyi tam olarak doyuran yemek de, azık
olarak dört kişiye yeter.
Bir başka
alim şöyle bir açıklama getirmiştir: Bir müslümanm yemeği iki mümine, iki
müslümanın yemeği de müminlerin havas-sından dördüne yeter.
Hadisin
şöyle anlaşılması da mümkündür: Bir münafığın yemeği iki müslümana, iki
münafığın yemeği de dört müslümana yeter. Bunun dayanağı da daha önce
zikrettiğimiz, 'Mümin bir bağırsakla, münafık yedi bağırsakla yer* hadisidir.
Hadis şu
şekilde de anlaşılabilir: Faaliyette bulunan bir zanaatkarın yemeği, boşta
gezip oturan iki kimseye, iki zanaatkarın yemeği de dört kişiye yeter.
Bir diğer
izah da şudur: Oruç tutmayan birinin yemeği, oruç ehlinden iki kişiye yeter.
Ömer (ra)
hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bilindiği üzere onun devrinde bir
adam dinden çıktığı için İbni Mesud (ra) ve Ebu Musa'nın (ra) fetvasıyla tevbe
verdirilmeden öldürülmüştü. Ömer de (ra) onlara şöyle demişti: Ne olurdu sanki,
onun için bir hücre yaptırıp üç gün boyunca içine her gün bir somun bıraktırsa
ve tevbe telkin etseydiniz! Belki tevbe eder ve tekrar İslama dönerdi. Her ne
ise, bu yaptığınızı ne emrettim, ne gerçekleşmeden öğrendim, ne de
gerçekleştiğinde rıza gösterdim!
Konumuzla
ilgili olarak bu hadiseden çıkartılabilecek husus, günde tek bir somunun insana
yetebileceğidir. Hicazlılar'a göre üç somun, 460 gram civarındadır. Buna göre
her somun 56 miskal ağırlığında olmaktadır. Şu halde doygunluğun üçte birinin
ölçüsü de bu olmaktadır. İlgili hadisteki 'lokmacıklar7 kelimesinin ondan
aşağısı için kullanılan bir çoğul kalıbı olması da bunu gerektirmektedir. Bu,
Ömer (ra) hakkında rivayet edilen 'O, yedi lokma yerdi* ifadesine de uygun
düşmektedir.
Halifelerin
hayatlarıyla ilgili anlatılan tarihçelerden birinde Halife Reşid'le ilgili
şöyle bir hadise anlatılmıştır: Halife bir hind-li, biri romalı, biri ıraklı,
biri de afrikah dört tabibi bir araya getirdi ve onlara, 'tedavi ettiği
hastalık bulunmayan bir ilaç söyleyin' dedi. Hindli 'Kara İhliç' dedi. Romalı,
Tabanı turp tanesi' dedi. Iraklı, 'Sıcak su' dedi. Afrikalı tabib, hepsinden
daha bilgili çıktı ve şöyle dedi: Kara İhliç, hazmı kolaylaştırır ki bu bir
hastalıktır. Yabani turp tanesi mideyi yumuşatır ki bu da bir hastalıktır.
Sıcak su, mideyi genişletir ki bu da bir hastalıktır. Bunun üzerine diğerleri,
Teki sence nedir?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Hastalığı bulunmayan
ilaç, canınız çekinceye kadar yememeniz, canınız çektiği halde de yemeğe el
sürmemenizdir. Hepsi birden, 'Doğru söylüyor1 diyerek o bilgeyi tasdik ettiler.
Ulemadan bir
zat şunu anlatmıştır: Kitab ehlinin tıpla uğraşan filozoflarından birine Allah
Resulü'nün (sav) "Üçte bir yemek, üçte bir içecek ve üçte bir nefes"
hadisini zikretmiştim. Şaşırdı ve çok hoşlandı. Şöyle dedi: Yemeği azaltmayla
ilgili olarak bundan daha hikmetli bir söz işitmemiştim. Bu gerçekten de çok
hikmetli bir söz! Birçok filozof ve tabip, yemeği azaltmayı telkin edecek güzel
bir söz söylemek için çabalayıp duruyor ama bir türlü bulamıyorlardı. En sık
söyledikleri, 'Sofrada yemeği arzu edecek kadar uzun oturma! Onu arzu ettiğinde
ona dokunma' sözüdür.
Başka biri
şöyle demiştir: Yemeği ancak acıkınca yemek ve doymadan kalkmak gerekir. Bir
diğeri şöyle demiştir: Ancak aşın açlıktan sonra yemeli ve tıka basa
duymamalıdır.
Sizin
peygamberiniz bütün bunlarla murad edilenleri hülâsa etmiştir.
Ulemadan bir
zat şunu söylemiştir: Buğday ekmeğini edeble yiyen kimse, ölümden başka bir
illete maruz kalmaz. Bunun üzerine 'Hangi edeb?' diye sordular. O da şöyle
cevap verdi: Acıkmadan yememek, doymadan kalkmak!
Bu sözün
altında yatan temel fikir şudur: Hastalıkların vücuda girişleri toprakta
yetişen bitkiler vasıtasıyla olur. Mide dört tabiatı ihtiva eder: Sıcaklık;
soğukluk; rutubet ve kuruluk. Toprakta yetişen bitkiler de aynı şekilde dört
tabiata sahiptir. Yetiştikleri arazi farklılaştıkça sıcaklık ve soğukluk
tabiatları, asıl yaratılışından uzaklaşmaya başlar. Bu da midedeki tabiat
dengelerini bozar. Rutubet ve kuruluk da aynı şekilde midenin rutubet ve
kuruluk tabiatlarını kaydırır. Biri diğerinin üstüne çıkmaya başlar. Bu dengesizlik
pekiştikçe, hastalıklar görülmeye başlar. Çünkü yenilen her yiyecek maddesi,
beden üzerinde belli bir fonksiyon ve etkiye sahiptir.
Bu noktada
buğday, diğer bütün bitkilerden ayrışmaktadır. Onda dört tabiatın dengesi
sözkonusudur. Ondaki bu dengeyi, içecekler içinde suyun konumuna
benzetebiliriz. Yağının azlığı ve etinin yumuşaklığından dolayı Çil kuşunun
eti, etler arasında nasıl bir yere sahipse, buğdayın hububat içindeki yeri de
odur.
Tabiplerden
biri şöyle demiştir: Dilediğiniz kadar ekmek yeyin. Size hiç bir zararı olmaz.
Bir başka tabip ise şöyle demiştir: Sırf ekmek yemek, katıktan daha iyidir.
Bir başka tabip de şunu söylemiştir: İnsanın midesine en faydalı besin nardır.
En zararlısı ise tuzlu yiyecektir. Tuzlu yiyeceği azaltmak, fazla nar yemekten
daha faydalıdır.
Meyvalar
içinde turunç, dört farklı tabiatı en iyi şekilde dengeleyen mide gibidir.
Allah Resulü de (sav) mümini turunca benzetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Tadı güzel, kokusu güzeldir".[39][39]
İşleri ilahi
letafet ve hikmetin icaplarına göre düzenleyen Allah Teala, bir kulun beden
bakımından sıhhatli olmasını murad ettiği zaman onun midesine, kendisine
gönderilen her türlü bitkisel gıda için o bitkinin tabiatına zıd olanı
salgılamasını vahyetmiştir. Buna göre alınan gıda sıcak ise, mide soğuyacak,
kuru ise ıslanacaktır.
Böylelikle
tabiatlar dengelenecek ve vücudun dengesi korunacaktır. Midesi bu şekilde
işleyen bir insan, vücut bakımından sağlıklı olur. Allah Teala'nm her hangi bir
kulunu hasta etmek istediğinde ise, midenin tabiatlarına gelen besinle aynı
tabiata sahip olmalarını vahyeder. Bu durumda yaratılış karakterleri bozulur.
Bu bozulma, vücudun her yanma ulaşan damarlar vasıtasıyla her yere ulaşır.
Sonuçta her uzuv ve organ bundan etkilenmeye başlar. Uzuvları, tabiatlarına
ters düşen tabiatlar kaplar ve vücut hastalanmaya başlar. Hastalıklara yol açan
illetler çok çeşitlidir. İlletler, hastalıkların temel sebepleridir. Takdirin
bu türünden ilim ve izzet sahibi olan Allah'a sığınırız.
Rivayete
göre, insan bedeninin aslı, Allah Teala'dandır. Bunu Adem'in (as) yaratılışı
babında görmekteyiz. Berâ, Abdulmun'im b. İdris'ten şunu nakletmiştir: Babam,
Yemenli Vehb b. Münebbih'in Tevrat'ta şöyle yazılı olduğunu söylerken işitmiş:
'Ben Adem'i yarattım, onun bedenini dört şeyden terkip ettim. Sonra bunları,
onun çocuklarına da veraseti kıldım. Onlar gelişirken bu dört şey de onların
içinde gelişir. Onun bedenini terkip ettiğim dört şey, rutubet, kuruluk,
sıcaklık ve soğukluktur. Ben onu topraktan yarattım, rutubeti sudan, sıcaklığı
nefsinden ve soğukluğu ruhtandır. Bu ilk yaratıştan sonra onun ruhuna dört
unsur yerleştirdim. Onlar, Benim iznimle bedenin sahibi olur ve onun
yaşamasını temin ederler.
Beden, ancak
bunlar sayesinde hayatiyetini devam ettirir..Bu unsurlardan her biri de
diğerine bağlı olarak faaliyet gösterir. Bu dört unsur şunlardır: Sarı öd; Kara
öd; Kan ve balgam. Beşerin dört tabiatı da bunlarla uyumlu kılınmıştır. Mesela
kara öd kuruluk tabiatıyla, sarı öd rutubet tabiatıyla, sıcaklık tabiatı
kanla,.so-ğukluk tabiatı da balgamla uyumludur.
Bu dört
unsurun mutedil olduğu beden, sağlıklı bir beden olarak hayatını sürdürür. Bu
unsurlardan her biri, dörtte bir miktarında olup artma veya eksilme göstermez.
Bu durumda vücud, ideal sağlığa ulaşır ve rahat eder. Bunlardan birinin aşırı
güç kazanması, diğerlerini baskı altına almasına yolaçar. Bunun neticesinde
diğer unsurlarda da sapma görülür ve vücudun sağlık düzeni bozulur.
Has*-talığın derecesi de, sözkonusu unsurdaki güçlenmeyle orantılı olun Sonuçta
diğerleri ona itaat edemeyecek kadar zayıflar ve ona yak-laşamaz olurlar. Bu da
hastalığın derinleşmesine neden olur.
Hadis bu
şekilde uzayıp gitmektedir. Bazı müridler sıcağın hakimiyeti altına girerler.
Bunun kaynağında sıcaklık tabiatının güçlenmesi yeralır. Onu da besleyen
şüphelerin keskinliğidir. Buna bağlı olarak sıcaklık tabiatında aşırı bir
güçlenme olur ve bekarlarda meninin çoğalması gündeme gelir. Sıcaklığın
artması kana da bağlıdır. Çünkü meninin aslı, kana dayanmaktadır. Sulb yollarındaki
kanın hareke tindeki artış, meninin artmasına yolaçar. Çünkü kan oralarda
ikamet eder. Sıcaklık onu sürekli olgunlaştırır ve beyazlamasını sağlar. Sulb
yollarında biriken bu beyaz kan, bulunduğu yere sığmayarak çıkmak ister. Çünkü
sıhhatin devamı buna bağlıdır. Bu durumdaki bekarın evlenme isteği artar. Bu
tür şikayeti olan kul için tavsiye edilen, sıcaklık veren besinlerden uzak
durmasıdır. Soğuk tabiatlı yiyeceklere yönelerek sıcaklığın artışını
engellemelidir. Kuru ve sıcak tabiatlı yiyeceklerle, soğuk ve rutubetli
yiyeceklerden uzak durmalıdır. Aksi halde sıcaklık tabiatı harekete geçecek ve
uzvu güçlendirecektir.
Katade,
Allah Teala'nın "Bize, gücümüz yetmeyeni yükleme" (Bakara/286)
ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Burada kasde-dilen, kuvvet cinsi münsebet
arzusudur. Feyyaz b. Nüceyh ise şöyle demiştir: Erkeğin tenasül uzvu
ayaklandığında, aklının üçte biri gider. İbni Abbas (ra) "Karanlık
göçtüğü zaman gecenin şerrinden.." (Felak/3) ayetinin tefsirini yaparken
şöyle demiştir: Burada kasdedilen erkek tenasül uzvunun faaliyete geçmesidir.
Bir ravi, bunu müsned olarak Allah Resulü'ne (sav) izafe etmiştir.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, kulağımın, gözümün,
dilimin, kalbimin ve menimin şerrinden Sana sığınırım" Allah Resulü'nün (sav) tahire hanımları,
O'nun vefatından sonra şehvetlerini bastırmak için sirke ve soğuk tabiatlı
yiyecekler yerlerdi.
Sufî
şeyhlerinden biri şunu anlatmıştır: Beşeri sıfatlarım, artık tahammül
edilemeyecek derecede güçlenmiş ve irademi zorlamaya başlamıştı. Bunu gidermesi
için sürekli Allah Teala'ya feryat ediyordum. Bir gece rüyamda bir adam
gördüm. Bana, 'Neyin var?" dedi. Ben de halimden serzenişte bulundum.
'Bana doğru ilerle' dedi. Onun Önüne gittim. Elini yüreğimin üzerine koydu.
Elinin soğukluğunu yüreğimde ve bütün bedenimde hissettim.
Ertesi sabah
uyandığımda, rahatsızlığımın düzeldiğini gördüm. Bu halim bir sene sürdü. Aynı
hal tekrar ve daha ağır olarak nüksetti. Allah Teala'ya feryad etmeye
başladım. Rüyamda aym şahıs yeniden geldi ve şöyle dedi: Bu halin sona ermesini
ve boynunu vurmamı ister misin? 'Evet' dedim. Bunun üzerine, 'Boynunu uzat*
dedi. Boynumu uzattığımda, nurdan bir kılıç çıkardı ve onunla boynumu vurdu.
Ertesi
sabah, şikayetçi olduğum halin düzeldiğini hissettim. Bu şekilde bir yıl geçti.
Eski halim yeniden nüksetti ve bastırılmaz bir cinsel arzuya kapıldım.
Yüreğimle gömleğimin arasından bir şahsın şöyle seslendiğini işittim: Yazıklar
olsun! Allah Teala'nın kaldırmak istemediği bir dürtüyü kaldırması için daha
kaç kez feryad ü figan edeceksin?! Onun bu azarı üzerine evlendim ve o hal beni
tamamen terketti, bir daha da nüksetmedi. Bu evlilik onun zürriye-tine ve
çocuk sahibi olmasına, .vesile oldu.
Kul,
açlığını unutup sürekli Allah Teala'yı andığı zaman meleklere benzemeye
başlar. Karnı tok olduğunda ise, arzu ve şehvetlerinin tasasıyla dolar. Bu
durumdaki kul, daha çok hayvanlara benzer. Geçmişler şöyle demişlerdir: Açlık
sahip olma, tokluk ise sahip olunmadır. Aç izzetli, tok ise zelildir. Açlık
tamamıyla izzet, tokluk ise tamamıyla zillettir. Selef-i Salih'ten bir zat
şöyle demiştir: Açlık ahiretin anahtarı ve zühdün kapısıdır. Tokluk ise,
dünyanın anahtarı ve tutkuların kapısıdır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her şeyin bir kapısı
vardır. İbadetin kapısı oruçtur". Meşhur bir hadiste de şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız".
Kalplerin,
beyinsel hastalıklardan azade olması, bedenlerin uz-vi hastalıklardan beri
olmasından çok daha hayırlıdır. Aişe (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Size açılıncaya kadar cennetin kapısına
vurmaya devam edin!' Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü! Cennetin kapısına
vurmaya nasıl devam edebiliriz?' diye sordum. 'Açlık ve susuzlukla'
buyurdu".
Ebu Said
el-Harraz, açlık ehlinin makamlarını; maksadları, vecdleri ve himmetleri
bakımından tasnif etmiştir. Cühdumi, Ah-med b. Şakir'den nakletti ki: Ebu Said
el-Harraz'ın şöyle dediğini işittim: Güvenilir alimlerimizden birinin
Abdülvahid b. Zeyd'i şunu rivayet ederken dinledim: O, Allah Teala üzerine
yemin ederek şöyle diyordu: Hiç bir Ademoğlu aç kalmaksızın seçilmez. Aç
kalmaksızın su üzerinde yürüyemez. Yeryüzü de aç kalmaksızın kendisi
için
dürülüvermez, O, övülen ve yüceltilen ahlak esasTâfirir sayarken de, bunlara
açlık çekmeksizin ulaşılamayacağını yemin ederek belirtmiştir. Ebu Said başka
bir vesilede şöyle demiştir: Açlık, insanlara asılmış bir yafta gibidir.
Çeşitli sebeplerden dolayı açlığa dahil olmak ve onunla amel etmek durumunda
kalmışlardır:
Kimi insan,
temiz ve pak bir şey bulamadığı için sahip olduğu vera'dan dolayı aç
kalmaktadır.
Kimisi temiz
ve pak bir şey bulduğu halde ahirette hesabının uzayacağı endişesinden dolayı
zühde meylederek ona el uzatmadığı için aç kalmış olabilir.
Kimi insan
da ibadetin lezzetine ulaştığı için, sürekli dinç ve tez canlı olabilmek
gayesiyle açlığı tercih etmiş, yeme içmeyi bu hali için engel olarak görmüş
olabilir.
Kimisi Allah
Teala'ya çok yakın bir dereceye yükselip kalbi haya duygusunun hakikatine
ermiş olabilir. Böyle bir kul, Allah Te-ala'nm kendisini her an gördüğünü
yakinen bilmektedir. Haya makamındaki bu kul, elleriyle yemek yerken,
lokmaları çiğnerken ve türlü içecekleri içerken Allah Teala'nın kendisini
gördüğünü bu halinin de O'nu rahatsız ettiğini düşünebilir. İlahi bakıştan
çekindiği için de açlığı tercih etmiş olabilir. Bunlara verilebilecek en güzel
misal, Ebu Bekir-i Sıddık'tır (ra).
Kimisi de
yemek ihtiyacını unutup zikre daldığı ve kendisini açık ve gizli zikirle
teselli ettiği için aç kalmış olabilir.
Ebu Said
el-Harraz (ra) şöyle demiştir: Hikmet ehlinden bir topluluk dediler ki: Allah
Teala, karnında dünyaya ait bir şey bulunan kimseyle konuşmaz. Bu, Allah
Teala'nın Musa'ya (as) dönük emrine de delalet etmektedir. Allah Teala onunla
konuşmak için, dünyadan arınmış, dünyevi nimetlere tamah etmeyen sükun bulmuş
bir nefs ve ruhani bir ruhu şart koşmuştur. Daima Diri olan Allah Teala, o
nefse kendi hayatı için can verir. İşte bu noktaya ulaşan kul, O'nun hitabına
muhatap olma konumuna yükselmiş olur. Bu makamdaki kul, tercüman veya rehbere
ihtiyaç duymaksızın O'nun Kelamı'na mazhar olur.
Hasan b.
Yahya İbni Mesruk'tan şunu nakletmişti: Bir gün Sehl b. Abdullah ile
karşılaşmıştım. Huzuruna girdiğimde çok sevindi ve beni öptü. O tam bir
kararlılık ve boyun eğmişlik içindeydi. Kendisine, 'Bu yola nasıl girdiğini ve
azık olarak neler düzdüğünü anlatmanı istiyorum' dedim. Şöyle cevap verdi: Her
yıl üç dirhem harcardım. Bunların biriyle hurma balı, biriyle yağ, biriyle de
pirinç unu alırdım. Sonra senede üçyüz altmış kez bunları karıştırıp pişirirdim.
Her gece bir öğünüm vardı vardı ve bu da iftarım olurdu. 'Peki şimdi ne
yapıyorsun?' diye sorduğumda ise şöyle karşılık verdi: Belli bir vakte ve
sınırlamaya gerek duymaksızın yiyorum.
Krallarla
ilgili olarak anlatılan kıssalardan birinde şöyle bir hadise anlatılmıştır;
Hind kralı Halife Mansur'a bir takım hediyeler göndermişti. Bunlardan biri de
filozof bir tabip idi. Halife Mansur bu değerli konuğunun çok güzel
ağırlanmasını ve kendisine ihsanda bulunulmasını emretti. Filozof onun
huzuruna çıktığında şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, size üç haslet getirdim ki
bütün krallar bu üçünde birbirleriyle yarışırlar. Biz de bunları, ancak onlar
için uygun görürüz. Mansur, 'Nedir onlar?' diye sordu.
Filozof
anlattı: Bunların ilki sakalınızı siyaha boyatmanızdır. Sakalınızın rengi asla
değişmemeli ve beyaz görünmemelidir. Halife, 'ikincisi nedir?' diye sordu.
Filozof, 'Size öyle bir ilaç vereceğim ki, onun sayesinde dilediğiniz kadar
yiyecek 'fakat şişmanlamayacaksınız, çok yemeniz size sıkıntı vermeyecek'
dedi. Mansur, 'Üçüncüsü nedir?' dedi. Filozof onu da anlattı: Cinsel
kudretinizi arttıracağım ve ilişkiniz çoğalacak. Dilediğiniz kadar münasebette
bulunsanız da bundan sıkılmayacaksınız ve ne gözünüz zayıflayacak, ne de
kuvvetiniz eksilecek!
Halîfe
Mansur filozofun anlattığı hasletler üzerinde bir müddet düşündü. Sonra başını
kaldırıp şöyle dedi: Seni daha akıllı biri sanmıştım! Şimdi 'meziyet'
dediklerine bakalım:
Sakalları
siyaha boyatmak, benim için gereksizdir. Çünkü bunda aldanma ve aldatma
sözkonusudur. Her şey bir yana sakallar-daki beyazlık heybet ve vakar
ifadesidir. Allah Teala'nın bana nasip ettiği o nurları siyahın zulmetiyle
değiştirmem sözkonusu bile olamaz.
Beslenme
konusunda söylediklerine gelince, Allah'a andolsun ki aç gözlü biri değilim ve
daha fazla yemek yemeye ihtiyacım yok. Çünkü çok yemek vücudu ağırlaştırıp
olaylarla ilgilenmeme mani olacağı gibi sık sık tuvalete gitmemden başka bir
şeye de yaramaz. Tuvalette ise sevmediğim şeyleri görmekten ve hoşlanmadığım
sesleri işitmekten başka bir şey yoktur,.
Kadınlar
hakkında söylediklerine gelince, cinsi münasebet aklın yitirildiği anlardan
biridir. Benim gibi bir halifenin, genç bir kızın önünde diz çökmesi kadar
çirkin bir şey olabilir mi?
Şimdi
kınanmış ve kovulmuş olarak kralına dön! Senin getirdiklerine ihtiyacım yok!
Sülük yoluna
yeni girenlerden biri şunu anlatmıştır: Kasım el-Cû'i'ye giderek zühdün ne
olduğunu sordum. 'Zühdün neyini soruyorsun?' dedi. 'Dediler ki zühd, ümidi kısa
tutmaktır1 dedim. 'Zühd konusunda duydukların nedir?' diye sordu. Ben de,
'Zühdün mal biriktirmeyi terketmek olduğunu söylediler1 dedim. 'Güzel, başka?'
dedi. Ben de zühdle ilgili olarak bütün duyduklarımı ona anlattım. Sükut ederek
beni dinledi. En sonunda, Teki zühd hakkında sen ne diyorsun?' dedim. Şöyle
cevap verdi: Mide, kulun dünyasıdır. Kul, midesine sahip olabildiği ölçüde
zühde sahip olur. Midesi ona sahip olduğu ölçüde de, dünya ona sahip olur!
Ümmetimizin
hikmet sahiplerinden Vehb b. Münebbih de bu anlamda şöyle demiştir: Her şeyin
iki ucu ve bir ortası vardır. Her hangi bir şeyi tek ucundan tuttuğunuzda diğer
taraf sarkar. Ortasından tuttuğunuzda ise dengede durur. Aynı şekilde mide de,
uzuvların tam ortasmdadır. Onu iyi tuttuğunuzda uçlar da dengede olur. Vücudun
uçları ise, işitme, görme, konuşma organları ile avret mahalli ve ayaklardan
oluşur.
Şeyhimiz
İbni Salim de (ra) benzer manada şöyle demişti: Mideye, arzu ettiği doygunluğu
verirsen, diğer uzuvlar kendi arzularının da gerçekleştirilmesini
isteyeceklerdir. Bu durumda iyice azacak olan nefs de sizi helake
sürükleyecektir. Midenin arzu ettiği doygunluğu tam vermediğiniz de diğer
uzuvlar da, verdiklerinizle yetineceklerdir. Bu da kalbinizin istikamet
bulmasına vesile olacaktır.
Bişr b.
el-Hars (ra) hastalanmıştı. Tabip Abdurrahman'a kendisine iyi gelecek
yiyecekleri tavsiye etmesini rica etti. Abdurrahman da ona şöyle dedi: Benden
yiyecek tavsiye etmemi istiyorsun, ama söylediğimde onları yemeyi
reddedeceksin! Bişr ısrar ederek 'Sen hele bir söyle de bileyim' dedi. Bunun
üzerine Abdurrahman tavsiyelerine başladı: Vücudunun düzelmesi ve tekrar eski
sıhhatini kazanması için şu üçü gerekir: Mayhoş meşrubat içmen, ayva emmen ve
bunların ardından isfîza yemen.
Bişr (ra),
'Mayhoş meşrubattan daha ucuz olup onun yerini tutacak bir şey biliyor musun?'
diye sordu. Abdurrahman, 'Hayır1 dedi. Bişr, 'Ben biliyorum' dedi. Abdurrahman
ne olduğunu sorunca da, 'Sirkeyle karıştırılmış hindiba' dedi. Ardından, 'Peki
ayvanın yerini alacak ve ondan daha ucuz bir şey biliyor musun?' dedi. Abdurrahman,
'Hayır1 deyince, 'Şam harnubu' dedi. 'Peki, isfizadan daha ucuz olup onun
yerini alacak bir şey biliyor musun' diye sordu. Abdurrahman yine 'Hayır1
deyince 'Ben biliyorum1 dedi. Abdurrahman, 'Nedir?' diye sordu. O da 'İnek
yağından çıkan ekşi su' dedi.
Bu
konuşmanın ardından Abdurrahman şöyle dedi: Tıbbı benden daha iyi biliyorsun,
bana niye soruyorsun ki?
Kul aç iken
cinsi münasebeti arzu ederse yemek yememesi daha doğru olur. Böylelikle,
nefsinin iki arzusunu birden karşılamamış olur. Cinsi münasebet arzusu,
namusunu muhafaza etme gibi ulvi bir gayeye dayanıyor olabilir. Nefsin yemek
arzusu ise, münasebete kadar rahatlamak içindir. Yemekle münasebeti birleştirmek,
iki şehveti birden tatmin etmektir. Bu ise, nefsi güçlendirecek ve
alışkanlığını körükleyecektir.
Kul, yemeğin
ardından uyumamahdır. Böyle yapması halinde gaflet hallerinden ikisine birden
düşmüş olur. Bu da kaygısızlığa ve kalbin katılaşmasına yol açar. Yemekten
sonra namaz kılmak, oturup zikretmek gibi bir amelde bulunmalıdır. Bu,
yemekten dolayı gereken şükür haline daha uygundur. Bu meyanda Allah
Resu-lü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeğinizi namaz
ve zikir ile eritin! (Yemekten sonra) uyumayın, yoksa kalpleriniz
katılaşır".
Yemekten
sonra kılınacak namazın asgari haddi dört rekattir. Bundan sonra da yüz
tesbihatta bulunur. Her yemeğin ardından Kui^an'dan bir cüz okumak güzeldir.
Süfyan-ı Sevri (ra) karnının dolyduğu geceyi ibadet ile ihya eder, doyduğu günü
ise namaz ve zikirle geçirirdi. O, bu halini şöyle misallendirirdi: Zenci
doydu onu çalıştırın! Merkep doydu onu koşturun! O, açlık anında çok daha rahat
görünürdü.
Bu yolu
seçenler, ayda iki kez et ve yağlı yemek yemelidirler. Dört kez yemelerinde de
bir mahzur yoktur. Selef-i Salih de böyle yaparlardı. Ali'nin (kv) şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Kırk gün boyunca et yemeyi terkeden kimsenin ahlakı
bozulur. Kırk gün sürekli et yiyenin de kalbi katılaşır. O, devamlı surette et
yemekten sakındınrdı. Etin de şarap gibi bağımlılık yaptığı söylenmiştir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) Abadanlılar arasında yemeği azaltmakla tanınan zevata şöyle
demiştir: Akıllarınızı muhafaza edin. Onları yağ ve yağlı etle buluşturun.
Çünkü Allah Teala'nın hiç bir velisi eksik akıllı değildir.
Mürid tatlı
veya meyva türünden bir şeyler yemek istediği zaman, bunları günlük ekmeğine
karşılık olarak yemeli ve bununla açlık haline ara vermelidir. Yediği tatlı ve
meyvalar, vücudunun yemeğe ihtiyacı olduğunda kendisine destek olacaktır. Ama
meyva yemeye alışmamalıdır. Çünkü bunda hem alışkanlık, hem de arzunun bir
araya gelmesi sözkonusudur. Böyle yaptığı takdirde çabuk usanmaya
başlayacaktır. Ekmek dışındaki yiyeceklerden bir veya iki kez tam doyduğu
zaman, açlığı terketmeye yönelmesi veya arzusuna teslim olması sözkonusu
olabilir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra), şeyhimiz İbni Salim'i (ra) elinde ekmek ve hurma ile görmüş ve
şöyle demiştir: Yemeğe hurma ile başla. Eğer yeterse tamamdır. Aksi halde
ihtiyacın kadar da ekmek yersin. Çünkü hurma mübarektir. Ekmek ise,
uğursuzluktur. Bununla kasdettiği, Adem'in (as) cennetten çıkarılışına ekmeğin
sebep-olmasıydı.
Hurmanın
bereketi ise şundan kaynaklanmaktadır: Allah Teala KuVan-ı Kerimede kelime-i
tevhidi hurma ağacına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi AUah
Teala nasıl bir benzetme yaptı? Güzel söz (kelime-i tevhid), kökü yerin
derinliklerinde sabit, dallan ise göğe uzanmış bir ağaç gibidir ki Rabbinin
izniyle her zaman meyvesini verir". (Ibrahim/24-25) İbni Abbas (ra),
ayette geçen 'güzel söz' ile kelime-i tevhidin kasdedildiğini söylemiş, güzel
bir ağaç olan hurma ağacı gibi bu 'söz'den daha tatlı bir söz bulunmadığını
beyan etmiştir.
Meyveler
içinde, hurmadan daha tatlısı yoktur. Allah Resulü (sav) de, yumuşaklığı, tadı,
kuvveti ve kökünün sağlamlığı bakımından mümini hurma ağacına benzetmiş ve
şöyle buyurmuştur: '"Yaprağının dökülmemesi bakımından mümin gibidir [40][40]
Sehl (ra)
şöyle demiştir: Yiyecek bakımından sırf ekmeğe bağımlı olmazsan, senin için
daha hayırlı olur. Onun bu sözle vermek istediği mesaj, ekmeğin de zaman içinde
nefs tarafından ısrarla aranan bir bağımlılık doğurması endişesidir. Bu tür bir
endişeye mahal vermemek için yemeği çeşitlendirmekte yarar vardır. Bunu Ebu
Bekir b. Cela'ya aktardığımda, ondan hoşlanmış ve bu sözün hikmet ehline ait
olduğunu belirtmiştir. Bu, onun haline de uygun düşmekteydi.
Mürid, gıda
ve yiyecekler arasında herhangi birinin kendisi için adet ve alışkanlık haline
gelmesinden, kalbinin ona meyletmesinden, canının onu çekmesinden emin
olamayabilir. Bu durumdaki kul, işe yeni başlamış, nefsin tuzak ve oyunlarından
habersiz biri olabilir. Böyle bir kul, nefsin afet ve tuzaklarım idrak
edemeyeceği için o tür yiyecekleri terketmesi kendisi için daha hayırlıdır. O,
bu tür bir yiyeceği Allah rızası için ve nefeine uyma endişesi ile
terketmelidir. Nefsi onu arzu eder ve onu yemek isterse, sırf o yiyecek
yüzünden kötülük kapılarından birini açmış ve dinini onunla değişmiş olur.
Kul,
herhangi bir yiyeceğe bağımlılık derecesinde düşkünlük gösterdiği zaman, bunun
için tevbe etmeye de muktedir olamayabilir. Çünkü o, arzularına uymak
suretiyle şüphelere dalmış olacaktır. Çünkü alışkanlık (=âdet), Allah
Teala'nın akılları mağlup eden bir askeridir. Aynı şekilde bağımlılık (=ibtilâ)
da, Allah Teala'nın ilmi çiğneyip ezen güçlerinden biridir. Böylesi durumlarda
kulun istikamet bulması mümkün olmaz.
Adet ve
alışkanlıklar olmasa, insanların hemen hepsi tevbekâr olurdu. Bağımlılıklar
olmasaydı, tevbekârlar da istikamet üzere olmayı başarırlardı.
Bütün bunlar
çerçevesinde kula düşen; helal ve temiz olsalar dahi nefsin alışkanlık ve
bağımlılığına konu olan yiyecek ve içecekleri terketmektir. Alışkanlıkları
sürekli arama noktasında nefsinden endişe etmeli, onun afet türü iddialarından
sakınmalıdır. Bunları yaparken de, yukarıda zikrettiğimiz çerçevede kalbinin
İslahı ve nefsinin teskini için gayret etmelidir. Böylelikle nefsi kendisine
sahip olmadan o ona sahip olacak ve kendisini helak etmelerine fırsat vermeden
alışkanlıklarını terketmiş olacaktır. Alışkanlık ve bağımlılıklarım terketmek
suretiyle beşeri tabiatı ve arzularını yenmeyi de başaracaktır. Aksi takdirde
o ikisine mağlup olması kaçınılmazdır.
Hikmet
ehlinden biri şöyle demiştir: İhtiyaçlarımın çoğunu, onları terketmek
suretiyle gideririm. Bu, nefsim için de daha rahatlatıcı olur. Başka biri ise
şöyle demiştir: Arzularımı tatmin için birinden bir ödünç isteyeceğim zaman,
nefsimden istemeyi yeğler ve o arzudan uzaklaşırım. Nefsim, en iyi
alacaklımdır. Böylesi durumlarda nefsin arzularını terketmek ve ona mani
olmak, nefs için de gıda olur. Almak ve yemek nasıl alışkanlık ise, terketmek
ve bırakmak da alışkanlık haline gelir. Bu ise, kalbini düzeltmesine ve halini
bu şekilde edevam ettirmesine yardımcı olur.
İbrahim b.
Edhem dostlarından yiyecek bir şey istediğinde, eğer 'Pahalı' derlerse şöyle
derdi: Onu almayarak ucuzlatın! Ediplerden biri de bu anlamda şöyle bir mısra
söylemiştir:
Bir şey bana
pahalı geldiğinde onu terkederim, Pahalı olan da böylelikle çok daha ucuz olur.
Bu durumdaki
kul, arzu ve şehvetleri Allah rızası için terketmiş, Allah Teala'nm âmil
kullarından biri olur. Selef-i Salih'ten bir topluluk da Allah Teala'ya bu
yoldan ulaşmaya çalışırlardı. Sayı bakımından giderek azalan bu insanların
tuttukları yol da artık tamamen ortadan kalkmıştır. Onların ardından gelen
ulema ise, arzularının peşine düşmüş ve bu sebeple de yukarıda anlattımız makamlara
yerleştirilmemişlerdir. Onlar bu yollara asla girmemişlerdir. Arzu ve
şehvetlerin terki hakkında hiç konuşmamışlardır. Bu gibi olumsuz sebeplerden
dolayı da anılan yoldan eser kalmamış,izleri bile tamamen silinmiştir. Yolun
salikleri kalmadığı için, artık bilinmeyen bir yol haline gelmiştir. Kim bu
yola girer ve onun icaplarını yerine getirirse onu meydana çıkarmış olur. Onu
meydana çıkaran da o yolun ilk ehlini ihya etmiş sayılır.
Alimlerimizden
biri Basralı müridândan birinden şunu naklet-nıişti: Nefsim pirinç unundan
yapılmış ekmek ve balık yemek konusunda benimle çekişmeye başlamıştı. İsteğini
yerine getirme-dim. Bunun üzerine isteği güçlenmeye ve ısrarı artmaya başladı.
î Yirmi sene boyunca bu arzuya teslim olmamak için onunla cihadettim.
Bunu
nakleden alimimiz şöyle dedi: Bu mürid vefat ettikten sonra kendisini rüyamda
gördüm ve 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. Şöyle karşılık verdi:
Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Öyle bir izzet-i ikramla karşılaştım ki tarif
edemem. Beni karşıladıklarında ilk sundukları, pirinç unundan yapılmış ekmek
ve balık oldu. Dilediğin kadar ye, afiyet olsun, dediler.
ÂlîarTTfeaîâ
da bu fneyanda şöyle buyurmuştur: "Kendilerine şöyle denir: Geçmiş
günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle yiyin, için!"
(Hakka/24) Ayette bahsedilen kimseler, dünya hayatında terkettikleri arzu ve
şehvetlerden dolayı ahiret yurdunun tükenmez rızıklarım haketmiş
bulunmaktadırlar. Onlar, dünya hayatlarında açlık ve susuzluğu tercih
ettikleri için, Allah Teala da onları yiyecek ve içecekle karşılamıştır.
Her amelin,
ahirette kendi türünden bir karşılığı olduğu söylenmiştir. Bu anlamda Seri es-Sekatî
şöyle demiştir: Otuz senedir deve budunu hurma balına batırıp yemek istiyorum.
Ama her seferinde de nefsimin bu isteği gerçekleştirmesine engel oluyorum.
Ebu Süleyman
ed-Darani de şöyle demiştir: Nefsin arzularından birini terketmek, kalp için
bir sene oruç tutup gece namazı kılmaktan daha yararlıdır. Yie o başka bir
vesilede şöyle demiştir: Akşam yemeğimden bir lokma eksiltmem, bir geceyi
ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde yemeği
azaltma ve bedeni hafifletmenin tercihi sözkonusudur. Bunun bir diğer sebebi,
tokluğa alışma korkusu da olabilir.
Ebu Bekir b.
Celaşöyle demişti: Öyle birini biliyorum ki nefsi kendisine şöyle diyor: Senin
hatırın için on günlük açlığa tahammül ederim. Ama ardından bana istediklerimi
yedireceksin. O da nefsine şöyle karşılık verir: Senin on günlük açlığa
tahammül etmeni istemiyorum. Arzuladığın şeyi terket, o bana yeter! __ - _.
Ablamın biri
bana şöyle demişti: Rüyamda Allah Resulü'nü (sâv) gördüm. Kolumu kırbaçlamaya
başladı. Bir yandan da şöyle diyordu: Bu kadar acıkacak neyin vardı? Ama bana,
açlığı terket buyur-madı. Eğer buyursaydı, belki de açlık halini terkederdim.
Bu zat, bütün arzu ve şehvetleri terketmiş, otuz yıl sırf ekmek yemişti.
Cüneyd (ra)
şöyle derdi: Onlardan biri namaza durduğu zaman, kendisiyle Allah Teala arasına
yemek dolu bir zenbil koyarak Rab-bine yakarışın tadına varmak ya da hitab-ı
ilahiyi işitmek isterdi. İnsan karnı, kirişleri olan bir uda benzer. Ondan
çıkan sesin güzelliği, hafiflik ve inceliğinden kaynaklanır. Ud, içi boş
olduğu için güzel bir ses çıkartır. İçi dolu olduğunda ağır olur ve durduğu yerde
hiçbir ses çıkarmaz. İnsanın içi de böyledir ve boş olması, kalp için daha
güzel ve hoş olur. Karnı boş olarak Kur"an okuyan kimsenin tilaveti daha
güzel, kıyamı daha devamlı ve uykusu daha hafif olur. _
...--"'
Cüneyd'in
(ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: UtSe~eFGulam, Abdülvahid b. Zeyd'e şunu
Söylemişti: Falan zat, kalbinde öyle bir noktadan bahsetti ki ne olduğunu bir
türlü anlayamadım. Abdülvahid ona şöyle dedi: O zat, hurma yemez. Sen ise
hurma yiyorsun. Utbe, 'Eğer hurma yemeyi bırakıp onun yediklerini yersem ben de
o noktayı görebilir miyim?' dedi. O da, 'Evet, belki başka noktaları bile
görebilirsin' dedi. Utbe, onun bu sözü üzerine ağlamaya başladı. Dostlarından
biri şöyle dedi: Allah gözyaşlarını durdurmasın! Yoksa hurma için mi
ağlıyorsun? Abdülvahid araya girerek, 'Onu kendi haline bırakın, nefsi hurma
yemeyi bırakma hususundaki ih-lasını gördüğü için ona acı çektiriyor. O bir
şeyi terkettiği zaman bir daha ona asla yanaşmaz!' dedi.
Şeyhlerimizden
biri sıcak ekmek yerdi. Çünkü sıcak ekmekten zevk ve lezzet alırdı. Uzun yıllar
bu adeti üzere devam etti. Nihayet bu alışkanlığından dolayı kınandı. O da
şöyle dedi: Nefsim yirmi sene de sıcak ekmek yemeye tamah etse, bundan sonra
asla yemem. O da muhtemelen nefsindeki arzunun şiddetinden, nefs ciha-dındaki
kararlılığı ve nefsinin bu kararlılığı iyi bilmesinden dolayı ağlardı. Nefsi,
verdiği söze sonuna kadar bağlı olacağını ve o lezzetten ilelebed ümit kesmesi
gerektiğini iyi bilirdi. Bu ebedi mahrumiyet de, onun gözyaşları dökmesine
sebep olurdu.
Arzu ve
şehvetler sınırsızdır. Halbuki kuvvet gibi ilim de belli sınırlara sahiptir.
Nice düşük arzular vardır ki, çok ulvi mertebelere mani olmuştur. Eğer
arzulara gem vurmaz ve onları iyice bastır-mazsanız, rağbet edeceğiniz şeylerin
en başta gelenini sunarlar. Arzu ve şehvetlerinizin ardının gelmesi
beklentisiyle tevbeyi ihmal etmeyin. Çünkü nefsani arzu ve şehvetlerin,
melekleri görünceye kadar duracakları son nokta yoktur. Ancak o noktada
kaybolup giderler. Arzu ettiklerinizi yediğiniz zaman, onlara karşı istekli olmayın.
Onalara karşı istekli olduğunuzda onları sevmeyin.
Eskiler
şöyle demişlerdir: Ekmeğin üstünde yenen her şey hatta tuz bile arzu ve
şehvetin eseridir. Biri daha ileri giderek şöyle demiştir: Ekmek, arzuların en
büyüklerinden biridir! Ekmeğin dışındakiler meyve türünden olup tad almak için
yenilen gıdalardır. Rivayete göre Ibni Ömer (ra) şöyle demiştir: Ekmekle
beraber bir meyve yenecekse, Irak'tan gelen meyveler bizim için ekmekten daha
sevimlidir. Ekmek ise, canın azığıdır.
Allah Teala,
fakir kulları için azığın orta karar olanım takdir etmiştir ki bu da ekmek ve
süttür. Besinlerin üst sınırı et ve tatlıdır. Alt sınırı ise tuz ve sirkedir.
Allah Teala, yemeğin en üst sınırını emretmemiştir. Çünkü bu zenginlere sıkıntı
verecektir. Alt sınırını da emretmemiştir. Bu da fakirlere zor gelecektir. Bu
nedenle de, bu ikisinin ortasını emrederek bir söz sahibinin ağzından şöyle
buyurmuştur: "Kendi ailelerinize yedirdiklerinizin ortalamasından yedirmeniz".
(Maide/89) Buradaki ortalama da, yukarıda işaret ettiğimiz yiyeceklerdir.
Buraya kadar
anlattıklarımız çerçevesinde, her hangi bir kul değişik tad ve lezzetlere
bağımlı olduğu zaman bunu saklamayıp açığa vurmalıdır. Onları bizzat kendisi
satın almalı ve halktan gizlememelidir. Bu, ihlas ve samimiyetinin ifadesidir.
Selef-i Salih de böyle davranırlardı. Amellerde yeterince mücahede edemiyor
olsa da, halini olduğu gibi göstermede dürüst (=sıdku'l-hâl) olmalıdır. Eğer
dürüst değilse, en azından kendi yalanında dürüst olmalıdır. Çünkü yalanda
doğruluk, iki doğruluktan biridir.
Yalanı
gizlemek, eksiltmek ve aksini göstermeye çalışmak, bir değil iki yalan sayılır.
Böyle biri, kusurlu olduğu halde kâmil gibi görünmeye çalışmaktadır. Günah
içinde olduğu halde, masum havasına bürünmektedir. Bununki yalan üstüne
yalandır. Bu sebeple de ilahi gazabı iki kez çekmektedir.
Allah
Teala'nın münafıklara buğzetmesinin ardındaki hakikat da budur. Onlara dönük
öfkesi iki kattır. Bu yüzdendir ki onlar için iki kez tevbe etmeyi farz kılmış
ve iki şart koşmuştur. O bu meyan-da şöyle buyurmaktadır: "Şu kesindir ki
münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir
yardımcı da bulamazlar". (Nisa/145)
Bu ayete
göre münafıklar, kafirlerin bile altında yer almaktadırlar. Bunun sebebi,
kafirin bulunduğu halde dürüst ve samimi olmasıdır. Onun içi dışı birdir.
Münafik ise, inkar etmesine rağmen imana şirk koşmaktadır. İçi dışından
farklıdır. Allah Teala'nın kalbini görmesi tehlikesini hafife alıp insanların
tepkisinden çekinmiştir. Allah Teala da onu aşağılamada daha ileri giderek bu
halinden kurtulabilmesi için iki kez tevbe etmesini şart koşmuştur. Bu meyanda
da şöyle buyurmuştur: "Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler ve Allah'a
sımsıkı sarılanlar ve bütün samimiyetleriyle sırf Allah'a itaat edenler
müstesna". (Nisa/146)
Bu tarz bir
imtihan, Allah Teala'yı layıkıyla bilenler için sözko-nusu olamaz. O'nu iyice
akledenler de böyle bir aşağılamayla sınanmazlar. Kul, bir takıl lezzet ve
arzulara düşkünlükle imtihan edilse de Rabbine hamdetmeyi bırakmamalıdır. Arif
olanlar, bir takım günahlarla imtihan edildikleri halde, insanlara gösteriş
yapmakla sınanmazlar.
Selef-i
Salih bu konuda iki yoldan birini tutmuştur: İlki, nefsle cihad etme ve
arzuları terketme yoludur. Bazıları daha emin buldukları için bu hallerim
gizler, bazıları da açığa vururlardı. Hallerini açığa vuranlar, daha ziyade
niyetlerinin sağlamlığından emin olan kimselerdi
Diğer yol
ise, ulemadan bir topluluğun takip ettikleri bir yoldu. Bu alimler, türlü
yemekleri yer ve bu konuda kısıtlama yapmazlardı. Bulduklarını yiyen bu
kimseler, bunu halkın gözü Önünde yaparak nefslerini utandırmaya çalışırlardı.
Eğer ilk
yola giremiyorsanız, o zaman ikinci yola girin. Bu, haliniz için daha
güvenlidir.
Kul, çeşitli
yemekleri gizli gizli yiyor ve bunu insanlardan saklıyor, hatta bunun aksi bir
görüntü vermeye çalışıp zahidlik taslıyorsa, şunu bilmek gerekir ki bu, yakini
iman sahiplerine yakışan bir yol değildir. Dürüst sadıklar da böyle bir yola
sapmaya tevessül etmezler. Bu yolu tercih edenler, doğru yollardan ayrılarak
helak yollarına sapmış olurlar. Rehbersiz yollardan sakının! Aksi halde dar
boğazlarda şaşırıp kalırsınız.
îsraiîiyat
kaynaklarında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: İsrarla-ğullarmdan bir abid,
seyahatinde belli bir ailenin arazisine ulaşmıştı. Arazinin ortasında, gelip
geçenlerin girdikleri bir yol gördü. Kendi kendine, 'Bu başka insanlara ait bir
arazi, bu yola nasıl girerim?' diye konuştu. Ama araziye girmeden çevresini
dolaşmak da zahmetli görünüyordu. 'Herkesin gelip geçtiği bir yol, ben de
geç-sem ne olur ki?' dedi ve şahıs arazisinin ortasından geçti.
Oradan
ayrıldıktan bir süre sonra bu günahından dolayı cezalandırıldı. Ama günahını
unutmuştu. Hangi günahtan dolayı cezalandırıldığını bilmek istiyordu. Neden
sonra kendisine şöyle denildi: Geçmemen gereken bir yoldan geçtin. Arazinin
sahiplerinin iznini almaksızın özel araziden geçtin. İşlediğin günah buydu! O
zaman günahını hatırladı ve şöyle dedi: Allahım! Sana özrümü sunuyorum, ben
oranın halk tarafından kullanılan bir yol olduğunu düşünmüştüm.
Allah Teala
da ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu: Zalimler ne yol tuttularsa, onu Bana
ulaştıran bir yola çeviriyorsun. Aldanışa kapılarak zalimlerin gittikleri yola
giren kimse bu yaptığında mazur görülemez! Allah Teala bu vahyinden sonra o
abidi şaşkınh-iğa itti. Abid, düştüğü bu şaşkınlık halinde helak oldu ve
kendisine uyanları da helak etti.
___
Anlaşıldığı
üzere yukarıda izah ettiğimiz yol, insanlara şirin görünmeye çalışan, cahil ve
dar kafalı kimselerin girecekleri bir yoldur. O, arzu ve şehvetleri terkettiği
havası uyandırarak insanların takdirini kazanmak ister. Halbuki kendi iç
dünyasında vecd bakımından karanlıkta, yakin bakımından zaaftadır. Gözlerden
ırak olması da bu halini değiştirmez.
Selef-i
Salih arasındaki dürüst insanlar, canlarının çektiği yiyecekleri bizzat
kendileri satın alır ve evlerinde de insanların görebilecekleri yerlere
koyarlardı. Diğer insanlara rağbet ehlinden olduklarını göstermekten
çekinmezlerdi. Böyle davranmaları sebebiyle Allah katında da zahidlerden
sayılmaları muhtemeldir. Onlar bu tür yiyecekleri yemek suretiyle kendilerini
cahiller nezdinde aşağıda göstermek ve bu sayede gerçek hallerini gizlemek
niyetine sahiptiler. Böyle davranmak suretiyle gaflet ehlinin gıpta dolu bakış
ve ilgilerinden azade olarak yakin makamlarım hızla geçer ve Mahbub ile birçok
muamelede bulunurlardı.
Selefin bu
kesimi, eşyada zühd sahibi zevattan oluşurdu. Ama onlar, zühdlerini en ileri
derecede gizlemeye çalışırlardı. Zühdü gizlemede varılabilecek en ileri
derece, onun aksini izhar etmek ve zühde konu olan şeylere düşkünlük
göstermektir. Onlar, halkın zannettiğinin aksine satın aldıkları şeyleri
kullanmaz ve yemezlerdi.
Dikkat
edilirse bu, nefsle cihad etmekten daha çetin bir uğraştır. Çünkü burada nefse
iki ağırlık yüklenmektedir: İlki satın alınan şeyden yararlanamamak, ikincisi
de buna rağmen insanların gözünde derece kaybetmektir. Nefs, bir yandan satın
alınan yiyecek veya eşyayı yeme veya kullanma zevkinden mahrum olmakta, bir
yandan da gösterdiği zühde rağmen halk nezdinde itibar kaybetmektedir. Bir
anlamda sabır kâsesini iki kez yudumlamaktadır. Bu; arzu ve şehvetler
noktasında dürüstlük gösteren sadıkların ve sağlam irade sahiplerinin halidir.
Bu, bir bakıma gerçek zahidlere yakışan bir haldir.
Konuyla
ilgili bir diğer mesele, bağış (='atâ) meselesidir. Ulemadan bazıları bu tür
bağışları açıktan alır ve gizli olarak dağıtırlardı. Bağışları almak,
itibarlarını gölgeleyen bir davranıştı. Çünkü bunda dünya malına rağbet etme
düşüncesi sözkonusuydu. Halbuki onu dağıtmada, gizli bir amel sözkonusu idi.
Bağışı açıktan kabul etme, onu reddetmenin sağlayacağı itibarı ortadan
kaldırmaktadır. Aldıktan sonra dağıtmak ise, o parayla yapılabilecek zevkten
mahrum olmak anlamına gelmektedir. Bu, nefse çok ağır gelen bir davranıştır.
Zühd ulemasının izledikleri yol buydu. Bu yola kimseler, onun yardımıyla
sıddıklar makamına bile yükselebilirler. Ama bu da, artık körelmiş bir yoldur.
Zamanımızda
bu yolun izi dahi kalmamıştır. Ona girenler, ancak birebir öğrenenlerdir.
Kari'ler ve
fakihler tarafından en fazla çiğnenen, yapmacıklık ve insanlara şirin görünme
gibi maksadlara götüren yollardır.
Cafer-i
Sadık'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana bir şehvet musallat
olduğunda derhal nefsime bakarım. Eğer onu arzuladığını gösterirse o şehveti
gidermesine izin veririm. Böyle yapmak, mani olmaktan daha hayırlıdır. Eğer
onu arzuladığını gizler ve istemediğini ima ederse, onu mani olmakla
cezalandırır ve o şehveti tatmasına asla müsaade etmem.
Bu sözün açıklaması
şöyle yapılmıştır: Nefsin herhangi bir şehveti arzu ettiğini açıkça
göstermesi, onu tadan biri olarak tanınmayı önemsememesinden kaynaklanır. O,
din sahipleri nezdinde böyle bir şehveti tadıyor olarak bilinmek istediği için
arzusunu açıklamaktadır. Bir şehveti tatmayı arzu etmediğini ima etmesi ise,
onu tadıyor olmakla tanınmak istememesinden dolayıdır. O, bu lezzeti tadanlar
arasında görünmekten hoşlanmaması böyle davranmasına yol açmaktadır.
Cafer-i
Sadık da (ra), nefse verilecek en güzel cezanın, sözkonusu şehveti terketmek
olduğunu bildirmiştir. Çünkü nefsin arzu ettiği bir şehveti, başka şehvetleri
için terketmesi, ardından da onu terkeden bir nefs olarak tanınmak istememesi
bütün şehvetlerin anasıdır. Bu durumdaki nefs, hoşlanmadığı durumdan daha beter
bir hale düşmüş olur. Kendisine bakılması ve halk tarafından övülmesi arzusunu
tatması, nefs için yenilebilir bir lezzeti terketmek-ten aldığı hazdan çok daha
büyüktür. Bu duruma 'Gizli Şehvet' (=şehvet-i hafiyye) denilmiştir.
Konuyla ilgili
bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Ümmetim için en çok endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir".[41][41]
Riya; genellikle amellerde görülürken 'gizli şehvet', arzu ve şehvetleri
terketmekle tanınma ve bu şekilde nitelenme arzusudur.
Alimlerden
birine, zahidlerden biri hakkında soru sorulmuştu. Alim sükut etti. Soru
sahibi, 'Onunla ilgili sakıncalı bir husus biliyor musunuz?' dedi. Bu ısrar
üzerine alim şöyle dedi: Onunla ilgili olarak sakıncalı ve çirkin olarak
bildiğim tek husus; yalnız başına iken yediklerini, halk içinde yememesidir.
Bildiğim tek kusuru budur.
Bu,
gerçekten de önemli bir kusurdur. Çünkü sıdk sahipleri, halk içinde yediklerini
yalnız başlarına iken yemezlerdi. Görüldüğü gibi onlar, yukarıdaki zahidin
yaptığının tam tersini yapmaktaydılar. Kul, iki tür yemekle karşılaştığında
hafif olanı tercih eder, ihtiyacı kadarını ondan karşılamalıdır. Böylelikle
ağır olanı yemekten kurtulmuş olur. Ehli dünya ise, ağır yemekleri,
hafiflerine tercih ederler. Böylelikle daha fazla yemiş ve şehvetlerinin
azmasına katkıda bulunmuş olurlar.
Ariflerden
biri mideyi ceviz çuvalına benzetmiştir. Çuvalda ceviz alacak yer kalmayınca
boşluklara susam doldurmaya girişebilirsiniz. Böylelikle çuvalın boş kısımları
da susamla dolmuş olur. Mide de çuvala benzer. Ağır bir yemeğin arkasından
hafif şeylerle doldurduğunuzda şehvetler yerlerini almaya başlarlar. Doyma halinden
sonra, öncekine göre çok daha sağlam ve kuvvetli olurlar.
Araplar,
yemeğin bu tarzım ayıplar ve asla böyle yemezlerdi. Yemekte izledikleri adet;
genellikle etle başlayıp tiritle devam etmekti. Iraklılar5! kınamak isteyen
biri Nabatiler*den birine şöyle demişti: Yoksa sen de, yemeğe kebaptan önce
tiritle başlayanlardan mısın?
Müridin
önüne konulan iki yemek, hüküm bakımından eşit olduklarında veya müridin daha
iyi olanı bırakma yönünde bir niyeti bulunmadığında; eğer yemek arzusunu
terketmiş ve bunun ardından kendisine ikramda bulunulmuş, kendisi de niyeti
üzere sabit ise iki yemekten daha aşağı olanı yemişinde bir mahzur yoktur.
Sıdk
ehlinden bir zat, kendi başına olduğu zaman lezzetli yemekleri terkeder ama
halk içinde bir ikramda bulunulduğunda, bakışların üzerine yönelmemesi ve
övgücülerin kalplerinin kendisine çevrilmemesi için hafifçe atıştırırdı.
Ebu Süleyman
ed-Darani bu konuda şöyle demiştir: İnsanların arasında iken lezzetli bir yemek
ikram edildiğinde onu yemeyen biri olsanız dahi hafifçe alın ve nefsinizin tam
olarak doymasına izin vermeyin. Böylelikle nefsinizin övülme arzusunu kursağına
tıkamış ve az bir şey yiyerek tadını damağında bırakmış olursunuz.
Müridin
böyle yapması daha doğrudur. Çünkü Ebu Süleyman'ın bu durumdaki müridle ilgili
şöhret arzusu yönündeki endişesi, gayet yerindedir. Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi kendisine ikram edilen bir yemeği açıkça reddeden kimse, bundan
dolayı üstün sayılma gibi daha tehlikeli bir arzuyu tatmin etme konumuna
düşebilir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere şehvetin bu türü, bütün şehvetlerin
anasıdır.
Kendisine
ikram edilen yemeği yiyen mürid, nefsinin gayesine ulaşmasına izin vermek
suretiyle onu hoşgörmüş olur. Oysa daha önce ihlası sebebiyle nefsini o
yemekten mahrum etmekteydi. Bunu çok büyütmemek gerekir. Halkın deyimiyle, bir
çocuk sebebiyle bazan bir hayvan doyar.
Yakini imanı
çok kuvvetli, halkın bakışından iyice uzaklaşmış ve kendinden emin biri
kendisine ikram edilen böyle bir yemeği ye-meyebilir. Bunu yaparken de, kalbi
iman ile huzur içindedir. Çünkü o, kendisine bakılmasından doğacak afetlerden
arınmıştır. Ondan bir parça alarak kendini teselli de edebilir.
Bir diğeri,
o yemekle ilgili olarak kendisini vera'dan uzaklaştıracak bir hususa takıldığı
için yemeği geri çeviren veya nefsiyle cihadı sürdürmek isteyen müridin
halidir. Bu tür bir teklif, onun için Allah Teala tarafından gelen bir imtihan
olup kulun nasıl davranacağının görülmesi istenmiş olabilir. Acaba ne
yapacaktır? Bize göre bu durumdaki müridin yapması gereken; o yemeğe el
sürmemesi, bir takım bahaneler bularak vaziyeti kurtarmaya çalışmasıdır. Böylelikle
dikkat de çekmeyecek ve hiç kimse yemeği, nefs müca-hedesi sebebiyle
terkettiğini düşünmeyecektir.
Bu mürid,
iki hususu birden ifa etmiş olmaktadır: 1. Yemeği reddetme konusundaki
kararlılığını ihlal etmeme; 2. Basit bir hile ile, halini halka ifşa etmekten
kurtulma. Bunu; müridlerin izledikleri bir yol ve takva sahiplerinin
sıfatlarından biri olarak görebiliriz. Bu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi
en alttaki yoldur. Eğer Allah Teala'nın yakınlığı ve bakışı güçlü olursa,
hileye başvurmasına bile gerek kalmadan o vaziyetten sıyrılabilir. Allah Teala
lütuf ve ikramı gereği, kulunu bunlara tevessül etmekten muhafaza edecektir.
Bu da yukarıda son olarak izah ettiğimiz en üstün yol olup yakin sahiplerine
mahsustur.
Müride ikram
edilen yemek katı ve sert yiyecekler türünden ise, hüküm bakımından sakıncasız,
şüpheden olabildiğince uzak olduğu için onu yemesi ilmen daha faziletli ve hal
bakımından da daha arıdır. Kendi başına iken yediği de zaten o türden
yiyeceklerdir.
Denildi ki:
Kulun helalinden yediği ilk lokma, Allah Teala tarafından geçmiş günahlarının
bağışlanmasına vesile olur. Allah Teala da tad bakımından lezzetli, hüküm
bakımından şüpheli bir lokmayı terketmesi sebebiyle kula şükürle karşılıkta
bulunur.
Sunulan
lokma, hüküm bakımından mekruh ise onu Allah rızası için terketm elidir. Bu da
geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Çünkü Allah Teala çok
Bağışlayan ve çok Şükreden'dir. Bunun izahında şöyle denilmiştir: Sayılamayacak
kadar çok günah için Bağışlayıcı, basit ameller için dehi kuluna Şükredici'dir.
Nasılolmasın ki? O, müminleri hidayet ve tevhid sahipleri, yediklerini iyi
araştırmaları sebebiyle rahmet ve rüşd sahipleri olarak vasfet-miştir.
Allah Teala
bu meyanda Ashab-ı Kehfin kıssasında şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten onlar
Rablerine tam iman etmiş gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini ve yakinlerini
arttırdık. Kalplerine kuvvet ve metanet verdik de ayağa kalktıklarında dediler
ki:". (Kehf/13-14) Ayağa kalktıklarında tevhid şehadetlerini tazelediler.
Onların ayağa kalkışları da, yiyebilecekleri temiz bir rızık bulmak içindi.
Nitekim kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "Şu akçeyi verip içimizden
birini şehre gönderelim de baksın hangi yiyecek daha temiz ve helal ise size
ondan rızık .tedarik etsin". (Kehf/19) Görüldüğü gibi şehre gönderdikleri
elçiye, yiyeceğin helalini araştırmasını söylemiştirler. Çünkü onlar, yemekle
ilgili hususlarda Rablerinin emrine uymak istemişlerdi.
Allah Teala,
temiz ve helal rızkı, salih amellerin bile önüne koymuştur. Bunu da şu ayet-i
kerimede görmekteyiz: "Temiz rızıklar-dan yeyin ve salih (amel)
işleyin". (Müminun/51) Müminler, sahip oldukları vera' ve takvanın en
tabii icabı olarak rızkın temizini arayacaklardır. Müminlerin yoluna girmek
istiyorsanız, siz de böyle yapın. Böylelikle ahirette de onlarla beraber
olursunuz. Sakın günahkâr suçluların yollarına düşmeyin. Aksi halde onlarla
birlikte hasredilirsiniz.
Buraya kadar
anlattıklarımız müridlerin ve nefsleriyle cihad eden mücahidlerin perhizi
hakkındaydı.
Perhiz
konusunda ariflerin durumu biraz daha farklıdır. Onların yeme konusunda fazla
tecrübeleri yoktur. Onlar bir şey yedikleri zaman, olabildiğince az yer ve çok
şükrederler. Onlar Allah Te-ala'nın tecelli ettiği bir yer gördüklerinde onu
her şeye tercih ederler. Aç kaldıklarında daha fazla amel eder ve sabrı elden
bırakmaz.-lar.
Aişe (ra)
Allah Resulü (sav) hakkında şunu anlatmıştır: "O, ev halkının yanına
geldiğinde, Tiyecek bir şeyler var mı?' diye sorardı. 'Evet' derseler, oturup
yerdi. 'Hayır1 dediklerinde ise 'Öyleyse oruçluyum' buyururdu. O'nu bir şey
ikram edildiğinde, 'Oruca niyetlenmiştim ama' buyurur ve sunulanı yerdi".
Konuyla
ilgili bir diğer hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) bugün evden çıktı ve
'Oruçluyum' buyurdu. Eve döndüğünde Aişe (ra) 'Bize hays (=tereyağı ve unla
karıştırılan hurmadan yapılmış bir tatlı) hediye edildi' dedi. Bunun üzerine,
'Oruç tutmak istemiştim' buyurduktan sonra, *Yine de yanaştır" diyerek onu
yedi. O'nunla Allah Teala arasında, oruç tutması ve tutmaması hususunda bir
işaret vardı". [42][42]
Yiyecek bir şeyin bulunması, orucunu açmasının işareti iken, bir şey
bulunmaması oruç tutma işaretiydi.
Ariflerin
kalplerinin de bu şekilde çekip çevrildiği söylenmiştir. O lamba (=Allah
Resulü), şehadet ehlinin basiretlerini de aydınlatmaktaydı. Onlar da belli bir
hale yaslanıp kalmaz, bir makamda donup kalmazlardı. Onların bu üç meziyeti,
ancak şu üç hasletle gerçekleş ebilirdi:
1. Hevadan tamamen arınma ve nefsi alışkanlıklardan
sakındırma;
2.Yemekte de, oruçta da niyet sahibi olma. Onların yemesi
Allah rızası içindir. Her ikisindeki etken de aynı olduğu, yani Allah rızası
olduğu sürece yemek yemekle oruç tutmak onun için farklı olmayacaktır.
3.Altı uzvu dikkatle gözeterek muhafaza etmek. Arif,
üzerine farz kılındığı için oruç tutar. Bu onun için en faziletli olandır.
Söz-konusu altı uzuv şunlardır: Göz, kulak, dil, kalp, eller ve ayaklar.
Midesi ve
tenasül uzvu ile oruç tutmasa dahi, diğer uzuvlarıyla tuttuğu oruç Allah Teala
nezdinde daha kıymetli ve daha sevimlidir. Bunlara sahip çıkan arifin oruçsuz
hali bile sırf iki uzvu ile oruç tutanların halinden daha üstündür.
Kişi, oruç
tutmaya niyetli olarak sabahlayıp ardından bu üç sıfat çerçevesinde yemek
yerse, gizli şehvet tehlikesiyle karşılaşır. Daha önce de naklettiğimiz bir
hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim için en çok
endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir". (36 no'lu dipnot) Allah
Resulü (sav) gizli şehveti tefsir ederken şöyle buyurmuştur: "Sizden
birinin oruç tutma niyetiyle sabaha çıkması, ardından kendisine sunulan bir
yemeği iştahı çektiği için yiyerek orucunu açmasıdır.
Allah rızası
için oruca niyetlenip de bu niyetini fesheden kimse için hiç bir fazilet
sözkonusu değildir. Allah için tuttuğu orucu, O'ndan başka bir şey uğruna bozan
kimse, ahirette bu hareketinden dolayı kalbi ve uzvi cezalardan biriyle
cezalandırılır. Bu, amellerin faziletlerini terketme cezasıdır.
Konuyla
ilgili bir hadiste şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Alimin uykusu
ibadet, nefesi tesbihattır". Bir defasında Bişr b. el-Hars'a (ra), Talan
zengin, ömür boyunca oruç tutuyor* denilmişti. Şöyle karşılık verdi: Zavallı!
Kendi halini bırakıp başkasının haline girmiş! Halbuki ona düşen açları
doyurmak, çıplakları giydirmek ve ihtiyaç sahiplerini görmektir. Bu, onun için
ömür boyunca oruç tutmasından daha hayırlıdır.
Yine Bişr
(ra) şöyle demiştir: Zenginin ibadeti, çöplüğün üzerindeki bahçe gibidir.
Fakirin ibadeti ise, güzel bir kadının boynundaki mücevher gerdanlık gibidir.
Süfyan-ı
Sevri (ra) Ebu İshak el-Firazi'yi ziyaret etmişti. Kendisine bir tabak hurma
tatlısı ikram edildi. Süfyan, 'Oruçlu olmasaydım yerdim' diyerek ikramı geri
çevirdi. el-Firazi de şöyle dedi: Kardeşiniz İbrahim b. Edhem de gelip şu
oturduğunuz yere oturmuştu. Aynı tabakla ona da hurma tatlısı ikram edilmişti.
Hurma tatlısını yedikten sonra ayrılırken şöyle dedi: Buraya gelirken oruçlu
idim. Ama onu sizinle beraber yiyerek sizi mutlu etmek istedim. Bunun üzerine
Süfyan da tabağı eline aldı ve yemeye başladı. Böyle yaparak İbrahim b.
Edhem'in edebine tâbi olmuş oldu.
Sehl (ra)
hakkında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Ona marifet yolunun başlarında nasıl
davrandığı sorulmuştu. O da riyazetin ve perhizin çeşitli türlerini anlatmıştı.
Bu perhizler arasında şunları zikredebiliriz: Arabistan Kirazı'nın yapraklarını
yemek; Üç yıl boyunca sadece incir çekirdeği yemek; Üç dirhemle üç yıl
geçinmek.
Bunu nasıl
yaptığı sorulduğunda ise şöyle demiştir: Her sene iki danik (=dirhemin altıda
biri, 53 gram gümüş) değerinde hurma, dört danik tutarında da nebati yağ alır
ve bu ikisini iyice yoğurur-dum. Ardından bu hamuru üçyüz altmış parçaya böler
ve her gece bir parçasını yerdim. Kendisine halihazırda nasıl bir perhizi olduğunu
sorduğumda şöyle dedi: Artık her hangi bir zaman veya sımr koymaksızm sırf
bulabildiğimi yiyorum.
Maruf
el-Kerhi (ra) kendisine ikram edilen güzel ve temiz yiyecekleri yerdi. 'Bişr
kardeşiniz bunu yemiyor* denildiğinde ise şunu derdi: Sahip olduğu vera' Bişr
kardeşimizi tutuyor. Sahip olduğum marifet ise beni rahatlatıyor! O, başka bir
vesilede de şöyle demiştir: Ben, Mevlamın yurdunda bir misafirim. Verdiğinde
yerim, aç bıraktığında sabrederim- İtiraz ve sitem benim neyime!
Bişr-î
Hafi'nin canlarından biri şunu anlatmıştır: Bir gün yanına gittiğimde yemek
yiyordu Bana, 'Sen de ye' dedi. 'Oruçluyum' deyince, bir parça uzattı ve 'Benim
için ye' dedi. Verdiği parçayı yedikten sonra şöyle dedi: Böylelikle orucun
afetinden kurtulmuş oldun ve beni sevindirdin.
Bişr (ra)
oruca niyetli olarak sabaha çıkmıştı. O gün değerli dostu Feth el-Mavsıli
kendisini ziyarete geldi. Hüseyin el-Meğazili şunu aktarmıştır: Bana bir avuç
dirhem verdi ve 'Pazarda bulabildiğin yiyeceklerin en güzel ve temizlerinden,
tatlıların en iyisinden ve kokuların da en güzelinden al da gel!' dedi.
el-Meğazili
der ki: Daha önce böyle bir istekte bulunduğunu asla görmemiştim. Sonra pazara
gidip istediklerini getirdim ve o ikisinin önlerine koydum. Feth el-Mavsıli
ile beraber yediğini gördüm. Oruca niyetli olmasına rağmen başkalarıyla da
yemeği paylaştığını görmüştüm.
Bu topluluktan
bir zat şöyle demiştir: Mevlanız size bir para verdiğinde onunla dilediğinizi
satın alabilirsiniz. Yiyecek bir şey verdiğinde ise onu yeyin ve başka bir şeye
meyletmeyin.
İbrahim b.
Edhem (ra) dostlarından birine birkaç dirhem vermiş ve 'Bununla tereyağı, bal
ve Horan ekmeği al' demişti. Dostu, 'Ey Ebu İshak, bu paranın aldığı kadar mı?'
diye sordu. Şöyle karşılık verdi: Ne oldu ki! Bulduğumuz zaman biz de adam
gibi yeriz! Bulamadığımızda ise adam gibi sabrederiz!
ibrahim b.
Edhem (ra) bir yemek yaptırmıştı. Ama yemek çok olduğu için aralarında Sevri ve
Evza'i gibi dostlarının da bulunduğu bir topluluğu yemeğe davet etmişti.
Kendisine, 'Bunun israf olmasından endişe etmiyor musun?' diye sorulduğunda
şöyle cevap verdi: Yemekte israf olmaz. İsraf, ev eşyası ve giyim kuşamda olur.
Selef-i
Salih'in bu konuda takip ettikleri yol işte böyle bir yoldu. Onları iyi tanıyan
bir zat şöyle demiştir: Onlar göç yükleri bakımından bol, giyecek ve eşya
bakımından dar idiler.
Allah Resulü
(sav) devrinde adamın biri yemek pişirmiş ve dostlarını yemeğe davet etmişti.
Geldikleri zaman, 'Ben oruçluyum' diyerek sadece onlara buyur etmişti. Bu
durum Allah Resulü'ne (sav) haber verildiği zaman şöyle buyurmuştur:
"Kardeşiniz size bir yemek pişirdiğinde onu yemezsiniz. Orucunuzu açLp
yerine başka bir gün tutsanız olmaz mı?"
Ulemadan bir
zat hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bu zat, San'a şehrinde kadı
idi. Bir gün San'a emirinin huzuruna çıkmıştı. O esnada emirin yemek vakti de
gelmişti. Emir kendisini yemeğe davet etti. Kadı, oruçlu olduğunu söyleyince
emir yemeğe başladı. Bir yandan da kadı ile konuşuyordu. O sırada sofraya bir
deve budu getirildi. Kadı yavaş yavaş kımıldamaya ve sofraya doğru yanaşmaya
başladı. Yemeğe katılmak üzere elini uzattığında emir, 'Oruçluyum demedin mi?'
dedi. Kadı, 'Ey emir, tuttuğum bir kaza orucudur. Böyle bir devenin kazasına
kimbilir ne zaman muktedir olabilirim?
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Kişi üstüne alınmadığı sürece arzular ona zarar
veremez. Onlar, ancak kendileri için hırslananlara zarar verirler. Ebu Süleyman
da dostlarını çağırır ve onlara en güzel yiyeceklerden ikram ederdi. Dostları
da, 'Hem bizi sakındırıyorsun, hem de bizzat kendin ikram ediyorsun?!'
derlerdi. O da bu tür sözölere şöyle karşılık verirdi: Bu tür yiyecekleri arzu
ettiğinizi iyi biliyorum. Onları benim meclisimde yemeniz sizler için daha
hayırlıdır. Zühd yolunda biri gelse, ona tuzdan fazlasını ikram etmem.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle derdi: Güzel yemekler yemek, kulda Allah Teala'dan razı
olma melekesini geliştirir. Halifelerden biri de şöyle demiştir: Suyu buzla
içmek, şükrün daha halis olmasını temin eder!
Rivayete
göre Allah Teala veli kullarından birine vahyederek şöyle buyurmuştu: İzzetim
için uyanıklık (=fıtnat) lütfunu ve lütfün gizlisini idrak et! Ben bundan
hoşlanırım. Veli, 'Ey Rabbim, uyanıklık lütfü nedir? diye sordu. Allah Teala da
şöyle buyurdu: Üstüne bir sinek konduğunda, onu Benim kondurduğumu bil ve
Ben'den onu kaldırmamı dile! 'Peki gizli lütuf nedir ey Rabbim?' diye sordu.
Allah Teala da şöyle buyurdu: Sana haşlanmış bir nohut geldiğinde dahi, seni
onunla hatırladığımı bilmen ve onun için Bana şükretmendir.
Peygamberlerden
birine ise şöyle vahyedilmiştir: Hediyenin küçüklüğüne değil, onu verenin büyüklüğüne
bak! Günahın da küçüklüğüne değil o günahı, aleyhinde işlediğin Zat'ın
büyüklüğüne bak! Fakirlik veya ziyana uğradığında Beni yarattıklarıma şikayet
etme! Kötülüklerin katıma yükseltildiğinde Ben seni meleklerime şikayet etmem!
[43][43]
Allah Teala
buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkla-rm temizlerinden
yeyin ve şükredin". (Bakara/172) Görüldüğü üzere 'yeym' emri, 'şükredin' emrinin
önüne alınmıştır. Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Ey
iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl (yollarla) yemeyin". (Nisa/29)
Burada da, haram yemekten sakındırma, insan hayatına son vermenin önüne
alınmıştır. Bunun sebebi ise; helal yemenin üstünlüğü ve müslümanlann
mallarını batıl yollarla yeme günahının ağırlığıdır.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi, kendi ağzına veya
hanımının ağzına koyduğu lokma için bile sevap kazanır". [44][44]
Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin kendine ve
ailesine yedirdiği rızık, onun için sadaka gibidir". Allah Resulü'ne (sav)
'İman nedir?' diye sorulduğunda ise, "Yemek yedirmek ve selam
vermektir" buyurmuştur [45][45]
Yine O, kefaretler ve dereceler hakkında konuşurken de, yemek yedirmeye ve
insanlar uykuda iken teheccüd namazı kılmaya işaret etmiştir. [46][46]
Allah
Resulü'ne (sav) kabul edilmiş haccın (=hacc-ı mebrûr) hangisi olduğu
sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmek ve yumuşak söz
söylemek". .
Rivayete
göre İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Kişinin cömertliğinin ifadesi, yolculukta
yanına aldığı azığın güzelliği ve onu arkadaşlarına ikram etmesidir.
Ali (kv) de
şöyle demiştir: Dostlarımı bir s (=yaklaşık üç kg) yiyeceğin etrafina
toplamam, bir köle azad etmemden daha sevimlidir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kenarda sofra
hazırken namaz vakti geldiyse namazdan önce yemeğe başlayın"[47][47]İbni
Ömer (ra) kameti, hatta imamın kıraatini duysa dahi sofradan kalkmazdı.
Konuyla
ilgili olarak Aişe validemiz (ra), Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet
etmiştir: "Yemeğin en faziletlisi, uzanan ellerin en çok olduğu
yemektir". Allah Resulü (sav) Aişe (ra) hakkında şöyle buyurmuştur:
"Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü
gibidir".[48][48]
Allah Resulü
(sav) başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "Yemekten önce alman
abdest, fakirliği giderir. Sonra alınan ise, küçük günahları giderir ve gözü
iyileştirir". Buradaki abdest ile kasdedilen, ellerin yıkanmasıdır.
Ahnıed b.
Hanbel'den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Helalinden ve temizinden yemek,
Allah Teala tarafından amelin önüne geçirilmiştir. Nitekim O şöyle
buyurmuştur: 'Temiz rızıklardan yeyin ve salih amel işleyin". (Müminun/51)
Sehl (ra)
ise şöyle demiştir: Yeme adabına güzellikle uymayan kimse, amel adabım da
güzelce yerine getiremez. Yemekte yapmacık davranan, amelde de yapmacık
davranır. Başka bir defasında da şunu söylemiştir: Yemekte yerine getirilen
şey, namazda da yerine getirilir.
Selef-i
Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Yaptığım her şeyde sabık bir niyetimin
bulunmasını isterim. Yeme ve uyuma hususunda dahi niyetsiz olmam. Selef-i
Salih'in yemekli ilgili de salih bir niyetleri bulunurdu. Aynı şekilde açlıkla
ilgili de salih bir niyete sahip olurlardı. Ahiret niyeti bulunmaksızın
yenilen her yemek, alışkanlık ve arzuların tatmini içindir. Ahiret niyeti
bulunmaksızın aç kalan da, alışkanlık, arzuların tatmini ve insanlara şirin
görünmek gibi maksatlarla aç kalandır. Bunlar da nefsin gizli
afetlerin-dendir.
Ahiret
niyetiyle ve Allah rızası için yemek yiyen kimsenin güzelliği, ahiret
niyetiyle ve Allah rızası için aç kalan kimsenin güzelliği gibidir. Aksi halde
dünya kapılarından birine girilmiş olur.
Yemek ve
yemek yemek, farzdan sünnete, müstehaptan mekruha, cömertlikten ikrama dek
uzanan yüz yetmiş hasleti barındırır. Bunları Selefin siretinde ve Arapların
tarihlerinde görmekteyiz.
Sözkonusu
hasletlerin başı, yenilen şeyin helal olmasıdır. Bir şeyin helalliğinin alametleri
ise üçtür:
1.Yenilen şeyin kaynağı iyi bilinmeli ve ilim tarafından
kötü olarak nitelenen şeylerle karışmış olmamalıdır. Sözkonusu şeyin kaynağı,
ihanet ve zulüm gibi unsurlara bulaşmış olmamalıdır. Kaynağı mubah olan bir
şey, vasıtasının şer*i bakımdan mahzurlu olması nedeniyle onunla aynı hükmü
taşıyabilir. Mahzurlu olması, heva-dan veya dini hafife almadan kaynaklanmış
olabilir. Eğer kaynak hüküm bakımından sünnete uygunsa, mekruh bir sıfat
taşımaz.
2.Yenilecek şeyi yerken iyilik ve takva üzere niyet
sahibi olunmalıdır. Yemekte, Rabbine hizmet için takva ve istikamet üzere olma
yönünde bir niyet bulunmalıdır. Verilen nimetin, Nimet Ve-ren'den geldiği,
O'nun eşi ve ortağı olmadığı iyi bilinmeli, verdiği nimetten dolayı
şükredilmesi gerektiğine inanılmak, az çoğa, kanaat hırsa, edep açgözlülüğe
tercih edilmelidir.
3.Yemeğin başında elleri yıkamak müstehaptır. Yemekten
sonra da elleri yıkayarak temizlemek gerekir. Yemeğin başmda besmele çekmek,
sonunda da hamdetmek (=elhamdü lillah demek) gerekir.
Yemeği sağ
elle yemek, tuz ile başlayıp yine tuz ile bitirmek güzeldir. Hiç bir yemeği
yermemek ve kusur bulmamak gerekir. Hoşlandığını yeyip hoşlanmadığını
terketmek doğru görülmemiştir. Yemekten kendine düşen paya kanaat etmek ve
varolan rızka rıza göstermek de güzel görülmüştür. Yemek kabına uzanan ellerin
faz-lalılığı teşvik edilmiştir.
Bir
hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
'Temek vakti toplanın ki yemeğiniz bereketli olsun". Yemekte lokmaları
küçük tutmak, iyice çiğnemek ve yemek
yiyenlerin
yüzlerine bakmamak da tavsiye edilmiştir. İnsanların yediklerini gözetlememek
gerekir,
Yemek
sofrasında sol ayak üzerine oturmak ve sağı dikmek güzel görülmüştür. Bir yere
yaslanarak veya uzandığı yerden yemek yememek gerekir. Yemeğe ilk başlayan
olmamak ve ev sahibinden önce davranmamak tavsiye edilmiştir. Bu noktada
büyüklere de öncelik vermek gerekir. İzlenmesi gereken kişi, arkasında namaz
kılınan imam olabilir. Sofradakiler başlamaya sıkılıyorlarsa, yemeğe başlayan
kimse, onları rahatlatmış olabilir.
Hurma ile
çekirdekleri aynı kaba konmamalıdır. Bu ikisi aynı avuçta da tutulmamalıdır.
Hurmanın çekirdeği ağızdan elin dış yüzüne konulmalı, oradan da atılmalıdır.
Diğer çekirdekli yiyecekler de aynı şekilde yenir. Hurmaları tekli sayıda yemek
de müstehaptır. Bu sayı yedi, onbir veya yirmibir olabilir. Oruçlu, iftarını
bula-bilirse tek bir yaş hurma ile açmalıdır. Bulamazsa kuru hurma ile açar.
Onu da bulamazsa suyla açar.
Vehb b.
Münebbih şöyle derdi: Oruçlunun gözü kayar. İftarım tatlı ile açtığı zaman gözü
eski haline döner. Cemaat içinde iki hurmayı birlikte yememelidir. Diğerleri
de böyle yaparsa veya açlık halinden dolayı izin isteyerek yerse bunda bir
mahzur olmaz. Kul, karnı doymadan, üçte biri ya da yarısı dolduktan sonra
sofradan kalkmalıdır. Selef-i Salih'in sünnetleri böyle idi. Bize göre de bu
miktarda yemek, sağlık bakımından da daha faydalıdır.
Tıp ehlinden
bir bilge şöyle demiştir: Dermanı olmayan dert, arzu edinceye kadar yemek
yemenıeniz ve -arzu ettiğiniz halde- yemeğe el uz atmam anızdır. Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Her derdin anası, şişmanlıktır.
Konuyla
ilgili olarak Aristo'yla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Büyük filozof
Aristotales'in hizmetiçisi servet sahiplerinden birine bir ihtiyaç için
başvurmuş ve yardımcı olmasını istemişti. Ama adam, ihtiyacı giderme hususunda
ona yardımcı olmadı. Hizmetçi, 'Belki bir gün efendime ihtiyaç duyarsınız'
deyince zengin adam, 'Bizim ona ne ihtiyacımız olabilir ki?' dedi. Hizmetçi
bunu Aristo'ya bildirdiği zaman büyük filozof şöyle dedi: Eğer acıkmadan yiyor,
doymadan kalkıyor ve bu ikisi arasında da az atıştırıyorsa doğru söylemiş! Onun
bize ihtiyacı olmaz.
Allah Resulü
(sav) de bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Adem oğlunun doldurduğu en
kötü kap karnıdır". [49][49]Yine
O, şöyle buyurmuştur: "Adem oğlu, birkaç lokmacıkla sulbünü güçlendirdiğini
zanneder".
Kişi yemeğin
ve içeceğin üçte biriyle yetinmelidir. Allah Resulü (sav) bu üçte biri, açlığın
dermanı olarak vazetmiştir. Yiyecek bir şey bulduğunuzda, onunla açlığınızı
giderirsiniz. Bulamadığınızda ise yemek sizin için dert olur. Yemekte çekilen
sıkıntı, açlıkta çekilen sıkıntı gibi, hatta ondan daha büyüktür. Kişi, meyve
dışında önüne getirileni parmaklarıyla yemelidir.
Meyve yerken
el kullanılır. Diğer yemeklerde ise üç parmağı kullanmak gerekir. Bunun
istisnası tirid yemeği olup onu yerken bütün parmaklar kullanılabilir. Tabağın
en üst noktasından veya ortasından almamalı, aksine kenardan doğru yemelidir.
Yemek yerken
susmamak gerekir. Çünkü bu, farisilerin adetidir. Buna uymamak için ortama
uygun konularda konuşmalıdır. Eti bıçakla kesmemek gerekir. Bu, nehyedilmiştir.
Eti, ısırarak yemek daha doğrudur. Aynı şekilde ekmeği de bıçakla kesmemek gerekir.
Sofradakiler kalabalık, ekmek az olmadıkça yuvarlak somunu bölmeden yemek iyi
olur. Aksi takdirde, ekmek parçalara ayrılabilir.
Yemek
öncesinde veya esnasında, 'buyrun yiyin' ifadesini fazla sık kullanmamak
gerekir. Bu, sözün muhatabını utandıracak, hatta iştahını kaçırtarak sofradan
kalkmasına yol açabilecektir. Yemeğe davet edilen kişi de, davet sahibini
meraklandıracak şekilde çekingen davranmamalı, teşvik edici sözler söyletecek
biçimde davranmamalıdır.
Ediplerden
biri şöyle demiştir: Yemek yiyenlerin en güzeli, davet sahibini
meraklandırmadan yiyen, onu teşvik edici sözler söylemek zorunda bırakmayan
kimsedir. Kişi, başkalarından çekindiği için sevdiği bir yemeği bitirmeden
kalkma hatasına düşmemelidir. Çünkü, bu yapmacıklık ve insanlara şirin görünme
gayretidir. Eğer o yemeği diğer kardeşlerini düşünerek bırakır veya başka bir
din kardeşini kendine tercih ettiği için böyle yaparsa güzel bir davranışta
bulunmuş olur.
Kişi yalnız
iken, alıştığı miktardan daha az yemeyebilir. Toplulukla beraber yerken, onlara
katkıda bulunmak veya din kardeşleriyle yemek yemenin faziletine ermek
gayesiyle daha fazla yemesinde bir sakınca yoktur. Yemek esnasında su içmek
tıbben de güzel görülmüştür. Ama yemeğin başında su içmemeli, yemek esnasında
veya sonunda da içeceğin dozunu kaçırmamalıdır. Yemek esnasında içilen su
hakkında, 'Midenin tabakçısı* denilmiştir. Bir yere yaslanarak içmek, mide
için sakıncalı, tıbben de tavsiye edilmemiş bir davranıştır.
Bir yere
yaslanarak veya yarı uykulu halde yemek yemek, sünnete uygun değildir. Ancak
daneli yiyeceklerden ise bunda bir sakınca yoktur. Nitekim Ali (kv) kalkanına
yaslanmış halde kek yerken görülmüştür. Bir rivayette ise, yüzükoyun yediği
söylenmiştir ki bu Araplar arasında yaygın bir alışkanlıktır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeğinizi tartın
ki bereketli olsun, hamuru da iyi yoğurun, çünkü o en büyük nimettir".
Kişi,
toplulukla yemek yerken kendisine tabakta verilen yemeği, içinde artığıyla
geri vermemelidir. Başka bir kardeşi, onda yemek var sanarak onu yiyebilir.
Doğrusu, içinde artığı bulunan tabağı dökmesidir. Yağlı et, sirke ile terbiye
ediler. Denir ki: Melekler, üzerinde sebze bulunan sofraya inerler. Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "İsrail oğullarına
gökyüzünden indirilen sofrada şunlar vardı: Pırasa dışında her tür sebze
mevcuttu. Ortada bir balık yardı. Balığın baş tarafında sirke, kuyruk tarafında
da tuz vardı. Üzerinde yedi ekmek vardı ve bunlardan her birinin üzerinde de,
iki zeytin, bir nar tanesi vardı". Bu, yemeklerin en güzelidir. Bu
nimetlerin hepsi birarada bulunamadığı zaman ise üdebadan birinin aşağıda
söylediği ile yetinilir:
Dostlarınızı
bir yemeğe davet ettiğinizde, onlara hasramiyye ve borani ikram eder, yanına da
buz gibi bir su koyarsanız ziyafeti tamamlamış olursunuz. Eşraftan biri de
dostlarını yemeğe davet etmiş ve sofra için ikiyüz dirhem para harcamıştı.
Bunun üzerine hikmet ehlinden biri kendisine şöyle dedi: Bu kadarı gerekmezdi.
Ekmeğin taze, sirken ekşi ve suyun soğuk olduğunda yeterdi.
Başka bir
zat ise şöyle demiştir: Yemeğin arkasından yenen tatlı, çeşit çeşit yemekten
daha iyidir. Sofraya iyice oturmak, ikiden fazla yemek bulundurmaktan daha
hayırlıdır. Başka biri ise şöyle demiştir: Yemeğin üzerine içilen soğuk su, çeşit
çeşit yemekten daha hayırlıdır.
Ebu Süleyman
ed-Darani ise şunu demiştir: Bence güzel yemeklerden yemek, kişinin Allah
Teala'dan rızasını güçlendirir. Halife Memun ise şöyle demiştir: Buzlu bir su,
Allah Teala'ya şükrün halis olmasını sağlar. Allah Resulü'nün de (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa
konuğuna ikramda bulunsun" [50][50]
Yemeği
süratle hazırlamak, konuğa ikramda bulunmanın gerekleri arasında sayılmıştır.
Konuğa sunulabilecek yemeklerin en üstünü ettir. Etin en iyisi de, taze ve
yağlı olandır. Etin arkasından bir de tatlı verilirse, konuklar için en güzel
yemekler tamamlanmış olur.
Bu hususları
genel hatlarıyla şu ayet-i kerimede de görmekteyiz: "Sahi, İbrahim'in
ikram gören misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?". (Zariyat/24)
Ayette neden *Mükram=İkram gören' kelimesinin kullanıldığı hususunda iki görüşe
yer verilmiştir: 1. İbrahim'in (as) hanımı onlara bizzat hizmette bulunduğu
için böyle denilmiştir. 2. İbrahim (as) onların yemeklerini süratle
hazırlattığı için böyle denilmiştir.
Kıssanın
devamında şöyle buyrulmaktadır: "'Selam sana!' dediler. O da; '9ize de
selam!' deyip çok geçmeden, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana
getirip ikram etti". (Hud/69) Ayette geçen 'hanîz' kelimesi ile, körpe ve
ahıra kapatılmamış dananın kas-dedildiği söylenmiştir. Allah Teala kıssanın bu
bölümünü diğer bir surede şöyle tavsif buyurmaktadır: "Onlara yemek
getirmek için gizlice (süratle) ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı
getirdi". (Zariyat/26-27) Ayette geçen 'Ravğ* fiili, süratle gitmek anlamındadır.
Gizlice gitmek, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir tefsirde ise, ibrahim'in
(as) misafirlerine uyluk eti getirdiği, bunun da aceleyle getirilmesinden
dolayı 'ıcl' olarak isimlendirildiği söylenmiştir. Ardından da getirilen eti,
taze ve yağlı olduğu bildirilmiştir.
Allah Teala
güzel ve temiz yiyecekleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Size kısmet
ettiğimiz helal hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın
indirdik". (Bakara/57) Ayette geçen 'menn' kelimesi ile bal,
'selvâ=bıldırcın' kelimesi ile de et kasdedil-miktedir. Etin 'selva' kelimesi
ile ifadelenmesi, diğer yemekleri tamamen bastırdığı içindir. Et, diğer
yemeklerin tamamından müstağni kıldığı için böyöle bir isimle anılmıştır. Hiç
bir yemek, etin yerini alamaz.
Allah Teala
bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Size verdiğimiz rızıkların
helal ve temizinden yiyin". (A'raf/160) Et ve bal, insanlığa bahşedilen
rızıkların güzel ve hoş olanlarmdandır.
Kişi,
kendisini yemeğe davet eden dostunun evinde, kendi evindeki gibi rahat
davranarak yemeli, yapmacıklık ve şirin görünme çabalarına tevessül
etmemelidir. Böyle davranışlar, yemekte riya ve güzel görünme kapsamına girer.
Unutmamak gerekir kî, yemek de namaz ve oruç gibi bir ameldir. Amellerde niyet
ve ihlas bulunmalıdır.
Kulun
yemekle ilgili niyeti, Allah Teala'ya kullu edebilmek için enerji toplamak
olmalıdır. Bir diğer niyeti, yemeği kardeşleriyle paylaşmak olabilir.
Davetlerine icabet edip yemeklerini yemek, onları sevindirecek, cemaatin
bereketinden de nasiplenmesini sağlayacaktır. Allah Resulü (sav) cemaatin
bereketine ederek şöyle buyurmuştur: "Cemaat, berekettir".[51][51]
Kul, davete
icabet ederek sünnet-i nebevinin gereğini yapmalıdır. Böyle bir davette yediği
yemek sebebiyle sevap kazanacak, sünnet-i nebeviye uygun hareket etmiş
olacaktır. Bütün bunlar, güzel ahlakın da icaplarındandır. Allah Resulü (sav)
güzel ahlak hakkında şöyle buyurmuştur: "Kul, sırf güzel ahlakı ile gece
ibadet edip gündüz oruç tutan kimsenin derecesine nail olur".[52][52]
Bir zat,
üstteki hadisin açıklaması babında şöyle demiştir: Hadiste bahsedilen, o
kimsedir ki; dostlarından kendisiyle beraber iftara veya sahura buyurmalarını
rica eder. O, oruç tutma ve gece namaza kalma alışkanlığı olan biridir.
Dostlarını davet etmek suretiyle onların da bu ahlakla ardaklanmalarına
yardımcı olur. Sathip olduğu bu güzel ahlak ile de, gündüzü oruçla, geceyi
ibadetle geçiren kimselerin derecesine nail olur.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Dostları tarafından davet edildiği bir yere gidip nafile
ibadete dalarak onlarla ilgilenmeyen, kendisine sunulan yemekleri oruçluyum
diyerek geri çeviren ve canı istediği halde yemeyen kimse; ne edep ne de
sünnet ehlinden olmadığı gibi insanlıktan da habersiz biridir! Böyle biri
-eğer başka bir sebep mevcut değilse- ne övgüye değer, ne de yaptığı nafileden
dolayı sevaba nail olacak biri değildir!
Cafer b.
Muhammed (ra) şöyle demiştir: Dostlarım içinde bana en sevimli gelen; yemeği
çok yiyen ve lokmayı büyük alandır. En ağır gelen ise, sofrada kendisini teşvik
etmem zorunda bırakandır. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Kişinin
dostuna duyduğu sevginin işareti, onun evinde ikram edilen yemeği güzelce
yemesidir.
Yemeğin
azlığından veya sofradaki fakirleri kendine tercih etmesinden dolayı yemeği az
yemek güzel görülmüştür.
Süfyan-ı
Sevri (ra) İbrahim b. Edhem (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etmişti.
İbrahim (ra) ve arkadaşları yemeği az yediler. Sofradan kalkıldıktan sonra
Sevri kendisine ^Yemeği az yediniz, acaba neden?' diye sordu. O da, 'Sen
hazırlarken esirgediğin için biz de yerken esirgedik!' dedi. Bir süre sonra
ibrahim b. Edhem (ra) Süfyan (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etti. Sofrada
yok yoktu. Süryan (ra), 'Ey Ebu İshak! Bunun israf olmasından endişe etmiyor
musunuz?' deyince, İbrahim b. Edhem (ra) şöyle karşılık verdi: Yemekte israf
olmaz!
Yemeği
bitiren kişi, ellerini havluyla kurulamadan önce temizlemelidir. Sofrada
dökülen kırıntıları da yemelidir. Bu kırıntıların, huriler için önden verilen
mihirler olduğu söylenmiştir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Ağzını güzelce
temizleyen kimse, köle azat etmiş gibi zevap kazanır.
Kul, helal
bir rızık yedikten sonra şöyle denmelidir: "Elhamdü lillâhillezî
bi-ni'metihî tetimmüs-sâlihât ve tenzilül berekât, Allâ-hümme alâ seyyidinâ
Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, et'ımnâ tayyiben vesta'milnâ
sâlihan= Nimeti ile salihatın tamama erdiği ve berekatn indiği Allah'a
hamdolsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat etsin!
Bize helal rızık yemeyi ve salih amel işlemeyi nasip et!" Yenilen helal
rı-zıktan dolayı şükrü çoğaltmak gerekir.
Şüpheli bir
rızık yiyen kimse ise şöyle dua etmelidir: "Elhamdü lillâhi alâ külli
hâlin, Allâhümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, velâ
tec'alhü kuvveten lenâ alâ ma'sı-yetike=Her halimizde Allah'a hamd olsun! Allah
Teala, efendimiz Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat etsin! Allahım! bu
yemeği Sana karşı günah işlemek için bizim için kuvvet sebebi kılma!" Bu
durumdaki kul, hüzün ve bağışlanma dileklerini çoğaltmalıdır.
Konuyla
ilgili olarak şöyle denildiği rivayet edilmiştir: "Sizden biri yemeğe
davet edilip de ona icabet etmediğinde, 'afiyetle ye!' demesin. Umulur ki onu
helal olmayan bir yerden almış olabilir. Sadece şunu desin: Allah sana temiz
rızık nasip etsin! Sütlü yemek yiyen biri de şöyle desin: Allahım! Muhammed'e
ve O'nun yakınlarına salat et! Bize verdiğin rızkı bereketli kıl ve bize
hayırlı rızık nasip eyle!"
Aynı manada
şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) sütlü yedikten
sonra böyle derdi". Bunun sebebi, sütün diğer nimetlerden çok daha faydalı
olmasıdır.
Kul, ilk
lokmadan Önce 'Bismillah=Allah'm adıyla" demeli, ikinci lokmada
"Bismillahirrahman=Rahinan olan Allah'ın adıyla" demeli, üçüncü
lokmayı alırken de, "Bismillahirrahmanirrahim=Rah-man ve Rahim olan
Allah'ın adıyla" demelidir. Bardaktan su içerken üç nefeste içmeli ve ara
vermelidir. İlk yudumda 'Elhamdü lil-lah=Allah'a hamdolsun", ikinci
yudumda "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn= Alemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun", üçüncü yudumda da "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn
er-Rahmanir-Rahim= Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah'a
hamdolsun" demelidir.
ilk lokmayı
almadan besmele çekmek de yeterli ve güzeldir. Yemek bitirildikten sonra Ihlas
ve Kureyş sureleri okunmalıdır.
Yemekten
önce meyve ikram edilmesi daha münasiptir. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala bu
sıralamayı şöyle bildirmiştir: "Bir de., tercih edecekleri meyveler ve
canlarının çektiği kuş etleri". (Vakıa/20-21)
Dostları
utangaç davrandıklarında veya teşviğe ihtiyaç duyduklarında sofrayı onlardan
Önce terketmemek gerekir. Kendisi az yiyen biri ise, diğerleri yemeği
bitirinceye kadar beklemelidir. Ya da
sofraya geç
iştirak ederek yemeğini onlarla eşitlemiş olur. Konukları alim kimseler ise,
kişinin bu halini yadırgamayacaklardır. Sa-habe'den birçoğu da böyle
yaparlardı.
Yemeğe davet
ettiği dostlarına güzel görünmek için, bütçesinin üstünde para harcamak,
borçlanmak, yemek parasını kazanmak için aşırı yorucu bir işte çalışmak veya
şüpheli bir iş yapmak mekruh görülmüştür. Elindekileri dostlarına ikram
etmeyerek tasarruf etmeye çalışmak veya ikram etmesi halinde ailesine dokunmayacak
bir yiyeceği sırf kendine saklamak da hoş görülmemiştir.
Rivayet edilir
ki: Bir adam Ali'yi (kv) yemek için evine davet etmişti. Ali (kv) şöyle dedi:
'Davetini şu üç şartla kabul ederim: Sofrana pazardan alınmış hazır bir yemek
koymaman; Evindeki yiyecekleri benden saklamaman; Davet yüzünden ailene zarar
vermemen.
Selef-i
Salih bir dostlarını yemeğe çağırdıklarında, evdeki her şeyi sofraya koyar veya
her yiyecekten bir parçayı sofraya yerleştirirlerdi. Cömertliğiyle tanınan
kabile şeyhlerinden biri, dostlarım yemeğe davet etmiş ve bir aşçı çağırtarak
ve ona şöyle demişti: Davetlilere, yapabildiğin yemekleri söyle. Davet ettiği
kimseler gelerek seçtikleri yemekleri yediler. Yemeğin sonuna doğru ev sahibi
geğirdi ve bir parça dizine düştü. Elini uzatarak onu aldı ve yedi. Ardından
davetlilere şöyle dedi: Yemeği bol yiyerek bana yardım edin, Allah
yediklerinizi bereketli kılsın! Selef-i Salih, onun bu adetini güzel
görürlerdi.
Kişinin her
hangi bir meclise tam yemek vaktini hesap ederek gitmesi sünnete uygun
değildir. Çünkü bu sürpriz yapmak olup yasaklanmış bir davranıştır. Allah
Teala bu nıeyanda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Yemeğe izin
verilmeksizin, vaktine de bakmaksızın Peygamber'in odalarına girmeyiniz".
(Ahzab/53)
Konuyla
ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Her kim davet
edilmediği bir yemek için yürüdüğünde fasık olarak yürür ve yediği de kendisine
haramdır". Ama yanlarına gittiği kimselere sofrada tevafuk edip onlar da
yemeğe katılmasını ister ve o da, yemeğe katılmasını samimi olarak
istediklerini bilirse bunda bir mahzur yoktur. Bu tür tevafuklar, sürpriz
babından sayılmaz. Eğer yemeğe katılmasını samimi olarak istemeyip adet yerini
bulsun diye davet ettiklerini hissederse, onlarla yemek yemesi mekruhtur.
Kişi aç ise
ve yemek vaktini kollamaksızm karnını doyurması için bir kardeşinin evine
gitmişse bunda hiç bir sakınca yoktur. Nitekim Allah Resulü (sav), Ebu Bekir-i
Sıddık (ra) ve Ömer (ra), karınlarını doyurmaları için Ensar'dan Ebu'l-Heysem
b. et-Tıhan (ra) ve Ebu Eyyub el-Ensari'nin (ra) evlerine müteaddit defalar gitmişlerdir.
Bu sahabilerin evlerine gidişlerinin tek sebebi, aç kalmış olmaları idi.
Kişi, çıkmak
üzere evin kapısına yönelen misafirine eşlik etmelidir. Sünnete uygun olan
budur. Misafirin, ev sahibinin iznini almaksızın evden ayrılması sünnete uygun
değildir. Misafir, konuk olduğu evde üç günden fazla kalmamalıdır. Bu sürenin
uzaması halinde ev sahibinin sıkılması sözkonusu olabileceği gibi konuğunu
evden çıkartması da mümkündür.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Birini ziyaret edeceğiniz zaman, yanınızda hazır olanı
takdim edin. Size bir misafir geldiğinde ise evinizde ne var ne yok ikram edin.
Seleften bir zat şunu naklet-miştir: Cabir b. Abdullah'a (ra) misafir olmuştuk.
Bize ekmek ve tatlı ikram ettikten sonra şöyle dedi: Eğer sakındırılmış olmasaydık
size şirin görünmek için başka şeyler de sunmaya çalışırdık.
Rivayete
göre Yunus (as), dostları tarafindan ziyaret edilmişti. Onlara arpa kırması
ikram ettikten sonra bir de kendi yetiştirdiği sebzelerden pişirdi. Ardından
şöyle dedi: Yiyiniz, eğer Allah Teala şirin görünmeye çalışanları lanetlemiş
olmasaydı, ikramlarımla size şirin görünmeye çalışırdım.
Enes b.
Malik (ra) ve diğer sahabiler kendilerine konuk olan dostlarına kuru yemiş,
kuru ekmek ve düşük kaliteli hurma takdim eder ve şöyle derlerdi: Şu ikisinden
hangisinin daha ağır vebali olduğunu bilemiyoruz: Kendisine sunulanı hakir
gören mi? Yoksa evindekini dostuna sunamayacak kadar değersiz bulan mı? Bu
anlamda müsned bir hadis de rivayet edilmiştir. Enes (ra) ve diğerleri,
misafirlerine ellerinde bulunanı ikram eder ve, Temek için toplanmak güzel
ahlaktandır derlerdi. Rivayete göre Allah Resu-lü'nün (sav) ashabı, ancak
Kur'an okumak ve zikirde bulunmak toplanır, yemeği de topluca yerlerdi.
Yemeğe davet
edilen birinin, davet sahibine belli bir yemeği önererek, 'Şunu isterim' demesi
yakışık almaz. Bu, kanaatkârlığa da ters bir yaklaşımdır. Eğer iki yemek
arasında seçimi sorulursa, ev sahibinin ulaşması daha yakın ve ona daha hafif
geleni tercih etmelidir. Sünnete uygun olan da budur. Rivayete göre
"Allah Resulü (sav) iki şey arasında serbest bırakıldığında, kolay olanı
seçerdi".[53][53]
A'meş, Ebu
Va'il'den şunu nakletmiştir: Bir dostumla Selman'ı (ra) ziyarete gittik. Bize
arpa ekmeği ve ceriş tuzu ikram etti. Dostum, 'Şu tuzda kimyon olsaydı ne
güzel olurdu' dedi. Selman (ra) bunun üzerine evden ayrıldı ve temizlik aracını
rehin vererek kimyon aldı. Yemeği bitirdiğimizde dostum şöyle dedi: Verdiği
rızkı bize yetiren Allah'a hamdolsun! Bunun üzerine Selman (ra) şöyle dedi:
Eğer sana verilen rızık yetseydi, temizlik aracım rehincide olmazdı!
Eğer kişinin
dostu, çok aşina ve yakın ise ona her hangi bir yemek önermesinde bir mahzur
yoktur. Nitekim İmam Şafii (ra), konuğu olduğu Za'ferani'ye böyle bir öneride
bulunmuştur. Şafii, Bağdat'ta ona misafir olmuştu. Cuma namazı için evden
birlikte çıkıyorlardı. Namaza gitmeden önce, Za'ferani neler hazırlaması gerektiğini
bir kağıda yazarak hizmetçisine veriyordu. Şafii bir gün hizmetçiyi çağırdı ve
elindeki listeye baktıktan sonra, sevdiği bir yemeği ilave etti.
Za'ferani
eve gelip de yemekleri kontrol ettiğinde kendi yazdırmadığı yemeği görünce
şaşırdı ve hizmetçisine sordu. Hizmetçi durumu kendisine bildirince 'Listeyi
getir* dedi. Listede Şafii'nin ey yazısını görünce sevindi ve o kadar hoşuna
gitti ki, cariye olan hizmetçisine, 'Allah rızası için seni azat ettim' dedi.
İmam Şafii'nin bu hareketinden duyduğu mutluluk, o cariyenin azat edilmesine
vesile olmuştu. Bu olay üzerine onun adı, Bağdat'ın batı kısmındaki
Babü'ş-şa'îr'deki büyük girişe verilmiş ve o girişin adı Derbü'z-Za'feranî
olarak bilinir olmuştur.
Kişinin her
hangi bir yiyeceği canı çeker ve dostundan onu rica ederse bunda bir sakınca
olmaz. 'Canının çektiği bir şeyi ona bildirerek hazırlatmasında da bir mahzur
yoktur. Böyle bir ricayı karşılamanın faziletine dair bir çok hadis rivayet
edilmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
"Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim bir dostunun arzusunu tedarik ederse,
kendisine mağfiret olunur".
"Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: Mümin kardeşini mutlu eden kimse, Allah Teala'yı da
mutlu etmiş olur".
Abdullah b.
Zübeyr vasıtasıyla Cabir'den (ra) şöyle rivayet edilmiştir: "Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: Her kim din kardeşinin canının çektiğini ona verirse Allah
Teala ona bir milyon hasene yazar, onun bir milyon günahını siler, onu bin
derece yükseltir ve onu üç cennetin meyveleriyle besler: Firdevs cenneti, Adn
cenneti ve Huld cenneti".
Yemekten
sonra dişleri temizlemek güzel bir alışkanlıktır. Ancak bunu, diğer insanların
gözü önünde yapmamak gerekir. Elleri, tas içinde yıkamanın bir mahzuru yoktur.
Balgamı tas içine boşatmak, edebe uygun değildir. Bu meyanda Sahabe-i
Kiram'dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Enes b. Malik (ra) Sabit el-Benani
ile birlikte yemek yemişti. Yemekten sonra ellerini yıkaması için Sabit'e su
tası uzatıldı. Sabit, bundan imtina etti. Bunun üzerine Enes (ra), 'Bir
kardeşin sana ikramda bulunduğu zaman, onu kabul et, sakın geri çevirme! O bu
ikramı Allah rızası için yapar!' dedi.
Harun Reşid,
Ebu Muaviye ed-Darir'i (ed-Darîr=görme Özürlü) yemeğe davet etmişti. Ebu
Muaviye ellerini yıkamak için tasa uzattı. Elini dökülen su ile yıkadıktan
sonra Harun Reşid, 'Ey Ebu Muaviye! Suyu kimin döktüğünü biliyor musun?' dedi.
O da, 'Hayır ey müminlerin emin!' dedi. Harun, 'Müminlerin emiri!' dedi. Ebu
Muaviye buna şöyle karşılık verdi: Böyle davranmakla ilmi ve ilim ehlini
yüceltmiş oldunuz! Siz ilmi yüceltip ilim ehline değer verdiğiniz gibi Allah
Teala da sizi yüceltsin ve değer versin!
El yıkamak
için su döken hizmetçinin ayakta durmasını mekruh görürüz. Suyu oturarak
dökmesi daha güzeldir. Aynı tasta iki veya üç kişinin aynı anda el yıkayarak
suyun bir anda toplanması daha güzeldir. Tevazünün gereği de budur. Kendine
başına olan birinin el yıkadığı tasa sümkürmesi ve elini ağzını yıkadıktan
sonra ağzını temizlemesinde mahzur yoktur.Halife Ömer b. Abdülaziz (ra) şehir
valilerine gönderdiği bir talimatta şöyle demiştir: Sofradan kalkanlar için el
yıkamak maksadıyla konulan taslar, iyice dolmadan kaldırılmasın. Sakın yabancılara
benzemeyin! îbni Mesud'un da (ra)bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ellerinizi hep beraber aynı tasta yıkayın ve yabancıların adetlerini
benimsemeyin.
Dişlerin
arasında kalan yemek artıkları asla yutulmamalıdır. Bu, bir tür hastalıktır ve
mekruh görülmüştür. Dişleriyle geveleye-bildiklerini yutmasında mahzur yoktur.
Dişler iyice temizlendikten sonra, ağız güzelce çalkalanmalıdır. Ehli Beyt'ten
bu konuda bir hadis nakledilmiştir.
Yemek
bittikten sonra şöyle demelidir:
"Elhamdü
lillahillezî et'amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve âvânâ Seyyidenâ ve Mevlânâ kâfâ
min külli şey'in ve lâyekfı minhu şey'ün, et'amte min cû'in ve emmente min
havfin, lekel hamdü ve eveyte min yetmin ve hedeyte min dalâletin ve ağneyte
min ayletin lekel hamdü hamden kesîren dâimen tayyiben nâfVan mübâreken fihi
kemâ Ente ehluhû ve müstehıkkuhû, allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âlihî
ve et'ımnâ tayyiben ve'sta'milnâ sâlihan, ic'alhu avnen lenâ alâ tâ'atike ve
ne'ûzü bike en nestetne bihl alâ ma'âsîke!
Bize
yediren, içiren, yeten ve kucaklayan Efendimiz ve Mevla-mız Allah'a hamdolsun!
Her şeye yeten ve hiç bir şeyin kendisine yetmediği (Allahım)! Açken doyurdun,
korkudan uzak tuttun, hamd Sana'dır! Sahipsizken kucakladın, yoldan çıkmışken
yol gösterdin ve kimseye muhtaç etmedin, Sana hamdolsun! Bol, sürekli, güzel,
faydalı ve en değerli hamd Sana olsun! Sen ona layık ve onu hakedensin!
Allahım! Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat et! Bize temizinden yedir ve
güzel amel nasip et! Yediğimizi Sana kulluğumuzda yardımcı kıl! Ondan
aldığımız güçle Sana isyan etmekten Sana sığınırız!"
Dostlarla
birlikte yemek yemede üç fazilet mevcuttur. Cafer b. Muhammed'in (ra) şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Dostlarınızla bir sofraya oturduğunuzda
olabildiğince uzun oturun. Çünkü o, dünyadaki ömürlerinizden sayılmayan bir
süredir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sofrası önünde açık
olan kimseye, o kaldırılıncaya kadar melekler salat etmeyi sürdürürler".
Hasan el-Basri'nin de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: Kişi, kendisi, anne
babası ve onlar dışındakiler yaptığı bütün harcamalardan dolayı hesaba
çekilir. Bunun tek istisnası, din kardeşlerini yemeğe çağırdığında yaptığı
harcamadır. Allah Teala, bunun hesabını sormaktan haya eder.
Horasan alimlerinden
biriyle ilgili olarak şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, dostlarını yemeğe
davet ettiği zaman, türlü yemeklerden, kuru meyvelerden ve hububat
yemeklerinden onsekiz kilo ağırlığında yemek sunardı. Yemeği bu kadar bol
tutmasının sebebi sorulduğu zaman şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu bildirildi: "Dostlar yemeklerini bitirip kalktıkları zaman, o
yemekten artanları yiyen kimse hesaba çekilmez". Ben de size böyle bol
yemek hazırlıyorum ki arta kalanları -hesaba çekilme endişesi olmaksızın-
kendimiz yiyelim.
Selef-i
Salih'ten bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişi, dostlarıyla
beraber yediği yemekten dolayı hesaba çekilmez. Bu yüzdendir ki bazıları
cemaatle birlikte çok yerken, yalnız yediklerinde az yemeyi tercih ederdi.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kul, şu üç şeyden dolayı
hesaba çekilmez: Sahur yemeği,iiftar yemeği ve din kardeşleriyle beraber
yediği yemek.
Eğer davet
sahibinin, artan yemekleri yeme yönünde bir niyeti yoksa, yenilebilecek
kadarından fazlasını hazırlamak bize göre mekruhtur. Bu gibi durumlarda
yemekten geriye bir şey bırakılmaması daha güzeldir. Yemekten bir kısmının
artması hususunda davet sahibi de ailesinin fertleri de müstesna
tutulmamıştır. Aksi takdirde, sunulan yemeğin artması yönünde bir niyet olduğu
anlaşılabilir. Yapmacıklık ve gösteriş maksadıyla yemeği tamamen yememek de
güzel bir davranış değildir. Kendisine yemek ikram edilen kişi böyle bir
yaklaşım sezerse, vera' bakımından yemeği tamamen yemesini müstehap görürüm.
Eğer yemek, bir kısmı yenilsin diye sunulursa, yapmacıklık ve gösteriş gündeme
gelir ki vera' sahipleri buna asla tevessül etmezler. Takva ehli de bu tür bir
yemeği yemeyeceklerdir. Çünkü ev sahiplerinin ne kadarım yemelerini arzu
ettiklerini bilmeleri mümkün değildir.
Ibni
Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yemeğiyle övünen kimselerin davetlerine katılmaktan menedildik. Sahabe'den bir topluluk da, yemeğiyle övünen
kimselerin sofrasında yemek yemeyi mekruh saymışlardır. Dostlarına bu niyetle
ikramda bulunan kimsenin davranışı da mekruhtur. Çünkü böyle davranmakla hoş
görmeyecekleri bir şeyi ikram ederek onları kandırmış olmaktadır.
Öte yandan,
dostlara ikram edilen yemek, Allah rızası için sunulmuş bir şeydir.
Dolayısıyla onda istisnaya gitmek veya bir kısmının geri dönmesini beklemek,
dilenciye vermek üzere bir somun veya başka bir şeyi getirmek için eve girip
onu getirdiğinde dilencinin gittiğini görmesi üzerine onu tekrar içeri götüren
kimsenin davranışına benzer. Bu tür davramş, mekruh görülmüştür. Dilenciye
vermek üzere evden çıkartılan bir şey, bir daha o eve girmemelidir. Bu konuda
şöyle denilmiştir: Kişi bu tür bir yiyecek veya eşyayı, başka bir dilenciye
vermek üzere ayrı tutmalıdır.
Hadis
ehlinden bir zat, dostlarıyla yemek yediği zaman, bir somun kala yemekten
kalkar ve onu yanında ayrı tutardı. Seyyar b. Hatim de, herhangi bir mecliste
sofra kurulduğu zaman bir kaç lokma ve ardından, 'Benim payımı ayırın' derdi.
Yine bir gün, bir cemaatle beraber yemek yiyordu. Tatlı geldiği zaman takkesini
çıkardı ve 'Payıma düşeni buna koyun' dedi.
Davetli
dostların yemeklerini dağıtmadan önce, hane halkının paylarını ayırmak gerekir.
Böylelikle yemeğin artması noktasında herhangi bir düşüncenin doğması
engellenmiş olur. Çünkü bu mekruhtur. Belki yemekten hiç bir şey
artmayacaktır. Bu da ev halkını sıkıntıya düşürecek, rızıklarını azaltacak ve
yemek ikramıyla kazanılacak sevaptan daha ağır bir vebal yüklenilmiş
olacaktır. Çünkü böyöle bir durumda ev halkına zarar verme ve onlara eziyet etme
sözkonusudur. Böyle bir hataya düşen kimse, asıl vazifesini ihmal etmiş olur.
Davet sahibi, ancak yemelerim istediği yemekleri sunmalı ve yenilebilecek
kadarıyla yetinmelidir. Bu konuda orta yol, sünnet ile fazileti
birleştirmektir.
Rivayete
göre Allah Resulü'nün (sav) sofrasında yemek arttığı asla vaki olmamıştır.
Çünkü onlar, her konuda ihlaslı davranırlardı. Misafirlere, yetecek kadarını
ikram eder, iyice acıkmadan yemeğe oturmaz, canları istiyorsa yemeyi bırakarak
arttırmaz ve yetinmeyi bilirlerdi.
Yemeğin
yetecek kadar ikram edilmesiyle ilgili söylediklerimizin arkasında yatan
hakikat; sünnet-i nebevi gereği yemek arttırmaktan sakınmaktır. Yemeğin
artması maksadıyla bolca ikram edilmesinin ardında da güzel bir niyet olabilir.
Buna daha önce işaret etmiştik; dostların yemeğinden artan kısım, yenilmesi
halinde hesaba çekilmeyeceği vaadedilmiş bir yemektir.
Toplulukla
beraber olan biri, yemek servisinin geciktirilmesini istememelidir. Çünkü orada
yemeğe acilen ihtiyacı olan biri bulunabilir. Ancak servisin ertelenmesi
üzerinde görüş birliği etmişlerse, bu durumda da daha erken verilmesi
istenemez.
Bir yanda
kılınmamış bir namaz, diğer yanda da hazır bir yemek bulunduğu zaman şöyle
yapılır: Canlan yemeği istiyor ve namaz vakti de geniş ise yemek öne alınır.
Yemeği pek arzu etmiyorlarsa veya namaz vakti iyice darsa, o takdirde namaz
öne ahnır. Sofrada uzun süre oyalanma endişeleri olduğu zaman da namazı öne
almaları daha doğru olur.
Yemeği yerde
oturarak yemek müstehaptır. Allah Resulü (sav), kendisine yemek getirildiği
zaman onu yere koyar ve diz kırıp oturarak yemeğini yerdi. Bu konuda şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: Taslanarak yemek yemem! Ben bir köleyim ve
kölelerin yediği gibi yer, kölelerin oturduğu gibi otururum".[54][54]
Allah Resulü
(sav) yemek için muhtemelen diz kırarak ve sağ ayağını dikip diğerinin üzerine
oturmuştur. Günümüze dek Arap-lar'm sofradaki oturma biçimleri böyledir.
Yemeği
tepside yemek de sünnettir. Kişi, sofrası için güzel azık düzmelidir. Azıkların
en güzeli ise takvadır.
Bize göre
yüksek sofralarda yemek yemek mekruhtur. Çünkü Selef, yemeğin ellerin
hizasından yukarıda olması hoş görmezdi. Bu, sonradan çıkmış bir bidat olup
tevazuya da uygun değildir. Enes b. Malik (ra) Allah Resulü'yle (sav) ilgili
olarak şöyle buyurmuştur: Allah Resulü (sav) yüksek sofrada ve küçük
tabaklarda yemek yemedi. 'Peki siz nasıl yerdiniz?' diye sorulunca da şöyle
cevap verdi: Biz tepsi üzerinde yerdik.[55][55]
Denildi ki:
Allah Resulü'nün (sav) irtihalinden sonra görülen ilk adetler şu dördüdür:
Yemek masaları, elekler, çöven ve sofrada doyma. Çovenle temizlik yapan kimse,
işe sağ elini yıkadıktan sonra ağzım yıkamakla başlar, kuru çöveni sol avucuna
koyup ağzını yıkadıktan sonra iyice temizler ve ardından sol avucundaki çöveni
ıslatarak ellerini yıkar. Avuçlarını tekrar tekrar yıkamaz. Bu, vakar ehlinin
tercih ettikleri temizlenme şeklidir.
Bir çok
çeşit yemeğin bulunduğu bir sofrada, hafif olanla başlamak gerekir. Daha
hafif, daha güzel, daha güzel ise yemeye daha uygundur. Örneğin hem tirid, hem
de kebap varsa, kebabla başlamak daha doğru olur. Çorbayı da yemekten önce
yemek gerekir. Arapların adetleri bu şekildedir. Böyle yaparak açlığı en güzel
şekilde bastırmak ve rızkı da layık olduğu şekilde almak mümkündür. Yemeğin
bu usule uygun olarak yenmesi, kazanılacak ecri arttırıp yenilen miktarı
azaltır. Hafif yemekten sonra ağır bir yemek yenecekse, yenilecek miktar
elbette daha az olur.
Ehli dünya
olarak nitelenen kimseler, yemeğe ağır çeşitlerden başlarlar. Böylelikle daha
çok yemek ve şehvetlerini azdırmak maksadını güderler. Onlar, hafif yemeklere
pek uzanmazlar. Böylece daha hafif ve daha güzel olandan çok az nasiplenmiş
olurlar. Bu ise, ahiret ehli nezdinde müstehap görülmemiştir. Davette birden
fazla yemek sunulacak ise, bunların hepsinin bir yerde toplanması gerekir.
Davetlilere mümkün olduğunca bilmedikleri yemekler su-nulmamalıdır.
Davette tek
bir yemek türü bulunuyorsa, sadece o sunulur ve herkes onunla yetinir. Böylesi
durumlarda ikinci bir yemeğin beklentisine girmek doğru değildir.
Şeyhlerimizden biri, kendi şeyhinden şunu nakletmişti: Şamlı bir dostum, bana
bir tür Şam yemeği getirmişti. Kendisine, 'Bu yemek biz Iraklılarda en son sunulacak
yemektir' dedim. 'Evet, bizde de öyledir* dedi. Yanında yiyecek başka bir şeyi
bulunmamasından çekindiğimi görünce şöyle dedi: En son Iraklı bir zatın evinde
topluca yemekte idik. Çeşit çeşit yemekler sundu. Hepsinden azar azar alıyor,
arkasından gelecek olanı bekliyorduk. En sonunda ellerimizi yıkamamız için su
tası getiriliverdi ve başka yemek sunulmadı. Bu yemeği onun için şimdi yiyorum.
Tasavvuf
ehlinden latife yapmayı seven bir şeyh şöyle demişti: Allah Teala bedensiz
başlar yaratmaya muktedir olamaz mıydı? Bu söz üzerine o akşam yemek yiyemedik.
Bir çokları, sahur yemeğini de kuru ekmekle geçiştirdiler.
Davet edilen
kimseler, bütün yemeklerden yiyebilmeli ve sofra ancak bundan sonra
kaldırılmalıdır. Davet ve yemek adabının gereği budur. Davette sunulan
yemekler arasında bazıları, kişinin gözünde bazılarından daha lezzetli
olabilir. İşte bu nedenle, yemeklerin tamamı insanlara sunulmadan sofrayı
toplamaya girişmemek gerekir. Karnı henüz doymamış biri, beğendiği yemeği sonda
bulduğu zaman yeterince yiyemediği için sofradan yarı aç vaziyette kalkabilir.
Bir dostumuz,
sufîlerden es-Setturi'nin başından geçen şöyle bir hadise anlatmıştı.
es-Setturi, ehli dünyadan birilerinin sofrasına misafir olmuştu. O, biraz cimri
bir mizaca sahipti. Sofraya kızarmış bir deve konuldu. Davetliler etleri
parçaladıkça, es-Setturi'nin yüreği daralıyordu. Dayanamayıp, 'Hey hizmetçi,
şunu içeri götürün, biraz da çoluk çocuk yesin' dedi. Onun bu isteği üzerine
deve içeri taşındı. Süfyan-ı Sevri (ra) devenin arkasından gitmek üzere ayağa
kalktı. Ev sahibi, 'Nereye ey Ebu Abdullah?' deyince, 'Çocuklarla beraber
yemeye' dedi. Bunun üzerine ev sahibi utandı ve misafirlerin doyuncaya kadar
yemeleri için devenin getirilmesini emretti.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: Her kim birini yemeğe davet eder ve onun davete icabet
etmemesini temenni ederse, o kimse de davete icabet etmezse davet sahibine bir
günah yazılır. Eğer icabet ederse iki günah yazılır. İlk durumda günah
yazılmasının sebebi şudur: Bu tür bir davette bulunan kimse, kalbinde
bulunmayanı diliyle söyleyen biridir. Yapmacık bir davranış sergilemekte ve samimi
olarak yapmak istemediği bir fiil için övülmek istemektedir. Bu yüzden de
kendisine bir günah yazılmaktadır.
iki günah
yazılmasının sebebi ise şudur: Burada davet edilen kimsenin, davete icabet
etmesi, onun için ikinci günahı teşkil etmektedir. O, sözkonusu din kardeşini
aslında istienmeyen bir şeyi yapmaya zorlamıştır. İçyüzünü bilmesi halinde
raddedeceği bir işi yapmasına ön ayak olmuştur. Zahirde sergilediği tavırla ona
karşı dürüst davranmamıştır. Çünkü o kardeşi kendisinin davete davete gelmesini
arzu etmediğini bilse, oraya gidip onun yemeğini yemeyecektir. Bu, davet
sahibinin insanlar görsün-duysun diye yaptığı türden samimiyetsiz bir davettir.
Bu da onun için ikinci bir günah olarak yazılacaktır.
Eskiler,
yemek yerken yanlarına gelen biri olduğunda, yemeğini paylaşmasını
istemedikleri bir kişi olduğunda onu sofraya davet etmezlerdi. Aksi takdirde
gösterişte bulunmaktan ve o kimseleri hoşlanmayacakları bir şeye zorlamış
olmaktan çekinirlerdi.
Bir topluluk
Semir Ebu Asım'a misafir olmuştu. Semir, zahid biriydi. Onlar geldiğinde yemek
yiyordu. Misafirlerine şöyle dedi: Borçlanarak almamış olsaydım sizi de buyur
ederdim. Seleften bir zat, yapmacıkhk ve üzerine vazife olmayanı yapmaya
girişmeyi (=te-kellüf) açıklarken şöyle demiştir: Kendi yemediğiniz bir şeyi
dostunuza yedirmeniz tekellüftür. Kalite bakımından ve fiyat bakımından kendi
başınıza iken yemediğiniz veya yiyemediğiniz şeyi, misafirinize de ikram
etmeyin. Aksi takdirde tekellüfe düşmüş olursunuz.
Fudayl b.
Iyaz şöyle demiştir: İnsanlarla dargın durulmasının sebebi, genellikle yapmacık
ve zorlama davranışlardır. Her hangi biri dostu tarafından davet edildiği
zaman, ona şirin görünmek için kendini zolayacak bir takım hazırlıklarda
bulunan kimse, elbette onun tekrar gelmesini istemez. Selef-i Salih'ten bir
zat, gelen misafire evde hazır ne varsa onun ikram edilmesini tavsiye etmiş ve
bunun dostluğun devamlılığı ve ev sahibinin hoşnutluğu bakımından daha faydalı
olacağım bildirmiştir.
Seleften bir
zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Evime dostlarımdan hangisi gelirse
gelsin umursamam. Çünkü onlar için kendimi zora sokmanı. Evde hazır ne varsa
ikram ederim. Hazır olmayan şeyleri sunabilmek için kendimi zorlasaydım o
zaman dostlarımdan bıkar, tekrar gelmelerini pek istemezdim.
Şeyhlerden
biri şunu anlatmıştır: Dostlarım içinde birine kendimi çok yakın hisseder ve
ziyaretine sık giderdim. Ama o, her defasında kendini zora sokacak hazırlıklar
yaparak bana şirin görünmeye çalışırdı. Bir gün kendisine şöyle dedim: Şimdi
sana soracağıma açık cevap ver! Evde kendi başınıza iken de bana sunduğunuz
türden yemekler yiyor musunuz? 'Hayır!' dedi. Bunun üzerine şöyle dedim: Kendi
başımıza iken biz de size sunduğumuz yemekleri yiyemiyoruz. Peki neden sizde ve
bizde buluştuğumuz zaman aynı şekilde davranmayıp kendimizi zora koşuyoruz?
Bundan sonra ya birbirimizi ziyareti keseceğiz, ya da kendi başımıza ne
yiyorsak misafirlikte de onu yiyeceğiz!
Dostum bu
tavsiyemi benimsedi ve kendisini ziyarete gittiğimde, evlerinde olanı ikram
etmeye başladı. Belki de bu sebeple, dostluğumuz çok uzun süreli oldu.
Yemeğe davet
edilen kimsenin maiyetinde bir veya birden fazla insan varsa, yanındaki kimseyi
veya kimseleri belirtmelidir. Bu, sünnetin ve edebin gereğidir. Eğer tek başına
veya adlarıyla belli kimselerle birlikte davet edilmiş, bir kişi de arkalarına
takılmışsa, o kimseyi davet sahibine bildirmelidir. Davet sahibi izin verirse
oraya girmesinde bir mahzur olmaz. Aksi takdirde girmemelidir. Sünnetin gereği
de budur.
Bir topluluk
adına bir kimse davet edilmiş ve onlarla ilgili hususlar ona havale edilmişse,
davete katılmadan önce ev sahibine katılacak sayıyı bildirmelidir. Böylelikle
gerekli hazırlığın yapılmasına imkan tanınmış olur. Genel bir davet olmaksızın
birini çağıran kimse, davete kimlerin katılacağını ona bildirmelidir. Çünkü o
davette karşılaşmak veya görüşmek istemediği bir kişi bulunabilir. Her hangi
bir bilgi verilmediği zaman, kişi tek başına davet edilmiş olduğunu da
sanabilir. Çünkü yemek bir yakınlık ve ilişkidir. Herkes önüne gelenle
yakınlaşmak ve ilişki kurmak istemez. Özellikle de toplumun önde gelenleri için
bu geçerlidir.
Birinin
meclisinde yemek yerken bir dilencinin yemek isteğine muhatap olan kimse, davet
sahibinin izni olmaksızın hiç bir şey veremez. Aksine davet sahibinden müsaade
isteyerek esas verenin o olmasını temin eder. Eğer davet sahibinin izni
olmaksızın vermiş-se, sevabı davet sahibinin, vebali de onun olur.
Konuyla
ilgili olarak Ebu'd-Derda'dan (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: Kendi sofrasında
yemek yiyen biri, izni olmaksızın bir dilenciye yemek verdiğinde ona şöyle
demiştir: Bu hareketinle beni zengin ettin! Yaptığın işin sevabı benim, vebali
senin oldu!
Benzer
biçimde, her hangi bir yere davet edilen kimse davet sahibinin iznini almaksızın
üçüncü bir şahsı çağırmamalıdır. Yakan dostlarını davet eden biri, eve
tanımadığı biri geldiği zaman yemek
için onlarla beraber oturmayabildiği gibi o
kimsenin ayrılmasını veya tek başına yemesini de isteyebilir.
Şeyhlerimizden
biri Haleften bir zatla ilgili olarak şöyle bir hadise nakletmişti: O, sufi
dostlarından bazılarını yemeğe davet etmişti. Avamdan biri de davetliler
arasında eve girdi ve onlarla beraber yemeğe oturdu. Davet sahibi, onun elini
tuttu ve sofradan uzaklaştırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, yakın dostlarımız
için hazırladığımız bir sofradır. Yanlarına başka birinin girmesi yakışık
almaz. Ardından o şahıs için ayrı bir yemek hazırlattı ve onu ayrı bir odada
oturttu. Hareketindeki kabalığı da bu şekilde telafi etmiş oldu.
Yemek yerken
içeri her hangi biri geldiğinde sofrayı kaldırmak sünnete uygun değildir. Vakar
sahiplerine de bu tür davranış yakışmaz. Çünkü gelen şahsın yemeğe ihtiyacı,
yiyen kimseden çok daha hayati olabilir ve Allah Teala tarafından sınanmak için
gönderilmiş de olabilir.
Bir din
kardeşinizi yemeğe davet ederken bir veya iki kez söylemeniz gerekir. Bunun
ötesinde ısrar etmek uygun değildir. Bu şekilde ısrarla çağırmanız mekruh
görülmüştür. Nitekim bu anlamda şöyle denmiştir: Din kardeşinize sıkıntı
verecek bir ikramda bulunmayın! Üç kezden fazla davet etmeyin! Israrın sınırı,
üç ve daha fazla defa çağırmaktır. Bu, kesinlikle edep ve terbiyeye uygun bir
davranış değildir. Rivayete göre, Allah Resulü (sav) de her hangi bir konuda
üç kez çağrılıp cevap vermediğinde bir daha çağnlmazdı.
Hasan b. Ali
(ra) şöyle demiştir: Yemek, üzerine yemin edilmeyecek kadar önemsizdir. Bir
keresinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: Üzerinde iddiada bulunulmayacak
kadar önemsizdir! Bu söz, müminin mümin üzerindeki hakkının büyüklüğüne işaret
eden veciz bir sözdür.
Süfyan-ı
Sevri (ra) ise şöyle derdi: Bir kardeşiniz size geldiğinde, 'Yer misin?' veya
'Bir şeyler hazırlayayım mı?' demeyin! Evinizde olanı ona ikram edin! Yerse ne
âlâ, aksi takdirde kaldırın! Hasan el-Basri (ra) ve Abdullah b. Mübarek (ra)
öğle veya akşam yemeklerini yiyecekleri zaman dış kapılarını açar ve o esnada
biri gelirse, yemeği onunla birlikte yerlerdi. Kimisi de evin hol kısmında
oturur ve kapıyı açık bırakırdı. Yoldan geçen herkesi yemeğe buyur ederdi.
Yemek daveti hususunda Selef-i Salih'in izledikleri yol bu îdi; yemek
yiyecekleri zaman kapılarını ardına kadar açar, zengin fakir demeden yoldan
geçen herkesi sofraya davet ederlerdi.
Tabiun'dan
bir zat şöyle demiştir: En hayırlılarınız, yemeklerini avluda yiyen, tabaklan
en geniş ve kaymakları en tatlı olanlardır! En şerlileriniz ise, yemeği kapalı
yerde yiyen ve tabakları küçük olanlardır!
Her kim
birini yemeğe davet ederse ve en iyisinin onunla beraber yemek yememek
olduğunu bildiği halde onunla yemeğini paylaştığında mekruh işlemiş olur.
Kişi, davet edenin sözünün altındaki hakiki etkeni bildiğinde, onun yemeğini
yememelidir. Eğer hakiki anlamda bilmiyorsa, sözün zahirinden haraket ederek
yemeğini yiyebilir. Bu noktada su-i zanda bulunmaya mahal vermemelidir.
Bir
yolculukta adamın biri Ahnef b. Kays'ı yemeğini paylaşmaya çağırmıştı. Ahnef,
'Belki sen de arızlardansın' dedi. Adam, 'Onlar da kimdir?' diye sorunca Ahnef
şu cevabı verdi: Gönülden yapmamalarına rağmen halk tarafından övülmek isteyenler!-
Bu söz üzerine adam sükut etti. Ahnef de onun davetine icabet etmedi.
Süfyan-ı
Sevri (ra) bir adamla yürüyordu. Adamın evinin kapısına geldiklerinde, 'Buyrun
bir şeyler yiyelim! dedi. Süfyan, 'Soracağım şeye lütfen doğru cevap ver!
Kalbine hangisi daha sevimli geliyor? Kalmam mı, yoksa gitmem mi?!' dedi. Adam
sükut etti. Süfyan da eve girmeyerek oradan ayrıldı.
Kişi, çok
yakın dost olduğu ve yemeğini yemesinden hoşlanacağını yakinen bildiği
kimsenin yemeğini onun izni olmaksızın yiyebilir. Aralarındaki derin sevgi,
iznin yerini alır. Muhammed b. Vasi' ve arkadaşları, Hasan el-Basri'nin (ra)
evine girer ve bulduklarını yerlerdi. Onlar yemek yerken Hasan (ra) gelirse
çok sevinir ve şöyle derdi: Biz de böyle yapardık!
Rivayete
göre Hasan el-Basri de (ra) semtindeki bakkaldan dilediği gibi yer, bir
sepetten incir, bir diğerinden fıstık alır yerdi. Ha-şim el-Evkas kendisine,
'Ey Ebu İshak, adamın malını izinsiz yiyorsun? Olur mu?' dediğinde şu cevabı
vermiştir: Bre gafil, Allah Teala'nın şu ayetini hiç okumadın mı? "Sizin
de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden,
annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden,
kızkardeşlerini-zin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın
evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları
size bırakılmış sahip çıkmanız istenen yerlerden ve dostlarınızın evlerinden
yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61)
Hasan
el-Basri (ra) ayetteki 'dost' kelimesini şöyle tarif etmiştir: 'Dost', nefsin
huzur bulup kalbin itmi'nan bulduğu kimsedir. Böyle birinin yemek için izin
istemesine gerek yoktur.
Süfyan-ı
Sevri'nin evine bir grup gelmişti. Onu evde bulamadılar. Bunun üzerine kapıyı
açarak içeri girdiler ve tepsiyi indirdiler. Ardından yemek hazırlayıp yemeye
başladılar. O esnada Süfyan eve geldi. Onları bu halde görünce şöyle dedi:
Sağolun, bana Selefin ahlakını hatırlattınız! Onlar da böyle yaparlardı.
Birkaç kişi,
Tabiun'dan bir zatı ziyaret etmişti. Evinde yiyecek bir şey yoktu. Bunun
üzerine çok samimi bir komşusunun evine gitti. Komşusu evde yoktu. Eve girdi ve
pişmiş yemek bulunan bir tencere ve taze ekmek gördü. Bunları alarak evine
götürdü. Yemeği ve ekmeği misafirlerine ikram etti. Bir süre sonra komşusu eve
dönüp yemek dolu tencereyi ve ekmekleri göremeyince ev halkına sordu. Onlar da,
olup biteni anlattılar. O da, 'İyi etmiş!' dedi. Karşılaştıklarında da şöyle
dedi: Can dostum! Eğer misafirlerin tekrar gelirlerse, yine aynısını
yapabilirsin!
Allah Resulü
(sav) de, Berire'ye (ra) tasadduk ettiği etten onun izni olmaksızın yemiştir.
Ama O, Berire'nin (ra) bunu bilmesi halinde çok sevineceğini iyi bilmekte idi.
O, Berire'nin (ra) pişirdiği eti yedikten sonra şöyle buyurmuştur: "Sadaka
yerine ulaştı; onun için sadaka, bizim için de hediye oldu" [56][56]
Yine O, başka bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Adamın adama elçisi onun
iznidir". Yani, onun elçisini görmek, girmek için izin verildiğini
gösterdiği için tekrar izin istemek gereği kalmaz.
Allah
Resulü'nün (sav) fiilleri üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkan hakikatlardan
biri de şudur: Bir adamın, onunla beraber yemek yemenizden hoşlanmadığını
hissettiğiniz zaman onunla yemek yemeyin. Sözle müsaade etmiş olsa dahi,
yememeniz daha uygundur.
Konuyla
ilgili bir diğer misal de şu hadisedir: Seleften bir zat, birilerini yemeğe
davet etmişti. Ama elçi, davetlilerden birini bulamamış ve geç bir zamanda
haber vermişti. Vakit iyice ilerlemiş olduğu için davetliler evden
ayrılmışlardı. Sonradan haberi olan kişi eve yine de gitti. Kapıyı çaldı. Davet
veren kişi kapıya çıkarak, 'Bir arzunuz mu var?' diye sordu. O da, 'Beni yemeğe
davet etmişsin, geç öğrendim, şimdi gelebildim' dedi. Ev sahibi, 'Ama
davetlilerin hepsi ayrıldılar* deyince geç kalan, 'Onların yediklerinden artan
bir şey yokmu?' diye sordu. Adam da, 'Hayır* dedi. Teki kırıntı da mı yok?'
deyince, ev sahibi 'Hiç bir şey kalmadı!' dedi. Geç kalan, 'Öyleyse tencere
diplerini alayım' dedi. Ev sahibi, 'Hepsini yıkadık' deyince, Allah'a hamd
ederek oradan ayrıldı.
Davete geç
kalan bu zata, niçin bu kadar ısrar ettiği sorulduğunda şöyle demiştir: O
kimse, bir ihsanda bulunmuş ve davetini belli bir niyetle yapmıştır. Sözkonusu
zatın yukarıda gösterdiği zillet ve alçalma hali, nefsinin izzet ve kibir
derecelerinden iyice sıyrıldığım göstermektedir. O, bu hali ile Ebul-Kasım
el-Cüneyd'in hocası İbnul-Küdeyni'ye benzemektedir. Bir gün delikanlının biri
ona, babasının davetini ulaştırmıştı. Çocuğun babası, bîr davette onu dört kez
dışarı atmış, ama o her defasında yine gelmişti. Bunlar, tevhid ile itmi'nan
bulmuş ve Mevla'dan gelen imtihan ve belaları sebepleriyle müşahede edebilen
nefslerdir. Tevazu ile yoğrulmuş ve zillet ile ezilmiş bu kimselerin nefsleri,
ferdlere mahsus yalnız bir yolun yolcusu, enderlere mahsus mücerred bir halin
ehlidir.
Kibirli
kimseler ise davetlere icabet etmezler. Bazılarına göre bu, izzet-i nefsle
bağdaşmayan hareketlerdendir. Onlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ben hiç bir davete icabet etmem! 'Niçin?' diye sorulduğunda ise şu cevabı
vermiştir: Yufka ekmeği beklemek züldür! Kibir ehlinden bir diğerinin ise şöyle
dediği nakledilmiştir: Ellerim başka birine ait tabağa uzandığında boynum da
onun önünde eğilmiş olur!
Kibir ehli
içinde, hakir gördüğü yoksulların davetlerine katılmayıp gözünde büyüttüğü
zenginlerin davetlerine katılmaktan şeref duyan kimseler de vardır. Ehli dünya
içinde bazıları da, ancak kendi seviyelerinde olan kimselerin davetlerine
icabet eder ve daha aşağıda gördüğü kimselerin davetlerine katılmazlardı.
Bütünbunlar, Allah Resulü'nün (sav) sünnetine aykırı yaklaşımlardır. O, kara
bir kölenin davetine icabet ettiği gibi, yoksul birinin yemeğine de katılırdı.
Allah
Resulü'nün (sav) konuyla ilgili hadislerinden biri şöyledir: Ne kötü yemektir
o! Yoksulları dışlayıp zenginlere verilen ziyafet yemeği![57][57] Yine O,
davete icabet konusunda şöyle buyurmuştur: "Her kim davete icabet etmezse,
Allah Teala'ya isyan etmiş gibi olur".[58][58]
Hüseyin b.
Ali (ra) yol kenarında insanlardan dilenen bir yoksullar grubunun yanından
geçiyordu. O esnada, kumun üzerine yaydıkları bir takı ekmek parçalarını
yiyorlardı. Hüseyin (ra) bineği üzerinde yanlarından geçerken, onlara selam
verdi. Onlar da selamına mukabele ettiler ve 'Haydi Allah Resulü'nün kızının
oğlu! Bizimle bir şeyler ye!' dediler. O da, 'Peki! Muhakkak Allah
kibirle-nenleri sevmez!' dedikten sonra bineğinden indi ve onlarla beraber yere
oturdu. Yemeklerini paylaştıktan sonra veda ederek bineğine bindi ve yoluna
devam etti.
Bu hadisenin
başka bir rivayetinde şöyle bir fazlalık vardır: Hüseyin (ra) onlara, 'Ben
size icabet ettim, siz de bana icabet edin' demiş, onlar da 'Peki' demişlerdi.
Bunun üzerine onları günün belli bir vaktinde yemeğe davet etti. Hüseyin'in
(ra) evine gittiklerinde onun tarafından sıcak bir şekilde karşılanıp sofraya
oturtuldular. Ardından da Hüseyin (ra), 'Ey Vâzât! Bugüne dek biriktirdiği nimetleri
getir ve sofrayı donat dedi. Cariye de, evdeki en kıymetli yiyecekleri
getirerek çok güzel bir sofra hazırladı. Sofra iyice bezen-dikten sonra Hüseyin
(ra) de yoksul misafirleriyle beraber yemeğe başladı.
Ibnü'l-Mübarek
(ra) dostlarına evinde bulunan hurmaların en kıymetli olanlarını ikram eder ve
şöyle derdi: Kim daha fazla yerse, ona çekirdek başına bir dirhem vereceğim!
Sonra da fazla yiyenlerin çekirdeklerini sayarak, bir o kadar dirhem verirdi.
Öğüt
ehlinden bir zat şöyle demiştir: Yemek davetlerine katılmamın tek sebebi, bana
cennet sofralarını hatırlatmasıdır. Çünkü oraki sofralar da, sıkıntı ve tasaya
gerek kalmaksızın önünüze konulacaktır. İşte bu nedenledir ki dostların toplu
yemekleri hakkında şöyle denilmiştir: Yakınlık ve birbirlerine yeterlik
buîunan dostların biraraya geldikleri sofra, dünyadan sayılmaz!
Sufllerden
bir zat şöyle derdi: Ancak şu kimsenin davetine icabet edin ki o, siz yemek yerken
sadece kendi rızkınızı yediğimizi ve sunduğu yemeğin kendisine tarafınızdan
bırakılmış bir emanet olduğunu düşünür, emaneti kabul ettiğiniz için de
kendisine iyilik ettiğinize inanır!
İşte bu,
davet sahipleri"arasında arif olanların ulaştıkları bir mertebedir. Davet
edilenler arasında arif olanların derecesi ise esas davet edenin; el-Evvel,
El-Mücîb, el-Ahir, el-Mu'tî, el-Bâtua, er-Râzık, ez-Zâhir olan Allah Teala
olduğunu bilir. Sufilerden bazıları, dostlarını bu anlama gelecek şekilde
imtihan etmişlerdir.
Bu çerçevede
şöyle bir hadise anlatılmıştır: Adamın biri, sufi imamlarından birini,
arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmişti. Müridler sofradaki yerlerini alıp
yemeği beklemeye başladıkları zaman, şeyhleri çıkarak şöyle dedi: Bu davetin
sahibi olan adam, sizi davet ettiğini ve yemeğini yiyeceğinizi sanan biridir.
Bu yaptığında ona şahit olamayan kimseye burada yiyeceği yemek haramchrr Bunun
üzerine bütün müridler ayağa kalktılar ve evi terkederek o kimsenin yemeğini
yemeyi helal görmediler. Çünkü o kimseyi yaptığı bakımından reşid olmayan bir
çocuk hükmünde değerlendirdiler. Şeyhin sofraya oturmasının sebebi, onunla
ilgili bu şahitliğin, kalbinde henüz sübut bulmamış olmasıydı. Onun bakışı, söz
ve anlamı tam olarak idrak edemediği için bu gecikme olmuştu.
Bir din
kardeşiniz sizi yemeğe davet ettiğinde, bu davete katılmanın onu çok mutlu
edeceğini biliyorsanız, nafile orucunuzu açmanızda bir mahzur yoktur. Bu
bilginin kesinliğinden emin değilseniz, yani size sadece 'Seninle yemek
yemekten mutlu ederim' demişse, buna inanmanız ve hüsnü zan sahibi olarak buna
hareket etmeniz gerekir.
Eğer bu
konuda kesin bir bilginiz yok ve o da, bunu telaffuz etmemişse, nafile orucu
bozmanız bize göre mekruh olur. Çünkü oruç, niyete dayalı bi ibadettir. O tür
şaibeli bir davette ise önceden niyet mevcut değildir. Böyle bir durumda oruç
daha faziletli olmaktadır. Kardeşinizin sofrasındaki yemek tirid bile olsa,
oruçla ilgili niyet, salih bir niyettir ve kolay kolay bozulmamahdır.
Surîlerden
biri, oruçlu olmadığı günlerde yemek yiyeceği zaman, cemaatla birlikte yemeyi
tercih eder ve hem yediğini, hem de orucunu denklerdi.
Ibni
Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hasenatın en faziletli
olanlarından biri de, aynı meclisi paylaşanların birbirlerini zorlamalarıdır.
Her hangi bir topluluğa belli bir yemeği yedirmek istemeyen kişi, bu yemeği
onlara açmamalı ve anlatmamahdır Kendisi o yemekten yemiş olsun veya olmasın
böyle davranmalıdır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) ise şöyle derdi: Kendiniz yiyip ailene yedirmek istemediğiniz bir
yemeği, onlara anlatmayın ve yanınızda bulundurmayın.
Ameller
niyetlere göredir. Buna göre, her hangi bir davete icabet eden müslümanın yedi
tür niyeti olur. Herkes için niyet ettiği geçerlidir. Davete icabet etmek de
bir tür ameldir. Davete icabetiy-le dünyevi bir çıkar elde etmeye niyet eden
kimse için niyet ettiği dünyalık sözkonusudur. Davete icabet ile, ilahi rızayı
esas alan uh-revi yarara niyet eden kimse için de ahiretlik sözkonusudur. Görüldüğü
gibi davete icabet de, niyete göre değerlendirilen bir ameldir.
Davete
icabet eden kimsenin kalbinden geçirdiği bir niyeti yoksa veya her hangi bir
illet sebebiyle fesada uğramışsa Allah Teala kendisine salih bir niyet nasip
edinceye kadar beklemelidir. Her halükârda amellerin en faziletlilerinden biri
sayılan davete icabet, niyetlerin en güzelini gerektirir. Ondan elde edilecek
hasenat da bu niyete göre artacak veya eksilecektir.
Niyet, arzu
ve hevadan arınmış olduğu zaman, kul da davette muhtemel günahlardan
korunacaktır. Aksi takdirde oyun ve eğlenceden ibaret olacak, dünya
kapılarından birini açmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Nefsin arzularını
tatmini ve mide boşluğunun doldurulmasından öte gitmeyecektir. Allah Resulü
(sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Kimin hicreti dünyaya ise ona
ulaşır. Herkesin hicreti, hicret ettiği şeyedir".
Davete
icabette bozuk bir niyete sahip olan kimse, bundan dolayı vebal yüklenir.
Niyeti bulunmayan kimse de, olabilecek sevaptan mahrum kalacaktır.
1. İcabetle
ilgili niyetlerin ilki Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) itaattir. Bu niyetin
dayanağı, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğudur: "Davete icabet etmeyen
kimse, Allah'a ve Resulü'ne isyan etmiştir".[59][59]
2. İkinci
niyet, Allah Resulü'nün (sav) sünnetini ikame etmektir. Bunu da şu hadis-i şerifte
görmekteyiz: "Kurâ'a bile davet edil-sem icabet ederdim".[60][60]
'Kura', Medine'nin birkaç mil ötesinde bir beldedir. Allah Resulü (sav) bir
defasında Ramazan orucunu orada açmış ve namazı seferi hükümlerine göre
kılmıştır. Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Zirâ'a (=bir arşın) bile davet edilsem icabet ederdim".
Görüldüğü
üzere bu hadiste, en yakındaki davete dahi icabet etmenin gereği
vurgulanmaktadır. İlk hadis ise, uzaktan gelen davete icabetin gerekliliğini
teyid eder mahiyettedir.
Tevrat'ta
veya diğer semavi kitaplardan birinde şöyle denildiği bildirilmiştir: Bir mil
git; hasta ziyaret et! İki mil git; cenaze teşyi et! Üç mil git; davete icabet
et! Dört mil git; bir din kardeşini ziyaret et! Bu ifadede, davete icabetin
hasta ziyaretinden ve cenaze teş-yiinden daha uzak bir mesafeye konması, onun
bu ikisinden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü davete icabette,
yaşayan birinin hukukuna riayet ve bir davet sahibine cevap vermek sözkonusudur.
3. Üçüncü
niyet, Din kardeşine değer vermektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Mümin kardeşine değer veren, Allah Teala'ya değer vermiş gibi
olur". Hasan (ra) ve Ata'dan (ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kime di-lenmeksizin bir şey gelir
ve onu reddederse, Allah Teala'nın verdiğini reddetmiş olur".[61][61]
Daveti
reddetmek, bağışı geri çevirmekle aynı hükümdedir. Allah Teala'dan nakledilen
kudsi bir hadis de bu esasa dayanılarak açıklanmaktadır. Sözkonusu hadiste
Allah Teala Kıyamet günü kuluna şöyle buyurmaktadır: "Aç kaldım Beni
doyurmadın! Kul, 'Sen alemlerin Rabbi iken Seni nasıl doyurabilirim?'Allah
Teala da şöyle buyurur: Müslüman kardeşin aç kaldığında karnını doyurmadın. Onu
doyurmuş olsaydın, Beni doyurmuş olurdun!"
Bu hadisin
zahiri/görünen anlamında müslümanm ne derece büyük bir saygınlığa layık olduğu
vurgulanmakta ve Allah Teala onu Kendi yerine koymaktadır. Batıni/görünmeyen
anlamında ise davete icabet eden kimseye, onu doyurma noktasında Allah
Te-ala'nm manevi yardımı ima edilmektedir. Davete icabet etmeyen kimseler için
bu tür yardım da sözkonusu olmamaktadır. Böylelikle o, kendini dahi
doyuramayan biri olmaktadır. Davete icabet etmeyen müslümanların hali budur.
İyi düşünün!
4.Dördüncü
niyet, mümin kardeşi sevindirmek, davete katılmak suretiyle mutlu etmektir.
Konuyla ilgili bir hadiste Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kim bir mümini mutlu ederse, Allah Teala'yı mutlu etmiş gibi
olur".
5.Beşinci
niyet, davete icabet etmeme halinde yaşayacağı kalbî tasayı ve nefsî kaygıyı
gidermektir. Davete katılmayan kişi, hakkında ileri geri konuşulacağı, türlü
zanlar yürütüleceği gibi evham ve kaygılara kapılabilir. Hakkındaki iyi veya
kötü her türlü zannı gidermek, kalp ve kafasındaki tasaları gidermek için
davete icabet etmeli ve kendini bu tür gizli sıkıntılardan korumalıdır.
6.Altıncı
niyet, davetine icabet etmek suretiyle kardeşini ziyarette bulunmak. Kişi,
davete icabet etmek suretiyle dostunu ziyaret etmeye de niyetlenebilir.
Böylelikle nafile bir amelde daha bulunmuş olur. Allah rızası için
ziyaretleşmenin fazileti, O'nun dostluğunun (=Velâyetullâh) bununla
kazanılması ve Allah için sevi-şenlerin en önemli alametlerinin karşılıklı
ziyaretleşme oluşu hususunda birçok bilgi mevcuttur. Ziyaretin bu türüyle
ilgili olarak iki şart koşulmuştur: 1. Karşılıklı olarak Allah için harcamak;
2. Ziyaretleşmeyi Allah rızası için yapmak. Yemek türü davetlerde bu iki
şarttan ilki olan harcama tahakkuk etmektedir. Davete katılan da Allah için
ziyarette bulunma şartını tamamlamaktadır.
7.Yedinci
niyet, şu hadiste beyan edildiği üzere gerçekleşir: "Davete icabet
tevazudandır". Kibir ehlinin, davetlere icabet etmeyişlerini sebepleriyle
açıklamıştık.
Bunlar,
amelinde muvaffak kılman kullar için davete icabette sahip olmaları gereken
yedi kalbî ameldir. Davete icabetinde varolan sevap vaadinden ziyadesi ile
faydalanmak isteyenler bu yedi niyetle amel etmelidirler.
Aşırı
derecede ihtiyaç sahibi olan bir fakir, evinde yemek yiyebilmek için
dostlarından birinin evine davet edilmeksizin gidebilir. Bu, iki şarta
bağlıdır:
1.Yiyecek namına hiç bir şeyinin bulunmaması;
2. Yiyeceği o yemekle dostunun sevap kazanmasına niyet
etmek.
Dostunun
yemeğini yemeye giden kimse, bu hareketiyle ona sevap kazandırmış olur. Bu,
iyilik ve takva üzere yardımlaşma ifade eden bir davranıştır. Ayrıca, yoksula
yedirmeye teşvik babında değerlendirilmesi de mümkündür. Bu şekilde bir
dostunun yemeğini yemeye giden şahıs, diğer fakirlerden farksızdır. Çünkü
dostu, onun gerçek halini bilmemektedir. Bilmesi halinde, ona yemek ikram
etmenin kendisini çok mutlu edeceği aşikârdır. Yemeğe giden kişi, dostunu mutlu
etmesinden dolayı da Rabbi katında sevap kazanmaya adaydır.
Selef-i
Salih'ten bir topluluk böyle davranmışlardır. Bu çerçevede Seleften çeşitli
bilgiler nakledilmiştir. Bunlardan birinde, Avn b. Abdullah'ın üçyüz altmış
dostu olduğu ve her gün onlardan birine misafir olduğu bildirilmektedir. Bir
diğerinin ise otuz dostunun olduğu, her günü ayrı bir dostunda geçirdiği
bildirilmiştir.
Selef, bu
ulvi ahlaka çok değer verir bunu, kazanç peşinde koşmaktan daha önemli
görürdü. Onların kazançları, kardeşlerinin kazançları idi. Bu tarz yaşayanlar,
kazanç ve birikim ardında koşmazlardı. Dostlarının onlarla ilgili salih bir
niyeti olur ve onlar da kendilerinden bunu rica ederlerdi. Görecekleri yardım
ve barınmayı da onlara taksim ederlerdi. Selef için, amellerin en faziletlisi
buydu. İhtiyaç sahipleri, dostlarının davetlerine icabet etmek ve evlerinde
kalmak suretiyle onlara değer verirlerdi.
Said b. Ebi
Arube, evine gelen dostlarına yemek ikram etmez, her şeyi açığa koyar, hiç bir
yeri kapalı tutmayarak dilediklerini diledikleri gibi almalarını sağlamaya
çalışırdı. Mutfağında et varsa et, tatlı varsa tatlı, her şey açıkta dururdu.
Eşya ve giyeceklerle ilgili olarak da böyle yapardı. Evindeki her şey, açıkta
ve görülüp alınabilecek şekilde dururdu. Said'in evine giden bir dostu, etten
bir parça keser, kızartıp yer veya bulduğu başka bir katıkla ekmek yerdi.
İsteyen, açıkta duran elbiselerden dilediğini alır ve giyip giderdi. Bunlar
Said'in evinde serbestti. Dileyen dilediğini yer veya giyerdi.
Dostunun
evinde süreklilik üzere kalanlar da vardı. Bunlar, dostlarının gösterdiği bir
odada yaşarlardı. Evi kendi evleri gibi görür, vakitlerinin çoğunu evde
geçirirlerdi. Ulemadan bir zat şöyle demiştir. İki yemek vardır ki müslüman
bunlardan dolayı hesaba çekilmez: Sahur yemeği ve değer verdiği dostlarının
evinde yediği yemek.
Bir
topluluğun yanında yemek yiyen kimse şöyle demelidir: Yemeğiniz oruçlular için
iftar olsun, hayır sahiplerine nasip olsun ve melekler de sizlere sal at etsin!
Başka bir rivayette ise şöyle denmesi tavsiye edilmiştir: Öyle bir kavmin
salatı üzerinize olsun ki onlar günahkâr değil hayırseverdirler, azgın
değildirler, geceyi namazla gündüzü oruçla geçirirler! Sahabe-i Kiram
yemeklerini yedikleri kimselere böyle derlerdi. [62][62]
Çoğu kimse,
yemekten sonra el yıkamayı edebine uygun olarak yapamaz. Yemek yemenin
sünnetleri iyi bilinmediği gibi, el yıkama adabı da pek iyi bilinmez. Ellerini
çövenle yıkayan kimse, yemek yerken kullandığı üç parmağını yıkayarak başlar.
Ardından kuru çöveni sol avucuna koyarak dudaklarının üzerinden gezdirmelidir.
Ağzını parmaklarıyla güzelce yıkamalıdır. Dişlerinin iç ve dış yüzlerini de
güzelce temizlemelidir. Damak ve dil de iyice yıkanmalıdır. Bu temizliğin
peşinden parmaklar su ile yıkanmalıdır. Kalan kuru çövenle, parmakların iç ve
dış kısımları güzelce ovularak temizlenmelidir.
Bundan sonra
ağza bir daha çöven konulmamalıdır. Temizlikte iki kez yeterlidir. Davetine
gelen dostların ellerini yıkayacak kimse, ellerine temiz su döker. Bu, edebin
gereğidir. Davet sahiplerinin sürekli daha güzel olam aramaları, bu gibi
davranışlarında kendini gösterir. Riayet ehlinin edebi gözetmeleri de bu
şekilde açığa çıkar. Konuyla ilgili olarak ariflerden bir zat şöyle demiştir:
Dostlarını yemeğe davet edip en güzel yiyecekleri sunan, ardından tathlar
ikram eden bir kişinin, ellerini ve ağızlarını yıkamaları için misafirlerine
tuzlu su ikram etmesi, adabı gözetme ve inceliklere riayette gösterdiği kusura
bağlanır. [63][63]
Konuyla
ilgili hadis ve haberlerin bir kısmını bu faslın muhtelif yerlerinde eksiği ve fazlasıyla
zikrettik. Bunlarda Selef-i Salih'in sünnetlerini ve Araplar'ın yemekle ilgili
örf ve adetlerini gördük. Bu nakilleri, konuyla ilgili söylediklerimizin
aralarına serpiştirdik.
İshak b.
Nüceyh, Ata b. Meysere vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şunu rivayet etmiştir:
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sofradan düşeni yiyen kimse, rahatlık
içinde yaşar ve çocukları bakımından afiyette olur".
Said b.
Lokman, Abdurrahman el-Ensari vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şunu rivayet
etmiştir: "Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: Pazarda yemek
yemek aşağılıktır". Bize göre bu, garib bir isnaddır. İşin aslı, bu sözün
Tabiun'dan İbrahim en-Neha'i ve başkalarına ait olmasıdır. Cüveybir, Dahhak'tan,
o Nizal b. Sebere vasıtasıyla Ali'den (kv) şunu nakletmiş tir: Allah Teala,
yemeğe tuz ile başlayan kimseyi yetmiş türlü beladan uzak tutar. Günde yedi
acve hurması yiyen kimse de midesindeki canlıları öldürür. Günde yirmi bir
adet kırmızı kuru üzüm tanesi yiyen de bedeninde hoşuna gitmeyen bir şey
görmez.
Et, et
yapar. Tirid, Araplar'ın en çok bilinen yemeğidir. Sürü hayvanlarının etleri
karnı büyütüp kalçaları genişletir. İnek eti rahatsızlık kaynağı iken inek
sütü şifadır. İnek sütünden yapılma tereyağı da birçok derdin devasıdır.
Hayvan yağları da bir tür devadır. Nefslerin en çok şifa buldukları yiyecekler
yaş hurma ve balıktır. Bunlar, vücudun yağlarını eritirler.
Kuran okumak
ve dişleri misvaklamak, balgamı bitirir. Uzun yaşamak isteyenler taze gıdalar
yemeli, kadınlarla az birlikte olmalı ve borçlanmamalıdırlar.
Emirlerin
hayatlarıyla ilgili anlatılan olaylar arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir:
Haccac, tabip Benâdik'a şöyle demişti: Bana, gereğini yapıp saymakla
uğraşmayacağım bir tavsiyede bulun! Benâdık şunları önerdi: Evleneceksen genç
kızla evlen, etin iyice doğranmış olanını ye, pişmiş yemeği iyice gevşemeden
yeme, hastalığın olmaksızın ilaç içme, sadece olmuş meyve ye, yediğin her şeyi
iyice öğüt, bir yemeğe çağrıldığında ardından içme, içtiğinde de arkasından
bir şey yeme, büyük ve küçük abdestini fazla tutma, gündüz yediğinde uyu, gece
yediğinde ise uykudan önce yüz adım dahi olsun yürü.
Filozofun
biri de kitaplarda yeralmış hikmetli bir tavsiyede bulunmuştur. Bu tavsiye,
maktu' hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ebul-Hattab b. Abdullah b. Bekir
tarafından rivayet edilen bu hikmetli söz şudur: Kendine mahsus bir hastalığı
olan kimse tedavi olmamalıdır. Nice deva vardır ki kullananda başka
hastalıklar çıkartır.
Bir başka
filozof ise şöyle demiştir: Gücün hastalığa yettiği kadar devadan uzak dur.
Bir başka söz de şöyledir: İlaç içmek, elbiseyi sabunla silmek gibidir. Sabun
elbiseyi temizler, ama iz bırakır.
Büyük
filozof Hipokrat'm da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Deva yukarıdan, dert
ise aşağıdandır. Derdi karnında, göbeğinin üst kısmında olan kimseye ilaç
içirilir. Derdi karnın altında olan kimseye ise lavman yapılır. Derdi,
aşağıdan da yukarıdan olmayan kimseye ilaç içirilmez. Eğer derdi tesbit
edilmeden ilaç içirilirse, sıhhat halinde yan etki yaparak hastalığa neden
olur.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Damarı kesmek kanı temizlemek,
akşam yamağını terk ise yaşlılıktır. Araplar şöyle derdi: Öğle yemeğim
bırakmak, kalça yağlarını eritir. Biri de şunu söylemişti: Tabipler yemek
esnasında içmemi yasak ettiler. Araplar, yemekle ilgili şöyle bir deyim
kullanırlardı: Akşamı ye yürü, öğleyi ye uzan!
Büyük
abdestin tutulması konusunda bir filozof şöyle demiştir: Yemek, mideden altı
saatten önce çıktığında mide bakımından hoş değildir. Orada yirmi dört saatten
fazla kaldığında ise mide için zararlıdır. Küçük abdestle ilgili olarak da
şöyle denilmiştir: Mecrasından taşan nehir nasıl çevresine zarar verirse,
tutulan küçük ab-dest de bedene öyle zarar verir. Mafsallarda oluşan
kulunçların, yeli tutmaktan kaynaklandığı söylenmiştir.
Şeyh Ebu
Talib şöyle demiştir: Hikmet ihtiva eden kitaplardan birinde şunu okumuştum:
İşler, şu dördü ile düzen bulur:
1. İştah olmadıkça yemek yenmemesi;
2. Kadının kocasından başkasına bakmaması;
3. Krala itaat edilmesi;
4. Tebaaya adaletle hükmedilmesi.
Romalı
filozoflardan birine, 'Yemek için en uygun vakit hangisidir?' diye sorulmuştu.
O da şöyle cevap vermiştir: İradesi kuvvetli olan için tam olarak acıktığında,
iradesi kuvvetli olmayan içinse bulduğunda! Başka bir yerde de, kişinin irade
kuvveti arttıkça arzu ve şehvetlerinin eksildiği söylenmiştir.
Kisra,
huzurunda oturanlara şunu sormuştu: İnsanda en zararlı huy nedir? Mecliste
oturanlar, 'Fakirlik' dediler. Kisra da, 'Cimrilik, fakirlikten daha beterdir!
Çünkü fakir bulamaz. Cimri ise, bulduğu halde yiyemez!' dedi. Şişman görünen
birine, 'Nasıl şişmanladın?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Acılı yemek,
soğuk içmek, sol yanıma yaslanmak ve bana ait olmayanı yemekle! Dengeli yapısı
olan başka birine de, 'Nasıl böyle dengeli bir vücuda sahip oldun?' diye
sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: Az düşünmek, sakin yaşamak ve hasır üstünde
uyumakla!
Hikmet
ehlinden bir zat, gördüğü şişman birine şöyle demişti: Üzerinde azı dişlerinle
dokuduğun bir kadife görüyorum, nedir o? Adam şöyle karşılık verdi: Halis un ve
taze keçi eti yer, gümüş kupa dolusu menekşe suyu içer ve ketenden yapılma
elbiseler giyerim. Kilolarım bu yüzden olsa gerek!
Bir Arap
atasözüne göre, yemek yiyen birini gören kimse, aç olmasa ve yemeği düşünmese
dahi onu gördükten sonra yemek yeme ihtiyacı duymaya başlar. el-Esma^ şunu
nakletmiştir: Hikmet ehlinden bir zat oğluna Öğüt verirken şöyle demişti: Ey
oğul, öğle yemeğini yemeden evden çıkma! Aynı tavsiye, çarşı pazara çıkan için
de yapılabilir. Dışarı çıkmadan bir şeyler atıştıran kimse, iştahını daha kolay
bastıracak ve insanlarla karşılaştığında yemekten daha rahat
uzaklaşabilecektir.
Hilal b.
Mücessem bu konuda şöyle bir beyit okumuştur:
Mide az doluyken
şişirmene gerek kalmaz, Sakınman da günahlara fırsat bırakmaz!
Sufilerden
biri, çarşıda bir şeyler yiyerek yürüyordu. Kendisine tanınan bir şahsiyetti.
'Çarşıda nasıl yersiniz?' diye sorulunca şöyle cevap verdi: Allah afiyet
versin! Ben çarşıda acıktığımda evde yerim. 'Bir mescide falan girip yeseniz
daha doğru olmaz mı?' denildi. Buna da cevaben, 'Sırf yemek için Allah'ın
evlerinden birine girmekten haya ederim' dedi. Ona göre yemek yemek, dünya
kapılarından birine girmekti.
Başka bir
yerde de, çarşı pazarın kaçanların sofraları olduğu söylenmiştir. Oralarda
kalanlar, hizmetten kaçtıkları için çarşı pazarda oturanlardır. Konuyla ilgili
olarak ibni Ömer'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bizler Allah
Resulü'nün (sav) devrinde hem yürür, hem de bir şeyler içerdik.
Tıp ehlinden
biri, terlemenin iki durumu olduğunu, sağlıklı biri için zararlı, hasta biri
içinse yararlı olduğunu beyan etmiştir. Terlemeye karşı ilaç çare olmadığında,
kişi sıhhatini kazanacak demektir.
Arap
şairlerinden biri, konuyla ilgili olarak şöyle bir beyit okumuştur:
Nice tedbir
vardır ki kul için derttir,
Derdi
uzaklaştırmanın yolu az yemeye devam etmektir.
Lokman'ın
(as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim yüksek ateşe yakalanırsa, hoş
olmayan bir iş yaptığından kesinlikle emin, helal rızık yediği hususunda da
şüphede olur. Bu konuda şöyle denirdi: Gerçek tabip, krallara perhiz tavsiye
edip onları değişik lezzetlerden meneden değil, onları dilediklerini yapmakta
serbest bırakıp siyasetlerini bunun üzerine şekillendirendir. Böylelikle bedenleri
de istikamet bulacaktır. Hicaz'ın şehirlilerinden biri, bir bedeviye, 'Ne yer,
neyi yemezsiniz?' diye sormuştu. Bedevi, 'Yavrulu deve dışında yürüyen gezen
herşeyi yeriz'. Bunun üzerine şehirli şöyle dedi: Yavrulu develer, sizden
kurtulduklarına sevinsinler!
Allah Resulü
(sav), Suhayb'm (ra) gözleri ağrırken hurma yediğini görmüştü. Kendisine,
'Gözün ağrırken nasıl hurma yiyebiliyor-sun?' diye sordu. Suhayb (ra), 'Ey
Allah Resulü! diğer tarafımla yiyorum' dedi. Kasdettiği, ağrımayan sağ gözü
tarafı idi. Bu cevap Allah Resulü'nün (sav) hoşuna gittiği için tebessüm etti[64][64]
İsmail b.
Ayaş, Şurahbil b. Müslim'den şunu nakletmiştir: Ebu'd-Derda (ra) dedi ki: Şunlar,
din için ne kadar da kötü yardımcılardır: Zayıf bir kalp; Geniş bir karın ve
sertleşmiş bir kamış. Hikmet ehlinden birine, hangi yemeğin daha temiz ve güzel
olduğu sorulmuştu, 'Açlık daha iyi bilir!' dedi. Bu sözden anlaşılan, yemeğin
ancak açlık halinde yendiği zaman güzel olduğudur. Yine aynı zat şöyle
demiştir: Katığın en güzeli, açlıktır.
el-Atebi de
şöyle demiştir: Ubeydullah, Medineliler'den birine şöyle demişti: Dostum sizin
fikıhçılarınıza öyle şaşıyorum ki, onlar bizim fakihlerimizden çok daha ince
düşünceliler! Sizin avamınız da bizim avammımızdan daha zarif ve nazikler.
Sizin delileriniz bile bizimkilerden daha ince düşünceliler! Diğeri, 'Neden
biliyor musun?' diye sorunca Ubeydullah, 'Hayır1 dedi. Medineli de konuşmaya
başladı: Bunun sebebi, bizimkilerin açlık halidir. Görmez misiniz ki ud bile
içi boş olduğu için çok güzel bir ses çıkartıyor!
Abdullah b.
Zübeyr, Hasan b. Ali'yi yemeğe davet etmişti. Hasan (ra) davete dostlarıyla
birlikte katıldı. Beraberindekiler oturup yemeklerini yediler. Hasan (ra) yemek
yemedi. Neden yemediği sorulduğuna ise, oruçlu olduğunu ve oruçlu için hediye
verilmesi gerektiğini ifade etti. Oruçluya verilecek hediyenin ne olduğu sorulduğunda
ise, *Yağ ve buhurdanlık/tütsü' dedi.
Denilir ki:
Sürme ve yağ, Allah Teala yakınlaşma vasıtalarından biridir. Aynı şekilde süt
de etlerden biri gibidir. Misafir için meyve ve güzel konuşma, konukseverliğin
iki türünden biridir. Oruçlu olup yemeğe katılıp yemeyen kimse için en giyişi
güzel kokudur. Bu da onun azığıdır.
Abdurrahman
b. Ebu Bekre Muaviye'nin masasında idi. Muavi-ye, onun lokmalarım görmüştü.
Akşam olduğunda Ebu Bekre tek başına onun yanma gitti ve şöyle dedi: Oğlunun
bugün yaptığını beğendin mi? Muaviye, 'Onun gibisinde hastalık bulunmamalıdır*
dedi. Ebu Bekre, 'Oğlun sarhoş oluncaya kadar yemeye devam etti' dedi.
Muaviye'nin cevabı çok sert oldu: Eğer şu an ölse, cenaze namazını kılmazdım!
Bu ifadede geçen 'beşem' kelimesi, şaraptan doğan sarhoşluk benzeri bir
sarhoşluk anlamına gelir.
Araplar'ın
en tanınmış hakîmi el-Hars b. Kelde, kullanıldığı hastalık bulunmayan ilaç
hangisidir? sorusunu 'perhiz' diye cevaplamıştır.
Yunanlı
filozof Galinos'a, 'Yemeği az mı yersiniz?' diye bir soru sorulmuştu. Galinos
şöyle cevap verdi: Ben yaşamak için yerim! Başkaları ise yemek için yaşarlar!
Yiyeceklerle
ilgili sözlerden biri de şudur: Mideye giren şeylerin en faydalısı nar, en
zararlısı ise tuzludur. Tuzluyu azaltmak, nara fazla yemekten daha iyidir.
Görüldüğü gibi, faydalı olsa bile her hangi bir yiyeceği fazla yemek kınanmış,
zararlı olanı azaltmak da Övülmüştür.
Abdülmun'im
b. İdris, babası vasıtasıyla Vehb b. Münebbih'ten şunu nakletmiştir: Vehb
oğluna tavsiyelerde bulunurken şöyle demişti:
'Ey oğul,
tuvalette fazla oturursan vücudunun ateşi başına doğru yükselir ve hem basura
yoi açar, hem de ciğeri tahrip eder. Tuvalete ağır ağır otur ve aynı şekilde
kalk! Kenef kapısı için de aynısı geçerlidir'
Jiaccac,
meclisinde oturanlara şöyle bir soru sormuştu: Yorgunluğu en çabuk gideren şey
nedir? Biri, 'Hurma yemek'; bir başkası, 'Hamama gitmek'; bir diğeri, 'Cinsel
münasebette bulunmak', başka biri, 'Kulak deldirmek' dedi. En sonunda Haccac
şöyle dedi: Yorgunluğu en çabuk gideren şey, tuvalete gitmektir.
Anlatıldığına
göre, adamın biri demir pasını hamur yaparak yutmuştu. Pas, adamın midesinde
uzun süre kalınca ağrı yapmaya başlamıştı. Gittiği tabip kendisine mıknatıs
yüklü bir pamuk parçası yutturdu. Pas, mıknatısın etrafında toplandı ve büyük
abdes-tiyle beraber vücuttan çıktı.
el-Esma'î,
Cafer b. Süleyman'dan şu sözü nakletmiştir: Filozof şu görüştedir: Et üstüne et
yemek, yırtıcı hayvanları bile öldürür. Ebu Cafer bunu söyledikten sonra şunu
ilave etti: Cariyemiz, bir defasında şöyle dedi: Bir ceylanımız vardı. Önüne
konulan bir hamurdan yemişti. Yemesiyle birlikte karnı şişti. Onu kesmek zorunda
kaldık. Karnım açtığımızda kanla dolu olduğunu gördük.
Meşhur tabip
Yunus bu olay üzerine şöyle demiştir:
İnsan da
aşırı yiyip şitiği zaman başına böyle bir dert gelebilir. Çok yiyen kimsenin
kalbi, kanla dolar.
el-Esnıa'î,
Basra valisi Cafer'in aşırı yemek yiyen ve yemeğin ardından istifra ederek
midesini boşaltan birine şöyle dediğini nakletmiştir: Böyle yapma! Çünkü mide,
ineğin ota alışması gibi kusmaya alışabilir. Bu da içinde yemek tutamamasına
yol açan kötü bir itiyaddır.
Bir zattan
şu husus nakledilmiştir: Tabiplerden birine, kötü kokuya ne yapılabileceği
sorulmuştu. O da, 'Kötü kokunun çaresi, iki üç hafta boyunca arpa unuyla
yoğrulmuş kuru üzüm yemektir1
Tabipler
şöyle demişlerdir: Bir suyun yumuşaklığına hükmetmenin yolu, çabuk kaynayıp
çabuk soğumasıdır. Güneşe bakan bir kaynaktan çıkıp sola doğru akan kırmızı
topraktan ve kumdan geçen su yumuşak olur. Ebu Talib, konuyla ilgili rivayet
edilen hikmetli sözlerin bununla bittiğini söyler.
Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Misafirlerinize ekmek ikram
edin! Allah Teala onu gökten indirmiştir". Ekmeğin bereketleri
sayılmayacak kadar çoktur. Ekmeğin yanında katık aranmaması, her türlü yemeğin
onunla beraber yenmesi, tuz, sirke ve sebzenin ekmekle beraber yenilebilmesi,
sofranın altına konulmaması ekmeğin nimetlerinden bazılarıdır. Her hangi bir
şey için tabak olarak kullanılmaması, her hangi bir şeyin ona yaslanmaması da
ekmeğin nimetlerindendir. Ancak onun üzerinde hazırlanan bir şeyi yemekte
mahzur yoktur.
Yemeğin
sünnet ve adabından biri de; bir topluluk yemeğe davet edildiğinde içlerinden
birinin gelmemesi halinde onun için yemeği bekletmemektir. Geldiği zaman o da
yiyebilir. Bunun sebebi; yemek ortada iken sofrada bulunanların yemek haklarına
duyulan saygının, olmayan birini beklemekten daha öncelikli olmasıdır. Beklenen
kişi, yoksul biri ise, ona izzet-i ikramda bulunmak için beklenebilir.
Böylelikle kalbinin kırılmaması sağlanmış olur. Beklenen kimse zengin biri ise
ve sofrada bekleyenler de fakir iseler, zenginin beklenmesi gerekmez.
Bu gibi bir
durumda zengini beklemek, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi sebebiyle günah
sayılmıştır: 'Temeğin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp yoksulların terkedildiği
ziyafet yemeğidir".[65][65]Görüldüğü
gibi bu hadiste, zenginlere tahsis edilen bir yemek, bu özelliğinden dolayı
'kötü' olarak nitelenmiştir. Yemeğin bizzat kendisinin kötülenmesi mümkün
değildir. Burada kötülenen, böyle bir davette bulunan kimselerdir. Onlar,
zenginleri çağırıp fakirleri ihmal etmek suretiyle 'kötü' olarak nitelenmeyi
haketmişlerdir.
'Günah
yemekleri' olarak nitelenen yemekler de iki türdür: 1. Cenaze sahiplerinin ağıt
yakanlar, ağlayanlar ve bu işte onlara yardım edenler için hazırladıkları
yemek. Bu yemeği yemek mekruh ve nehyedilmiştir. Cenaze evine, yemek
yapamayacaklarını düşünerek yemek götürmek ise sakıncasız görülmüştür. Bu tür
yemekleri yemek caizdir. Çünkü bu, iyilik ve takva üzere yardımlaşma
ifadelerinden biridir. Ancak bunda ağıt için mezarların kenarlarına oturulması
ve oralarda oyalanılarak yemek yenilmesi gibi bir maksat güdülmemelidir. O
zaman yine mekruh olur.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Cafer b. Ebi Talib'in (ra) ölüm
haberi geldiği zaman, ailesi cenazeleriyle meşgul oldukları için yemek
hazırlayamamışlardı. Ben de, 'Onlara yemek götürün' dedim." Bundan da
anlaşılmaktadır ki cenaze evine yemek götürmek sünnettir.
Yemeğe davet
edilen kimse, davet edenin evinde aşağıdaki beş husustan biri bulunduğu zaman,
davete icabet etmeyebilir. Davete katılmamasında da hiç bir mahzur bulunmaz. Bu
beş husus şunlardır:
1. Yemekten sonra içki içilmesi; içki içildiğini orada
anlasa da yine ayrılabilir.
2. Evin
döşemesinde ipek veya atlas kullanılmış olması;
3. Tabakların altın veya gümüşten olması;
4. Duvarların
Kabe gibi kumaşlarla örtülmüş olması;
5. Duvarda veya bir şeyin üzerinde dikili olarak canlı
resmi bulunması;
Her hangi
bir davete giden kimse, bu hususlardan birini gördüğünde oradan ayrılabilir.
Eğer davete katılır ve o evde oturursa, onların fiillerine iştirak etmiş olur.
Ahmed b.
Hanbel (ra) bir yemeğe davet edilmişti. Arkadaşlarıyla berabet davetin
verildiği eve gitti. Sofraya oturduğunda gümüş bir tabak gördü. Derhal sofradan
kalktı ve evden ayrıldı. Arkadaşlan da onunla beraber evden çıktılar. Evdeki
gümüş tabak sebebiyle davet sahibinin yemeğini yemekten imtina ettiler. İmam
Ahmed b. Hanbel, bir defasında da kırbanın başında gümüşten bir kapak gördüğü
için davetten ayrılmıştı.
Ahmed b.
Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi'den şunu naklet-miştir: Ebu Abdullah'a bir
davete giden kimsenin, hangi sebeplerden dolayı oradan ayrılabileceğini
sormuştum. Şöyle dedi: Ebu Ey-yub, davetli gittiği evin duvarlarında örtü
gördüğü için oradan ayrılmıştı. Huzeyfe (ra), gittiği bir evde gördüğü Acem
işi bir giysiden dolayı davetten ayrılmış ve şöyle demişti: Kim bir kavmin
elbisesini giyerse, o onlardandır.
Ebu
Abdullah'a şöyle bir soru sorulmuştu: Gidilen davette, gümüş eşya görüldüğünde
oradan ayrılmak gerektiğini düşünür müsünüz? O da, 'Evet, oradan çıkılması
gerektiğini düşünürüm' dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştik:
Dostlarımızdan biri, 'Kur'an'm yaratılıp yaratılmadığına dair fitne' çıkmadan
önce bizi yemeğe davet etmişti. Biz de Affan'ın evine sık sık giderdik. Bir keresinde
gümüş bir tabak gördüm. Derhal evden çıktım. Büyük bir topluluk da beni izledi.
Bu olay, ev sahibini çok üzmüştü.
Bir
defasında Ebu Abdullah'a şunu sormuştuk: Yemeğe davet edilen kimse, orada başı
gümüşten bir sürmelik görse ne yapması gerekir? Şöyle cevap verdi: Sürmelik,
kullanılan bir eşyadır. Kullanılmayan şeyler bulunduğunda oradan ayrılın. Bu
konuda ruhsat verilen şeyler, kapı sürgüsü ve benzerleridir. Çünkü bunlar,
basit şeylerdir. Bir keresinde cibinliğin hükmünü sormuştum. Mekruh gördüğünü
belirtti. 'Peki atmam gerekir mi?' diye sorduğumda, bunda bir beis görmediğini
ifade etti.
Ebu
Abdullah'a şunu söylemiştik: Adamın biri, bir topluluğu yemeğe davet etse ve
yemekte gümüş bir kupa veya ibrik getirilse, davet edilenlerden birinin bu kupa
veya ibriği kırmasının hükmü nedir? Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel (ra) bunun
caiz olduğunu belirtti.
Ebu Bekir
el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a şöyle bir soru sordum: Yemeğe
davet edilen biri, orada atlas örtü görse, üstüne oturabilir mi? Şöyle cevap
verdi: Oradan ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) de bu
tür yerlerden ayrılmışlardır. Abdullah b. Mesud'un da (ra) bu tür mekanları
terketti-ği rivayet edilmiştir. 'Peki ev sahiplerine bunu söylemesi gerekir
mi?1 dediğimde, 'Evet, bunun caiz olmadığını bildirmelidir1 dedi; 'İçinde atlas
Örtüler bulunan bir eve çağrılan kimse ne yapar?' diye sorduğumuzda ise şöyle
cevap verdi: Öyle bir eve girmeyin, öyle bir ev sahibi ile beraber oturmayın!
Ebu
Abdullah'a, 'Gittiği evde cibinlik bulunduğunu gören kimse ne yapmalıdır?'
diye sorulduğunda cibinlik kullanmanın mekruh olduğunu bildirmiştir. Başka bir
yerde ise cibinliğin gösterişten ibaret bir tül olup, ne soğuktan, ne de
sıcaktan muhafaza etmediğini söylemiştir. Kendisine şunu sormuştuk: Bir yere
davet edilen kimse, perdenin üzerinde bir takım resimlerin bulunduğunu görse ne
yapmalıdır? 'Onlara bakmamalıdır* dedi. 'Peki bakabilir mi?' diye
sorduğumuzda, 'Eğer yapabiliyorsa onları söker* dedi.
Ebu
Abdullah'a, 'Üzerinde ayetler yazılı perde bulunan bir eve davet edilen kimse
ne yapmalıdır?' diye sorulmuştu. Bunu mekruh gördüğünü belirtti ve şöyle dedi:
Dikili bir şeyin üzerine olduğu gibi, perdenin üzerine de Kur'an yazılmaz!
Yeni bir ev
kiralayan kimsenin, evin duvarlarındaki resimleri kazımasının hükmü
sorulduğunda Ebu Abdullah şöyle demiştir: O resimleri kazıyabilir. Bir
defasında da şunu sormuştum: Hamama gittiğimde duvarda başı bulunan bir resim
görsem, baş tarafını kazıyabilir miyim? Ebu Abdullah, 'Evet!' dedi.
Cevizin saçılarak
verilmesinin hükmüyle ilgili olarak da şu bilgi nakledilmiştir: Ebu Husayn,
Halid b. Mesud'dan nakletti ki: Ebu Bekir el-Mervezi şöyle dedi: Ebu
Abdullah'ın evine gittiğimde, oğluna çocuklara dağıtmak üzere ceviz almasını
tembih ettiğini gördüm. Cevizleri sayarak dağıttı ve onların üzerine doğru
saçmayı mekruh gördüğünü belirtti. O, cevizleri saçarak vermeyi 'talan' olarak
nitelerdi.
Haşim b.
el-Kasım dedi ki: Muhammed bize şunu anlatmıştı: Talha ve Zübeyr (ra)
düğünlerde bir şeyler saçmayı mekruh görürlerdi. Ceviz ve şeker havaya
saçılması mekruh olan yiyeceklerdendir. Yine o şöyle demiştir: Ebu Abdullah'a
ekmeği ve mayayı kesmenin hükmünü sormuştum. Bunda bir mahzur olmadığını
söyledi ve kesilen parçanın asıla ait olduğunu ifade etti.
Beş kişinin
davetine icabet edilmez. Her hangi bir davete çağrılan kimse, oraya gidinceye
kadar davet sahibi hakkında bilgi sahibi olmasa, gittikten sonra ayrılmasında
bir mahzur yoktur. Bu beş zümre şunlardır:
1. Bidatçiler;
2. Zalimlerin yardakçıları;
3. Faiz yiyenler;
4. Fışkı açık olan günahkârlar;
5. Malının ekseriyeti haram olup ticari İlişkilerinde
günaha düşmekten sakınmayanlar.
Allah
Resulü'nün (sav) bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak
takva sahibinin yemeğini yeyin!" [66][66]Çünkü takva
sahibi, yenilen yemeğin helalliğini sizin yerinize araştıracaktır. Onun
yemeğini yerken, yemeğin kaynağını sormanız gerekmez, î&kva sahibi, yemek
vereceği zaman, bunu iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma olarak görür. Yemeği
de, Allah Teala'ya taat ve kulluğa devam etmek için yardımcı olarak
değerlendirir. Allah Teala'nm buyruğuna uygun olarak o kardeşini kendi
iyiliğine ortak eder.
Günahkâr ve
zalim birinin yemeğim yediğinizde ise, zalimlerin yardakçılarından biri
olursunuz. Bu iki zümreyle yemeği paylaşmanız, tabii olarak buna yol
açacaktır. Bunu, İbnü'l-Mübarek'e soru soran terzinin kıssasında görmüştük.
Terzi, İbnül-Mübarek'e gelerek, sultanın elçileri için elbise diktiğini, bu
işinden dolayı zalimlerin yardakçısı olarak nitelenip nitelenemeyeceğini
sormuştu. Ibnü'l-Mübarek ona şu cevabı vermişti: Sen, zalimlerin yardakçısı
değilsin! Bilakis zalimin ta kendisisin! Zalimin yardakçısı, senden iğne iplik
alanlardır!
Zünnun
el-Mısri (ra), İbnül-Mübarek'in (ra) üstteki tavrından bile daha keskin bir
vera' göstermiştir. Konuyla ilgili olarak Zün-nun'un bu tavrından daha uç bir
misal görmedik. Sultan, avamın anlayamadığı gizli ilme dair söylediği bir
sözden dolayı Zünnun'u hapse attırmıştı. Sultan, hapsettirmesine rağmen günlük
yemeğini gönderiyordu. Ama Zünnun,. yemeği el sürmeden geri gönderiyordu.
Günlerini hiç bir şey yemeden geçiriyordu. Zünnun'un Allah için din kardeşi
olduğu bir bacısı vardı. İplik eğirdiği yerde yaptığı yiyecekleri hapishaneye
götürüyor ve gardiyana vererek Zünnun'a gönderiyordu. Gardiyan da,
kadıncağızın yemeklerini alıp Zünnun'a götürüyor ve o kadından geldiğini
kendisine bildiriyordu. Zünnun, onun yemeklerini de yemiyordu.
Zünnun, bir
süre sonra hapisten çıktı. Yaşlı kadın, onunla karşılaştığında gönderdiği
yemekleri yemediği için sitem ederek şöyle dedi: Sana gönderdiğim yemekleri
kendi el emeğimle kazandığım paradan hazırladığımı bilmiyor musun? Zünnun şöyle
cevap verdi: Bana helal rızık gönderdiğinden hiç bir kuşkum yok! Ama onu bana
ulaştıran gardiyan zalim biriydi. Yemeği işte bu yüzden geri çevirdim!
Rivayete
göre Kûfeli tüccarlardan biri, yerel bayramlardan birinde Ali'ye (kv) altın
bir tabak içinde hurma tatlısı ikram etmişti. Ali (kv) tabağı geri çevirmiş ve
şöyle demişti: Tatlıyı reddetmemin sebebi, tatlının kendisi değil sunulduğu
kaptı.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kim haram bir lokma yerse kırk
gün boyunca kalbi katılaşır. Her kim de kırk gün helal lokma yerse, dünyada
zühd sahibi olur, Allah Teala'yı kalbine dahil eder ve dili hikmetle konuşmaya
başlar.
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Kulun helalinden yediği ilk lokma, Allah Teala'nın geçmiş
günahlarını bağışlamasına vesile olur. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Her kim
helal rızık arama noktasında kendini zillet makamına yerleştirirse, onun
günahları kış günü dökülen yapraklar misali dökülür. Sehl (ra) uçsuz bucaksız
diyarlarda dolaşan ve kendilerini buna adayan seyyahlar hakkında şöyle derdi:
Bir seyyah bir beldeye gidip şüpheden dolayı hiçbir şey yiyemediği için açlığa
tahammül eder, geceyi de aç olarak geçirirse, o belde halkının bütün iyi
amelleri terazide onun kefesine konulur.
Sultan
tarafından yemeğe zorlanan veya şüpheli bir şeyi yemeye mecbu tutulan kimse,
ne yapıp edip bir mazeret bulmalı, halinde tam bir değişiklik göstermeli,
yiyecek olursa da asla gönüllü davranmamalı, lokmasını büyütmemeli, çok
yememeli, ânı kurtaracak kadar yemeli ve kendini helak etmekten endişe
duymalıdır. Konuyla ilgili bir hadiseye tanık olmuş biri şöyle bir hadise anlatmıştı:
Horasan'da ilim ehli şahit seçicilerden (=müzekkî) bir zat vardı. Bu zat,
şahitlerden birinin şahitliğini reddetmiş ve buna gerekçe olarak da sultan
tarafından zorlanması sonucu onun sofrasında yemek yemesini göstermişti.
Şahit, 'Ama sultan beni yemeğe zorlamıştı' deyince o zat şöyle demişti: O olayı
iyi biliyorum. Senin şahitliğini reddetmem; sultanın sofrasında yemek yemenden
dolayı değildir. Sofrada gönüllü olarak oturduğunu ve lokmaları da büyük
büyük aldığını gördüm. Şahitliğini işte bu nedenle reddettim!
Sultan, aynı
zatı kendi malından yemeye zorlamıştı. Bunun üzerine sultana ve onun avanesine
şöyle dedi: İki şeyden birini seçin: Ya emrettiğiniz maldan yerim, ama ondan
sonra ne şahit seçicilikte bulunur, ne adil şahitleri ayırır, ne de liyakatsiz
şahitleri reddederim! Ya da emrettiğiniz maldan yemem ve işimi yapmaya devam
ederim!
Sultan ve
adamları bu teklif karşısında bir süre düşündüler. Benzeri zor çıkacak böyle
bir adama ihtiyaçları vardı. Hakimlerin, adalete uygun karar verebilmesi için
bu adam çok gerekliydi. Nihayet onu kendi halinde bırakmayı daha uygun
gördüler. O da, sultanın malından yemekten kurtulmuş oldu. Ama sultan, o zat
ile beraber çalışanları da zorladı. Onlar, Nisabur'dan Buhara'ya getirilmiş
kimselerdi. Hayli uzun olan hadiseyi bu kadar anlatmakla yetiniyoruz.
Lafızları farklı da olsa, hadiseden çıkarılacak ders açıkça ortadadır.
Bişr b.
el-Hars (ra) şöyle derdi: Şüpheli şeyleri yemek hususunda el elden kısa, lokma
lokmadan küçük olmalıdır. Sefere çıktıklarında 'helaller1 hakkında konuşmuştu.
Kendisine, 'Ey Ebu Nasr, siz nereden yiyorsunuz?' diye sorulunca tebessüm etti.
Seri
es-Sekatî (ra) ise şöyle demiştir: Şüphelerin terki konusunda çok da sabırlı
davranamıyoruz! Zühri de Mervan oğullarıyla beraberliğinden dolayı kınandığı
zaman şöyle demiştir: Size hakikati söyleyeyim! Maalesef arzularımıza iyice
teslim olduk, elimizdekiler yetmeyince onlara açılmak zorunda kaldık!
Akıl
sahipleri için konuyla ilgili olarak söylenecek söz budur! Kuşkusuz Allah Teala
en iyi Bilen'dir.[67][67]
[1][1] Her iki laüz için b. Müslim, Taharet/14-16; Ebu Davûd,
Taharet/127, Salat/229; Tinnizi, Salat/46; Nesa'î, Cum'a/23; Ibni Mâce,
Taharet/106, İkamet/79, 81, 83; îbni Hanbel, H/229, 359, 400, 414, 484,
506,111/39, V/75
[10][10] Buharı, üinn/35, Tefsir-i Suret/84-1, Rikak/49;
Müslim, Cennet/79, 80; Ebu Davûd, Cena-iz/8; .Tinriizî, Kıyametfö, Tefsir-i
Suret/84-1; İbni Hanbel, VI/47, 48, 91, 108, 127, 185, 206.
IV/80, 82, V/183
«k/6, Eyman/23, Hıyel/1;
Müslim, İmaret/155; Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fezailül-
Cüıad/16; Nesa'î, Taharet/59, Talak/24, Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26;
İbni Hanbel,
[14][14] Buharı, Rikak/31; Müslim, İman/206, 207, 259; Dârimî,
Rikak/70; ibni Hanbel, 1/279, 11 310,
361, 11/234, 411, 498, III/149
[17][17] Buharı, Bed'ül-Vahy/1, İman/41, İkrah/Giriş, Nikah/5,
Talak/11, Menakıbül-Ensar/45, Itk/6, Eyman/23, Hiyel/1; Müsüm, İmaret/155; Ebu
Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fezailül-Cihad/16; Nesat, Taharet/59, Talak/24,
Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26. Bu paragraf, anlatım düzeni bakımından buraya ait
görünmemekte olup Kûtü'1-Ku-lûb'un orjinal el yazmalarından sehven nakledilmiş
olabilir. (Çev.)
[20][20] Buharî, Rikâk/31; Müslim, îman/203, 204, 206, 207,
259; Tirmizî, Tefsir-i Suret-iVI/10; Darimî, Rikâk/70; İbni Hanbel, 1/227, 279,
310, 361, 11/234, 411, 498, III/149.
[25][25] Buharî, Tefsir-i Sureti 31/2, İman/37; Müslim,
îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, îman/4; îbni Mâce, Mukaddime/9; îbni
Hanbel, 1/27, 51, 53, 319,11/107, 426; IV/129,164
[28][28] Benzer hadisler için b. Buharî, Savm/48, 50; Ebu
Davûd, Savm/24, 25; Dârimî, Savm/14; İbnİ Hanbel, HI/S, 87, 96.
[32][32] Buharı, Et'ime/12; Müslim, Eşribe/182-186; Tirmizî,
Et'ime/20; İbııi Mâce, Et'ime/3; Dârimî, Et'ime/13, 20; Muvatta',
Sifatü'n-Nebi/9, 10; İbni Hanbel, 11/21, 42, 74145, 257, 318, 375-
[35][35] Buhari, Ahkam/21, Bed'ü'I-Halk/11, rtikaf/11, 12; Ebu Davûd, Savm/78, SünneV17, Edeb/81;
İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimî, Rikak/66; İbni Hanbel, III/156, 285, 309, VI/337
[38][38] Müslim, Eşribe/179, 180; Tirmizî, Et'ime/21, İbni
Mâce, Et'ime/2; Dârimî, Et'ime/14; İbni Hanbel, 11/407, III/301, 305, 382.
[39][39] Buhari, Bt'ime/30, Fazailü'l-Kuı'an/IY, 36, Tevhid/57;
Müslim, Müsafiran/243; Ebu Da-vûd, Edeb/16; Tirmizî, Edeb/79; Nesa'î, İman/32;
Dârimî, Fazailü'l-Kuı'an/8; İbni Han-bel, IV/397, 404, 408
[40][40] Buharî, İlim/4, 5, 50, Edeb/79; Müslim, Münafîkîn/61;
Tirmizî, Edeb/79; İbni Hanbel, 11/31, 61, 157.
[44][44] Buharı, Vasaya/2, Menakıbu'l-Ensar/49, Megazi/77,
Nafakat/1, Paraiz/6; Müslim, Vasiy-yet/5; Ebu Davûd, Vasaya/2; Tirmizî,
Vasaya/1; İbni Hanbel, 1/172, 173, 176, 177. 182
[45][45] Buharı, İman/6; Tirmizî, Tefsiri Suret-i 38/2, 4; Dârimî,
Et'ime/39; İbni Hanbel, III/325, 334, IV/66, 385, V/243, 378
[48][48] Buharî, Et'ime/25, 30, Fazailu's-sahabe/30, Enbiya/32,
46; Müslim, Fazailü's-sahabe/70, 89; Tirmizî, Efime/31, Menakıb/62; Nesa'î,
Nisa/3; ibni Mâce, Efime/14; Dârimî, Efİme/29; İbni Hanbel, III/156, 264,
IV/394, 409, VI/159.
[50][50] Buharı, Edeb/31, 85, Rikak/23; Müslim, Lakta/14,
İman/74, 75, 77; Ebu Davûd, Et'ime/5; Tirmizî, Birr/43, Kıyamet/50; tbni Mâce,
Edeb/5; Dârimî, Et'ime/ll; Muvatta", Sıfatü'n-Nebi/22; İbni Hanbel,
11/174, 267, 269, IV/31, V/412, Vl/69, 384
[53][53] Buharı, Menakıb/23, Edeb/80, Hudud/10; Müslim,
Fazail/77, 78; Ebu Davûd, Edeb/4; Tir-mizî, Menakıb/34; Muvatta', Husnü'l-huluk/2;
İbni Hanbel, VI/85 113, 116, 130, 209, 223, 262.
[54][54] Buharı, Et'ime/13; Ebu Davûd, Et'ime/16; Tirmizî,
Et'ime/28; İbni Mâce, Et'ime/6; Dâri-mî, et'ime/31; İbni Hanbel, IV/308, 309.
[56][56] Buharî, Zekat/61, 62, Hibe/7, Nikah/18, Talak/14, 17,
Faraiz/19; Müslim, Zekat/170-172, Itk/10, 11, 14; Ebu Davûd, Zekat/30; Nesa'î,
Zekat/99, Talak/6, BuyuV78; İbni Mâce, Talak/29; Dârimî, Talak/15; Mııvatta',
Talak/25; İbni Hanbel, 1/281, 361, III/117, 130, 180, 276, VI/46, 115, 123,
150, 172
[57][57] Müslim, Nikah/107, Buharı, Nikah/72; Ebu Davûd,
Et'ime/1; İbni Mâce, Nikah/25; Mu-vatta', Nikah/50; tbhi Hanbel, 11/241, 267,
405, 406
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık:
4/139-142.
[65][65] Buharî, Nikah/72; Müslim, Nikah/107, 109, 110; Ebu
Davûd, Et'ime/1; İbni Mâce, Nikah/25; Dârimî, Et'ime/28; Muvatta', Nikah/50;
İbni Hanbel, 11/241, 267, 405.
[66][66] Benzer hadisler için b. Ebu Davüd, Edeb/16, Tirmizî,
Zühd/56; Dârimî, Et'ime/23; İbni Hanbel, 111/38
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar