Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 12

Bunlarada Bakarsınız





Bu bölümde amelleri boşa çıkartan ve amel ehlini helaka sürükle­yen büyük günahları açıklanacaktır. Büyük günah sahiplen farklı derecelere sahiptirler. Küfür ehlinin çekilecekleri hesap da bu fasıl­da ele alınacak ayrı bir konudur.
Yüce Allah buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların bü­yüklerinden kaçınırsanız, öbür günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Ni­sa/31) Görüldüğü üzere küçük günahların bağışlanma şartı; büyük ve kulu helake itecek nitelikteki günahlardan sakınmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Beş vakit namaz ve Cuma'dan Cu-ma'ya kılman namaz, -büyük günahlardan sakınan kimseler için-bu vakitler arasında işlenen günahların kefareti olur". Bu hadisin diğer bir lafzı ise şu şekildedir: "Bu namazlar, büyük günahlar dı­şındakiler için kefarettirler [1][1]
Kılman namazların günahlar için kefaret olma hususiyetinden tek müstesna, büyük günahlardır.
Sahabe ve Tabiun alimleri büyük günahların mikdarı hakkında farklı rivayetlerde bulunmuşlardır. Kimine göre dört, kimine göre yedi, dokuz, on bir veya daha fazladır.
Ibni Mesud (ra) büyük günahların dört olduğunu bildirmiştir. Ibni Ömer (ra) ise yedi olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Amr (ra) ise büyük günahların dokuz tane olduğunu bildirmiştir.
Ibni Abbas (ra), İbni Ömer'in (ra) rivayeti kendisine ulaştığında şöyle demiştir: Büyük günahların yetmiş olması, bana göre yedi olmasından daha muhtemeldir. Yine o, bir defasında şöyle demiştir: Allah Teala'nm nehyettiği her şey büyük günahlardandır. O ve baş­kaları tarafından nakledilen bir başka tasnif de şu esasa dayanır: Allah Teala'nm cehennem azabı ile tehdit ettiği her günah büyük günahlardandır.
Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Dünyada had cezası tatbik edilen her suç büyük günahtır. Küçük günahlar zelle türü günahlardır. Ona göre had tatbik edilmeyen ve azap tehdidi bulun­mayan suçlar küçük günahlardır. Bu tasnif, Ebu Hüreyre (ra) ve diğerlerinden rivayet edilmiştir.
Abdürrezzak şöyle derdi: Büyük günahlar onbir adettir. Büyük günahların sayısıyla ilgili olarak gelen rivayetler arasında en yük­sek sayı bu rivayette yeralmaktadır. Başka bir zat ise, büyük gü­nahların müphem yani belirsiz olduklarını ifade ederek bunların sayısının hakiki manada bilinemediğini söylemiş ve bunların müp-hemliğini Kadir Gecesi'nin, Cuma günündeki en faziletli saatinin ve Orta Namaz'ın (=Salat-ı Vustâ) müphemliğine benzetmiştir.
Bilindiği üzere bunların müphem kılınması, kulların korku ve ümit hallerinin devamının temin edilmesine matuftur. Bu hususla­rı kat'i suretleriyle bilmeyen kulların korku ve ümitleri devamlı olacak, rehavete kapılmayacaklardır.
İbni Mesud (ra) büyük günahlar hakkında istinbât yoluyla gü­zel bir görüş beyan etmiştir. Onun bu beyanı şudur: İbni Mesud'a (ra) büyük günahların neler olduğu sorulmuştu. O, soru sahibine şöyle dedi: Nisa suresinin başından "Eğer size yasaklanan günah­ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı örtüp bağışlarız". (Nisa/31) ayetine kadar olan kısmı oku. Allah Teala'nm bu surenin başından bu ayetine kadar indirdiği surelerde yasakla­dığı şeyler büyük günahlardır.
Bu istidlalin bir benzerini de İbni Abbas'm (ra) Kadir Gecesi'yle ilgili istinbâtmda görmekteyiz. O, bu mübarek gecenin Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi olduğunu söylemiş ve bunu da Kadr su­resinin ihtiva ettiği kelimelerin sayısından çıkarmıştır. Suredeki kelime sayısı yirmi yedidir. İbni Abbas (ra) Allah Teala'ya sığınarak Kadir Gecesi'nin Ramazan ayının yirmiyedinci gecesi olabileceğini söylemiştir. .Doğrusunu en iyi bilen hiç şüphesiz Allah Teala'dır.
geri dönmeyi düşünmeyen savaşçılar için geçerlidir. Büyük günahla­rın sonuncusu ise bütün bedenle işlenen bir günahtır:
17. Anne babaya isyan; ebeveyne isyanı şöyle açıklayabiliriz: Evladın anne babanın kendisi için yaptığı taksime rıza gösterme­mesi, ondan bir istekte bulunduklarında karşılık vermemesi, bir şeyi emanet ettiklerinde ona ihanet etmesi, aç kaldıklarında ken­disi tok iken onlara yemek vermemesi ve kendisini azarladıkların­da onlara el kaldırması.
Yemenli Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Tevrat'a göre anne babaya iyiliğin aslı şudur: Onların malını kendi malınla koruman, onların mallarına dokunmayarak kendi malından yedirmen. Anne babaya isyanın aslı ise şudur: Onların malını harcayarak kendi malına dokunmaman, kendi malını tasarruf ederek onların malla­rını yemen.
Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "Kılman bir namaz; kılınacak diğer namaza kadar işlenen günahlar için, tutulan Ramazan orucu; diğer Ramazan ayı­na kadar işlenen günahlar için kefarettir. Bunun istisnası şu üç gü­nahtır: Allah Teala'ya şirk koşmak; sünneti terketmek; yapılan alışverişi bozmak. Bu da, alıveriş yaptığınız kişiye kılıç çekerek onunla mücadeleye girmeniz şeklindedir".
Alâ b. Abdürrahman babası kanalıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Bü­yük günahlardan biri müslümanın ırzına haksız yere uzanmaktır. Büyük günahlardan biri de, bir küfüre iki küfürle mukabelede bu­lunmaktır [2][2]
Ibade b. Samit (ra), Ebu Said el-Hudri (ra) ve sahabenin diğer büyükleri şöyle demişlerdir: Bugün kıldan daha hafif gördüğünüz hususları biz Allah Resulü'nün (sav) devrinde büyük günahlar sa­yardık. Bu sözde geçen 'kebâir=büyük günahlar1 ifadesi bazı riva­yetlerde mûbikât helak ediciler" olarak geçmiştir. Bir topluluğa göre ise, kasıdla işlenen her günah, büyük günahlardandır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Dört şey müphemdir ve bunların hakikatlerini kimse bilemez: Orta Namaz, Kadir Gecesi, Cuma günü duaların kabul edildiği saat ve büyük günahlar. Bunun sebebi; insanların günahtan sakınması için korku halinde olmala­rı, elde etmek için de ilahi vaatlerden ümitvâr tutulmalarıdır. Böy­lelikle bu hususlardan hiçbiri hakkında kesin bilgi sahibi olamaz ve rehavete kapılmazlar. İşlerin sonu Allah'a dönecektir.
Büyük günahlarla ilgili zikrettiğimiz hususlar, bu konu hakkın­da söylenenlerin ortası ve en mutedil olanlarıdır. Alimler bu onye-di günah üzerinde ittifak etmişlerdir. Konuyla ilgili rivayetlerin çokluğu dikkat çekicidir. Netice itibarıyla büyük günahlar, onlar­dan sakınan kimseler için diğer günahlara kefaret olurlar. Bunla­ra dikkat edilmesi durumunda İslam'ın bina edildiği beş temel farz da sebat bulacaktır. Çünkü İslam'ın temelleri ve zikredilen büyük günahlar birbirleriyle çelişen, çatışan ve birbirlerine direnen hu­suslardır.
Büyük günahlar, öylesine büyüktürler ki bunlardan sakınmak dahi küçük günahlar için kefaret sayılmıştır. İslam'ın temelleri olan beş farz da, öylesine mühimdirler ki bunlar eda edildiğinde kendilerinden sonra işlenecek günahlar için kefaret sayılmışlardır.
Kul, nafile ibadetlerini ifa ettiğinde, günah ve kötülüklerinin, sevap ve güzelliklerle değiştirileceği vaad edilmiştir. Bunları hak­kıyla yerine getiren kul için, Allah Teala'dan büyük bir lütuf sözko-nusu olup cennete gitmesi ve orada amel ehlinin makamlarında ikamet etmesi ümid edilir. O, hayırlarda öne geçmiş bir kuldur. Al­lah Teala buyurdu ki: "Eğer size yasaklanan günahların büyükle­rinden kaçınırsanız, sizin öbür günahlarınızı Örtüp bağışlarız". (Ni­sa/31)
Denildi ki: Büyük günahlardan ancak tevbe edip salih amel iş­leyen kişi uzak durur. Onun gibiler, Allah Teala'nm günahlarını se­vaplarla değiştirdiği kimselerdir. Allah Resulü (sav) de şöyle bu­yurmuştur: "Büyük günahlardan uzak durduğunuz takdirde beş vakit namaz, vakit aralarında işlenen günahlar için kefaret olur" [3][3]
islam'ın temelleri olan dört farz da, Özünde beş vakit namaza dayanmaktadır. Diğerleri, ancak namaz ile sıhhat bulurlar ve dört şey sanki tek bir şey gibidir. Beş vakit namaz, Kelime-i Şehadet ile irtibatlıdır. Onunla ilgili her hangi bir hususun terki, beş temel far­zın terki gibidir. Çünkü bunlar İslam'ın esasları ve imanın temelleri mesabesindedir. Büyük günahlardan sakınma ise, Kelime-i Şe-hadet'e dayanmaktadır. Bunlar hakkındaki yasaklara uyulması Kelime-i Şehadet ile mümkün olabilir. Büyük günahlarla ilgili ya­saklar ihlal edildiğinde ameller boşa gider.
Beş vakit namaz, vakit aralarında işlenen büyük günahlar dı­şındaki günahlar için kefaret olmaktadır. Bu günahlar fazlasıyla büyük oldukları için beş vakit namaz bunları örtemez. Kıyamet gü­nü büyük günah işleyen kullar için hesaba dahil edilecek tek ka­zanç, beş temel farizadır. Kul, işlediği büyük günahlarla yaptığı na­fileleri yiyip bitirmiş olur. Bu durumdaki kullar için, cehennem azabına düçâr olma endişesi mevcuttur. Bunlar, kendi kendilerine zulmeden insanlardır.
Allah Teala müminleri bu duruma düşmeme hususunda ikaz ederek şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Re-sul'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın". (Nisa/59); "Hayır, durum hiç de öyle değil. Günah işleyip de günahın kendisini her ta­raftan kuşatıp sardığı kimseler var ya! İşte onlar cehennemliktir". (Bakara/81)
Ayetteki 'günah' ile kasdedilenin, büyük günahlar olduğu söy­lenmiştir. Buna göre büyük günahlar, kulun iyilik ve sevaplarını kuşatarak imha etmiştir. Bu, tercih ettiğimiz manadır. Ayetin ma­nasıyla ilgili ikinci görüş ise şudur: Kulun iyilik ve sevaplarını ku­şatan, içine düştüğü şirktir.
Son hali şirk olan kişinin, Önceden yapmış olduğu ameller boşa gider ve kendisine hiç bir fayda vermez.
İslam'ın temelleri olan farzlarda kusur eden kimse büyük gü­nahlardan sakınırsa sözkonusu farzlar onun küçük günahları için kefaret olur. Onun nafile ibadetleri de, farzlarıyla birlikte tamam bulur. Çünkü nafile ibadetlerin verimli olması, kulun imanındaki sıhhate ve kişiyi İslam dairesinden çıkaran büyük günah ve bidat­lerden uzak durmasına bağlıdır. Bu durum, günahları ile sevapla­rı birbirine denk olanlar için geçerlidir.
Bu gibi kimselerin hesapları uzun sürer. Onlar, ahiretin zelzele ve belalarına şahit olurlar. Böylelikle hasenatları ağır basar ve Araf ehlinden olurlar. A'raf, cennet ve cehennemin görülebildiği bir noktadır. O aynı zamanda, cennet ehli ile cehennem ehli arasında­ki perdedir. Allah Teala lütufta bulununcaya kadar orada kalırlar.
Allah Teala, rahmeti ile lütfedip hoşgörüsü ile müsamaha gös­terdikten sonra kendilerini affettiğinde cennete dahil edilir ve as-hab-ı yeminin arasına katılırlar. Bu durumdakiler, nefsine zulme­denler ile Rableri'ne koşanlar arasında yer alırlar.
Farzlarında eksiklikle beraber nafile ibadetleri de mevcut değil­se ve lehindeki ameller olarak eksik farzları ile büyük günahlardan uzak durmasından başka bir şeyi yoksa şöyle hareket edilir: Eğer büyük günahlardan uzak duruşu zerre mikdarı ağır basar ve ken­disine bir hasene olsun kalırsa Allah Teala kendisini lütfuyla affe­der ve günahlarını görmezden gelerek cennetlikler arasına girme­sine müsaade eder. Ancak onun için ne mukarrebun makamları, ne de sabikun zümresinin dereceleri sözkonusu olabilir.
Bu gibi kimseler, Allah Teala'nın şu buyruğuna dahil olanlardır: "Muhakkak Allah zerre mikdarı zulmetmez. Bir hasene varsa onu misliyle arttırır ve katından büyük bir ecir verir". (Nisa/40) Bura­daki büyük ecir ile kasdedilenin cennet olduğu söylenmiştir.
Kulun farzları eda etmeme noktasındaki hali hafif ise, uzun he­saba yakini iman ile inanır ve şefaat ehlinin şefaatine muhtaç olur. Kulun beş temel farzında eksiklik varsa ve büyük günahları da iş­lemiş ise, helak olanlar arasında yer alır. Çünkü o, tartısı hafif ka­lan müminlerdendir. Allah Teala'nın koyduğu sınırları çiğneyen bu kimseler, cehennem ehlidirler. Bunlar, islamlarmın eksikliğinden dolayı cehenneme girerler.
Bu zümrenin günahları, iyilikleri tarafından silinemeyecek ka­dar ağırdır. İşledikleri büyük günahlar yüzünden yaptıkları nafile ibadetlerin de bir faydası olmaz. Çünkü o nafilelerin, dinar mikta­rı ağırlığı yoktur. Böyle kullar, imanlarının sıhhatinden dolayı ce­hennemde ebedi kalmazlar. Kalbinde zerre mikdarı iman bulunan­lar, cehennemden ilk çıkacaklar arasında yer alırlar. Müminler, kalplerindeki imanın derecesine göre cehennemden çıkacaklardır.
Cehennemden en son çıkacak müminler, kalplerinde kıl mikda-nnca iman bulunanlardır. Allah Teala onları hiç beklemedikleri şey­lere muhatap edecek ve hiç bilmedikleri şeyler kendilerine görüne­cektir. Bazıları affedilecek ve haklarında cehennem vaadi kesinleş­miş olanlardan kılınmayacaklardır. Çünkü onlar, Allah Teala'nm haklarında güzel sözünün vaki olduğu kimselerdir. Allah Teala gü­nahlarını bağışlayarak kendilerini cennetlikler arasına koyar.
Denildi ki: Bu ümmetten her ferde bir şey verilir ve o, onunla cehhennem deliklerinden birini tıkar. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Kul, Allah Deala'nın huzurunda durdurulur: Onun dağlar büyüklüğünde iyilik ve hasenatı vardır. Eğer bunlar sıhhat­li olursa cennet ehlinden olmasına hiçbir mani yoktur.
Ancak son olarak şikayet sahipleri ayağa kalkar ve şikayetleri­ni dile getirirler: Bu adam falanın namusuna sövmüştü. Falan kişi­nin malını yemişti. Falan kişiyi dövmüştü. Her şikayetle birlikte onun hasenatı eksiltilir. Sonunda hiçbir hasenesi kalmayınca me­lekler şöyle derler: Ey Rabbimiz, kulunun hasenatı bitti ve hâla on­dan hak talep edenler var. Bunun üzerine şöyle buyrulur: Hak sa­hiplerinin günahlarını ona yükleyin ve onu cehenneme kilitleyin. İlim ehlinden de şöyle bir söz rivayet edilmiştir: îman ehlinden ce­hennemde kalacak son kimsenin orada kalış süresi yedi bin senedir.
Ebu Said el-Hudri (ra) ve sahabeden diğer zatların şöyle dedik­leri rivayet edilmiştir: Allah'a yemin olsun ki, cehenneme giren kul, orada yedi bin yıl kalmadıkça oradan çıkamayacaktır. Kuşkusuz Allah Teala en iyi bilendir, ancak bize göre bu süre, oradan son çı­kacak müminler için belirlenen süredir. Çünkü müminlerin oradan çıkışları farklı zamanlarda olacaktır.
Kimi girdiği gün çıkacak, kimi Cuma'dan Cuma'ya, kimi bir ay, kimi de bir yıldan altı bin yıla kadar orada kalacaktır. İman bakı­mından en güçlü olanları, orada en az kalanlar olacaktır. Orada en az kalanlar ise, oradan en önce çıkacak olanlardır.
Cehennemden ilk çıkacak zümre, kalplerinde zerre mikdarı iman bulunanlardır. Bunlar, cehennemde en kısa süre kalacak ve oradan en çabuk çıkacak olanlardır. İmanı en az olanlar ise, orada en uzun süre kalacak olanlardır. Bunlar, 'Ey Hannân, ey Mennân!' (ey en çok şefkat gösteren, ey en çok iyilik eden) diye nida ederler.
Bu rivayet kendisine nakledildiğinde Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir:
Keşke ben de bu kimselerden olabilsem! Bunu söyleme nedeni, cehenneme girmekten duyduğu büyük endişe idi. Cehenneme gir­mekten korkardı. Bu korkusu o kadar büyüktü ki, zamanla oradan çıkamamaktan korkmaya başlamıştı. O, cehenneme girdikten son­ra en çok bin yıl azaptan sonra çıkabilmeyi temenni ederdi.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Cehennemden son çıkan kişi, cennete de son giren kimsedir. Allah en iyi bilendir, bize göre son çıkan kul, yedi bin yıl sonra cehennemden çıkacaktır. Ona, dünyanın on misli kadar nimet verilecektir. Ebu Said el-Hud­ri (ra) ve Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nden (sav) bu manada bir hadis rivayet etmişlerdir.
İnsanların cehenneme sokulmasının hikmeti şu olabilir: Bilin­diği üzere insanın yaratılışında bir tertib sözkonusudur. Önce su­dan yaratılan insan, ardından heva denilen unsurlarla karıştırıl­mıştır. Onun bu karışımlardan arındırılması ancak ateş ile müm­kündür. Suyuna karışmış olan heva unsurları ateşte imha edilecek ve insanın saflaşması temin edilecektir.
İnsanın yaratılışındaki bir unsur da, tahta hükmündeki yeryü­zü toprağıdır. Bu toprak ateşle dağlanarak düzeltilecektir. Tam ola­rak düzelip temizlendiğinde de ateş kesilecektir. İnsan, ancak bu muamelelerden sonra ateşten başka nimetler için uygun hale gele­bilecektir.
Küfür ehli ve şeytanların cehennemde ebedi kalışlarının hikme­ti de şu olabilir: Bunların ruhları ateş cevherinden yaratılmıştır. Cehennem, bunlar için asıllarına ve özlerine dönüştür. Yine onların ruhları, siyah ve karanlık bir yapıya sahiptir. Cehennem de bu özelliklere sahip olduğu için cehennem onlara çok uygundur. Onlar cehenneme odun, çıra ve yakıt olmaktan başka bir işe yaramazlar. Yüceler yücesi Allah Teala'nın eşya ile alakalı hikmetleri tamamen mutedil, hükmü de bunlarda gizlidir. O, adalet gözüyle bakar ve herşeyi eksiklik ve fazlalık derecelerine göre yerli yerine koyar.
Buraya kadar anlattıklarımızın hülasası şudur: Kul için hayır olarak vasfedilebilecek her husus, -nafile ibadetleri bulunmasa da-onun günahları için kefaret olabilir. Diğer taraftan, onun için şer olarak vasfedilebilecek hususlar varolan nafile ibadetlerini boşa çı-kartmayacaktır. İşlediği serlere rağmen nafile ibadetleri sabit ola­rak kalacaktır. Hasenat işlemesine rağmen büyük günahlardan bir kısmını da sahip olan kimsenin hayır ve hasenatının kabulü tevbe-ye bağlıdır. Kul eğer tevbe etmiş ve doğru yola girmiş ise ettiği tev-be, işlediği büyük günahlara kefaret olabilir. Onun itaat üzerinde sebat etmesi, günahlarının hasenata dönüşmesine vesile olabilir.
İnsanları helaka sürükleyecek günahların çoğunluğu, kul hak­larıyla ilgilidir. Onların cehenneme düşmelerine yol açan sebeple­rin başlıcası ise başkalarına ait olmasına rağmen onların üzerine yüklenen günahlardır. Cennete girenlerin çoğunluğu da, başkaları­na ait olan hasenatın kendilerine verilmesiyle sevabı artanlardır. Çünkü hayır ve hasenat asla zayi olmaz. Hasenatın boşa gidişinin nedeni, birtakım kusurlar taşımasıdır. Böyle olmadıkça, onların zayi olması düşünülemez.
Ebu Abdullah b. Cela hakkında şöyle bir hadise nakledilmişti: Dostlarından biri Ebu Abdullah'ı gıybet etmiş, bilahare kendisine adam göndererek helallik istemişti. Ebu Abdullah ona şöyle cevap verdi: Hakkımı helal etmeyeceğim. Çünkü benim amel defterimde, onun hasenatından daha güzel bir hasene yoktur. Amel defterimi, onun hasenatı ile süslemek istiyorum.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Günah vardır bağışlanır, günah vardır, peşi bırakılmaz. Bağışlanan gü­nah, kendi nefsine zulmetmendir. Peşi bırakılmayan günah ise, kul haklarıdır". Tevbe, hepsinin yolu ve rahmet-i ilahi de onları kuşa­tacak kadar büyüktür.
Tevbe kapısı, güneşin batışından doğuşuna kadar herkes için açıktır. Can çıkmadıkça ve ölüm meleği ile karşılaşılmadıkça, her kulun tevbesi kabul edilebilir. Can çıkma noktasına gelip melekler göründüğünde artık tevbe kapısı kapatılır ve kul, olduğu hal üzere Ölür. Ruhunu kimin yükselteceğini sorar: Rahmet melekleri mi, yoksa azap melekleri mi? Kul, artık dünyadan ayrılığın kesinleşti­ğini bilir. O, artık ahireti görmektedir. Aileden ve diğer insanlardan ayrılmıştır. Eğer tevbe etmeksizin ölmüşse, Allah Teala'nın hakla­rında şöyle buyurduğu kullar arasına girer: "Tıpkı daha önce ben­zerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına sed çekilir". (Sebe/54) Buradaki 'sed çekme' ile kasdedilenin, tevbe ol­duğu söylenmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mak­bul tevbe, kötülükleri yapıp edip de sonra kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: İşte ben şimdi tevbe etiim' diyenlerin tevbe­si değildir". (Nİsa/18)
Ölümün gelişi, ölüm meleğinin görülmesiyle kesinlesin Ruh, be­denden tamamen çıktığında, kalp ile gözler arasındaki an kalır ki
bu an hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Melekleri gördük­leri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur". (Furkan/22) Allah Te­ala, şu buyruğu ile kullarını o gün hakkında korkutmuştur: "Me­leklerin kendilerine gelmelerinden başka bir şey mi bekliyorlar?".
(Nahl/33)
Bu, ölüm anında gerçekleşecek bir durumdur. Bazı ayetlerde ge­çen 'Rabb'in gelmesi' ise, kıyamet günü için geçerli olup Berzah eh­li içindir. "Rabbi'nin alametlerinden biri geldiği gün" (En'am/158) ayetindeki durum ise, dünyadan umudun kesildiği günü ifade et­mektedir. O gün, güneşin bir daha doğmasından umut kesilir. Bu, tevbenin son sınırıdır. O gün her inkarcı imana gelir.
Halbuki Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rabbinin alametlerin­den biri geldiği gün, daha önce iman etmeyen yahut imanıyla ha­yır kazanmayan hiçbir kimseye o günki imanı asla fayda vermez". (En'am/158) Eğer kişinin imam, bu alametlerin görünmesinden ön­ce değilse, son andaki imanın hiçbir faydası olmayacaktır. İmanın­da bir hayır elde etmemiş olanların durumu da böyledir. Buradaki 'hayr'm tevbe olduğu söylenmiştir. Ayette geçen 'gün' ise, şu ayet-i kerimede tarif edilen vakittir: "Onlar Bizim şiddetimizi görür gör­mez, 'Allah'ın birliğine iman ettik. O'na ortak saydığımız putları da red ve inkar ettik' dediler". (Mü'min/84)
Ayetteki 'şiddet' ile kasdedilenin, örtünün kaldırılması olduğu söylenmiştir. İnsanların Allah Teala'nın şiddetini açıkça görmele­rinden sonra iman etmelerinin onlara hiçbir faydası olmaz. Bu, Al­lah Teala'nın kullarıyla ilgili değişmez sünnetlerinden biridir. O'nun yarattığı insanlar hakkında takip ettiği yol budur ve bu yol­da asla değişme olmaz.
"Allah'ın sünnetinde asla değişme bulamazsınız". (Fatır/43) Kullar, bütünüyle Allah Teala'ya döneceklerdir. O, işledikleri suç­lar sebebiyle onlara azap edebilir. Yahut günahlarından birçoğunu affedebilir. Eğer dilerse onlara mağfiret eder. Çünkü O, en çok mağfiret eden ve en merhametli olandır.
Kullar, gerek farzların edası, gerek günah işleme, gerek ehli dünyanın nefsâni ahlakıyla ahlaklanma gibi hususlarda farklı de­recelerde yer almışlardır. Ehli dünyanın ahlakını benimseyen ve onlarla içice olan kimselerin durumu, gaflet ehlinin hali olarak tarif edilmiştir. Bu, aynı zamanda cahillerin makamı olarak da tav­sif edilmiştir. Bunları bekleyen son, kesinlikle hayırlı ve gıpta edi­lecek bir son değildir.
Salih amellerin, kusursuz olmaları şart değildir. Kul, salih bir amel işlerken şeytan onun ibadetini ifsad etmek için çaba sarfeder. Ama kulun ibadeti, ilk niyeti üzere dikkate alınır, ibadete herhan­gi bir kusur bulaştığı zaman, kul bunu ortadan kaldırmak ve uzak­laştırmak için çalışır. Böyle yaptığı sürece, ameli hüsnü niyet ve sa­lahı üzere sabit kalır.
Kul, amellerden hiçbirini insanlardan çekindiği veya hoşgörme-dikleri için terketmemelidir. Çünkü insanlar için amel işlemek şirk­tir. Onları memnun etmek uğruna herhangi bir ameli terketmek de riyadır. Ameli, bir afet sebebiyle terketmek cehaletten uzak değildir. Bir illet sebebiyle terketmek ise, zaafiyetten doğan bir haldir.
Ameline Allah Teala'nın rızası için başlayan ve O'nun rızası için bitiren kimse, şeytanı başından uzaklaştırdığı ve onunla hemhal olmadığı sürece bu iki vakit arasında hiçbir şeyden zarar görmez. Ama ameli bitirdikten sonra, muttali kılındığı bir sırrı açıklamak gibi bir davranışından dolayı zarar görebilir. Böyle yapmakla, sır defterindeki bir bilgiyi aşikâr deftere aktarmış olur.
Amelle övünmek, gurura kapılmak ve onunla kibirlenmek tü­ründen hareketler ameli boşa çıkartır. Çünkü kul, böyle davranmak­la amelini ifsad etmiş olur. Allah Teala da fesad ehlinin amellerini İs­lah edecek değildir. Kul, Allah rızası için bir amele başlayıp, amel es­nasında bir kusur ortaya çıkıp da ameli bu kusurla işlememek için onu terkettiğinde ameli boşa gitmiş olur. Amele bir afetle başlayıp amel esnasında onu izale ettiğinde ise ameli sahih kabul edilir.
Amelin sonu, başım belirler. Amellerin en faziletlisi, Allah rıza­sı için başlanılıp Allah rızası ile bitirilen ameldir. Amelin başlangı­cı ile bitişi arasında kalbi bir afet ortaya çıkarsa amelin başına iti­bar edilir ve Allah rızası için eda edilmiş sayılır. Amelin sonu da yi­ne Allah Teala için ve O'nun katındadır. Ancak kulun, amelini iz­har etmemesi ve onunla gösterişte bulunmaması gerekir.
Niyetlerin en faziletlisi, yaptığınız amellerde Allah Teala'nın rı­zasından başka bir şey murad etmemenizdir. Rububiyet hakkına duyulan saygıve nefsi kulluğun icabına zorlamanın gereği budur.
Bu makamdaki kişinin, Allah Teala'nm Zatı'na dair bir müşahede­si yoksa, ahirete dair arzu ettiği ve özlediği şeylerin müşahedesi ye­terli olur. Bunu 'ümit' makamı olarak görebiliriz.
Kul, ilmine vakıf olmadığı hiçbir fiile girişmemelidir. Yaptığı şe­yi öğrendiği zaman, yaptığını bilerek yapmış olacaktır. Unutmama-* hdır ki Allah Teala'nın her konuda belli bir hükmü mevcuttur. Kul bu hükmü bildiği zaman Allah Teala onu ve amelini över. Kul, bil­mediği hususları daha bilgili kimselere sorarak öğrenmelidir. Şüp­heye kapıldığı hususlarda -kesinliğe ulaşıncaya kadar- beklemeli­dir. Konu açıklık kazanınca, ya yapmalı ya da geri durmalıdır.
Kul, herhangi bir şeyi yaparken, ondan geri dururken veya te­reddütte iken Allah Teala'mn rızasını daima önde tutmalıdır. Bu, Allah Teala'ya yakınlaşma için yapılması gerekendir. Niyetlerin en ulvisi ve İhlasın zirvesi de budur.
Kul, amelleri ile Allah Tfeala'nın ahirette vaadettiği nefsâni haz-ları, arzulan, cennet nimetlerinden istifadeyi ve övülerek anlatılan hurileri eş edinmeyi de murad edebilir. Bu, onun ihlasına halel ge-'tirmediği gibi niyetinin sıhhatini de bozmaz. Çünkü Allah Teala bunları övmüş, tafsilatıyla anlatarak kullarını oraya Özendirmiştir.
Emsali arasında ziyade sevaba vesile olacak bu niyet, muhib-ban makamı için bir eksiklik olarak görülmüştür. Muhibbana göre bu tür bir niyet, dünyevi çıkarı için amelde bulunan kimsenin ay-bına benzer bir ayıptır. Bu, ubudiyyette ihtisası olan tevhid ehlinin ihlası noktasında şirk olarak görülmüştür. Onlar, sahip oldukları hürriyetle arzu ve nevanın esaretinden kurtulmuş kullardır.
Rububiyetin özüne şahit olmalarından dolayı onları esir alabi­len tek kuvvet vahdaniyyet olmuştur. Kulluğun Rububiyet'e halis kılınması, amelin ihlasından daha ağırdır. Ancak kendisine ma­kam bahşedilenler bunun dışındadır. Onlar amelin ihlasına bir ha­kikat ile ulaşırlar. Bu bir zarurettir. Hiçbir amel onları arındırama-dığı gibi hiçbir mücâhede de onları durultamaz. Çünkü onlar, özde ihlas sahibidirler. Bu, muhibban makamıdır.
Sade kulların bu arıtma ve durultmalarla yorulmasının sebebi, taşıdıkları gizli şirk ve gizli şehvetlerden arındırılmalarıdır. Bü yorgunluk, dünyalık toplama peşinde koşan dünya köleleri için de geçerlidir. Çünkü onlar, nevaları tarafından esir alınmışlardır.
Hürlere gelince, onlar halka hizmetten azade olan kimselerdir. Çünkü halka hizmet ihlası götürür ve niyeti ifsad ederek amele ek­siklik getirir. Kulun telef olan bir şeyi veya uğradığı haksızlık, eğer Allah'a havale ederse O'nun katında birikir. Kul, amellerini Allah yolunda kılmalı ve O'na duyduğu hüsnü zanm muhafaza ederek imanını tasdik etmelidir. O, bütün bu hususlarda niyet ettiğinin karşılığını görecektir.
Rivayete göre bir adam ölümünden sonra rüyada görülmüş ve şu soru sorulmuştu: Amellerini nasıl gördün? O, bu soruyu şöyle ce­vaplamıştı: Yoldan kaldırdığım bir nar tanesi kadar küçük dahi ol­sun, Allah Teala'nm rızası için yaptığım her ameli karşımda bul­dum. Hatta ölmüş bir kedi yavrumuzu dahi gördüm. Bütün bunla­ra terazinin hasenat kefesinde şahit oldum. Buna karşılık takkem­de varolan tek bir ipek ipinin de günahlar kefesinde olduğunu gör­düm. İnfak edilmiş bir hayvanım vardı.
Yüz dinar değerindeki bu hayvanı infak etmemden dolayı bir sevap verilmediğini gördüm ve sordum: Ölü bir kedi dahi hasenat arasında iken yüz dinar kıymetindeki hayvan neden mevcut değil? Bana şöyle denildi: Onu gönderirken ifade ettiğin yönden dolayı orada yer almamıştır. Sana hayvanının öldüğü söylendiği zaman, 'Allah'ın lanetine gitsin' demiştin. Bu nedenle de sevabın boşa git­ti. Halbuki 'Allah yolunda gitsin* deseydin, onu da sevaplarının arasında görecektin.
Bu rivayetin başka bir naklinde ise, sözkonusu kişinin şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Birgün halkın içinde bir sadaka vermiştim. Onların bakışları hoşuma gitmiştim. Bu sadakanın ne hasenat, ne de günahlarım arasında bulunmadığını gördüm. Süfyan-ı Sevri de­di ki: Bu, hallerin en güzelidir. Çünkü o amelin ne lehinde ne de aleyhinde sayılmadığını görmüştür. Allah Teala ona ihsanda bulun­muştur. Kendisine eziyet edilen veya gıybete maruz kalan kişi, beklentisini Allah katında ummalıdır. Belki de bu davranışı onun kurtuluşuna vesile olabilir.
Rivayet edildi ki: Kul, bütün amellerinden dolayı hesaba çekilir. Amelleri, onlara bulaşmış olan afetlerden dolayı boşa gider ve so­nunda cehenneme mahkum edilir. Bunun ardından onun için hase­natla dolu bir defter açılır. Aslen kendisine ait olmayan bu hasenat sebebiyle cennete girmesine karar verilir. Kul, buna şaşarak şöyle der: Ey Rabbim, ben bu amellerin hiçbirini yapmadım, bu nasıl olur? Kendisine şöyle buyrulur: Bunlar, sana gıybet eden, canını yakan ve sana haksızlık edenlerin amelleridir. Onların hasenatı da sana verildi.
Ne kadar küçük ve Önemsiz olursa olsun amelleri hakir görme­mek gerekir. Aksini yaparak amele niyet etmemek veya ameli kü­çük görmek,-bilmediği halde- kulun helak sebebi dahi olabilir.
İbnu Mübarek Hasan el-Basri'den (ra) şunu nakletmiştir: Kıya­met günü kişi başka bir kişiye sarılır ve şöyle der: Allah, seninle be­nim aramda hüküm verecektir. O kişi, 'Ben seni tanımıyorum ki' deyince adam şöyle der: Hayır, tanıyorsun. Sen benim duvarımda-ki kerpiçten saman çöpleri almıştın. Aynı şekilde kişi, başka birinin yakasına sarılarak 'Bu adam benim elbisemden düşen bir ipi almış­tı' diyecektir.
Küfe alimlerinin önde gelenlerinden biri olan Hammad b. Ebu Süleyman (ra) vefat ettiğinde, yine Küfe ulemasından Süfyan-ı Sev-ri'ye (ra) 'Hammad'm cenazesine katılmayacak mısın?' diye sorul­muştu. O da şöyle karşılık verdi: Eğer niyetim olsaydı, yapardım.
Hasan el-Basri (ra) vefat ettiğinde Muhammed b. Şirin (ra) onun cenazesine katılmamıştı. Kendisine bunun sebebi soruldu­ğunda, 'Niyet etmemiştim' karşılığını vermişti. Ulema, herhangi bir ameli yapmaları veya onun için çaba sarfetmeleri istendiği za­man şöyle derlerdi: Allah Teala niyet nasip ettiyse onu yaparız. Yahya b. Kesir şöyle demiştir: Amel için yapılan güzel niyet, amel­den daha etkilidir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Selef, yaptıkları herşey-de niyetlerinin bulunmasını müstehap görürlerdi. Fudayl b. Iyaz (ra) dedi ki: Biz, ancak niyete dayanarak konuşuruz. Yine Seleften bir zat şöyle demişti: Niyetin bozulması veya değişmesinden duyu­lan endişe, amellerin terkedilmesinden daha ağırdır.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Her kim bir kimseyi yemeğe davet eder ve o kimse de yemek yeme niyeti olmaksızın onun dave­tine icabet ederse, davet sahibi için iki günah sözkonusu olur. Da­vete icabet etmediği takdirde ise, sadece bir günah sözkonusu olur. ilkinde iki günah yüklenmesinin sebebi, öfkeye uğraması ve din
kardeşini istemediği bir şeyi yapmaya zorlamasıdır. Çünkü o, du­rumu bilse o davete icabet etmeyecekti.
Allah Teala'nm niyette İhlasın önemini kafasına nakşettiği ve ihlas bilgisi bakımından güçlendirdiği kimse, bu sayede insanlar­dan uzak durmaya çalışır. Onun hedefi, amellerini yalnız Allah'a has kılmaktır. Çünkü o, ayne'l-yakin gözüyle bakmakta ve Allah Teala ile arasındaki şeyler dışında, hiçbir şeyin kendisine fayda ge­tirmeyeceğini bilmektedir. O, hiçbir işinde başka bir varlığı O'na ortak koşmamaya özen gösterir.
Abdal zümresinin mağaralara kaçmasının arkasındaki sebep de işte budur. Onlar, ehli dünyadan uzaklaşarak amellerini kurtar­ma peşinde olmuşlardır. Cemaatla namaz kılmak gibi faziletli amelleri iyi bilmelerine rağmen tek bir günahtan sakınmanın da­hi, yetmiş amel işlemekten daha hayırlı olduğuna inanmış insan­lardı. Onlar, sırf günaha düşme endişesiyle birtakım amellerin fa­ziletlerinden feragat etmişlerdir.
Allah Teala'yı hakkıyla tanımayanlar ise, devamlı faziletler ar­dında koşar ve hafif sayılabilecek günahları önemsemezler. Halbu­ki bu tür günahlarda bile Allah Teala'dan uzaklaşma sözkonusu-dur. Bu, hiç şüphesiz O'na yakın kılman mukarrebun zümresinin takip ettikleri bir yol değildir.
Niyetler, maksadlara bağlı olarak farklılık arzedebilir. Zahirde Allah Teala'dan uzaklaşma gibi görülen bir fiil, güdülen niyetten dolayı bir yakınlık vesilesi olabilir. Buna mukabil, hasene olarak gö­rülen bir fiil de, niyetteki bozukluktan dolayı günaha dönüşebilir.
Bu meyanda şu hadiseyi misal verebiliriz: Davud, Kitâbü'l-amel adlı kitabını tasnif ettiği zaman imam Ahmed b. Hanbel ona gide­rek kitabını görmek istemişti. İmam Ahmed kitabı mütalaa ettik­ten sonra kendisine geri vermiş ve şöyle demişti: Ne yapıyorsun? Kitapta zayıf ravilere dayanan birçok sened var.
Bunun üzerine Davud kendisine şöyle cevap verdi: Kitabı se-nedleri esas alarak oluşturmadım ki ondaki hadislerin isnad zin­cirlerine bakayım. Ben onlara amel gözüyle baktım ve istifade et­tim. İmam Ahmed kitabı ondan rica ederek şöyle dedi: Onu bana ver de, ben de senin baktığın gözle bir bakayım. Davud, kitabı ken­disine verdi. Kitab İmam Ahmed b. Hanbel'in yanında o kadar uzun süre kaldı ki, Davud oğlunu göndererek istemek zorunda kal­dı. İmam Ahmed onunla karşılaştığında şöyle dedi: Allah seni bol hayırla mükafaatlandırsın. Kitabından çok istifade ettim.
Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: Niyet, amelden daha etkili­dir. Yine o şunu ifade etmiştir: Adem oğlu kalbi üzerindeki etkile­rin hayırlı olanını önemsemez. Halbuki bunda iki nur vardır. Bu iki nurdan ilki Allah Teala'nın rızası istikametinde ise, ikincinin ken­disine zararı dokunmaz. Yani kul, bir hayra niyet ettiği zaman kal­binde hakim olan duygu ihlas ise, niyetten sonra ortaya çıkabilecek vesvese türü duygular o amelin ihlasını zedelemez. Çünkü sonra­dan ortaya çıkan duygu zayıftır. Baştaki karar ve iradenin kuvve­ti, sonradan doğacak vesvese ile sarsılmaz.
Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: Amel ehli için niyeti kusurlardan an tutmak, sürekli mücâhededen çok daha zordur. Sufilerden bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir: Ebu Ubeyd el-Tüsteri ile birlik­teydim. Arefe günü ikindi vaktiydi ve arazisini sürüyordu. Abdal dostlarından biri yanımıza uğradı. Ebu Ubeyd'e birşeyler fısıldadı. O da 'Hayır  dedi.
Bunun üzerine o zat, toprağın üzerinde süzülen bir bulut gibi uzaklaştı. Gözümden kaybolduğunda Ebu Ubeyd'e o zatın ne dedi­ğini sordum. O da, 'Benden kendisiyle beraber hacca gitmemi iste­di. Ben de hacca niyet etmediğimi söyledim. Akşama kadar burayı sürmeye niyet etmiştim. Eğer onunla hacca gitmiş olsaydım, Allah için niyet edilen bir amele başka bir şeyi katmaktan dolayı Allah Teala'nm buğzuna maruz kalmaktan korktum. Çünkü benim için niyetimde durmak, yetmiş kez haccetmekten daha mühimdir5 dedi.
Mubah bir fiil için niyeti olan kimsenin nafile yönünde bir niye­ti yoksa, onun için en uygunu mubah fiildir. Niyetin o istikamette olmasından dolayı mubah, muhteva bakımından nafile hükmüne taşınmıştır. Nafile ise, niyetin bulunmayışından dolayı kusur dere­cesine düşmüştür. Bu, ancak ilm-i batını hakkıyla bilen alimler ta­rafından anlaşılabilecek bir husustur. Bu, tasarrufun gizli yanla­rından biridir.
Buna misal olarak şunu zikredebiliriz: Kendisine haksızlık ya­pılan biri, hakkını alma hakkına sahiptir. Ancak hakkından fera­gat etmesi onun için daha hayırlıdır. Ama aynı kişinin, hakkını alma yönünde sabık bir niyeti mevcut olup affetme yönünde niyeti yoksa, onun için hakkını alması daha hayırlıdır.
Buna verebileceğimiz bir diğer misal de şu olabilir: Allah Te-ala'nın emirlerini yerine getirebilmek için kuvvet kazanmak veya nefsini dinlendirmek için yeme, içme ve uyumaya niyet eden kim­seye, gece namaza kalkma veya oruç tutma gibi bir niyeti bulunma­ması halinde yeme, içme ve uyuma daha hayırlı olur. Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Nefsimi hoşuna giden bazı şeylerle doldururum ki hakk karşısında bana destek olabilsin.
Kul, mubah olan herhangi bir amel için niyetlendiği zaman, bu amelden dolayı sevap kazanır. Öte taraftan fuzuli babından olsa dahi, niyet etmediği bir ameli işlediği zaman en iyi şartta kendini kurtarmış olur. Böyle bir durumda lehinde veya aleyhinde bir şeyin yazılmaması dahi onun kazancıdır. Bu tür bir amelde dünyevi bir niyetinin bulunması durumunda vebal altında da kalabilir.
Kulun niyetinin bulunmadığı her türlü mubah veya nafile türü amel, kul için hiçbir faydayı ihtiva etmeyen bir fiilden ibarettir. Hatta bu tür bir amelde geçirdiği boş vakitten dolayı hesaba çeki­lir. Kulun niyetinin bulunduğu her türlü fuzuli iş batıldır. Böyle bir işe dönük niyeti de hevadan ibarettir. Bu fiile dönük niyetinin bu­lunmasının sebebi, kulun kusuru veya sözkonusu fiilin hükmünü tam olarak bilmiyor olması olabilir. Kul, bu fiiliyle Allah Teala'run rızasını umuyorsa, o fiilin kötü akıbetinden kurtulabilir. Ancak yaptığı fiilden dolayı hiçbir fazilet kazanamaz.
Niyetteki nevanın gizli kalması veya ilmi eksikliğinden dolayı niyetindeki dünya sevgisini farkedememesi halinde üzerine farz olan ilmi öğrenmede gösterdiği kusurdan dolayı günahkar olur. Kendisini kusura sevkeden cehalet karşısında sükut etmesi kulu günahkar kılar. Bu konuda hiçbir özür ileri sürülemez.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Muhakkak ki Allah Teala cehaletten dolayı mazur görmez. Cahilin, cehaleti kar­şısındaki suskunluğu helal olmadığı gibi, alimin ilmini saklayarak susması da helal değildir. Konuyla ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (NahJ/43)
Şehre (ra) şöyle bir soru sorulmuştu: Allah Teala'ya karşı işle­nen masiyetler içinde cehaletten daha ağırı var mıdır? O, 'Evet' dedi. Bu masiyetin ne olduğu sorulduğunda ise şöyle dedi: Cehaletin cehaleti! Yani kulun cahil olmasına rağmen cahil olduğunu bilme­mesi veya cehaletine rağmen kendini bilgili sanması neticesinde cehaletini dile getirmemesi ve buna rıza göstererek doğruyu öğren­meye çalışmamasıdır.
Böyle yapan kul, farzların farzı ve bütün farzların temeli olan ilim öğrenmeyi gözardı etmektedir. Bu durumdaki biri, muhtemelen bilgisizce fetva verecek, ve şüpheli hususları dile getirecektir. O, ha­kikat sandığı bu şüpheleri insanlara anlatacak ve kendisi de tatbik edecektir. Onun bu hali, sükut etmesinden daha ağır bir günahtır.
Allah Teala'ya itaatin en güzeli de ilim üzere yapılan şeklidir. İl­min bir türü de ilmi bilmektir. Neyin ilim olup neyin olmadığını bil­mek de ilimdir ve ilmin vücûbiyeti gibi o da vaciptir. Böylelikle ki­şinin ilim öğrenme noktasında da basiret üzere olması mümkün olacaktır.
Bunun önemi, kelamcılann farklı mezheplerinin, hatalı yollara sapmış sufi ve kıssacıların bilgilerinin de şüpheli ilimler dairesine girmiş olmasıdır. Bunlar, süslü sözler ve ilme benzeyen bir takım kuruntulardır. Manaların birbirine karışması, ilmi inceliklerin ka­palılığı ve Selef ulemasından gelen sünnette birtakım gizli yönlerin bulunması sebebiyle gerçek alimlerle kelamcılar ve kıssacılar bir­birlerine karışmıştır.
Neyin ilim olduğunu ve kimin hakiki alim olduğunu bilmek de ayrı bir ilimdir. Hakiki ilmi bilen ve onu süslü sözlerden ayırtede-bilen kimse de alim gibidir. İlmi bilmek de, ilim gibi fazilete ve onun gibi vücûbiyete sahiptir. Bunu, cehaletin cehaletinin mücer-redd cehaletten ağır olmasına da benzetebiliriz.
Sehl (ra) şöyle demiştir: Kalbin cehaletten dolayı katılaşması, günahlar sebebiyle katılaşmasından daha ileridir. Çünkü cehalet, karanlıktır. Onda göz asla göremez. İlmin ise, sahibine rehberlik eden bir ışığı vardır. Kişi o yolda yürümese de ışığından istifade eder.
"O gün onların hiç hesaba katmadıkları öyle şeyler AHah tara­ntıdan ortaya dökülür ki tarife sığmaz" (Zümer/47) ayetinin tefsi­rinde şöyle denilmiştir: Bu kimseler, bir takım amellerde bulun­muş ve cehaletleri nedeniyle bunları da hasenat olarak görmüşlerdi. Ama Hesap Günü bunların günaha dönüştüğünü gördüler. Bun­ların, başkalarına ait olmakla birlikte bunlara isnad edilen ve aza­bını bu kimselerin yükleneceği günahlar olduğu da söylenmiştir. Onlar, dünya hayatında iken böyle günahları bulunduğunu asla hesap etmemişlerdir.
Bunu, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadiste anlatı­lan kimselerin durumuna benzetebiliriz: "Kul, cennette yüksek de­recelere girebileceğini umduğu güzel amellerini görür. Ama kendi işlemediği kötülükler ona yüklenir ve bunlar bütün hasenatından daha ağır basar ve cehenneme girmesini gerektirir. Bunun üzerine o, 'Ey Rabbim! Bunlar benim işlediğim hasenattı ama bunlar yü­zünden helak oldum?' der. Allah Teala da kendisine şöyle buyurur: Bunlar, senin gıybet ettiğin, eziyet verdiğin ve haksızlık ettiğin kimselerin günahlarıdır. Onlar da senin üzerine atıldı ve onlar kur­tuldular".
Benzer manada rivayet edilmiş müsned bir hadis-i şerif de şöy­ledir: "Kul, Kıyamet'i dağlar dolusu hasenat ile karşılar. Bunlar ha­lis olsa cennete girecektir. Ama ardından 'Bu adam şuna zulmetti, şuna sövdü, şu kimseyi dövdü' denerek işlediği suçlar getirilir. Her suçu için hasenatından bir parça kopardır. Nihayet, hiçbir hasene-si kalmaz. Bunun üzerine melekler, 'Ey Rabbimiz! Kulunun hase­natı tükendi, hala hak sahipleri var!' derler. Allah Teala da şöyle buyurur: O halde, hak sahiplerinin günahlarını ona yükleyin! Son­ra da onu cehenneme kilitleyin!"
Kul, bir amelin kendisi için geçerli olmasını sağlamak için, gü-z.el niyetini sürekli tazelemelidir. Sonra durup amelinde herhangi bir illet ve kusurun bulunup bulunmadığını derin derin düşünüp araştırmalıdır. Yakini müşahedesi ile, olabilecek kusurları bertaraf etmelidir. Ardından da niyetlendiği ameli, sırf Allah rızası için eda etmelidir. Kasdmda, vecdinde, sevabında ve talebinde O'ndan baş­ka hiçbir şeye ve varlığa yer vermemelidir. Sonra da bu amel üze­re istikametini korumalıdır. Amel esnasında bir illete müptela ol­duğunda onu derhal dışlayarak şahitliğini hakkıyla ifa etmelidir.
İhlasın özü işte budur. İhlaslı kimse, ihlasmda iki şeye ihtiyaç duyar. Bu ikisi arasında tercih de yapılamaz. İlki, kasd yani yönel­menin yalnız ve yalnız Allah Teala'ya olması ve O'nun ahirette vaadettiğini talep etmesidir. İkincisi ise, amelini tehlikeye atabilecek bütün kusur ve afetleri ondan uzaklaştırması, ona bulaşabilecek afetlere karşı uyanık ve dikkatli olmasıdır. Bu şekilde amelin ihla-sı kemale erer ve heva bulanıklığından uzak kalır. Gizli arzudan sıyrılarak riyadan da halis olur.
Riya ve arzudan uzak olan amel sahibi, ameline herhangi bir il­letin bulaşmaması için sürekli endişe içinde olur. Bu meyanda Al­lah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümme­tim için en çok korktuğum şey, riya ve gizli arzudur" [4][4] Gizli arzu (=şehvet-i hafiyye) için, dünya sevgisi denilmiştir. Bir diğer açıkla­mada ise, ecir verilme ve övülme maksadıyla amelde bulunma de­nilmiştir.
Kul, bir amel için hareket geçtiği zaman önce durup onun üze­rinde tefekkür etmeli ve içerdiği niyetlerin kaç tane olduğunu dü­şünmelidir. Bazan tek bir amelde on değişik niyet bulunabilir. Ba-zan da beş veya bu ikisi arasında bir sayı kadar niyet bulunabilir. Ameldeki niyetlerin sayısı, ondaki hayır ve iyilik yönlerine göredir. Buna göre de her niyette ayrı bir amel bulunabilir. Buna göre tek bir amel için on ecir verilebilir. Çünkü o tek amel, aynı zamanda on amel ihtiva etmektedir. Her niyet için bir amel, her amel için de bir ecir sayılır.
Bu da amellerin faziletlerinden ve hasenatın katlarındandır. Bunu da ancak Allah Teala'yı ve O'nun hükümlerini hakkıyla bilen alimler bilebilir. Bu, hal ehlinin salihlerinden olan abdal zümerisi-nin yoludur. İşte bu ilim sayesinde onların amelleri tertemiz olur, makamları yükselir, ecirleri çoğalır ve halleri de güzelleşir. Onlar, amellerin çokluğu ile değil onları güzelleştirmeleri ve amellerle il­gili niyetleri çoğaltmaları sayesinde buna ulaşırlar.
Rivayete göre şöyle denilmiştir: Her kim Allah Teala'nm rızası­nı ummadığı bir amelde bulunursa, onu bitirinceye kadar Allah Te­ala'nm gazabına maruz kalır.
Ediblerden biri de niyetle ilgili olarak şöyle demiştir: Niyetinin güzelliğinden dolayı şükranda bulunmayan, amelin güzelliğinden dolayı da şükranda bulunmaz. Aynı edib, bu anlamda şöyle bir be­yit söylemiştir:
Himmette bulunduğun bir iyilikten dolayı Sana şükran duyarım, Çünkü iyiliğe gösterdiğin himmet ve alaka da bir iyiliktir. Kader onu yapmayı nasip etmediğinde de Seni kınamam, Çünkü yazılı kader ile yaptırılmayan, benden alınmıştır.
Kul, güzel niyetini tazelemese ve yüksek himmeti hakkında en­dişe duymasa dahi kalbi ve kaygısıyla Allah Teala'mn ihlaslı amil kullarından biri olmaya devam edebilir. Kader o kimseye, bedenle yapılan amelleri eda etmeyi nasip etmese bile ebedi olarak ecirlen-meye devam eder. Öte yandan niyeti kötü ve himmeti düşük olma­sa bile, kendisi ziyan ve boşluk içindeyse ve kader de kendisini be­deniyle kötü işler yapma fırsatından mahrum etmişse ebedi olarak ziyanda ve vebal altında olmaktan kurtulamaz. Böyle bir hale düş­mekten Allah'a sığınırız.
Bir zat şöyle demiştir: Ben, her amelde ona başlamadan önce ni­yet hazırlığına girerim. Yememde, uykumda, hatta helaya girerken dahi bunu ihmal etmem. Bu gibi hususlarda niyet, ibadette takvanın ve hizmette bulunmak için O'nun yardımına başvurmanın gereğidir. Çünkü nefs, binek hayvanınız gibidir. Onu keserseniz, o da sizi keser. Din uğruna insanlara şrin görünme ve amelleri çoğaltma çaba­sından da uzak durmak gerekir. Salih insanlar, amellerinin sıhha­ti hakkındaki derin endişeleri ve itinalarının güzelliğinden ötürü, sıdk hallerini koruyarak iyi amellerden birçoğunu terkederlerdi. Böyle davranmalarının sebebi, niyetlerinde gördükleri zaaflardı. Onlar, herşeyden çok temeli sağlamlaştırmaya çalışırlardı.
Ibni Uyeyne şöyle demiştir: Birçoklarının vusule yani İlahi rıza­ya ulaşamamalarının sebebi, usulü gözden kaçırmalarıdır. Niyet, usulün yani temellerin başıdır. Çünkü o, farzların farzıdır.
Konuyla ilgili olarak bir zat da şöyle demiştir: Kalbi Allah Te-ala'dan uzaklaştıran; sıhhatli bir niyetin bulunmayışından dolayı kalp ile uzlaşmayan bedenî amel tezahürleridir. Bunu şöyle açıkla­yabiliriz: Niyette gösterilen samimiyetsizlik, amelin Allah Teala'ya halis kılınması noktasında eksiklik ve zaafa yol açacak, bu da kal­bin soğumasına neden olacaktır.
Nikah, dinimizin en çok önemsediği muamelelerden biridir. Ku­lun nikahla ilgili niyeti herhangi bir kadınla, güzelliği, malı veya soyu sebebiyle değil sırf dindarlığı ve akıllılığı sebebiyle evlenmesi yönünde olmalıdır. Ardından sünnete uymaya, iffete ve aile namu­sunu korumaya niyetlenmen, güzellik, mal ve hasep bakımından aşağıda olan kadınla kanaat etmelidir.
Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah için evlenir ve Allah için evlendi-rirse, Allah'ın dostluğuna hak kazanmış olur"
Amellerin en faziletlisi, Allah Teala'mn rızası için başlanıp yine O'nun rızası bitirilen ve sonrasında hiçbir bela ile ihlal edilmeyen ameldir. Bundan daha yüce olanı ise kulun amele Allah Teala ile başlaması, amel esnasında Allah Teala ile birlikte sebat etmesi ve yine Allah Teala ile bitirmesidir. Bu da yakin sahipleri ve arifler arasında yeralan muvahhidlerin makamıdır.
Amellerin en halisi ve en sıhhatlisi, sırf Allah Teala için yapı­landır. O; amelin başında olduğu gibi, ortasında da amel sahibi ile birlikte olmasıdır. Kul, amel esnasında O'nun katında olmalıdır. Amelin sonunda da yine Allah Teala bulunmalıdır. Kul, ameli bu şekilde eda ettikten sonra onu izhar etmemeli, onunla gösterişte bulunmamalı ve ona karşılık ulular ulusu Allah Teala'dan bir bedel ummamalıdır. Hatta o ameli unutmak ve Allah'ın zikri ile meşgul olarak amelini gözardı etmelidir.
Mescidlerde oturmak, dinin en faziletli amellerinden biri ve takva ehlinin en faziletli saydığı amelledendir. Kul, mescidlerde oturma noktasında şu on niyete sahip olmalıdır:
1. Rabbini evinde ziyaret etmek. Bu hususta şöyle bir hadis ri­vayet edilmiştir: "Her kim mescidde oturursa Allah Teala'yı ziyaret etmiş olur". Ziyaret edilenin, konuğuna ikramda bulunması haktır.
2. Namazın ardından müteakip namazı beklemek. Bununla il­gili olarak "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında düşmanla­rınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık bulunun (murâbata edin)" (Al-i Inaran/200) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada kasdedi-len Allah Teala ile rabıta kurmaktır.
3. Kulağını ve gözünü haramdan uzak tutarak Allah Teala'nın ulühıyeti karşısında korkuya kapılmak. Bu hususta da Allah Resu­lü nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetimin ruh-kaniyeti, mescidlerde oturmaktır".
4. İtikafta bulunmak. İtikafm aslı, kaygı ve tasanın kalbe yönel­mesi ve kulun iç dünyasının Allah Teala'nın kulluğuna açılmasıdır.
5.  Allah Teala'yı zikretmek, O'nun zikrine kulak vermek ve O'nun zikrine vesile olmak. Bu konuda da şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı zikretmek ve O'nu zikrettirmek için mes­cide giden kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir". Bunun benze­ri de, ilim öğrenmek veya öğretmek gayesiyle oturan kimsenin de cihad edene benzetilmesidir.
Bir din kardeşinin istifadesi, Allah Teala'nın rahmetinin inme­si, korku ve haya sebebiyle günahların terkedilmesi için mescidde oturanların hali de aynı konumda değerlendirilmiştir.
Konuyla ilgili olarak Hasan b. Ali <ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Mescidlere sık gitmeye alışan kimseye Allah Teala yedi nimet­ten birini lütfeder: İstifade edilen bir din kardeşi. Allah Teala tara-findan indirilen bir rahmet. Kazandırılan bir ilim. Kulu hidayete sevkedecek veya alçalmadan alıkoyacak bir kelime. Korku veya ha­ya sebebiyle günahları terketme".
Niyette ihlas, ona karşık olan duygu ve düşüncelerin kalpten çı­karılmasıyla mümkün olabilir. Kişinin yönelişi ve himmeti de aynı şekilde benzer duygulardan arınmış olmalıdır. Kulun ihlas için ha­zırlığı yeterli olduğunda, niyet onun yönelişiyle aynılaşır ve amel de niyetin saflaşmasından dolayı Allah Teala'ya halis olur. Çünkü kul, yalnız Tek ve Ferd olan Zat-ı İlahî'ye yönelmiş bulunmaktadır.
Bu konuda şöyle bir hadise nakledilmiştir: Allah yolunda ciha­da giden gazilerden biri şunu anlatmıştır: Bir deniz savaşma git­miştim. Limanlardan birinde bir orak teklif edildi. Kendi kendime, 'Şunu satın alsam ne iyi olur, savaşlarımda bundan istifade ede­rim, filan şehire gittiğimde de orada satar ve kâr ederim* dedim. Bu düşünceyle orağı satın aldım.
O gece rüyamda gökyüzünden iki şahsın indiğini gördüm. On­lardan biri arkadaşına şöyle dedi: Savaşa çıkanları yaz. Sonra sö­züne devam ederek şunları söyledi: Falan gezmeye geldi, falan ri­yakârlık için geldi, falan ticaret için geldi, falan da Allah yolunda cihad için geldi. Sonra bana doğru baktılar ve yazı yazdıran kimse, 'Bu da ticaret için yola çıkanlardan biri, bunu da yaz' dedi.
Ben şaşkınlık içinde, 'Allah Allah, Allah'a yemin ederim ki ben ticaret için yola çıkmadım. Tek gayem Allah yolunda cihaddır* de­dim. O da bana şöyle dedi: Behey adam, dün bir orak satın alıp on­dan kâr elde etmek istemedin mi? Gözlerim yaşla doldu ve 'Beni tüccar olarak yazmayın' dedim O, arkadaşına döndü ve 'Ne dersin?' dedi. O da şu cevabı verdi: Şöyle yaz: Falan Allah yolunda cihad için çıkmış ama yolda kâr etmek için bir orak satın almıştır. Allah leala onun hakkında hükmünü verinceye kadar böyle yazılsın.
Bir takım kusurlar vardır ki, bunlar fazilet ehlinin kafalarında karışıklığa yol açarak olmadıkları halde faziletlere benzetilmişler­dir. Bu karışıklığın sebebi, sözkonusu amellerin fazilet olarak şöh­ret bulması, akılların bunlarla uğraşmaktan korkması ve bunlar karşısında sabrın tercih edilmesidir. Bu gibi ameller, Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler için gayet açıktır.
Bunu açıklamak için geçmiş hıristiyan ümmetine dair anlatılan şu hadiseyi zikredebiliriz: Meryem oğlu İsa (as) göğe çekildikten sonra ona tâbi ve din kardeşi olan iki kişiden biri ruhbanlık yolu­na girmiş, diğeri de mabedlere gitmeyi, cemaatle birlikteliği ve in­sanların içinde olmayı seçmişti.
İlkinin adı Sarkis idi. Diğeri ondan daha bilgiliydi. Onunla her karşılaşmasında şöyle derdi: Ey kardeşim, girdiğin bu yol, bidattir. O yolda, hakkını veremediğin bir mesuliyet vardır. O yolda Allah rızası mevcut değildir. Benimle olup cemaate katılsan ve insanlar­la kaynaşsan, böylesi Allah rızasına hiç kuşkusuz daha yakındır. Böylelikle İsa'nın (as) sünnetini de takip etmiş olursun.
Ruhbanlığı seçen Sarkis, ondan yüz çevirmekte ve fikrini Önem­semeyerek şöyle demekteydi: Sen dünyaya meylettin ve halk ile kaynaştın. Sarkis'in bu tavrı onu iyice bıktırınca şöyle dedi: Bu ge­ce bende kal ve işin doğrusunun ortaya çıkmasını sağlayalım. Sar­kis de kabul etti. Bunun üzerine dışarıdan iki kuş getirdi ve onları keserek kızarttı. Sonra da Sarkis'i çağırarak, 'Bu iki kuşu aramız­da hakem yapalım, ikimiz de Allah Teala'ya dua edelim. Hangimi­zin izlediği yol O'na ve peygamberine daha sevimli geliyorsa, Allah onun duası sayesinde bu kuşlara can versin ve kanatlarını çırparak gitsinler* dedi. Ruhban Sarkis bunu kabul etti ve dua ederek şöyle dedi: Ey Allahım! Senin nzanı umarak girdiğim bu yol, hakka şu kardeşimin beni davet ettiği yoldan daha yakın ise bu iki kuşa can ver! Allah Teala onun duasına icabet etmedi. Ardından diğeri dua etti: Allahım! Eğer sıkı sıkı sarıldığım, böyle yaparak bu kardeşim ve diğerlerine aykırı düştüğüm şu yol hakka daha yakınsa ve onla­rın davet ettiği cemaati terketme ve insanlardan uzaklaşma fikrin­den daha çok rızana layıksa, bunun hürmetine şu iki kuşa can ver! Duasının ardından kuşlar Allah Teala'nın izniyle canlandı ve uçup gittiler. Bunun üzerine Sarkis, girdiği yolda Al lah Teala'nın rızası­nın bulunmadığını gördü ve cemaate katılmaya başladı.
Ulvi faziletlerin kafalarda karışmasına bir örnek de, kulun fa­zilet umarak makamındaki halini terketme sidir. O, böyle davran­makla Allah Teala'ya daha yakın olacağını sanabilir. Halbuki bu davranışıyla geriler ve şeytanın telkiniyle helaka uğrayabilir. Ko­nuyla ilgili olarak İsm-i Azam'ı diğerlerine öğreten abidin başına gelenler iyi bilinir.
Gerçek alim, iki hayır arasında daha hayırlısını tercih ederek onu vaktinde eda eden, iki hayır arasında kötü olanı da bilerek kendisini daha hayırlısından mahrum etmemesi için ondan yüz çe­virendir. Yine o, iki şer arasında daha hafif olanım bilerek, zaruret halinde onu yapmakla kurtulan, iki şer arasında daha kötüsünü bi­lerek ondan uzak duran ve ona karşı çift perdeyle kendini müdafaa edendir. Bütün bunlar ilmin inceliklerindendir.[5][5]


Niyet kuruntu ile karışarak gizlenebildiği gibi, himmet de vesvese ile karışabilir. Niyet, kendisiyle Allah Teala'nın rızasının murad edildiği ve O'nun katındaki sevabın talep edildiği şeydir. Kuruntu ise, daha çok insanlarla bağlantılı ve kendisiyle fâni mülkten bir takım arzuların beklendiği şeydir. Diğer taraftan irade sevgi ile, ih­tiyaç da arzu ile karışabilir. İrade, bir şeyin vuku bulmasını iste­mektir. Haddi zatında bu şeyin olması istenmeyebilir veya onun aksinin gerçeklemesi de istenebilir. İrade, bütün bunlara rağmen o şeyin vuku bulmasını istemektir. Muhabbet ise, aklı ezen, vicdana baskın gelen ve kalbin yöneldiği şeydir. Muhabbet, sözkonusu şe­yin aksinin olmasını hoş görmemek, onun yitirilmesini asla isteme­mektir.
İhtiyaç, onsuz olunamayacak derecede zaruri ve telafi edileme­yecek bir gerekliliktir. Arzu (=şehvet) ise, daha fazla lezzet almak, ihtiyaçtan fazlası için temennide bulunmak ve genelde önde olma isteğidir.
Zikir, kalpte Allah Teala'ya yakın olma yolları bakımından fikir ile karışabilir. Zikir, unutulanı açığa çıkarmak, sapmayı açığa vur­mak ve şükrü hatırlatmaktır. Fikir ise, herhangi bir şeyi beyinde tasavvur etmek ve bilgiyi ortaya koymaktır. Ümit sevgi ile, heva da niyet ile karışabilir. Ümit (=recâ'), herhangi bir sebepten dolayı bir şeye tamah etmektir. Sevgi (=muhabbet) ise, zevk almak için ta­mah ettiğiniz şeydir. Bu duyguya herhangi bir sebebe bağlı kal­maksızın sahip olabilirsiniz.
Yaratılmışlara duyulan tamah sebebiyle zaafa kapılması veya katılaşması yüzünden kalbin içine düştüğü zillet hali, Yüce Yara-tan'm müşahedesi sebebiyle nefsin içine düştüğü zelülikle karıştı-nlabilir. Himmet ve nefsin bayahğı sebebiyle tamahın düştüğü zil­let, Hakk'ı tanıması ve ilmin boyun eğmesi sebebiyle aklın içine düştüğü zelillik haliyle birbirine karışabilir. Hevanm baskısı ve ak­lı ezmesi neticesinde nefsin kapıldığı zillet hali de, tahkik sahibi alime süratle bağlanan kalbin zelillik haliyle karıştırılabilir.
Kendini kalıptan kalıba sokan Hak Teala'yı sürekli gözeten kal­bin izzet hali, ilmini sürekli büyük gören aklın izzet haliyle karış-tırıîabilir. Zorba niteliğiyle nefsin sahiplendiği izzet hali de, gaybî yakin ile yüceltilen imamn izzetiyle karıştırıiabilir.
Yukarıda sıraladığımız karışma ve karıştırma hallerinin hepsi de arifler tarafından iyi bilinen hususlardır. Bunlar, gafilleri de ür­küten derin meselelerdir. Bunlar iyice bilinmeden yapılan ibadet­ler, -Allah korusun- alışkanlıklara dönüşebilir. Bir şeyi öğrenme, bir amelde bulunma, sadaka verme, ayın veya yılın zekatını verme yönünde niyeti bulunan bir kul, halis niyetinin kaybolması netice­sinde bütün bunları bir alışkanlık veya adet gereği yapıyor olabilir.
O, böyle yapmakla, halkın kendisinden beklediği davranışı gös­termiş olmakla kalır. Zira aksini yapması halinde, halkın tepkisini çekmekten korkar. O, bütün bunları gönülsüz de olsa yaparak ha­linin istikrarlı olarak devamını sağlamaya çalışır. Onun için niyet gitmiş, yerine adet ve alışkanlık kalmıştır. Böylelikle yaptığı amel
 veya verdiği parayla ahireti ummaktan ve onun için çaba göster­mekten uzaklaşmış, dünyevi isteklerinin ve konumunun devamını sağlamaya çalışmış olur.
Bütün bunlar, kendisi için kulluk ve ibadet dairesinden çıkıp adet ve alışkanlık halini almış olur. Böyle biri, liderlik talebi türün­den dünyevi bakışlarla ahiret için de arzulu olabilir. İlim ve amel noktasında ahiret yollarına rağbet gösterebilir. Selefin amellerin­den yapılmak istenenler, nefsin terbiyesi ve kula dünyada zühdü Öğretme mahiyetinde olup ahirete götüren yolları teşkil ederler. Bunların karşıtı olanlar da, dünyanın yollarıdır, çünkü onlara ta­mamen zıttırlar.
Konuyla ilgili olarak Selef-i Salih hakkında şöyle bir söz nakle­dilmiştir: Onlar öğrendiklerinde amel ederler, amel ettiklerinde ta­mamen meşgul olurlar, tamamen meşgul olduklarında da halktan kaçarlardı. Başka bir söz de şöyledir: Öğrendi, sonra (insanları) ter-ketti.
Amellerin açığa vurulması, gizlenen birtakım hallerin, nefsi terbiye, takip edilme veya Kudret-i İlahî'yi gösterme gayesi ile açıklanmasıyla karıştırılabilir. Bu hallerin açıklanması, işitenlerin imanlarını ve ilimlerini arttırabilir. Ama amellerin açıklanması, in­sanlara güzel görünme, övünme, ameller sebebiyle övülme ve halk nezdinde sürekli anılma gibi niyetlere dayanabilir.
Ebu Süleyman ed-Daranî'ye, kendisi hakkında konuşan kimse­nin durumu sorularak şöyle denilmişti: Böyle biri imam olsa, na­mazda ona uyulur mu? O da, 'Evet, uyulur  demişti. Bir defasında da şöyle demişti: O veya başka biri, bunu nefsi terbiye maksadıyla sınırlı derecede yapıyorsa sakıncası olmaz. Bu da, nefsin devreye girmesi veya yakîni müşahede edenin kayyümiyetinde fena bulma­sıyla karıştırılabilir. [6][6]


Herhangi bir amelin terki de, bizatihi birçok amelden ibarettir. Bir yasak veya mekruhu, farziyet veya vera  sebebiyle terkeden kimse de iyi bir niyete sahip olmalıdır. O, terkettiği amel veya fiili de, yine Al­lah Teala için terketmelidir. O, bu terkle Allah Teala'mn vaadettiği güvenliği aramalı veya O'nun katındaki ödülleri arzulamahdır.
Herhangi bir şeyin halkın kınaması sebebiyle, halini düzeltme gayesiyle veya insanlar nezdinde iftihar etme maksadıyla terket-mesi makbul görülmemiştir. Çünkü herhangi bir masiyetin terki, en faziletli ameller arasında sayılmıştır. Böyle olduğu için de elbet­te niyetlerin en güzelini gerektirir. Nefsin imtihana tabi tutulması ve bunun doğrudan nefse yönelmesi sebebiyle masiyetin terkine çok büyük sevap vaadedilmiştir.
Bu konuda bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir: Vera' halini Al­lah Teala'dan başkasının bilmesini isteyen kimse için O'nun katın­da hiçbir ödül yoktur. Zekeriya (as) hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün inşaatın tekinde duvar örerken birkaç kişi onu ziyaret etmişti. O, emeğiyle geçinen bir inşaat ustasıydı. Misa­firleri yamndayken ona iki çörek getirildi.
Zekeriya (as) işine ara vererek, çörekleri yemeye başladı. Misa­firlerini buyur etmedi. Çörekleri yedikten sonra misafirleri bu tav­rının sebebini öğrenmek istediler. Çünkü onun ne büyük bir zahid olduğunu iyi bilen kimselerdi. O, şöyle dedi: Bu inşaatın sahipleri beni belli bir ücretle istihdam ediyorlar. Verdikleri iki çöreği de iş­lerini yapabilme gücünü kazanmam için veriyorlar. Eğer onları si­zinle paylaşmaya kalksam, ne size, ne de bana yetecekti. Ayrıca işim için gerekli kuvvetten de mahrum olacaktım. Görüldüğü gibi burada, bir farzın ifası için bir menduptan vazgeçme sözkonusudur.
Kul, bir ameli yapmaya niyet edebileceği gibi bir şeyin terki için de önceden niyet sahibi olabilir. Geçmişlerden bir zat şunu anlat­mıştır: Süfyan b. Ebu Asım'ı ziyaret etmiştim. Kendisi yemek ye­mekteydi. Yemeğe devam ederek benimle hiç konuşmadı. Yemeği bitirip elleri temizledikten sonra bana dönerek şöyle dedi: Eğer borçla almamış olsaydım, yemeğimi seninle paylaşmak isterdim.
Konuyla ilgili olarak anlatılan bir hadise de şudur: Yabancının alay ve eğlenceye dair konuşan bir topluluğa uğramış ve onla­rın Allah Teala'ya dua ettiklerini sanmıştı. Yüce Allah onun hüsnü niyetinden dolayı, konuşmalarını öyle gördü ve bu yabancının hüs­nü niyetinden dolayı onları bağışladı.
Hasan el-Basrî (ra) dedi ki: Müslümanm alameti, dilini tutması, gözünü kısması ve niyetinin zaafa kapılarak Allah Teala'ya yakınlık sağlayacak ibadetlere koşmaktan alıkoymamasıdır. Niyet, her zaman güçlenmeli ve artmalıdır. Amelleri, niyetlerine göre az veya be­deninin takati yetersiz olabilir. Buna rağmen niyet, büyük ve kuv­vetli olmalıdır. Yine o şöyle demiştir: Mümin, niyeti kuvvetli, takati az olan kimsedir. Münafık ise niyeti zayıf, takati çok olan kimsedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her hakkın bir hakikati vardır. Kul, Allah için yaptığı amelden dolayı övülmeyi istemez hale gelmedikçe İhlasın hakikatine ermiş olmaz".
Havariler İsa'ya (as), 'Ey Ruhullah! İhlasın aslı nedir?' diye sor­muşlardı. O da şöyle demişti: İhlas, ameli yalnız Allah Teala için yapıp ondan dolayı halk tarafından övülmeyi asla arzu etmemek­tir. 'Peki Allah için dürüst olan kimdir?' diye sordular. O, şu cevabı verdi: O, insanların hakkından önce Allah'ın hakkıyla başlayandır. Biri dünyalık, diğeri ahiretlik iki husus kendisine sunulduğunda, dünyalık olanı bırakıp Allah Teala'nın emrine girişir.
İnsanlar tarafından övülmeyi sevmek, dünya sevgisinin temeli­ni oluşturur. Böyle biri, yerinin ve konumunun bilinmesinden hoş­lanıp tanınmak ister. Kalbinden kendisinin ululanması niyetini ge­çirir. O, yaptığının karşılığını ancak insanlardan görecek, bu tür ni­yetlerden ahirette hiçbir fayda görmeyecektir. Ameli de makbul de­ğildir.
Rivayete göre İsrailoğulları'ndan abid bir zat, kırk yıl boyunca mağarada ibadet etmiş, melekler bu amellerini semaya çıkardıkla­rında kabul görmeyerek geri çevrilmişti. Melekler şöyle nida etti­ler: Ey Rabbimiz! İzzetin hakkı için, bizim Sana sunduğumuz amel­ler aynen haktır. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Doğru söylüyorsunuz meleklerim. Ama o, kaldığı yerin bilinmesini çok is­teyen biridir. Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Kibir, riya ve şöhret tutkusundan kurtulan kimse selamettedir.
Süfyan-ı Sevrî (ra) şöyle demiştir: Nefsimle ilgili olarak tedavi­si bana en ağır gelen şey, niyetimdir. Çünkü o, hercaidir. Yani sağa sola kayar veya zaaf gösterir. Bu yüzden de onunla sürekli ilgilenip sahip çıkmaya çalışmanız gerekir. el-Mansur da şöyle demiştir: Amel ihlaslı oluncaya kadar ona devam etmek, amelin kendinden daha zordur.
Süfyan-ı Sevrî'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben ame­limden zahir olan kısma itibar etmem. Ali'nin (kv) ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amelinizin kabulüne, amelinize gösterdiğiniz­den daha fazla ilgi gösterin. Çünkü amel, takva ile eksümediği gi­bi kabul edilmeyle de eksilmez. Bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim sırf yalnız kalmaktan dolayı yalnızlık hissine kapılır ve cemaate karışırsa, riyadan emin olamaz.
Abdülaziz b. Ebi Ruvvad şöyle demiştir: Karşılaştığım büyükle­rin salih amele ulaşmak için çok çabaladıklarını gördüm. Onu eda etmek kendilerine nasip olduğunda ise kabul edilip edilmediğini düşünerek tasalanırlardı. Malik b. Dinar'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amelin kabul edilmediği yönündeki endişe, amelin biz­zat kendisi için duyulan endişeden daha büyüktür.
İbni Aclan'm şöyle dediği nakledilmiştir: Amel, ancak şu üçüyle kemale erer: Allah korkusu, güzel niyet ve isabetli olma. el-Fudayl, Allah Teala'nın "Hanginizin amelce daha güzel olduğunu sınamak için" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani amel­lerin en ihlaslı ve en isabetli olanının kimde olduğunu sınamak için. Bunun üzerine kendisine, 'Peki bu nasıl olur?' diye soruldu.
O da şu cevabı verdi: Amel, halis olsa da isabetli olmadığı tak­dirde yine kabul edilmez. et-Tiyahî şöyle demiştir: Amelde bulun­ması gereken dört husus vardır ve amel ancak bunlarla tamam bu­lur: Allah Teala'yı bilmek, hakkı bilmek, amelde ihlaslı olmak ve sünnete uygun olmak. Bunlara riayet edilmeden eda edilen hiçbir amel fayda vermez.
Farzları en sıhhatli şekilde ifa edip günaha düşmekten aşın de­recede korkan kimselerin hali, hallerin en güzelidir. Farzları eda­sında kusurlu, işlediği günahlar için çok az üzüntü ve pişmanlık duyan kimselere gelince, bunların hali de hallerin en kötüsüdür. Bu haldekiler yaslanacak bir kıyas da bulamazlar. Ama Allah Teala dilediği kimse için en ağır günahları dahi bağışlayabilir. Dilediği Kimseye de, küçük bir günahtan dolayı azap edebilir.
Bunların durumu, Allah Teala'nın sabık ilmine, O'nun irade ve «ukmünde kararlaştırılan karara göre şekillenir. İki kişi aynı gü-Tianı işlemiş olmakla birlikte, farklı karşılıklar görebilirler. Allah feala, onlardan dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah Teala, dilediği kulunun amelini kabul eder. Kabul, amelin Kendinden farklı bir husustur. Kula düşen amelde bulunmak, Mevla'ya düşen de kabul veya rettir. O, istediğini kabu ederken, diledi­ği ameli de reddeder. Kişinin sabıkası da, günahtan farklıdır. Sabı­ka, Allah Teala'nm iradesinde yazılıdır.
O, hakkında güzel son yazılı olan kulunun bütün günahlarını bağışlar. Hakkında azap kelimesi kesinleşmiş olana da azap eder ve onun güzel amellerini boşa çıkartır. İnsanlar, sabıkalarına yani geçmişteki yazgılarına göre değerlendirilirler. Onlar hakkında Al­lah Teala'nm sabık ilmine uygun şekilde hükümler verilmiştir.
Geçmişlerden şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Israrcılar ate­şe hızla giderek helak oldular" [7][7]
Buradaki 'ısrar1 ile kasdedilen, kişinin gücü yettiğinde günah iş­lemek istemesi veya işlediği herhangi bir günahtan dolayı ne piş­manlık duyması, ne de tevbeye yönelmesidir. <IsrarJın en ilerisi, sü­rekli günahların ardında koşmaktır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala'nm zikrine aşırı düşkün olan ve kendilerini ona adayan­lar öne geçtiler. Zikir onların (günah) yüklerini kaldırdığı için Kı­yamet günü hafif bir halde gelirler. İşte onlar, haklarında güzel hü­küm kesinleşmiş olan mukarrebundur [8][8]
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) onların dahi günah yükleri­nin bulunduğunu ancak sürekli Allah'ı zikretmeleri sebebiyle yük­lerinin kaldırıldığını haber vermiştir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Öne geçenler, Öne geçenler, işte onlar yakın kılınanlar (mukarrebun)dur". (Vakıa/10) Konuyla ilgili ola­rak, ilmi delillerden ve ayetlerin tefsirinden anladığımız budur. Yi­ne de Allah Teala'nm affi, iradesi ve Kadîm İlmi bütün bunların da­ha ötesindedir. İşlerin tümü Allah'a döndürülür. [9][9]


inkar edenlerin hesaba çekilmeleri konusunda alimler ihtilafa düş-müşlerdir.Bir topluluğa göre hesaba çekileceklerdir. Bir diğer top­luluğa göre ise hesaba çekilmeyeceklerdir. Konuyla ilgili rivayetler­de de ihtilaf mevcuttur. Gelen rivayetlerin bir bölümünde hesaba çekilecekleri bildirilir ki bu görüşte olanlar bu rivayetlere sarılırken, bir bölümünde de hesaba çekilmeyecekleri bildirilmiş ve bu görüşü savunanlar da aynı rivayetlere dayanmışlardır.
Bu ihtilaf, ancak Allah Teala'nın Kitabı'na dönerek giderilebilir. Böylelikle mesele açığa çıkacak ve başkasına ihtiyaç kalmayacak­tır. Allah'ın Kelamı, meseleyle ilgili kapalı hususları açıklamıştır. Biz de bu sağlam açıklamaya dayanmayı uygun görüyoruz. Allah Tfeala hiç kuşkusuz en iyi bilendir.
Kur'an-ı Kerim'de bu meseleyle ilgili iki ayet-i kerime mevcut­tur. Bu ikisinde inkar ehlinin Tevhid'e bulaştırdıkları şirk sebebiy­le ve peygamberlerin çağrılarına icabet etmemeleri ve onları yalan­lamalarından dolayı hesaba çekilecekleri haber verilmektedir:
"Ve onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Hani Benim için (va­rolduğunu) iddia ettiğiniz ortaklarım neredeler?". (Kasas/62) Diğer ayet-i kerime de şöyledir: "Ve onlara nida ettiği gün şöyle buyurur: Peygamberlere ne cevap verdiniz?". (Kasas/65) Bu iki ayete göre, inkarcılar sırf tevhidi çiğneme ve peygamberleri yalanlama suçla­rından dolayı hesaba çekileceklerdir.
Meseleyle ilgili diğer iki ayet de şöyledir: "Ama azılı suçlulara artık soru sorulmaz". (Kasas/78); "İşte o gün ne bir insan, ne de bir cinne günahından dolayı (hesap) sorulur". (Rahman/39) Allah Teala 'günahkarlar' hakkında da şöyle buyurmuştur: "Günahkarlar sima­larından tanınır ve perçemleri ve ayaklarından tutulup alınırlar". (Rahman/41)
Görüldüğü üzere bu naslarla, inkarcılarımı günahları ve amel­lerinden dolayı hesaba çekilmeyecekleri beyan edilmektedir. Biz de buna dayanarak, onların amellerinden dolayı hesaba çekilmeye­ceklerini düşünüyoruz. Hesaba çekme, ancak aralarında belli bir muamele ve hukuk bulunan iki tarafın fiillerinden dolayı olabilir. Hasenatı sabit olan kimse de bunlar sayesinde tercihe ve tartıya muhatap olur.
Enes b. Malik'ten (ra) "Hem tutuklaym onları, çünkü hesaba çe­kilecekler" (Saffat/24) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şu görüş nak­ledilmiştir: Onlara 'Allah'tan başka ilah yoktur  sözü hakkında so­ru sorulacaktır. Allah Resulü'nün (sav) de merfu' bir hadiste bu ma-fcada buyurduğu ve onların tevhid bakımından sorguya çekilecek  «rini bildirdiği rivayet edilmiştir.
Cennet ve ehlinden bütün insanlar Kıyamet günü altı tabaka üzere diriltileceklerdir:
1.Tabaka: Hesaba çekilnıeksizin cennete girecekler. Bunlar, Kui^an'da 'Öndekiler=Sabikûn' ve 'Yakın kıhnanlar=Mukarrebûn' olarak bildirilen kimselerdir.
2.Tabaka: Kolay bir hesabın ardından cennete girecekler. Bun­lar da müminlerin havassı ve salih kullardır.
3.Tabaka: Uzun bir hesab ve mücadeleden sonra cennete gire­cekler. Bunlar da 'Kitapları sağdan verilenler=Ashab-ı Yemîn' ola­rak bilinenlerle müminlerin avamıdırlar.
Cehennem ehli de aynı şekilde üç tabakadır:
1.Tabaka: Hesaba çekilmeksizin ve soru sorulmaksızm cehen­neme girecekler. Bunlar Yafes b. Nuh'un soyundan gelip puta tapan ve Yecüc ve Mecüc olarak bilinenlerdir. Bunlar, asıl olarak cehen­nem için yaratılmış olanlardır.
2.Tabaka: Uzun ve zorlu bir hesaptan sonra cehenneme gire­cekler. Bunlar büyük günah işleyenler ve münafıklardır.
3.Tabaka: Amellerinden dolayı hesaba çekilmeksizin sırf dur­durulan ve soru sorulan kimseler. Bunlar da kendilerine peygam­ber gönderilmesine rağmen inkar etmiş kavimlerdir. Bunu da Allah Teala'nm şu buyruğunda görmekteyiz: "Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız". (A'raf76)
Konuyla ilgili meşhur bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Hesaba çekilene azap edilir. Bunun üzerine saha­be, 'Ey Allah'Resulü! Yüce Allah 'Kolay bir hesaba çekilecektir" (İn-şikak/8) buyurmuyor mu?' dediler. O da şöyle buyurdu: Bu olacak­tır. Hesaba çekilene azap edilecektir [10][10]
İmamımız Sehl b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kafirler sadece tev-hid hakkında hesaba çekilecektir. Onlar sünnetten dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. Bidat ehli sünnet hakkında hesaba çekilecek­tir. Müslümanlar da amellerden dolayı hesaba çekileceklerdir.
Allah Teala'nm "Sonra onların dönüşü Bize'dir ve onları hesaba çekmek de Bize düşer" (Gaşiye/26) ayetinin tefsirine gelince bu hususta iki görüş vardır İlkine göre bu ayet, söylendiği makamdan ayrı olup müslümanlara yöneliktir. Çünkü Allah Teala bu ayetin başında inkar edenleri haber verirken sonunda azabı zikretmiştir. Nitekim Allah Teala başta şöyle buyurmaktadır: "Ancak yüz çevi­ren ve inkar eden hariç. Allah ona en büyük azapta bulunacaktır". (Gaşiye/24) Bu, onlarla ilgili ihbarın sonudur. Bunun ardından baş­kalarını konu alarak devam etmektedir: "Sonra onlan dönüşü Bi­ze'dir ve onları hesaba çekmek de Bize düşer" (Gaşiye/26)
Diğer görüş ise şu şekildedir: Ayette geçen hesap ile kasdedilen cezalandırma olabilir. Çünkü 'Hesaba çekme' fiili, inkar edilenler için kullanıldığında, yaptıkları kötü işlerden dolayı cezalandırılma­larına yorulmaktadır. Niteki şu ayet-i kerime de bu anlamdadır: "Dini inkar edenlere gelince; onların amelleri; düz ve ıssız bir çöl­deki serap gibidir ki susayan onu su zanneder. Onun yanına varın­ca su adına hiçbir şey bulamayıp ancak Allah'ı bulur. O da onun he­sabını hakkıyla görür". (Nur/39) Buradaki 'hesab' ile kasdedilen de yine cezadır.
Ne var ki el-Ferra' ve diğer dil alimleri, bu görüşümüze karşı çı­karak ardından gelene itibar etmiş ve onu hesaba çekmenin delili olarak kabul etmişlerdir. Onlar bu ayetle ilgili görüşlerini şöyle di­le getirmişlerdir:
"O da onun hesabını hakkıyla görür" ifadesinde kasdedilen, onun cezalandırılması olabilir. Ama onun hesaba çekilmesinin mu-rad edilmiş olması da mümkündür. Çünkü Allah Teala, "Muhakkak Allah hesabı hızlı görendir" (Bakara/202) buyurmaktadır.
Kelam-ı Kadim'in hesap ile kasdettiğinin 'Hesaba çekme=mu-hasebe' olması da muhtemeldir. ez-Zeccâc da, yukarıdaki yorumu­muzla ilgili olarak aynı yönde konuşmuş ve "Ama azılı suçlulara artık suçları hakkında soru sorulmaz" (Kasas/78) ayetiyle ilgili ola­rak şöyle demiştir: Onlar hesaba çekilmezler, çünkü Allah Te­ala'nm onlarla ilgili sabık hükmü kesinleşmiştir. O, sabık ilmiyle onlar hakkındaki hükmünü pekiştirmiştir.
Mukâtil b. Süleyman da, onunla aynı görüşü paylaşmış, yalnız birebir mana verme hususunda farklı hareket etmiştir. O, tefsirde uzman olmasına rağmen, dille ilgili ilimlerde ez-Zeccâc kadar nü­fuz sahibi değildi.
Mukâtil ayetin manasını şöyle vermiştir: Azılı suçlular, selefle­rinin günahlarından dolayı hesaba çekilmeyeceklerdir. O, böyle yapmakla, 'hüm=onlar> zamirini, daha önce geçen Karun ve avane-si ile geçmiş devirlerin suçlularına atfetmiştir. Zira onların zikre­dilmesi, şu Hitab-ı İlahi'nin beyanı niteliğindeydi: "Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve ser­veti daha fazla olan kimseleri helak etmişti?" (Kasas/78)
Bunun hemen ardından, "Onların günahlarından hesaba çekil­mezler" buyrulurken, o kavmin müşriklerinin günahlarından bah­sedilmektedir. O ve diğerleri, inkar ehlinin de hesaba çekilecekleri­ni bildirerek şöyle demişlerdir: Nasıl hesaba çekilmezler? Allah Te-ala geçmiş kavimlerinin kıssalarını anlatırken onlara ne yaptığını haber vermiyor mu?
Sözkonusu ayet-i kerime Firavun'un şu ifadesindeki manaya uygun olarak indirilmiştir: O Musa'ya (as) 'Peki geçmişlerin duru­mu ne olacak?' demiş, o da, 'Onların bilgisi Rabbimin katandadır* demişti. Ancak Allah Teala, lıesab' kelimesi ile cezayı da kasdet-miştir. Bunun da örneği mevcuttur. Nitekim O, şöyle buyurmakta­dır: "Bağış ve hesap olarak". (Nebe/36) Ama buradaki hesap, ceza olduğu gibi yeterlilik manasında da kullanılmış olabilir. Yani onla­ra yetecek kadar. Nitekim O başka bir ayetinde şöyle buyurmakta­dır: "Cehennem onlara yeter". (Mücadele/8) Yani cehennem onlara kafidir. [11][11]



Bu başlık altında niyetleri, yaşanan bütün hallerde niyetlerin gü­zelleştirilmesine ve fiillere bulaşabilecek kusur ve illetlerden sakı-nılmasma dair verilen emirleri açıklanacaktır.
Yüce Allah buyurdu ki: "Onlar ancak dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmekle emrolundular". (Beyyine/5) Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki onlar üzere olduğu sürece müslüman kimsenin kalbi kin barındırmaz:... ve ameli Allah Teala'ya halis kılmak [12][12] Yine O, şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği vardır" [13][13]
Ehli Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Allah Te­ala amel olmadıkça hiçbir sözü kabul etmez. Hiçbir ameli de niyet­siz kabul etmez".
Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Amellerin en faziletlisi, Al­lah Teala'nm farz kıldıklarını eda etmek, O'nun haram kıldıkların­dan da sakınmaktır. Allah Teala'nm katındaki için sadık bir niyet bulunmalıdır. Kul, hayatının her anında niyette bulunmalıdır. Ye­mesi, içmesi, giyinmesi, uyuması ve hanımıyla ilişkisinde dahi ni­yet etmelidir. Çünkü bütün bunlar, hesaba konu olacak işlerdendir.
Eğer onları Allah Teala'nm rızası için yapıyorsa, amellerinin tartılacağı terazinin hasenat kefesinde onları görecektir. Eğer bütün bunlarda hevasının çizdiği yoldan gidiyorsa, o zaman da gü­nahlarının yeraldığı kefede görecektir. Zira her kul için niyet ettiği amelin karşılığı vardır.
Kulun niyette bulunmayışı, dalgınlık ve hata eseri ise, niyet ve irade bulunmayışı durumunda yaptığından dolayı herhangi bir karşılık alamaz. Yaptığı ameli ahirette de göremez. Ondan dolayı, lehinde veya aleyhinde bir durum olmaz. Böyle birinin dünyadaki misali, akıl ve sorumluluk olmaksızın içgüdü ve vahiyle hareket eden hayvanların durumuna benzer. Bu gibi kimselerin, Allah Te-ala'nın şu buyruğuna dahil edilmelerinden endişe ederim: "Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine tabi olan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme". (Kasas/28) Buradaki 'fa-rat=aşırılık' kelimesi değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Birine gö­re gaflet ve dalgınlıktır. Bir başkasına göre aşırılık ve ziyan etme­dir. Üçüncü birine göre ise helake yönelmedir.
Salih niyet, salih bir amelin başlangıç noktasıdır. Allah Te-ala'nın ilahi vergisinin başı da odur. O, mükafaatm konusudur. Ku­lun, amellerden dolayı kazanacağı sevap, ancak Allah Teala'nm kendisine nasip edeceği niyetlere göre değişir. Çünkü tek bir amel­de dahi birden fazla niyet bulunabilir. Bu niyetlerin sayısı, kulun yüklenebileceği yüke ve onun ilmine göre şekillenir. Bu niyetlerden her biri için ayrı bir hasene verilir ve bunlar da on misli arttırılır. Çünkü onlar amelde ve şekilde toplanırlar.
Niyet iki esastan ibarettir:
1. Amele dönük kalpten yönelişi sağlıklı kılmak ve bunda uya­nık bulunmak.
2. Amelde Allah Teala'ya karşı ihlaslı olmak ve O'nun katında­ki sevabı ummak.
Niyeti bu şekilde bilinerek eda edilen her amel, Allah Teala'nın lütuf ve rahmetiyle salih ve makbul bir amel olur. Çünkü bu tür bir amelin sahibi, şirk, cehalet ve.hevadan sakınmıştır. Onun ameli de Allah Teala'nın eşsiz hazinelerine yükseltilmiş ve onun için iyi bir birikim olmuştur.
İhlasın hakikati, onun şu iki husustan beri olmasıyla mümkün olur:
1. Riya,
2. Heva.
Bu ikisinden uzak olan ihlas, Yüce Allah'ın da benzettiği gibi süt misali halis ve pak olur.
Allah Teala'nın üzerimizdeki nimetinin tamama ermesi de böyle gerçekleşir. O, sütün temizliğini haber verirken şöyle buyurmuştur: "Zira size onların karmlarındaki işkembe-ile kan arasından, halis bir süt içiliyoruz ki içenlerin boğazından afiyetle geçsin". (Nahl/66) Süt, o ikisinden herhangi birini ihtiva ettiği zaman halis ve pak ol­maktan çıkar. O'nun nimeti de tamama ermemiş olur. Biz de öyle bir sütten tiksinti duyar ve onu içmeyiz. Allah Teala'ya karşı eda etmek­le mükellef olduğumuz ameller ve O'nunla ilişkimiz de buna benzer. Amellerimize insanlar için riya veya nefsin şöhret tutkusu yö­nündeki arzu ve hevası bulaştığı zaman, halis olmaktan çıkarlar. Bu tür amellerde, olması gereken dürüstlük ve edeb sözkonusu ol­maz. Allah Teala da, bizim sütten tiksinmemiz gibi, amellerimiz­den de tiksinir ve onları kabul etmez. İbret alanlar için bunda bü­yük ders vardır.
Said b. Ebi Bürde, Ömer b. Hattab'm (ra) Ebu Musa el-Eş'ari'ye (ra) gönderdiği bir mektubu nakletmiştir. Ömer (ra) şöyle demekte­dir: Niyeti halis olan kimseye, insanlarla ilişkisinde Allah Teala ye­ter. Allah Teala'nın bildiğinin aksine amellerle insanlara güzel gö­rünmeye çalışan kimseler, O'nun tarafından kusurlu görülmüştür. Salim b. Abdullah da, Ömer b. Abdüîaziz'e (ra) gönderdiği bir mek­tupta şöyle demiştir: Ey Ömer! Şunu bil ki, Allah Teala niyeti mik-dannca kulun yardımında olur.
Niyeti tam olan kimseye, Allah Teala'nın yardımı da tam olur. Niyeti eksik olan kimse, O'nun yardımı da aynı miktarda eksik olur. Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer o ikisi aralarım düzeltmek isterlerse, Allah da onların aralarını bu­lur". (Nisa/35) Görüldüğü gibi Allah Teala, eşlerin arasım bulmayı, onların bu yöndeki irade ve isteklerine bağlamıştır. Allah Teala'nın bir şeye muvaffak kılmasının anahtarı da budur. O, salih amel sa­hibini de aynı şekilde hayra muvaffak kılar.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Bana göre hayrın tama-nu, ancak hüsnü niyetle toplanır. Hayır olarak size o yeter. Nice kü-Çük amel sahibi vardır ki niyet onu yüceltir. Nice büyük amel sahi­bi de vardır ki, niyeti onu küçültür. Ediblerden biri de kardeşine ^azdığı mektupta şöyle demiştir: Amellerinde niyetini halis kıl. «öyle yaptığında az bir amel dahi sana yetebilir.
Davud et-Ta'î'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: En büyük tasası takva olan kimsenin bütün uzuvları dünyaya bağlansa dahi, bir gün sahip olduğu niyet onu salih niyete geri döndürecektir. Al­lah Teala'yı hakkıyla bilmeyen kimsenin hali de benzerdir.
Bütün kaygı ve tasası dünya olan kimse, uzuvlarının tamamıyla salih amellere bağlı olsa dahi, yine dünayı istemeye dönecektir. Bu, heva ve heveslere uygun düşmektir. Bunun sırrı da, kişinin bütün tasasının dünyevi menfaatlara karşı nefsi arzulara teslim olmasıdır.
Muhammed b. el-Hüseyin şöyle demiştir: Kişiye gereken, niye­tinin ameli önünde olmasıdır. Eyyub es-Sihıstanî ve diğerleri ise şöyle demişlerdir: Amel sahiplerinin niyetlerini arındırıp halis kıl­maları, onlar için bütün amellerden daha zordur. Süfyan-ı Sev-rfnin de (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Geçmişler, tıpkı ilim öğrendikleri gibi, amel için nasıl niyet etmeleri gerektiğini de öğre­nirlerdi.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Amel etmeden önce amel için niyeti ara. Hayra niyet ettiğiniz sürece, hayırdasınız demektir. Zeyd b. Eşlem de şöyle demiştir: İki haslet vardır ki onlarla işiniz kemale erer: Allah Teala'ya isyanda bulunmaya kalkışmayarak sa­bahlamanız ve O'na isyana kalkışmayarak akşama ermeniz.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nın nimetle­ri sayamayacağınız kadar çoktur. Sizin günahlarınız ise bilemeye­ceğiniz kadar gizlidir. Ama siz, tevbekar olarak sabahlayın, tevbe-kar olarak akşamlayın. O zaman bu ikisi arasındakiler! Allah Te-ala bağışlar.
Müridandan biri hakkında şu hadise rivayet edilmiştir: O, alim­leri dolaşıyor ve şöyle bir soru soruyordu: Bana öyle bir amel gös­terin ki, onu yaptığım müddetçe, gündüzün ve gecenin bütün saat­lerinde O'nun için amel edenlerden biri olabileyim. Ona şöyle denil­di: Gücün yettiği zaman amel et. Zira peygamber öyle yapardı. Ya­nından ayrıldığın anda hemen amele girişirdi. Sürekli amel için kaygılanan, her an amel eden gibidir.
İsa'nın (as) da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: İsyana niyet­lenmeden uyuyan ve günah görmeyen göze ne mutlu!
Bu konuda Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Her kim bir haseneye niyetlenir ve onu yapamazsa, kendişine bir hasene yazılır. Her kim de bir günaha niyetlenir ve onu yapmazsa ona da bir hasene yazılır". [14][14]
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır".
Niyetle ilgili on esas mevcuttur: Niyet gizlidir. Gizli ameller (=a'mâlü's-sır), karşılığı katlarca verilen amellerdir. Çünkü o, gay-bi bir ameldir ve ona Allah Teala dışında hiç kimse muttali olamaz.
Zahiri ameller, Allah Teala ve diğer insanlar taranndan bilinir­ler. Allah Teala, kuluna niyet bahşettiği zaman, onu halis ve her­hangi bir kusur bulaşmamış olarak bahşeder. O'nun hibe ettiği amele hiçbir afet bulaşamaz. Niyet, hazır bir bağıştır.
Diğer ameller ise, kul için biriktirilirler. Bunun böyle olmasının bir nedeni de, niyetin amel için şart koşulmuş olmasıdır. Hiçbir amel, niyetsiz sahih olmaz. Niyet ise, hiçbir şeye gerek duymaksı­zın sahih olur.
Abdürrahim b. Yahya el-Esved, Allah Resulü'nün (sav) "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" buyruğu hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: Yani, amelde gösterdiği ihlas, amelin bizzat kendisinden daha hayırlıdır. Yine o şöyle demiştir: Amel olmaksı­zın gösterilen ihlas, ihlassız birinin amelinden daha hayırlıdır. Ona göre niyet, İhlasın ta kendisidir. Diğerlerine göre ise, kişinin içiyle dışının farkı olmaksızın sıdk sahibi olmasıdır.
Cüneyd el-Bağdadî (ra) ihlas ile sıdk arasındaki farkı öyle ince bir şekilde açıklamıştır ki, bunun da açıklamaya ihtiyacı vardır: Şeyhlerden biri ondan şunu nakletmiştir: Bir cemaat, bir şahıs aleyhinde şahitlikte bulunmuştu. Ama bu şahitlik ona zarar vere­medi. Cemaati oluşturanlar, ihlaslı kimselerdi. Eğer sıdk sahibi ol­salardı, o kimse bu şahitlikten dolayı cezalandırılırdı.
Bunun açıklaması şöyledir: Eğer bu cemaati oluşturan ferdler, sıdk sahibi olsalardı, suçlunun yaptığını veya onun yaptığının ben­zerini yapmazlardı. Bu, kişinin halinde görülen sıdk yani dürüst­lüktür ki tahkik ehline göre niyetin ve niyette gösterilen İhlasın özü de budur.
Allah Resulü'nün (sav) "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" buyruğunun bir açıklaması da şöyle yapılmıştır: Müminin ni­yeti devamlı ve kesintisizdir. Ameller ise kesintilidir. Niyetteki de­vamlılıktan dolayı tevhid ehli cennette ebedi kılınmıştır. Şirk ehli de aynı şekilde kötü niyetlerinin devamlılığından dolayı cehennem­de ebedi kalmaya mahkum edilmişlerdir. Bütün bunlar, "Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" buyruğunun manasıyla ilgili iza­hatlardı.
Bu hadisin bir diğer izahı da şu şekilde yapılmıştır: Hadisteki ifadede, takdîm/te'hîr yani öne arkaya doğru yer değiştirme sözko-nusudur. Müminin niyeti de, bir anlamda onun amelidir. Buna gö­re mana şu şekilde olmaktadır: Müminin niyeti, hayırlı amellerin­den biridir.
Benzer bir anlam şu ayet-i kerimede görülmektedir: "Biz hiçbir ayet neshetmez veya (hükmünü) unutturmayız ki ondan daha ha­yırlısını getirmeyelim". (Bakara/106) Bu ayetin bir anlamı da, 'on­dan da bir hayır getirmişizdir1 biçimindedir. Bunun bir başka örne­ği şu ayet-i kerimedir: "Sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana so­ruyorlar". (A'raf/187) Bu ayetin anlamı da şöyle verilmektedir: San­ki biliyormuşsun gibi onu (kıyametin vaktini) sana soruyorlar.
"Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" hadisiyle ilgili ola­rak yukarıda yapılan açıklamalara ilaveten bir de şöyle bir açıkla­ma yapılmıştır: Niyet, kalbî amellerdendir. Kalbî ameller, kulun amelleri arasında en hayırlı olanlarıdır. Dolayısıyla hadis bu şekil­de de anlaşılabilir.
Allah Resulü'nün (sav) bu meşhur hadisiyle ilgili olarak naklet­tiğimiz görüşlerin hepsi,de sahihtir. Çünkü bunların hepsi de niyet hakkında geçerli hususlardır. Niyet, amelden üstün tutulmuştur, çünkü anlatılanlar niyetin bilinen sıfatlarındandır.
Tabiundan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: İyi kimsele­rin kalpleri iyilikle kaynar. Günahkârların kalpleri ise fücur ve gü­nah ile kaynar. Allah Teala onların niyetlerini iyi bilir. Amellerini de niyetlerine göre sabit kılar. Siz de kalbinizin tasasını ve niyeti­ni sürekli takip edin.
Semavi kitaplardan birinde şöyle buyrulmuştur: Hikmet sahibi her kimsenin sözünü kabul etmem. Ama Ben onun kaygısına ve ar­zusuna bakarım. Kaygı ve arzusu Benim rızam için olan kimsenin suskunluğunu zikir, bakışını ibret kılarım. Bu da, Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis-i şerifin muhtevasına dahildir: "Allah Teala sizin bedenlerinize ve mallarınıza bakmaz. O, sadece kalplerinize ve amellerinize bakar" [15][15]
Süfyan-ı Sevri'ye (ra), kulun niyetten dolayı hesaba çekilip çekil­meyeceği sorulmuştu. O da, 'Evet, kararlılık olduğu zaman ondan dolayı yargılanır1 dedi. Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyr-muştur: "Kul, salih ameller işlediğinde melekler, mühürlü defterler­le onları semaya çıkartır ve Allah Teala'nın huzuruna sunarlar.
O da, 'Bunları atın, çünkü onlarla Benim rızamı murad etmedi' buyurur. Ardından da meleklere şöyle nida eder: Falana şunları ya­zın, falana şunları yazın. Melekler , 'Ey Rabbimiz, o kimse, bunlar­dan hiçbirini yapmadı' derler. Bunun üzerine kendilerine şöyle buyrulur: Ama o amellere niyet ettiler".
Ebu Kebşe el-Enmarî'ninnin (ra) rivayet ettiği hadiste Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar dört sınıftır: Biri, Allah Teala'nın ilim ve mal verdiği ve malı üzerinde ilmiyle amel eden kimsedir. Biri, 'Allah Teala, ona verdiğini bana verse, ben de onun gibi amel ederdim' diyendir. Bu ikisi hayırda eşittirler. Bir diğeri, Allah Teala'nın mal verip ilim ver­mediği kimsedir. O, cehaletinden dolayı malıyla olur olmaz işler ya­par. Diğer biri de, 'Eğer Allah Teala, ona verdiğini bana verseydi, ben de onun gibi yapardım' der. Bu ikisi de günahta eşittirler" [16][16] Gö­rüldüğü gibi Allah Teala, diğer ikisini hayırda ve günahta öncekiler­le aynı kefeye koymuş ve bunu, sırf niyetlerinden dolayı yapmıştır.
Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen hadis-i şerif de benzer ma­na ihtiva etmektedir: "Allah Resulü (sav), Tebük gazvesine çıktığı zaman şöyle buyurmuştu: Şu anda Medine öyle kimseler var kij aş^ tığımız hiçbir vadi, bastığımız hiçbir toprak yoktur ki kafirleri kız­dırmasın, harcadığımız hiçbir para, kurduğumuz hiçbir çadır, düş­tüğümüz hiçbir çukur yoktur ki Medine'de olmalarına rağmen seva­bında bize ortak olmasınlar. Sahabe, 'Yanımızda olmadıkları halde bu nasıl olur?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: Özürleri onların katılmasına engel oldu, ama hüsnü niyetleriyle bize ortak oldular".
Selef-i Salih'ten bir zatın şöyle dediği bildirilmiştir: Amellerin düzgünlük ve bozukluğu, niyetlerin düzgünlük ve bozukluğuna gö­redir. Mutarraf da şöyle derdi: Amelin düzgünlüğü, kalbin düzgün­lüğü iledir. Kalbin düzgünlüğü ise niyetin düzgünlüğüne bağlıdır. Kim duru olursa, kalbi de durultulur. Kim karışık olursa kalbi de karıştırılır.
Konuyla ilgili çok bilinen hadislerden biri de Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğudur: "Ameller ancak niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği vardır. Kimin hicreti, Allah ve Resulü'ne ise, onun hic­reti Allah ve Resulü'nedir. Kimin hicreti dünyaya ise, ona ulaşır. Bir kadına ise onunla evlenir".[17][17]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav), amellerin niyetsiz olama­yacağını haber vermiş, her kul için niyetinin asıl olduğunu bildir­miştir. Dünyalık ve eşlere talip olanlar da kendi niyetlerine döndü­rülür ve haklarında bunlara göre hüküm verilir. Bunlar, Allah Te-ala'nın onlar için ayırdığı nasiptir. O, bu insanları o amellere mu­vaffak kılsa da, kılmasa da sonuç değişmez. Niyetlerinin bozuklu­ğundan ötürü yaptıkları hicretin sevabı boşa gider.
Allah Teala'ya ihlasla amel edenleri bekleyen sevaptan mah­rum edilişin temel sebebi, niyetlerindeki bozukluktur. Oysa ihlas ehli, niyetlerini saflaştırıp ahiret talebinden öte gitmeyen kimse­lerdir. Amelleri boşa gidenler için bu çok büyük bir kayıp ve dünya hayatları bakımından ahirette büyük bir pişmanlıktır.
İbni Mesud (ra) tarafından rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir şeyi umarak hicret ederse kendisine o verilir. Bir adam hicret etti ve bizden bir hanımla evlendi. Bu adam, 'Muhacir Ümmü Kays' adıyla anılırdı".*
Ebu Davud, yukarıdaki niyetle ilgili hadis-i şerifin ilmin dörtte biri olduğunu söylemiştir. O, bunu anlatırken şöyle demiştir: Allah Resulü'nden (sav) nakledilen sahih hadisleri topladığımda bunla­rın dört bin hadisten ibaret olduğunu gördüm. Bilahare bunları dört temel hadise indirdim. Bunlardan her biri ilmin dörtte birini oluşturmaktaydı. Bu dört hadisten ilki de bu hadis-i şerifti. Ebu Davud'un bu sözlerinin arkasında yatan hakikat, sözkonusu hadis-i şerif ile teyid edilen 'niyet'in, dinimizde diğer farzların da ancak kendisi ile tamamlandığı temel farz olarak görülmüş olmasıdır.
Niyetin önemiyle ilgili nakledilen rivayetlerden birinde şöyle denilmektedir: Adamın biri, cihad ederken öldürülmüş ve 'merkeb maktulü' olarak anılır olmuştu. Bunun sebebi, savaş meydanında kıymetli eşyasını ve merkebini gözüne kestirdiği birine saldırarak o kimse tarafından öldürülmüş olmasıydı. O, işte bu niyetinden do­layı böylesine aşağılayıcı bir isimle anılır olmuştu.
Ebu Ubade (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Ganimetten başka bir maksadı olmaksı­zın savaşan mücahid için ancak niyet ettiği (ganimet) sözkonusu-dur". [18][18]Yine Ebu Ubade (ra) şöyle demiştir: Yanımda cihada çıkma­sı için birinden ricada bulunmuştum. 'Bana bir bedel konulmadık­ça çıkmam' dedi. Bunu Allah Resuîü'ne (sav) anlattığım zaman şöy­le buyurdu: "Onun için dünyalık ve ahiretlik kazanç olarak koydu­ğun bedelden başkası yoktur [19][19]
İsrailiyyat kaynaklı kıssalardan birinde şöyle bir hikaye anla­tılmıştır: Adamı biri kuraklık yıllarından birinde yolda bir kum yı­ğınının yanından geçerken kendi kendine 'Şu kum yığını yiyeceğe dönüşse de insanlara dağıtsam' demişti. Bunun üzerine Allah Teala onun mensup olduğu kavmin peygamberine şöyle vahyetti: O kim­seye söyle ki Allah Teala onun sadakasını kabul etmiş ve hüsnü ni­yetini şükrana layık bulmuştur. Düşündüğü gibi oranın yiyecek olup sadaka olarak dağıtılması kadar sevabı kendisine yazmıştır.
Niyet konusuyla ilgili olarak nakledilen hadislerden birinde Al­lah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir iyiliğe niyetle­nirse, onu yapmasa da kendisine onun sevabı yazılır". [20][20] Abdullah b. Ömer'den (ra) rivayet edilen bir hadislerinde ise şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Allah Teala niyeti dünya olan kimsenin fakirliğini gözlerinin arasında kılar ve dünyadan onu arzular bir halde ayrılmasını sağlar. Niyeti ahiret olan kimsenin zenginliğini ise kalbinde kılar ve yitiğini onun üzerinde toplar ve dünyadan ona hiç değer vermeden ayrılmasını sağlar".
Ümmü Seleme'den (ra) şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) çölde onları hezimete uğratan bir ordudan sözetmişti. Kendisine 'Ey Allah Resulü! O askerlerin arasında zorla veya ücret karşılığı götürülenler var mıydı?' diye sordum. Bana şöyle buyur­du: Onlar niyetlerine göre haşredileceklerdir". Ömer'den (ra) riva­yet edilen hadiste de Allah Resulü'nün (sav) benzer bir buyruğu ye-ralmaktadır: "Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: Savaşanlar, ancak niyetleri üzere savaşırlar".
Fudale (ra) kanalıyla nakledilen bir diğer hadis-i şerif ise şöyle­dir: "Herkes vefat ettiği mertebe üzere hasredilir" [21][21] Başka bir ri­vayette ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu zikredilmekte­dir: "İnsanlardan iki saf karşılaştığında, saflarda bulunan kimsele­rin mertebelerini yazmak üzere melekler inerler ve 'filan kimseler haricicinde, kimi dünya için, kimi soyu için savaşıyor1 diye yazarlar. Ölenler için de, 'Filan Allah yolunda öldürüldü' derler". Ancak Al­lah'ın kelimesini yüceltmek için savaşırken öldürülen kimse, Allah yolunda öldürülmüş kimsedir.
Cabir (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu nakle­dilmiştir: "Her kul, öldüğü hal üzere hasredilir" [22][22] Ahnef b. Kays ise Ebu Bekir-i Sıddık'tan (ra) şöyle bir hadis nakletmiştir: "îki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde, öldüren de Öldü­rülen de ateştedir. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü! Öldüren ta­mam da, öldürülen neden ateşte?' diye soruldu. O da şu cevabı ver­di: O da kardeşini öldürmeye kalkıştığı için" [23][23]
Alimlerden bir topluluğa göre niyet, 'ihlas'ın ta kendisidir. Baş­kalarına göre, sıdk ve doğruluktur. Genele göre niyet; Sıhhatli bir kararlılık ve güzel bir yöneliştir. Ehli Sünnet'e göre niyet; amelle­rin önünde bulunan kalbî amellerden biridir. O, her güzel amelin başıdır.
Allah Teala buyurdu ki: "Allah'ı çokça zikredin". (Ahzab/41) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Buradaki 'çokça zikir  ile kasde-dilen, halis ve safîyâne zikirdir. Çünkü 'Halis'; <çok=kesîr' olarak isimlendirilmiştir. Hakkındaki niyetin sırf Allah rızası için hulûs ve safiyet bulduğu şey "halis'tir.
Münafıklar ise, bunun tam aksine 'azlık=kıllet' ile anılmışlar­dır. Allah Teala buyurdu ki: "Onlar insanlara riya yapar ve Allah'ı pek az anarlar". (Nisa/142) Bunun tefsirinde ise, 'pek az' kelimesi ile kasdedilenin 'ihlassızlık/samimiyetsizlik' olduğu bildirilmiştir.
"Kul hüvellahu ehad" suresinin, 'İhlas' suresi olarak anılması­nın sebebi de, Allah Teala'nın sıfatlarını saf ve katıksız olarak ihti­va etmesinden dolayıdır. Dikkat edilirse, İhlas suresinde, Allah Te-ala'mn sıfatları hiçbir şeyle karıştırılmaz. Orada ne cennete, ne ce­henneme, ne azaba, ne sevaba, ne emire, ne de nehiye dair hiç bir ifade yer almamaktadır. Bu sureye, 'Tevhid' suresi de denilmiştir. Çünkü onda Allah Teala'ya şirk koşulanlara ilişkin en ufak bir ima dahi mevcut değildir.
Şeytanın kulun kalbine hakim olma surecinin başı, niyetin bo­zulmasında kendini gösterir. Kulun niyeti bozulmaya meylettiği zaman, şeytan derhal onu elde etme hırsına kapılır ve nihayetinde de -Allah Teala'nm izni dışında- ona hakim olur.
Kulda, doğru yoldan sapmanın başlangıcı, niyette görülen zaaf ve bozulmadır. Niyet zaafa uğradığı zaman nefs güçlenir ve arzular insana hakim olmaya başlar. Niyet güçlendiğinde ise, sağlıklı bir kararlılık ortaya çıkar ve nefsani sıfatlar zayıflamaya başlar. Çün­kü bu konumdaki kul, günahların büyüklerinden Tcaçınmaya baş­lar. Böylelikle günahların büyüklerini Allah rızası için terkeden kimse konumuna yükselmiş olur. Bu, kendisi için övgüye daha çok layık, akıbeti bakımından daha güzel ve kalbi için de daha uygun bir durumdur. Bu haldeki kulun tevbesi, arzu ve nevalarla karışık, bozuk niyetli yapmacık ibadet görünümlerinden daha değerlidir.
Niyeti bozuk, arzu ve heveslerinin esiri olan bir kul, bu halinin özelliklerinden dolayı günahlar içinde bocalayıp durur, kötü amel­leri diğer kötü amellerle karıştırır. Kötü bir ameli, başka bir kötü amelle telafi etmeye çalışır.
Bunların durumu, Allah Teala'nm şu buyruklarında vasfedilen halin aksidir: "Diğer bir kısmı ise günahlarını itiraf ettiler, onlar iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar". (Tevbe/102); "Kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gerek gizli, gerek açık bir tarzda infak ederler ve kötülüğe iyilikle mukabele ederler". (Ra'd/22) Onların dununu, Allah Resulü'nün (sav) şu emrine de aykırıdır: "Kötülü­ğün ardından iyilik et ki onu silsin". [24][24]
Ebu Hüreyre (ra) kaynaklı bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet etmiştir: "Mihrini vermemek niyetiyle bir kadınla nikahlanan kimse, onunla zina eder. Ödememek niyetiyle borç alan kimse de hırsızdır".
İbni Mesud (ra) kaynaklı bir hadis de şöyledir: "Allah Resu­lü'nün (sav) yanında şehitlerden sözedilmişti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Ümmetimin şehitlerinin çoğunluğu, yatağında ölenler gi­bidir. İki saf arasında öldürülen nice insan vardır ki, niyetlerini en iyi Allah bilir".
Sabit el-Benanî şöyle demiştir: Müminin niyeti, amelinden da­ha etkilidir. Mümin, ertesi gün oruç tutmaya niyetlenir ve gece kal­kar. Ama evinden çıktığında kendini iyi hissetmeyerek oruç tut­maz. Buna rağmen niyeti, amelinden daha etkilidir.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) kalbi krala, uzuvları ise asker­lere benzeterek şöyle buyurmuştur: "Kalp iyi olduğu zaman beden de iyi olur. Kalp bozulduğu gaman, beden de bozulur". Bunun açık­laması şöyledir: Kulun niyeti düzgün ve halis olduğu sürece istika­meti devamlı olur. Kalp, dünyevi sevgilerden uzak, heva ve arzu­lardan arınmış olduğu zaman, ameller de riyadan, arzu ve hevesle­re ait çirkin sıfatlardan uzak ve halis olacaktır.
Dünya sevgisinin ağır basmasıyla niyetin bozulması durumun­da ise, bedenle yapılan ameller de bozulacak, kişi övülme arzusu ve riyadan uzak olamayacaktır.
İsrailiyat kaynaklı kıssalardan birinde şöyle bir olay anlatılmış­tır: Allah Teala'mn abid kullarından biri, uzun süredir O'na ibadet etmekteydi. Bir gün halkından bir topluluk gelerek şöyle dediler: Filan yerde bir topluluk var, Allah'ı bırakmış bir ağaca tapıyorlar. Abid, buna çok kızdı ve baltasını alarak yola koyuldu. Niyeti o ağa­cı kesmekti.
Ağacın yakınlarında yaşlı bir adam suretindeki şeytan önüne çıktı. Yaşlı adam, 'Allah'ın rahmeti üzerine olsun, nereye böyle?' de­di. Abid, 'Allah Teala yerine kendisine tapılan filan ağacı kesmeye' dedi. Yaşlı adam şöyle dedi: Senin gibi değerli bir insan neden bununla uğraşır? Böyle bir iş için ibadetini, nefsinle uğraşmayı bıra­kıp başka işlerle uğraşmaya değer mi? Abid, 'Bu da benim ibadeti­min bir parçasıdır  dedi.
Yaşlı adam suretindeki şeytan, 'O ağacı kesmene müsaade et­meyeceğim' dedi. Bunun üzerine abid ile şeytan boğuşmaya başla­dılar. Abid onu yendi ve göğsünün üzerine çöktü. Şeytan, 'Beni sa­lıver, sana diyeceklerim var1 dedi. Abid onu bıraktı. Yaşlı adam su­retindeki şeytan, 'Allah Teala sana böyle bir işi farz kılmadı. Sen peygamber misin ki bu işle uğraşıyorsun?' dedi. Abid, 'Peygamber değilim' dedi. Bunun üzerine şeytan, 'Eğer öyleyse, ona tapanlar­dan dolayı senin bir sorumluluğun olamaz. Sen, kendi ibadetinle uğraşmalı ve insanları kendi hallerinde bırakmalısın. Allah Te-ala'nın birçok peygamberi var. Eğer istese, onlardan birini buraya gönderir ve bu ağacı kesmekle görevlendirirdi' dedi.
Abid, tavrında ısrar ederek, 'Ne dersen de, bu ağacı kesmek zo­rundayım' dedi. Bunun üzerine şeytan onunla yine kapıştı. Abid, bir kez daha mağlup ederek yere yatırdı ve ve göğsünün üzerine çöktü. Şeytan, abide gücünün yetmeyeceğini ve onu asla mağlup edemeyeceğini anlayınca şöyle dedi: Aramızdaki meseleyi hallede­cek bir önerim var. Böylesi senin için daha hayırlı ve şu yapmak is­tediğinden daha faydalıdır. Abid, 'Önerin nedir?' diye sordu.
Yaşlı adam kılığındaki şeytan, 'Beni salıver de önerimi söyleye­yim' dedi. Abid onu bıraktı. Şeytan konuşmaya başladı: Sen fakir bir adamsın. Dikili bir ağacı bile yok. İnsanların üzerine yük olan birisin. Seni onlar geçindiriyorlar. Din kardeşlerine iyilikte bulun­mak, komşularına küçük hediyeler vermek, elini rahatlatmak ve insanlara muhtaç olmaktan kurtulmak istediğinden eminim. Abid, 'Evet!' dedi. Bunun üzerine şeytan şöyle dedi: Öyleyse niyet ettiğin şu işten vazgeç. Böyle yaptığın takdirde her gece başucuna iki di­nar koyacağım, sabah uyandığında onları alırsın. Onlarla dilediği­ni yapabilirsin. İster kendin ve ailen için harca, istersen yoksulla­ra sadaka dağıt. Böylesi, toprağa kök salmış ve hiç kimseye zararı olmayan şu ağacı kesmenden daha faydalı ve müslümanlar için da­ha hayırlıdır. Ağacı kesmenin dindar kardeşlerine hiçbir faydası ol­mayacaktır.
Abid, yaşlı adamın söyledikleri üzerinde bir süre düşündü, ken­di kendine şöyle dedi: Yaşlı adam doğru söylüyor, ben peygamber değilim ki ağacı kesmek benim görevim olsun. Allah Teala da bana böyle bir emir vermedi ki, O'nun emrini yerine getirmemekten do­layı günahkar olayım. Bu, kendiliğimden düşündüğüm bir iyilikti. Bu ağacın dikili kalmasının tevhid ehline ne zararı var ki? Hem yaşlı adamın önerisi, müslümanların umumu için daha faydalı gö­rünüyor.
Abid, yukarıdaki düşüncelerle yaşlı adamla anlaşma yoluna git­ti ve ondan sözünde duracağına dair yemin aldıktan sonra dergahı­na geri döndü. Ertesi sabah başucunda iki dinar buldu. Bir sonra­ki gün, yine iki dinar buldu. Üçüncü günün sabahında başucunda bir şey olmadığını gördü. Birden Öfkeye kapılda ve baltasını alarak hırsla yola koyuldu. Bu defa ağacı kesmeden dönmeyecekti. Kendi kendine şöyle diyordu: Dünyevi işim bozulmuş olsa da uhrevi işimi bitirmem lazım!
Ağaca yakın bir yerde yaşlı adam kılığmdaki şeytan önüne çık­tı ve 'Nereye gidiyorsun?' diye sordu. Abid, 'Şu ağacı kesmeye' dedi. Şeytan, 'Seni gidi yalancı, onu kesemezsin!' dedi. Bunun üzerine abid, ilk seferinde olduğu gibi yaşlı adamla yine kapıştı. Ama ner-de! Bu defa yaşlı adam onu aldı ve yere yatırıp üzerine çıktı. Abid, onun ellerindeki bir serçe gibiydi. Şeytan, Ta bu işten vazgeçersin, ya da seni şuracıkta keserim* dedi.
Abid, yaşlı adama güç yetiremeyeceğini anlayınca, 'Beni yen­din, bırak da bu işin aslını anlat, ilkinde seni nasıl yenmiştim? Şimdi neden yenildim?' dedi. Yaşlı adam suretindeki şeytan şöyle dedi: Çünkü ilk seferindeki öfken, sırf Allah rızası içindi. Niyetin de uhrevi bir kazanç elde etmekti. Allah da bu yüzden beni sana râm etti ve beni yendin. Bu defa ise, kendi nefsin için öfkelendin. Niyetin de dünyevi çıkarının zedelenmesinden dolayı intikam al­maktı. Allah Teala da bu sebeple beni sana hakim kıldı ve seni yen­dim.
İsrailiyatkaynaklı bir diğer kıssada ise şöyle bir hikaye anlatıl­mıştır: israil oğullarının kraliçelerinden biri, Allah Teala'ya ibadet etmeye düşkün bir zata aşık olmuş ve onu elde etmek için köşküne getirtmişti. Abid, başındaki bekçiyi, 'tuvalete gideceğim, taharet al­mam için bana su getirin' diyerek savdıktan sonra sarayın tepesi­ne çıkmış ve kendim boşluğa bırakmıştı. Allah Teala da havadan sorumlu meleğine vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştu: Kuluma refakat et! Havadan sorumlu melek de abide refakat ederek onun ayakları üstünde yere inmesini sağlamıştı. İblis'e, 'Onu da yoldan çıkartsaydın' denilince şöyle demişti: Arzu ve heveslerine aykırı ha­reket eden ve canlarını Allah için adayanlar üzerinde hiç bir etkim olamaz.
Muaz b. Cebel (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, Kıyamet günü her şeyden dolayı, hatta gözlerindeki sürmeden, parmağındaki kum tanelerinden ve kardeşinin elbisesine dokunmasından dolayı dahi hesaba çekile­cektir".
Maktu' bir hadiste ise Allah. Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Güzel kokuyu Allah rızası için sürünen kim­se, Kıyamet günü miskten daha güzel kokarak gelecektir. Allah'tan başkası için koku sürünen kimse ise, leşten daha pis kokarak gele­cektir". Güzel koku, kulun mükellefiyetlerinin en ağırlarından biri, hatta yasaklanmış bir günah olmamasına rağmen Allah rızası dı­şında sürülmesinin vehameti ortadadır. Onda bile, süren kimsenin niyeti etkili olmaktadır.
Güzel koku süren kimsenin niyeti, Allah Resulü'nün (sav) sün­netine uymak ve bir nimeti Allah için göstermek ise bununla itaat-ta bulunmuş olur. Bu niyetinden dolayı da sevap kazanır. Eğer bunlar dışında bir maksatla sürünmüşse, heva ve heveslerine uy­duğu için günahkar sayılır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Giinün birinde bir mek­tup yazmıştım. Onu komşumun evinde kumlamak istedim. Bir ara bundan rahatsızlık duydum. Sonra kendi kendime, 'Biraz kumdan ne çıkar ki?' dedim ve mektubumu onun evinde kumladım. İçimden bir ses şöyle dedi: Kumu hafife alan kimse, yarın ne kötü bir hesap­la karşılaşacağım görecektir.
Ulemadan bir zat şöyle demişti: Büyük küçük yaptığım her şey­de bir niyet bulunmasını müstehap görürüm. Yememde, içmemde, uyumamda dahi niyet bulunmalıdır.
Bir defasında bana şöyle bir olay anlatılmıştı: Adamın biri Süf-yan-ı Sevri (ra) ile birlikte bayram namaz kılmak üzere evden çık­mıştı. Evden ayrıldıklarında hava alacakaranlıktı. Gün ışıdığında adam Süfyan'ın şalvarının ters yüz olduğunu farketti. 'Ey Ebu Mu-hammed, şalvarını ters giymişsin, düzeltiver1 dedi. Süfyan-ı Sevri (ra) onu düzeltmek için elini uzattı. Sonra birden durdu ve düzelt­mekten vazgeçti. Adam merakla, 'Şalvarını düz giymekten neden vazgeçtin?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Ben bunu Allah rızası için giydim. Başka bir maksatla düzeltmek istemediğim için vaz­geçtim.
Salihlerden biri çatıda saçlarını düzeltmek için hanımından ta­rak istemişti. Hanımı, 'Ayna getirsem olur mu?' diye karşılık verin­ce, o zat bir süre susmuş, ardından 'Evet' demişti. O ikisinin bu ko­nuşmasına şahit olan biri, 'Niçin sustun ve aynayı hemen isteme­din?' diye sormuştu. Bunun üzerine o da şöyle cevap vermişti: Ha­nımımdan tarağı belli bir niyetle istemiştim. Ayna getirmek iste­yince durum değişti. Çünkü ayna için niyetim yoktu. Allah Teala beni o niyete hazırlayacak kadar sustuktan sonra 'evet' diyerek ge­tirmesini istedim.
Bişr'in (ra) yakın dostlarından biri şöyle bir hadise anlatmıştır: Feth el-Mavsılî, Bişr'in meclisine girince Bişr ayağa kalktı. Bunun üzerine ben de ayağa kalktım. Bişr beni oturttu. Misafirimiz gittik­ten sonra kendisine bunu sorarak 'Onun için siz ayağa kalktınız, ama beni oturttunuz, bunun sebebi nedir?' dedim. O da şöyle dedi: Onu karşılamak için ayağa kalkışım sırf Allah rızası içindi. Halbu­ki senin kalkışın, bana saygındandı. İşte bu nedenle seni oturttum.
Fakirlerden biriyle ilgili olarak da şöyle bir hadise anlatılmış­tır: Bu fakir zat Ebu Said el-Harraz'a yoldaşlık ederdi. Onun huzu­runda bulunur ve ihtiyaçlarını görür, diğer fakirlere de hizmet ederdi. Ebu Said ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını süratle giderirdi.
Günlerden bir gün, Ebu Said davranış ve harekette ihlas konu­sunu anlattı. Sözleri, genç fakirin kalbine oturdu. O, bu sohbeti kendisinin de hareketlerinde ihlaslı olmaya azami gayret göster­mesi yönünde bir ikaz olarak gördü ve Ebu Said'in meclisinde gör­düğü hizmeti bıraktı. Artık onun ve yoldaşlarının ihtiyaçlarını gör­meye koşmuyordu.
Onun eksikliği zamanla Ebu Said'e zarar vermeye başladı ve kendisine şöyle dedi: Ey oğul, kardeşlerinin ihtiyaçlarını görmekte pek gayretli idin, bunu neden bıraktın? Genç fakir de şöyle dedi:
 Hocam, siz ihlas hakkında bir şeyler söylediniz. Ben de davranışla­rımın riyaya girme endişesine kapıldığım için bu işi bıraktım.
Bunun üzerine Ebu Said şöyle bir açıklama getirdi: Şunu unut­ma ki ihlas, kalbî ve bedenî amellerin bırakılmasını gerektirmez. İhlaslı olacağım diyerek hiç bir iş görmemek olmaz. Bu durumda hem işin sevabı, hem de ihlas kaybedilmiş olur. Ben sana, yapmak­ta olduğun işi terket demedim. Sadece, Taptığınız işte ihlaslı olma­ya çalışın' dedim. Halbuki senin şu ihlas hassasiyetin iyi bir işi bı­rakmana neden oldu. Bu da bize zarar vermeye başladı. Haydi yap­makta olduğun işe devam et ve onda Allah rızasını gözeterek ihlas­lı olmaya çalış.
Kulun her türlü işinde belli bir niyeti bulunmalıdır. Hareketi de, hareketsizliği de niyetle olmalıdır. Bir şeye koşması veya ter-ketmesi de niyete binaen olmalıdır. Her türlü dünyevi ve uhrevi iş ve amelin belkemiğini oluşturan hareket ve sükûn ^hareketsiz­lik/durağanlık) kulun hesaba çekilecek fiillerinin başında gelir.
Kul, her ikisinde de belli bir niyete sahip olmak ve ihlaslı dav­ranmak durumundadır. Kul, hareket ve hareketsizlik kapsamında değerlendirilen bütün fiillerinin Allah rızasınu uygunluğuna dik­kat etmelidir.
Yapılan her türlü iş, tek bir akidle yani Allah rızası için olmalı­dır. Ancak edilen niyet, kulun bulunduğu makamın mertebesine göre olacaktır. Muhabbet makamındaki sevgi ve saygısı için, korku makamında olan O'ndan korktuğu için, ümit makamında olan O'ndan ümit ettiği için veya Allah Teala emrettiği için amelde bu­lunacaktır. Her halükârda kul, emredilen farzları ve müstehap gö­rülen nafileleri eda etmek için de niyet eder. Bu niyetinden sonra hayırda acele eder ve yarışır. Kendisine mubah kılınmış işlerde ise niyeti, kalbinin düzelmesi, nefsinin sükun bulması ve halinin isti­kamet bulması olabilir.
Bu çerçevede yapılan bütün iş ve ameller din için ve ahiret ha­zırlığı olarak görülür. Bunlar aynı zamanda Rabbi'ne olan şükrün edası, kendisine helal kılınmış sahaya girilmesi, verilen nimetleri itiraf etmesi ve peygamberinin sünnetine tabi olunması olarak da değerledirilir. Kul, bütün bunlarda mizaç ve karakterinin çizdiği yönde durup kulluğu bir alışkanlık gibi geçiştiremez.
Ebu Ubeyde b. Ukbe şöyle demiştir: Ameli tamamlamaktan mem­nun olan kimse, niyetini güzel etsin. Çünkü Allah Teala, bir lokma için dahi olsun, güzel niyetten dolayı kuluna ecir verir.
Niyetin en güzel açıklaması, bizzat Allah Resulü (sav) tarafın­dan yapılmıştır: "O'na İhsan nedir?' diye sorulduğunda şöyle bu-yurmuştur:Allah Teala'ya -Kendisini görmediğin halde- sanki görü­yor gibi ibadet etmendir[25][25]Allah Resulü'nün (sav) tarif ettiği bu seviye, ariflerin şehadeti ve yakin sahiplerinin marifetidir. Bu sevi­yeye yükselenler, ihlas sahiplerinin en ihlaslı olanlarıdır.
İbnü'l-Mübarek şöyle demiştir: Nice küçük amel vardır ki, niyet sayesinde büyür. Bir başka zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'ya kalplerle yönelmek, namaz ve oruç gibi harekete dayalı amellerden daha etkilidir. el-Antakî de şöyle demiştir: Mahbub ile muamele kalbe yükseldiğinde, uzuvlar da istirahat eder.
Ali'den (kv) şöyle bir söz nakledilmiştir: Dış görünüşü iç dünya­sından daha çok tercihe şayan olan kimse, terazisi hafif çeken kim­sedir. İç dünyası dış görünümünden daha tercihe şayan olan ise, Kıyamet günü terazisi ağır basan kimsedir.
Davud et-Ta'î şöyle demiştir: Gördüm ki hayrın tamamını için­de barındıran güzel ve iyi niyettir. Hareket olmasa da hayır olarak iyi niyet sana yeter. Allah Teala'nın "Onun ecrini dünyada verdik" (Ankebut/27) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak Ebu'l-Hasan'm şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette bahsedilen kimse, dünyadaki sa­mimi niyetinden dolayı ahirette sevap kazanmıştır.
Abdurrahman b. Murbih'tan şu söz nakledilmiştir: Herhangi bir hayır işine sırf Allah rızası için niyetlenen kimse, bir noktada bununla riyayı telkin eden şeytan tarafından ona yöneltilse dahi Allah leala ona asıl olanı verecek, sonradan ortaya çıkanı silecek­tir. Her kim de böyle bir hayır işine riyakarlık için niyetlense, son­ra bunun üzerinde düşünerek doğrusuna ulaşarak işin sonunu Al­lah'a çevirse, Allah Teala ona o kısmın sevabını verecek, asıl seva­bını silecektir. Görüldüğü gibi o bunu bir tür tevbe olarak değerlen­dirmiştir. Tevbe, geçen günahları silicidir. Hiç şüphesiz bunların iç­yüzünü en iyi bilen Allah Teala'dır.
Tezahürlerindeki incelikten ve ilimlerinin gizliliğinden dolayı faziletlerle eksiklikler birbirine karışabilir. Bunun en güzel misal­lerinden biri şudur: Kul, nafile bir namazı kendisi için daha gerek­li görerek kılar. Halbuki ondan önce yapması gereken başka amel­ler veya daha gerekli bir namaz vardır.
Bu konuda Allah Resulü'nden (sav) şöyle ber hadis nakledilmiş­tir: "Sahabeden biri namaz kılmaktaydı. Allah Resulü (sav) dışarı­dan ona seslendi. Adam O'nun çağrısına karşılık vermedi. Allah Te­ala'nın huzurunda bulunuşunun kendisi için daha faziletli olduğu­nu sandı. Bir müddet sonra Allah Resulü'nün (sav) yanına geldiğin­de Allah Resulü (sav) ona, 'Seni çağırdığımda neden gelmedin?' di­ye sordu. O da, 'Namaz kılıyordum' dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav), 'Size hayat verecek bir şeye çağırdıklarında Allah'a ve Resulü'ne icabet edin' ayetini işitmedin mi' buyurdu".
Bu hadisede o sahabinin Allah Resulü'nün çağrısına icabet et­mesi kendisi için daha faziletli olacaktı. Çünkü kıldığı namaz, na­file bir ibadetti. Halbuki Allah Resulü'ne (sav) icabet etmesi, ona farz kılınmış bir ödevdi.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Fazilet babından ameller, ken­disi için farzlardan daha mühim görünen kimse aldanmıştır. Ken­dine öncelikli işleri ihmal eden kimse, kendi kendine tuzak kurmuş demektir. Süfyan-ı Sevri (ra) de şöyle demiştir: İnsanların vusûl'a (=Allah Teala ile hemhal olma haline) ulaşamamaları, usûl'ü (=te-mel ibadetleri) yitirmelerinden dolayıdır.
Kul için en faziletli işler sırasıyla şöyledir:
İlki, marifet-i nefs (=kendini bilmesi)dir.
ikinci olarak haddini bilerek orada durmasıdır.
Üçüncü olarak bulunduğu hali sağlamlaştırmasıdır.
Dördüncüsü kendisine bahşedilen ilmin gereğini yerine getir­mesidir.
Bu noktada, öncelikle haram edilenlerden sakınıp kendisine farz kılınanlarla başlar. Bu şekilde vecdi genişler. Farz amellerde iyice sağlamlaşmadıkça fazilet babından nafile ibadetlere yönel-mez. Çünkü fazilet, bir tür kârdır. Kâr elde etmek için temel şart, sermayeye sahip olmaktır. Fazilet türü her amelin belli bir afeti mevcuttur. Ancak o afetlerden korunabilen kimseler faziletin ka­zancını elde edebilirler.
Her güzel amelin bir bedeli vardır. Sadece o bedeli ödeme gücü­ne sahip olanlar onu elde edebilirler.
Kendisini fazilet babından amellerin afetlerinden koruyamayan kimse için ardından koştuğu faziletin gerçekleşmesi imkansızdır. Bedel ödeme gücü olmayan kimse, o faziletin vaadettiği yüksek makama da çıkamaz.
Zoraki ihlaslı görünme çabası ve ilmi açığa vurma da, onunla övünme sevdasıyla kendini gösterir. Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle de­miştir: Nefsini ilimle süsle, onunla (halk için) süslenme! Onun bu sözle anlatmak istediği şudur: Nefsinizi Allah rızası için ilim ile terbiye edin, böylelikle O'nun dostları içinde bir süs olursunuz. İl­mi, insanların sizi övmelerini temin etmek gayesiyle süs olarak kullanmayın.
Kulun aklında karışıklığa yol açabilecek bir diğer husus ise, ih-tibâr (=smama) ile ihtiyar 0=seçme) arasındaki ilişkidir, ihtibâr bir ihtiyaca binaen gündeme gelir ve onunla Allah Teala'ya yönelirsi­niz. Halbuki ihtiyar arzu ve isteği arttıran bir husus olarak kişiyi halka yönlendiren bir basamak gibidir.
Bu farklılığa verilebilecek en güzel misal de giyimdir. Giyimde lüks ve pahalı giysileri-seçmek, dünyevi nimetleri tatmak ve halk içinde övgü ve itibar görmek maksadına hizmet eder.
Kul, gönüllü olarak eda etmeye çalıştığı bir nafile ibadet sebe­biyle bir farzı ziyan edebilir. Halbuki afetleri daha az olan farzı sağ­lam bir şekilde eda etmek fazileti daha çok muciptir. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden biri yemeğe davet edildiğinde eğer (oruca) niyetli değilse icabet etsin. Eğer oruçlu ise, 'Ben oruçluyum' desin".[26][26] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) yemeğe davet edilen oruçlunun, orucunu açığa vurmasını emretmiştir. Halbuki onun için orucunu gizlemesi daha faziletlidir. Ancak böyle bir anda nafile oru­cunu açıklaması, din kardeşinin davetini geri çevirerek onu rencide etmesinden daha faziletlidir. Çünkü amel sahipleri, amellerden da­ha üstün tutulmuştur. Zira ameller, amel sahibine bağlıdır. Sevap da amelin değil amel sahibinin derecesine göre verilir.
Bu, Allah Teala'nın hikmetlerinden birî olup bununla dilediğine katlarca verme vaadinin gerçekliğini bildirmiş olmaktadır. O, her hangi bir ameli işleyen kimselere aynı amelden dolayı farklı sevap­lar verecektir. Bütün bunlar, müminin kişiliğinin amelden üstün tutulduğunu göstermektedir. İşte bu çerçevede kendisine, 'Seni ye­meğe davet ettiğinde nafile orucunu açıklayarak din kardeşini ren­cide edip kalbini kırmaktan kurtul' denilmiş olmaktadır.
Yemeğe davet kimse, açık ve kesin bir özür belirtilmeksizin red­dedilmesi durumunda elbette üzülecek ve kalbi kırılacaktır. Hele davetinde samimi ve yürekten ise, böyle bir tavır kendisine çok da­ha gelecektir.
İbni Şübrüme dedi ki: Kurz b. Vebere, Rabbi'nden kendine İsm-i A'zam'ı bildirmesini niyaz etmiş ve bunu hiçbir dünyevi maksad için kullanmamayı taahhüt etmişti. Allah Teala da ona İsm-i A'zam'ı bildirdi. Kerz, onunla Kur'an'ı bir günde üç kez hatmetme gücünün kendisine bahsedilmesini niyaz etti. Kerz'e şöyle denildi: Niçin kendini ibadetle bu kadar yoruyorsun? O da, 'Dünyanın öm­rü ne kadardır?' diye sordu. Tedi bin yıl' denilince şöyle dedi: Yedi bin yıl amel işleyip süresi elli bin yıl olan bir ahiret gününden kur­tulmayı kim istemez?
Seri es-Sakatî (ra) de şöyle demiştir: îhlasla kıldığınız iki rekat, yetmiş hadis yazmanızdan daha hayırlıdır. Başka bir rivayette de 'yedi yüz hadis' dediği bildirilmiştir. [27][27]



Azık olarak niteleyebileceğimiz günlük öğün yemeklerine baktığı­mızda, Selef-i Salih'ten bir kısmının bedeni tamamen yorgun düşü­recek kadar az yediklerini görmekteyiz. Onları izlemek isteyen mü-rid, her öğünde bir çöreğin yedide birinin çeyreği kadar az bir mik­tar yemekle yetinir. Bu şekilde perhiz yapan biri, tam çöreği bir ay­da yemiş olur. Midesini buna alıştıran mürid, bu eksiltmeden dola­yı hiçbir zarar görmez. Sadece midesinin üçte birini dolduracak ka­dar yemiş olur. Bu, mutad yemeğin üçte biridir. Müridlerin izleme­leri gereken yol da budur.
Alimler arasında, öğünde yenen yemeğin miktarını aynen mu­hafaza edip öğünler arasındaki süreyi uzatanlar da olmuştur. Bun­lar, yemeğin miktarını eksiltmez, ancak öğünler arasındaki süreyi her defasında biraz daha uzun tutarlar. Bu uzatma, bedenin ta­hammül gücünün yettiği süreye kadar gider. Bunda asıl olan, bede­nin farzları eda etme gücünü yitirmemesi ve akli fonksiyonlarda zayıflamaya yol açılmamasıdır.
Bu yolu izlemek isteyen müridler, iftar yemeklerini gecenin ye­dide birinin yansına kadar uzatırlar. Sonuçta her yarım ayda bir geceyi aç geçirmiş gibi olurlar. Bu, gecenin yedide biri, onda biri ve onbeşte biri kadar uzatılabilir. Perhizde böyle bir yol seçenler, sü­reyi her gün daha da uzatarak yemeği eksiltmekten kurtulmuş olurlar. Öğünler arasındaki sürenin düzenli olarak artması, beden üzerinde olumsuz etkide bulunmaz. Ne farzları eda etmede bir güç­lük, ne de akli bir zaafîyet sözkonusu olur.
Her halükârda perhizde güzel bir irade, samimi bir kararlılık ve sağlam bir niyete sahip olunmalıdır. Bu durumda perhiz yapan kula yardım edilecektir. Perhizde böylesine samimi olan kul, onda devam­lı olacak ve her öğün aldığı gıdayı biraz daha eksiltecektir. Yemeğini azaltmak için özel bir çaba sarfetmesi de gerekmeyecektir. Çünkü is­tikrarlı ve kararlı olduğu zaman, midesi giderek daralacak ve açlığı arttıkça yemeği de azalacaktır. Bu süreç, açlığa dayanmada ulaşaca­ğı son noktaya kadar böyle sürüp gidecektir. Hadislerle övülen açlık halinin faziletine ulaşmak için, mideyi küçültmek şarttır.
Halk içinde kimileri, açlığın ilk derecesinin ertesi günün aynı vaktine kadar yemek yememek olduğunu söylemişlerdir. Bu, yirmi dört saat aç kalmak anlamına gelir. Açlığın en üst derecesi ise, yet­miş iki saat yemek yemeden durmaktır.
Açlığın zamana bağlı tasnifi yukarıda olduğu gibidir. Öğünde yenilen yemeğe göre ise şöyledir: Açlığın sının, nefsin katıklı ekme­ği çekmemesidir. Nefs, katıklı ekmeği katıksızla birlikte çektiği za­man kişinin açlığına hükmedilir. Bu da açlığın ilk seviyesidir. Bir başkası ise şöyle demiştir: Açlık noktası, canın ekmek çekmesi ve katıklı katıksız arasında tercih yapmamasıdır. Can belli bir ekme­ği çektiğinde o kimsenin açlığına hükmedilmez. Çünkü ekmeği seç­me arzusunu henüz muhafaza etmektedir.
Kişi, herhangi bir yiyecek arasında tercihte bulunamayacak de­receye geldiğinde, bu da açlığın en üst sınırını teşkil eder. Bu nok­ta, Allah Teala'nın beden için gerekli kıldığı gıdaya zaruret derece­sinde ihtiyaç duyma noktasıdır. Bu, kul için üçten beşe oradan ye­di güne kadar olan açlık sınırlarının en üst noktasını oluşturur. Aç­lığın bu seviyesindeki kulun hali, yaşayabileceği kadarıyla yetinme ve azığın zaruri olanıyla iktifa etmedir. Bu da ona ibadetleri yerine getirmesini sağlayacak gücü kazandırmaya yetecektir. Bu hal, ge­nel olarak sıddıklar zümresinin halidir.
Sıddıklar zümresine mensup bir zat şöyle demiştir: Açlığın ölçü­sü şudur ki, kul tükürdüğü zaman tükrüğüne sinek dahi konmaz. Bu, midesinin boş olduğunu gösterir. Bu zatın tükrüğü ölçü olarak takdim etmesinin sebebi, besleyici ve yağlı maddelerden hali olan bir tükrük, sudan farksız olacaktır. Bu tür maddelere konma isti-dadıyla yaratılmış olan sineklerin, tükrüğe konmayışları onun her türlü besleyici değerden arınmış olduğunun kanıtıdır. Açlığın bu derecesindeki kulun tükrüğü, her türlü tattan uzak, mücerred su gibi olacaktır.
Öğün yemeklerini kaçırmamak, türlü lezzetler denemek ve do­yacak şekilde yemek yemeye gelince, alimler bunu mekruh gör­müşlerdir. Bu tarz bir yemek kültürüne sahip olanlar, ulema nez-dinde hayvanlarla bir tutulmuşlardır.
Karnı şişinceye kadar tıka basa yemek ise, ulema nezdinde nsk ve günahkârlık olarak değerlendirilmiştir.
Ariflerden bir zat bize şöyle bir hadise anlatmıştı: Ebu Bek-ran'a, 'Oğlun dün karnı şişinceye kadar yemek yedi, ne dersiniz?' denildiğinde şöyle demişti: O haliyle ölse, onun cenaze namazını kılmam!
Farz ve nafile oruçlara gelince, alimler bunu yukarıda anlatılan 'açlık' île kasdedilen hal olarak görmemişlerdir. Çünkü açlıkta nef­sin susturulması ve beşeri tabiatın bastırılması sözkonusudur. Oruç ise, bedenin alışabileceği türden bir ibadettir. Oruç tutan kimse, if­tarla birlikte beşeri tabiatının gücüne tekrar kavuşmaktadır.
Oruç tutan, iftarını türlü arzu ve lezzetlerle açar ve tıka basa yerse, tuttuğu oruç beşeri tabiatını güçlendirmekten ve nefsini da­ha da azdırmaktan öte gitmeyecektir. Böyle biri arzularının etkisi altına girerek ibadetleri ifada da gevşeklik ve rehavete kapılacak­tır. Giderek daha üşengeç ve tembel bir mizaca sahip olacaktır. Bel­ki beşeri tabiatı olmadık şekilde kuvvet kazanacak, nefsi de onun üzerinde görülmemiş bir hakimiyet kuracaktır.
Oruçlu, gündüzleri daha önceki adet ve alışkanlıkları aynen sürdürür, ehli dünyaya yakışan bir hal üzere devam eder ve arzu­larının peşinden oraya buraya giderse, kendine göre dış görüntüsü itibarıyla ahiret sebeplerden biri olan oruca sarılmış gözükse de, iç dünyası tamamen dünyaya hasrolmuştur. Bunun temel sebebi, il­minin yetersizliğidir.
Oruç esnasında yemeği azaltmak ve azık olarak yeteni kadarıy­la iktifa etmek, böyle birinin kalbi için daha güzel, amelinin sürek­liliği için de daha uygundur. Bu şekilde tutacağı oruç, yukarıda an­lattığımız oruca göre, ahireti bakımından da daha tatminkâr ola­caktır. Üstte anlattığımız oruç, müsrif ehli dünyanın orucudur. Onu, zühd sahibi ahiret ehlinin orucu olarak nitelemeye imkan yoktur. Yemeği azaltmak, mideyi küçültmek, arzu ve şehvetleri ter-ketmek ve şüpheli hususlardan uzak durmak gibi çabalarla nefsin kararlılığı kırılıp beşeri tabiatı sindirilerek adet ve alışkanlıklar zaafa uğratılabilir. Böyle yapıldığı takdirde ahiret iradesi güç ka­zanacak, müridin çaba ve uğraşı ahirete yönelecek ve kalbindeki dünya tadı çıkıp gidecektir.
Aç kalmak, mideyi küçültmek ve nefsani lezzetleri terketmek gibi uğraşlar, kulun zahidler arasında sayılmasına katkıda buluna­caktır.
Üsame b. Zeyd (ra) ve Ebu Yezid et-TaviTden (ra) şöyle bir ha­dis rivayet edilmiştir:
"Kıyamet günü insanların Allah Teala'ya en yakın olanları, dünyada açlık, susuzluk ve hüzünleri uzun süreli olan, derin bilgi sahibi müttakilerdir. Görüldükleri zaman tanınmaz, kayboldukla­rında aranmazlar. Ama arzın bütün parçalan onları tanırken se­manın melekleri de onları Övgüyle anarlar. İnsanlar dünya ile ni-metlenirken, onlar Allah Teala'nm taatiyle nimetlenirler. İnsanlar yatakları yayarken onlar alınlarını ve dizlerini yayarlar. İnsanlar peygamberlerin davranış ve ahlaklarını yitirirken onlar bunu çok iyi korurlar. Onların kaybı arzı ağlatır. Onlardan birinin bulunma­dığı belde, Allah Teala'nın gazabına maruz kalır. Onlar leşin üzeri­ne üşüşen köpekler gibi dünyanın üzerine üşüşenlerden değillerdir. Yedikleri kuru, giydikleri yamalıdır. Saçları dağınık, üst başları toz içindedir.
Görenler, onlarda bir hastalık olduğunu sanırlar. Kendi kendi­lerine 'Bunların kafaları karışmış, akıllarını yitirmişler* derler. Halbuki kalp gözüyle bakanlar, dünyanın onları terketmiş olduğu­nu görürler. Ehli dünya gözünde akılsız kimselerdir. Halbuki onlar, diğer insanların akıllarını yitirdikleri hususları akledenlerdir. Ahi-rette de onlar için izzet ve itibar vardır.
Ey Üsame! Herhangi bir beldede onları gördüğün zaman bil ki onlar o beldenin sigortasıdırlar. Allah Teala onların bulunduğu bir kavme azap etmez. Onların bulunduğu toprak rahmetlidir. Cebbar Teala da oradakilerden Razı'dır. Onları dost edin. Umulur ki onlar sayesinde sen de kurtuluşa erersin. Ölümün sana ulaştığı anda aç ve susuz olmayı başarabilirsen çok değerli derecelere nail olabilir, peygamberlerle birlikte bulunabilirsin. Ruhunun gelişi, melekler için sevinç kaynağı olur. Allah Teala da sana salat ve selam eder".
Uzun süre aç kalma haliyle bilinen bir çok alim vardır. Bunlar­dan kimisi onbeş, kimisi yirmi gün, kimisi de bir ay aç durabilmek­teydi. Örnek olarak İbni Amr el-Avefi, Abdurrahman b. İbrahim, İbrahim et-Temimi, Haccac b. Karaflsa, Hafs b. el-Abid el-Masısi, Müslim b. Sa'd, Züheyr ei-Bena'i, Süleyman el-Hawas, Sehl b. Ab­dullah ve İbrahim el-Havvas'ı zikredebiliriz.
Ebu Bekir-i Siddık (ra) altı gün aç durabilirdi. Abdullah b. Zü~ beyr (ra) ise yedi gün aç kalabilirdi. îbni Abbas'ın (ra) arkadaşı Ebu'l-Cevza' da yedi gün aç duranlardandı.
Rivayete göre Süfyan-ı Sevri (ra) ve İbrahim Edhem (ra) üçerli günler halinde aç dururlardı. Biz de dokuzar ve beşer günlük süre­lerle aç duranlara şahit olduk. Ancak çoğunluk üçer günlük dönem­lerde aç kalmayı tercih ederdi.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kırk gün kesintisiz aç kalma­yı başaran kimseye melekûttan bir kudret verilir. Aynı alimin şoy-j le dediği de nakledilir: Kul, gaybi melekûttan bir kudrete muttali olmadıkça zühdün hakikatine ermiş sayılmaz.
Başka bir zat ise şöyle demiştir: Kul, gaybi kudretlerden birini bizzat gözüyle görmedikçe ve bu kudreti devamlılık üzere müşahe­de etmedikçe meleküt ilmine nüfuz eden bir ilme, kendinden ayrıl­maz bir irfan haline, istikamet üzere daim olmaya ve sağlam bir yakini imana ulaşmış sayılmaz. Gaybi kudrete şahit olan kul, onu sürekli müşahede eder ve bu noktada Allah Teala tarafından ma­lum olur.  O'nun havass kullarından ve kayyumiyetine mazhar olanlardan biri olur. Bu yola giren kul için, senede en az kırk gün aç kalmak gerekli olur. Öğün vakitlerini ertelemek suretiyle de dört ay aç kalabilir. Bunun nasıl olacağını daha önce açıklamıştık. Nefs riyazetiyle ilgili tarif ettiğimiz bu yol sayesinde geceler gündüzlere, gündüzler de gecelere karışır ve kırk gün, bir gün bir gece gibi olur. Mukarrebun .zümresinden bazıları da bu yolu izle­mişlerdir. Buna ancak, Allah Teala tarafından murad edilen, o yo­la sevkedilen ve nefsini oyalayacak, beşeri tabiatını susturacak, adet ve alışkanlıkları unutturacak derecede güçlü bir mükaşefeye muttali kılman kullar muktedir olabilirler. Bu mükaşefe, onları aç­lığı unutturup işin hakikatini gösterir. Bu sayede açlığı da hiç far­kında olmaksızın uzayıp gider.
Biz de bu yolda yürümeyi başarmış bazı kimseler tanıdık. On­lar melekût işaretlerden bir kısmına muttali olmuş, ceberûti kudh retin bir takım tezahürlerine mükaşefe yoluyla şahit olmuşlardı. Allah Teala, bu tezahürlerle ve bu tezahürlerden dilediği şekilde kendilerine tecelli etmişti.
Yukarıda anlattığımız zümreden bir zat, bir rahiple karşılaşmış-ve onunla durumu hakkında görüşerek kendisini müslüman etmeye niyetlenmişti. Rahibi, içinde bulunduğu aldanmışlık halinden kur­tarmak istiyordu. Ona islamın faziletlerine dair birçok şey anlattı.
Rahip, uzun uzun onu dinledikten sonra şöyle dedi: Mesih (as), kırk gün aç kalırdı. Ben, bunun bir mucize olduğuna inanıyorum. Hiç bir peygamberin de böyle bir mucizeye sahip olamadığını düşü­nüyorum. Bunun üzerine sufİ ona şöyle dedi: Eğer elli gün aç kalır­sam, bulunduğun hali terkedip İslama girmeyi kabul eder, biz Mu-hammed (sav) ümmetinin hak, sizin de batıl üzere olduğunuzu iti­raf eder misin?
Rahip, 'Evet' dedi. Elli gün boyunca yanından hiç ayrıfrnaksızm bekledi. Bir ihtiyacı için çıktığında bile rahibin gözü onun üzerinde oluyordu. Elli gün dolduktan sonra, 'İstersen biraz daha uzatayım* dedi ve açlık süresini altmış güne tamamladı.
Rahip suflnin sabır ve tahammülüne şaştı ve onun dininin üs­tünlüğüne iyice ikna oldu. Sufiye, 'Hiç bir beşerin Mesih'in (as) fi­ilini aşabileceğini sanmazdım. Ama bu sizin ümmetiniz ilim ve fa­zilet bakımından peygamberlere benziyor1 dedi. Sufinin açlığı, onun İslama girmesine vesile oldu.
ibrahim et-Temimi ve Haccac b. Karafisa kesintisiz kırk gün gün aç durabilenlerdendi. Yirmi, otuz gün aç durabilenler ise sayı bakımından oldukça fazladır. Bunlara örnek olarak da Sehl b. Ab­dullah ve Basralılar'dan bir topluluğu zikredebiliriz.
Ayda sadece iki, üç ya da dört kez yemek yiyenlerin sayısı ise burada yer verilemeyecek kadar çoktur. Şamlılar ve Yarımadahlar arasında birçokları bu adete sahipti.
Mürid, iftar yemeğini ikiye taksim etmek istediğinde bir somu­nu akşam girdiğinde yiyerek nefsini susturur. Diğer somunu da sa­hur vaktinde yiyerek ertesi günün orucu için kuvvet toplamış olur. Bu, güzel bir alışkanlıktır.
Eğer isterse, riyazet yapmak için iftarını erteler ve sahur vakti­ne kadar bir şey yemez. Sahuru geçirmeyerek tek öğününü sahurda yemiş olur. Böyle yapan mürid, beş haslet kazanmış olur: Oruçlu ise gündüz açlığı; Teheccüde kalkıyorsa gece açlığı; Midenin boş olma­sından dolayı kalp tenhalığı; Kalp tenhalığından dolayı fikirde in­celme ve tasada yoğunluk; Başına geleni iyi bilen nefsin sükunete yönelmesi ve yemek vakti gelmeden müridi tahrike yönelmemesi.
Bize göre bu; yolların ortası ve en sevimlisidir. O, seyir ve suluk ehlinin (=sâ'irûn) yoludur.
Asım b. Küleyb, babası vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şu ha­disi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) kıyamda asla sizin gibi durmadı. O, ayakları şişinceye kadar kıyamda dururdu. Geceyi de sizin gibi asla birleştirmedi. O, iftarı sahura tehir ederdi". [28][28] Konuy­la ilgili Aişe (ra) hadisi ise şöyledir: "Allah Resulü (sav) iftarı sahu­ra uzatırdı". [29][29]
Mürid nafile oruçları gün aşırı tutarsa, oruçta en dengeli olan yolu izlemiş olur. Böyle yaptığı takdirde, bir kez oruçlu olmadığı gün öğleden sonra, bir kez de oruçlu olduğu gecenin fecrinde yemek yer. Eğer böyle yapmazsa, oruç tutmadığı gün, yarım öğün yemeli, bir gün önce de yarım öğün yemiş olmalıdır. Böylelikle her iki gün de oruç tutmuş gibi olur. Böyle yapmadığı takdirde bedenin denge­si bozulacak ve ibadet halinde bir gevşeklik belirecektir.
Belli bir oruç programı olmayan kimsenin doyuncaya kadar ye­mesinde bir mahzur yoktur. Böyle biri, açlığı iyice bastınncaya ka­dar kendini tutar. Açlığın sınırı; nefsinin ekmekler arasında seçim yapamayacak derecede güçsüz düşmüş olmasıdır. Eğer canı, belli bir ekmeği çekiyorsa, tokluk hali sürüyor demektir. Şayet ekmeğin yanındaki katığı da seçiyorsa, o zaman tamamen tok demektir.
Yemekte bilinen ve istenen bir çeşidi terketmek, Bağdatlı sufî-lerin riyazette izledikleri yollardan biridir. Bilinen bir yemekte de­vam ise, Basralılar'ın yoludur.
Senl'in (ra) vefatından sonra Basralı sufiler taziyede bulunmak için Ebu'l-Kasım Cüneyd'e geldiklerinde, Ebu'l-Kasım kendilerine şunu sormuştu: Oruçta nasıl bir yol izliyorsunuz? Şöyle dediler: Gündüz oruç tutar, akşam olduğunda küfelerimizi açarız. Ebul-Kasım, 'Ah! ah! Küfelerinizi açmadan tutabüseniz, suluktaki hali­niz bakımından daha güzel olurdu' dedi. Yani, iftar içinen bilinen vakti kollamasınız daha iyi olurdu. Bunun üzerine, 'Ona gücümüz yetmiyor1 dediler. Gerçekten de yemek bakımından, belli bir Öğün peşinde olmayan Bağdatlıların izlediği yol, Basralılar  dan daha üs­tündür. O, kuvvet sahibi tevekkül ehlinin yoludur.
Şunu da belirtmemiz gerekir ki Basralılar'ın belli bir öğün ve yemek konusundaki zamanlama noktasında izledikleri yol da, nef­si bir takım afetlerden uzak tutma ve gözü sağda solda olma halin­den kurtulma bakımından daha emindir. Bunu da müridlerin ve amel ehlinin yolu olarak görmekteyiz. [30][30]


Ebu Zer (ra) yadırgayarak baktığı değişiklikler hakkında konuşur­ken şöyle demiştir: Hurmanızı da arpayla değiştirdiniz! Eskiden elek yoktu. Elenmiş undan ekmek pişirdiniz. Bir öğünde iki tür ye­mek yer oldunuz! Yemek çeşitleriniz alabildiğince çoğaldı. Bir elbi­seyle gidip öbürüyle gelir oldunuz! Allah Resulü (sav) zamanında insanlar böyle değildi.
Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Cuma günleri azığım bir ölçek (=2. 917 kg) arpadır. O'nun huzuruna çıkıncaya kadar da bunu arttıra­cak değilim. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle derdi: "Bana en sevim­li geleniniz ve Kıyamet günü bana en yakın oturacak olanınız, bı­raktığım hal üzere ölümü kucaklayandır [31][31]
Sahabemden bir topluluğun azığı da her cuma aldıkları bir ölçek buğdaydı. Hurma yediklerinde ise, bir buçuk ölçekle yetinirlerdi. Suffe Ashabı'nın yemeği, her gün iki hurmadan ibaretti.
Hasan (ra) şöyle derdi: Mümin ceylana benzer. Bir avuç hurma, bir tutam kavut ve bir yudum su ona yeter. Münafik ise vahşi hay­van gibidir. Parçalar da parçalar, yutar da yutar. Ne komşusu için açlığa tahammül eder, ne de kardeşine lütufta bulunur. Siz karşı­lıksız iyiliklerinizi önüne koyun. Ebu Yezid el-Bistami (ra) şöyle derdi: Fakir içecek suyu buldu­ğunda, ona bakma farziyetiniz düşer.
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin bir bağırsakla yer, münafık (kafir) ise yedi bağırsakla yer". [32][32] Burada, çokluk ve israf babından bir misal verilmektedir. İlk bakışta anlaşılan, münafık ve kafirlerin, mümin­lerden katlarca fazla yemek yedikleridir. Hadise göre mümin, mü­nafık veya kafirin yedide biri kadar yemektedir. Araplar bu tür temsil ve teşbihlerde bir şeyin katlarını ifade etmek için yedi sayı­sını kullanırlardı.
Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise hadisi şöyle izah etmiş­tir: Münafık ve kafirin yedi bağırsakla yemesi şu yedi illete işaret etmektedir: Aç gözlülük, tamah, hırs, arzu, gaflet ve alışkanlık. Bu­na göre bir münafık bu illetlere dayanarak yerken bir 'mümin ise, ancak zaruret halinde ve ayakta durabilecek kadar yer . Bazıları bu son cümleyi, hadismiş gibi Allah Resulü'ne (sav) izafe etmektedir­ler. Böyle yapanlar hatalıdır. O, imamımız Sehl b. Abdullah et-Tüs-teri'ye (ra) ait bir sözdür.
Bir defasında Ebu Muhammed'e (ra) müminin azığı sorulmuş­tu. O da şu cevabı vermişti: Onun azığı Allah Teala'dır. Soru sahi­bi, 'Size onun bedenini" ayakta tutan azığı sormuştum' dedi. O da, 'Zikirdi dedi. Soru sahibi şaşkınlık içinde, 'Ben gıdasını sormuş­tum' deyince, 'Gıdası ilimdir' dedi. Soru sahibi, 'Yani bedenin yedi­ği' deyince Ebu Muhammed şöyle demiştir: Bedenden sana ne! Ka­dimde sahibi kimse O'na bırak! Şimdi yine O ilgilenecektir!
O başka bir vesilede şöyle demiştir: Beden bir sanat eseridir. Onda bir kusur varsa, Sanatkâr'ına geri verin!
Bir mecliste 'helal' hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle bir ta­rifte bulundu:
Helal, başında Allah Teala'ya isyan içermeyen, sonunda Allah Teala'nın adı unutulmayan, yapılırken Allah Teala'nın adı zikredi­len ve bitirildiğinde de Allah Teala'ya şükredilen şeydir. Yemek hu­susunda ise şöyle demiştir: Müminler için azık; salihler için ayak­ta duracak kadar; sıddıklar içinse zaruret miktarıdır.
Kişinin belli bir öğünü varsa, bir günün tamamında iki somu­nun üstüne çıkmaması müstehaptır. Bu somunları da iki ayrı za­manda yemeli ve iki vakit arasını olabildiğince uzun tutmalıdır. Bunu ihtiyaca göre belirlemelidir. Candaki yeme isteği, alışkanlık ve arzuyu bastırmaya dayanmak zorunda değildir.
Bir somun, otuz altı lokmadan oluşur. Buna göre, bedenin sağ­lıklı bir şekilde hayatiyetini muhafaza etmesi için her saate üç lok­ma düşmektedir. Somunu bu şekilde yemek isteyen kişi, her üç lok­madan sonra bir yudum su içmelidir. Buna göre otuz altı lokma için, oni iki yudum su içilecektir. Bedenin sağlıklı bir şekilde deva­mı için bu diyet yeterlidir.
Konuyla ilgili olarak Ebu Zer'in (ra) şöyle dediği rivayet edil­miştir: Allah Resulü (sav) devrindeki azığım, her cuma bir ölçek idi. Onunla tekrar karşılaşıncaya kadar bunu arttırmayacağıma yemin ederim. Buna göre Ebu Zer'in (ra) günlük besini, bir rıtl yani yak­laşık 460 gram olmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan temel husus, azığı mümkün olduğu kadar azaltmaktır. Bunu da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Allah Resulü (sav) şişman bir adama baktı ve parmağıyla karnına işaret ederek şöyle buyurdu: Eğer o, orada değil de başka bir yerde olsaydı, senin için daha ha­yırlı olurdu [33][33]  Allah Resulü'nün (sav) başka bir yerden kasdı, ahi-retti. Yani o kimse, karnına doldurduklarını kardeşleriyle paylaşa­rak ahiret azığına çevirseydi, onun için çok daha hayırlı olabilirdi. Bu hadisten de anlaşılacağı üzere, yemeğin azı çoğundan daha ha­yırlıdır.
Ebu Cuheyfe (ra) Allah Resulü'nün (sav) huzurunda geğirmişti. Yediği tirit ve etten dolayı midesi gaz yaptığı için geğirmişti. 'Ben, bir şeyler yemiştim' deyince Allah Resulü (sav) 'Geğirtini bizden uzak tut. Dünyada en çok doyanlarınız, Kıyamet günü en çok acı-kanlarınız olacaktır* buyurdu. [34][34] Ebu Cuheyfe (ra) bilâhare şöyle de­miştir: O hadiseden sonra, şu güne oturduğum hiç bir sofradan karnım tok olarak kalkmadım. Geçenler için de Allah Teala'nm be­ni affetmesini ümid ediyorum.
Hasan (ra), Ebu Hüreyre'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: Yünlü giyin, çok çalışın ve karınları­nızın yarısını dolduracak kadar yiyin ki semavatm melekûtuna gi-rebilesiniz".
İsa peygamberin de (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Ci­ğerlerinizi aç, bedenlerinizi çıplak tutun, umulur ki kalpleriniz Al­lah Teala'yı görür. Bunu, Abdurrahman b. Yahya el-Esved, Tavus vasıtasıyla Allah Resulü'nden (sav) merfû olarak rivayet etmiştir.
Bu yolun en büyüklerinden biri sayılan Ebu Yezid el-Bistami'ye (ra), 'Bu bilgiye nasıl ulaştın?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Aç bir karın ve çıplak bir bedenle!
Rivayete göre Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Allah Teala şişman din adamına buğzeder. Bir kitapta ise şöyle yazılıdır: Ehli Beyt, iki tür etten nefret eder. Bu ikisi de aynı sened zinciriyle Allah Resu-lü'nden (sav) müsned olarak rivayet edilmiştir.
Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Allah Teala aşırı kilolu kari'ye buğzeder. Mürsel bir hadiste ise şöyle buyrulmakta-dır: "Şeytan Adem oğluna kandan nüfuz eder. Aç ve susuz kalarak kan damarlarını daraltın"[35][35]
Kul, iki açlık arasında doyduğu zaman, açlığı tokluğundan uzun sürmüş ve Ebu Cuheyfe (ra) hadisinde geçen tehditten uzak durmuş olur. Açlık ile tokluğu aynı uzunlukta olan kişi ise, bu iki­sini dengelemiş olur. Günde iki öğün yemek yiyen kimse ise, toklu­ğa tabi olmuş ve Ebu Cuheyfe (ra) hadisinde yer alan tehdide ma­ruz kalmış olur. Çünkü onun tokluk hali, açlık halinden daha uzun sürelidir. Bu, sünnete uygun bir davranış değildir. Bu, daha çok şı­marık müsriflerin gittikleri yola uygun bir harekettir.
Ebu Said el-Hudri (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) sabah yediğinde akşam yemez, akşam yediğinde ise sabah ye­mezdi". Selef-i Salih günde bir öğün yerlerdi. Allah Resulü'nün (sav) Aişe validemize (ra) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İs­raftan uzak dur! Günde iki öğün yemek israftır".
Allah Teala buyurdu ki: "Rahman'm o has kulları, harcamala­rında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar". (Furkan/67) Buna göre günde iki öğün ye­mek israftır. İki günde bir öğün yemek ise eli sıkılıktır. Günde bir öğün yemek, her ikisinin ortasında dengeli bir yoldur.
Bu taksime bağlı olarak şunu söyleyebiliriz: Dört somun yemek israftır. İki somun ise eli sıkılıktır. Öyleyse denge, üç somun ye­mektir. Bizce bu, azıkların en ölçülü olanıdır. Bir oturuşta dört so­mun yemek, bize göre hoş bir davranış değildir. Çünkü bu durum­da Ebu Cuheyfe'ye (ra) yönelen tehditten emin olamayız. Bu şekil­de yiyerek ilahi buğza muhatap olmaktan sakınmak gerekir.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Tokluk için yenilen yemek, alaca illetine yol açar". Seleften bir zat ise şöyle de­miştir: Kulun, arzu ettiği her şeyi yemesi israftır. Sahabe genellik­le iki öğün yer, iki kez de içerdi. İki öğünden biri, vakitli olarak ye­nilen yemekti. Diğeri ise akşam içilen süttü. Öğün (=vecebe) keli­mesinin belli bir vakti belirlemesine misal olarak şu ayet zikredil­miştir: "Yanı üstü yere yıkılınca da onlardan hem siz yeyin". (Hac/36) Ayetteki Vecebet' kelimesi, kurbanlık hayvanın yıkılması­nı ifade etmektedir.
İkinci öğün olan 'Gabûk' ise, kimi zaman süt içmek, kimi zaman da bir avuç hurma yemekle geçiştirilen bir tür hafif atıştırmadır. Bu Öğün, yatsıdan sonra olduğu gibi öğleyin de olabilir. Bu öğünün sahur yerine geçmesi de mümkündür.
İçmeyle ilgili iki vakit ise şunlardır: Bunlara 'Alel=Ikinci' ve 'Nehel=Birincf denir. Nehel, gün içinde içilen ilk süttür. Yenilen ana yemek gibidir. İkincisi olan Alel ise, hafif geçiştirilen ikinci ye­mek gibidir. Alel olarak, hurma şerbeti veya üzüm şerbeti içilir. Bu iki iki öğünün yerini alabilir. Çünkü içeceğe tam olarak kanma söz-konusudur. İlk içecek ise bir tür susamayı bastırmadır. İkincisi, nefsin oyalanmasını sağladığı için, 'Alel=oyalanma' olarak adlandı­rılmıştır.
Selef-i Salih, bedenlerinin hafiflemesi, yoksullara yardıma ol­ma ya da onlarla aynı hali paylaşma gibi kaygılarla sofradan doy­madan kalkarlardı. Fakirlerle aynı hali paylaşma çabalarının ar­dında ise, onların fakirlik sebebiyle kendilerinden üstün olmaları­na müsaade etmeme gayretleri yatardı. Bu nedenledir ki Aişe vali­demiz (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) irtihalinden sonra çıkan ilk bidat, tokluktu. İnsanların karınları tıka basa doydu­ğu zaman, nefisleri onları dünyaya doğru koşturacaktır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) muhtaciyet olmaksızın aç ka­lırdı. Yani yeme imkanı olmasına rağmen bunu tercih ederdi.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'nın en çok buğ-zettiği şey, tıka basa dolu bir midedir. Helalinden olması bunu de­ğiştirmez. Bu manada bir de müsned hadis rivayet edilmiştir.
"" İsrailiyat menşeli rivayetlerden birinde şu hadise anlatılmâktav dır: Yahya (as), İblis ile karşılaşmıştı. İblis'in üstünde türlü renk^ lerde çengeller vardı. Yahya (as), 'Bunlar da ne?' diye sordu. İblis, 'Adem oğullarının değişik arzu ve şehvetleri' dedi. Yahya (as) 'İçle­rinde benim için de bir şey var mı?' diye sordu. İblis, 'Belki karnını iyice doyurursun da seni namazdan ve Allah'ı anmaktan soğuturuz' dedi. Yahya (as), 'Bunun dışında bir şey var mı?' diye sorunca İblis 'Hayır5 dedi. Yahya (as) da ona şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki hiç bir Öğün karnımı tamamen doldurmayacağım! İblis de şöyle de­di: Ben de Allah'a yemin ederim ki bundan sonra hiç bir müslüma-na karşı böyle dürüst olmayacağım!                                 __„___—-'
Tabiun, yemeğe karşı açlığın ildsınmn3an"Birine dayanıncaya kadar sabrederdi. Açlığın ilk sınırı, yirmi dört saatlik açlıktır. On­ların güzel ahlakı arasında zikredebileceğimiz hususlardan biri de yemek seçmemeleri ve öğün alışkanlığına sahip olmamalarıydı. Onlar ekmeğin belli bir türü üzerinde ısrar etmezlerdi. Açlıklarını bastıracak ve ayakta durmalarını sağlayacak ne bulsalar yerlerdi.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Ahiret ihtiyaçların­dan biri gündeme geldiğinde, yemeği bırakıp onu giderin. Çünkü karnı tam doyan hiç kimse yoktur ki aklı eksilmemiş olsun. Bu sö­zün başka bir naklinde ise 'Aklı değişmemiş olsun' ifadesi geçmek­tedir. Ebu Süleyman şöyle demiştir: Akşam yemeğimden bir lokma eksiltmem, bir geceyi ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Gö­rüldüğü üzere bu söz, açlığın ve yemeği azaltmanın tıka basa ye­dikten sonra yapılan ibadete tercih edilebilecek kadar önemli oldu­ğunu kanıtlamaktadır.
Vehb b. Münebbih ve başkalarından şöyle bir söz nakledilmiş­tir: Bir abid, din kardeşlerinden birini davet etmişti. Sofraya iki so­mun koydu. Misafirliğe gelen kimse, o ikisini kontrol ederek pişkin olanını seçti. Bunun üzerine ev sahibi abid şöyle dedi: Bırak! Ne ya­pıyorsun? Şu bıraktığın ve kanaat etmediğin somunun nasıl yapıl­dığını bilmez misin? Onda sayısız emek ve çaba gizlidir. Onun mey­dana çıkması için bir çok sanat icra edilmiştir. Onun için bulutlar yürütülmüş, sonra onlardan su indirilmiş, o su ile toprak sulanmış, toprak onun buğdayını bitirmiş, bir çok hayvan ve insanın emeği geçtikten sonra önüne konmuştur. Bütün bunları bile bile, onu na­sıl gözden çıkarır ve bir kenara koyabilirsin?
Ekmek hakkında bundan daha tafsilatlı bir kıssa daha anlatıl­mıştır.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Bir somun yuvarlanıp sofranıza gelinceye kadar üçyüz altmış sanatkârın eme­ği geçer. Bunların ilki, rahmet hazinelerinden indirelecek suyu tar­tan Mikail (as), ardından bulutları, güneşi, ayı, gezegenleri ve gök­yüzü melekûtunu hareket ettiren melekler görev alırlar. Bundan sonra yeryüzünde de bir çok canlının katkısı olur. En sonunda unu alarak yoğurduktan sonra şekil vererek pişiren fırıncının emeği devreye girer. Gerçekten de Allah Teala'nın nimetlerini sayacak ol­sanız, bunu başaramazsınız.
Meşhur bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Adem oğlunun doldurduğu kapların en kötüsü, karındır" [36][36] Bu ha­disin mefhum-i muhalifi, karnı az doldurmanın hayırlı olacağını göstermektedir. Yine O şöyle buyurmaktadır: "Adem oğlu, lokma­cıkların soyunu güçlendirdiğini sanır[37][37]"Hadiste geçen 'Lukay-mât=Lokmacıklar' kelimesi, iki anlam ihtiva etmektedir. İlkinde azaltma, ikincisinde ise küçültme sözkonusudur. Kelimenin sonun­daki Ta' harfi, cem-i katıl (=ondan aşağısını ifade eden çoğul) için kullanılmıştır. Küçültmeyi (=tasğîr) ise kelimenin kalıbından çı­kartmaktayız. Çünkü asıl kelime, 'Lukmatün=Lokma' kalıbmdadır. Allah Resulü (sav) sözüne devamla şöyle buyurmuştur: "Eğer bunu da yapamazsa, yemeğin üçte biri, içeceğin üçte biri ve nefesin üçte biriyle yetinsin". Hadisin başka bir lafzında ise, 'Zikrin üçte biriyle' ifadesi yeralmaktadır. Bu da yine mefhum-i muhalif yoluy­la karın tokluğunun zikre mani olduğunu göstermektedir. Zikre mani olan bir şeyin, şer olması kaçınılmazdır. Allah Teala şöyle bu­yurmaktadır: "Ve Allah katındaki daha hayırlı ve daha Baki'dir". (Şura/36); "Ahiret daha hayırlı ve daha bakidir". (Ala/17)
Allah Resulü'nün (sav) 'Yemeğin üçte biri' ifadesinin manası şu­dur: Kul, alışkın olduğu doygunlukla yediği zaman, doymanın üçte birine ulaşmış olur. Beden, ikinci bir alışkanlıkla da ayakta dura­bilir. Karnı tıka basa doldurmak, önceki alışkanlık iken, üçte biri­ni doldurmak ikinci alışkanlığı olmaktadır. Üçte bir mikdarında doyma, yaklaşık 120 gramlık bir besin almaktır. Bunu da aşağıda­ki hadise göre belirlemiş durumdayız:
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği de dört kişiye yeter". [38][38] Bu hadisin izanıyla ilgili ola­rak beş farklı yorum yapılmıştır:
Basralı alimlerimizden bir zat şöyle demiştir: Bir kişiyi tam ola­rak doyuran yemek, azık olarak iki kişiye yeter. İki kişiyi tam ola­rak doyuran yemek de, azık olarak dört kişiye yeter.
Bir başka alim şöyle bir açıklama getirmiştir: Bir müslümanm yemeği iki mümine, iki müslümanın yemeği de müminlerin havas-sından dördüne yeter.
Hadisin şöyle anlaşılması da mümkündür: Bir münafığın yeme­ği iki müslümana, iki münafığın yemeği de dört müslümana yeter. Bunun dayanağı da daha önce zikrettiğimiz, 'Mümin bir bağırsak­la, münafık yedi bağırsakla yer* hadisidir.
Hadis şu şekilde de anlaşılabilir: Faaliyette bulunan bir zana­atkarın yemeği, boşta gezip oturan iki kimseye, iki zanaatkarın ye­meği de dört kişiye yeter.
Bir diğer izah da şudur: Oruç tutmayan birinin yemeği, oruç eh­linden iki kişiye yeter.
Ömer (ra) hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bilindiği üze­re onun devrinde bir adam dinden çıktığı için İbni Mesud (ra) ve Ebu Musa'nın (ra) fetvasıyla tevbe verdirilmeden öldürülmüştü. Ömer de (ra) onlara şöyle demişti: Ne olurdu sanki, onun için bir hücre yaptırıp üç gün boyunca içine her gün bir somun bıraktırsa ve tevbe telkin etseydiniz! Belki tevbe eder ve tekrar İslama dönerdi. Her ne ise, bu yaptığınızı ne emrettim, ne gerçekleşmeden öğ­rendim, ne de gerçekleştiğinde rıza gösterdim!
Konumuzla ilgili olarak bu hadiseden çıkartılabilecek husus, günde tek bir somunun insana yetebileceğidir. Hicazlılar'a göre üç somun, 460 gram civarındadır. Buna göre her somun 56 miskal ağırlığında olmaktadır. Şu halde doygunluğun üçte birinin ölçüsü de bu olmaktadır. İlgili hadisteki 'lokmacıklar7 kelimesinin ondan aşağısı için kullanılan bir çoğul kalıbı olması da bunu gerektirmek­tedir. Bu, Ömer (ra) hakkında rivayet edilen 'O, yedi lokma yerdi* ifadesine de uygun düşmektedir.
Halifelerin hayatlarıyla ilgili anlatılan tarihçelerden birinde Halife Reşid'le ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Halife bir hind-li, biri romalı, biri ıraklı, biri de afrikah dört tabibi bir araya getir­di ve onlara, 'tedavi ettiği hastalık bulunmayan bir ilaç söyleyin' dedi. Hindli 'Kara İhliç' dedi. Romalı, Tabanı turp tanesi' dedi. Iraklı, 'Sıcak su' dedi. Afrikalı tabib, hepsinden daha bilgili çıktı ve şöyle dedi: Kara İhliç, hazmı kolaylaştırır ki bu bir hastalıktır. Ya­bani turp tanesi mideyi yumuşatır ki bu da bir hastalıktır. Sıcak su, mideyi genişletir ki bu da bir hastalıktır. Bunun üzerine diğer­leri, Teki sence nedir?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Hasta­lığı bulunmayan ilaç, canınız çekinceye kadar yememeniz, canınız çektiği halde de yemeğe el sürmemenizdir. Hepsi birden, 'Doğru söylüyor1 diyerek o bilgeyi tasdik ettiler.
Ulemadan bir zat şunu anlatmıştır: Kitab ehlinin tıpla uğraşan filozoflarından birine Allah Resulü'nün (sav) "Üçte bir yemek, üçte bir içecek ve üçte bir nefes" hadisini zikretmiştim. Şaşırdı ve çok hoşlandı. Şöyle dedi: Yemeği azaltmayla ilgili olarak bundan daha hikmetli bir söz işitmemiştim. Bu gerçekten de çok hikmetli bir söz! Birçok filozof ve tabip, yemeği azaltmayı telkin edecek güzel bir söz söylemek için çabalayıp duruyor ama bir türlü bulamıyorlardı. En sık söyledikleri, 'Sofrada yemeği arzu edecek kadar uzun oturma! Onu arzu ettiğinde ona dokunma' sözüdür.
Başka biri şöyle demiştir: Yemeği ancak acıkınca yemek ve doy­madan kalkmak gerekir. Bir diğeri şöyle demiştir: Ancak aşın aç­lıktan sonra yemeli ve tıka basa duymamalıdır.
Sizin peygamberiniz bütün bunlarla murad edilenleri hülâsa et­miştir.
Ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Buğday ekmeğini edeble yi­yen kimse, ölümden başka bir illete maruz kalmaz. Bunun üzerine 'Hangi edeb?' diye sordular. O da şöyle cevap verdi: Acıkmadan ye­memek, doymadan kalkmak!
Bu sözün altında yatan temel fikir şudur: Hastalıkların vücuda girişleri toprakta yetişen bitkiler vasıtasıyla olur. Mide dört tabiatı ihtiva eder: Sıcaklık; soğukluk; rutubet ve kuruluk. Toprakta yetişen bitkiler de aynı şekilde dört tabiata sahiptir. Yetiştikleri arazi fark­lılaştıkça sıcaklık ve soğukluk tabiatları, asıl yaratılışından uzaklaş­maya başlar. Bu da midedeki tabiat dengelerini bozar. Rutubet ve kuruluk da aynı şekilde midenin rutubet ve kuruluk tabiatlarını kaydırır. Biri diğerinin üstüne çıkmaya başlar. Bu dengesizlik pekiş­tikçe, hastalıklar görülmeye başlar. Çünkü yenilen her yiyecek mad­desi, beden üzerinde belli bir fonksiyon ve etkiye sahiptir.
Bu noktada buğday, diğer bütün bitkilerden ayrışmaktadır. On­da dört tabiatın dengesi sözkonusudur. Ondaki bu dengeyi, içecek­ler içinde suyun konumuna benzetebiliriz. Yağının azlığı ve etinin yumuşaklığından dolayı Çil kuşunun eti, etler arasında nasıl bir yere sahipse, buğdayın hububat içindeki yeri de odur.
Tabiplerden biri şöyle demiştir: Dilediğiniz kadar ekmek yeyin. Size hiç bir zararı olmaz. Bir başka tabip ise şöyle demiştir: Sırf ek­mek yemek, katıktan daha iyidir. Bir başka tabip de şunu söylemiş­tir: İnsanın midesine en faydalı besin nardır. En zararlısı ise tuzlu yiyecektir. Tuzlu yiyeceği azaltmak, fazla nar yemekten daha fay­dalıdır.
Meyvalar içinde turunç, dört farklı tabiatı en iyi şekilde denge­leyen mide gibidir. Allah Resulü de (sav) mümini turunca benzet­miş ve şöyle buyurmuştur: "Tadı güzel, kokusu güzeldir".[39][39]
İşleri ilahi letafet ve hikmetin icaplarına göre düzenleyen Allah Teala, bir kulun beden bakımından sıhhatli olmasını murad ettiği zaman onun midesine, kendisine gönderilen her türlü bitkisel gıda için o bitkinin tabiatına zıd olanı salgılamasını vahyetmiştir. Buna göre alınan gıda sıcak ise, mide soğuyacak, kuru ise ıslanacaktır.
Böylelikle tabiatlar dengelenecek ve vücudun dengesi korunacaktır. Midesi bu şekilde işleyen bir insan, vücut bakımından sağlıklı olur. Allah Teala'nm her hangi bir kulunu hasta etmek istediğinde ise, midenin tabiatlarına gelen besinle aynı tabiata sahip olmaları­nı vahyeder. Bu durumda yaratılış karakterleri bozulur. Bu bozul­ma, vücudun her yanma ulaşan damarlar vasıtasıyla her yere ula­şır. Sonuçta her uzuv ve organ bundan etkilenmeye başlar. Uzuvla­rı, tabiatlarına ters düşen tabiatlar kaplar ve vücut hastalanmaya başlar. Hastalıklara yol açan illetler çok çeşitlidir. İlletler, hastalık­ların temel sebepleridir. Takdirin bu türünden ilim ve izzet sahibi olan Allah'a sığınırız.
Rivayete göre, insan bedeninin aslı, Allah Teala'dandır. Bunu Adem'in (as) yaratılışı babında görmekteyiz. Berâ, Abdulmun'im b. İdris'ten şunu nakletmiştir: Babam, Yemenli Vehb b. Münebbih'in Tevrat'ta şöyle yazılı olduğunu söylerken işitmiş: 'Ben Adem'i ya­rattım, onun bedenini dört şeyden terkip ettim. Sonra bunları, onun çocuklarına da veraseti kıldım. Onlar gelişirken bu dört şey de onların içinde gelişir. Onun bedenini terkip ettiğim dört şey, ru­tubet, kuruluk, sıcaklık ve soğukluktur. Ben onu topraktan yarat­tım, rutubeti sudan, sıcaklığı nefsinden ve soğukluğu ruhtandır. Bu ilk yaratıştan sonra onun ruhuna dört unsur yerleştirdim. On­lar, Benim iznimle bedenin sahibi olur ve onun yaşamasını temin ederler.
Beden, ancak bunlar sayesinde hayatiyetini devam ettirir..Bu unsurlardan her biri de diğerine bağlı olarak faaliyet gösterir. Bu dört unsur şunlardır: Sarı öd; Kara öd; Kan ve balgam. Beşerin dört tabiatı da bunlarla uyumlu kılınmıştır. Mesela kara öd kuru­luk tabiatıyla, sarı öd rutubet tabiatıyla, sıcaklık tabiatı kanla,.so-ğukluk tabiatı da balgamla uyumludur.
Bu dört unsurun mutedil olduğu beden, sağlıklı bir beden olarak hayatını sürdürür. Bu unsurlardan her biri, dörtte bir miktarında olup artma veya eksilme göstermez. Bu durumda vücud, ideal sağ­lığa ulaşır ve rahat eder. Bunlardan birinin aşırı güç kazanması, di­ğerlerini baskı altına almasına yolaçar. Bunun neticesinde diğer un­surlarda da sapma görülür ve vücudun sağlık düzeni bozulur. Has*-talığın derecesi de, sözkonusu unsurdaki güçlenmeyle orantılı olun Sonuçta diğerleri ona itaat edemeyecek kadar zayıflar ve ona yak-laşamaz olurlar. Bu da hastalığın derinleşmesine neden olur.
Hadis bu şekilde uzayıp gitmektedir. Bazı müridler sıcağın ha­kimiyeti altına girerler. Bunun kaynağında sıcaklık tabiatının güç­lenmesi yeralır. Onu da besleyen şüphelerin keskinliğidir. Buna bağlı olarak sıcaklık tabiatında aşırı bir güçlenme olur ve bekarlar­da meninin çoğalması gündeme gelir. Sıcaklığın artması kana da bağlıdır. Çünkü meninin aslı, kana dayanmaktadır. Sulb yolların­daki kanın hareke tindeki artış, meninin artmasına yolaçar. Çünkü kan oralarda ikamet eder. Sıcaklık onu sürekli olgunlaştırır ve be­yazlamasını sağlar. Sulb yollarında biriken bu beyaz kan, bulundu­ğu yere sığmayarak çıkmak ister. Çünkü sıhhatin devamı buna bağlıdır. Bu durumdaki bekarın evlenme isteği artar. Bu tür şika­yeti olan kul için tavsiye edilen, sıcaklık veren besinlerden uzak durmasıdır. Soğuk tabiatlı yiyeceklere yönelerek sıcaklığın artışını engellemelidir. Kuru ve sıcak tabiatlı yiyeceklerle, soğuk ve rutu­betli yiyeceklerden uzak durmalıdır. Aksi halde sıcaklık tabiatı ha­rekete geçecek ve uzvu güçlendirecektir.
Katade, Allah Teala'nın "Bize, gücümüz yetmeyeni yükleme" (Bakara/286) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Burada kasde-dilen, kuvvet cinsi münsebet arzusudur. Feyyaz b. Nüceyh ise şöy­le demiştir: Erkeğin tenasül uzvu ayaklandığında, aklının üçte bi­ri gider. İbni Abbas (ra) "Karanlık göçtüğü zaman gecenin şerrin­den.." (Felak/3) ayetinin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Burada kasdedilen erkek tenasül uzvunun faaliyete geçmesidir. Bir ravi, bunu müsned olarak Allah Resulü'ne (sav) izafe etmiştir.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, kulağımın, gözümün, dilimin, kalbimin ve menimin şerrinden Sa­na sığınırım"  Allah Resulü'nün (sav) tahire hanımları, O'nun ve­fatından sonra şehvetlerini bastırmak için sirke ve soğuk tabiatlı yiyecekler yerlerdi.
Sufî şeyhlerinden biri şunu anlatmıştır: Beşeri sıfatlarım, artık tahammül edilemeyecek derecede güçlenmiş ve irademi zorlamaya başlamıştı. Bunu gidermesi için sürekli Allah Teala'ya feryat edi­yordum. Bir gece rüyamda bir adam gördüm. Bana, 'Neyin var?" dedi. Ben de halimden serzenişte bulundum. 'Bana doğru ilerle' dedi. Onun Önüne gittim. Elini yüreğimin üzerine koydu. Elinin soğuk­luğunu yüreğimde ve bütün bedenimde hissettim.
Ertesi sabah uyandığımda, rahatsızlığımın düzeldiğini gördüm. Bu halim bir sene sürdü. Aynı hal tekrar ve daha ağır olarak nük­setti. Allah Teala'ya feryad etmeye başladım. Rüyamda aym şahıs yeniden geldi ve şöyle dedi: Bu halin sona ermesini ve boynunu vurmamı ister misin? 'Evet' dedim. Bunun üzerine, 'Boynunu uzat* dedi. Boynumu uzattığımda, nurdan bir kılıç çıkardı ve onunla boy­numu vurdu.
Ertesi sabah, şikayetçi olduğum halin düzeldiğini hissettim. Bu şekilde bir yıl geçti. Eski halim yeniden nüksetti ve bastırılmaz bir cinsel arzuya kapıldım. Yüreğimle gömleğimin arasından bir şah­sın şöyle seslendiğini işittim: Yazıklar olsun! Allah Teala'nın kaldır­mak istemediği bir dürtüyü kaldırması için daha kaç kez feryad ü figan edeceksin?! Onun bu azarı üzerine evlendim ve o hal beni ta­mamen terketti, bir daha da nüksetmedi. Bu evlilik onun zürriye-tine ve çocuk sahibi olmasına, .vesile oldu.
Kul, açlığını unutup sürekli Allah Teala'yı andığı zaman melek­lere benzemeye başlar. Karnı tok olduğunda ise, arzu ve şehvetleri­nin tasasıyla dolar. Bu durumdaki kul, daha çok hayvanlara benzer. Geçmişler şöyle demişlerdir: Açlık sahip olma, tokluk ise sahip olunmadır. Aç izzetli, tok ise zelildir. Açlık tamamıyla izzet, tokluk ise tamamıyla zillettir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Açlık ahiretin anahtarı ve zühdün kapısıdır. Tokluk ise, dünyanın anah­tarı ve tutkuların kapısıdır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetin kapısı oruçtur". Meşhur bir hadis­te de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Oruç tutun ki sıhhat bulaşınız".
Kalplerin, beyinsel hastalıklardan azade olması, bedenlerin uz-vi hastalıklardan beri olmasından çok daha hayırlıdır. Aişe (ra) Al­lah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Size açı­lıncaya kadar cennetin kapısına vurmaya devam edin!' Bunun üze­rine, 'Ey Allah Resulü! Cennetin kapısına vurmaya nasıl devam edebiliriz?' diye sordum. 'Açlık ve susuzlukla' buyurdu".
Ebu Said el-Harraz, açlık ehlinin makamlarını; maksadları, vecdleri ve himmetleri bakımından tasnif etmiştir. Cühdumi, Ah-med b. Şakir'den nakletti ki: Ebu Said el-Harraz'ın şöyle dediğini işittim: Güvenilir alimlerimizden birinin Abdülvahid b. Zeyd'i şunu rivayet ederken dinledim: O, Allah Teala üzerine yemin ederek şöy­le diyordu: Hiç bir Ademoğlu aç kalmaksızın seçilmez. Aç kalmak­sızın su üzerinde yürüyemez. Yeryüzü de aç kalmaksızın kendisi
için dürülüvermez, O, övülen ve yüceltilen ahlak esasTâfirir sayarken de, bunlara açlık çekmeksizin ulaşılamayacağını yemin ederek belirtmiştir. Ebu Said başka bir vesilede şöyle demiştir: Açlık, insanlara asılmış bir yafta gibidir. Çeşitli sebeplerden dolayı açlığa dahil olmak ve onunla amel etmek durumunda kalmışlardır:
Kimi insan, temiz ve pak bir şey bulamadığı için sahip olduğu vera'dan dolayı aç kalmaktadır.
Kimisi temiz ve pak bir şey bulduğu halde ahirette hesabının uzayacağı endişesinden dolayı zühde meylederek ona el uzatmadı­ğı için aç kalmış olabilir.
Kimi insan da ibadetin lezzetine ulaştığı için, sürekli dinç ve tez canlı olabilmek gayesiyle açlığı tercih etmiş, yeme içmeyi bu hali için engel olarak görmüş olabilir.
Kimisi Allah Teala'ya çok yakın bir dereceye yükselip kalbi ha­ya duygusunun hakikatine ermiş olabilir. Böyle bir kul, Allah Te-ala'nm kendisini her an gördüğünü yakinen bilmektedir. Haya ma­kamındaki bu kul, elleriyle yemek yerken, lokmaları çiğnerken ve türlü içecekleri içerken Allah Teala'nın kendisini gördüğünü bu ha­linin de O'nu rahatsız ettiğini düşünebilir. İlahi bakıştan çekindiği için de açlığı tercih etmiş olabilir. Bunlara verilebilecek en güzel misal, Ebu Bekir-i Sıddık'tır (ra).
Kimisi de yemek ihtiyacını unutup zikre daldığı ve kendisini açık ve gizli zikirle teselli ettiği için aç kalmış olabilir.
Ebu Said el-Harraz (ra) şöyle demiştir: Hikmet ehlinden bir top­luluk dediler ki: Allah Teala, karnında dünyaya ait bir şey bulunan kimseyle konuşmaz. Bu, Allah Teala'nın Musa'ya (as) dönük emrine de delalet etmektedir. Allah Teala onunla konuşmak için, dünyadan arınmış, dünyevi nimetlere tamah etmeyen sükun bulmuş bir nefs ve ruhani bir ruhu şart koşmuştur. Daima Diri olan Allah Teala, o nefse kendi hayatı için can verir. İşte bu noktaya ulaşan kul, O'nun hitabına muhatap olma konumuna yükselmiş olur. Bu makamdaki kul, tercüman veya rehbere ihtiyaç duymaksızın O'nun Kelamı'na mazhar olur.
Hasan b. Yahya İbni Mesruk'tan şunu nakletmişti: Bir gün Sehl b. Abdullah ile karşılaşmıştım. Huzuruna girdiğimde çok sevindi ve beni öptü. O tam bir kararlılık ve boyun eğmişlik içindeydi. Ken­disine, 'Bu yola nasıl girdiğini ve azık olarak neler düzdüğünü an­latmanı istiyorum' dedim. Şöyle cevap verdi: Her yıl üç dirhem har­cardım. Bunların biriyle hurma balı, biriyle yağ, biriyle de pirinç unu alırdım. Sonra senede üçyüz altmış kez bunları karıştırıp pişi­rirdim. Her gece bir öğünüm vardı vardı ve bu da iftarım olurdu. 'Peki şimdi ne yapıyorsun?' diye sorduğumda ise şöyle karşılık ver­di: Belli bir vakte ve sınırlamaya gerek duymaksızın yiyorum.
Krallarla ilgili olarak anlatılan kıssalardan birinde şöyle bir ha­dise anlatılmıştır; Hind kralı Halife Mansur'a bir takım hediyeler göndermişti. Bunlardan biri de filozof bir tabip idi. Halife Mansur bu değerli konuğunun çok güzel ağırlanmasını ve kendisine ihsan­da bulunulmasını emretti. Filozof onun huzuruna çıktığında şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, size üç haslet getirdim ki bütün krallar bu üçünde birbirleriyle yarışırlar. Biz de bunları, ancak onlar için uygun görürüz. Mansur, 'Nedir onlar?' diye sordu.
Filozof anlattı: Bunların ilki sakalınızı siyaha boyatmanızdır. Sakalınızın rengi asla değişmemeli ve beyaz görünmemelidir. Hali­fe, 'ikincisi nedir?' diye sordu. Filozof, 'Size öyle bir ilaç vereceğim ki, onun sayesinde dilediğiniz kadar yiyecek 'fakat şişmanlamaya­caksınız, çok yemeniz size sıkıntı vermeyecek' dedi. Mansur, 'Üçün­cüsü nedir?' dedi. Filozof onu da anlattı: Cinsel kudretinizi arttıra­cağım ve ilişkiniz çoğalacak. Dilediğiniz kadar münasebette bulun­sanız da bundan sıkılmayacaksınız ve ne gözünüz zayıflayacak, ne de kuvvetiniz eksilecek!
Halîfe Mansur filozofun anlattığı hasletler üzerinde bir müddet düşündü. Sonra başını kaldırıp şöyle dedi: Seni daha akıllı biri san­mıştım! Şimdi 'meziyet' dediklerine bakalım:
Sakalları siyaha boyatmak, benim için gereksizdir. Çünkü bun­da aldanma ve aldatma sözkonusudur. Her şey bir yana sakallar-daki beyazlık heybet ve vakar ifadesidir. Allah Teala'nın bana nasip ettiği o nurları siyahın zulmetiyle değiştirmem sözkonusu bile olamaz.
Beslenme konusunda söylediklerine gelince, Allah'a andolsun ki aç gözlü biri değilim ve daha fazla yemek yemeye ihtiyacım yok. Çünkü çok yemek vücudu ağırlaştırıp olaylarla ilgilenmeme mani olacağı gibi sık sık tuvalete gitmemden başka bir şeye de yaramaz. Tuvalette ise sevmediğim şeyleri görmekten ve hoşlanmadığım ses­leri işitmekten başka bir şey yoktur,.
Kadınlar hakkında söylediklerine gelince, cinsi münasebet ak­lın yitirildiği anlardan biridir. Benim gibi bir halifenin, genç bir kı­zın önünde diz çökmesi kadar çirkin bir şey olabilir mi?
Şimdi kınanmış ve kovulmuş olarak kralına dön! Senin getir­diklerine ihtiyacım yok!
Sülük yoluna yeni girenlerden biri şunu anlatmıştır: Kasım el-Cû'i'ye giderek zühdün ne olduğunu sordum. 'Zühdün neyini soru­yorsun?' dedi. 'Dediler ki zühd, ümidi kısa tutmaktır1 dedim. 'Zühd konusunda duydukların nedir?' diye sordu. Ben de, 'Zühdün mal bi­riktirmeyi terketmek olduğunu söylediler1 dedim. 'Güzel, başka?' dedi. Ben de zühdle ilgili olarak bütün duyduklarımı ona anlattım. Sükut ederek beni dinledi. En sonunda, Teki zühd hakkında sen ne diyorsun?' dedim. Şöyle cevap verdi: Mide, kulun dünyasıdır. Kul, midesine sahip olabildiği ölçüde zühde sahip olur. Midesi ona sahip olduğu ölçüde de, dünya ona sahip olur!
Ümmetimizin hikmet sahiplerinden Vehb b. Münebbih de bu anlamda şöyle demiştir: Her şeyin iki ucu ve bir ortası vardır. Her hangi bir şeyi tek ucundan tuttuğunuzda diğer taraf sarkar. Orta­sından tuttuğunuzda ise dengede durur. Aynı şekilde mide de, uzuvların tam ortasmdadır. Onu iyi tuttuğunuzda uçlar da denge­de olur. Vücudun uçları ise, işitme, görme, konuşma organları ile avret mahalli ve ayaklardan oluşur.
Şeyhimiz İbni Salim de (ra) benzer manada şöyle demişti: Mide­ye, arzu ettiği doygunluğu verirsen, diğer uzuvlar kendi arzularının da gerçekleştirilmesini isteyeceklerdir. Bu durumda iyice azacak olan nefs de sizi helake sürükleyecektir. Midenin arzu ettiği doy­gunluğu tam vermediğiniz de diğer uzuvlar da, verdiklerinizle yeti­neceklerdir. Bu da kalbinizin istikamet bulmasına vesile olacaktır.
Bişr b. el-Hars (ra) hastalanmıştı. Tabip Abdurrahman'a kendi­sine iyi gelecek yiyecekleri tavsiye etmesini rica etti. Abdurrahman da ona şöyle dedi: Benden yiyecek tavsiye etmemi istiyorsun, ama söylediğimde onları yemeyi reddedeceksin! Bişr ısrar ederek 'Sen hele bir söyle de bileyim' dedi. Bunun üzerine Abdurrahman tavsi­yelerine başladı: Vücudunun düzelmesi ve tekrar eski sıhhatini ka­zanması için şu üçü gerekir: Mayhoş meşrubat içmen, ayva emmen ve bunların ardından isfîza yemen.
Bişr (ra), 'Mayhoş meşrubattan daha ucuz olup onun yerini tu­tacak bir şey biliyor musun?' diye sordu. Abdurrahman, 'Hayır1 de­di. Bişr, 'Ben biliyorum' dedi. Abdurrahman ne olduğunu sorunca da, 'Sirkeyle karıştırılmış hindiba' dedi. Ardından, 'Peki ayvanın ye­rini alacak ve ondan daha ucuz bir şey biliyor musun?' dedi. Abdur­rahman, 'Hayır1 deyince, 'Şam harnubu' dedi. 'Peki, isfizadan daha ucuz olup onun yerini alacak bir şey biliyor musun' diye sordu. Ab­durrahman yine 'Hayır1 deyince 'Ben biliyorum1 dedi. Abdurrahman, 'Nedir?' diye sordu. O da 'İnek yağından çıkan ekşi su' dedi.
Bu konuşmanın ardından Abdurrahman şöyle dedi: Tıbbı ben­den daha iyi biliyorsun, bana niye soruyorsun ki?
Kul aç iken cinsi münasebeti arzu ederse yemek yememesi da­ha doğru olur. Böylelikle, nefsinin iki arzusunu birden karşılama­mış olur. Cinsi münasebet arzusu, namusunu muhafaza etme gibi ulvi bir gayeye dayanıyor olabilir. Nefsin yemek arzusu ise, müna­sebete kadar rahatlamak içindir. Yemekle münasebeti birleştir­mek, iki şehveti birden tatmin etmektir. Bu ise, nefsi güçlendirecek ve alışkanlığını körükleyecektir.
Kul, yemeğin ardından uyumamahdır. Böyle yapması halinde gaflet hallerinden ikisine birden düşmüş olur. Bu da kaygısızlığa ve kalbin katılaşmasına yol açar. Yemekten sonra namaz kılmak, otu­rup zikretmek gibi bir amelde bulunmalıdır. Bu, yemekten dolayı gereken şükür haline daha uygundur. Bu meyanda Allah Resu-lü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeğinizi na­maz ve zikir ile eritin! (Yemekten sonra) uyumayın, yoksa kalpleri­niz katılaşır".
Yemekten sonra kılınacak namazın asgari haddi dört rekattir. Bundan sonra da yüz tesbihatta bulunur. Her yemeğin ardından Kui^an'dan bir cüz okumak güzeldir. Süfyan-ı Sevri (ra) karnının dolyduğu geceyi ibadet ile ihya eder, doyduğu günü ise namaz ve zi­kirle geçirirdi. O, bu halini şöyle misallendirirdi: Zenci doydu onu çalıştırın! Merkep doydu onu koşturun! O, açlık anında çok daha rahat görünürdü.
Bu yolu seçenler, ayda iki kez et ve yağlı yemek yemelidirler. Dört kez yemelerinde de bir mahzur yoktur. Selef-i Salih de böyle yaparlardı. Ali'nin (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kırk gün bo­yunca et yemeyi terkeden kimsenin ahlakı bozulur. Kırk gün sü­rekli et yiyenin de kalbi katılaşır. O, devamlı surette et yemekten sakındınrdı. Etin de şarap gibi bağımlılık yaptığı söylenmiştir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) Abadanlılar arasında yemeği azalt­makla tanınan zevata şöyle demiştir: Akıllarınızı muhafaza edin. Onları yağ ve yağlı etle buluşturun. Çünkü Allah Teala'nın hiç bir velisi eksik akıllı değildir.
Mürid tatlı veya meyva türünden bir şeyler yemek istediği za­man, bunları günlük ekmeğine karşılık olarak yemeli ve bununla açlık haline ara vermelidir. Yediği tatlı ve meyvalar, vücudunun ye­meğe ihtiyacı olduğunda kendisine destek olacaktır. Ama meyva yemeye alışmamalıdır. Çünkü bunda hem alışkanlık, hem de arzu­nun bir araya gelmesi sözkonusudur. Böyle yaptığı takdirde çabuk usanmaya başlayacaktır. Ekmek dışındaki yiyeceklerden bir veya iki kez tam doyduğu zaman, açlığı terketmeye yönelmesi veya ar­zusuna teslim olması sözkonusu olabilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra), şeyhimiz İbni Salim'i (ra) elinde ek­mek ve hurma ile görmüş ve şöyle demiştir: Yemeğe hurma ile baş­la. Eğer yeterse tamamdır. Aksi halde ihtiyacın kadar da ekmek yersin. Çünkü hurma mübarektir. Ekmek ise, uğursuzluktur. Bu­nunla kasdettiği, Adem'in (as) cennetten çıkarılışına ekmeğin se­bep-olmasıydı.
Hurmanın bereketi ise şundan kaynaklanmaktadır: Allah Teala KuVan-ı Kerimede kelime-i tevhidi hurma ağacına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi AUah Teala nasıl bir benzetme yaptı? Güzel söz (kelime-i tevhid), kökü yerin derinliklerinde sabit, dallan ise göğe uzanmış bir ağaç gibidir ki Rabbinin izniyle her za­man meyvesini verir". (Ibrahim/24-25) İbni Abbas (ra), ayette geçen 'güzel söz' ile kelime-i tevhidin kasdedildiğini söylemiş, güzel bir ağaç olan hurma ağacı gibi bu 'söz'den daha tatlı bir söz bulunma­dığını beyan etmiştir.
Meyveler içinde, hurmadan daha tatlısı yoktur. Allah Resulü (sav) de, yumuşaklığı, tadı, kuvveti ve kökünün sağlamlığı bakı­mından mümini hurma ağacına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: '"Yaprağının dökülmemesi bakımından mümin gibidir [40][40]
Sehl (ra) şöyle demiştir: Yiyecek bakımından sırf ekmeğe ba­ğımlı olmazsan, senin için daha hayırlı olur. Onun bu sözle vermek istediği mesaj, ekmeğin de zaman içinde nefs tarafından ısrarla aranan bir bağımlılık doğurması endişesidir. Bu tür bir endişeye mahal vermemek için yemeği çeşitlendirmekte yarar vardır. Bunu Ebu Bekir b. Cela'ya aktardığımda, ondan hoşlanmış ve bu sözün hikmet ehline ait olduğunu belirtmiştir. Bu, onun haline de uygun düşmekteydi.
Mürid, gıda ve yiyecekler arasında herhangi birinin kendisi için adet ve alışkanlık haline gelmesinden, kalbinin ona meyletmesinden, canının onu çekmesinden emin olamayabilir. Bu durumdaki kul, işe yeni başlamış, nefsin tuzak ve oyunlarından habersiz biri olabilir. Böyle bir kul, nefsin afet ve tuzaklarım idrak edemeyeceği için o tür yiyecekleri terketmesi kendisi için daha hayırlıdır. O, bu tür bir yiye­ceği Allah rızası için ve nefeine uyma endişesi ile terketmelidir. Nef­si onu arzu eder ve onu yemek isterse, sırf o yiyecek yüzünden kötü­lük kapılarından birini açmış ve dinini onunla değişmiş olur.
Kul, herhangi bir yiyeceğe bağımlılık derecesinde düşkünlük gösterdiği zaman, bunun için tevbe etmeye de muktedir olamaya­bilir. Çünkü o, arzularına uymak suretiyle şüphelere dalmış ola­caktır. Çünkü alışkanlık (=âdet), Allah Teala'nın akılları mağlup eden bir askeridir. Aynı şekilde bağımlılık (=ibtilâ) da, Allah Te­ala'nın ilmi çiğneyip ezen güçlerinden biridir. Böylesi durumlarda kulun istikamet bulması mümkün olmaz.
Adet ve alışkanlıklar olmasa, insanların hemen hepsi tevbekâr olurdu. Bağımlılıklar olmasaydı, tevbekârlar da istikamet üzere ol­mayı başarırlardı.
Bütün bunlar çerçevesinde kula düşen; helal ve temiz olsalar dahi nefsin alışkanlık ve bağımlılığına konu olan yiyecek ve içecek­leri terketmektir. Alışkanlıkları sürekli arama noktasında nefsin­den endişe etmeli, onun afet türü iddialarından sakınmalıdır. Bun­ları yaparken de, yukarıda zikrettiğimiz çerçevede kalbinin İslahı ve nefsinin teskini için gayret etmelidir. Böylelikle nefsi kendisine sahip olmadan o ona sahip olacak ve kendisini helak etmelerine fır­sat vermeden alışkanlıklarını terketmiş olacaktır. Alışkanlık ve ba­ğımlılıklarım terketmek suretiyle beşeri tabiatı ve arzularını yen­meyi de başaracaktır. Aksi takdirde o ikisine mağlup olması kaçı­nılmazdır.
Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: İhtiyaçlarımın çoğunu, on­ları terketmek suretiyle gideririm. Bu, nefsim için de daha rahat­latıcı olur. Başka biri ise şöyle demiştir: Arzularımı tatmin için bi­rinden bir ödünç isteyeceğim zaman, nefsimden istemeyi yeğler ve o arzudan uzaklaşırım. Nefsim, en iyi alacaklımdır. Böylesi durum­larda nefsin arzularını terketmek ve ona mani olmak, nefs için de gıda olur. Almak ve yemek nasıl alışkanlık ise, terketmek ve bırak­mak da alışkanlık haline gelir. Bu ise, kalbini düzeltmesine ve ha­lini bu şekilde edevam ettirmesine yardımcı olur.
İbrahim b. Edhem dostlarından yiyecek bir şey istediğinde, eğer 'Pahalı' derlerse şöyle derdi: Onu almayarak ucuzlatın! Ediplerden biri de bu anlamda şöyle bir mısra söylemiştir:
Bir şey bana pahalı geldiğinde onu terkederim, Pahalı olan da böylelikle çok daha ucuz olur.
Bu durumdaki kul, arzu ve şehvetleri Allah rızası için terket­miş, Allah Teala'nm âmil kullarından biri olur. Selef-i Salih'ten bir topluluk da Allah Teala'ya bu yoldan ulaşmaya çalışırlardı. Sayı bakımından giderek azalan bu insanların tuttukları yol da artık ta­mamen ortadan kalkmıştır. Onların ardından gelen ulema ise, ar­zularının peşine düşmüş ve bu sebeple de yukarıda anlattımız ma­kamlara yerleştirilmemişlerdir. Onlar bu yollara asla girmemişler­dir. Arzu ve şehvetlerin terki hakkında hiç konuşmamışlardır. Bu gibi olumsuz sebeplerden dolayı da anılan yoldan eser kalmamış,izleri bile tamamen silinmiştir. Yolun salikleri kalmadığı için, artık bilinmeyen bir yol haline gelmiştir. Kim bu yola girer ve onun icap­larını yerine getirirse onu meydana çıkarmış olur. Onu meydana çı­karan da o yolun ilk ehlini ihya etmiş sayılır.
Alimlerimizden biri Basralı müridândan birinden şunu naklet-nıişti: Nefsim pirinç unundan yapılmış ekmek ve balık yemek ko­nusunda benimle çekişmeye başlamıştı. İsteğini yerine getirme-dim. Bunun üzerine isteği güçlenmeye ve ısrarı artmaya başladı. î Yirmi sene boyunca bu arzuya teslim olmamak için onunla cihadettim.
Bunu nakleden alimimiz şöyle dedi: Bu mürid vefat ettikten sonra kendisini rüyamda gördüm ve 'Allah Teala sana ne yaptı?' di­ye sordum. Şöyle karşılık verdi: Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Öyle bir izzet-i ikramla karşılaştım ki tarif edemem. Beni karşıla­dıklarında ilk sundukları, pirinç unundan yapılmış ekmek ve balık oldu. Dilediğin kadar ye, afiyet olsun, dediler.
ÂlîarTTfeaîâ da bu fneyanda şöyle buyurmuştur: "Kendilerine şöyle denir: Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle yiyin, için!" (Hakka/24) Ayette bahsedilen kimseler, dünya hayatında terkettikleri arzu ve şehvetlerden dolayı ahiret yurdu­nun tükenmez rızıklarım haketmiş bulunmaktadırlar. Onlar, dün­ya hayatlarında açlık ve susuzluğu tercih ettikleri için, Allah Teala da onları yiyecek ve içecekle karşılamıştır.
Her amelin, ahirette kendi türünden bir karşılığı olduğu söylen­miştir. Bu anlamda Seri es-Sekatî şöyle demiştir: Otuz senedir de­ve budunu hurma balına batırıp yemek istiyorum. Ama her seferin­de de nefsimin bu isteği gerçekleştirmesine engel oluyorum.
Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle demiştir: Nefsin arzuların­dan birini terketmek, kalp için bir sene oruç tutup gece namazı kıl­maktan daha yararlıdır. Yie o başka bir vesilede şöyle demiştir: Ak­şam yemeğimden bir lokma eksiltmem, bir geceyi ibadetle geçir­memden daha sevimlidir. Görüldüğü üzere bu ifadelerde yemeği azaltma ve bedeni hafifletmenin tercihi sözkonusudur. Bunun bir diğer sebebi, tokluğa alışma korkusu da olabilir.
Ebu Bekir b. Celaşöyle demişti: Öyle birini biliyorum ki nefsi kendisine şöyle diyor: Senin hatırın için on günlük açlığa tahammül ederim. Ama ardından bana istediklerimi yedireceksin. O da nefsine şöyle karşılık verir: Senin on günlük açlığa tahammül et­meni istemiyorum. Arzuladığın şeyi terket, o bana yeter! __ - _.
Ablamın biri bana şöyle demişti: Rüyamda Allah Resulü'nü (sâv) gördüm. Kolumu kırbaçlamaya başladı. Bir yandan da şöyle diyor­du: Bu kadar acıkacak neyin vardı? Ama bana, açlığı terket buyur-madı. Eğer buyursaydı, belki de açlık halini terkederdim. Bu zat, bütün arzu ve şehvetleri terketmiş, otuz yıl sırf ekmek yemişti.
Cüneyd (ra) şöyle derdi: Onlardan biri namaza durduğu zaman, kendisiyle Allah Teala arasına yemek dolu bir zenbil koyarak Rab-bine yakarışın tadına varmak ya da hitab-ı ilahiyi işitmek isterdi. İnsan karnı, kirişleri olan bir uda benzer. Ondan çıkan sesin gü­zelliği, hafiflik ve inceliğinden kaynaklanır. Ud, içi boş olduğu için güzel bir ses çıkartır. İçi dolu olduğunda ağır olur ve durduğu yer­de hiçbir ses çıkarmaz. İnsanın içi de böyledir ve boş olması, kalp için daha güzel ve hoş olur. Karnı boş olarak Kur"an okuyan kimse­nin tilaveti daha güzel, kıyamı daha devamlı ve uykusu daha hafif olur.     _                                                                              ...--"'
Cüneyd'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: UtSe~eFGulam, Abdülvahid b. Zeyd'e şunu Söylemişti: Falan zat, kalbinde öyle bir noktadan bahsetti ki ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Abdülva­hid ona şöyle dedi: O zat, hurma yemez. Sen ise hurma yiyorsun. Utbe, 'Eğer hurma yemeyi bırakıp onun yediklerini yersem ben de o noktayı görebilir miyim?' dedi. O da, 'Evet, belki başka noktaları bile görebilirsin' dedi. Utbe, onun bu sözü üzerine ağlamaya başla­dı. Dostlarından biri şöyle dedi: Allah gözyaşlarını durdurmasın! Yoksa hurma için mi ağlıyorsun? Abdülvahid araya girerek, 'Onu kendi haline bırakın, nefsi hurma yemeyi bırakma hususundaki ih-lasını gördüğü için ona acı çektiriyor. O bir şeyi terkettiği zaman bir daha ona asla yanaşmaz!' dedi.
Şeyhlerimizden biri sıcak ekmek yerdi. Çünkü sıcak ekmekten zevk ve lezzet alırdı. Uzun yıllar bu adeti üzere devam etti. Niha­yet bu alışkanlığından dolayı kınandı. O da şöyle dedi: Nefsim yir­mi sene de sıcak ekmek yemeye tamah etse, bundan sonra asla ye­mem. O da muhtemelen nefsindeki arzunun şiddetinden, nefs ciha-dındaki kararlılığı ve nefsinin bu kararlılığı iyi bilmesinden dolayı ağlardı. Nefsi, verdiği söze sonuna kadar bağlı olacağını ve o lezzet­ten ilelebed ümit kesmesi gerektiğini iyi bilirdi. Bu ebedi mahrumi­yet de, onun gözyaşları dökmesine sebep olurdu.
Arzu ve şehvetler sınırsızdır. Halbuki kuvvet gibi ilim de belli sınırlara sahiptir. Nice düşük arzular vardır ki, çok ulvi mertebele­re mani olmuştur. Eğer arzulara gem vurmaz ve onları iyice bastır-mazsanız, rağbet edeceğiniz şeylerin en başta gelenini sunarlar. Arzu ve şehvetlerinizin ardının gelmesi beklentisiyle tevbeyi ihmal etmeyin. Çünkü nefsani arzu ve şehvetlerin, melekleri görünceye kadar duracakları son nokta yoktur. Ancak o noktada kaybolup gi­derler. Arzu ettiklerinizi yediğiniz zaman, onlara karşı istekli ol­mayın. Onalara karşı istekli olduğunuzda onları sevmeyin.
Eskiler şöyle demişlerdir: Ekmeğin üstünde yenen her şey hat­ta tuz bile arzu ve şehvetin eseridir. Biri daha ileri giderek şöyle de­miştir: Ekmek, arzuların en büyüklerinden biridir! Ekmeğin dışın­dakiler meyve türünden olup tad almak için yenilen gıdalardır. Ri­vayete göre Ibni Ömer (ra) şöyle demiştir: Ekmekle beraber bir meyve yenecekse, Irak'tan gelen meyveler bizim için ekmekten da­ha sevimlidir. Ekmek ise, canın azığıdır.
Allah Teala, fakir kulları için azığın orta karar olanım takdir et­miştir ki bu da ekmek ve süttür. Besinlerin üst sınırı et ve tatlıdır. Alt sınırı ise tuz ve sirkedir. Allah Teala, yemeğin en üst sınırını emretmemiştir. Çünkü bu zenginlere sıkıntı verecektir. Alt sınırını da emretmemiştir. Bu da fakirlere zor gelecektir. Bu nedenle de, bu ikisinin ortasını emrederek bir söz sahibinin ağzından şöyle buyur­muştur: "Kendi ailelerinize yedirdiklerinizin ortalamasından ye­dirmeniz". (Maide/89) Buradaki ortalama da, yukarıda işaret etti­ğimiz yiyeceklerdir.
Buraya kadar anlattıklarımız çerçevesinde, her hangi bir kul değişik tad ve lezzetlere bağımlı olduğu zaman bunu saklamayıp açığa vurmalıdır. Onları bizzat kendisi satın almalı ve halktan giz­lememelidir. Bu, ihlas ve samimiyetinin ifadesidir. Selef-i Salih de böyle davranırlardı. Amellerde yeterince mücahede edemiyor olsa da, halini olduğu gibi göstermede dürüst (=sıdku'l-hâl) olmalıdır. Eğer dürüst değilse, en azından kendi yalanında dürüst olmalıdır. Çünkü yalanda doğruluk, iki doğruluktan biridir.
Yalanı gizlemek, eksiltmek ve aksini göstermeye çalışmak, bir değil iki yalan sayılır. Böyle biri, kusurlu olduğu halde kâmil gibi görünmeye çalışmaktadır. Günah içinde olduğu halde, masum ha­vasına bürünmektedir. Bununki yalan üstüne yalandır. Bu sebeple de ilahi gazabı iki kez çekmektedir.
Allah Teala'nın münafıklara buğzetmesinin ardındaki hakikat da budur. Onlara dönük öfkesi iki kattır. Bu yüzdendir ki onlar için iki kez tevbe etmeyi farz kılmış ve iki şart koşmuştur. O bu meyan-da şöyle buyurmaktadır: "Şu kesindir ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bu­lamazlar". (Nisa/145)
Bu ayete göre münafıklar, kafirlerin bile altında yer almakta­dırlar. Bunun sebebi, kafirin bulunduğu halde dürüst ve samimi ol­masıdır. Onun içi dışı birdir. Münafik ise, inkar etmesine rağmen imana şirk koşmaktadır. İçi dışından farklıdır. Allah Teala'nın kal­bini görmesi tehlikesini hafife alıp insanların tepkisinden çekin­miştir. Allah Teala da onu aşağılamada daha ileri giderek bu halin­den kurtulabilmesi için iki kez tevbe etmesini şart koşmuştur. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Ancak tevbe edip hallerini düzel­tenler ve Allah'a sımsıkı sarılanlar ve bütün samimiyetleriyle sırf Allah'a itaat edenler müstesna". (Nisa/146)
Bu tarz bir imtihan, Allah Teala'yı layıkıyla bilenler için sözko-nusu olamaz. O'nu iyice akledenler de böyle bir aşağılamayla sı­nanmazlar. Kul, bir takıl lezzet ve arzulara düşkünlükle imtihan edilse de Rabbine hamdetmeyi bırakmamalıdır. Arif olanlar, bir ta­kım günahlarla imtihan edildikleri halde, insanlara gösteriş yap­makla sınanmazlar.
Selef-i Salih bu konuda iki yoldan birini tutmuştur: İlki, nefsle cihad etme ve arzuları terketme yoludur. Bazıları daha emin bul­dukları için bu hallerim gizler, bazıları da açığa vururlardı. Halle­rini açığa vuranlar, daha ziyade niyetlerinin sağlamlığından emin olan kimselerdi
Diğer yol ise, ulemadan bir topluluğun takip ettikleri bir yoldu. Bu alimler, türlü yemekleri yer ve bu konuda kısıtlama yapmazlar­dı. Bulduklarını yiyen bu kimseler, bunu halkın gözü Önünde yapa­rak nefslerini utandırmaya çalışırlardı.
Eğer ilk yola giremiyorsanız, o zaman ikinci yola girin. Bu, ha­liniz için daha güvenlidir.
Kul, çeşitli yemekleri gizli gizli yiyor ve bunu insanlardan sak­lıyor, hatta bunun aksi bir görüntü vermeye çalışıp zahidlik taslı­yorsa, şunu bilmek gerekir ki bu, yakini iman sahiplerine yakışan bir yol değildir. Dürüst sadıklar da böyle bir yola sapmaya tevessül etmezler. Bu yolu tercih edenler, doğru yollardan ayrılarak helak yollarına sapmış olurlar. Rehbersiz yollardan sakının! Aksi halde dar boğazlarda şaşırıp kalırsınız.
îsraiîiyat kaynaklarında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: İsrarla-ğullarmdan bir abid, seyahatinde belli bir ailenin arazisine ulaş­mıştı. Arazinin ortasında, gelip geçenlerin girdikleri bir yol gördü. Kendi kendine, 'Bu başka insanlara ait bir arazi, bu yola nasıl gi­rerim?' diye konuştu. Ama araziye girmeden çevresini dolaşmak da zahmetli görünüyordu. 'Herkesin gelip geçtiği bir yol, ben de geç-sem ne olur ki?' dedi ve şahıs arazisinin ortasından geçti.
Oradan ayrıldıktan bir süre sonra bu günahından dolayı ceza­landırıldı. Ama günahını unutmuştu. Hangi günahtan dolayı ceza­landırıldığını bilmek istiyordu. Neden sonra kendisine şöyle denil­di: Geçmemen gereken bir yoldan geçtin. Arazinin sahiplerinin iz­nini almaksızın özel araziden geçtin. İşlediğin günah buydu! O za­man günahını hatırladı ve şöyle dedi: Allahım! Sana özrümü sunu­yorum, ben oranın halk tarafından kullanılan bir yol olduğunu dü­şünmüştüm.
Allah Teala da ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu: Zalimler ne yol tuttularsa, onu Bana ulaştıran bir yola çeviriyorsun. Aldanı­şa kapılarak zalimlerin gittikleri yola giren kimse bu yaptığında mazur görülemez! Allah Teala bu vahyinden sonra o abidi şaşkınh-iğa itti. Abid, düştüğü bu şaşkınlık halinde helak oldu ve kendisine uyanları da helak etti.                                                     ___
Anlaşıldığı üzere yukarıda izah ettiğimiz yol, insanlara şirin gö­rünmeye çalışan, cahil ve dar kafalı kimselerin girecekleri bir yol­dur. O, arzu ve şehvetleri terkettiği havası uyandırarak insanların takdirini kazanmak ister. Halbuki kendi iç dünyasında vecd bakı­mından karanlıkta, yakin bakımından zaaftadır. Gözlerden ırak ol­ması da bu halini değiştirmez.
Selef-i Salih arasındaki dürüst insanlar, canlarının çektiği yiye­cekleri bizzat kendileri satın alır ve evlerinde de insanların görebi­lecekleri yerlere koyarlardı. Diğer insanlara rağbet ehlinden olduk­larını göstermekten çekinmezlerdi. Böyle davranmaları sebebiyle Allah katında da zahidlerden sayılmaları muhtemeldir. Onlar bu tür yiyecekleri yemek suretiyle kendilerini cahiller nezdinde aşağı­da göstermek ve bu sayede gerçek hallerini gizlemek niyetine sa­hiptiler. Böyle davranmak suretiyle gaflet ehlinin gıpta dolu bakış ve ilgilerinden azade olarak yakin makamlarım hızla geçer ve Mahbub ile birçok muamelede bulunurlardı.
Selefin bu kesimi, eşyada zühd sahibi zevattan oluşurdu. Ama onlar, zühdlerini en ileri derecede gizlemeye çalışırlardı. Zühdü giz­lemede varılabilecek en ileri derece, onun aksini izhar etmek ve züh­de konu olan şeylere düşkünlük göstermektir. Onlar, halkın zannet­tiğinin aksine satın aldıkları şeyleri kullanmaz ve yemezlerdi.
Dikkat edilirse bu, nefsle cihad etmekten daha çetin bir uğraş­tır. Çünkü burada nefse iki ağırlık yüklenmektedir: İlki satın alı­nan şeyden yararlanamamak, ikincisi de buna rağmen insanların gözünde derece kaybetmektir. Nefs, bir yandan satın alınan yiye­cek veya eşyayı yeme veya kullanma zevkinden mahrum olmakta, bir yandan da gösterdiği zühde rağmen halk nezdinde itibar kay­betmektedir. Bir anlamda sabır kâsesini iki kez yudumlamaktadır. Bu; arzu ve şehvetler noktasında dürüstlük gösteren sadıkların ve sağlam irade sahiplerinin halidir. Bu, bir bakıma gerçek zahidlere yakışan bir haldir.
Konuyla ilgili bir diğer mesele, bağış (='atâ) meselesidir. Ulema­dan bazıları bu tür bağışları açıktan alır ve gizli olarak dağıtırlar­dı. Bağışları almak, itibarlarını gölgeleyen bir davranıştı. Çünkü bunda dünya malına rağbet etme düşüncesi sözkonusuydu. Halbu­ki onu dağıtmada, gizli bir amel sözkonusu idi. Bağışı açıktan ka­bul etme, onu reddetmenin sağlayacağı itibarı ortadan kaldırmak­tadır. Aldıktan sonra dağıtmak ise, o parayla yapılabilecek zevkten mahrum olmak anlamına gelmektedir. Bu, nefse çok ağır gelen bir davranıştır. Zühd ulemasının izledikleri yol buydu. Bu yola kimse­ler, onun yardımıyla sıddıklar makamına bile yükselebilirler. Ama bu da, artık körelmiş bir yoldur.
Zamanımızda bu yolun izi dahi kalmamıştır. Ona girenler, an­cak birebir öğrenenlerdir.
Kari'ler ve fakihler tarafından en fazla çiğnenen, yapmacıklık ve insanlara şirin görünme gibi maksadlara götüren yollardır.
Cafer-i Sadık'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana bir şehvet musallat olduğunda derhal nefsime bakarım. Eğer onu ar­zuladığını gösterirse o şehveti gidermesine izin veririm. Böyle yap­mak, mani olmaktan daha hayırlıdır. Eğer onu arzuladığını gizler ve istemediğini ima ederse, onu mani olmakla cezalandırır ve o şehveti tatmasına asla müsaade etmem.
Bu sözün açıklaması şöyle yapılmıştır: Nefsin herhangi bir şeh­veti arzu ettiğini açıkça göstermesi, onu tadan biri olarak tanınma­yı önemsememesinden kaynaklanır. O, din sahipleri nezdinde böy­le bir şehveti tadıyor olarak bilinmek istediği için arzusunu açıkla­maktadır. Bir şehveti tatmayı arzu etmediğini ima etmesi ise, onu tadıyor olmakla tanınmak istememesinden dolayıdır. O, bu lezzeti tadanlar arasında görünmekten hoşlanmaması böyle davranması­na yol açmaktadır.
Cafer-i Sadık da (ra), nefse verilecek en güzel cezanın, sözkonu­su şehveti terketmek olduğunu bildirmiştir. Çünkü nefsin arzu et­tiği bir şehveti, başka şehvetleri için terketmesi, ardından da onu terkeden bir nefs olarak tanınmak istememesi bütün şehvetlerin anasıdır. Bu durumdaki nefs, hoşlanmadığı durumdan daha beter bir hale düşmüş olur. Kendisine bakılması ve halk tarafından övül­mesi arzusunu tatması, nefs için yenilebilir bir lezzeti terketmek-ten aldığı hazdan çok daha büyüktür. Bu duruma 'Gizli Şehvet' (=şehvet-i hafiyye) denilmiştir.
Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en çok endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir".[41][41] Riya; genellikle amellerde görülürken 'giz­li şehvet', arzu ve şehvetleri terketmekle tanınma ve bu şekilde ni­telenme arzusudur.
Alimlerden birine, zahidlerden biri hakkında soru sorulmuştu. Alim sükut etti. Soru sahibi, 'Onunla ilgili sakıncalı bir husus bi­liyor musunuz?' dedi. Bu ısrar üzerine alim şöyle dedi: Onunla ilgili olarak sakıncalı ve çirkin olarak bildiğim tek husus; yalnız ba­şına iken yediklerini, halk içinde yememesidir. Bildiğim tek kusu­ru budur.
Bu, gerçekten de önemli bir kusurdur. Çünkü sıdk sahipleri, halk içinde yediklerini yalnız başlarına iken yemezlerdi. Görüldü­ğü gibi onlar, yukarıdaki zahidin yaptığının tam tersini yapmak­taydılar. Kul, iki tür yemekle karşılaştığında hafif olanı tercih eder, ihtiyacı kadarını ondan karşılamalıdır. Böylelikle ağır olanı yemek­ten kurtulmuş olur. Ehli dünya ise, ağır yemekleri, hafiflerine ter­cih ederler. Böylelikle daha fazla yemiş ve şehvetlerinin azmasına katkıda bulunmuş olurlar.
Ariflerden biri mideyi ceviz çuvalına benzetmiştir. Çuvalda ce­viz alacak yer kalmayınca boşluklara susam doldurmaya girişebi­lirsiniz. Böylelikle çuvalın boş kısımları da susamla dolmuş olur. Mide de çuvala benzer. Ağır bir yemeğin arkasından hafif şeylerle doldurduğunuzda şehvetler yerlerini almaya başlarlar. Doyma ha­linden sonra, öncekine göre çok daha sağlam ve kuvvetli olurlar.
Araplar, yemeğin bu tarzım ayıplar ve asla böyle yemezlerdi. Yemekte izledikleri adet; genellikle etle başlayıp tiritle devam et­mekti. Iraklılar5! kınamak isteyen biri Nabatiler*den birine şöyle demişti: Yoksa sen de, yemeğe kebaptan önce tiritle başlayanlar­dan mısın?
Müridin önüne konulan iki yemek, hüküm bakımından eşit ol­duklarında veya müridin daha iyi olanı bırakma yönünde bir niye­ti bulunmadığında; eğer yemek arzusunu terketmiş ve bunun ar­dından kendisine ikramda bulunulmuş, kendisi de niyeti üzere sa­bit ise iki yemekten daha aşağı olanı yemişinde bir mahzur yoktur.
Sıdk ehlinden bir zat, kendi başına olduğu zaman lezzetli ye­mekleri terkeder ama halk içinde bir ikramda bulunulduğunda, ba­kışların üzerine yönelmemesi ve övgücülerin kalplerinin kendisine çevrilmemesi için hafifçe atıştırırdı.
Ebu Süleyman ed-Darani bu konuda şöyle demiştir: İnsanların arasında iken lezzetli bir yemek ikram edildiğinde onu yemeyen bi­ri olsanız dahi hafifçe alın ve nefsinizin tam olarak doymasına izin vermeyin. Böylelikle nefsinizin övülme arzusunu kursağına tıka­mış ve az bir şey yiyerek tadını damağında bırakmış olursunuz.
Müridin böyle yapması daha doğrudur. Çünkü Ebu Süleyman'ın bu durumdaki müridle ilgili şöhret arzusu yönündeki endişesi, gayet yerindedir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi kendisine ikram edilen bir yemeği açıkça reddeden kimse, bundan dolayı üstün sayılma gi­bi daha tehlikeli bir arzuyu tatmin etme konumuna düşebilir. Da­ha önce de ifade ettiğimiz üzere şehvetin bu türü, bütün şehvetle­rin anasıdır.
Kendisine ikram edilen yemeği yiyen mürid, nefsinin gayesine ulaşmasına izin vermek suretiyle onu hoşgörmüş olur. Oysa daha önce ihlası sebebiyle nefsini o yemekten mahrum etmekteydi. Bu­nu çok büyütmemek gerekir. Halkın deyimiyle, bir çocuk sebebiyle bazan bir hayvan doyar.
Yakini imanı çok kuvvetli, halkın bakışından iyice uzaklaşmış ve kendinden emin biri kendisine ikram edilen böyle bir yemeği ye-meyebilir. Bunu yaparken de, kalbi iman ile huzur içindedir. Çün­kü o, kendisine bakılmasından doğacak afetlerden arınmıştır. On­dan bir parça alarak kendini teselli de edebilir.
Bir diğeri, o yemekle ilgili olarak kendisini vera'dan uzaklaştı­racak bir hususa takıldığı için yemeği geri çeviren veya nefsiyle ci­hadı sürdürmek isteyen müridin halidir. Bu tür bir teklif, onun için Allah Teala tarafından gelen bir imtihan olup kulun nasıl davrana­cağının görülmesi istenmiş olabilir. Acaba ne yapacaktır? Bize göre bu durumdaki müridin yapması gereken; o yemeğe el sürmemesi, bir takım bahaneler bularak vaziyeti kurtarmaya çalışmasıdır. Böylelikle dikkat de çekmeyecek ve hiç kimse yemeği, nefs müca-hedesi sebebiyle terkettiğini düşünmeyecektir.
Bu mürid, iki hususu birden ifa etmiş olmaktadır: 1. Yemeği reddetme konusundaki kararlılığını ihlal etmeme; 2. Basit bir hile ile, halini halka ifşa etmekten kurtulma. Bunu; müridlerin izledik­leri bir yol ve takva sahiplerinin sıfatlarından biri olarak görebili­riz. Bu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi en alttaki yoldur. Eğer Al­lah Teala'nın yakınlığı ve bakışı güçlü olursa, hileye başvurmasına bile gerek kalmadan o vaziyetten sıyrılabilir. Allah Teala lütuf ve ikramı gereği, kulunu bunlara tevessül etmekten muhafaza ede­cektir. Bu da yukarıda son olarak izah ettiğimiz en üstün yol olup yakin sahiplerine mahsustur.
Müride ikram edilen yemek katı ve sert yiyecekler türünden ise, hüküm bakımından sakıncasız, şüpheden olabildiğince uzak ol­duğu için onu yemesi ilmen daha faziletli ve hal bakımından da da­ha arıdır. Kendi başına iken yediği de zaten o türden yiyeceklerdir.
Denildi ki: Kulun helalinden yediği ilk lokma, Allah Teala tara­fından geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Allah Teala da tad bakımından lezzetli, hüküm bakımından şüpheli bir lokma­yı terketmesi sebebiyle kula şükürle karşılıkta bulunur.
Sunulan lokma, hüküm bakımından mekruh ise onu Allah rıza­sı için terketm elidir. Bu da geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Çünkü Allah Teala çok Bağışlayan ve çok Şükreden'dir. Bunun izahında şöyle denilmiştir: Sayılamayacak kadar çok günah için Bağışlayıcı, basit ameller için dehi kuluna Şükredici'dir. Nasılolmasın ki? O, müminleri hidayet ve tevhid sahipleri, yediklerini iyi araştırmaları sebebiyle rahmet ve rüşd sahipleri olarak vasfet-miştir.
Allah Teala bu meyanda Ashab-ı Kehfin kıssasında şöyle buyur­maktadır: "Gerçekten onlar Rablerine tam iman etmiş gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini ve yakinlerini arttırdık. Kalplerine kuvvet ve metanet verdik de ayağa kalktıklarında dediler ki:". (Kehf/13-14) Ayağa kalktıklarında tevhid şehadetlerini tazelediler. Onların ayağa kalkışları da, yiyebilecekleri temiz bir rızık bulmak içindi. Nitekim kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "Şu akçeyi verip içimiz­den birini şehre gönderelim de baksın hangi yiyecek daha temiz ve helal ise size ondan rızık .tedarik etsin". (Kehf/19) Görüldüğü gibi şehre gönderdikleri elçiye, yiyeceğin helalini araştırmasını söylemiş­tirler. Çünkü onlar, yemekle ilgili hususlarda Rablerinin emrine uy­mak istemişlerdi.
Allah Teala, temiz ve helal rızkı, salih amellerin bile önüne koy­muştur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Temiz rızıklar-dan yeyin ve salih (amel) işleyin". (Müminun/51) Müminler, sahip oldukları vera' ve takvanın en tabii icabı olarak rızkın temizini ara­yacaklardır. Müminlerin yoluna girmek istiyorsanız, siz de böyle yapın. Böylelikle ahirette de onlarla beraber olursunuz. Sakın gü­nahkâr suçluların yollarına düşmeyin. Aksi halde onlarla birlikte hasredilirsiniz.
Buraya kadar anlattıklarımız müridlerin ve nefsleriyle cihad eden mücahidlerin perhizi hakkındaydı.
Perhiz konusunda ariflerin durumu biraz daha farklıdır. Onla­rın yeme konusunda fazla tecrübeleri yoktur. Onlar bir şey yedik­leri zaman, olabildiğince az yer ve çok şükrederler. Onlar Allah Te-ala'nın tecelli ettiği bir yer gördüklerinde onu her şeye tercih eder­ler. Aç kaldıklarında daha fazla amel eder ve sabrı elden bırakmaz.-lar.
Aişe (ra) Allah Resulü (sav) hakkında şunu anlatmıştır: "O, ev halkının yanına geldiğinde, Tiyecek bir şeyler var mı?' diye sorar­dı. 'Evet' derseler, oturup yerdi. 'Hayır1 dediklerinde ise 'Öyleyse oruçluyum' buyururdu. O'nu bir şey ikram edildiğinde, 'Oruca ni­yetlenmiştim ama' buyurur ve sunulanı yerdi".
Konuyla ilgili bir diğer hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) bu­gün evden çıktı ve 'Oruçluyum' buyurdu. Eve döndüğünde Aişe (ra) 'Bize hays (=tereyağı ve unla karıştırılan hurmadan yapılmış bir tatlı) hediye edildi' dedi. Bunun üzerine, 'Oruç tutmak istemiştim' buyurduktan sonra, *Yine de yanaştır" diyerek onu yedi. O'nunla Al­lah Teala arasında, oruç tutması ve tutmaması hususunda bir işa­ret vardı". [42][42] Yiyecek bir şeyin bulunması, orucunu açmasının işare­ti iken, bir şey bulunmaması oruç tutma işaretiydi.
Ariflerin kalplerinin de bu şekilde çekip çevrildiği söylenmiştir. O lamba (=Allah Resulü), şehadet ehlinin basiretlerini de aydınlat­maktaydı. Onlar da belli bir hale yaslanıp kalmaz, bir makamda donup kalmazlardı. Onların bu üç meziyeti, ancak şu üç hasletle gerçekleş ebilirdi:
1. Hevadan tamamen arınma ve nefsi alışkanlıklardan sakın­dırma;
2.Yemekte de, oruçta da niyet sahibi olma. Onların yemesi Al­lah rızası içindir. Her ikisindeki etken de aynı olduğu, yani Allah rızası olduğu sürece yemek yemekle oruç tutmak onun için farklı olmayacaktır.
3.Altı uzvu dikkatle gözeterek muhafaza etmek. Arif, üzerine farz kılındığı için oruç tutar. Bu onun için en faziletli olandır. Söz-konusu altı uzuv şunlardır: Göz, kulak, dil, kalp, eller ve ayaklar.
Midesi ve tenasül uzvu ile oruç tutmasa dahi, diğer uzuvlarıyla tut­tuğu oruç Allah Teala nezdinde daha kıymetli ve daha sevimlidir. Bunlara sahip çıkan arifin oruçsuz hali bile sırf iki uzvu ile oruç tu­tanların halinden daha üstündür.
Kişi, oruç tutmaya niyetli olarak sabahlayıp ardından bu üç sı­fat çerçevesinde yemek yerse, gizli şehvet tehlikesiyle karşılaşır. Daha önce de naklettiğimiz bir hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim için en çok endişelendiğim husus; riya ve gizli şehvettir". (36 no'lu dipnot) Allah Resulü (sav) gizli şehveti tefsir ederken şöyle buyurmuştur: "Sizden birinin oruç tutma niye­tiyle sabaha çıkması, ardından kendisine sunulan bir yemeği işta­hı çektiği için yiyerek orucunu açmasıdır.
Allah rızası için oruca niyetlenip de bu niyetini fesheden kimse için hiç bir fazilet sözkonusu değildir. Allah için tuttuğu orucu, O'ndan başka bir şey uğruna bozan kimse, ahirette bu hareketin­den dolayı kalbi ve uzvi cezalardan biriyle cezalandırılır. Bu, amel­lerin faziletlerini terketme cezasıdır.
Konuyla ilgili bir hadiste şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Alimin uykusu ibadet, nefesi tesbihattır". Bir defasında Bişr b. el-Hars'a (ra), Talan zengin, ömür boyunca oruç tutuyor* denilmişti. Şöyle karşılık verdi: Zavallı! Kendi halini bırakıp başkasının hali­ne girmiş! Halbuki ona düşen açları doyurmak, çıplakları giydir­mek ve ihtiyaç sahiplerini görmektir. Bu, onun için ömür boyunca oruç tutmasından daha hayırlıdır.
Yine Bişr (ra) şöyle demiştir: Zenginin ibadeti, çöplüğün üzerin­deki bahçe gibidir. Fakirin ibadeti ise, güzel bir kadının boynunda­ki mücevher gerdanlık gibidir.
Süfyan-ı Sevri (ra) Ebu İshak el-Firazi'yi ziyaret etmişti. Ken­disine bir tabak hurma tatlısı ikram edildi. Süfyan, 'Oruçlu olma­saydım yerdim' diyerek ikramı geri çevirdi. el-Firazi de şöyle dedi: Kardeşiniz İbrahim b. Edhem de gelip şu oturduğunuz yere otur­muştu. Aynı tabakla ona da hurma tatlısı ikram edilmişti. Hurma tatlısını yedikten sonra ayrılırken şöyle dedi: Buraya gelirken oruç­lu idim. Ama onu sizinle beraber yiyerek sizi mutlu etmek istedim. Bunun üzerine Süfyan da tabağı eline aldı ve yemeye başladı. Böy­le yaparak İbrahim b. Edhem'in edebine tâbi olmuş oldu.
Sehl (ra) hakkında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Ona marifet yolunun başlarında nasıl davrandığı sorulmuştu. O da riyazetin ve perhizin çeşitli türlerini anlatmıştı. Bu perhizler arasında şunları zikredebiliriz: Arabistan Kirazı'nın yapraklarını yemek; Üç yıl bo­yunca sadece incir çekirdeği yemek; Üç dirhemle üç yıl geçinmek.
Bunu nasıl yaptığı sorulduğunda ise şöyle demiştir: Her sene iki danik (=dirhemin altıda biri, 53 gram gümüş) değerinde hurma, dört danik tutarında da nebati yağ alır ve bu ikisini iyice yoğurur-dum. Ardından bu hamuru üçyüz altmış parçaya böler ve her gece bir parçasını yerdim. Kendisine halihazırda nasıl bir perhizi oldu­ğunu sorduğumda şöyle dedi: Artık her hangi bir zaman veya sımr koymaksızm sırf bulabildiğimi yiyorum.
Maruf el-Kerhi (ra) kendisine ikram edilen güzel ve temiz yiye­cekleri yerdi. 'Bişr kardeşiniz bunu yemiyor* denildiğinde ise şunu derdi: Sahip olduğu vera' Bişr kardeşimizi tutuyor. Sahip olduğum marifet ise beni rahatlatıyor! O, başka bir vesilede de şöyle demiş­tir: Ben, Mevlamın yurdunda bir misafirim. Verdiğinde yerim, aç bıraktığında sabrederim- İtiraz ve sitem benim neyime!
Bişr-î Hafi'nin canlarından biri şunu anlatmıştır: Bir gün yanı­na gittiğimde yemek yiyordu Bana, 'Sen de ye' dedi. 'Oruçluyum' deyince, bir parça uzattı ve 'Benim için ye' dedi. Verdiği parçayı ye­dikten sonra şöyle dedi: Böylelikle orucun afetinden kurtulmuş ol­dun ve beni sevindirdin.
Bişr (ra) oruca niyetli olarak sabaha çıkmıştı. O gün değerli dos­tu Feth el-Mavsıli kendisini ziyarete geldi. Hüseyin el-Meğazili şu­nu aktarmıştır: Bana bir avuç dirhem verdi ve 'Pazarda bulabildi­ğin yiyeceklerin en güzel ve temizlerinden, tatlıların en iyisinden ve kokuların da en güzelinden al da gel!' dedi.
el-Meğazili der ki: Daha önce böyle bir istekte bulunduğunu as­la görmemiştim. Sonra pazara gidip istediklerini getirdim ve o iki­sinin önlerine koydum. Feth el-Mavsıli ile beraber yediğini gör­düm. Oruca niyetli olmasına rağmen başkalarıyla da yemeği pay­laştığını görmüştüm.
Bu topluluktan bir zat şöyle demiştir: Mevlanız size bir para verdiğinde onunla dilediğinizi satın alabilirsiniz. Yiyecek bir şey verdiğinde ise onu yeyin ve başka bir şeye meyletmeyin.
İbrahim b. Edhem (ra) dostlarından birine birkaç dirhem ver­miş ve 'Bununla tereyağı, bal ve Horan ekmeği al' demişti. Dostu, 'Ey Ebu İshak, bu paranın aldığı kadar mı?' diye sordu. Şöyle kar­şılık verdi: Ne oldu ki! Bulduğumuz zaman biz de adam gibi yeriz! Bulamadığımızda ise adam gibi sabrederiz!
ibrahim b. Edhem (ra) bir yemek yaptırmıştı. Ama yemek çok olduğu için aralarında Sevri ve Evza'i gibi dostlarının da bulundu­ğu bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Kendisine, 'Bunun israf ol­masından endişe etmiyor musun?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: Yemekte israf olmaz. İsraf, ev eşyası ve giyim kuşamda olur.
Selef-i Salih'in bu konuda takip ettikleri yol işte böyle bir yoldu. Onları iyi tanıyan bir zat şöyle demiştir: Onlar göç yükleri bakı­mından bol, giyecek ve eşya bakımından dar idiler.
Allah Resulü (sav) devrinde adamın biri yemek pişirmiş ve dost­larını yemeğe davet etmişti. Geldikleri zaman, 'Ben oruçluyum' di­yerek sadece onlara buyur etmişti. Bu durum Allah Resulü'ne (sav) haber verildiği zaman şöyle buyurmuştur: "Kardeşiniz size bir ye­mek pişirdiğinde onu yemezsiniz. Orucunuzu açLp yerine başka bir gün tutsanız olmaz mı?"
Ulemadan bir zat hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bu zat, San'a şehrinde kadı idi. Bir gün San'a emirinin huzuruna çık­mıştı. O esnada emirin yemek vakti de gelmişti. Emir kendisini ye­meğe davet etti. Kadı, oruçlu olduğunu söyleyince emir yemeğe başladı. Bir yandan da kadı ile konuşuyordu. O sırada sofraya bir deve budu getirildi. Kadı yavaş yavaş kımıldamaya ve sofraya doğ­ru yanaşmaya başladı. Yemeğe katılmak üzere elini uzattığında emir, 'Oruçluyum demedin mi?' dedi. Kadı, 'Ey emir, tuttuğum bir kaza orucudur. Böyle bir devenin kazasına kimbilir ne zaman muk­tedir olabilirim?
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Kişi üstüne alın­madığı sürece arzular ona zarar veremez. Onlar, ancak kendileri için hırslananlara zarar verirler. Ebu Süleyman da dostlarını çağı­rır ve onlara en güzel yiyeceklerden ikram ederdi. Dostları da, 'Hem bizi sakındırıyorsun, hem de bizzat kendin ikram ediyor­sun?!' derlerdi. O da bu tür sözölere şöyle karşılık verirdi: Bu tür yi­yecekleri arzu ettiğinizi iyi biliyorum. Onları benim meclisimde yemeniz sizler için daha hayırlıdır. Zühd yolunda biri gelse, ona tuz­dan fazlasını ikram etmem.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Güzel yemekler ye­mek, kulda Allah Teala'dan razı olma melekesini geliştirir. Halife­lerden biri de şöyle demiştir: Suyu buzla içmek, şükrün daha halis olmasını temin eder!
Rivayete göre Allah Teala veli kullarından birine vahyederek şöyle buyurmuştu: İzzetim için uyanıklık (=fıtnat) lütfunu ve lüt­fün gizlisini idrak et! Ben bundan hoşlanırım. Veli, 'Ey Rabbim, uyanıklık lütfü nedir? diye sordu. Allah Teala da şöyle buyurdu: Üstüne bir sinek konduğunda, onu Benim kondurduğumu bil ve Ben'den onu kaldırmamı dile! 'Peki gizli lütuf nedir ey Rabbim?' di­ye sordu. Allah Teala da şöyle buyurdu: Sana haşlanmış bir nohut geldiğinde dahi, seni onunla hatırladığımı bilmen ve onun için Ba­na şükretmendir.
Peygamberlerden birine ise şöyle vahyedilmiştir: Hediyenin kü­çüklüğüne değil, onu verenin büyüklüğüne bak! Günahın da kü­çüklüğüne değil o günahı, aleyhinde işlediğin Zat'ın büyüklüğüne bak! Fakirlik veya ziyana uğradığında Beni yarattıklarıma şikayet etme! Kötülüklerin katıma yükseltildiğinde Ben seni meleklerime şikayet etmem! [43][43]



Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkla-rm temizlerinden yeyin ve şükredin". (Bakara/172) Görüldüğü üze­re 'yeym' emri, 'şükredin' emrinin önüne alınmıştır. Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl (yollarla) yemeyin". (Nisa/29) Burada da, haram ye­mekten sakındırma, insan hayatına son vermenin önüne alınmış­tır. Bunun sebebi ise; helal yemenin üstünlüğü ve müslümanlann mallarını batıl yollarla yeme günahının ağırlığıdır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişi, ken­di ağzına veya hanımının ağzına koyduğu lokma için bile sevap ka­zanır". [44][44] Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin kendine ve ailesine yedirdiği rızık, onun için sadaka gibidir". Allah Resulü'ne (sav) 'İman nedir?' diye sorulduğunda ise, "Yemek yedir­mek ve selam vermektir" buyurmuştur [45][45] Yine O, kefaretler ve de­receler hakkında konuşurken de, yemek yedirmeye ve insanlar uy­kuda iken teheccüd namazı kılmaya işaret etmiştir. [46][46]
Allah Resulü'ne (sav) kabul edilmiş haccın (=hacc-ı mebrûr) hangisi olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Yemek yedir­mek ve yumuşak söz söylemek". .
Rivayete göre İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Kişinin cömertliğinin ifadesi, yolculukta yanına aldığı azığın güzelliği ve onu arkadaşla­rına ikram etmesidir.
Ali (kv) de şöyle demiştir: Dostlarımı bir s (=yaklaşık üç kg) yi­yeceğin etrafina toplamam, bir köle azad etmemden daha sevimlidir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kenarda sofra hazırken namaz vakti geldiyse namazdan önce ye­meğe başlayın"[47][47]İbni Ömer (ra) kameti, hatta imamın kıraatini duysa dahi sofradan kalkmazdı.
Konuyla ilgili olarak Aişe validemiz (ra), Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "Yemeğin en faziletlisi, uzanan ellerin en çok olduğu yemektir". Allah Resulü (sav) Aişe (ra) hakkında şöy­le buyurmuştur: "Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir".[48][48]
Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuş­tur: "Yemekten önce alman abdest, fakirliği giderir. Sonra alınan ise, küçük günahları giderir ve gözü iyileştirir". Buradaki abdest ile kasdedilen, ellerin yıkanmasıdır.
Ahnıed b. Hanbel'den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Helalin­den ve temizinden yemek, Allah Teala tarafından amelin önüne ge­çirilmiştir. Nitekim O şöyle buyurmuştur: 'Temiz rızıklardan yeyin ve salih amel işleyin". (Müminun/51)
Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Yeme adabına güzellikle uymayan kimse, amel adabım da güzelce yerine getiremez. Yemekte yapma­cık davranan, amelde de yapmacık davranır. Başka bir defasında da şunu söylemiştir: Yemekte yerine getirilen şey, namazda da ye­rine getirilir.
Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Yaptığım her şeyde sabık bir niyetimin bulunmasını isterim. Yeme ve uyuma hususun­da dahi niyetsiz olmam. Selef-i Salih'in yemekli ilgili de salih bir niyetleri bulunurdu. Aynı şekilde açlıkla ilgili de salih bir niyete sa­hip olurlardı. Ahiret niyeti bulunmaksızın yenilen her yemek, alış­kanlık ve arzuların tatmini içindir. Ahiret niyeti bulunmaksızın aç kalan da, alışkanlık, arzuların tatmini ve insanlara şirin görün­mek gibi maksatlarla aç kalandır. Bunlar da nefsin gizli afetlerin-dendir.
Ahiret niyetiyle ve Allah rızası için yemek yiyen kimsenin gü­zelliği, ahiret niyetiyle ve Allah rızası için aç kalan kimsenin güzel­liği gibidir. Aksi halde dünya kapılarından birine girilmiş olur.
Yemek ve yemek yemek, farzdan sünnete, müstehaptan mekru­ha, cömertlikten ikrama dek uzanan yüz yetmiş hasleti barındırır. Bunları Selefin siretinde ve Arapların tarihlerinde görmekteyiz.
Sözkonusu hasletlerin başı, yenilen şeyin helal olmasıdır. Bir şeyin helalliğinin alametleri ise üçtür:
1.Yenilen şeyin kaynağı iyi bilinmeli ve ilim tarafından kötü ola­rak nitelenen şeylerle karışmış olmamalıdır. Sözkonusu şeyin kay­nağı, ihanet ve zulüm gibi unsurlara bulaşmış olmamalıdır. Kayna­ğı mubah olan bir şey, vasıtasının şer*i bakımdan mahzurlu olması nedeniyle onunla aynı hükmü taşıyabilir. Mahzurlu olması, heva-dan veya dini hafife almadan kaynaklanmış olabilir. Eğer kaynak hüküm bakımından sünnete uygunsa, mekruh bir sıfat taşımaz.
2.Yenilecek şeyi yerken iyilik ve takva üzere niyet sahibi olun­malıdır. Yemekte, Rabbine hizmet için takva ve istikamet üzere ol­ma yönünde bir niyet bulunmalıdır. Verilen nimetin, Nimet Ve-ren'den geldiği, O'nun eşi ve ortağı olmadığı iyi bilinmeli, verdiği nimetten dolayı şükredilmesi gerektiğine inanılmak, az çoğa, ka­naat hırsa, edep açgözlülüğe tercih edilmelidir.
3.Yemeğin başında elleri yıkamak müstehaptır. Yemekten sonra da elleri yıkayarak temizlemek gerekir. Yemeğin başmda besmele çekmek, sonunda da hamdetmek (=elhamdü lillah demek) gerekir.
Yemeği sağ elle yemek, tuz ile başlayıp yine tuz ile bitirmek gü­zeldir. Hiç bir yemeği yermemek ve kusur bulmamak gerekir. Hoş­landığını yeyip hoşlanmadığını terketmek doğru görülmemiştir. Ye­mekten kendine düşen paya kanaat etmek ve varolan rızka rıza göstermek de güzel görülmüştür. Yemek kabına uzanan ellerin faz-lalılığı teşvik edilmiştir.
Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: 'Temek vakti toplanın ki yemeğiniz bereketli ol­sun". Yemekte lokmaları küçük tutmak, iyice çiğnemek ve yemek
yiyenlerin yüzlerine bakmamak da tavsiye edilmiştir. İnsanların yediklerini gözetlememek gerekir,
Yemek sofrasında sol ayak üzerine oturmak ve sağı dikmek gü­zel görülmüştür. Bir yere yaslanarak veya uzandığı yerden yemek yememek gerekir. Yemeğe ilk başlayan olmamak ve ev sahibinden önce davranmamak tavsiye edilmiştir. Bu noktada büyüklere de öncelik vermek gerekir. İzlenmesi gereken kişi, arkasında namaz kılınan imam olabilir. Sofradakiler başlamaya sıkılıyorlarsa, yeme­ğe başlayan kimse, onları rahatlatmış olabilir.
Hurma ile çekirdekleri aynı kaba konmamalıdır. Bu ikisi aynı avuçta da tutulmamalıdır. Hurmanın çekirdeği ağızdan elin dış yü­züne konulmalı, oradan da atılmalıdır. Diğer çekirdekli yiyecekler de aynı şekilde yenir. Hurmaları tekli sayıda yemek de müstehap­tır. Bu sayı yedi, onbir veya yirmibir olabilir. Oruçlu, iftarını bula-bilirse tek bir yaş hurma ile açmalıdır. Bulamazsa kuru hurma ile açar. Onu da bulamazsa suyla açar.
Vehb b. Münebbih şöyle derdi: Oruçlunun gözü kayar. İftarım tatlı ile açtığı zaman gözü eski haline döner. Cemaat içinde iki hur­mayı birlikte yememelidir. Diğerleri de böyle yaparsa veya açlık halinden dolayı izin isteyerek yerse bunda bir mahzur olmaz. Kul, karnı doymadan, üçte biri ya da yarısı dolduktan sonra sofradan kalkmalıdır. Selef-i Salih'in sünnetleri böyle idi. Bize göre de bu miktarda yemek, sağlık bakımından da daha faydalıdır.
Tıp ehlinden bir bilge şöyle demiştir: Dermanı olmayan dert, ar­zu edinceye kadar yemek yemenıeniz ve -arzu ettiğiniz halde- ye­meğe el uz atmam anızdır. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denil­miştir: Her derdin anası, şişmanlıktır.
Konuyla ilgili olarak Aristo'yla ilgili şöyle bir hadise anlatılmış­tır: Büyük filozof Aristotales'in hizmetiçisi servet sahiplerinden bi­rine bir ihtiyaç için başvurmuş ve yardımcı olmasını istemişti. Ama adam, ihtiyacı giderme hususunda ona yardımcı olmadı. Hizmetçi, 'Belki bir gün efendime ihtiyaç duyarsınız' deyince zengin adam, 'Bizim ona ne ihtiyacımız olabilir ki?' dedi. Hizmetçi bunu Aristo'ya bildirdiği zaman büyük filozof şöyle dedi: Eğer acıkmadan yiyor, doymadan kalkıyor ve bu ikisi arasında da az atıştırıyorsa doğru söylemiş! Onun bize ihtiyacı olmaz.
Allah Resulü (sav) de bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Adem oğlunun doldurduğu en kötü kap karnıdır". [49][49]Yine O, şöyle buyurmuştur: "Adem oğlu, birkaç lokmacıkla sulbünü güçlendirdi­ğini zanneder".
Kişi yemeğin ve içeceğin üçte biriyle yetinmelidir. Allah Resulü (sav) bu üçte biri, açlığın dermanı olarak vazetmiştir. Yiyecek bir şey bulduğunuzda, onunla açlığınızı giderirsiniz. Bulamadığınızda ise yemek sizin için dert olur. Yemekte çekilen sıkıntı, açlıkta çeki­len sıkıntı gibi, hatta ondan daha büyüktür. Kişi, meyve dışında önüne getirileni parmaklarıyla yemelidir.
Meyve yerken el kullanılır. Diğer yemeklerde ise üç parmağı kullanmak gerekir. Bunun istisnası tirid yemeği olup onu yerken bütün parmaklar kullanılabilir. Tabağın en üst noktasından veya ortasından almamalı, aksine kenardan doğru yemelidir.
Yemek yerken susmamak gerekir. Çünkü bu, farisilerin adeti­dir. Buna uymamak için ortama uygun konularda konuşmalıdır. Eti bıçakla kesmemek gerekir. Bu, nehyedilmiştir. Eti, ısırarak ye­mek daha doğrudur. Aynı şekilde ekmeği de bıçakla kesmemek ge­rekir. Sofradakiler kalabalık, ekmek az olmadıkça yuvarlak somu­nu bölmeden yemek iyi olur. Aksi takdirde, ekmek parçalara ayrı­labilir.
Yemek öncesinde veya esnasında, 'buyrun yiyin' ifadesini fazla sık kullanmamak gerekir. Bu, sözün muhatabını utandıracak, hat­ta iştahını kaçırtarak sofradan kalkmasına yol açabilecektir. Yeme­ğe davet edilen kişi de, davet sahibini meraklandıracak şekilde çe­kingen davranmamalı, teşvik edici sözler söyletecek biçimde dav­ranmamalıdır.
Ediplerden biri şöyle demiştir: Yemek yiyenlerin en güzeli, da­vet sahibini meraklandırmadan yiyen, onu teşvik edici sözler söy­lemek zorunda bırakmayan kimsedir. Kişi, başkalarından çekindi­ği için sevdiği bir yemeği bitirmeden kalkma hatasına düşmemeli­dir. Çünkü, bu yapmacıklık ve insanlara şirin görünme gayretidir. Eğer o yemeği diğer kardeşlerini düşünerek bırakır veya başka bir din kardeşini kendine tercih ettiği için böyle yaparsa güzel bir dav­ranışta bulunmuş olur.
Kişi yalnız iken, alıştığı miktardan daha az yemeyebilir. Toplu­lukla beraber yerken, onlara katkıda bulunmak veya din kardeşle­riyle yemek yemenin faziletine ermek gayesiyle daha fazla yeme­sinde bir sakınca yoktur. Yemek esnasında su içmek tıbben de gü­zel görülmüştür. Ama yemeğin başında su içmemeli, yemek esna­sında veya sonunda da içeceğin dozunu kaçırmamalıdır. Yemek es­nasında içilen su hakkında, 'Midenin tabakçısı* denilmiştir. Bir ye­re yaslanarak içmek, mide için sakıncalı, tıbben de tavsiye edilme­miş bir davranıştır.
Bir yere yaslanarak veya yarı uykulu halde yemek yemek, sün­nete uygun değildir. Ancak daneli yiyeceklerden ise bunda bir sa­kınca yoktur. Nitekim Ali (kv) kalkanına yaslanmış halde kek yer­ken görülmüştür. Bir rivayette ise, yüzükoyun yediği söylenmiştir ki bu Araplar arasında yaygın bir alışkanlıktır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ye­meğinizi tartın ki bereketli olsun, hamuru da iyi yoğurun, çünkü o en büyük nimettir".
Kişi, toplulukla yemek yerken kendisine tabakta verilen yeme­ği, içinde artığıyla geri vermemelidir. Başka bir kardeşi, onda ye­mek var sanarak onu yiyebilir. Doğrusu, içinde artığı bulunan ta­bağı dökmesidir. Yağlı et, sirke ile terbiye ediler. Denir ki: Melek­ler, üzerinde sebze bulunan sofraya inerler. Konuyla ilgili bir riva­yette de şöyle denilmektedir: "İsrail oğullarına gökyüzünden indi­rilen sofrada şunlar vardı: Pırasa dışında her tür sebze mevcuttu. Ortada bir balık yardı. Balığın baş tarafında sirke, kuyruk tarafın­da da tuz vardı. Üzerinde yedi ekmek vardı ve bunlardan her biri­nin üzerinde de, iki zeytin, bir nar tanesi vardı". Bu, yemeklerin en güzelidir. Bu nimetlerin hepsi birarada bulunamadığı zaman ise üdebadan birinin aşağıda söylediği ile yetinilir:
Dostlarınızı bir yemeğe davet ettiğinizde, onlara hasramiyye ve borani ikram eder, yanına da buz gibi bir su koyarsanız ziyafeti ta­mamlamış olursunuz. Eşraftan biri de dostlarını yemeğe davet et­miş ve sofra için ikiyüz dirhem para harcamıştı. Bunun üzerine hikmet ehlinden biri kendisine şöyle dedi: Bu kadarı gerekmezdi. Ekmeğin taze, sirken ekşi ve suyun soğuk olduğunda yeterdi.
Başka bir zat ise şöyle demiştir: Yemeğin arkasından yenen tat­lı, çeşit çeşit yemekten daha iyidir. Sofraya iyice oturmak, ikiden fazla yemek bulundurmaktan daha hayırlıdır. Başka biri ise şöyle demiştir: Yemeğin üzerine içilen soğuk su, çeşit çeşit yemekten da­ha hayırlıdır.
Ebu Süleyman ed-Darani ise şunu demiştir: Bence güzel ye­meklerden yemek, kişinin Allah Teala'dan rızasını güçlendirir. Ha­life Memun ise şöyle demiştir: Buzlu bir su, Allah Teala'ya şükrün halis olmasını sağlar. Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa ko­nuğuna ikramda bulunsun" [50][50]
Yemeği süratle hazırlamak, konuğa ikramda bulunmanın ge­rekleri arasında sayılmıştır. Konuğa sunulabilecek yemeklerin en üstünü ettir. Etin en iyisi de, taze ve yağlı olandır. Etin arkasından bir de tatlı verilirse, konuklar için en güzel yemekler tamamlanmış olur.
Bu hususları genel hatlarıyla şu ayet-i kerimede de görmekte­yiz: "Sahi, İbrahim'in ikram gören misafirlerinin gelişlerinden ha­berin oldu mu?". (Zariyat/24) Ayette neden *Mükram=İkram gören' kelimesinin kullanıldığı hususunda iki görüşe yer verilmiştir: 1. İb­rahim'in (as) hanımı onlara bizzat hizmette bulunduğu için böyle denilmiştir. 2. İbrahim (as) onların yemeklerini süratle hazırlattığı için böyle denilmiştir.
Kıssanın devamında şöyle buyrulmaktadır: "'Selam sana!' dedi­ler. O da; '9ize de selam!' deyip çok geçmeden, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti". (Hud/69) Ayette ge­çen 'hanîz' kelimesi ile, körpe ve ahıra kapatılmamış dananın kas-dedildiği söylenmiştir. Allah Teala kıssanın bu bölümünü diğer bir surede şöyle tavsif buyurmaktadır: "Onlara yemek getirmek için gizlice (süratle) ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı ge­tirdi". (Zariyat/26-27) Ayette geçen 'Ravğ* fiili, süratle gitmek anla­mındadır. Gizlice gitmek, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bir tef­sirde ise, ibrahim'in (as) misafirlerine uyluk eti getirdiği, bunun da aceleyle getirilmesinden dolayı 'ıcl' olarak isimlendirildiği söylen­miştir. Ardından da getirilen eti, taze ve yağlı olduğu bildirilmiştir.
Allah Teala güzel ve temiz yiyecekleri vasfederken şöyle buyur­muştur: "Size kısmet ettiğimiz helal hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik". (Bakara/57) Ayette geçen 'menn' kelimesi ile bal, 'selvâ=bıldırcın' kelimesi ile de et kasdedil-miktedir. Etin 'selva' kelimesi ile ifadelenmesi, diğer yemekleri ta­mamen bastırdığı içindir. Et, diğer yemeklerin tamamından müs­tağni kıldığı için böyöle bir isimle anılmıştır. Hiç bir yemek, etin ye­rini alamaz.
Allah Teala bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Size verdiğimiz rızıkların helal ve temizinden yiyin". (A'raf/160) Et ve bal, insanlığa bahşedilen rızıkların güzel ve hoş olanlarmdandır.
Kişi, kendisini yemeğe davet eden dostunun evinde, kendi evin­deki gibi rahat davranarak yemeli, yapmacıklık ve şirin görünme çabalarına tevessül etmemelidir. Böyle davranışlar, yemekte riya ve güzel görünme kapsamına girer. Unutmamak gerekir kî, yemek de namaz ve oruç gibi bir ameldir. Amellerde niyet ve ihlas bulun­malıdır.
Kulun yemekle ilgili niyeti, Allah Teala'ya kullu edebilmek için enerji toplamak olmalıdır. Bir diğer niyeti, yemeği kardeşleriyle paylaşmak olabilir. Davetlerine icabet edip yemeklerini yemek, on­ları sevindirecek, cemaatin bereketinden de nasiplenmesini sağla­yacaktır. Allah Resulü (sav) cemaatin bereketine ederek şöyle bu­yurmuştur: "Cemaat, berekettir".[51][51]
Kul, davete icabet ederek sünnet-i nebevinin gereğini yapmalı­dır. Böyle bir davette yediği yemek sebebiyle sevap kazanacak, sün­net-i nebeviye uygun hareket etmiş olacaktır. Bütün bunlar, güzel ahlakın da icaplarındandır. Allah Resulü (sav) güzel ahlak hakkın­da şöyle buyurmuştur: "Kul, sırf güzel ahlakı ile gece ibadet edip gündüz oruç tutan kimsenin derecesine nail olur".[52][52]
Bir zat, üstteki hadisin açıklaması babında şöyle demiştir: Ha­diste bahsedilen, o kimsedir ki; dostlarından kendisiyle beraber if­tara veya sahura buyurmalarını rica eder. O, oruç tutma ve gece namaza kalma alışkanlığı olan biridir. Dostlarını davet etmek su­retiyle onların da bu ahlakla ardaklanmalarına yardımcı olur. Sathip olduğu bu güzel ahlak ile de, gündüzü oruçla, geceyi ibadetle geçiren kimselerin derecesine nail olur.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dostları tarafından davet edil­diği bir yere gidip nafile ibadete dalarak onlarla ilgilenmeyen, ken­disine sunulan yemekleri oruçluyum diyerek geri çeviren ve canı is­tediği halde yemeyen kimse; ne edep ne de sünnet ehlinden olma­dığı gibi insanlıktan da habersiz biridir! Böyle biri -eğer başka bir sebep mevcut değilse- ne övgüye değer, ne de yaptığı nafileden do­layı sevaba nail olacak biri değildir!
Cafer b. Muhammed (ra) şöyle demiştir: Dostlarım içinde bana en sevimli gelen; yemeği çok yiyen ve lokmayı büyük alandır. En ağır gelen ise, sofrada kendisini teşvik etmem zorunda bırakandır. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Kişinin dostuna duyduğu sevgi­nin işareti, onun evinde ikram edilen yemeği güzelce yemesidir.
Yemeğin azlığından veya sofradaki fakirleri kendine tercih et­mesinden dolayı yemeği az yemek güzel görülmüştür.
Süfyan-ı Sevri (ra) İbrahim b. Edhem (ra) ve arkadaşlarını ye­meğe davet etmişti. İbrahim (ra) ve arkadaşları yemeği az yediler. Sofradan kalkıldıktan sonra Sevri kendisine ^Yemeği az yediniz, acaba neden?' diye sordu. O da, 'Sen hazırlarken esirgediğin için biz de yerken esirgedik!' dedi. Bir süre sonra ibrahim b. Edhem (ra) Süfyan (ra) ve arkadaşlarını yemeğe davet etti. Sofrada yok yoktu. Süryan (ra), 'Ey Ebu İshak! Bunun israf olmasından endişe etmiyor musunuz?' deyince, İbrahim b. Edhem (ra) şöyle karşılık verdi: Ye­mekte israf olmaz!
Yemeği bitiren kişi, ellerini havluyla kurulamadan önce temiz­lemelidir. Sofrada dökülen kırıntıları da yemelidir. Bu kırıntıların, huriler için önden verilen mihirler olduğu söylenmiştir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Ağzını güzelce temizleyen kimse, köle azat etmiş gibi zevap kazanır.
Kul, helal bir rızık yedikten sonra şöyle denmelidir: "Elhamdü lillâhillezî bi-ni'metihî tetimmüs-sâlihât ve tenzilül berekât, Allâ-hümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muham­med, et'ımnâ tayyiben vesta'milnâ sâlihan= Nimeti ile salihatın ta­mama erdiği ve berekatn indiği Allah'a hamdolsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat etsin! Bize helal rızık yemeyi ve salih amel işlemeyi nasip et!" Yenilen helal rı-zıktan dolayı şükrü çoğaltmak gerekir.
Şüpheli bir rızık yiyen kimse ise şöyle dua etmelidir: "Elhamdü lillâhi alâ külli hâlin, Allâhümme alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, velâ tec'alhü kuvveten lenâ alâ ma'sı-yetike=Her halimizde Allah'a hamd olsun! Allah Teala, efendimiz Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat etsin! Allahım! bu yemeği Sana karşı günah işlemek için bizim için kuvvet sebebi kılma!" Bu durumdaki kul, hüzün ve bağışlanma dileklerini çoğaltmalıdır.
Konuyla ilgili olarak şöyle denildiği rivayet edilmiştir: "Sizden biri yemeğe davet edilip de ona icabet etmediğinde, 'afiyetle ye!' de­mesin. Umulur ki onu helal olmayan bir yerden almış olabilir. Sa­dece şunu desin: Allah sana temiz rızık nasip etsin! Sütlü yemek yi­yen biri de şöyle desin: Allahım! Muhammed'e ve O'nun yakınları­na salat et! Bize verdiğin rızkı bereketli kıl ve bize hayırlı rızık na­sip eyle!"
Aynı manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) sütlü yedikten sonra böyle derdi". Bunun sebebi, sütün diğer nimetlerden çok daha faydalı olmasıdır.
Kul, ilk lokmadan Önce 'Bismillah=Allah'm adıyla" demeli, ikin­ci lokmada "Bismillahirrahman=Rahinan olan Allah'ın adıyla" de­meli, üçüncü lokmayı alırken de, "Bismillahirrahmanirrahim=Rah-man ve Rahim olan Allah'ın adıyla" demelidir. Bardaktan su içer­ken üç nefeste içmeli ve ara vermelidir. İlk yudumda 'Elhamdü lil-lah=Allah'a hamdolsun", ikinci yudumda "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn= Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun", üçüncü yudumda da "Elhamdü lillahi Rabbil-alemîn er-Rahmanir-Rahim= Alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah'a hamdolsun" demelidir.
ilk lokmayı almadan besmele çekmek de yeterli ve güzeldir. Ye­mek bitirildikten sonra Ihlas ve Kureyş sureleri okunmalıdır.
Yemekten önce meyve ikram edilmesi daha münasiptir. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala bu sıralamayı şöyle bildirmiştir: "Bir de., tercih edecekleri meyveler ve canlarının çektiği kuş etleri". (Vakıa/20-21)
Dostları utangaç davrandıklarında veya teşviğe ihtiyaç duyduk­larında sofrayı onlardan Önce terketmemek gerekir. Kendisi az yi­yen biri ise, diğerleri yemeği bitirinceye kadar beklemelidir. Ya da
sofraya geç iştirak ederek yemeğini onlarla eşitlemiş olur. Konuk­ları alim kimseler ise, kişinin bu halini yadırgamayacaklardır. Sa-habe'den birçoğu da böyle yaparlardı.
Yemeğe davet ettiği dostlarına güzel görünmek için, bütçesinin üstünde para harcamak, borçlanmak, yemek parasını kazanmak için aşırı yorucu bir işte çalışmak veya şüpheli bir iş yapmak mek­ruh görülmüştür. Elindekileri dostlarına ikram etmeyerek tasarruf etmeye çalışmak veya ikram etmesi halinde ailesine dokunmaya­cak bir yiyeceği sırf kendine saklamak da hoş görülmemiştir.
Rivayet edilir ki: Bir adam Ali'yi (kv) yemek için evine davet et­mişti. Ali (kv) şöyle dedi: 'Davetini şu üç şartla kabul ederim: Sof­rana pazardan alınmış hazır bir yemek koymaman; Evindeki yiye­cekleri benden saklamaman; Davet yüzünden ailene zarar vermemen.
Selef-i Salih bir dostlarını yemeğe çağırdıklarında, evdeki her şeyi sofraya koyar veya her yiyecekten bir parçayı sofraya yerleşti­rirlerdi. Cömertliğiyle tanınan kabile şeyhlerinden biri, dostlarım yemeğe davet etmiş ve bir aşçı çağırtarak ve ona şöyle demişti: Da­vetlilere, yapabildiğin yemekleri söyle. Davet ettiği kimseler gele­rek seçtikleri yemekleri yediler. Yemeğin sonuna doğru ev sahibi geğirdi ve bir parça dizine düştü. Elini uzatarak onu aldı ve yedi. Ardından davetlilere şöyle dedi: Yemeği bol yiyerek bana yardım edin, Allah yediklerinizi bereketli kılsın! Selef-i Salih, onun bu ade­tini güzel görürlerdi.
Kişinin her hangi bir meclise tam yemek vaktini hesap ederek gitmesi sünnete uygun değildir. Çünkü bu sürpriz yapmak olup ya­saklanmış bir davranıştır. Allah Teala bu nıeyanda şöyle buyur­muştur: "Ey iman edenler! Yemeğe izin verilmeksizin, vaktine de bakmaksızın Peygamber'in odalarına girmeyiniz". (Ahzab/53)
Konuyla ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiş­tir: "Her kim davet edilmediği bir yemek için yürüdüğünde fasık olarak yürür ve yediği de kendisine haramdır". Ama yanlarına git­tiği kimselere sofrada tevafuk edip onlar da yemeğe katılmasını is­ter ve o da, yemeğe katılmasını samimi olarak istediklerini bilirse bunda bir mahzur yoktur. Bu tür tevafuklar, sürpriz babından sa­yılmaz. Eğer yemeğe katılmasını samimi olarak istemeyip adet yerini bulsun diye davet ettiklerini hissederse, onlarla yemek yemesi mekruhtur.
Kişi aç ise ve yemek vaktini kollamaksızm karnını doyurması için bir kardeşinin evine gitmişse bunda hiç bir sakınca yoktur. Ni­tekim Allah Resulü (sav), Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Ömer (ra), ka­rınlarını doyurmaları için Ensar'dan Ebu'l-Heysem b. et-Tıhan (ra) ve Ebu Eyyub el-Ensari'nin (ra) evlerine müteaddit defalar gitmiş­lerdir. Bu sahabilerin evlerine gidişlerinin tek sebebi, aç kalmış ol­maları idi.
Kişi, çıkmak üzere evin kapısına yönelen misafirine eşlik etme­lidir. Sünnete uygun olan budur. Misafirin, ev sahibinin iznini al­maksızın evden ayrılması sünnete uygun değildir. Misafir, konuk olduğu evde üç günden fazla kalmamalıdır. Bu sürenin uzaması ha­linde ev sahibinin sıkılması sözkonusu olabileceği gibi konuğunu evden çıkartması da mümkündür.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Birini ziyaret edeceğiniz za­man, yanınızda hazır olanı takdim edin. Size bir misafir geldiğinde ise evinizde ne var ne yok ikram edin. Seleften bir zat şunu naklet-miştir: Cabir b. Abdullah'a (ra) misafir olmuştuk. Bize ekmek ve tatlı ikram ettikten sonra şöyle dedi: Eğer sakındırılmış olmasay­dık size şirin görünmek için başka şeyler de sunmaya çalışırdık.
Rivayete göre Yunus (as), dostları tarafindan ziyaret edilmişti. Onlara arpa kırması ikram ettikten sonra bir de kendi yetiştirdiği sebzelerden pişirdi. Ardından şöyle dedi: Yiyiniz, eğer Allah Teala şirin görünmeye çalışanları lanetlemiş olmasaydı, ikramlarımla si­ze şirin görünmeye çalışırdım.
Enes b. Malik (ra) ve diğer sahabiler kendilerine konuk olan dostlarına kuru yemiş, kuru ekmek ve düşük kaliteli hurma tak­dim eder ve şöyle derlerdi: Şu ikisinden hangisinin daha ağır veba­li olduğunu bilemiyoruz: Kendisine sunulanı hakir gören mi? Yok­sa evindekini dostuna sunamayacak kadar değersiz bulan mı? Bu anlamda müsned bir hadis de rivayet edilmiştir. Enes (ra) ve diğer­leri, misafirlerine ellerinde bulunanı ikram eder ve, Temek için toplanmak güzel ahlaktandır derlerdi. Rivayete göre Allah Resu-lü'nün (sav) ashabı, ancak Kur'an okumak ve zikirde bulunmak toplanır, yemeği de topluca yerlerdi.
Yemeğe davet edilen birinin, davet sahibine belli bir yemeği önererek, 'Şunu isterim' demesi yakışık almaz. Bu, kanaatkârlığa da ters bir yaklaşımdır. Eğer iki yemek arasında seçimi sorulursa, ev sahibinin ulaşması daha yakın ve ona daha hafif geleni tercih et­melidir. Sünnete uygun olan da budur. Rivayete göre "Allah Resu­lü (sav) iki şey arasında serbest bırakıldığında, kolay olanı seçer­di".[53][53]
A'meş, Ebu Va'il'den şunu nakletmiştir: Bir dostumla Selman'ı (ra) ziyarete gittik. Bize arpa ekmeği ve ceriş tuzu ikram etti. Dos­tum, 'Şu tuzda kimyon olsaydı ne güzel olurdu' dedi. Selman (ra) bunun üzerine evden ayrıldı ve temizlik aracını rehin vererek kim­yon aldı. Yemeği bitirdiğimizde dostum şöyle dedi: Verdiği rızkı bi­ze yetiren Allah'a hamdolsun! Bunun üzerine Selman (ra) şöyle de­di: Eğer sana verilen rızık yetseydi, temizlik aracım rehincide ol­mazdı!
Eğer kişinin dostu, çok aşina ve yakın ise ona her hangi bir ye­mek önermesinde bir mahzur yoktur. Nitekim İmam Şafii (ra), ko­nuğu olduğu Za'ferani'ye böyle bir öneride bulunmuştur. Şafii, Bağ­dat'ta ona misafir olmuştu. Cuma namazı için evden birlikte çıkı­yorlardı. Namaza gitmeden önce, Za'ferani neler hazırlaması ge­rektiğini bir kağıda yazarak hizmetçisine veriyordu. Şafii bir gün hizmetçiyi çağırdı ve elindeki listeye baktıktan sonra, sevdiği bir yemeği ilave etti.
Za'ferani eve gelip de yemekleri kontrol ettiğinde kendi yazdır­madığı yemeği görünce şaşırdı ve hizmetçisine sordu. Hizmetçi du­rumu kendisine bildirince 'Listeyi getir* dedi. Listede Şafii'nin ey yazısını görünce sevindi ve o kadar hoşuna gitti ki, cariye olan hiz­metçisine, 'Allah rızası için seni azat ettim' dedi. İmam Şafii'nin bu hareketinden duyduğu mutluluk, o cariyenin azat edilmesine vesi­le olmuştu. Bu olay üzerine onun adı, Bağdat'ın batı kısmındaki Babü'ş-şa'îr'deki büyük girişe verilmiş ve o girişin adı Derbü'z-Za'feranî olarak bilinir olmuştur.
Kişinin her hangi bir yiyeceği canı çeker ve dostundan onu rica ederse bunda bir sakınca olmaz. 'Canının çektiği bir şeyi ona bildirerek hazırlatmasında da bir mahzur yoktur. Böyle bir ricayı kar­şılamanın faziletine dair bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlar­dan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim bir dostunun arzusu­nu tedarik ederse, kendisine mağfiret olunur".
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Mümin kardeşini mutlu eden kimse, Allah Teala'yı da mutlu etmiş olur".
Abdullah b. Zübeyr vasıtasıyla Cabir'den (ra) şöyle rivayet edil­miştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim din kardeşinin ca­nının çektiğini ona verirse Allah Teala ona bir milyon hasene yazar, onun bir milyon günahını siler, onu bin derece yükseltir ve onu üç cennetin meyveleriyle besler: Firdevs cenneti, Adn cenneti ve Huld cenneti".
Yemekten sonra dişleri temizlemek güzel bir alışkanlıktır. An­cak bunu, diğer insanların gözü önünde yapmamak gerekir. Elleri, tas içinde yıkamanın bir mahzuru yoktur. Balgamı tas içine boşat­mak, edebe uygun değildir. Bu meyanda Sahabe-i Kiram'dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Enes b. Malik (ra) Sabit el-Benani ile bir­likte yemek yemişti. Yemekten sonra ellerini yıkaması için Sabit'e su tası uzatıldı. Sabit, bundan imtina etti. Bunun üzerine Enes (ra), 'Bir kardeşin sana ikramda bulunduğu zaman, onu kabul et, sakın geri çevirme! O bu ikramı Allah rızası için yapar!' dedi.
Harun Reşid, Ebu Muaviye ed-Darir'i (ed-Darîr=görme Özürlü) yemeğe davet etmişti. Ebu Muaviye ellerini yıkamak için tasa uzattı. Elini dökülen su ile yıkadıktan sonra Harun Reşid, 'Ey Ebu Muaviye! Suyu kimin döktüğünü biliyor musun?' dedi. O da, 'Hayır ey müminlerin emin!' dedi. Harun, 'Müminlerin emiri!' dedi. Ebu Muaviye buna şöyle karşılık verdi: Böyle davranmakla ilmi ve ilim ehlini yüceltmiş oldunuz! Siz ilmi yüceltip ilim ehline değer verdi­ğiniz gibi Allah Teala da sizi yüceltsin ve değer versin!
El yıkamak için su döken hizmetçinin ayakta durmasını mek­ruh görürüz. Suyu oturarak dökmesi daha güzeldir. Aynı tasta iki veya üç kişinin aynı anda el yıkayarak suyun bir anda toplanması daha güzeldir. Tevazünün gereği de budur. Kendine başına olan bi­rinin el yıkadığı tasa sümkürmesi ve elini ağzını yıkadıktan sonra ağzını temizlemesinde mahzur yoktur.Halife Ömer b. Abdülaziz (ra) şehir valilerine gönderdiği bir ta­limatta şöyle demiştir: Sofradan kalkanlar için el yıkamak maksa­dıyla konulan taslar, iyice dolmadan kaldırılmasın. Sakın yabancı­lara benzemeyin! îbni Mesud'un da (ra)bu konuda şöyle dediği ri­vayet edilmiştir: Ellerinizi hep beraber aynı tasta yıkayın ve ya­bancıların adetlerini benimsemeyin.
Dişlerin arasında kalan yemek artıkları asla yutulmamalıdır. Bu, bir tür hastalıktır ve mekruh görülmüştür. Dişleriyle geveleye-bildiklerini yutmasında mahzur yoktur. Dişler iyice temizlendikten sonra, ağız güzelce çalkalanmalıdır. Ehli Beyt'ten bu konuda bir hadis nakledilmiştir.
Yemek bittikten sonra şöyle demelidir:
"Elhamdü lillahillezî et'amenâ ve sekânâ ve kefânâ ve âvânâ Seyyidenâ ve Mevlânâ kâfâ min külli şey'in ve lâyekfı minhu şey'ün, et'amte min cû'in ve emmente min havfin, lekel hamdü ve eveyte min yetmin ve hedeyte min dalâletin ve ağneyte min ayletin lekel hamdü hamden kesîren dâimen tayyiben nâfVan mübâreken fihi kemâ Ente ehluhû ve müstehıkkuhû, allahümme salli ala Muhammedin ve alâ âlihî ve et'ımnâ tayyiben ve'sta'milnâ sâlihan, ic'alhu avnen lenâ alâ tâ'atike ve ne'ûzü bike en nestetne bihl alâ ma'âsîke!
Bize yediren, içiren, yeten ve kucaklayan Efendimiz ve Mevla-mız Allah'a hamdolsun! Her şeye yeten ve hiç bir şeyin kendisine yetmediği (Allahım)! Açken doyurdun, korkudan uzak tuttun, hamd Sana'dır! Sahipsizken kucakladın, yoldan çıkmışken yol gös­terdin ve kimseye muhtaç etmedin, Sana hamdolsun! Bol, sürekli, güzel, faydalı ve en değerli hamd Sana olsun! Sen ona layık ve onu hakedensin! Allahım! Muhammed'e ve O'nun yakınlarına salat et! Bize temizinden yedir ve güzel amel nasip et! Yediğimizi Sana kul­luğumuzda yardımcı kıl! Ondan aldığımız güçle Sana isyan etmek­ten Sana sığınırız!"
Dostlarla birlikte yemek yemede üç fazilet mevcuttur. Cafer b. Muhammed'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dostlarınızla bir sofraya oturduğunuzda olabildiğince uzun oturun. Çünkü o, dünya­daki ömürlerinizden sayılmayan bir süredir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sof­rası önünde açık olan kimseye, o kaldırılıncaya kadar melekler salat etmeyi sürdürürler". Hasan el-Basri'nin de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: Kişi, kendisi, anne babası ve onlar dışındakiler yap­tığı bütün harcamalardan dolayı hesaba çekilir. Bunun tek istisna­sı, din kardeşlerini yemeğe çağırdığında yaptığı harcamadır. Allah Teala, bunun hesabını sormaktan haya eder.
Horasan alimlerinden biriyle ilgili olarak şöyle bir hadise nak­ledilmiştir: O, dostlarını yemeğe davet ettiği zaman, türlü yemek­lerden, kuru meyvelerden ve hububat yemeklerinden onsekiz kilo ağırlığında yemek sunardı. Yemeği bu kadar bol tutmasının sebebi sorulduğu zaman şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu bildirildi: "Dostlar yemeklerini bitirip kalktıkları zaman, o yemekten artanları yiyen kimse hesaba çekilmez". Ben de size böyle bol yemek hazırlıyorum ki arta kalanları -hesaba çekilme en­dişesi olmaksızın- kendimiz yiyelim.
Selef-i Salih'ten bir zatın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ki­şi, dostlarıyla beraber yediği yemekten dolayı hesaba çekilmez. Bu yüzdendir ki bazıları cemaatle birlikte çok yerken, yalnız yedikle­rinde az yemeyi tercih ederdi. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kul, şu üç şeyden dolayı hesaba çekilmez: Sahur ye­meği,iiftar yemeği ve din kardeşleriyle beraber yediği yemek.
Eğer davet sahibinin, artan yemekleri yeme yönünde bir niyeti yoksa, yenilebilecek kadarından fazlasını hazırlamak bize göre mekruhtur. Bu gibi durumlarda yemekten geriye bir şey bırakılma­ması daha güzeldir. Yemekten bir kısmının artması hususunda da­vet sahibi de ailesinin fertleri de müstesna tutulmamıştır. Aksi tak­dirde, sunulan yemeğin artması yönünde bir niyet olduğu anlaşıla­bilir. Yapmacıklık ve gösteriş maksadıyla yemeği tamamen yeme­mek de güzel bir davranış değildir. Kendisine yemek ikram edilen kişi böyle bir yaklaşım sezerse, vera' bakımından yemeği tamamen yemesini müstehap görürüm. Eğer yemek, bir kısmı yenilsin diye sunulursa, yapmacıklık ve gösteriş gündeme gelir ki vera' sahiple­ri buna asla tevessül etmezler. Takva ehli de bu tür bir yemeği ye­meyeceklerdir. Çünkü ev sahiplerinin ne kadarım yemelerini arzu ettiklerini bilmeleri mümkün değildir.
Ibni Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yemeğiyle övünen kimselerin  davetlerine katılmaktan menedildik.  Sahabe'den bir topluluk da, yemeğiyle övünen kimselerin sofrasında ye­mek yemeyi mekruh saymışlardır. Dostlarına bu niyetle ikramda bulunan kimsenin davranışı da mekruhtur. Çünkü böyle davran­makla hoş görmeyecekleri bir şeyi ikram ederek onları kandırmış olmaktadır.
Öte yandan, dostlara ikram edilen yemek, Allah rızası için su­nulmuş bir şeydir. Dolayısıyla onda istisnaya gitmek veya bir kıs­mının geri dönmesini beklemek, dilenciye vermek üzere bir somun veya başka bir şeyi getirmek için eve girip onu getirdiğinde dilen­cinin gittiğini görmesi üzerine onu tekrar içeri götüren kimsenin davranışına benzer. Bu tür davramş, mekruh görülmüştür. Dilen­ciye vermek üzere evden çıkartılan bir şey, bir daha o eve girmeme­lidir. Bu konuda şöyle denilmiştir: Kişi bu tür bir yiyecek veya eş­yayı, başka bir dilenciye vermek üzere ayrı tutmalıdır.
Hadis ehlinden bir zat, dostlarıyla yemek yediği zaman, bir so­mun kala yemekten kalkar ve onu yanında ayrı tutardı. Seyyar b. Hatim de, herhangi bir mecliste sofra kurulduğu zaman bir kaç lokma ve ardından, 'Benim payımı ayırın' derdi. Yine bir gün, bir cemaatle beraber yemek yiyordu. Tatlı geldiği zaman takkesini çı­kardı ve 'Payıma düşeni buna koyun' dedi.
Davetli dostların yemeklerini dağıtmadan önce, hane halkının paylarını ayırmak gerekir. Böylelikle yemeğin artması noktasında herhangi bir düşüncenin doğması engellenmiş olur. Çünkü bu mek­ruhtur. Belki yemekten hiç bir şey artmayacaktır. Bu da ev halkını sıkıntıya düşürecek, rızıklarını azaltacak ve yemek ikramıyla ka­zanılacak sevaptan daha ağır bir vebal yüklenilmiş olacaktır. Çün­kü böyöle bir durumda ev halkına zarar verme ve onlara eziyet et­me sözkonusudur. Böyle bir hataya düşen kimse, asıl vazifesini ih­mal etmiş olur. Davet sahibi, ancak yemelerim istediği yemekleri sunmalı ve yenilebilecek kadarıyla yetinmelidir. Bu konuda orta yol, sünnet ile fazileti birleştirmektir.
Rivayete göre Allah Resulü'nün (sav) sofrasında yemek arttığı asla vaki olmamıştır. Çünkü onlar, her konuda ihlaslı davranırlar­dı. Misafirlere, yetecek kadarını ikram eder, iyice acıkmadan yeme­ğe oturmaz, canları istiyorsa yemeyi bırakarak arttırmaz ve yetin­meyi bilirlerdi.
Yemeğin yetecek kadar ikram edilmesiyle ilgili söylediklerimi­zin arkasında yatan hakikat; sünnet-i nebevi gereği yemek arttır­maktan sakınmaktır. Yemeğin artması maksadıyla bolca ikram edilmesinin ardında da güzel bir niyet olabilir. Buna daha önce işa­ret etmiştik; dostların yemeğinden artan kısım, yenilmesi halinde hesaba çekilmeyeceği vaadedilmiş bir yemektir.
Toplulukla beraber olan biri, yemek servisinin geciktirilmesini istememelidir. Çünkü orada yemeğe acilen ihtiyacı olan biri bulu­nabilir. Ancak servisin ertelenmesi üzerinde görüş birliği etmişler­se, bu durumda da daha erken verilmesi istenemez.
Bir yanda kılınmamış bir namaz, diğer yanda da hazır bir ye­mek bulunduğu zaman şöyle yapılır: Canlan yemeği istiyor ve na­maz vakti de geniş ise yemek öne alınır. Yemeği pek arzu etmiyor­larsa veya namaz vakti iyice darsa, o takdirde namaz öne ahnır. Sofrada uzun süre oyalanma endişeleri olduğu zaman da namazı öne almaları daha doğru olur.
Yemeği yerde oturarak yemek müstehaptır. Allah Resulü (sav), kendisine yemek getirildiği zaman onu yere koyar ve diz kırıp otu­rarak yemeğini yerdi. Bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: Taslanarak yemek yemem! Ben bir köleyim ve kölelerin yediği gibi yer, kölelerin oturduğu gibi otururum".[54][54]
Allah Resulü (sav) yemek için muhtemelen diz kırarak ve sağ ayağını dikip diğerinin üzerine oturmuştur. Günümüze dek Arap-lar'm sofradaki oturma biçimleri böyledir.
Yemeği tepside yemek de sünnettir. Kişi, sofrası için güzel azık düzmelidir. Azıkların en güzeli ise takvadır.
Bize göre yüksek sofralarda yemek yemek mekruhtur. Çünkü Selef, yemeğin ellerin hizasından yukarıda olması hoş görmezdi. Bu, sonradan çıkmış bir bidat olup tevazuya da uygun değildir. Enes b. Malik (ra) Allah Resulü'yle (sav) ilgili olarak şöyle buyur­muştur: Allah Resulü (sav) yüksek sofrada ve küçük tabaklarda ye­mek yemedi. 'Peki siz nasıl yerdiniz?' diye sorulunca da şöyle cevap verdi: Biz tepsi üzerinde yerdik.[55][55]
Denildi ki: Allah Resulü'nün (sav) irtihalinden sonra görülen ilk adetler şu dördüdür: Yemek masaları, elekler, çöven ve sofrada doy­ma. Çovenle temizlik yapan kimse, işe sağ elini yıkadıktan sonra ağzım yıkamakla başlar, kuru çöveni sol avucuna koyup ağzını yı­kadıktan sonra iyice temizler ve ardından sol avucundaki çöveni ıs­latarak ellerini yıkar. Avuçlarını tekrar tekrar yıkamaz. Bu, vakar ehlinin tercih ettikleri temizlenme şeklidir.
Bir çok çeşit yemeğin bulunduğu bir sofrada, hafif olanla başla­mak gerekir. Daha hafif, daha güzel, daha güzel ise yemeye daha uygundur. Örneğin hem tirid, hem de kebap varsa, kebabla başla­mak daha doğru olur. Çorbayı da yemekten önce yemek gerekir. Arapların adetleri bu şekildedir. Böyle yaparak açlığı en güzel şe­kilde bastırmak ve rızkı da layık olduğu şekilde almak mümkün­dür. Yemeğin bu usule uygun olarak yenmesi, kazanılacak ecri art­tırıp yenilen miktarı azaltır. Hafif yemekten sonra ağır bir yemek yenecekse, yenilecek miktar elbette daha az olur.
Ehli dünya olarak nitelenen kimseler, yemeğe ağır çeşitlerden başlarlar. Böylelikle daha çok yemek ve şehvetlerini azdırmak maksadını güderler. Onlar, hafif yemeklere pek uzanmazlar. Böyle­ce daha hafif ve daha güzel olandan çok az nasiplenmiş olurlar. Bu ise, ahiret ehli nezdinde müstehap görülmemiştir. Davette birden fazla yemek sunulacak ise, bunların hepsinin bir yerde toplanması gerekir. Davetlilere mümkün olduğunca bilmedikleri yemekler su-nulmamalıdır.
Davette tek bir yemek türü bulunuyorsa, sadece o sunulur ve herkes onunla yetinir. Böylesi durumlarda ikinci bir yemeğin bek­lentisine girmek doğru değildir. Şeyhlerimizden biri, kendi şey­hinden şunu nakletmişti: Şamlı bir dostum, bana bir tür Şam ye­meği getirmişti. Kendisine, 'Bu yemek biz Iraklılarda en son su­nulacak yemektir' dedim. 'Evet, bizde de öyledir* dedi. Yanında yi­yecek başka bir şeyi bulunmamasından çekindiğimi görünce şöy­le dedi: En son Iraklı bir zatın evinde topluca yemekte idik. Çeşit çeşit yemekler sundu. Hepsinden azar azar alıyor, arkasından ge­lecek olanı bekliyorduk. En sonunda ellerimizi yıkamamız için su tası getiriliverdi ve başka yemek sunulmadı. Bu yemeği onun için şimdi yiyorum.
Tasavvuf ehlinden latife yapmayı seven bir şeyh şöyle demişti: Allah Teala bedensiz başlar yaratmaya muktedir olamaz mıydı? Bu söz üzerine o akşam yemek yiyemedik. Bir çokları, sahur yemeğini de kuru ekmekle geçiştirdiler.
Davet edilen kimseler, bütün yemeklerden yiyebilmeli ve sofra ancak bundan sonra kaldırılmalıdır. Davet ve yemek adabının ge­reği budur. Davette sunulan yemekler arasında bazıları, kişinin gö­zünde bazılarından daha lezzetli olabilir. İşte bu nedenle, yemekle­rin tamamı insanlara sunulmadan sofrayı toplamaya girişmemek gerekir. Karnı henüz doymamış biri, beğendiği yemeği sonda bul­duğu zaman yeterince yiyemediği için sofradan yarı aç vaziyette kalkabilir.
Bir dostumuz, sufîlerden es-Setturi'nin başından geçen şöyle bir hadise anlatmıştı. es-Setturi, ehli dünyadan birilerinin sofrasına misafir olmuştu. O, biraz cimri bir mizaca sahipti. Sofraya kızarmış bir deve konuldu. Davetliler etleri parçaladıkça, es-Setturi'nin yü­reği daralıyordu. Dayanamayıp, 'Hey hizmetçi, şunu içeri götürün, biraz da çoluk çocuk yesin' dedi. Onun bu isteği üzerine deve içeri taşındı. Süfyan-ı Sevri (ra) devenin arkasından gitmek üzere ayağa kalktı. Ev sahibi, 'Nereye ey Ebu Abdullah?' deyince, 'Çocuklarla be­raber yemeye' dedi. Bunun üzerine ev sahibi utandı ve misafirlerin doyuncaya kadar yemeleri için devenin getirilmesini emretti.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: Her kim birini yemeğe davet eder ve onun davete icabet etmemesini temenni ederse, o kimse de davete icabet etmezse davet sahibine bir günah yazılır. Eğer icabet ederse iki günah yazılır. İlk durumda günah yazılmasının sebebi şudur: Bu tür bir davette bulunan kimse, kalbinde bulunmayanı diliyle söyleyen biridir. Yapmacık bir davranış sergilemekte ve sa­mimi olarak yapmak istemediği bir fiil için övülmek istemektedir. Bu yüzden de kendisine bir günah yazılmaktadır.
iki günah yazılmasının sebebi ise şudur: Burada davet edilen kimsenin, davete icabet etmesi, onun için ikinci günahı teşkil et­mektedir. O, sözkonusu din kardeşini aslında istienmeyen bir şeyi yapmaya zorlamıştır. İçyüzünü bilmesi halinde raddedeceği bir işi yapmasına ön ayak olmuştur. Zahirde sergilediği tavırla ona karşı dürüst davranmamıştır. Çünkü o kardeşi kendisinin davete davete gelmesini arzu etmediğini bilse, oraya gidip onun yemeğini yeme­yecektir. Bu, davet sahibinin insanlar görsün-duysun diye yaptığı türden samimiyetsiz bir davettir. Bu da onun için ikinci bir günah olarak yazılacaktır.
Eskiler, yemek yerken yanlarına gelen biri olduğunda, yemeği­ni paylaşmasını istemedikleri bir kişi olduğunda onu sofraya davet etmezlerdi. Aksi takdirde gösterişte bulunmaktan ve o kimseleri hoşlanmayacakları bir şeye zorlamış olmaktan çekinirlerdi.
Bir topluluk Semir Ebu Asım'a misafir olmuştu. Semir, zahid bi­riydi. Onlar geldiğinde yemek yiyordu. Misafirlerine şöyle dedi: Borçlanarak almamış olsaydım sizi de buyur ederdim. Seleften bir zat, yapmacıkhk ve üzerine vazife olmayanı yapmaya girişmeyi (=te-kellüf) açıklarken şöyle demiştir: Kendi yemediğiniz bir şeyi dostu­nuza yedirmeniz tekellüftür. Kalite bakımından ve fiyat bakımından kendi başınıza iken yemediğiniz veya yiyemediğiniz şeyi, misafirini­ze de ikram etmeyin. Aksi takdirde tekellüfe düşmüş olursunuz.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: İnsanlarla dargın durulmasının sebebi, genellikle yapmacık ve zorlama davranışlardır. Her hangi biri dostu tarafından davet edildiği zaman, ona şirin görünmek için kendini zolayacak bir takım hazırlıklarda bulunan kimse, elbette onun tekrar gelmesini istemez. Selef-i Salih'ten bir zat, gelen misa­fire evde hazır ne varsa onun ikram edilmesini tavsiye etmiş ve bu­nun dostluğun devamlılığı ve ev sahibinin hoşnutluğu bakımından daha faydalı olacağım bildirmiştir.
Seleften bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Evime dostla­rımdan hangisi gelirse gelsin umursamam. Çünkü onlar için ken­dimi zora sokmanı. Evde hazır ne varsa ikram ederim. Hazır olma­yan şeyleri sunabilmek için kendimi zorlasaydım o zaman dostla­rımdan bıkar, tekrar gelmelerini pek istemezdim.
Şeyhlerden biri şunu anlatmıştır: Dostlarım içinde birine ken­dimi çok yakın hisseder ve ziyaretine sık giderdim. Ama o, her de­fasında kendini zora sokacak hazırlıklar yaparak bana şirin görün­meye çalışırdı. Bir gün kendisine şöyle dedim: Şimdi sana soraca­ğıma açık cevap ver! Evde kendi başınıza iken de bana sunduğunuz türden yemekler yiyor musunuz? 'Hayır!' dedi. Bunun üzerine şöy­le dedim: Kendi başımıza iken biz de size sunduğumuz yemekleri yiyemiyoruz. Peki neden sizde ve bizde buluştuğumuz zaman aynı şekilde davranmayıp kendimizi zora koşuyoruz? Bundan sonra ya birbirimizi ziyareti keseceğiz, ya da kendi başımıza ne yiyorsak mi­safirlikte de onu yiyeceğiz!
Dostum bu tavsiyemi benimsedi ve kendisini ziyarete gittiğim­de, evlerinde olanı ikram etmeye başladı. Belki de bu sebeple, dost­luğumuz çok uzun süreli oldu.
Yemeğe davet edilen kimsenin maiyetinde bir veya birden fazla insan varsa, yanındaki kimseyi veya kimseleri belirtmelidir. Bu, sünnetin ve edebin gereğidir. Eğer tek başına veya adlarıyla belli kimselerle birlikte davet edilmiş, bir kişi de arkalarına takılmışsa, o kimseyi davet sahibine bildirmelidir. Davet sahibi izin verirse oraya girmesinde bir mahzur olmaz. Aksi takdirde girmemelidir. Sünnetin gereği de budur.
Bir topluluk adına bir kimse davet edilmiş ve onlarla ilgili hu­suslar ona havale edilmişse, davete katılmadan önce ev sahibine katılacak sayıyı bildirmelidir. Böylelikle gerekli hazırlığın yapılma­sına imkan tanınmış olur. Genel bir davet olmaksızın birini çağıran kimse, davete kimlerin katılacağını ona bildirmelidir. Çünkü o da­vette karşılaşmak veya görüşmek istemediği bir kişi bulunabilir. Her hangi bir bilgi verilmediği zaman, kişi tek başına davet edilmiş olduğunu da sanabilir. Çünkü yemek bir yakınlık ve ilişkidir. Her­kes önüne gelenle yakınlaşmak ve ilişki kurmak istemez. Özellikle de toplumun önde gelenleri için bu geçerlidir.
Birinin meclisinde yemek yerken bir dilencinin yemek isteğine muhatap olan kimse, davet sahibinin izni olmaksızın hiç bir şey ve­remez. Aksine davet sahibinden müsaade isteyerek esas verenin o olmasını temin eder. Eğer davet sahibinin izni olmaksızın vermiş-se, sevabı davet sahibinin, vebali de onun olur.
Konuyla ilgili olarak Ebu'd-Derda'dan (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: Kendi sofrasında yemek yiyen biri, izni olmaksızın bir dilenciye yemek verdiğinde ona şöyle demiştir: Bu hareketinle be­ni zengin ettin! Yaptığın işin sevabı benim, vebali senin oldu!
Benzer biçimde, her hangi bir yere davet edilen kimse davet sa­hibinin iznini almaksızın üçüncü bir şahsı çağırmamalıdır. Yakan dostlarını davet eden biri, eve tanımadığı biri geldiği zaman yemek
 için onlarla beraber oturmayabildiği gibi o kimsenin ayrılmasını veya tek başına yemesini de isteyebilir.
Şeyhlerimizden biri Haleften bir zatla ilgili olarak şöyle bir ha­dise nakletmişti: O, sufi dostlarından bazılarını yemeğe davet et­mişti. Avamdan biri de davetliler arasında eve girdi ve onlarla bera­ber yemeğe oturdu. Davet sahibi, onun elini tuttu ve sofradan uzak­laştırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, yakın dostlarımız için hazırladığı­mız bir sofradır. Yanlarına başka birinin girmesi yakışık almaz. Ar­dından o şahıs için ayrı bir yemek hazırlattı ve onu ayrı bir odada oturttu. Hareketindeki kabalığı da bu şekilde telafi etmiş oldu.
Yemek yerken içeri her hangi biri geldiğinde sofrayı kaldırmak sünnete uygun değildir. Vakar sahiplerine de bu tür davranış ya­kışmaz. Çünkü gelen şahsın yemeğe ihtiyacı, yiyen kimseden çok daha hayati olabilir ve Allah Teala tarafından sınanmak için gön­derilmiş de olabilir.
Bir din kardeşinizi yemeğe davet ederken bir veya iki kez söyle­meniz gerekir. Bunun ötesinde ısrar etmek uygun değildir. Bu şekil­de ısrarla çağırmanız mekruh görülmüştür. Nitekim bu anlamda şöyle denmiştir: Din kardeşinize sıkıntı verecek bir ikramda bulun­mayın! Üç kezden fazla davet etmeyin! Israrın sınırı, üç ve daha faz­la defa çağırmaktır. Bu, kesinlikle edep ve terbiyeye uygun bir dav­ranış değildir. Rivayete göre, Allah Resulü (sav) de her hangi bir ko­nuda üç kez çağrılıp cevap vermediğinde bir daha çağnlmazdı.
Hasan b. Ali (ra) şöyle demiştir: Yemek, üzerine yemin edilme­yecek kadar önemsizdir. Bir keresinde şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Üzerinde iddiada bulunulmayacak kadar önemsizdir! Bu söz, müminin mümin üzerindeki hakkının büyüklüğüne işaret eden ve­ciz bir sözdür.
Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Bir kardeşiniz size geldiğin­de, 'Yer misin?' veya 'Bir şeyler hazırlayayım mı?' demeyin! Eviniz­de olanı ona ikram edin! Yerse ne âlâ, aksi takdirde kaldırın! Ha­san el-Basri (ra) ve Abdullah b. Mübarek (ra) öğle veya akşam ye­meklerini yiyecekleri zaman dış kapılarını açar ve o esnada biri ge­lirse, yemeği onunla birlikte yerlerdi. Kimisi de evin hol kısmında oturur ve kapıyı açık bırakırdı. Yoldan geçen herkesi yemeğe buyur ederdi. Yemek daveti hususunda Selef-i Salih'in izledikleri yol bu îdi; yemek yiyecekleri zaman kapılarını ardına kadar açar, zengin fakir demeden yoldan geçen herkesi sofraya davet ederlerdi.
Tabiun'dan bir zat şöyle demiştir: En hayırlılarınız, yemekleri­ni avluda yiyen, tabaklan en geniş ve kaymakları en tatlı olanlar­dır! En şerlileriniz ise, yemeği kapalı yerde yiyen ve tabakları kü­çük olanlardır!
Her kim birini yemeğe davet ederse ve en iyisinin onunla bera­ber yemek yememek olduğunu bildiği halde onunla yemeğini pay­laştığında mekruh işlemiş olur. Kişi, davet edenin sözünün altında­ki hakiki etkeni bildiğinde, onun yemeğini yememelidir. Eğer haki­ki anlamda bilmiyorsa, sözün zahirinden haraket ederek yemeğini yiyebilir. Bu noktada su-i zanda bulunmaya mahal vermemelidir.
Bir yolculukta adamın biri Ahnef b. Kays'ı yemeğini paylaşma­ya çağırmıştı. Ahnef, 'Belki sen de arızlardansın' dedi. Adam, 'On­lar da kimdir?' diye sorunca Ahnef şu cevabı verdi: Gönülden yap­mamalarına rağmen halk tarafından övülmek isteyenler!- Bu söz üzerine adam sükut etti. Ahnef de onun davetine icabet etmedi.
Süfyan-ı Sevri (ra) bir adamla yürüyordu. Adamın evinin kapı­sına geldiklerinde, 'Buyrun bir şeyler yiyelim! dedi. Süfyan, 'Sora­cağım şeye lütfen doğru cevap ver! Kalbine hangisi daha sevimli geliyor? Kalmam mı, yoksa gitmem mi?!' dedi. Adam sükut etti. Süfyan da eve girmeyerek oradan ayrıldı.
Kişi, çok yakın dost olduğu ve yemeğini yemesinden hoşlanaca­ğını yakinen bildiği kimsenin yemeğini onun izni olmaksızın yiye­bilir. Aralarındaki derin sevgi, iznin yerini alır. Muhammed b. Va­si' ve arkadaşları, Hasan el-Basri'nin (ra) evine girer ve buldukla­rını yerlerdi. Onlar yemek yerken Hasan (ra) gelirse çok sevinir ve şöyle derdi: Biz de böyle yapardık!
Rivayete göre Hasan el-Basri de (ra) semtindeki bakkaldan di­lediği gibi yer, bir sepetten incir, bir diğerinden fıstık alır yerdi. Ha-şim el-Evkas kendisine, 'Ey Ebu İshak, adamın malını izinsiz yi­yorsun? Olur mu?' dediğinde şu cevabı vermiştir: Bre gafil, Allah Teala'nın şu ayetini hiç okumadın mı? "Sizin de eşlerinize yahut ço­cuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden, annelerini­zin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerini-zin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtar­ları size bırakılmış sahip çıkmanız istenen yerlerden ve dostlarını­zın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61)
Hasan el-Basri (ra) ayetteki 'dost' kelimesini şöyle tarif etmiş­tir: 'Dost', nefsin huzur bulup kalbin itmi'nan bulduğu kimsedir. Böyle birinin yemek için izin istemesine gerek yoktur.
Süfyan-ı Sevri'nin evine bir grup gelmişti. Onu evde bulamadı­lar. Bunun üzerine kapıyı açarak içeri girdiler ve tepsiyi indirdiler. Ardından yemek hazırlayıp yemeye başladılar. O esnada Süfyan eve geldi. Onları bu halde görünce şöyle dedi: Sağolun, bana Se­lefin ahlakını hatırlattınız! Onlar da böyle yaparlardı.
Birkaç kişi, Tabiun'dan bir zatı ziyaret etmişti. Evinde yiyecek bir şey yoktu. Bunun üzerine çok samimi bir komşusunun evine gitti. Komşusu evde yoktu. Eve girdi ve pişmiş yemek bulunan bir tencere ve taze ekmek gördü. Bunları alarak evine götürdü. Yeme­ği ve ekmeği misafirlerine ikram etti. Bir süre sonra komşusu eve dönüp yemek dolu tencereyi ve ekmekleri göremeyince ev halkına sordu. Onlar da, olup biteni anlattılar. O da, 'İyi etmiş!' dedi. Kar­şılaştıklarında da şöyle dedi: Can dostum! Eğer misafirlerin tekrar gelirlerse, yine aynısını yapabilirsin!
Allah Resulü (sav) de, Berire'ye (ra) tasadduk ettiği etten onun izni olmaksızın yemiştir. Ama O, Berire'nin (ra) bunu bilmesi halin­de çok sevineceğini iyi bilmekte idi. O, Berire'nin (ra) pişirdiği eti yedikten sonra şöyle buyurmuştur: "Sadaka yerine ulaştı; onun için sadaka, bizim için de hediye oldu" [56][56] Yine O, başka bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Adamın adama elçisi onun iznidir". Yani, onun elçisini görmek, girmek için izin verildiğini gösterdiği için tekrar izin istemek gereği kalmaz.
Allah Resulü'nün (sav) fiilleri üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkan hakikatlardan biri de şudur: Bir adamın, onunla beraber ye­mek yemenizden hoşlanmadığını hissettiğiniz zaman onunla ye­mek yemeyin. Sözle müsaade etmiş olsa dahi, yememeniz daha uy­gundur.
Konuyla ilgili bir diğer misal de şu hadisedir: Seleften bir zat, birilerini yemeğe davet etmişti. Ama elçi, davetlilerden birini bula­mamış ve geç bir zamanda haber vermişti. Vakit iyice ilerlemiş ol­duğu için davetliler evden ayrılmışlardı. Sonradan haberi olan kişi eve yine de gitti. Kapıyı çaldı. Davet veren kişi kapıya çıkarak, 'Bir arzunuz mu var?' diye sordu. O da, 'Beni yemeğe davet etmişsin, geç öğrendim, şimdi gelebildim' dedi. Ev sahibi, 'Ama davetlilerin hepsi ayrıldılar* deyince geç kalan, 'Onların yediklerinden artan bir şey yokmu?' diye sordu. Adam da, 'Hayır* dedi. Teki kırıntı da mı yok?' deyince, ev sahibi 'Hiç bir şey kalmadı!' dedi. Geç kalan, 'Öy­leyse tencere diplerini alayım' dedi. Ev sahibi, 'Hepsini yıkadık' de­yince, Allah'a hamd ederek oradan ayrıldı.
Davete geç kalan bu zata, niçin bu kadar ısrar ettiği soruldu­ğunda şöyle demiştir: O kimse, bir ihsanda bulunmuş ve davetini belli bir niyetle yapmıştır. Sözkonusu zatın yukarıda gösterdiği zil­let ve alçalma hali, nefsinin izzet ve kibir derecelerinden iyice sıy­rıldığım göstermektedir. O, bu hali ile Ebul-Kasım el-Cüneyd'in hocası İbnul-Küdeyni'ye benzemektedir. Bir gün delikanlının biri ona, babasının davetini ulaştırmıştı. Çocuğun babası, bîr davette onu dört kez dışarı atmış, ama o her defasında yine gelmişti. Bun­lar, tevhid ile itmi'nan bulmuş ve Mevla'dan gelen imtihan ve bela­ları sebepleriyle müşahede edebilen nefslerdir. Tevazu ile yoğrul­muş ve zillet ile ezilmiş bu kimselerin nefsleri, ferdlere mahsus yal­nız bir yolun yolcusu, enderlere mahsus mücerred bir halin ehlidir.
Kibirli kimseler ise davetlere icabet etmezler. Bazılarına göre bu, izzet-i nefsle bağdaşmayan hareketlerdendir. Onlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben hiç bir davete icabet etmem! 'Niçin?' diye sorulduğunda ise şu cevabı vermiştir: Yufka ekmeği beklemek züldür! Kibir ehlinden bir diğerinin ise şöyle dediği nak­ledilmiştir: Ellerim başka birine ait tabağa uzandığında boynum da onun önünde eğilmiş olur!
Kibir ehli içinde, hakir gördüğü yoksulların davetlerine katıl­mayıp gözünde büyüttüğü zenginlerin davetlerine katılmaktan şe­ref duyan kimseler de vardır. Ehli dünya içinde bazıları da, ancak kendi seviyelerinde olan kimselerin davetlerine icabet eder ve da­ha aşağıda gördüğü kimselerin davetlerine katılmazlardı. Bütünbunlar, Allah Resulü'nün (sav) sünnetine aykırı yaklaşımlardır. O, kara bir kölenin davetine icabet ettiği gibi, yoksul birinin yemeği­ne de katılırdı.
Allah Resulü'nün (sav) konuyla ilgili hadislerinden biri şöyle­dir: Ne kötü yemektir o! Yoksulları dışlayıp zenginlere verilen ziya­fet yemeği![57][57] Yine O, davete icabet konusunda şöyle buyurmuştur: "Her kim davete icabet etmezse, Allah Teala'ya isyan etmiş gibi olur".[58][58]
Hüseyin b. Ali (ra) yol kenarında insanlardan dilenen bir yok­sullar grubunun yanından geçiyordu. O esnada, kumun üzerine yaydıkları bir takı ekmek parçalarını yiyorlardı. Hüseyin (ra) bine­ği üzerinde yanlarından geçerken, onlara selam verdi. Onlar da se­lamına mukabele ettiler ve 'Haydi Allah Resulü'nün kızının oğlu! Bizimle bir şeyler ye!' dediler. O da, 'Peki! Muhakkak Allah kibirle-nenleri sevmez!' dedikten sonra bineğinden indi ve onlarla beraber yere oturdu. Yemeklerini paylaştıktan sonra veda ederek bineğine bindi ve yoluna devam etti.
Bu hadisenin başka bir rivayetinde şöyle bir fazlalık vardır: Hü­seyin (ra) onlara, 'Ben size icabet ettim, siz de bana icabet edin' de­miş, onlar da 'Peki' demişlerdi. Bunun üzerine onları günün belli bir vaktinde yemeğe davet etti. Hüseyin'in (ra) evine gittiklerinde onun tarafından sıcak bir şekilde karşılanıp sofraya oturtuldular. Ardından da Hüseyin (ra), 'Ey Vâzât! Bugüne dek biriktirdiği ni­metleri getir ve sofrayı donat dedi. Cariye de, evdeki en kıymetli yi­yecekleri getirerek çok güzel bir sofra hazırladı. Sofra iyice bezen-dikten sonra Hüseyin (ra) de yoksul misafirleriyle beraber yemeğe başladı.
Ibnü'l-Mübarek (ra) dostlarına evinde bulunan hurmaların en kıymetli olanlarını ikram eder ve şöyle derdi: Kim daha fazla yer­se, ona çekirdek başına bir dirhem vereceğim! Sonra da fazla yiyen­lerin çekirdeklerini sayarak, bir o kadar dirhem verirdi.
Öğüt ehlinden bir zat şöyle demiştir: Yemek davetlerine katıl­mamın tek sebebi, bana cennet sofralarını hatırlatmasıdır. Çünkü oraki sofralar da, sıkıntı ve tasaya gerek kalmaksızın önünüze ko­nulacaktır. İşte bu nedenledir ki dostların toplu yemekleri hakkın­da şöyle denilmiştir: Yakınlık ve birbirlerine yeterlik buîunan dost­ların biraraya geldikleri sofra, dünyadan sayılmaz!
Sufllerden bir zat şöyle derdi: Ancak şu kimsenin davetine ica­bet edin ki o, siz yemek yerken sadece kendi rızkınızı yediğimizi ve sunduğu yemeğin kendisine tarafınızdan bırakılmış bir emanet ol­duğunu düşünür, emaneti kabul ettiğiniz için de kendisine iyilik et­tiğinize inanır!
İşte bu, davet sahipleri"arasında arif olanların ulaştıkları bir mertebedir. Davet edilenler arasında arif olanların derecesi ise esas davet edenin; el-Evvel, El-Mücîb, el-Ahir, el-Mu'tî, el-Bâtua, er-Râzık, ez-Zâhir olan Allah Teala olduğunu bilir. Sufilerden bazı­ları, dostlarını bu anlama gelecek şekilde imtihan etmişlerdir.
Bu çerçevede şöyle bir hadise anlatılmıştır: Adamın biri, sufi imamlarından birini, arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmişti. Müridler sofradaki yerlerini alıp yemeği beklemeye başladıkları za­man, şeyhleri çıkarak şöyle dedi: Bu davetin sahibi olan adam, sizi davet ettiğini ve yemeğini yiyeceğinizi sanan biridir. Bu yaptığında ona şahit olamayan kimseye burada yiyeceği yemek haramchrr Bu­nun üzerine bütün müridler ayağa kalktılar ve evi terkederek o kimsenin yemeğini yemeyi helal görmediler. Çünkü o kimseyi yap­tığı bakımından reşid olmayan bir çocuk hükmünde değerlendirdi­ler. Şeyhin sofraya oturmasının sebebi, onunla ilgili bu şahitliğin, kalbinde henüz sübut bulmamış olmasıydı. Onun bakışı, söz ve an­lamı tam olarak idrak edemediği için bu gecikme olmuştu.
Bir din kardeşiniz sizi yemeğe davet ettiğinde, bu davete katıl­manın onu çok mutlu edeceğini biliyorsanız, nafile orucunuzu aç­manızda bir mahzur yoktur. Bu bilginin kesinliğinden emin değil­seniz, yani size sadece 'Seninle yemek yemekten mutlu ederim' de­mişse, buna inanmanız ve hüsnü zan sahibi olarak buna hareket etmeniz gerekir.
Eğer bu konuda kesin bir bilginiz yok ve o da, bunu telaffuz et­memişse, nafile orucu bozmanız bize göre mekruh olur. Çünkü oruç, niyete dayalı bi ibadettir. O tür şaibeli bir davette ise önceden niyet mevcut değildir. Böyle bir durumda oruç daha faziletli olmaktadır. Kardeşinizin sofrasındaki yemek tirid bile olsa, oruçla ilgili niyet, salih bir niyettir ve kolay kolay bozulmamahdır.
Surîlerden biri, oruçlu olmadığı günlerde yemek yiyeceği za­man, cemaatla birlikte yemeyi tercih eder ve hem yediğini, hem de orucunu denklerdi.
Ibni Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hasenatın en faziletli olanlarından biri de, aynı meclisi paylaşanların birbirlerini zorlamalarıdır. Her hangi bir topluluğa belli bir yemeği yedirmek is­temeyen kişi, bu yemeği onlara açmamalı ve anlatmamahdır Ken­disi o yemekten yemiş olsun veya olmasın böyle davranmalıdır.
Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: Kendiniz yiyip ailene yedir­mek istemediğiniz bir yemeği, onlara anlatmayın ve yanınızda bu­lundurmayın.
Ameller niyetlere göredir. Buna göre, her hangi bir davete ica­bet eden müslümanın yedi tür niyeti olur. Herkes için niyet ettiği geçerlidir. Davete icabet etmek de bir tür ameldir. Davete icabetiy-le dünyevi bir çıkar elde etmeye niyet eden kimse için niyet ettiği dünyalık sözkonusudur. Davete icabet ile, ilahi rızayı esas alan uh-revi yarara niyet eden kimse için de ahiretlik sözkonusudur. Görül­düğü gibi davete icabet de, niyete göre değerlendirilen bir ameldir.
Davete icabet eden kimsenin kalbinden geçirdiği bir niyeti yok­sa veya her hangi bir illet sebebiyle fesada uğramışsa Allah Teala kendisine salih bir niyet nasip edinceye kadar beklemelidir. Her halükârda amellerin en faziletlilerinden biri sayılan davete icabet, niyetlerin en güzelini gerektirir. Ondan elde edilecek hasenat da bu niyete göre artacak veya eksilecektir.
Niyet, arzu ve hevadan arınmış olduğu zaman, kul da davette muhtemel günahlardan korunacaktır. Aksi takdirde oyun ve eğlen­ceden ibaret olacak, dünya kapılarından birini açmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Nefsin arzularını tatmini ve mide boşluğu­nun doldurulmasından öte gitmeyecektir. Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Kimin hicreti dünyaya ise ona ulaşır. Herkesin hicreti, hicret ettiği şeyedir".
Davete icabette bozuk bir niyete sahip olan kimse, bundan do­layı vebal yüklenir. Niyeti bulunmayan kimse de, olabilecek sevap­tan mahrum kalacaktır.
1. İcabetle ilgili niyetlerin ilki Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) itaattir. Bu niyetin dayanağı, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu­dur: "Davete icabet etmeyen kimse, Allah'a ve Resulü'ne isyan et­miştir".[59][59]
2. İkinci niyet, Allah Resulü'nün (sav) sünnetini ikame etmek­tir. Bunu da şu hadis-i şerifte görmekteyiz: "Kurâ'a bile davet edil-sem icabet ederdim".[60][60] 'Kura', Medine'nin birkaç mil ötesinde bir beldedir. Allah Resulü (sav) bir defasında Ramazan orucunu orada açmış ve namazı seferi hükümlerine göre kılmıştır. Başka bir ha­diste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Zirâ'a (=bir arşın) bi­le davet edilsem icabet ederdim".
Görüldüğü üzere bu hadiste, en yakındaki davete dahi icabet et­menin gereği vurgulanmaktadır. İlk hadis ise, uzaktan gelen dave­te icabetin gerekliliğini teyid eder mahiyettedir.
Tevrat'ta veya diğer semavi kitaplardan birinde şöyle denildiği bildirilmiştir: Bir mil git; hasta ziyaret et! İki mil git; cenaze teşyi et! Üç mil git; davete icabet et! Dört mil git; bir din kardeşini ziya­ret et! Bu ifadede, davete icabetin hasta ziyaretinden ve cenaze teş-yiinden daha uzak bir mesafeye konması, onun bu ikisinden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü davete icabette, yaşayan birinin hukukuna riayet ve bir davet sahibine cevap vermek sözko­nusudur.
3. Üçüncü niyet, Din kardeşine değer vermektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Mümin kardeşine değer veren, Allah Teala'ya de­ğer vermiş gibi olur". Hasan (ra) ve Ata'dan (ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kime di-lenmeksizin bir şey gelir ve onu reddederse, Allah Teala'nın verdi­ğini reddetmiş olur".[61][61]
Daveti reddetmek, bağışı geri çevirmekle aynı hükümdedir. Al­lah Teala'dan nakledilen kudsi bir hadis de bu esasa dayanılarak açıklanmaktadır. Sözkonusu hadiste Allah Teala Kıyamet günü ku­luna şöyle buyurmaktadır: "Aç kaldım Beni doyurmadın! Kul, 'Sen alemlerin Rabbi iken Seni nasıl doyurabilirim?'Allah Teala da şöyle buyurur: Müslüman kardeşin aç kaldığında karnını doyurmadın. Onu doyurmuş olsaydın, Beni doyurmuş olurdun!"
Bu hadisin zahiri/görünen anlamında müslümanm ne derece büyük bir saygınlığa layık olduğu vurgulanmakta ve Allah Teala onu Kendi yerine koymaktadır. Batıni/görünmeyen anlamında ise davete icabet eden kimseye, onu doyurma noktasında Allah Te-ala'nm manevi yardımı ima edilmektedir. Davete icabet etmeyen kimseler için bu tür yardım da sözkonusu olmamaktadır. Böylelik­le o, kendini dahi doyuramayan biri olmaktadır. Davete icabet et­meyen müslümanların hali budur. İyi düşünün!
4.Dördüncü niyet, mümin kardeşi sevindirmek, davete katıl­mak suretiyle mutlu etmektir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir mümi­ni mutlu ederse, Allah Teala'yı mutlu etmiş gibi olur".
5.Beşinci niyet, davete icabet etmeme halinde yaşayacağı kalbî tasayı ve nefsî kaygıyı gidermektir. Davete katılmayan kişi, hak­kında ileri geri konuşulacağı, türlü zanlar yürütüleceği gibi evham ve kaygılara kapılabilir. Hakkındaki iyi veya kötü her türlü zannı gidermek, kalp ve kafasındaki tasaları gidermek için davete icabet etmeli ve kendini bu tür gizli sıkıntılardan korumalıdır.
6.Altıncı niyet, davetine icabet etmek suretiyle kardeşini ziya­rette bulunmak. Kişi, davete icabet etmek suretiyle dostunu ziya­ret etmeye de niyetlenebilir. Böylelikle nafile bir amelde daha bu­lunmuş olur. Allah rızası için ziyaretleşmenin fazileti, O'nun dost­luğunun (=Velâyetullâh) bununla kazanılması ve Allah için sevi-şenlerin en önemli alametlerinin karşılıklı ziyaretleşme oluşu hu­susunda birçok bilgi mevcuttur. Ziyaretin bu türüyle ilgili olarak iki şart koşulmuştur: 1. Karşılıklı olarak Allah için harcamak; 2. Ziyaretleşmeyi Allah rızası için yapmak. Yemek türü davetlerde bu iki şarttan ilki olan harcama tahakkuk etmektedir. Davete katılan da Allah için ziyarette bulunma şartını tamamlamaktadır.
7.Yedinci niyet, şu hadiste beyan edildiği üzere gerçekleşir: "Davete icabet tevazudandır". Kibir ehlinin, davetlere icabet etme­yişlerini sebepleriyle açıklamıştık.
Bunlar, amelinde muvaffak kılman kullar için davete icabette sahip olmaları gereken yedi kalbî ameldir. Davete icabetinde varolan sevap vaadinden ziyadesi ile faydalanmak isteyenler bu yedi niyetle amel etmelidirler.
Aşırı derecede ihtiyaç sahibi olan bir fakir, evinde yemek yiye­bilmek için dostlarından birinin evine davet edilmeksizin gidebilir. Bu, iki şarta bağlıdır:
1.Yiyecek namına hiç bir şeyinin bulunmaması;
2. Yiyeceği o yemekle dostunun sevap kazanmasına niyet et­mek.
Dostunun yemeğini yemeye giden kimse, bu hareketiyle ona se­vap kazandırmış olur. Bu, iyilik ve takva üzere yardımlaşma ifade eden bir davranıştır. Ayrıca, yoksula yedirmeye teşvik babında de­ğerlendirilmesi de mümkündür. Bu şekilde bir dostunun yemeğini yemeye giden şahıs, diğer fakirlerden farksızdır. Çünkü dostu, onun gerçek halini bilmemektedir. Bilmesi halinde, ona yemek ik­ram etmenin kendisini çok mutlu edeceği aşikârdır. Yemeğe giden kişi, dostunu mutlu etmesinden dolayı da Rabbi katında sevap ka­zanmaya adaydır.
Selef-i Salih'ten bir topluluk böyle davranmışlardır. Bu çerçeve­de Seleften çeşitli bilgiler nakledilmiştir. Bunlardan birinde, Avn b. Abdullah'ın üçyüz altmış dostu olduğu ve her gün onlardan birine misafir olduğu bildirilmektedir. Bir diğerinin ise otuz dostunun ol­duğu, her günü ayrı bir dostunda geçirdiği bildirilmiştir.
Selef, bu ulvi ahlaka çok değer verir bunu, kazanç peşinde koş­maktan daha önemli görürdü. Onların kazançları, kardeşlerinin kazançları idi. Bu tarz yaşayanlar, kazanç ve birikim ardında koş­mazlardı. Dostlarının onlarla ilgili salih bir niyeti olur ve onlar da kendilerinden bunu rica ederlerdi. Görecekleri yardım ve barınma­yı da onlara taksim ederlerdi. Selef için, amellerin en faziletlisi buydu. İhtiyaç sahipleri, dostlarının davetlerine icabet etmek ve evlerinde kalmak suretiyle onlara değer verirlerdi.
Said b. Ebi Arube, evine gelen dostlarına yemek ikram etmez, her şeyi açığa koyar, hiç bir yeri kapalı tutmayarak dilediklerini di­ledikleri gibi almalarını sağlamaya çalışırdı. Mutfağında et varsa et, tatlı varsa tatlı, her şey açıkta dururdu. Eşya ve giyeceklerle il­gili olarak da böyle yapardı. Evindeki her şey, açıkta ve görülüp alı­nabilecek şekilde dururdu. Said'in evine giden bir dostu, etten bir parça keser, kızartıp yer veya bulduğu başka bir katıkla ekmek yerdi. İsteyen, açıkta duran elbiselerden dilediğini alır ve giyip gi­derdi. Bunlar Said'in evinde serbestti. Dileyen dilediğini yer veya giyerdi.
Dostunun evinde süreklilik üzere kalanlar da vardı. Bunlar, dostlarının gösterdiği bir odada yaşarlardı. Evi kendi evleri gibi gö­rür, vakitlerinin çoğunu evde geçirirlerdi. Ulemadan bir zat şöyle demiştir. İki yemek vardır ki müslüman bunlardan dolayı hesaba çekilmez: Sahur yemeği ve değer verdiği dostlarının evinde yediği yemek.
Bir topluluğun yanında yemek yiyen kimse şöyle demelidir: Ye­meğiniz oruçlular için iftar olsun, hayır sahiplerine nasip olsun ve melekler de sizlere sal at etsin! Başka bir rivayette ise şöyle denme­si tavsiye edilmiştir: Öyle bir kavmin salatı üzerinize olsun ki on­lar günahkâr değil hayırseverdirler, azgın değildirler, geceyi na­mazla gündüzü oruçla geçirirler! Sahabe-i Kiram yemeklerini ye­dikleri kimselere böyle derlerdi. [62][62]


Çoğu kimse, yemekten sonra el yıkamayı edebine uygun olarak ya­pamaz. Yemek yemenin sünnetleri iyi bilinmediği gibi, el yıkama adabı da pek iyi bilinmez. Ellerini çövenle yıkayan kimse, yemek yerken kullandığı üç parmağını yıkayarak başlar. Ardından kuru çöveni sol avucuna koyarak dudaklarının üzerinden gezdirmelidir. Ağzını parmaklarıyla güzelce yıkamalıdır. Dişlerinin iç ve dış yüz­lerini de güzelce temizlemelidir. Damak ve dil de iyice yıkanmalı­dır. Bu temizliğin peşinden parmaklar su ile yıkanmalıdır. Kalan kuru çövenle, parmakların iç ve dış kısımları güzelce ovularak te­mizlenmelidir.
Bundan sonra ağza bir daha çöven konulmamalıdır. Temizlikte iki kez yeterlidir. Davetine gelen dostların ellerini yıkayacak kim­se, ellerine temiz su döker. Bu, edebin gereğidir. Davet sahiplerinin sürekli daha güzel olam aramaları, bu gibi davranışlarında kendi­ni gösterir. Riayet ehlinin edebi gözetmeleri de bu şekilde açığa çı­kar. Konuyla ilgili olarak ariflerden bir zat şöyle demiştir: Dostla­rını yemeğe davet edip en güzel yiyecekleri sunan, ardından tathlar ikram eden bir kişinin, ellerini ve ağızlarını yıkamaları için mi­safirlerine tuzlu su ikram etmesi, adabı gözetme ve inceliklere ri­ayette gösterdiği kusura bağlanır. [63][63]


Konuyla ilgili hadis ve haberlerin bir kısmını bu faslın muhtelif yerlerinde eksiği ve fazlasıyla zikrettik. Bunlarda Selef-i Salih'in sünnetlerini ve Araplar'ın yemekle ilgili örf ve adetlerini gördük. Bu nakilleri, konuyla ilgili söylediklerimizin aralarına serpiştirdik.
İshak b. Nüceyh, Ata b. Meysere vasıtasıyla Ebu Hüreyre'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sofra­dan düşeni yiyen kimse, rahatlık içinde yaşar ve çocukları bakı­mından afiyette olur".
Said b. Lokman, Abdurrahman el-Ensari vasıtasıyla Ebu Hü­reyre'den (ra) şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: Pazarda yemek yemek aşağılıktır". Bize göre bu, garib bir isnaddır. İşin aslı, bu sözün Tabiun'dan İbrahim en-Neha'i ve başkalarına ait olmasıdır. Cüveybir, Dahhak'tan, o Nizal b. Sebere vasıtasıyla Ali'den (kv) şunu nakletmiş tir: Allah Teala, yemeğe tuz ile başlayan kimseyi yetmiş türlü beladan uzak tutar. Günde yedi acve hurması yiyen kimse de midesindeki canlıları öl­dürür. Günde yirmi bir adet kırmızı kuru üzüm tanesi yiyen de be­deninde hoşuna gitmeyen bir şey görmez.
Et, et yapar. Tirid, Araplar'ın en çok bilinen yemeğidir. Sürü hayvanlarının etleri karnı büyütüp kalçaları genişletir. İnek eti ra­hatsızlık kaynağı iken inek sütü şifadır. İnek sütünden yapılma te­reyağı da birçok derdin devasıdır. Hayvan yağları da bir tür deva­dır. Nefslerin en çok şifa buldukları yiyecekler yaş hurma ve balık­tır. Bunlar, vücudun yağlarını eritirler.
Kuran okumak ve dişleri misvaklamak, balgamı bitirir. Uzun yaşamak isteyenler taze gıdalar yemeli, kadınlarla az birlikte ol­malı ve borçlanmamalıdırlar.
Emirlerin hayatlarıyla ilgili anlatılan olaylar arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Haccac, tabip Benâdik'a şöyle demişti: Bana, gereğini yapıp saymakla uğraşmayacağım bir tavsiyede bulun! Benâdık şunları önerdi: Evleneceksen genç kızla evlen, etin iyice doğ­ranmış olanını ye, pişmiş yemeği iyice gevşemeden yeme, hastalı­ğın olmaksızın ilaç içme, sadece olmuş meyve ye, yediğin her şeyi iyice öğüt, bir yemeğe çağrıldığında ardından içme, içtiğinde de ar­kasından bir şey yeme, büyük ve küçük abdestini fazla tutma, gün­düz yediğinde uyu, gece yediğinde ise uykudan önce yüz adım dahi olsun yürü.
Filozofun biri de kitaplarda yeralmış hikmetli bir tavsiyede bu­lunmuştur. Bu tavsiye, maktu' hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ebul-Hattab b. Abdullah b. Bekir tarafından rivayet edilen bu hik­metli söz şudur: Kendine mahsus bir hastalığı olan kimse tedavi ol­mamalıdır. Nice deva vardır ki kullananda başka hastalıklar çıkartır.
Bir başka filozof ise şöyle demiştir: Gücün hastalığa yettiği ka­dar devadan uzak dur. Bir başka söz de şöyledir: İlaç içmek, elbise­yi sabunla silmek gibidir. Sabun elbiseyi temizler, ama iz bırakır.
Büyük filozof Hipokrat'm da şöyle dediği rivayet edilmiştir: De­va yukarıdan, dert ise aşağıdandır. Derdi karnında, göbeğinin üst kısmında olan kimseye ilaç içirilir. Derdi karnın altında olan kim­seye ise lavman yapılır. Derdi, aşağıdan da yukarıdan olmayan kimseye ilaç içirilmez. Eğer derdi tesbit edilmeden ilaç içirilirse, sıhhat halinde yan etki yaparak hastalığa neden olur.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Damarı kes­mek kanı temizlemek, akşam yamağını terk ise yaşlılıktır. Araplar şöyle derdi: Öğle yemeğim bırakmak, kalça yağlarını eritir. Biri de şunu söylemişti: Tabipler yemek esnasında içmemi yasak ettiler. Araplar, yemekle ilgili şöyle bir deyim kullanırlardı: Akşamı ye yü­rü, öğleyi ye uzan!
Büyük abdestin tutulması konusunda bir filozof şöyle demiştir: Yemek, mideden altı saatten önce çıktığında mide bakımından hoş değildir. Orada yirmi dört saatten fazla kaldığında ise mide için za­rarlıdır. Küçük abdestle ilgili olarak da şöyle denilmiştir: Mecra­sından taşan nehir nasıl çevresine zarar verirse, tutulan küçük ab-dest de bedene öyle zarar verir. Mafsallarda oluşan kulunçların, ye­li tutmaktan kaynaklandığı söylenmiştir.
Şeyh Ebu Talib şöyle demiştir: Hikmet ihtiva eden kitaplardan birinde şunu okumuştum: İşler, şu dördü ile düzen bulur:
1. İştah olmadıkça yemek yenmemesi;
2. Kadının kocasından başkasına bakmaması;
3. Krala itaat edilmesi;
4. Tebaaya adaletle hükmedilmesi.
Romalı filozoflardan birine, 'Yemek için en uygun vakit hangisi­dir?' diye sorulmuştu. O da şöyle cevap vermiştir: İradesi kuvvetli olan için tam olarak acıktığında, iradesi kuvvetli olmayan içinse bulduğunda! Başka bir yerde de, kişinin irade kuvveti arttıkça ar­zu ve şehvetlerinin eksildiği söylenmiştir.
Kisra, huzurunda oturanlara şunu sormuştu: İnsanda en zarar­lı huy nedir? Mecliste oturanlar, 'Fakirlik' dediler. Kisra da, 'Cimri­lik, fakirlikten daha beterdir! Çünkü fakir bulamaz. Cimri ise, bul­duğu halde yiyemez!' dedi. Şişman görünen birine, 'Nasıl şişmanla­dın?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Acılı yemek, soğuk içmek, sol yanıma yaslanmak ve bana ait olmayanı yemekle! Dengeli ya­pısı olan başka birine de, 'Nasıl böyle dengeli bir vücuda sahip ol­dun?' diye sorulmuştu. O da şöyle cevap verdi: Az düşünmek, sakin yaşamak ve hasır üstünde uyumakla!
Hikmet ehlinden bir zat, gördüğü şişman birine şöyle demişti: Üzerinde azı dişlerinle dokuduğun bir kadife görüyorum, nedir o? Adam şöyle karşılık verdi: Halis un ve taze keçi eti yer, gümüş ku­pa dolusu menekşe suyu içer ve ketenden yapılma elbiseler giye­rim. Kilolarım bu yüzden olsa gerek!
Bir Arap atasözüne göre, yemek yiyen birini gören kimse, aç ol­masa ve yemeği düşünmese dahi onu gördükten sonra yemek yeme ihtiyacı duymaya başlar. el-Esma^ şunu nakletmiştir: Hikmet eh­linden bir zat oğluna Öğüt verirken şöyle demişti: Ey oğul, öğle ye­meğini yemeden evden çıkma! Aynı tavsiye, çarşı pazara çıkan için de yapılabilir. Dışarı çıkmadan bir şeyler atıştıran kimse, iştahını daha kolay bastıracak ve insanlarla karşılaştığında yemekten da­ha rahat uzaklaşabilecektir.
Hilal b. Mücessem bu konuda şöyle bir beyit okumuştur:
Mide az doluyken şişirmene gerek kalmaz, Sakınman da günahlara fırsat bırakmaz!
Sufilerden biri, çarşıda bir şeyler yiyerek yürüyordu. Kendisine tanınan bir şahsiyetti. 'Çarşıda nasıl yersiniz?' diye sorulunca şöyle cevap verdi: Allah afiyet versin! Ben çarşıda acıktığımda evde ye­rim. 'Bir mescide falan girip yeseniz daha doğru olmaz mı?' denildi. Buna da cevaben, 'Sırf yemek için Allah'ın evlerinden birine gir­mekten haya ederim' dedi. Ona göre yemek yemek, dünya kapıla­rından birine girmekti.
Başka bir yerde de, çarşı pazarın kaçanların sofraları olduğu söylenmiştir. Oralarda kalanlar, hizmetten kaçtıkları için çarşı pa­zarda oturanlardır. Konuyla ilgili olarak ibni Ömer'in (ra) şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Bizler Allah Resulü'nün (sav) devrinde hem yürür, hem de bir şeyler içerdik.
Tıp ehlinden biri, terlemenin iki durumu olduğunu, sağlıklı bi­ri için zararlı, hasta biri içinse yararlı olduğunu beyan etmiştir. Terlemeye karşı ilaç çare olmadığında, kişi sıhhatini kazanacak de­mektir.
Arap şairlerinden biri, konuyla ilgili olarak şöyle bir beyit oku­muştur:
Nice tedbir vardır ki kul için derttir,
Derdi uzaklaştırmanın yolu az yemeye devam etmektir.
Lokman'ın (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Her kim yüksek ateşe yakalanırsa, hoş olmayan bir iş yaptığından kesinlikle emin, helal rızık yediği hususunda da şüphede olur. Bu konuda şöyle de­nirdi: Gerçek tabip, krallara perhiz tavsiye edip onları değişik lez­zetlerden meneden değil, onları dilediklerini yapmakta serbest bı­rakıp siyasetlerini bunun üzerine şekillendirendir. Böylelikle be­denleri de istikamet bulacaktır. Hicaz'ın şehirlilerinden biri, bir be­deviye, 'Ne yer, neyi yemezsiniz?' diye sormuştu. Bedevi, 'Yavrulu deve dışında yürüyen gezen herşeyi yeriz'. Bunun üzerine şehirli şöyle dedi: Yavrulu develer, sizden kurtulduklarına sevinsinler!
Allah Resulü (sav), Suhayb'm (ra) gözleri ağrırken hurma yedi­ğini görmüştü. Kendisine, 'Gözün ağrırken nasıl hurma yiyebiliyor-sun?' diye sordu. Suhayb (ra), 'Ey Allah Resulü! diğer tarafımla yi­yorum' dedi. Kasdettiği, ağrımayan sağ gözü tarafı idi. Bu cevap Al­lah Resulü'nün (sav) hoşuna gittiği için tebessüm etti[64][64]


İsmail b. Ayaş, Şurahbil b. Müslim'den şunu nakletmiştir: Ebu'd-Derda (ra) dedi ki: Şunlar, din için ne kadar da kötü yardımcılar­dır: Zayıf bir kalp; Geniş bir karın ve sertleşmiş bir kamış. Hikmet ehlinden birine, hangi yemeğin daha temiz ve güzel olduğu sorul­muştu, 'Açlık daha iyi bilir!' dedi. Bu sözden anlaşılan, yemeğin an­cak açlık halinde yendiği zaman güzel olduğudur. Yine aynı zat şöy­le demiştir: Katığın en güzeli, açlıktır.
el-Atebi de şöyle demiştir: Ubeydullah, Medineliler'den birine şöyle demişti: Dostum sizin fikıhçılarınıza öyle şaşıyorum ki, onlar bizim fakihlerimizden çok daha ince düşünceliler! Sizin avamınız da bizim avammımızdan daha zarif ve nazikler. Sizin delileriniz bi­le bizimkilerden daha ince düşünceliler! Diğeri, 'Neden biliyor mu­sun?' diye sorunca Ubeydullah, 'Hayır1 dedi. Medineli de konuşma­ya başladı: Bunun sebebi, bizimkilerin açlık halidir. Görmez misi­niz ki ud bile içi boş olduğu için çok güzel bir ses çıkartıyor!
Abdullah b. Zübeyr, Hasan b. Ali'yi yemeğe davet etmişti. Ha­san (ra) davete dostlarıyla birlikte katıldı. Beraberindekiler oturup yemeklerini yediler. Hasan (ra) yemek yemedi. Neden yemediği so­rulduğuna ise, oruçlu olduğunu ve oruçlu için hediye verilmesi ge­rektiğini ifade etti. Oruçluya verilecek hediyenin ne olduğu sorul­duğunda ise, *Yağ ve buhurdanlık/tütsü' dedi.
Denilir ki: Sürme ve yağ, Allah Teala yakınlaşma vasıtaların­dan biridir. Aynı şekilde süt de etlerden biri gibidir. Misafir için meyve ve güzel konuşma, konukseverliğin iki türünden biridir. Oruçlu olup yemeğe katılıp yemeyen kimse için en giyişi güzel ko­kudur. Bu da onun azığıdır.
Abdurrahman b. Ebu Bekre Muaviye'nin masasında idi. Muavi-ye, onun lokmalarım görmüştü. Akşam olduğunda Ebu Bekre tek başına onun yanma gitti ve şöyle dedi: Oğlunun bugün yaptığını beğendin mi? Muaviye, 'Onun gibisinde hastalık bulunmamalıdır* dedi. Ebu Bekre, 'Oğlun sarhoş oluncaya kadar yemeye devam etti' dedi. Muaviye'nin cevabı çok sert oldu: Eğer şu an ölse, cenaze na­mazını kılmazdım! Bu ifadede geçen 'beşem' kelimesi, şaraptan do­ğan sarhoşluk benzeri bir sarhoşluk anlamına gelir.
Araplar'ın en tanınmış hakîmi el-Hars b. Kelde, kullanıldığı hastalık bulunmayan ilaç hangisidir? sorusunu 'perhiz' diye cevap­lamıştır.
Yunanlı filozof Galinos'a, 'Yemeği az mı yersiniz?' diye bir soru sorulmuştu. Galinos şöyle cevap verdi: Ben yaşamak için yerim! Başkaları ise yemek için yaşarlar!
Yiyeceklerle ilgili sözlerden biri de şudur: Mideye giren şeylerin en faydalısı nar, en zararlısı ise tuzludur. Tuzluyu azaltmak, nara fazla yemekten daha iyidir. Görüldüğü gibi, faydalı olsa bile her hangi bir yiyeceği fazla yemek kınanmış, zararlı olanı azaltmak da Övülmüştür.
Abdülmun'im b. İdris, babası vasıtasıyla Vehb b. Münebbih'ten şunu nakletmiştir: Vehb oğluna tavsiyelerde bulunurken şöyle de­mişti:
'Ey oğul, tuvalette fazla oturursan vücudunun ateşi başına doğ­ru yükselir ve hem basura yoi açar, hem de ciğeri tahrip eder. Tu­valete ağır ağır otur ve aynı şekilde kalk! Kenef kapısı için de ay­nısı geçerlidir'
Jiaccac, meclisinde oturanlara şöyle bir soru sormuştu: Yorgun­luğu en çabuk gideren şey nedir? Biri, 'Hurma yemek'; bir başkası, 'Hamama gitmek'; bir diğeri, 'Cinsel münasebette bulunmak', baş­ka biri, 'Kulak deldirmek' dedi. En sonunda Haccac şöyle dedi: Yor­gunluğu en çabuk gideren şey, tuvalete gitmektir.
Anlatıldığına göre, adamın biri demir pasını hamur yaparak yutmuştu. Pas, adamın midesinde uzun süre kalınca ağrı yapmaya başlamıştı. Gittiği tabip kendisine mıknatıs yüklü bir pamuk par­çası yutturdu. Pas, mıknatısın etrafında toplandı ve büyük abdes-tiyle beraber vücuttan çıktı.
el-Esma'î, Cafer b. Süleyman'dan şu sözü nakletmiştir: Filozof şu görüştedir: Et üstüne et yemek, yırtıcı hayvanları bile öldürür. Ebu Cafer bunu söyledikten sonra şunu ilave etti: Cariyemiz, bir defasında şöyle dedi: Bir ceylanımız vardı. Önüne konulan bir ha­murdan yemişti. Yemesiyle birlikte karnı şişti. Onu kesmek zorun­da kaldık. Karnım açtığımızda kanla dolu olduğunu gördük.
Meşhur tabip Yunus bu olay üzerine şöyle demiştir:
İnsan da aşırı yiyip şitiği zaman başına böyle bir dert gelebilir. Çok yiyen kimsenin kalbi, kanla dolar.
el-Esnıa'î, Basra valisi Cafer'in aşırı yemek yiyen ve yemeğin ardından istifra ederek midesini boşaltan birine şöyle dediğini nak­letmiştir: Böyle yapma! Çünkü mide, ineğin ota alışması gibi kus­maya alışabilir. Bu da içinde yemek tutamamasına yol açan kötü bir itiyaddır.
Bir zattan şu husus nakledilmiştir: Tabiplerden birine, kötü ko­kuya ne yapılabileceği sorulmuştu. O da, 'Kötü kokunun çaresi, iki üç hafta boyunca arpa unuyla yoğrulmuş kuru üzüm yemektir1
Tabipler şöyle demişlerdir: Bir suyun yumuşaklığına hükmet­menin yolu, çabuk kaynayıp çabuk soğumasıdır. Güneşe bakan bir kaynaktan çıkıp sola doğru akan kırmızı topraktan ve kumdan ge­çen su yumuşak olur. Ebu Talib, konuyla ilgili rivayet edilen hik­metli sözlerin bununla bittiğini söyler.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mi­safirlerinize ekmek ikram edin! Allah Teala onu gökten indirmiş­tir". Ekmeğin bereketleri sayılmayacak kadar çoktur. Ekmeğin ya­nında katık aranmaması, her türlü yemeğin onunla beraber yen­mesi, tuz, sirke ve sebzenin ekmekle beraber yenilebilmesi, sofra­nın altına konulmaması ekmeğin nimetlerinden bazılarıdır. Her hangi bir şey için tabak olarak kullanılmaması, her hangi bir şeyin ona yaslanmaması da ekmeğin nimetlerindendir. Ancak onun üze­rinde hazırlanan bir şeyi yemekte mahzur yoktur.
Yemeğin sünnet ve adabından biri de; bir topluluk yemeğe da­vet edildiğinde içlerinden birinin gelmemesi halinde onun için ye­meği bekletmemektir. Geldiği zaman o da yiyebilir. Bunun sebebi; yemek ortada iken sofrada bulunanların yemek haklarına duyulan saygının, olmayan birini beklemekten daha öncelikli olmasıdır. Beklenen kişi, yoksul biri ise, ona izzet-i ikramda bulunmak için beklenebilir. Böylelikle kalbinin kırılmaması sağlanmış olur. Bek­lenen kimse zengin biri ise ve sofrada bekleyenler de fakir iseler, zenginin beklenmesi gerekmez.
Bu gibi bir durumda zengini beklemek, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi sebebiyle günah sayılmıştır: 'Temeğin en kötüsü, zengin­lerin çağrılıp yoksulların terkedildiği ziyafet yemeğidir".[65][65]Görüldüğü gibi bu hadiste, zenginlere tahsis edilen bir yemek, bu özelli­ğinden dolayı 'kötü' olarak nitelenmiştir. Yemeğin bizzat kendisinin kötülenmesi mümkün değildir. Burada kötülenen, böyle bir davet­te bulunan kimselerdir. Onlar, zenginleri çağırıp fakirleri ihmal et­mek suretiyle 'kötü' olarak nitelenmeyi haketmişlerdir.
'Günah yemekleri' olarak nitelenen yemekler de iki türdür: 1. Cenaze sahiplerinin ağıt yakanlar, ağlayanlar ve bu işte onlara yardım edenler için hazırladıkları yemek. Bu yemeği yemek mek­ruh ve nehyedilmiştir. Cenaze evine, yemek yapamayacaklarını dü­şünerek yemek götürmek ise sakıncasız görülmüştür. Bu tür ye­mekleri yemek caizdir. Çünkü bu, iyilik ve takva üzere yardımlaş­ma ifadelerinden biridir. Ancak bunda ağıt için mezarların kenar­larına oturulması ve oralarda oyalanılarak yemek yenilmesi gibi bir maksat güdülmemelidir. O zaman yine mekruh olur.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Cafer b. Ebi Talib'in (ra) ölüm haberi geldiği zaman, ailesi cenazeleriyle meşgul oldukları için yemek hazırlayamamışlardı. Ben de, 'Onlara yemek götürün' dedim." Bundan da anlaşılmaktadır ki cenaze evi­ne yemek götürmek sünnettir.
Yemeğe davet edilen kimse, davet edenin evinde aşağıdaki beş husustan biri bulunduğu zaman, davete icabet etmeyebilir. Davete katılmamasında da hiç bir mahzur bulunmaz. Bu beş husus şun­lardır:
1. Yemekten sonra içki içilmesi; içki içildiğini orada anlasa da yine ayrılabilir.
2.  Evin döşemesinde ipek veya atlas kullanılmış olması;
3. Tabakların altın veya gümüşten olması;
4.  Duvarların Kabe gibi kumaşlarla örtülmüş olması;
5. Duvarda veya bir şeyin üzerinde dikili olarak canlı resmi bu­lunması;
Her hangi bir davete giden kimse, bu hususlardan birini gördü­ğünde oradan ayrılabilir. Eğer davete katılır ve o evde oturursa, on­ların fiillerine iştirak etmiş olur.
Ahmed b. Hanbel (ra) bir yemeğe davet edilmişti. Arkadaşlarıy­la berabet davetin verildiği eve gitti. Sofraya oturduğunda gümüş bir tabak gördü. Derhal sofradan kalktı ve evden ayrıldı. Arkadaşlan da onunla beraber evden çıktılar. Evdeki gümüş tabak sebebiy­le davet sahibinin yemeğini yemekten imtina ettiler. İmam Ahmed b. Hanbel, bir defasında da kırbanın başında gümüşten bir kapak gördüğü için davetten ayrılmıştı.
Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi'den şunu naklet-miştir: Ebu Abdullah'a bir davete giden kimsenin, hangi sebepler­den dolayı oradan ayrılabileceğini sormuştum. Şöyle dedi: Ebu Ey-yub, davetli gittiği evin duvarlarında örtü gördüğü için oradan ay­rılmıştı. Huzeyfe (ra), gittiği bir evde gördüğü Acem işi bir giysiden dolayı davetten ayrılmış ve şöyle demişti: Kim bir kavmin elbisesi­ni giyerse, o onlardandır.
Ebu Abdullah'a şöyle bir soru sorulmuştu: Gidilen davette, gü­müş eşya görüldüğünde oradan ayrılmak gerektiğini düşünür mü­sünüz? O da, 'Evet, oradan çıkılması gerektiğini düşünürüm' dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştik: Dostlarımızdan biri, 'Kur'an'm yaratılıp yaratılmadığına dair fitne' çıkmadan önce bizi yemeğe davet etmişti. Biz de Affan'ın evine sık sık giderdik. Bir ke­resinde gümüş bir tabak gördüm. Derhal evden çıktım. Büyük bir topluluk da beni izledi. Bu olay, ev sahibini çok üzmüştü.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şunu sormuştuk: Yemeğe davet edilen kimse, orada başı gümüşten bir sürmelik görse ne yapması gerekir? Şöyle cevap verdi: Sürmelik, kullanılan bir eşyadır. Kulla­nılmayan şeyler bulunduğunda oradan ayrılın. Bu konuda ruhsat verilen şeyler, kapı sürgüsü ve benzerleridir. Çünkü bunlar, basit şeylerdir. Bir keresinde cibinliğin hükmünü sormuştum. Mekruh gördüğünü belirtti. 'Peki atmam gerekir mi?' diye sorduğumda, bunda bir beis görmediğini ifade etti.
Ebu Abdullah'a şunu söylemiştik: Adamın biri, bir topluluğu ye­meğe davet etse ve yemekte gümüş bir kupa veya ibrik getirilse, davet edilenlerden birinin bu kupa veya ibriği kırmasının hükmü nedir? Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel (ra) bunun caiz olduğunu belirtti.
Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a şöyle bir soru sordum: Yemeğe davet edilen biri, orada atlas örtü görse, üstüne oturabilir mi? Şöyle cevap verdi: Oradan ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) de bu tür yerlerden ayrılmışlardır. Abdullah b. Mesud'un da (ra) bu tür mekanları terketti-ği rivayet edilmiştir. 'Peki ev sahiplerine bunu söylemesi gerekir mi?1 dediğimde, 'Evet, bunun caiz olmadığını bildirmelidir1 dedi; 'İçinde atlas Örtüler bulunan bir eve çağrılan kimse ne yapar?' diye sorduğumuzda ise şöyle cevap verdi: Öyle bir eve girmeyin, öyle bir ev sahibi ile beraber oturmayın!
Ebu Abdullah'a, 'Gittiği evde cibinlik bulunduğunu gören kim­se ne yapmalıdır?' diye sorulduğunda cibinlik kullanmanın mekruh olduğunu bildirmiştir. Başka bir yerde ise cibinliğin gösterişten ibaret bir tül olup, ne soğuktan, ne de sıcaktan muhafaza etmedi­ğini söylemiştir. Kendisine şunu sormuştuk: Bir yere davet edilen kimse, perdenin üzerinde bir takım resimlerin bulunduğunu görse ne yapmalıdır? 'Onlara bakmamalıdır* dedi. 'Peki bakabilir mi?' di­ye sorduğumuzda, 'Eğer yapabiliyorsa onları söker* dedi.
Ebu Abdullah'a, 'Üzerinde ayetler yazılı perde bulunan bir eve davet edilen kimse ne yapmalıdır?' diye sorulmuştu. Bunu mekruh gördüğünü belirtti ve şöyle dedi: Dikili bir şeyin üzerine olduğu gi­bi, perdenin üzerine de Kur'an yazılmaz!
Yeni bir ev kiralayan kimsenin, evin duvarlarındaki resimleri kazımasının hükmü sorulduğunda Ebu Abdullah şöyle demiştir: O resimleri kazıyabilir. Bir defasında da şunu sormuştum: Hamama gittiğimde duvarda başı bulunan bir resim görsem, baş tarafını ka­zıyabilir miyim? Ebu Abdullah, 'Evet!' dedi.
Cevizin saçılarak verilmesinin hükmüyle ilgili olarak da şu bil­gi nakledilmiştir: Ebu Husayn, Halid b. Mesud'dan nakletti ki: Ebu Bekir el-Mervezi şöyle dedi: Ebu Abdullah'ın evine gittiğimde, oğ­luna çocuklara dağıtmak üzere ceviz almasını tembih ettiğini gör­düm. Cevizleri sayarak dağıttı ve onların üzerine doğru saçmayı mekruh gördüğünü belirtti. O, cevizleri saçarak vermeyi 'talan' ola­rak nitelerdi.
Haşim b. el-Kasım dedi ki: Muhammed bize şunu anlatmıştı: Talha ve Zübeyr (ra) düğünlerde bir şeyler saçmayı mekruh görür­lerdi. Ceviz ve şeker havaya saçılması mekruh olan yiyeceklerden­dir. Yine o şöyle demiştir: Ebu Abdullah'a ekmeği ve mayayı kesme­nin hükmünü sormuştum. Bunda bir mahzur olmadığını söyledi ve kesilen parçanın asıla ait olduğunu ifade etti.
Beş kişinin davetine icabet edilmez. Her hangi bir davete çağrı­lan kimse, oraya gidinceye kadar davet sahibi hakkında bilgi sahi­bi olmasa, gittikten sonra ayrılmasında bir mahzur yoktur. Bu beş zümre şunlardır:
1. Bidatçiler;
2. Zalimlerin yardakçıları;
3. Faiz yiyenler;
4. Fış­kı açık olan günahkârlar;
5. Malının ekseriyeti haram olup ticari İlişkilerinde günaha düşmekten sakınmayanlar.
Allah Resulü'nün (sav) bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak takva sahibinin yemeğini yeyin!" [66][66]Çünkü takva sahibi, yenilen yemeğin helalliğini sizin yerinize araştıracaktır. Onun yemeğini yerken, yemeğin kaynağını sormanız gerekmez, î&kva sahibi, yemek vereceği zaman, bunu iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma olarak görür. Yemeği de, Allah Teala'ya taat ve kullu­ğa devam etmek için yardımcı olarak değerlendirir. Allah Teala'nm buyruğuna uygun olarak o kardeşini kendi iyiliğine ortak eder.
Günahkâr ve zalim birinin yemeğim yediğinizde ise, zalimlerin yardakçılarından biri olursunuz. Bu iki zümreyle yemeği paylaş­manız, tabii olarak buna yol açacaktır. Bunu, İbnü'l-Mübarek'e so­ru soran terzinin kıssasında görmüştük. Terzi, İbnül-Mübarek'e gelerek, sultanın elçileri için elbise diktiğini, bu işinden dolayı za­limlerin yardakçısı olarak nitelenip nitelenemeyeceğini sormuştu. Ibnü'l-Mübarek ona şu cevabı vermişti: Sen, zalimlerin yardakçısı değilsin! Bilakis zalimin ta kendisisin! Zalimin yardakçısı, senden iğne iplik alanlardır!
Zünnun el-Mısri (ra), İbnül-Mübarek'in (ra) üstteki tavrından bile daha keskin bir vera' göstermiştir. Konuyla ilgili olarak Zün-nun'un bu tavrından daha uç bir misal görmedik. Sultan, avamın anlayamadığı gizli ilme dair söylediği bir sözden dolayı Zünnun'u hapse attırmıştı. Sultan, hapsettirmesine rağmen günlük yemeğini gönderiyordu. Ama Zünnun,. yemeği el sürmeden geri gönderiyordu. Günlerini hiç bir şey yemeden geçiriyordu. Zünnun'un Allah için din kardeşi olduğu bir bacısı vardı. İplik eğirdiği yerde yaptığı yiyecek­leri hapishaneye götürüyor ve gardiyana vererek Zünnun'a gönderi­yordu. Gardiyan da, kadıncağızın yemeklerini alıp Zünnun'a götürüyor ve o kadından geldiğini kendisine bildiriyordu. Zünnun, onun yemeklerini de yemiyordu.
Zünnun, bir süre sonra hapisten çıktı. Yaşlı kadın, onunla kar­şılaştığında gönderdiği yemekleri yemediği için sitem ederek şöyle dedi: Sana gönderdiğim yemekleri kendi el emeğimle kazandığım paradan hazırladığımı bilmiyor musun? Zünnun şöyle cevap verdi: Bana helal rızık gönderdiğinden hiç bir kuşkum yok! Ama onu ba­na ulaştıran gardiyan zalim biriydi. Yemeği işte bu yüzden geri çe­virdim!
Rivayete göre Kûfeli tüccarlardan biri, yerel bayramlardan bi­rinde Ali'ye (kv) altın bir tabak içinde hurma tatlısı ikram etmişti. Ali (kv) tabağı geri çevirmiş ve şöyle demişti: Tatlıyı reddetmemin sebebi, tatlının kendisi değil sunulduğu kaptı.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kim haram bir lokma yerse kırk gün boyunca kalbi katılaşır. Her kim de kırk gün helal lokma yerse, dünyada zühd sahibi olur, Allah Teala'yı kalbine dahil eder ve dili hikmetle konuşmaya başlar.
Seleften bir zat şöyle demiştir: Kulun helalinden yediği ilk lok­ma, Allah Teala'nın geçmiş günahlarını bağışlamasına vesile olur. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Her kim helal rızık arama noktasında kendini zillet makamına yerleştirirse, onun günahları kış günü dö­külen yapraklar misali dökülür. Sehl (ra) uçsuz bucaksız diyarlar­da dolaşan ve kendilerini buna adayan seyyahlar hakkında şöyle derdi: Bir seyyah bir beldeye gidip şüpheden dolayı hiçbir şey yiye­mediği için açlığa tahammül eder, geceyi de aç olarak geçirirse, o belde halkının bütün iyi amelleri terazide onun kefesine konulur.
Sultan tarafından yemeğe zorlanan veya şüpheli bir şeyi yeme­ye mecbu tutulan kimse, ne yapıp edip bir mazeret bulmalı, halin­de tam bir değişiklik göstermeli, yiyecek olursa da asla gönüllü davranmamalı, lokmasını büyütmemeli, çok yememeli, ânı kurta­racak kadar yemeli ve kendini helak etmekten endişe duymalıdır. Konuyla ilgili bir hadiseye tanık olmuş biri şöyle bir hadise an­latmıştı: Horasan'da ilim ehli şahit seçicilerden (=müzekkî) bir zat vardı. Bu zat, şahitlerden birinin şahitliğini reddetmiş ve buna ge­rekçe olarak da sultan tarafından zorlanması sonucu onun sofra­sında yemek yemesini göstermişti. Şahit, 'Ama sultan beni yemeğe zorlamıştı' deyince o zat şöyle demişti: O olayı iyi biliyorum. Senin şahitliğini reddetmem; sultanın sofrasında yemek yemenden dola­yı değildir. Sofrada gönüllü olarak oturduğunu ve lokmaları da bü­yük büyük aldığını gördüm. Şahitliğini işte bu nedenle reddettim!
Sultan, aynı zatı kendi malından yemeye zorlamıştı. Bunun üzerine sultana ve onun avanesine şöyle dedi: İki şeyden birini se­çin: Ya emrettiğiniz maldan yerim, ama ondan sonra ne şahit seçi­cilikte bulunur, ne adil şahitleri ayırır, ne de liyakatsiz şahitleri reddederim! Ya da emrettiğiniz maldan yemem ve işimi yapmaya devam ederim!
Sultan ve adamları bu teklif karşısında bir süre düşündüler. Benzeri zor çıkacak böyle bir adama ihtiyaçları vardı. Hakimlerin, adalete uygun karar verebilmesi için bu adam çok gerekliydi. Niha­yet onu kendi halinde bırakmayı daha uygun gördüler. O da, sulta­nın malından yemekten kurtulmuş oldu. Ama sultan, o zat ile be­raber çalışanları da zorladı. Onlar, Nisabur'dan Buhara'ya getiril­miş kimselerdi. Hayli uzun olan hadiseyi bu kadar anlatmakla ye­tiniyoruz. Lafızları farklı da olsa, hadiseden çıkarılacak ders açık­ça ortadadır.
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: Şüpheli şeyleri yemek hususun­da el elden kısa, lokma lokmadan küçük olmalıdır. Sefere çıktıkla­rında 'helaller1 hakkında konuşmuştu. Kendisine, 'Ey Ebu Nasr, siz nereden yiyorsunuz?' diye sorulunca tebessüm etti.
Seri es-Sekatî (ra) ise şöyle demiştir: Şüphelerin terki konusun­da çok da sabırlı davranamıyoruz! Zühri de Mervan oğullarıyla be­raberliğinden dolayı kınandığı zaman şöyle demiştir: Size hakikati söyleyeyim! Maalesef arzularımıza iyice teslim olduk, elimizdekiler yetmeyince onlara açılmak zorunda kaldık!
Akıl sahipleri için konuyla ilgili olarak söylenecek söz budur! Kuşkusuz Allah Teala en iyi Bilen'dir.[67][67]


[1][1] Her iki laüz için b. Müslim, Taharet/14-16; Ebu Davûd, Taharet/127, Salat/229; Tinnizi, Salat/46; Nesa'î, Cum'a/23; Ibni Mâce, Taharet/106, İkamet/79, 81, 83; îbni Hanbel, H/229, 359, 400, 414, 484, 506,111/39, V/75
[2][2] Benzer bir hadis için b. Ebu Davûd, Edeb/35; İbni Hanbel, I/190
[3][3] Müslim, Taharet/16; İbni Hanbel, H/359, 400, 414
[4][4] îbni Hanbel, IV/124, 126
[5][5] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/7-32.
[6][6] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/32-34.
[7][7] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 11/165, 219.
[8][8] Benzer bir hadis için b. Tinnizî, Dua/128
[9][9] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/34-38.
[10][10] Buharı, üinn/35, Tefsir-i Suret/84-1, Rikak/49; Müslim, Cennet/79, 80; Ebu Davûd, Cena-iz/8; .Tinriizî, Kıyametfö, Tefsir-i Suret/84-1; İbni Hanbel, VI/47, 48, 91, 108, 127, 185, 206.
[11][11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/38-42.
[12][12] îbni Mâce, Mukaddime/18, Menasik/76; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Hanbel, III/225,
IV/80, 82, V/183
[13][13] Buharı, Bed'ül-Vahy/1, İman/41, İkrah/Giriş, Nikah/5, Talak/11, Menakıbü'l-Ensar/45,
«k/6, Eyman/23, Hıyel/1; Müslim, İmaret/155; Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fezailül-
Cüıad/16; Nesa'î, Taharet/59, Talak/24, Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26; İbni Hanbel,
[14][14] Buharı, Rikak/31; Müslim, İman/206, 207, 259; Dârimî, Rikak/70; ibni Hanbel, 1/279, 11     310, 361, 11/234, 411, 498, III/149
[15][15] Müslim, Birr/32; îbni Mâce, Zühd/9; İbni Hanbel, 11/285, 539
[16][16] Tİnnizî, Zühd/17; İbni Mâce, Zühd/26
[17][17] Buharı, Bed'ül-Vahy/1, İman/41, İkrah/Giriş, Nikah/5, Talak/11, Menakıbül-Ensar/45, Itk/6, Eyman/23, Hiyel/1; Müsüm, İmaret/155; Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fezailül-Cihad/16; Nesat, Taharet/59, Talak/24, Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26. Bu paragraf, anlatım düzeni bakımından buraya ait görünmemekte olup Kûtü'1-Ku-lûb'un orjinal el yazmalarından sehven nakledilmiş olabilir. (Çev.)
[18][18] Nesa'i, Cihad/23; Darimî, Cihad/23; İbni Hanbel, V/315, 320, 329
[19][19] Bu meyanda hadisler için b. Ebu Davûd, Cihad/29, İbni Hanbel, 11/174
[20][20] Buharî, Rikâk/31; Müslim, îman/203, 204, 206, 207, 259; Tirmizî, Tefsir-i Suret-iVI/10; Darimî, Rikâk/70; İbni Hanbel, 1/227, 279, 310, 361, 11/234, 411, 498, III/149.
[21][21] İbni Hanbel, VI/19, 20.
[22][22] Bu anlamda başka hadisler için b. İbni Mâce, Zühd/32; İbni Hanbel, VI/140, 353.
[23][23] Nesa'î, Tahrîm/29; İbni Mâce, Fiten/11.
[24][24] Tirmizî, Biır/55; Darimî, Rikâk/74; İbni Hanbel, V/153, 158, 169, 228, 236.
[25][25] Buharî, Tefsir-i Sureti 31/2, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, îman/4; îbni Mâce, Mukaddime/9; îbni Hanbel, 1/27, 51, 53, 319,11/107, 426; IV/129,164
[26][26] Müslim, Nikah/106; Bbu Davûd, Et'ime/1, Savm/75; İbni Hanbel, 11/507
[27][27] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/43-63.
[28][28] Benzer hadisler için b. Buharî, Savm/48, 50; Ebu Davûd, Savm/24, 25; Dârimî, Savm/14; İbnİ Hanbel, HI/S, 87, 96.
[29][29] Ibni Hanbel, 1/91, 141
[30][30] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/64-71.
[31][31] Tirmizî, Birr/72; İbni Hanbel, H/185, 111/22.
[32][32] Buharı, Et'ime/12; Müslim, Eşribe/182-186; Tirmizî, Et'ime/20; İbııi Mâce, Et'ime/3; Dârimî, Et'ime/13, 20; Muvatta', Sifatü'n-Nebi/9, 10; İbni Hanbel, 11/21, 42, 74145, 257, 318, 375-
[33][33] İbnİ Hanbel, III/471
[34][34] İbni Mâce, Et'ime/50; Tinnizî, Et'ime/37
[35][35] Buhari, Ahkam/21, Bed'ü'I-Halk/11, rtikaf/11,  12; Ebu Davûd, Savm/78, SünneV17, Edeb/81; İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimî, Rikak/66; İbni Hanbel, III/156, 285, 309, VI/337
[36][36] Tirmizî, Zühd/47; İbni Mâce, Et'İme/50; îbni Hanbel, IV/132
[37][37] îbni Mâce, Et'ime/50
[38][38] Müslim, Eşribe/179, 180; Tirmizî, Et'ime/21, İbni Mâce, Et'ime/2; Dârimî, Et'ime/14; İb­ni Hanbel, 11/407, III/301, 305, 382.
[39][39] Buhari, Bt'ime/30, Fazailü'l-Kuı'an/IY, 36, Tevhid/57; Müslim, Müsafiran/243; Ebu Da-vûd, Edeb/16; Tirmizî, Edeb/79; Nesa'î, İman/32; Dârimî, Fazailü'l-Kuı'an/8; İbni Han-bel, IV/397, 404, 408
[40][40] Buharî, İlim/4, 5, 50, Edeb/79; Müslim, Münafîkîn/61; Tirmizî, Edeb/79; İbni Hanbel, 11/31, 61, 157.
[41][41] 'Gizli şehvetten sözedilen hadisler için b. İbni Hanbel, IV/124, 126
[42][42] Ebu Davûd, Savm/71; Müslim, Sıyam/169, 170; Nesa% Sıyam/67; İbni Hanbel, VI/49, 207
[43][43] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/71-105.
[44][44] Buharı, Vasaya/2, Menakıbu'l-Ensar/49, Megazi/77, Nafakat/1, Paraiz/6; Müslim, Vasiy-yet/5; Ebu Davûd, Vasaya/2; Tirmizî, Vasaya/1; İbni Hanbel, 1/172, 173, 176, 177. 182
[45][45] Buharı, İman/6; Tirmizî, Tefsiri Suret-i 38/2, 4; Dârimî, Et'ime/39; İbni Hanbel, III/325, 334, IV/66, 385, V/243, 378
[46][46] Tirmizî, Tefsiri Suret-38/2, 4; îbni Hanbel, 1/368, IV/66, V/5243, 378
[47][47] İbni Hanbel, 11/103.
[48][48] Buharî, Et'ime/25, 30, Fazailu's-sahabe/30, Enbiya/32, 46; Müslim, Fazailü's-sahabe/70, 89; Tirmizî, Efime/31, Menakıb/62; Nesa'î, Nisa/3; ibni Mâce, Efime/14; Dârimî, Efİme/29; İbni Hanbel, III/156, 264, IV/394, 409, VI/159.
[49][49] Tirmizî, Zühd/47; İbni Mâce, Et'ime/50; îbni Hanbel, IV/122
[50][50] Buharı, Edeb/31, 85, Rikak/23; Müslim, Lakta/14, İman/74, 75, 77; Ebu Davûd, Et'ime/5; Tirmizî, Birr/43, Kıyamet/50; tbni Mâce, Edeb/5; Dârimî, Et'ime/ll; Muvatta", Sıfatü'n-Nebi/22; İbni Hanbel, 11/174, 267, 269, IV/31, V/412, Vl/69, 384
[51][51] İbni Mâce, Et'ime/17.
[52][52] Ebu Davûd, Edeb/7; Tirmizî, Birr/62; ; Muvatta', Husnü'l-huluk/6.
[53][53] Buharı, Menakıb/23, Edeb/80, Hudud/10; Müslim, Fazail/77, 78; Ebu Davûd, Edeb/4; Tir-mizî, Menakıb/34; Muvatta', Husnü'l-huluk/2; İbni Hanbel, VI/85 113, 116, 130, 209, 223, 262.
[54][54] Buharı, Et'ime/13; Ebu Davûd, Et'ime/16; Tirmizî, Et'ime/28; İbni Mâce, Et'ime/6; Dâri-mî, et'ime/31; İbni Hanbel, IV/308, 309.
[55][55] Buharı, Et'ime/8, 23; Tirmizî, Et'ime/1; İbni Mâce, Et'ime/20; İbni Hanbel, III/130
[56][56] Buharî, Zekat/61, 62, Hibe/7, Nikah/18, Talak/14, 17, Faraiz/19; Müslim, Zekat/170-172, Itk/10, 11, 14; Ebu Davûd, Zekat/30; Nesa'î, Zekat/99, Talak/6, BuyuV78; İbni Mâce, Ta­lak/29; Dârimî, Talak/15; Mııvatta', Talak/25; İbni Hanbel, 1/281, 361, III/117, 130, 180, 276, VI/46, 115, 123, 150, 172
[57][57] Müslim, Nikah/107, Buharı, Nikah/72; Ebu Davûd, Et'ime/1; İbni Mâce, Nikah/25; Mu-vatta', Nikah/50; tbhi Hanbel, 11/241, 267, 405, 406
[58][58] Müslim, Nikah/110; Ebu Davûd, Et'ime/1; İbni Mâce, Nikah/25
[59][59] Müslim, Nikah/110; Ebu Davûd, Et'ime/l; tbni Mâce, Nikah/25
[60][60] Buhari, Hibe/2, Nikah/73; Müslim, Nikah/104; ibni Hanbel, 11/424, 479, 481, 512
[61][61] İlgili hadisler için b. Buharı, Zekat/51; Nesa"î, Zekat/94; İbni Hanbel, VI/452
[62][62] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/106-138.
[63][63] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/138-139.
[64][64] İbni Mâce, Tıb/3
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/139-142.

[65][65] Buharî, Nikah/72; Müslim, Nikah/107, 109, 110; Ebu Davûd, Et'ime/1; İbni Mâce, Ni­kah/25; Dârimî, Et'ime/28; Muvatta', Nikah/50; İbni Hanbel, 11/241, 267, 405.
[66][66] Benzer hadisler için b. Ebu Davüd, Edeb/16, Tirmizî, Zühd/56; Dârimî, Et'ime/23; İbni Hanbel, 111/38
[67][67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/143-151.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar