Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 9

Bunlarada Bakarsınız






Şevk ve özlem, muhabbet makamının en yüce noktalarından bi­ridir. Şevk, kulun özlem duyduğu Zat-ı İlahi dışında hiç kimsede huzur ve rahatlık bulamamasını sağlar. Şevk sahipleri, şahit kılın­dıkları şevk sayesinde Allah Teala'ya yakın kılınmışlardır. Onlar Habib Teala tarafından aranmaları emredilmiş kimselerdir. Bu, onların duydukları şevk sebebiyle kendileri için takdir edilmiş bir mükafaattır.
Nitekim O, Musa'ya (as) şöyle vahyetmiştir: "Beni, uğrumda kalbi kırılmış kimselerin yanında ara!" Allah Teala daha iyi bilir, ancak bize göre onlar; muhibban arasındaki şevk ehlidirler. Çünkü Habib Teala, kerem sıfatı gereği onlara yakın olmuş, onlar da, O'nun yakınlığı ile sevince boğulmuşlardır. O'nun müşahedesi ile yaşamış ve O'nun meclisinde hazır bulunmakla nimetlenmişlerdir.
Allah Teala, bunun ardından izzeti sebebiyle Zatı'na olan düş­künlüğünden dolayı Kendi'ni onlardan perdelemiştir. Bunun üzeri­ne kalpleri kırılmış ve Rablerinin kendilerim alıştırdığı ortamı öz­lemeye başlamışlardır. Bu da, onların Allah Teala nezdindeki hür­metlerini isbat etmiş ve O, veli kullarına, onları aramayı emrede­rek, Kendisi'ni onların yanında bulabileceklerini haber vermiştir. Muhibbanm Allah Teala'nın kendilerine olan yakınlığından duy­dukları sevinç tarif edilemeyeceği gibi, O'nun için duydukları hü­zün ve kalp burukluğu da asla bilinemez.
Allah Teala, muhibbamnı sıkarak Zatı'na şevk duymaya sevket-mek ve onlara Kendi uğrunda kaygıya sevketmek için izzet ve celal sıfatlarının gereği olarak onlardan yüz çevirebilir. Onlardan yüz çevirdiği zamanlarda O'na nasıl nazar ettiklerini, onların hiç bil­medikleri yerlerden ölçer. Muhibban da, edeblerini muhafaza ede­rek O'nun huzurunda hiçbir aşırılıkta bulunmayarak sükunetleri­ni korurlar.
Şevk ehlinin ileri gelenlerinden ve ilimlerini anlatmaya, yolla­rını açıklamaya çalıştığımız Abdal zümresinden biri olan ibrahim b. Edhem (ra) hakkında şu hadise anlatılmıştır:
'O, muhabbet makamında çok yüce mertebelere, Allah Teala'ya yakınlıkta ulvi mükaşefelere sahip bir insandı. Dedi ki: Bir gün Rabbim'e hitaben şöyle dedim: Ey Rabbim, eğer sevdiklerinden bi­rine, Sana kavuşmasından önce kalbini teskin edecek bir şey verdiysen, bana da aynısını ver. Bu kaygı bana zarar veriyor. O gece rüyamda şunu gördüm. Allah Teala, beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu:
Ey İbrahim! Ben'den, kavuşmamızdan önce kalbini teskin ede­cek bir şey istemekten utanmadın mı? Şevk ve özlem sahibi, sevdi­ğine kavuşmadan huzur bulabilir mi? Seven biri, kendini özleyen­den başkasından rahatlık umabilir mi? Bunun üzerine şöyle de­dim:
Ey Rabbim! Senin muhabbetinle aklımı kaybettim ve ne dediği­mi bilmez oldum. Beni bağışla ve nasıl demem gerektiğini bana öğ­ret. O zaman şöyle buyurdu:
De ki: 'Allahım, beni kazandan razı ve imtihanına karşı sabırlı kıl. Beni, nimetlerine şükretmeye alıştır1.
Aynı anlamda Ahmed b. İsa el-Harraz'dan da şöyle bir hadise naklederler. Bilindiği üzere o, musiki ile meşhurdu ve çok haraket-li, sık bayılan bir insandı. Bir defasında, onun da bulunduğu bir mecliste Sehl'in arkadaşlarından birinin adı geçti.
el-Harraz şöyle dedi: Onu, vefatından sonra rüyamda gördüm. 'Allah Teala, sana ne yaptı?' diye sordum. Dedi ki: 'Beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: Ey Ahmed! Benim sıfatımı Leyla'ya ve Sa'da'ya taşıdın. Eğer seni, Beni halis olarak murad ettiğin hiç bir makamda göremeseydim, sana azap ederdim. Ardından beni korku perdesinin arkasına yerleştirdi. Allah Teala'nın takdir ettiği süre kadar titredim ve korktum. Sonra rıza perdesinin arkasına yerleş­tirdi. Bunun üzerine ıEy Rabbim, beni Sen'den başka makamdan makama taşıyacak birini bilmiyorum, kendimi Sana bıraktım' de­dim. O da cennete konulmamı emretti.
Yukarıda naklettiğimiz hadisede, anlayış ve feraset sahipleri dı­şındakilere musiki dinletmek isteyenler için bir korkutma sözko-nusudur. Çünkü musiki, ancak safa ehline uygun düşen bir ilimdir. Onu, fesad ve bulanıklık üzere dinleyen kimse için musiki, bir mu­sibet ve zarardır. Müşahedelerin eksikliği halinde, onu dinleyen kimseler için birtakım afetlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Nağme ve ses, herşeyden önce maddi beklentileri davet eden hu­suslardır. Çünkü ses, birtakım anlamları içermesi bakımından rı-zık ve kazancı ifade eden el gibidir.
Yakini imanla bakan kimse rızkını ellerden alırken o ellere sa­hip olan insanlara dikkat etmez. Hakiki musiki dinleyicisi, mana­ları sesten alıp nağmelere iltifat etmez. Musikiyi teşbih ve temsil yani Allah Teala'nm sıfatlarını beşere benzetme anlamında dinle­yen kimse inkara sapmış olur. Heva ve şehvetleri tahrik etmek için dinleyen kimse ise, oyun ve eğlence ehlidir.
Musikiyi, iyi bir anlam çıkarmak, ilmi gerçek sıfatların manala­rı üzere müşahede etmek, düşünmek, Allah Teala'nm sıdk ayetleri­ni bulmak için dinleyen kimse ise, sevap kazanarak dinlemiş olur. Bunlar, Tevhid Ehli'nin musiki konusunda tesbit ettiği yollardır.
Musikide helal, haram ve şüpheli olmak üzere üç farklı hüküm mevcuttur. Heva ve şehvet niyetiyle dinlemek haramdır. Cariye ve eşinden mubah bir sıfat üzere, akli çerçevede dinlemek ise, eğlence ve hevaya çekilebilme sebebiyle şüphelidir.
Tabiundan bazı zatlar böyle yapmışlardır. Allah Teala'ya delalet eden bazı esasları müşahede eden bir kalple ve O'na şahit kılan bir takım yollarla dinlemek ise mubahtır. Bu tür dinleme de, ancak bu hususta bir nasibi ve kalbinde vecdi olan kimseler için sahih olur. Hüzün, şevk, korku veya muhabbet makamına yerleştirilmiş bir kul, musiki ile harekete geçerek şehadet mertebesine yükselebilir. Bu da onun için, musikiden kaynaklanan bir sevap olur.
Musikiyi nağmeler üzere dinleyen, sesin tadı, onunla oyalanma ve huzur bulma için ona kulak veren kimse, oyun ve eğlence ehli­dir. Bu gayelerle musiki dinlemek helal değildir. Çünkü kuldan murad edilen bu değildir.
Cüneyd (ra) şöyle derdi: Rahmet bu topluluğa şu üç yerde iner: Yemekte; çünkü onlar, ancak açlıktan dolayı yerler. Müzakerede; çünkü onlar, peygamberlerin hallerini ve sıddıkların makamlarım birbirlerine anlatıp öğüt alırlar. Musiki dinlemede; çünkü onlar, musikiyi vecd ile dinler ve onda hakka şahitlik ederler.
Ariflerden bir zat ise şöyle demiştir: Bizim yarenlerimizin vecd-leri ancak şu üç şeyde bilinir: Meselelerde, gazapta ve musiki din­lemede. Bunları belirtmesinin sebebi, musikinin muhibbandan ba­zıları tarafından takip edilmiş bir yol ve şevk ehlinden bazıları için de hal olmasıdır. Eğer musiki dinlemeyi toptan inkar edersek, üm­metin hayırlılarından doksan zatı da inkar etmiş oluruz.
Musikiye ehil olmayan kimseler karışmış ve onu meşru mecra­sından çıkartarak asıl maksadından uz akl aştırmışlar dır. Musiki ehlinden bazıları, bunu geçimlik haline getirmiş ve ihtiyaçlarını musikiden elde ettikleri parayla görür hale gelmişlerdir. Kimileri iki üç gün musiki yapmaz, ancak geçim ihtiyaçları had safhaya çık­tığında musikiye yönelerek vecdlerini ve zikirlerim musiki ile orta­ya çıkartırlardı. Bundan elde ettikleri kazançla, insanlara muhtaç olmaktan da kurtulurlardı. Bu, sadece kalbi duru, takva sahibi ve günahlardan uzak kimseler için sahih olabilir.
Musikide, insanlardan maddi beklenti içinde olmak, kalbin bu­lanıklığını gösterir. Musikide, oyun ve eğlence ihdas eden kimsenin bu tavrı, aklının eksikliğine delil teşkil eder. Şeyhlerimizden biri, kendi şeyhinden şunu nakletmiş tir: Ebu'l-Abbas el-Hızıı^ı gördüm ve kendisine, 'Arkadaşlarımızın ihtilafa düştükleri musiki hakkın­da ne düşünüyorsun?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Musiki, ancak alimlerin ayaklarının sağlam basabildiği sallanan bir kaya parçası gibidir. Bu söz, gerçekten de doğrudur. Çünkü Allah Resu-lü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en çok korktuğum şey; gizli şehvet ve eğlendirici nağmedir".
Hammad da, İbrahim en-Nehai'den şunu rivayet etmiştir: Mu­siki, kalpte nifakı yeşertin Mücahid, "İnsanlardan kimi var ki, bil­gisizce Allah Teala'nm yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence sözlerini satın alırlar" (Lokman/6) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: Bu, musikidir. Her iki alim de, doğru söylemişlerdir. Çünkü zevk veren musikiyi dinlemek haram olduğu gibi, şarkı söy­leyen kadınlara verilen ücretler de haramdır.
Kasidelerle şarkılar arasındaki fark şudur. Şarkılar, genellikle kadınlara teşvik edici, aşkı anlatıcı musiki ürünüdürler. Bunlarda genellikle kadınlar anlatıldığı gibi onlara yönlendirme sözkonusu-dur. Bunlar, dinleyenleri heva ve arzulara davet ederek eğlenceye teşvik ederler. Bu tür muhtevaya sahip şarkılar dinleyen kimse için musiki haramdır.
Kasideler ise, Allah Teala'nm zikredildiği, O'na yöneltilip yolu­na teşvik edildiği musiki ürünleridir. Bunlar, imani vecdleri hare­kete geçirirken, ilmi müşahedeleri heyecanlandırırlar. Bunlarla ahiret yolları ve sadıkların makamları zikredilmiş olur. Kasideleri,
bu gayelerle dinleyen kimseler, onun ehlinden sayılır. Çünkü onun, bu musikiden bir nasibi vardır.
Allah Teala buyurdu ki: "Herşeyden iki çift yarattık, ta ki düşü­nüp öğüt alasınız". (Zariyat/49) Söz de iki kısımdır: Manzum ve ne­sir. Nesir, alimlerin sözleridir. Manzum ise, şairlerin sözüdür. Her kim Allah Teala'yı bunlardan biriyle zikrediyor ve buna vesile olu­yorsa, bu onun için sahih bir yoldur.
Tanıdığımız Hicazhlar, senenin en güzel günlerinde yanımızda musiki dinlemekteydiler. Bu günler, Allah Teala'nm kullarına Za-tı'm anmalarını emrettiği seçilmiş günlerdi. Mesela teşrik günleri gibi. Onlar Ata b. Ebi Rabah'dan beri teşrik günleri musiki dinle­mektedirler. Hiç bir alim de bunu münker görmemiştir. Ata'nın musiki okuyan iki cariyesi vardı. Yanındaki arkadaşları da o iki ca­riyeyi dinlerlerdi.
Musiki hakkında söylenmesi gereken şudur: Musiki dinlediği zaman nefsani sıfatları öne çıkan ve şarkılar kendisine dünyevi nazları hatırlatan kimse için musiki dinlemek haramdır. Ama onu dinlediğinde Rabbini daha çok zikreden ve O'nu hatırlayan ifadele­re sahip bir musiki dinleyen kimse için bu yaptığı bir tür zikirdir.
Alimimize şu soru sorulmuştu: "Musiki dinlemeyi münker say­dığım duyduk. Cüneyd, Seri es-Sakati ve Zünnun-i Mısri musiki dinlerlerdi'. O da şu cevabı verdi: Musikiyi nasıl inkar edebilirim? Abdullah b. Cafer et-Tayyar -yani Ebu Talib'in oğlu- onu dinlerdi. Benim inkar ettiğim, eğlence ve musiki ile oynaşmadır.
O anılan şeyhler de musiki dinlerlerdi. Ama onların bir kısmı, musikiyi açıktan değil gizli olarak dinlerdi. Bir kısmı da, tabileri-nin ve arkadaşlarının değil kendi yoldaşlarının ve kardeşlerinin musikisini dinlerlerdi. Kimisi de, musiki dinlemek, ancak ayağı sağlam basan arif için sahih olup yola yeni giren müride uygun düşmez, demiştir.
Ulemadan bir zat, musiki dinlemeyi terketmişti. Kendisine, bu husus sorulduğunda, 'Kimden?' diye sormuş ve kendisine Ya sen?' denilmişti. Bunun üzerine o da şu karşılığı vermişti: Musikiyi an­cak ehlinden dinleyenlerle beraber olabilirim. Yahya b. Muaz'dan da şunu naklettiler: Üç şeyi kaybettik. Onları göremiyoruz ve ben de onların giderek ender hale geldiğini görüyorum. Günahtan ko-
runmakla beraber simanın güzelliği; Dindarlıkla beraber sözün gü­zelliği; Vefakârlıkla beraber kardeşliğin güzelliği.
Sahabeden, Abdullah b. Cafer (ra) dışında dört sahabi de musi­ki dinlemiştir. îbni Zübeyr (ra) ve Muğire b. Şu'be (ra) bunlardan­dır. İbrahim b. Edhem'den (ra) şu söz nakledilmiştir: Kabe'yi tavaf ediyordum. Çok karanlık bir gece idi. Hava yağmurluydu ve şim­şekler çakıyordu. Tavaf yeri boşalmıştı. Kabe'nin kapısına vardı­ğımda şöyle dua ettim:
Ey Allahım, beni günahlardan muhafaza et ki Sana karşı masi-yette bulunmayayım. Bir süre sonra Kabe'nin içinden şöyle bir ses duydum: Ey İbrahim, sen Ben'den günahlardan korunma istiyorsun. Bütün kullarım da aynı şeyi niyaz ediyorlar. Peki kullarımı günah­tan korursam, kime lütufta bulunacak ve kime mağfiret edeceğim.
Vehb b. Münebbih'den de şu haber nakledilmiştir: Allah Teala, Davud peygambere vahyederek şöyle buyurdu: Sen, Ben'den çok niyazda bulunuyorsun. Sana şevk ve özlem nasip etmemi isteme. Bunun üzerine Davud (as), 'Ey Rabbim, şevk nedir?' diye sordu, Al­lah Teala da şöyle buyurdu: 'Ben, şevk ehlinin kalplerini kendi rı­zamdan yarattım ve onları Zatı'mm nuru ile kemale erdirdim. Sır­larını yeryüzüne nazar etme noktam kıldım ve kalplerinde de öyle bir yol aldım ki, Benim kudretime nazar ederek her gün daha faz­la şevkle dolsunlar.
Sonra seçkin meleklerimi çağıracağım. Onlar secdeye kapanmış halde huzuruma geldiklerinde, kendilerine şöyle buyuracağım: Ben sizleri, Bana ibadet etmeniz için çağırmadım. Başlarınızı kaldırın da size, Bana karşı şevkle dolu olan kullarınım kalplerini göstereyim. İzzetim ve celalim hakkı için, güneş dünya halkını nasıl aydınlatı­yorsa, Benim göklerim de onların kalplerinin nuru ile aydınlanır. Al­lah Teala'nın, 'Ben'den şevk ve özlem isteme' buyruğunun anlamı, bunun sadece evliyaya mahsus olup, peygamberlere nasip edilmedi­ği şeklinde değildir. Bazı kimseler, bu hususta büyük bir yanılgıya düşmüş ve arifleri, peygamberlerden daha üstün görmüşlerdir.
Yukarıdaki söz, sadece Davud (as) için geçerli olup Allah Teala kendisinden şevk niyaz etmesini talep etmiş ve ona şevki nasip edeceğini zımnen buyurmuştur. O da, şevki sayesinde, ariflerin makamlarından olan şevki aşarak daha yükseklere çıkmıştır.
Allah Teala, bunu onun ağzından söyleterek kendisine şevk ma­kamının yüksekliğini göstermek ve başka şeyleri bırakıp bunu is­temesi halinde süratle icabet edeceğini göstermek istemiştir.
Davud peygamberin 'Şevk nedir?' sorusu, onun şevki bilmediği­ni göstermez. Çünkü Allah Teala ona hikmet ve peygamberlik ver­miştir. O, Rabbinin huzurunda edep ve hayasından dolayı sükut ederek gaybleri bilenin önünde cahilliğini itiraf etmek istemiştir. Ayrıca şevkin hakiki sıfatını bizzat O'ndan dinlemek istemiştir. Zi­ra O, söz söyleyenlerin en doğrusu ve nitelemede bulunanların en övülmüşüdür.
Kıskanmaya (-gayret) gelince, muhibbanın en kıymetli halle­rinden biridir. Çünkü Allah Teala, Zatı'nm sıfatlarını onlara izhar ettiği için, onlar da bu bilgilere sıkı sıkıya sarılmışlardır. Muhibba­nın kalpleri bu bilgilerle dolmuş, akılları da büyük bir şaşkınlığa düşmüştür. Ama bu, ashab-ı yemin zümresinin havassı ve muhib-ban zümresinin avamı için geçerli bir durumdur.
Allah Teala onları, tevhid makamına yükselttiği zaman vahda­niyet vecdine ve ferdaniyet ile ferdliğe şahit kılar. Bu makama yük­seldiklerinde ise, Allah Teala'nm Zatı'ndan mâsivaya hiçbir şey vermediğini ve sıfatlarından hiçbirini de izhar etmediğini görürler. Bunun üzerine daha önce duydukları kıskançlık, tevhidi imana ulaşmaları sebebiyle bu tevhidin içinde dürülüp gider. Çünkü bu iman sayesinde, Allah Teala'nm Zatı'na O'ndan başkasının baka-madığını ve O'nu, O'ndan başkasının tam anlamıyla bilemediğini görürler.
Bu da, kıskançlık yönündeki çabalarını bertaraf eder. Zira on­lar, izhar ettiği çeşitli türler ve açıkladığı kısımlarda bildirdiği şey­lerin hikmetini öğrenmişlerdir. O, gaybınm gaybında olup O'ndan gayri hiç kimse O'na muttali olamadığı gibi sırrının sırrında da Za­tı'ndan başka hiç bir varlık şahit olamaz. Bu şuura varan muhib-ban için, tevhid makamı kıskançlık makamının yerini alır. Tabii bu, sıddık muvahhidlerin makamına muttali kılman kullar için ge­çerlidir.
Muhibbin sıfat ve delilleri hakkında, Yahya b. Muaz, Ebu Türab en-Nahbeşi<ve Ebu Said el-Harraz'dan aynı kafiyeye sahip bazı beyit­ler nakledilmiştir. Bu beyitler, yaklaşık anlamlara sahip olmalarının
yanısıra müridler arasındaki muhibbanın sıfatlarını da genel olarak ihtiva etmektedir. Bunlarda, Allah Teala'ya yakınlığı ve uzleti murad edilen yüce hal ve müşahedlere sahip gezginlerin sıfatları da zikre­dilmektedir. Ebu Türab'dan rivayet edilen beyitler şunlardır:
Sakın kanma! Bil ki muhibbin delilleri vardır,
Onda Habib Teala'nm vesile olacak armağanları vardır.
O'nun imtihanın acısını tatmak,
Yaptığı her fiilde memnuniyet göstermek gibi.
O'nun engellemesi, kabul edilmiş bir bağış,                           
Fakirlik bir ikram ve ivedi bir lütuftur onun için.
Onun emareler indendir azimkar görünmek
Kınayanlar ısrar etse bile Habib Teala'ya boyun eğişte,
Delillerindendir mütebessim görünmek,
Kalpte Habib Teala'dan bülbüllerin şakımasıyla.
Delillerindendir anlayışlı görünmek,
 Soru sahibinin şanını yükseltenin Kelam'ında.
Delillerindendir sâde görünmek,                     
Söylediği her sözde çekinceli olarak.               
Yahya b. Muaz'dan ise şu beyitler nakledilmiştir: r- Delillerdendir onu uğraşta görmeniz, İki bez parçasıyla nehir kenarlarında. ~dt Delillerdendir hüznü ve hıçkırarak ağlayışı, Gecenin karanlığında ve yoktur onun için buna bedeli. H'! Delillerdendir onu görmeniz yolcu olarak, Cihad ve her türlü faziletli iş yolunda.
Delillerdendir gösterdiği zühd, gördüğü -es fjer dünya malı ve zail olacak nimetlerde.Delillerdendir onu görmeniz ağlarken, İşlediği bir kusurdan dolayı.Delillerdendir onu görmeniz teslim etmiş olarak,
Her işi Melik ve Adil olan Hak Teala'ya.Delillerdendir onu görmeniz razı olarak, Her hükümde Melik'i olan Allah Teala'dan. ' Delillerdendir gülümsemesi halk içinde,Kalbi, sevdiğini kaybedenin kalbi gibi hüzünlüyken.
Ebu Said el-Harraz'dan rivayet edilen beyitler de, aynı anlam­ları ihtiva etmektedir. Kanaatimize göre, o da beyitlerini yazarken bu iki alimden istifade etmiştir. Çünkü o ikisi, ondan önce yaşamış­lardır. Şurası var ki onun şiiri onbir beyitten oluşmuştur. Yukarıda zikrettiğimiz alamet ve delaletlerin tamamı da muhibban zümresi­nin ve Allah Teala'yı seven, O'nun tarafından da sevilen muhible-rin sıfatlarından ibarettir. Çünkü kulun Allah Teala'nın muhabbe­ti için varolması, Allah Teala'nm da kendisine muhabbette bulun­duğunun gaybi bir alametidir. Allah Teala bu gaybi muhabbetini henüz bu dünyada iken kuluna gösterir.
Muhabbette iki makam vardır: Ta'rif Makamı; Ta'arruf Maka­mı. Ta'rif Makamı, avammın bilgi ve marifetidir. Bu, hususi mu­habbetten önce gelen bir muhabbet makam ve derecesidir. Ta'arruf Makamı ise, havassın bilgi ve marifetidir. Bu makam, avammın muhabbetinden daha sonra olup, muhabbet bakımından daha üs­tün bir makam ve derecedir.
Muhabbetin diğer iki makamı ise, Muhibbin muhabbeti ile Mahbub'un muhabbeti makamlarıdır. Mürîd/isteyen-Murâd/iste-nen sözüyle ifade edilen de budur. Hakiki anlamda herkes Allah Te­ala'yı istemesi ve O'nun rızasına ermesi bakımından mürid ve ay­nı gaye ile muraddır. Ancak sufiler, Murâd kelimesine hususi bir mana yüklemişlerdir. Onlara göre Murâd kelimesi ile O bilinir ve diğer muradlardan ayrışır. Bu ayrışma, tıpkı başlayanın başlanan­dan, yakaranm seçilmişten, talep edenin talep edilenden, arzulaya­nın arzulanandan, hafızın mahfuzdan ayrışması gibidir. Nasıl taşı­yan taşman, ziyaret eden ziyaret edilen, özleyen kavuşan gibi de­ğilse, muhib de Mahbub gibi değildir.
Ebu Musa ed-Debili şöyle demiştir: Beyazıd-ı Bestami'ye arka­daşımız Abdürrahim'in îhlas hakkındaki bir kitabını arzettim. İçinde tek hoşlandığı Ebu Asım eş-Şami'nin şevkle ilgili bir hikaye­si oldu. Hikaye şundan ibaretti: Şamlılar'ın gurbetçisi Ebu Asım'a Allah Teala'ya şevk duyup duymadığı sorulmuştu. O da şevk duy­madığını söylemişti. Bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle karşılık vermişti: "Şevk yani Özlem, ancak uzaktakine duyulur. Uzaktaki her zaman yanında ise o zaman kime şevk duyarsın?!" İşte bu Mah­bub makamıdır.
Müşahedede iki makam mevcuttur. Bunların ilki Şevk/Özlemi ikincisi ise Üns/Yakınlık ve aşinalık makamıdır. Şevk, Allah Teala'nm izzeti ve sıfatlarının gizli lütuilarla gayb perdesinin arka^-smdan görülmesinden kaynaklanan bir kaygı ve endişe halidir. Bu makamda, hüzün ve inkisar vardır. Üns ise, ilahi kudretin lütufla-n sayesinde sıfatların yakinen görülmesinden kaynaklanan bir ya­kınlık halidir. Bu makamda ise mutluluk ve esenlik mevcuttur. Dayğam dedi ki: Halka şaşarım ki Sen'in zatına karşılık araf--lar. Yine onlara şaşarım ki Sen'den başkasında aşinalık ve ünsiyet bulurlar. Cüneyd dedi ki: Muhabbetin olgunluk alameti, Allah Te­ala'nın kalpte sürekli sevinç ve neşeyle zikredilmesi, O'na şeyk duyma ve O'nun ünsiyetine sığınmadır.                                   
Kişi, O'nun muhabbetini kendi sevgisine tercih etmeli, O'nun yaptığı her fiile rıza göstermelidir. Allah Teala ile ünsiyet kurma­nın alameti ise, halvetten zevk almak, O'na yakarmanın tadına varmak, kafasını ve kalbini tamamen boşaltarak neredeyse dünya­yı ve ona dair hiçbir şeyi akledemez hale gelmektir. Bu hali kendi­sini insanlarla ünsiyet kurmaya götürmemelidir. Aksi takdirde ak­li olanın derecelerinde mertebesini bulur.
Aynı şekilde muhabbeti de halkın muhabbetine götürmemelidir. Bu durumda ise, akılla bilinebilecek düzeyde bir muhabbete ulaşa­bilir. Çünkü beşeri muhabbet, aklın idrak edeceği hallerdendir. İla­hi muhabbet ise, kalp huzuru ve O'na teslimiyet, bundan tad al­mak, dinlenmek ve Allah Teala'mn bahşettiği sevince ulaşmaktır.
İlahi muhabbeti bilmeyenlerin bu muhabbeti inkar etmeleri gi­bi, ünsiyet makamında derecesi olmayanlar da bu makamı inkar etmişlerdir. İlahi muhabbeti inkar edenler, bunda beşeri bir sevgi­nin tezahürlerini hayal etmişlerdir. Böylelerine göre muhabbet, an­cak yaratılmışlar için tarif edilir ve yalnız onlar tarafından akledi-
lebilir.
Bunlara göre, İlahi muhabbet, O'ndan duyulan korku ve endi­şeden başka bir şey değildir. Bu görüşte olanlara misal olarak Ha­lil'in hizmetçisi olarak tanınan Ahmed b. Galib'i zikredebiliriz. O Cüneyd, Sevri ve Ebu Said'in muhabbet hakkında söylediklerini in -kar etmiştir. Bu tavır, Selefin tasvip ettiği bir hal değildir. Arifler de bu tarz bir yol izlememişlerdir. Mesela, Amir b, Abdullah bir
kardeşine yazdığı mektubunda şu ifadeyi kullanmıştır: "Allah Te-ala seni Zatı'na yakın kılsın". Dağdan dönen İbrahim b. Edhem'e 'Nereden geliyorsun?' diye sorulduğunda, 'Allah Teala'nın ünsiye-tinden' cevabını vermişti. Ariflerden bir zatın şu şiirini nakletmiş­ler dir:
Allah Teala'ya ünsiyet, boşgezenin yapabileceği iş değildir. Sahtekarlar da hile ile o dereceye ulaşamazlar. O'na aşina olanlar, hepsi necib kimselerdir, Hepsi de seçkin ve O'nun için amel edenlerdir.
Tefsirde, Said b. Arube vasıtasıyla Katade'den şu görüş nakledil­miştir: O, "Onlar ki iman ederler ve kalpleri Allah Teala'nın zikriy-le itmi'nan bulur" (Ra'd/28) ayetinin tefsirini yaparak şöyle demişti: Yani onların kalpleri O'na doğru dökülür ve O'na aşina olurlar.
Üns makamında, yakarma ve yalvarma vardır. Yine bu makam­da Allah Teala ile aynı meclisi paylaşma ve konuşma sözkonusu-dur. Ayrıca bir anlamda açılma ve genişleme de olabilir. Allah Teala bu derece yakınlaşmayı, ancak üns makamına yerleştirdiği kulları için hoşgörür.
Nitekim Musa peygamber'in (as) şu sözü de ancak üns maka­mında bulunması sayesinde caiz olmuştur. O, Allah Teala'ya şöyle hitab etmişti: Ey Rabbim, benim için öyle bir şey var ki Sen'in için yoktur. Yüce Allah, 'O nedir?' diye sorunca Musa peygamber şöyle dedi: Benim için Sen varsın. Ama Sen'in için başka bir Sen yoktur. Bunun üzerine Allah Teala da 'Doğru söyledin' buyurdu. Musa pey­gamberin bu sözü, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şura/İl) aye-tiyle aynı anlamdadır.
Bu ayetin anlamı, O'nun gibi hiçbir şey yoktur, şeklindedir. Çünkü hiçbir şey O'nun gibi değildir. Araplar, 'benzer=misr kelime­sini bir şeyin bizzat kendisi için de kullanırlar. İfade bakımından daha geniş ve daha cesur bir söz de yine Musa peygamberin (as) Rabbi'ne hitap ederken kullandığı şu sözdür. Bu söz Kur'an-ı Ke-rim'de yer almaktadır: "Ben onlardan bir canı öldürdüm. Onların da bu sebeple beni Öldürmelerinden korkuyorum". (Kasas/33) Bun­dan daha da ileri olanı, Rabbinin 'Firavun'a git' emri karşısında,
Harun'u da benimle gönder demesidir. Musa peygamberin bu me-yandaki sözlerinden biri de Kur'an'da yer alan şu ayet-i kerimedir: "Beni yalanlamalarından ve yüreğimin daralmasından korkarım". (Şuara/13)
Allah Teala, onun bu ve benzeri sözlerini hoşgörmüştür. Sebebi de kendisini, üns ve yakınlık makamına yerleştirmiş olmasıdır. O peygamberin Allah katındaki yeri, güzel bir yerdir. Bu yüzden de Allah Teala'ya karşı bu tür ifadeler kullanabilmiştir.
Allah Teala, Musa peygamber ve benzerlerini böyle hoşgörür-ken, bazı peygamberlerin edebe yakışmayan ifadelerini ise hoşgör-memiştir. Nitekim, Yunus peygamberi (as) zihninden geçirdiği bir fikirden dolayı korku ve tutup yakalama (=kabz) makamına yerleş­tirmiştir. Sonunda da kendisini balığın karnında karanlıkların içinde hapsederek cezalandırmıştır. Eğer Rabbinden bir nimet ese­ri affedilmiş olmasaydı, kıyamet gününe kadar orada kalacak ve hesap günü, kınanmış olarak meydana atılacaktı. Allah Teala ha-bibini (sav) söz ve fiillerinde Yunus peygambere uymaktan menet-miş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne sabret ve balığa hapsedilen gibi olma". (Kalem/48)
Allah Teala peygamberler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah onlardan kimisiyle konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiş­tir". (Bakara/253) Yine O, Yusuf peygamberin kardeşlerinin niyet­lerine, kanaatlerine, yaptıklarına ve gizledikleri 'Yiısufu öldürün veya bir yerlere atın da babanızın yüzü yalnız size dönsün' sözüne tahammül göstermiştir.
İlk başta söyledikleri 'Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevimli geliyorlar* sözünden, Yusufun değersiz bir paraya satılması­na kadar geçen sürede yaptıkları ve söyledikleri kırk küsur günah oluşturmaktadır. Bu günahların bazıları, diğerlerinden çok daha büyüktür. Tek bir sözde dahi dört veya beş, ya da daha az veya faz­la günah bulunabilir. Bunları tesbit etmek, günahların inceliklerini bilmek ve günah bulma usulüne vakıf olmakla mümkün olabilir.
Allah Teala, Yusuf peygamberin kardeşlerini tüm yaptıkları ve söylediklerine rağmen bağışlamıştır. Bu da ancak onların sevilen bir makamda bulunmalarıyla açıklanabilir. Oysa Üzeyr'in tek bir günahını dahi hoşgörmemiştir. O, sadece kaderle ilgili bir mesele
sormuştu. Rabbi ona Öylesine kızmıştı ki, peygamberlik divanın­dan silindiği bile rivayet edilmiştir. Yukarıdaki misallerden daha da ilginç olanı, İsrailoğullarıyla ilgili olandır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Açık ayetler size geldikten sonra bu­zağıyı (ilah) edindiniz. Bunu da affettik". (Nisa/153)
Allah Teala dilerse, en büyük günahları bile affeder, Bu O'na zor gelmez. Dilediğinde ise, en küçük kusurları dahi hesaba çekip sorgular. Bir zerre, hardal tanesi dahi, O'nun hesabından kurtula­maz. Melekûtün yegane sahibi ve Cebbar sıfatının sahibi olan Hak Teala'nm karşısında hangi günah küçük görülebilir ki? Görmez mi­siniz ki peygamberliğin hürmetini ihlal etmek suretiyle nankörlük eden bir peygamberin kusuru dahi ifşa edilmektedir. Bu kadar kü­çük kusurlar bile yüze vurulurken koca günahlar O'nun lütuf ve rahmeti olmaksızın nasıl örtülebilir?
Allah Teala, konuyla ilgili bir ayet-i kerimede şöyle buyurmak­tadır: "O, dilediğine mağfiret eder, dilediğine de azap eder". (Ma-ide/18) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Yani Allah Teala dile­diği kimsenin büyük günahını bağışlarken, dilediği kimseye de kü­çük bir günahından dolayı azap edebilir.
Hatta başka bir alim de şöyle demiştir: Bir topluluk aynı güna­hı hep birlikte işlemelerine rağmen Allah Teala onlardan bir kısmı­nı bağışlarken, bir kısmına da azap edebilir. Bağışladığı kimselerin günahını hasenata çevirir ve bu hasenat o kimselere hiçbir zarar vermediği gibi, ahirette de onu mesut eder.
Bağışlamadığı kimselere de azap ettiği gibi, yaptıkları hiçbir amel onlara fayda etmez. Çünkü O, yaptığından sual edilmeyendir. Kullar ise, yaptıklarından dolayı sorgulanırlar. Yaratmak ve emret­mek O'nun inhisarındadır. O, yarattıkları hakkında dilediğiyle ve dilediği şekilde hüküm verir. Güç ve engelleme yalnız O'nundur.
Asaf b. Berhaya da, günahta aşırı gitmesine rağmen Allah Te-ala'nm muhabbet ve ünsiyetine mazhar olanlardandır. İlminin bü­yüklüğü ve Rabbinin ona duyduğu şefkatten dolayı günahların! saymak uygun düşmez. Ancak Rabbi ona sahip çıkmış, kendisini ilim ve lütfü ile seçmiş, peygamberi ve halifesini onunla destekle­yip ona vezir kılmış ve kendisine İsm-i Azam'ı bildirmiştir. Allah Teala'nm ona bu şekilde lütufta bulunmasının sebebi, muhibbanm
ilahi şefkatten umudunu kesmemesi ve O'na sevimli gelenleri lütf-u ilahi hakkında ümitsizliğe kapılmaması içindir.                 I
Allah Teala, Bel'am b. Baura'ya ise, Asafm günahlarından yaİ-nız biri için dahi hoşgörmemiştir. Çünkü Bel'am, dünyalığını dinin­den temin eden, ilmi nevasına göre değiştirerek yoldan çıkan biriy­di. O, bu günahından dolayı helak oldu ve Allah Teala'nm şiddetli gazabına uğradı. Asafm günahları ise, kendisiyle Rabbi arasmdai işlenen günahlardı. Asaf, Rabbi'nin işaretlerini gördüğü zaman yaptığı ibadetlerden de uzaklaştı. Çünkü onları hakiki manaları ile1 ve niyetini halis kılarak yapmamaktaydı. Asaf a, İsm-i Azam ile bir^ likte 'Oldu=Kane' fiiline bitişik 'Ol=Kün' emrinin de verildiği söy-; lenmektedir.
Bazı rivayetlerde ona bunlardan daha üstün güçlerin de verildi­ği söylenmiştir. Asaf, bilahare bütün bu işaretlerden uzaklaşmış, dünyaya meylederek helak derekelerine düşmüştür. Yaptığı ibadet ve zabitliğin de kendisine hiçbir faydası olmamıştır. Bunun sebebi, hiçbir amel sahibinin, Rabbi'nin tuzağından emin olmaması, hiçbir alimin de Rabbinin izhar ettiği şeyle O'na delil getirmeye kalkış­maması gereğidir.
Asaf, büyük günahlarına rağmen kurtarılmış ve kendisine bir takım işaretler verilmiştir. Çünkü o, Rabbi tarafından murad edi­len sıfatında ve mahbub makamında olan bir insandı. Bütün bun­lar, Allah Teala'nm peygamberi ve halifesi olan Süleyman peygam­berin (as) huzurunda olmuştu.
Bel'am'm kıssasına gelince, bu kıssa anlatılmayacak kadar meşhur bir kıssadır. Kıssanın mukaddimelerinde bile kıssalar mevcuttur. Burada bunları anlatarak sözü uzatmak istemiyoruz. Biz Asafm kıssasından bize ulaşanlardan bir kısmını nakletmiş olalım.
Nakledildi ki: Allah Teala Süleyman peygambere vahyederek şöyle buyurdu: Ey abidlerin başının oğlu! Ey zahidlerin hüccetinin oğlu! Teyze oğlun Asaf Bana daha ne kadar isyan edip günah işle­yecek? Ben ona her defasında hilim gösterip hoşgörüyorum. İzze­tim ve celalim üzerine yemin ederim ki, eğer cezalarımdan biri onu ansızın yakalarsa, yanındakilere ibret, sonrakilere de bela olmak üzere kendisini öylece bırakırım!      Mfı "ft1
Asaf, Süleyman peygamberin (as) yanma geldiğinde, Allah Te-ala'mn vahyini kendisine bildirdi. Asaf, Süleyman peygamberin huzurundan çıktıktan hemen sonra bir kum yığını göğe yükseldi. Asaf ellerini göğe doğru kaldırdı ve şöyle dua etti: Ey Allahım, ey Efendim, Sen Sen'sin, ben benim. Sen benim tevbemi kabul etmez­sen ben nasıl tevbe ederim? Sen beni arındırmak istemezsen ben nasıl arınıp tekrarlamam? Bunun üzerine Allah Teala, 'Doğru söy­ledin, sen sensin, Ben Benim. Bana tevbe ile yönel, senin tevbeni kabul ettim. Ben tevbeleri kabul eden, merhamet gösterenim' bu­yurdu.
Asafm bu sözleri, Rabbi ile latifeleşen, O'ndan yine O'na kaçan, O'nun için O'na yaltaklanan bir kulun ifadeleridir. Ünsiyet sahibi mahbublann Rablerine yaptıkları latifelerin bir örneği de Berah-ı Esved'in yakarışıdır.
Allah Teala, Musa peygambere Berah'dan İsrailoğulları için yağmur duasına çıkmasını istemesini buyurmuştu. İsrailoğulları yedi yıllık bir kuraklığa düşmüşlerdi. Musa peygamber (as) de yet­miş bin kişilik bir toplulukla yağmur duasına çıkmıştı. Allah Teala ona şöyle vahyetti: Günahları tarafından karartılmış, kalpleri kir­lenmiş, tuzağımdan emin olarak gerçekleşeceğine inanmaksızın dua eden bu kimselerin dualarını nasıl kabul ederim? Şimdi geri dön. Benim Berah denen bir kulum var. Ondan yağmur duasına ; çıkmasını iste ki, onun duasına icabet edeyim.
Musa (as) o kulu araştırdı ama bir türlü bulamadı. Bir gün yol­da yürürken, alnında secde izi toprak bulunan siyah bir köleyle karşılaştı. Boynuna bağlı bir Örtü vardı. Musa peygamber, Allah Teala'mn nuru sayesinde onu tanıdı ve selam verdi. Sonra, 'Adın ne?' diye sordu. O da 'Berah' dedi. Bunun üzerine Musa (as) TJzun zamandır, seni aramaktayız, bizim için yağmur duasına çıkar mı­hsın?' dedi.
Berah yağmur duasına çıktı ve şöyle dedi: Bu, Sen'in işin ola­maz. Bu, Sen'in hilmine de yakışmaz. Sana ne oldu? Yağmurların mı bitti? Yoksa rüzgarlar Sana isyan mı ettiler? Katındaki hazinen mi tükendi? Yoksa günahkârlara olan gazabın mı arttı? Sen günah-'ları çok bağışlayan değil miydin? Günahkârları yaratmadan çok önce rahmeti yaratmadın mı? Şefkati emrederken, Kendi emrini
çiğneyen mi oldun? Yoksa vazgeçtiğini mi göstermek istiyorsun? Ya da zamanın geçmesinden korkarak azabı bir an önce vermek mi is­tedin?
Berah'm duası biter bitmez, İsrailoğnllarının toprakları yağmu­ra boğuldu ve otlar yarım günde çıkarak diz boyuna ulaştı. Muhak­kak ki bunda rica ehli için bir hatırlatma, şevk duyanlar için bir ya­kınlaşma, ilim sahipleri için bir beklenti ve itaat ehli için bir güzel­lik vardır.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Habib hesaba çekilmez, düş­man sayılmaz. Rivayet edilir ki: Allah Teala, helak olmak üzerey­ken kurtardığı bir kuluna şöyle vahyetmiştir: Nice günahla karşı­ma çıktın ki Ben onları bağışladım. Oysa Ben, onlardan daha hafif tek bir günah için bir milleti helak etmişimdir.
İki kul, aynı günahı işlemiş olabilirler. Ama seçilme ve korun­ma bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Mesela Adem (as) ile İblis aynı günahı işlemişlerdir, iblis Allah Teala'mn lanetine maruz ka­lırken, Adem (as) daha önceki seçilmişliği ve hakkındaki güzel söz­den dolayı Rabbi tarafından affına mazhar kılınarak seçilmiştir. İb­lis ise O'nun rahmetinden uzaklaşıp hakkında daha önceden veril­miş olan kötü hükme tabi tutularak yoldan çıkarılmıştır.
Bununla ilgili Kur'an-ı Kerim'de de iki kul hakkında Resul-i Ekrem'in itaba uğradığını görmekteyiz. Resul-i Ekrem, bunlardan birine yöneldiği, diğerinden de yüz çevirdiği için azarlanmıştı. Ayetlerin ilki şudur: "Korkar halde koşarak sana gelen kula gelin­ce sen ondan yüz çevirirsin". (Abese/9) Diğer ayet ise şudur: "Ken­dini müstağni gören kişiye gelince onunla uğraşırsın. Onun arın­ması sana düşmez". (Abese/5)
Allah Teala her iki zümrenin de Rabbi olmasına rağmen, pey­gamberine bunlardan birine yönelip selam vermesini emrederken, diğerinden de yüz çevirip onlarla oturmaya son vermesini emret­mektedir: "Ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde şöyle de: Selam üzerinize olsun, Rabbiniz üzerine rahmet yazdı. Sabah ak-Şam Rablerine dua edenlere karşı nefsini sabra zorla. Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğünde ise, onlardan yüz çevir, ta ki başka bir konuşmaya dalsınlar. Şeytan sana unutturursa, ha­tırladıktan sonra zalim kavimle beraber oturma". (En'am/68) Her iki zümre de Allah Teala'nın kulları olmasına rağmen, Resul-i Ek­rem'e farklı davranması emredilmiştir.
Muhib açısından mahbub, Musa peygamberin makamı açısın­dan Allah Resulii'nün (sav) makamı gibidir. Musa peygamber (as) "Rabbim yüreğimi aç!" (Taha/25) diye dua etmişti. Allah Resulü (sav) içinse şöyle buyurmuştur: "Senin yüreğini açmadık mı?" (İn­şirah/l) Musa peygamber (as) "Bana ailemden bir vezir kıl, karde­şim Harun'u' demişti". (Taha/29) Allah Teala, Resulü'ne (sav) ise şöyle buyurmuştur: "Senin zikrini yükselttik". (İnşirah/4) Yani Al­lah Resulü'nün (sav) adı, kelime-i şehadet ve ezanda Allah Teala ile birlikte zikredilecektir.
Allah Teala bununla şöyle buyurmayı rnurad etmiş olabilir: Sa­na Ben'den başkasından yardımcı kılmam. Çünkü sen, Benim eh-limdensin. Vezir; yoldaş, destekçi anlamındadır. Sen Benim ehlim-densin. Seni zikrimle yardımcı ve yoldaş kıldım. Destekçin de, yar­dımcın da benim. Sana Ben'den başkasından vezir kılmam.
Bunun benzeri bir ifadeyi de Leys'in Mücahid'den şu ayetin açıklamasıyla ilgili naklettiği tefsirde görmekteyiz. Allah Teala bu­yurdu ki: "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makam (makam-ı mahmud)a gönderir". (İsra/79) Mücahid'e göre" bu makam, Arş'tır. Allah Teala rububiyet sıfatı gereği dünya hayatı devam ederken Arş'a bizzat kendisi oturmaktadır. Ahirette ise kudretiyle ondan müstağni olacağı için Arş'ını Resulü'ne (sav) verecektir. Resulü ve habibine verdiği değer ve onu şereflendirmek için kendi yerini ona tahsis edecektir.
Böylelikle O, risalet bakımından sonuncu olma şerefine nail ol­duğu gibi, ahiretteki makamı bakımından da diğer peygamberlerin üstünde bir yere sahip olacaktır. Allah Teala Musa peygambere ma­kamından sonra şöyle buyurmuştur: Ey Musa, sana istediğin veril­di. Sana bir kez daha lütufta bulunduk. Görüldüğü gibi burada bir sınırlama vardır. Resul-i Ekrem'e ise birçok makam bahşettikten sonra şöyle buyurmuştur: "De ki: Rabbim beni ilim bakımından arttır". (Taha/114) Burada ise sınırlama sözkonusu değildir. Bu, ila­hi bahislerin en üst noktasıdır.
Musa (as) Rabbine dua ederek şöyle demişti: "Rabbim Kendini bana göster de Sana bakayım". (A'raf/143) Bu, kulluk mahallinde
ifade edilen bir istekti. Oysa Allah Teala habibi (sav) hakkında şöy­le buyurmaktadır: "Gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı...Onunla arasın­daki mesafe, iki yay kadar yahut daha az kaldı". (Necm/17, 9) Bu ise, rububiyet mekanında gerçekleşen bir görüşmedir.
Muhib ile mahbub arasındaki mekan farklılığı, Musa peygam­ber ile Allah Resulü'nün (sav) Rablerine yakınlık derecesindeki farklılık gibidir. Gördüğü birşeyi, kendi yerinde gören ile, gördüğü Rabbini O'nun katında huzurunda gören arasında elbette çok bü­yük fark vardır.
Rabbini kendinden razı etmek için duyduğu şevkle acele eden biriyle, Rabbinin kendinden razı olduğunu bilerek O'na duyduğu, şevkle acele eden biri arasında da elbette büyük fark vardır. Gör- i düğünü gördüğünde sebat edemeyip darlığından dolayı ilahi nurla- i rı dışarı taşıran biriyle, gördüğünü gördüğünde sebat ederek geniş- j liginden dolayı nurların içine taştığı biri elbette aynı değildir. Allah, Resulü (sav) mekan bakımından Musa peygamberi (as) geçtiği gibi: mahbub da muhibbin makamını aşmıştır. Allah Teala Musa pey-1 gamber ile arasına Mülkiyet Lamı koymuştur. Resulü'nü (sav) iseı mülkte Kendi yerine geçirmiştir. O, Musa peygamber hakkında1 şöyle buyurmuştur: "Seni Kendim için ayırdım". (Taha(41)             j
Habibi ve son Peygamberi (sav) hakkında ise şöyle buyurmak-tadır: "Sana biat edenler, ancak Allah'a biat ediyorlar". (Feth/10) Allah Teala'nın bir peygamberini kendisi İçin ayırması ile, başka! bir peygamberini bizzat Kendi yerine koyması arasında çok büyük fark vardır. Burada Allah Resulü (sav) için büyük bir takdir ve şe­reflendirme sözkonusudur.
Allah Teala'nın Zatı'ndan ayrı olarak zikredip sıfatlarından bi­riyle övdüğü peygamber ile, Zatı'na bitişik olarak zikredip Kendi sıfatıyla övdüğü Peygamber arasında çok büyük fark vardır. Za­tı'ndan ayrı olarak zikrettiği peygamberle ilgili olarak şöyle buyur­muştur: "Senin üzerine Ben'den bir muhabbet bıraktım ve (herşe-yi) gözlerimin önünde yapacaksın". (Taha/39) Zatı ile bitişik olarak zikrettiği Peygamberi hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve Resulü'ne iman edersiniz, onu desteklersiniz.." (Feth/9) Benzer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmıaktadır: "Allah ve Resulü ra­zı etmelerine daha layıktır". (Tevbe/62)
Musa peygamberle ilgili olarak nazil olan bir ayet de şudur: "Ey Musa, Ben seni risaletlerim ve konuşmamla diğer insanlar arasın­dan seçtim. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol". (A'raf/144) Yani, 'sana verdiğimiz kelamı al, Ben seni insanlar arasından yük­selterek seçtim. Bunun için şükret. Bakışa (=rü'yet) gelince, onu da Resulüm Muhammed'e (sav) tahsis ettim. İbni Abbas (ra) ve Ka'b'dan rivayet edilen bir tefsirde, Allah Teala'nm konuşma ve rü'yeti Resul-i Ekrem (sav) ile Musa peygamber arasında taksim ettiği, Musa'ya (as) kelamı nasip ederken, Habibi'ne de (sav) rü'ye­ti verdiği bildirilmektedir.
Bu görüşü destekleyen bir husus da, Allah Teala'nm kelamıyla teşrif ettiği peygamberinin buna tahammül edebilmesidir. Bu güç, Allah Teala'nm o peygamber için bunu önceden murad etmiş oldu­ğunu gösterir. Çünkü Allah Teala bir kulu için birşeyi murad etti­ğinde onu metin kılar ve gerekli kuvveti kendisine verir. Nitekim Habibi Mustafa'yı (sav) rü'yet için takviye etmiş, gereken metane­ti kendisine nasip etmiştir. Çünkü Allah Teala O'nun için ru'yeti murad etmiştir.
Mahbub makamının özellikleriyle ilgili olarak anlatılanlardan biri de şudur: Ali b. Ebi Talib'e (kv), 'Bize arkadaşlarını anlat' de­nilmişti. O da, 'Hangisini soruyorsunuz?' dedi. Bunun üzerine 'Sel-man'ı (ra)' dediler. Ali (kv), 'O, evvelin de ahirin de ilmine vakıf ol­muştu' dedi. Teki Ammar (ra)?' dediler. O da, * Ruhuna kadar iman dolu bir insanddedi. Ya Huzeyfe (ra)?' diye sordular. 'O, sır sahi­biydi, münafıkların bilgisi ona verilmişti' dedi. 'Bize kendini anlat' dediler.
Bunun üzerine Ali (kv) şöyle dedi: Sizin bu sorularla asıl var­mak istediğiniz bendim. Ben birşey istediğimde o bana verilirdi. Sükut ettiğimde ise korunurdum. Onun bu makamı da mahbub makamıdır. Çünkü o, birşey istediği zaman Rabbi onu işitir ve ken­disine icabet ederdi. Sükut ettiği zaman ise, onu gözler ve şefkat gösterirdi.                                                        
Ali b. Ebi Talib'den (kv) konuyla ilgili rivayet edilen bir söz de şudur: Bilmediği birini seven kimse, ancak kendisiyle şakalaşmış olur. Bu sözden çıkarılacak anlam şudur: Sevdiğinin sıfatlarını, ah­lakını, fiil ve hükümlerini bilmeyen, onu ancak kendisine bildirildikten sonra severek rızasını kazanmaya, hoşlanmadığı şeylerden sakınmaya çalışan kimse, kendi kendisiyle oyalanmış demektir.
Böyle biri için muhibbamn sıfatlarından hiçbiri geçerli olamaz. Yine o, ariflerin hakikatine de ermiş olmaz. Çünkü o, mahbubunun fiillerinin değişmesi neticesinde muhabbetinin tersyüz edilmesin­den emin olamaz. Habibinin imtihanı veya hükümlerinin farklılaş­ması yüzünden muhabbetinin değişmesinden de emin olamaz. Do­layısıyla onun muhabbeti, hakiki değil, olsa olsa mizahi bir muhab­bet olabilir. Muhabbetin bu makamında, muhibbamn Mahbub Tea­la'nm fiilleri hakkında cehaleti ve büyük bir aldanış sözkonusudur.
Muhabbetin sıfatlarından biri de, Habib'i tazim, yüceltme, O'ndan haya ve takdir babından bu muhabbeti gizli tutmaktır. Bu, akıl sahibi muhibbamn seçkinlerine ait bir sıfattır. Safa ehline gö­re de bu gizlilik, vefakârlığın gereğidir. Muhabbet, kalplerin deru-nunda Mahbub'a ait bir sır ise, onu ifşa edip pazara çıkarmak mu­habbete ihanettir. Bu muhabbete ima ve işarette bulunmak, edep ve hayaya ters bir davranıştır. Çünkü bunda şöhret bulma sözko-nusudur. Şöhrette ise, muhabbet iddiasında bulunma ve kibir gibi kusurlar saklıdır.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İnsanların Allah Teala'dan en uzak olanı, O'na en çok ima ve işarette bulunandır. Boyleleri her fırsatta Allah Teala'ya işaret eder, O'nun zikrini yapmacıklık ve süsleme gayesiyle kullanırlar. Allah Teala'yı hakkıyla bilen ve se­ven alimler ve muhibban nezdinde bu tür insanlar hoş görülmeyen kimselerdir.
Zünnun-i Mısri, sürekli muhabbeti anlatan bir arkadaşının ya­nma gitmişti. Arkadaşının tarif edilmez derecede ağır bir imtihan­dan geçtiğini gördü. Zünnun dedi ki: O'nun darbesinden elem du­yan kimse Allah Teala'yı seviyor olamaz. O adam şöyle dedi: Ama ben diyorum ki O'nun darbesinden zevk alamayan kimse O'nu hak­kıyla seviyor olamaz. Bunun üzerine Zünnun şu karşılığı verdi: Kendini O'nun muhabbetiyle teşhir eden kimse de O'nu hakiki an­lamda seviyor olamaz. Bunun üzerine adam, 'Rabbime istiğfar eder ve yaptığımdan dolayı O'na tevbe ederim' dedi. Hakikat da budur.
Muhabbeti gizlemek, ondaki ihlas ve içtenliğin alametlerinden-. dir. Muhabbet kalbi amellerden biriyse, onu orada tutmak gerekir.
Çekilip alınması ve değiştirilmesi korkusuyla onu ifşa etmek ve açığa vurmaktan çekinmek, Allah Teala'nın tuzağından ve şeytani yollara sevkedilmekten sakınmak, muhabbetin hakikatine varma­nın işaretlerindendir.
Muhabbeti, nefisten uzak tutmak, diğer insanlardan saklamak ve onunla gösterişten sakınmak ise, muhabbeti elde etmenin ala-metlerindendir. Çünkü Mahbub Teala kıskançtır. Zatı'na ve mu­habbetinin ortaya çıkmasına duyduğu kıskançlık, muhabbetinin if­şa edilmesine duyduğu kıskançlıktan daha şiddetlidir.
Muhibbanm muhabbetlerini başka insanlara açıklamalarından duyduğu kıskançlık ise, bütün muhibbanımn O'na duydukları kıs­kançlıktan daha şiddetlidir. Bu sözler, uyanık bir alim hakkında geçerlidir. Çünkü o, uyanıklık makamında kendinden emindir. Sar­hoş ve vecdiyle dalgınlık içinde bulunan kimselere gelince bunlar irade bakımından mağlup kimselerdir. Mağlup ise, mazur görülür.
Adamın biri Ebu Mahfuz'a muhibbandan birinde gördüğü bir hali yadırgadığını ve bu durumu Ma'ruf a aktardığında onun tebes­süm ederek şöyle dediğini nakletmişti: Ey kardeşim, Allah Tea­la'nın küçük, büyük, mecnun ve akıllı bir çok muhibbanı vardır. Gördüğün kimse, muhibbanm mecnunlarından biridir.
Muhabbetin sıfatlarından biri de, Habib'e rıza gösterdikten son­ra O'nun yaşattığı imtihanı gizleyip açığa vurmamaktır. Çünkü bu, O'nun katında bir sırdır ve huzurunda takmılması gereken edeb, onun gizlenmesini icap ettirir.
Sehi, halkın tedavi olarak kurtulduğu bir hastalığa yakalanmış ama tedaviye yanaşmamıştı. Bu yüzden de insanlar kendisine si­tem etmişlerdi. Bu husus sorulduğu zaman şu cevabı vermişti: Ha-bib'in darbesi can yakmaz. O, bu konuyla ilgili olarak şöyle derdi: Muhibbin alameti, zorluk ve hastalıklarda sevgisinin artması ve imtihan anlarında muhabbetini daha çok anmasıdır. Muhib, zorluk ve hastalıkları, Rablerinden bir lütuf olarak görür, imtihanda, Mahbub'una yakınlaşmak sözkonusudur. Muhabbetin baskın gel­mesinden dolayı yaşanan her imtihanda çekilen acılar muhibbe ha­fif gelir.._
Muhibbandan bir zat şöyle demiştir: Ziikrimin en safi olduğu zaman, yüksek ateşli iken yaptığım zikirdir. Muhabbet ehline mensup bir zat, bir muhibbin yanında muhabetteki makamını zikret­mişti. Muhib ona şöyle dedi: Muhabbetini zikrettiğin Zat'a gelince O'ndan başkasına ilgi gösterir misin? O da, 'Evet' dedi. Bunun üze­rine muhib, 'O'nu bir gecede iki veya üç kez gördün mü?' diye sor­du. Adam, 'Hayır1 dedi.
Bunun üzerine muhib şöyle dedi: 'Eğer haya etmesem, senin muhabbetinin sağlıklı olmadığını söylemek isterdim. Sen, Habi-b'inden başkasına ilgi gösteriyor ve geceleri O'nu göremiyorsun. Ama ben O'nun muhabbetini iddia etmiyorum. Buna rağmen O'nu tanıdığımdan beri O'ndan başkasına ilgi duymuyorum. Kimi gece-j ler O'nu yedi kez görüyorum.                                                         j
Muhibbandan bir zat, İbrahim b. Edhem'in halefi olup onun yoJ lu, hali ve sıfatları hakkında konuşan birinden üstteki kıssanın taJ marnını nakletmişti. İbrahim b. Edhem sözüne devam ederek şöy­le demişti: Allah Teala'yı yüzyirmi kez gördüm ve O'na yetmiş me­seleyi sordum. Bunlardan sadece dördünün cevabını halka açıkla­dım. İnsanlar, bunları dahi kabullenemeyince diğerlerini gizledim. ~Mühibbin sıfatlan hakkında yeterince bilgi bulunmasına- rağ-' men Mahbub'un sıfatları hakkında gaybiliğinden dolayı yeterli bil­gi bulunmamaktadır. Mahbub'un hali, tavsif edilemeyecek kadar ulvi olduğu için O'nu anlatmamız mümkün olmamaktadır. Sevdiği­ni işiten, gören, sarıp alan ve sevdiğine mani olabilen nasıl tavsif edilebilir? O, sevdiği kuluyla öylesine bütünleşir ki, onun kulağı, gözü, kalbi, eli ve destekçisi olur.
Nitekim bir hadiste de Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: '"Ben onu sevdiğimde işittiği kulağı, gördüğü gözü, tut­tuğu eli ve aklettiği kalbi olurum. Ben'den istediğinde ona verir, sü­kut ettiğinde ise onun için biriktiririm". O'nun nuru yer halkına paylaştırılsaydı hepsine yetişirdi.
, Bütün bunlar, mahbub makamında olanlar için geçerlidir. De--'nir ki: Bu işaretler ve dereceler, gaybın sırlarından ve melekûtun inceliklerindendir. Bunlar, avam tarafından mucizeler ve ayetler olarak bilinen hususlardır. Alimler ise bunları, kerametler ve ica­betler olarak isimlendirir.
Bunlar Allah Teala'nın yeryüzündeki ayetleridir. O'nun kulları üzerindeki kudreti caridir. Mülkündeki inayetleri de istikrarla de-
vam etmektedir. Kullar için ancak bunların açık kılınması ve onla­ra nazar etmeleri sözkomısudur. Mahbub makamından üns maka­mına yerleştirildikleri zaman da bu imkana sahip olurlar. Bu ayet ve işaretlerin marifet makamlarından onyedinci makamda bulun­duklara söylenir.
Kul, marifet makamlarından biri olan bu makama yerleştirildiği zaman, sözkonusu keramet ve icabetlere mazhar olur. Bu makamm üstünde, ondan daha faziletli olan seksen üç makam daha vardır. Bu icabet ve kerametlerin sıddıklardan olan resullerin abdalı için sözkonusu olmayıp ancak sarihlerden olan nebilerin abdalı için
cari olduğu söylenmiştir.
Resullerin abdalının nebilerin abdalına üstünlüğü, resullerin nebilere ve sıddıkların diğer sarihlere olan üstünlüğü gibidir. Nite-/ kim ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bu kerametlerin ancak safdil y sadıkların ellerinde zuhur ettiğini gördüm. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden cennete girenlerin
çoğu safdillerdir".
İlliyyun, akıl sahipleridir. Akıl sahipleri, hitab-ı ilahiyle yüzle­şen, ona şahit gösterilen ve kendilerine Kitab Öğretilen kimselerdir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah'ın Kitabı'ndan f  kendilerine  öğretilen  sebebiyle  ona  şahit  oldular".   (Maide/44) Avam, bu makamı, marifet makamlarının en üstünü zanneder. Bü­tün bunlar, hicab ve perdelerin sakladığı gaybi sırlardandır. Bunla­ra ancak murad edilmiş kullar muttali olabilirler. Talep edilen kul­lar, nefsani yönleri tamamen silinmiş kimselerdir.
Üzerinde tek bir nefsani yön dahi kalmış, hareket ve sükunun­da nefsine en ufak bir bakışta bulunan kimse dahi, bu sırlara mut­tali olamaz. Bu da Rabbinin bir rahmeti gereğidir. Eğer bu sırlar, böyle birine açılırsa, hevamn şaşkınlığı içinde helak olması ve dün­ya denizinde boğulması mümkündür.
Kulun bunlara duyduğu sevgi ve bunlara yönelik talebi, o sırlar için konulan perdelerin ta kendisidir. Bu sayede, tıpkı insanların onu bir günah işlerken görmelerini istemeyişi gibi sırların açılma-sınıda asla istemez. Bu sırlardan, nefsinin kendine hakim olmasın­dan korktuğu kadar korkar. Bir Baki ile baki olduğu, bir hayat ile hayat bulduğu sürece, hiçbir talep, düşünce, vesile ve kaygı belirt-
meksizin yaşadığı vakit, Allah Teala'nm olağanüstü sırlarına vakıf olup O'nun gizli hazinelerine ulaşabilir. Muhakkak ki Allah Teala dilediğini yapandır.                                                             !
Müşahedeleri açıklanan ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala otuz yıl boyunca kalbi ve uzvi amellerle ibadet ettim. Bu sü­re zarfında bütün çabamı sarfedip bütün kuvvetimi ortaya koy­dum. Sonunda Allah katında benim için bir şeycikler olabileceğini düşünmeye başladım.
-Semavatm keşiflerini uzun uzun anlattıktan sonra sözüne şöy­le devam etti:- Sonra meleklerden bir safîm yanma ulaştım. Sayı­ları Allah Teala'nm bütün yarattıkları kadar vardı. 'Siz kimsiniz?' diye sorduğumda, 'Biz, Allah Teala'mn sevdikleriyiz. Üçyüz bin yıl­dır şuracıkta O'na ibadet ederiz. Bir an dahi aklımızdan O'ndan başkasına dönük bir istek geçmemiştir. Bu sürede, O'ndan başka­sını anmış da değiliz' dediler. Bunun üzerine yaptığım bütün amel­lerden haya ettim ve onları, cehennem azabı kesinleşmiş kimsele­re hibe ettim. Ta ki cehennemdeki azapları hafifletilsin.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Muhabbet makamı dışında bü­tün makamları aştım. Kendisine, 'Niçin?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: Çünkü bir şeyi aşmak için, ondan daha latif ve hafif ol­mak gerekir. Muhabbetten daha latif birşey ise yoktur. Ma'rufa şöyle denilmişti: Bize muhabbetin nasıl bir şey olduğunu anlat. O da şu karşılığı verdi: Kardeşim, muhabbet insanların öğretebilece­ği bir şey değildir. O, ancak Habib'in öğretebileceği bir haldir. De­rin düşünceli alimler de şu dört makamın hakikatlerini avama bil­dirmezlerdi: Tevhid, Marifet, Muhabbet ve İhlas makamları.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Muhabbet dışında bütün ma­kamlar; fiil ve sıfatların nurlanndandır. Muhabbet, Zat-ı İlahi'nin hakikatinin nurundandır. İşte bu nedenle de bu makamın tarifi çok zor, ilmi ise çok tatlıdır.
Müminler arasında bu makamın hakikatine varanlar gerçekten çok azdır. Muhabbet, marifet gibi bir sırdır. Mahbub zahir olduğun­da, onu seversiniz. Tıpkı aşina birini gördüğünüzde onu tanımanız gibi. Bu, O'na bağlı bir durumdur. Allah Teala, marifet ve muhab­bet sahibi olan için Zahir'dir. Yine O, marifet ve muhabbet sahibi olmayan için de Batm'dır.
Allah Teala'ya muhabbet makamına ulaşan kimse için kaçırdı­ğı makamların en ufak bir Önemi yoktur. Muhabbet makamına ula­şamayan kimse ise, diğer makamlardan ulaştığı şeylerle gıpta ede­mez. Allah Teala'nm "Kim Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter" (Talak/3) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Ayetteki yeter (=hasb) kelimesine bitişik olan zamir, Allah Teala'yı değil tevekkü­lü karşılamaktadır.
Buna göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: Allah'a tevekkül eden kimseye tevekkül yeter. Bu görüşte olanlara göre tevekkül, bütün makamlara denk bir makamdır ve tek başına yeterlidir. Te­vekkül, muhabbet makamının hallerinden biridir. Allah Teala bu­yurdu ki: "Ve Allah Teala'dan bir rıza ki (bu) daha büyüktür". (Tev-be/72) Rıza da, muhabbetten bir makamdır. Muhabbet, tarif edile­meyecek kadar yüce, akli ilimlerin kavrayamayacağı kadar erişil­mezdir. Muhabbeti bilmek, Allah Teala'yı bilmek gibidir.
Mahbubu Allah Teala olan bir kalpten daha değerli bir kalp ola­bilir mi? Malumu Allah Teala olan bir kalpten daha değerli kalp olabilir mi? Denildi ki: Kalpte bir dane/habbe vardır ki o kalbin içi­dir, muhabbet de onun üzerine asılır. İşte bu nedenle de bu hale muhabbet denilmiştir. Bu görüşte olanlara göre muhabbet kelime­si, kalbin habbesinden türetilmiştir.
Bu habbeye 'Süveyda' kalpteki siyah nokta da denilir. İsimlerin başına gelen Mim harfi, sıfatta mübalağa ifade etmek için kullanı-Jhr. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu minvalde görülebilir: 'Onu sevgisiyle deldi'. Allah Teala, sevgide ulaştığı ileri noktayı vasfet-mek için böyle buyurmuştur. Yani onun sevgisi, kalbinin iç zarını (yırtarak kalpteki siyah noktaya ulaşmıştır.
Kalpteki iç zar, kalbin perdesidir. Yukarıdaki ibarede sevgi kelimesi fethalı yani meful konumundadır. Buna göre anlam, kalbinin zarını yırttı, şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sevgi ve muhabbet böylesine ileri bir noktaya ulaştığında, muhib kendini tutamayarak, kalbini tamamen Rabbi için boşaltır. Kalbi O'nunla dolar.
Böyle bir kul, daha önce anlattığımız sıralamaya riayet edeme-\ yebilir. Öyle ki, ah-ü vaha kapılıp kendini kaybedebilir. Aklın sınır-j larını zorlayarak zikir ve davranışlarında haddi aşabilir. Araplar \bunu ifade etmek için, 'beynini dağıttı, kafasını dağıttı, sürükledi-bindirip götürdü' gibi kalıplar kullanırlar. Kişinin kalp zarı yırtıl dığı ve kalp perdesi parçalandığı zaman da bu fiili tanımlamak için\ 'şeğafe' kelimesini kullanırlar.
Bu fiil rşe'âf e' şeklinde de okunmuştur. Bu durumda fiilin anlap mı, kalbin en üst noktasına ulaşmak şeklinde olmaktadır. Çünkü 'şa'f kelimesi, bir şeyin son noktasını, en üstünü ifade etmek için kullanılır. Buna göre anlam şöyle şekillenecektir: Muhabbet onu en uzak yollara düşürmüş ve son noktasına kadar götürmüştür. Bu noktada ise muhabbeti ona tamamen hakim olmuş, aşkının esiri haline gelmiştir. Artık Mahbubu kendisine hakim olmuştur, ona di­lediği gibi hükmetmekte ve yönlendirmektedir. Mahbubunun çizdi­ği sınırları aşamaz. Kalbi tamamıyla mahbubu için boşalır, herşeyj-den sıyrılır. Kalp, artık tamamen mahbub ile dolmuştur. Kendi şei-killendirdiği hiçbir şey kalmamıştır. Muhabbetin ezici kuvvetinin ortaya çıkmasından dolayı yalan söylemeyi başaramaz. Bu nokta!-da kalp perdesi açılır, bıçak ucunu içeri doğru uzatır. Artık muhab­beti, muhabbetle tavsif eder. Sevdiği dışında hiç kimseyle konuş­maz. Bütün bunlar, ancak şükür makamında olabilir.                   \
Bti"makamı bilmeyenler, bütün bunları inkar ederler. Sadeoî kalbi Allah Teala tarafından takviye edilen ve iç dünyası O'nun kud­retiyle korunanlar bunlara tahammül edebilir. Nitekim Yüce Al­lah'ın şu buyruğu da bu anlamı desteklemektedir: "Musa'nın anne­sinin kalbi boşalmıştı. İman edenlerden olması için kalbini sağlam-laştırmas aydık neredeyse onu açığa vuracaktı-Yani oğlunu kendisi­ne geri vereceğimize inanarak oğlunu ifşa etmemesi, aksi halde öl­dürüleceğini bilmesi için-". (Kasas/10)
Yine O, Ashab-ı Kehf hakkında da benzer bir fiilde bulunmuş­tur: "Kalplerini (sabır ve metanetle) bağla(yıp kuvvetlendirmiştik. (Kralın önünde) kalktılar, dediler ki: Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir". (Kehf/14) İman sevgisi onların kalplerine de hakim ol­muştu. Allah Teala, onların bu sevgiden dolayı imanlarını açığa vu­rarak katledilmelerini önlemek için böyle yapmıştır. Bütün bunlar, hüküm ve hikmet sahibi olan Hak Teala'nm ince emirleri, herşeyi bilen o Alim'in gizemli hükümleridir.
Allarrla"lâJyrhakkıyla sevenler, O'nun koruduğu gibi gaybı da koruyup saklarlar. Semnun zikrettiği bir kıssada fakirlerden birine şöyle dedi: O, muhabbetiyle şımarır ve onu her yerde anlatırdı. \ Ulemadan bir zat ise muhibbanm sıfatlarını anlatırken şöyle de­miştir: Allah Teala onları muhabbet makamına yerleştirmiştir. Bü­tün varlık alemi onlar için bir zerre kadar ağırlık ifade etmez. Al-lah'dan başkasının muhabbetini O'nun muhabbetine katmak, mu-hibban nezdinde şirk olarak görülür. Bu davranış, bazılarına göre ise ihanet olarak görülmüştür. Çünkü bunda ahdi bozma ve akde vefasızlık sözkonusudur.
Sehl şöyle demiştir: Dirhemi seven, ahireti sevemez. Ekmeği se­ven de Allah Teala'yı sevemez. Baba ve çocuk sevgisi , muhibbanı Allah Teala'nm muhabbetinden çıkarmaz. Çünkü Allah Teala bu sevgiyi onların kalplerine kısmen yerleştirmiştir. Şefkat ve merha­met anlamında eşe duyulan muhabbet de muhibbanı, Allah sevgisi dairesinden çıkarmaz. Zaruri dünyevi ihtiyaçları talep etmeye du­yulan sevgi de onları bu daireden çıkarmaz.
Bütün bunlar, Allah sevgisinin yerine konulacak şeyler değildir. Çünkü Allah Teala'ya duyulan muhabbet, imanın nurları arasında bulunur. Bu tür şeylere duyulan muhabbet ise, akılda bulunur.
Bize göre Allah Teala'ya duyulan muhabbet ile yaratılmış bir varlığa duyulan muhabbeti birbirinden ayırmak gerekir. Muhib-bandan bazılarına göre, muhabbetullah dışında herşey, kişiyi Allah sevgisi dairesinden çıkarır.
Dünyevi şeyleri üstün tutarak daima onlarla meşgul olmak, bunları Allah rızasına yeğleyerek nevalara teslim olmak ise, bütün alim ve arifler tarafından muhabbetullah'dan çıkartan bir durum olarak görülmüştür. Bana göre kulu muhabbetullah dairesinden çı­karan, Allah Teala'dan başkasına dayanmak, O'ndan başkasıyla sevinmek ve O'ndan gayrisini kaybetmekten dolayı üzülmektir.
İnsanların abdal zümresinden bir arife, 'Senin muhib öldüğünü n>    söylüyorlar, ne dersin?' denilmişti. O da, şu karşılığı vermişti: Ben1muhib değilim. Çünkü muhib, zahmettedir. Ben ise mahbubum. Yi-s^    ne ona, 'Halk senin için Yedilerden biri diyor, ne dersin?' dediklerin-^    de şöyle karşılık verdi: Ben, Yedilerin hepsiyim. Beni gördüğünüz- de, Kırklar1! görmüş olursunuz. Soru sahipleri şaşkınlıkla sordular: ^   Sen, tek bir insansın, bu nasıl olur? O, şu cevabı verdi: Ben, Kırk­ların hepsini gördüm. Onlardan herbirinden de bir ahlak aldım.
-;Senin Hızır'ı gördüğünü söylüyorlar, buna ne dersin?' diye sordular. pBunun üzerine o zat tebessüm etti ve şöyle dedi: Hızır'ı görene hay-iret etmek gerekmez. Esas hayret edilmesi gereken, Hızır'ın görmek istediği ve ondan saklandığı için göremediği kimsedir. Yemin ederim ki, Allah Teala katında öyle yaratılmışlar vardır ki ne insan, ne de melekler taraûndan görülmüşlerdir.                                        .
Bize şöyle bir hadise anlatılmıştı: Hasan (ra) Haccac'm adamla'rina yakalanmamak için Habib el-Acemi'nin evine saklanmıştı. - Haccac'm adamları onu takip ediyorlardı. Hasan (ra) askerlerin he-[- men ardından eve gireceklerini anlayınca arka duvardan atlayıp 1 kaçmak istedi. Habib Ebu Muhammed kendisine şöyle dedi: Otur bakalım. Askerler eve girdiler ve Habib'e 'Hasan nerede? Bize se­nin evine gizlendiğini söylediler1 dediler. O da, 'Bir şey görebiliyor musunuz? İsterseniz evi tamamen arayın' dedi.
Askerler, evi tamamen aradılar ve elleri boş halde çıktılar. On­lar çıktığında Hasan (ra), Habib'e 'Nasıl oldu da beni görmediler?' diye sordu. O da, 'Çünkü sen Allah katmdaydın, bu yüzden de seni göremediler. Eğer benim yanımda olsaydın seni görürlerdi' dedi. Habib, Hasan'm (ra) arkadaşlarından biriydi. Hasan (ra) ise, on­dan derecelerce yüksekteydi. Ama Allah Teala onu arkadaşına muhtaç etmişti.
Beyazıd-ı Bestami'ye, 'Kaf dağına gittin mi?' diye sorulmuştu. O şöyle dedi: 'Kaf dağı, Kef, Ayn ve Sad dağlarına göre daha yakındır'Onlar hangi dağlar?' diye soruldu. O da, 'Bu dağlar, aşağı arzları kuşatmış dağlardır. Bu arzlardan her birinde, Kaf dağı mesabesin­de bir dağ vardır. Kaf dağı, bu dağların en küçüğü, bulunduğumuz arz ise o arzların en küçüğüdür.
Ebu Muhammed, Kaf dağına tırmandığını ve Nuh'un (as) gemi­sinin zirvede bulunduğunu gördüğünü söylemiştir. O, bu dağı da, gemiyi de anlatmıştır. Yine o, şöyle demiştir: Allah Teala'nm Basra şehrinde Öyle bir kulu var ki, oturduğu yerden ayağını kaldırdığı zaman onu Kaf dağının üstüne koyabilir. Hatta, bütün dünyanın bir veli için bir adımlık mesafe olduğu söylenmiştir.
Allah Teala'nm bir velisi, tek adım attığında beşyüz yıllık mesa­feyi alır. Bir ayağını Kaf dağına koyduğunda, diğerini de başka bir dağın üzerine koyarak yeryüzünü tamamen aşabilir.
Bir keresinde de Beyazıd-ı Bestami'ye Sütunlu İrem şehrine gi­dip gitmediği sorulmuştu. O şu cevabı verdi: Ben Allah Teala'nm bin şehrine gittim ve bunların en mütevazı olanı İrem'di. Sonra bu şehirleri sıraladı: el-Beyt, Tavil, Paris, Çaylık, Cabers, Mesek..
Bu noktada birisi, İrem şehri için Allah Teala'nm, "Ülkede onun benzeri yaratılmamıştı" (Fecr/8) buyruğunu öne sürebilir. Bunun açıklaması, Yemen ülkesinde İrem şehrinin bir benzerinin olmayı­şıdır. Çünkü bu ayete muhatap olanlar, Yemen halkıdır. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Ya da arzdan sürülmeleri..." (Mai-de/33) Buradaki arzda bulunulan şehir veya ülkenin toprağından sürülmeleri kasdedilmektedir. Yoksa, yeryüzünden atılmaları mümkün değildir.
İrem, Yemen'de bulunan Ad şehridir. Bu şehir, Ebter ile Şehar arasında yer alır. Şehrin bin kapılı bir surla çevrili olduğu her iki kapının arasında bir fersah mesafe bulunduğu, altın, gümüş, yakut ve zümrütten direkler üzerine oturtulduğu söylenmiştir. Şehirde yüzbin sütun bulunduğu söylenmiştir. Rivayete göre bu şehir, cin­ler tarafından Ad b. Şeddad b. Sam b. Nuh için yapılmıştır. Cinler bu sütunları, deniz diplerinden çıkartmışlardır. Cinler, Süleyman b. Davud peygamberden (as) dört bin yıl önce Ad b. Şeddad'm emri altına verilmişlerdi.
İrem şehrinde abdal zümresinden bir topluluk Cuma geceleri bayram havasında toplanırlar. Rivayete göre bu şehirde, her biri­nin uzunluğu on kulaç olan taş sandukalar vardır. Bu sandukalar­da vefat eden peygamberlerin naaşları bozulmaksızın kalmıştır. Ama bunlar, insanların gözlerinden perdelenmiş tir.
Sehl (ra) bu şehri her Cuma ziyaret ederdi. O da nıahbublardan biriydi. Bütün bunlar Allah Teala'nm yüce kudretinin basit işaret­leridir. Bu kula, 'Allah Teala'ya dair müşahedelerini anlatır mısın?1 denilmişti. Bir süre kendini kaybetti. Ardından şöyle dedi: Vay ha­linize sizin! Sizin gibilerin bunu öğrenmesi uygun olmaz. Bunun üzerine, Teki Allah Teala'ya ulaşmak için nefsinle yaptığın müca-hedeleri anlatır mısın?' dediler.
O, 'Bunları bildirmem de caiz olmaz' dedi. Bunu da geri çevirin­ce, 'Öyleyse nefsinle riyazetini biraz anlat' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Peki, bazı hususlarda nefsimi Allah Teala'ya boyun eğ-
meye çağırmıştım. Bana köstek oldu. Ben de onu zorlamak için bir yıl su içmemeye ve uykuyu tatmamaya karar verdim. Bunun üze-\rine bana itaat etmeye başladı.
Onunla ilgili olarak Büceyr b. Muaz bazı müşahedeleri naklet-miştir. Bir defasında onu, yatsı namazından sabah namazına ka­dar ayak parmaklarının üstünde, çenesini göğsüne yaslamış ve sa­ğa sola dönmeksizin tek bir noktaya bakar halde gördüğünü, ardın­dan seher vakti secdeye kapandığını ve oturarak şöyle dua ettiğini nakletti:
Allahım, bir topluluk Seni talep ettiler ve Sen onlara arzın içi­ni verdin. Onlar da bundan razı oldular. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk istediğinde ise onlara suda ve havada yürüme gücünü verdin, onlar da bundan hoşnut kaldılar. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk da Sen'den talep et­tiklerinde, onlara yeryüzünün hazinelerini verdin. Bütün gözler onlara dönünce aldıklarına razı oldular. Ben, bundan da Sana sı­ğınırım.
Bu şekilde velilerin kerametlerine dair yirmi küsur makamı sı­raladı. Neden sonra benden tarafa bakıp beni görünce, "Yahya?1 de­di. Ben de, 'Evet efendim' dedim. Bana, "Ne zamandan beri orada­sın?' diye sordu. Tatsı namazından beri' deyince sükut etti.
Bunun üzerine, 'Efendim bana birazcık anlatır mısınız?' dedim. Bana şunları anlattı: Sana uygun olan kısmını anlatayım. Rabbim beni felek-i esfele koydu. Sonra beni melekût-i süflâda dolaştırdı. Bana iki arzı ve sera'ya kadar onların altını gösterdi. Sonra da fe­lek-i ulviîye çıkardı ve gökleri dolaştırdı. Bana oradaki cennetleri ve Arş'a kadar olan makamları gösterdi. Sonra da huzurunda dur­durdu ve 'Gördüklerinden dilediğim iste' buyurdu.
Ben de, 'Allahım, gördüklerimin hiçbirini güzel bulmadım. Ben yalnız Seni istiyorum' dedim. Bunun üzerine, 'Sen Benim hakiki kulumsun, Bana sadakatle kulluk ediyorsun. Sana şunları yapaca­ğım..' buyurarak birçok şey sıraladı. Yahya b. Muaz sözüne şöyle devam etti: Bu durum beni çok etkilemiş ve kalbim anlattıklarıyla dolarak şaşırmıştım. 'Efendim, niçin Marifetullah\ istemediniz?' diye sordum. Bana öyle yüksek bir sesle haykırdı ki tarif edemem ve şöyle dedi: Sus, yazık sana ki bana baskın yaptın.^
Ebu Türab en-Nahşebi (ra) müridlerin birinden hoşlanmaktay­dı. Onu barındırır, ihtiyaçlarını temin ederdi. Mürid ise, sürekli ibadet ve vecdleriyle meşgul olurdu. Ebu Türab, bir gün ona şöyle dedi: Beyazıd'ı bir görsen. Ama mürid, 'Ben onu göremeyecek kadar meşgulüm' diyerek bu isteğe kulak asmadı.
Ebu Türab, müridin onu görmesinde ısrar edince, mürid kendi­ni kaybederek şöyle dedi: Sana ne oluyor? Ben Allah Teala'yı gör­düm, Beyazıd'ı görme ihtiyacım kalmadı. Ebu Türab şöyle der: Bu sözü üzerine kendimi tutamadım ve şöyle dedim: Yazık sana! Beya­zıd'ı bir kez görsen senin için Allah Teala'yı yetmiş kez görmenden daha faydalı olurdu.
Mürid sözüme çok şaşırdı ve onu yadırgayarak, 'Nasıl olur?' di­li ye sordu. Ebu Türab da şu karşılığı verdi: Söylediğine bak! Sen Al-; lah Teala'yı kendi yanında görüyorsun ve O sana, senin mikdarma ,, i; göre tecelli ediyor. Beyazıd'ı ise Allah Teala'nm katında görürsün. \ i Allah Teala ona da, mikdarmca tecelli etmektedir. .;       Bunun üzerine ne demek istediğimi anladı ve 'Beni ona götür'\ dedi. Ebu Türab uzun bir kıssa anlattıktan sonra şöyle devam etti: Bir tepenin üzerinde durduk ve Beyazıd'ı beklemeye başladık. Ne-: hirden bize doğru gelmeye başladı. Sırtında kürk vardı. Yanımız­dan geçerken, genç müride İşte bu Beyazıd'dır, ona iyice bak' de­dim. Genç ona bakınca olduğu yerde düşüp kaldı. Onu ayıltmaya çalıştığımızda, vefat etmiş olduğunu gördük. Beyazıd ile birlikte onu defnettikten sonra kendisine, 'Sana bakışı onu öldürdü' dedi. Beyazıd bana, 'Hayır, senin arkadaşın çok sıdk sahibi biriydi. Onun kalbine bir sır yerleştirilmişti. Ama bu sır kendi halinde iken açıl­mıyordu. Beni gördüğünde kalbinin sırrı açıklandı. Ama o, bu sırrı taşıyamadı. Çünkü zayıf müridler makamında idi. Sırrın ağırlığı da onu canından etti' dedi.
Bütün bunlar, muhabbet makamında ziyade sahibi olan mah-bublarm hususiyetlerinden sadece bazılarıdır. Bunlar, Cömert Mu-hib'bin sonsuz rızkından hesapsız olarak bahşettiği rızıklardandır. Talibin matluba müyesser kılması, Muhib'bin mahbubuna yar­dımlarıdır. Habib makamı, zahir olmayacak kadar ulvi, kıskançlı­ğından dolayı O'ndan başkasının bilemeyeceği kadar gizlidir. Allah Teala, bir takım fiileri vasıta ederek onları perdelemiş ve bazı sıfat-
larım kullanarak üstlerini örtmüştür. Onlar makamat ehlidirler.
Allah Teala onları özlediği gibi, onlar da Allah Teala'ya karşı şevk içindedirler.   Onlar kurb/yakınlık  ehlidirler.   Rableri kendilerine baktığı gibi onlar da Rablerine nazar ederler.
Muhabbet ehli O'nun kelamını dinlemeyi çok severler. O da onların sözlerini dinlemeyi sever. Hal ehli de, O'ndan niyazda bulun­mayı severler. Allah Teala da onların Kendisinden niyazda bulun­malarını sever. Müşahede ehli, kalplerinde olmasına rağmen daima O'nu ziyaret ederler. O da kendilerini kalplerinde ziyaret eder.
Ahiret ehli, O'na ahirette bakarlar. O da kendilerine dünya haya­tında bakar.
Bütün bunlar, Allah Teala'nm lütufları olup, dilediği kullarına verir. Bu hususla ilgili olarak kral peygamber Davud (as) hakkın­da bir kıssa anlatılmıştı. Allah Teala onu, ondört evliya muhibbamna göndererek Zatı'ndan bir ihtiyaçları için talepte bulunmalarını  istemesini buyurmuştu. Ondört veli, Davut peygamberi gördükle-
- rinde, kendilerini Allah'a ibadetten alıkoymaması için uzaklaştılar. r Bu kıssayı daha önce de zikretmiştik.
Bu tür hadiseleri yadırgamamak gerekir. Çünkü Allah Teala, mahbub kullarına henüz dünya hayatında iken cennet ehlinin ahi-t ret hayatında ilk hediyesi olan 'Kün=Ol' emrini verir. Onlar bu he-: diyenin kendilerinde ölene dek kalması için onu çok az kullanırlar. . Rablerine duydukları muhabbetin büyüklüğü sebebiyle de bu emri , kullanmak istemezler.
Onların marifetleri, kendileri dışındakiler! geçmiştir. Allah Te­ala onlara 'Kün' emrini vermekle, Kıyamet hakkında 'Kün=Ol' de­me hakkını da vermiş olmaktadır. Cennet ve cehennemin üzerinde­ki perdenin kaldırılmamasım istemek de onlara bırakılmıştır. On­lar, kevn ve mekanın ötesinde varolan gerçekleri de, kıyametten önce insanlara ifşa etmezler. Bunlar, batın olanlar için zahir olsa / da, Allah Teala'ya yakini imanın olabilmesi için O'nun yaratışı ge-/    reği perdelenmişlerdir.
Vehimden uzak, fikir ve tasaların ulaşamadığı bu gerçekler, Al­lah Teala'nm buyruğuyla gizli tutulmuşlardır. Allah Teala sevdikle-;j rinden bu hakikatleri açıklamamalarını istemiştir. Çünkü akıl ve hikmetin gereği bunların gizlenmesidir. Bunların izhar edilmesi  yaratılmışlar bakımından uygun olmayacağı gibi, dünya hayatının düzeni bakımından da doğru olmayacaktır. Sabık takdirden dolayı tedbir-i ilahinin düzeni de sarsılacaktır. Böyle bir durumda hüküm­ler sakıt olup insanların helake düşmeleri sözkonusu olacaktır.
Muhibban bu durumu gördükleri ve Allah Teala'mn kendileri için koyduğu istisnaları idrak ettikleri zaman, O'nun isteğine en güzel şekilde icabet edip en hızlı şekilde kendisine uymuşlardır. Onlar için yapılması gereken en güzel davranış, O'nun rızasını ka­zanmaktır. Bunun yolu da, O'nun açığa çıkardığım olduğu gibi bı­rakmak, O'nun rızasına nail olmak için gizlediği hususları açıkla­ma hususunda cimri davranmaktır.
Onlar, Rablerinin kudretiyle icra ettiği tasarruflarına rıza gös­termiş insanlardır. İşte bu da, cehd, zühd ve muhabbetin zirvesidir. Allah Teala da bu davranışlarından dolayı onların şükrünü en gü­zel şekilde kabul eder. Onlar için katında en değerli sermayeleri bi­riktirir. Zenci isyanı sırasında isyancılar şehre girdikleri, insanları Öldürüp malları talan ettikleri zaman Sehl'in arkadaşları onun ya­nında toplandılar ve 'Bu konuda Rabbine niyazda bulunsan ve bun­lara beddua etsen nasıl olur?' diye istekte bulundular. Sehl bir müddet sustuktan sonra şöyle dedi:
Bu beldede Allah Teala'mn Öyle kulları var ki, eğer zalimlerin \ helak edilmesi için dua ederlerse, bir gece içinde yeryüzünde tek i bir zalim dahi kalmayıp hepsi de ölür. Ama onlar bunun için dua _    etmezler. 'Niçin?1 diye sorulduğunda ise şöyle dedi: Çünkü onlar, O'nun istemediği birşeyi istemezler. Sehl bunu söyledikten sonra, ,    Allah Teala'mn bu velilerin dualarından kabul ettiklerine dair bir­çok hadiseyi anlattı. Sonunda ise şöyle dedi: Eğer Kıyamet'in kop­maması için dua etselerdi, Kıyameti dahi kopartmazdı.
Kul Allah Teala katında böyle bir mekana ulaşıp kendisine 'Kün' emri verildiği zaman bu durum onun şöyle demesini gerekti­rir: Allahım beni istediğin şeye muvaffak et, istemediğin şeyden be­ni koru. Çünkü ben, cahil bir beşerim. Tedbiri Senin gibi güzel ya­pamam, kaderleri bilemem, işlerin akıbetlerine dair bilgim olamaz. Sözümde çelişki, irademde kararsızlık olmasından korkarım.
Allah Teala kendisine icabet ettiğinde sükut edip teslim olur ve Rabbinin tedbirine rıza gösterir. Çünkü Allah Teala'yı seven bir kul, işlerin de O'nun takdir ve tedbir ettiği şekilde sürüp gitmesini ister. Çünkü işlerin akıbetlerindeki tedbir, birtakım hayır ve şer manalarını ortaya çıkarır.
Allah Teala, arşa istiva ettiği gibi kainatın tedbirini de üstüne almıştır. O, kullarına bu görevi yüklememiş, işlerin sevk ve tedbi­rini onlara bırakmamıştır. Onlara yüklediği, O'nun hüküm ve tak­dirine karşı sabır ve rıza göstermeleridir. Kul, Allah Teala'mn mu­radının gerçekleşmesi için sükut edip edebli davranmalıdır. Kendi üstüne düşmeyen işlere karışmamalı, ilahi takdire itirazda bulun­mamalıdır. Bu şekilde davranan kul, tevekkül ve rıza makamına ulaşır. İşte bu nedenledir ki Ebu Muhammed (ra) 'Allah Teala'nm yarattıklarından muradı nedir?' sorusunu şöyle cevaplamıştır: Ha­len bulundukları durum; O'nun istemediği birşeyi nasıl isteyebilir­siniz? O, muradların zuhur ettiği, hükümlerin belirdiği sıfatlarını sever. Olması gereken olmakta olduğu gibi, olmuş olması gereken de olmuştur: Kün=Or 'Kâne=Oldu' fiilinin altında gizlidir.Eğer 'Kâ-rie^vâTöİTnasaydı, hiçbir şey olmazdı. Muhibban için 'Kâne' fiili'Kün' emrinden daha sevimlidir. Çünkü hem O, hem de onlar için      \ 'Kün' emrinin misalleri vardır. Ama ne O, ne de onlar için 'Kâne'nin emsal ve benzeri yoktur. Onlar öyle kimselerdir ki, hiçbir nefs olar için gizlenen göz aydığmlığını bilemez. Onlar Allah Teala'yı se-  / yen, O'nun mülkünde zühd sahibi olan kullardır.                       
Onlar, Allah Teala'mn kendilerini halife kıldığı mallarda işte böyle davranmışlardır. Çünkü Rableri'nin şu emrini işitmişlerdir: "Allah'ın sizi halife kıldığı (mallardan O'nun yolunda) infak edin" (Hadid/7) O'nun rızası için malın tamamını verin. Onların vekil ol­masından sonra O da, onların halifesi olmuştur. Nitekim onlar Al­lah Teala'mn buyruğuyla şöyle demişlerdir: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" (Al-i îmran/173)
Allah Teala da onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'tan bir nimet ve lütufla ayrıldılar da onlara hiçbir kötülük dokunmadı. Onlar Allah'ın rızasına tabi oldular, Allah onlardan, onlar da Al­lah'tan razı oldular". (Al-i îmran/174) Çünkü onlar, söyledikleriyle amel etmiş, imanın hakikatine ulaşmışlardır.
Denildi ki: İman, söz ve fiildir. Halbuki söz, fiilin yerini alamaz. Kullar, "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen'den yardım dileriz"
(Fatiha/5) dediklerinde Allah Teala da 'Doğru söylediniz!' buyurur. Çünkü onlar, Allah Teala'dan başkasına hizmet etmez, O'ndan baş­kası karşısında zelil olmazlar. O'ndan başkasından yardım dile­mez, musibetleri O'ndan başkasından bilmezler. İşte bu nedenle de Sadık Teala'yı tasdik ettikleri için sıddık olmuşlardır
Bize ulaşan bir rivayete göre kul, "Yalnız Sana ibadet eder, yal­nız Sen'den yardım dileriz" (Fatiha/5) ayetini okuduğu zaman Al­lah Teala ona şöyle buyurur: Yalan söylüyorsun. Eğer yalnız Bana ibadet ediyor olsaydın, Ben'den başkasından korkmaz ve ümit et­mezdin. Eğer yalnız Ben'den yardım dileseydin, kendi malın ve ai­lenden medet ummazdm.
Nakledilen bir rivayete göre Kur'an-ı Kerim'den bir sure oku­yan kula -eğer onunla amel ediyorsa- okuması bitinceye kadar o su­re salat eder. Böyle bir kul sıddık sayılmıştır. Bir kul da vardır ki Rur'an'dan okuyup da amel etmediği bir sureyi bitirinceye kadar o sure tarafından lanetlenir. Böyle bir kul da yalancı/kezzâb sayıl­mıştır. İman nerededir? İman, amelsiz olmaz. Amelsiz biri hakiki anlamda mümin değildir.
Allah Teala'mn dostları, sözlerini amelle gerçekleştirmiş, iman­larına yakin ile şahitlik etmişlerdir. Onlar, Tîasbünallah ve ni'mel-Vekil/Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, La ilahe illallah, Allahü ekber1 deyip O'na tevekkül ettikleri ve ve O'ndan razı olarak O'na teslim oldukları zaman sinelerinde Allah Teala'dan başkasına yer kalmaz. Allah Teala da onlara 'Doğru söylediniz' buyurur. Böylelik­le de sıddıkların arasına katılırlar. O, bir şeye 'Ol' dediğinde olur, Bunu iyi düşünün.
Kul, 'O ne güzel Vekil'dir^ni'mel vekil' dediğinde tevekkül ma­kamına yerleşmiş olur. Sıdkta ise birçok makama sahip olur. Sadık olan Allah Teala, 'Sadaktüm=Doğru söylediniz' buyurduğunda ise sıddıklardan olur.
Allah Teala böyle kullarına şöyle buyurur: Kullarım, siz Benim seçtiklerinsiniz, sevgime sahip olanlarsınız, Ben sizin Vekilinizim, siz Ben'den razı oldunuz ve Ben size yeterim. İşte onlar, Allah Tea­la'dan bir nimet ve lütufla ayrılırlar ve onlara hiçbir kötülük dokun­maz. Onlar Allah Teala'mn rızasına tabi oldular. Allah Teala da on­lara dört türlü mükafaat verdi: Nimet ve lütuf, O'na tevekkül, kötü-
lükten uzak tutmak, onların rızasına kendi rızasıyla cevap vermek. Allah Teala onlardan razı olmuştur. Allah Teala'mn sevdiği kului ma­zur görülürken düşmanın hiçbir özrü kabul edilmez.                 ı
Mahbub hesaba çekilmezken, gazaba uğrayan için hiçbir hafif­letici sebebe bakılmaz. Ediblerden biri bu anlamda şöyle bir beyit söylemiştir:
Vuslat için ehil olmayan kimsenin,
Bütün iyilikleri günah olarak sayılır.
Başka biri ise şöyle bir beyit dizmiştir:
O'nun Zatında bir şefaat eden vardır ki kötülüğünü kaldırır,
Kalplerden ve Özürleri getirir.
Tahkik sahibi müridlerden biri de şu şiiri okumuştur:
Bakışımı özüme dönük kıldım,
Bana olan sevgini, Sana şefaatçi kıldım,
Senin vaktin bütün dehre vurulsa,
Bin yıl bir saate göre daha az olurdu.                                  
«^ Allah Teala'mn kendisini zikrettiğimiz makamlara muttali kıl­madığı bir kul da O'ndan korkmalıdır. Bu konuda zahid olmalı ve müşahede ettiği üstün kudretle zahiri ve batini olarak gördüğü bir-çÖk işaretle mahbub makamı için himmetini âli tutmalıdır. Marife­te sahip olduğu iddiasında olmamalı, muhabbet makamına ulaştı­ğı vehmine kapılmamalıdır. Onun bu makamdan nasibi, ancak umuntu, aldanış zan ve sahte görüntülerden ibarettir.
Allah Teala bir kavmi zan sahibi kılarken, dostlarına yakin na-sib eder. Kalbi hastalıklarından dolayı bir kavme istidraclar verir­ken, tahkik sahibi ve mahbub makamında olan velilerine ise apa­çık işaretler ve Kur'an ayetlerinin isbat ettiği gibi yakini deliller nasip eder. Kalplerindeki kevn açığa çıkıncaya kadar kendilerini 'Kün' emrine muttali kılmaz. Kevnde zikredilmesi uygun düşmeye­cek enfes varlıklar ve çok rağbet edilen şeyler vardır.
Nefsani afetler ve dünya mülkünün ziyneti, avamın kalplerinin perdeleridir. Akli hazlar, melekûta dair ruhani şehvetler ise havaşsın kalplerinin perdeleridir. Kalbin, müşahede ettiği derecelerin özüne yükselmesi ve mahbubların kalplerinin perdelerini kaldıran rahmet ve rağbet hususiyetleriyle beraber durması halinde nefsani şehvetleri aşar ve bunlarla akli perdeleri kalkardı. Ama bu noktada ruhi arzulara kapılmaları mümkündür. Ruhi arzuları aşmaları ve nur perdelerinin açılması için Allah Teala'nın Zatı'yla yüzleşemele-ri ve O'nun sıfatına nazar etmeleri gerekir. Bunu başardıklarında onlara ne mutludur. Aksi takdirde resmi bozar, mühürü değiştirir­ler. Makamlar açığa çıktığı, faziletler kesildiği mütalaalar tahkik edildiği, mevki ve dereceler sakıt olduğunda talep eden küçülüp ta­lep edilen büyür, rağbet eden fena bulup rağbet edilen baki olur.
İşte bu noktada perdelerin sonuncusu olan İsm'e sarılmak açı­ğa çıkarılır. Bu nokta, aynı zamanda Allah Teala'ya yakınlığın da başıdır. Allah Teala, nasıl davranacaklarını görmek için kullarını bununla imtihan eder. Bu noktada yeryüzünün üstündeki herşey fani olup ancak Rabbi'nin Zatı baki olur. Bu makam, işte böyle kul­lar için sahih olur. Bu anlamda şöyle denmiştir:
O'nun bekasından sonra fani olsan da zahir olursun, O, artık kevnsiz olmuştur. Çünkü sen O'sundur.
Bu, mevcuduyla vecd bulma, kayyumiyeti ile kıyam mekanıdır. ! Halbuki daha önce kevniyle vecd sahibi ve kıyamıyla kaimdir. Beya-zıd-ı Bestami şöyle derdi: Allah Teala sana, Musa peygamberin mü-nacatmı, İsa peygamberin ruhaniliğini ve ibrahim peygamberin dost­luğunu verse de sen O'ndan daha fazlasını iste. Çünkü O'nun katında bunlardan kat kat daha fazlası vardır. Eğer bunlarla yetinirsen    seni bununla perdeler. Bu, onların ve onların haline sahip olanların imtihanıdır. Onlar emsal, yani peygamberlerin emsalidirler. Kul, talep edilenin tamamına bakmadığı ve rağbet edilenin yapısına vakıf olmadığı zaman Rabbi onu mahbub makamına kor. Onu sığındırır, şefkat gösterir, onu gözler, Zatı ile onunla yüzleşir. Kul da O'na yönelir, böbürlenmeden O'nun yakınlığına koşar. Yü­zünde başka bir yüz, elinde başka bir el görmeksizin kayyûmiyeti-ni müşahede ederek şahitliğini ifa eder. Bu, ariflerden talep sahibi olanların varmak istedikleri son noktadır.
Muhibban ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mükaşefe yoluyla kirk huri gördüm. Onlar havada süratle gidiyorlardı. Üzerlerinde altın, gümüş ve mücevherlerden ziynetler vardı. Onlara çok dikkat­li bir şekilde baktığım için kırk gün cezalandırıldım. Daha sonra    öncekilerden daha güzel ve gösterişli seksen huri gördüm. Bana, Q onlara bakmam söylendi. Secdeye kapandım ve onları görmemek  için gözlerimi yumdum. 'Sen'den başkasından Sana sığınırım, be­nim bunlara ihtiyacım yok' dedim. Ben böyle yakarırken, onlar önümden ayrıldılar.                                                                           
Allah Teala'nın her asırda, çeşitli bölgelere dağılmış böyle kul­ları vardır. Bunlar, insanların gözlerinden uzak, saklı olarak yaşar­lar. Akıllar yetersizliklerinden dolayı onların sıfatlarını idrak ede- s mez. Kalplerde de onların tam olarak tarifi mümkün olamaz.       
Çunku sahip" oldukları sıfatların en basiti, hareket ve sükunlarmda gösterdikleri ihlastır. Oysa bu sıfat bizler için en değerli sıfatlardan biridir. İhlas ehline göre ihlas, Hâlık ile muamelede mahluku devreden çıkarmaktır. Bu muameleye zaten dahil olmayanlar, ondan nasıl ihraç edileceklerdir?! Mahlukatm başı nefstir. Kalp nefsle bulanmamışsa, ondan nasıl arındırılacaktır?!                               '
Muhibbana göre ihlas, hiçbir ameli nefs için yapmamak, yapı­lan amele menfaat veya beklenti katmamaktır. Aksine amel tama­men Zat-ı İlahi'yi tazim için yapılmalıdır. Celal ve kerem sahibi Rabbi'nin muhabbetine hiç kimseyi ortak koşmamalıdır. Kalbini gözüne takılan herhangi bir güzelliğe bağlamamalıdır. Çünkü kal­bi, sonsuz güzellikle dolmuştur. Bu noktaya varmanın yolu marifet sahibi olmaktır. Marifet sahibi olabilmek için de aynel-yakin gör­mek gerekir.
Haber, görmek gibi değildir. Görmek ise, ancak yakinin nuruy­la gerçekleşebilir. Nefsani nevaların bulunması ise, hakiki manada ; yakine engeldir. Perde kaldırıldığı ve heva bertaraf olduğu zaman aynel-yakin doğar. Hüsn, cemal, gözalıcılık ve kemaliyet sıfatların­dan doğan nurlar, aynel-yakinde mevcuttur. Aynel-yakin de göz ar­dından göz gibi derecelere sahiptir. Tıpkı nur üstündeki nur gibi. Bütün nurlar da sonunda nurların nuruna bağlanır.
Muvahhidlere göre ise ihlas, fiilleri yaparken halkın bakışından   uzaklaşmak, hallerde ise onlara yaslanıp onlarla huzur bulmayrakmaktır. Sıddıklara göre sıdkta ihlas, insanların kalplerine bek­çiler konmasını istemektir. Bir defasında Bişr'e 'Bu dereceye nasıl ulaştın?' diye sorulmuştu. O da, 'Ben halimi Allah Teala ile aramda gizlemeye çalışırdım' demişti. Bununla söylemek istediği şuydu: Ben Rabbim'den beni saklamasını ve halimi gizli tutmasını niyaz ederdim. Bana onunla ilgili şöyle bir rivayet nakledilmişti: O, Hı­zır'ı (as) görmüş ve 'Benim için Allah'a dua et' demişti.
O, "Allah Teala sana Zatı'na itaati kolaylaştırsm' diye dua et­mişti. Bişr, 'Daha dua et' dediğinde Hızır (as) şöyle dua etmişti: Al­lah Teala senin ibadetini gizli kılsın. Bunun yorumunda iki mana bulunduğu söylenmiştir: İlk görüşün sahiplerine göre Hızır'ın (as) ikinci duasında söylemek istediği, Seni gizlesin ta ki ibadetinle ta-mnmayasın, şeklindedir. Bazıları ise ikinci bir görüşe sahip çıka­rak şöyle demişlerdir: İbadetini senden gizlesin, ta ki yaptıklarına bakarak gurura kapılmayasm.
Başkaları da Bişr'in Hızır'la (as) buluşmasını şöyle nakletmiş-lerdir: Bişr dedi ki: Hızır'a (as) duyduğum şevk, beni kaygılandır­maya başlamıştı. Bir defasında Allah Teala'ya dua ederek bana, benim için en önemli olacak bir şeyi Öğretmesi gayesiyle Hızır'ı (as) göstermesi için dua ettim. Nihayet onu gördüm. Kalbimi ve kafamı
meşgul eden şeyi hemen söyledim: Ey Eba Abbas, bana bir şey öğ­ret de, onu söylediğimde halkın kalplerinden saklanayım, onlar na­zarında hiçbir değerim olmasın. Hiç kimse de beni salah ve dindar­lıkla tanımasın.
Hızır (as) şöyle dedi: Allahım, kalın perdeni üzerime ser. Örtü­lerini üzerime koy. Beni gaybının en saklı yerine koy. Beni yarattıklarının kalplerinden saklı tut. Hızır (as) bu duayı söyledikten sonra kayboldu. O günden sonra onu bir daha hiç görmedim ve öz­lemini duymadım. Her gün Öğrettiği duayı okumayı adet edindim. Bize -anlatılanlara göre bu kul, zillete bürünür ve kendini hor görürdü. O kadar ki zimmet ehli yollarda onunla alay eder ve mev-kisini önemsemedikleri için yüklerini ona vururlardı. Çocuklar bi­le onunla alay ederlerdi. Ama o, bu davranışlardan ve bu halden memnun olur, huzur duyardı.
Seleften bir cemaat bu görüşü paylaşırken, halefin sadıkların­dan bir zümre de bu hali benimsemişlerdir. Onlar da kendilerini gizlemiş, mevkilerini düşürmeye çalışmışlardır. Bunlar mecnunla­rın akıllıları olarak bilinmişlerdir. Nefste zühd sahibi olmanın ve tevazünün hakikati budur. Ancak bu, velilerin mecnunlarının gös­terdikleri zühd ve zayıfların yakin sahiplerinin tevazudur.
Tekebbür, üç şekilde olur: Nefse hayran olarak insanlara karşı kibirlenmek; izzet-i nefse önem vererek insanların kalplerine kar­şı kibirlenmek. Böyle bir kibir içinde olanlar, insanların kalplerin­de büyük görülmek ister. Bu da tekebbürün sonucu olarak günde­me gelir. Üçüncü şekli ise, kendi dindarlık ve istikametine bakarak kalpte kibir göstermek. Bu kibire sahip olan kul, bununla kendini büyük görür.
Kulun bunu hissetmesi yakin ilminin eksikliğinden kaynakla­nır. Bunlar tekebbürün en gizli şekilleridir. Bunlardan ancak tev­hidi sahih olan kimseler uzak durabilirler. Bunlar yakini sadık, ih-laslı sadık kimselerdir.
Zahiri tekebbüre gelince, o da insanlara karşı böbürlenmek, efe­lenmek ve kendini üstün görmektir. Bu, tekebbürün açık şeklidir. Bu, kalbin en yoğun perdelerinden ve nefsin en güçlü sıfatlarından biridir. Alimler de, işte bu nedenle tekebbürün inceliklerinden korkmuş, nefsi aşağılayıp horlamak gayesiyle onun için herşeyin azını ve zilleti istemişlerdir.
Onlar, tekebbürün gizli şekillerinden arınabilmek için tevazü­nün inceliklerine sarılmaya çalışmışlardır. Amelleri ancak bu şekil­de halis olabilecektir. Tevazu sahiplerine göre tevazu, kulun sıfat olarak zelil olması, kasden zelil görünmeye çalışmamasıdır. Kişi, kendini yalnız ve hor görmeli, zatının küçüklüğüne inanmalı, nef­sinde onu tahkir etmelidir. Zoraki bir tevazuya sahip olmamalıdır. Bunun alameti ise, kendisini ayıplayan ve tenkid eden birini duy­duğunda kızmaması, iftira ve kınamaya maruz kalmayı hoş göre-bilmesidir. Bunun en güzel göstergesi ise, hissettiği zillette zilletin tadını almaması, tevazuunda tevazuya şahit olmamasıdır. Çünkü bu haller, artık zati sıfatları haline gelmiştir.
Zillet gösterip de zilletinin zevkini tadan kimse, tevazuunda da yapmacıklık içindedir. Tevazu sahibi olup da bu tevazuuna şahit olan kimse kusurludur. Çünkü o, nefsiyle böbürlenmenin kalıntıla­rından henüz tamamen sıyrılamamış biridir. Böyle biri, başkası ta-
rafından kınanması ve tenkid edilmesine tahammül edemez, bun­ları yapanlara karşı kızgınlık hisseder. Bunun tersine olarakta övüldüğü ve iltifat edildiği zaman sevinip şımarır.
Bu belirtilerin bulunduğu bir kişi, yukarıda anlattığımız ma­kamlardan tamamıyla uzaktır. Nefsim zelil kılıp bizzat kendi nefsi hakkında tevazu sahibi olduğunda, eğer zillet ve tevazuundan her­hangi bir his ve tad almıyorsa, zillet ve tevazu ile bütünleşmiş olur. Böyle biri, nefsindeki kusuru bildiği için halkın kınamalarına al­dırmadığı gibi övgülerinden de hoşlanmaz. Çünkü nefsinin halk nezdinde bir mevki ve üstünlük sahibi olmasını istemez.
Zillet ve tevazu, onun ayrılmaz sıfatları haline gelmiştir. Çöpün çöpçüyü, süpürüntünün süpürücüyü gerektirmesi gibi. Bunlar o kimselerin meslekleridir. Kusurları olmadığını düşündükleri için meslekleriyle iftihar etmeleri bile mümkündür. Böyle bir kul, nef­sine karşı Rabbi'nden büyük bir yetki sahibi sahibi olmuş, nefsine tamamen malik olarak izzetiyle onu ezmiştir. Bu, mahbub maka­mıdır ve bunun ardından çeşitli mükaşefeler gelir. Bu mükaşefele-rin ilki, hikmet nurunun kalbe girmesi, hikmet pınarının kalbinde
kaynam asıdır.
Bu konuda İsa peygamberle ilgili olarak şu hadise nakledilmiş­tir: O, halkına şöyle demişti: Ey İsrail oğulları, bitkiler nerede bi­ter? Onlar da, Toprakta' cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine o şöy­le dedi: Size hakikati söylüyorum ki hikmet de toprak gibi ancak kalpten doğar. Allah Teala ile arasındaki hal, zillet olan kimse, ki­birlilerin izzet peşinde koşması gibi zilleti talep eder ve ondan haz alır.
Kibirli kişi de izzete ulaştığında ondan zevk alır. Zilleti kalpten ayrılan kul, halinden uzaklaşmasından dolayı kalbinin değiştiğini görür. Kibirli kimse de izzetini kaybettiği zaman hayatının karar­dığını hisseder. Çünkü onun yaşantısının tadı, izzet ve gösterişe dayalıdır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kullar, zilleti seçmiş, halk na­zarında makam ve derecelerini düşürmüş, kalplerdeki gösteriş ve tesirleri silmiş, nefslerini türlü kınama vasıtalarıyla ezmiş kimse­lerdir. Bunlara dair anlatılanlar, burada yer veremeyeceğimiz ka­dar çoktur. Onların en bariz halleri sıdktır. Sıdk hali, onun hükmü-
nün icabına göre haraket etmeyi gerektirir. Zaten onlardan da hal­lerinin gereğini yapmaları beklenebilir.
Şeyhlerden biri, Cüneyd'in hocası Ebu Hasan el-Küreyni'dfentunu nakleder: Adamın biri onu üç kez yemeğe davet etmiş ama   % /her defasında da daveti geri çevrilmiştir. Nihayet dördüncü seferde  onu evine sokmayı başarmıştı. Adam, bunun sebebini sorduğunda Ebu Hasan şöyle demiştir: Nefsim yirmi yıl boyunca zillete rıza gösterdi ve kovulan bir köpeğe dönüştü. Kovulduğunda gider, çağ­rıldığında ise gelir ve önüne bir kemik atılır. Sözünün sonunda şöy­le demiştir: Eğer beni elli kez reddettikten sonra tekrar davet et} sen, davetine icabet ederdim.
Başkâ bir şeyh de kendi hocası hakkında şunu rivayet etmiştin Bir mahalleye yerleştim ve orada dürüstlüğüyle tanınır hale gel­dim. Bunun üzerine kalbim karıştı. Mahallenin ortasındaki bir ha-mama girdim, orada kıymetli bir elbise dikkatimi çekti ve onu çalıp üstüme giyindim. Yamalı giysimi de onun üstüne giyindikten \ sonra hamamdan çıktım.                                                              
Hamamdakilerin bunu farkedip beni yakalamaları için yavaş yavaş yürümeye başladım.Sonunda beni yakaladılar ve yamalı elbiseyi çıkarttıktan sonra değerli giysi üstümden çıkardılar. Ardın-dan tokatlayıp hırpaladılar. Artık o semtte hamam hırsızı olarak,/ tanınmaya başlamıştım. Nefsim ancak o zaman sükunete erdi.
Sufîlerden biri hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, bir adamın yemek yediğini görmüştü. Elini adama doğru uzattı ve 'Allah rızası için biraz verir misin?1 dedi. Yemek yiyen adam, 'Otur da ye' dedi. Ama sufî, 'Sen avucuma koy' dedi. Adam da avucuna bir parça koydu. Sufı de bir kenarda oturup onu yedi. Adam, neden oturmadığını sorduğunda sun şöyle cevap verdi: Allah Teala huzu­rundaki halim zillettir. Bu halimden ayrılmak istemedim. Sufmin yemek istediği ve yiyeceğini eline verdiği kimse muhtemelen helva­cıydı. Araplar, bir şeyin avuçlarına konulmasını, izzet-i nefslerine düşkünlüklerinden dolayı hiç sevmezler.
Hatta ilk muhacir sahabilerden birinin şöyle dediği nakledil1 mistir: Üç gün boyunca aç kalmış ve ağzıma bir lokma dahi koymaı-mıştım. Adamın birinin kuru üzüm tasadduk ettiğini duydum. Ya­nına giderek kuru üzüm istedim. Bana, 'Avucunu uzat' deyince^
'Ben Arab'ım, avucuma konan hiçbir şeyi alamam, benim için bir kaba koy' dedim. Adam da kuru üzümü bir kaba koyarak bana ver­di. Üzümü yedikten sonra kabı adama geri verdim.
Bu sahabi izzet-i nefs güçlü olduğu için böyle yapmıştı. Nitekim Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştur: Sen, cahiliyye özellikle­ri bulunan bir insansın. Bunun üzerine o sahabi, 'Yaşımın bu kadar büyük olmasına rağmen mi?' diye sordu. O da, 'Evet' buyurdu. Ay­nı sahabi, bir adamla husumete düşmüş ve ona karşı kibirlilik gös­termişti.[1][1]
Yukarıda anlattıklarımızla ifade etmek istediğimiz, uyanık akılları ikaz etmek, diri kalpleri harekete geçirmektir. Ki yaşayan, açık delile dayanarak yaşasın. Bu meyanda sadıkların sıfatlarını ve ihlas sahiplerinin yollarını bir nebze de olsa zikrettik ki, büyük bir bilgiye az bir delille ulaşılabilsin.
Bestâm şehrinin sakinlerinden, halk nazarında itibarı olan,bir İzat vardı ki Beyazıd-ı Bestami'nin meclisinden asla ayrılmazdı. JBirgün kendisine şöyle dedi: Ey Beyazıd, otuz yıldır hiç aralıksız joruç tutuyor ve geceleri de hiç uyumaksızm namaz kılıyorum. Bu­na rağmen kalbimde senin anlattığın ilme dair hiçbir şey göremi­yorum. Oysa ben, bu ilmi tasdik ediyor ve onu çok seviyorum.
Beyazıd-ı Bestami ona şöyle dedi: Sen üç yüz yıl oruç tutsan ve gecelerini de ibadetle geçirsen dahi, bu ilmin zerresini bulamazsın. Adam, 'Niçin?' diye sorunca şu karşılığı verdi: Çünkü sen, nefsin ta­rafından perdelenmişsin. Adam, 'Peki bunun çaresi var mıdır?' di­ye sorunca, 'Evet' dedi. Adam, 'Onu bana öğret' dediğinde, 'Sindire­mezsin' dedi. Adam ısrar edince Beyazıd-ı Bestami şöyle dedi: Şu anda berbere git, saçını ve sakalını kestir. Sonra bu elbiseyi çıkar­tıp bir aba giy. Sonra da boynuna ceviz dolu bir torba as ve çocuk­ları çevrene topladıktan sonra şöyle de: Bana kim bir tokat atarsa, \ ona bir ceviz vereceğim. Sonra tanıdıklarının bulunduğu çarşıları dolaş„.
Bunun üzerine adam, 'Sübhanallah, "bana bunları nasıl söyler­sin?' dedi. Beyazıd şöyle dedi: 'Sübhanallah' sözün şirktir. Adam, "Nasıl olur?' diye sordu. Bestami şöyle cevap verdi: Çünkü sen nef­sini tazim ediyorsun. Bu yüzden de onu teşbih ediyorsun. Adam, 'Ben asla böyle yapmam, bana başka bir yol göster" deyince Beya-~x zıd-ı Bestami şöyle dedi: Herşeyden önce bundan başla. Adam, 'Bunu yapamam' deyince, 'Sana kabullenemezsin dememiş miydim?'dedi
Bunun sebebi, şirk içinde iken Allah Teala'ya sığınması ve O'nu \ teşbih etmesiydi. Çünkü o, aslında nefsini tazim ile kendini teşbih  etmekteydi. Beyazıd-ı Bestami 'Bana teşbih olsun, şanım ne kadar yücedir derdi. O, evveliyyeti birleyen bir muvahhid idi. Yukarıda   i zikrettiği çare ise, nefsini öne çıkaran birine tavsiye ettiği ilaç ka-bilindendi.
O kimse, önce nefsini yüceltmesi, sonra insanların ona bakma­sından dolayı kalp hastalığına kapılmış biriydi. Böyle bir hastalığı Allah Teala'dan başka giderecek güç yoktu. Fakat Beyazıd-ı Besta­mi'nin ilacı, mecnunların tıbbında bulunan bir çareydi ve yakini zayıf olan kimseler için uygundu.
En büyük tabib olan Allah Teala onun kalbine aynel-yakinden bir zerre koysa, bununla kalbindeki bütün kibir tezahürlerini silip atar ve o kul her türlü hastalıktan kurtulurdu. Ama Allah Teala gerçekleşmesi takdir edilmiş bir emri yerine getirecekti. Ta ki he­lak olan, delile dayanarak helak olsun, yaşayan da delile dayana­rak yaşasmdı. Yaşayan da, ölen de, hakkın şahidiyle yaşayacak ve­ya ölecektir.
Yukarıda anlattıklarımızdan hiçbirini inkar etmeyin. Akside müminlerin kudret ve yakin ilmindeki nasiplerinden en küçüğü­nü bile kaybedebilirsiniz. Çünkü müminler için bu ilimden belli na­sipler sözkonusudur. Bu nasiplere misal olarak şunları zikredebili­riz: Anlattığımız hususları müşahede etme, sembolik olarak kay­dettiklerimizi idrak etme, vecd ve hal, muamele ve münazele, zevk ve koklama, sonuncusu da tasdik ve kabuldür.
Marifet ilmindeki nasiplerin en küçüğü, şahit olmasa da ısrar­la inkar etmeme, bilmese de öğrenmedir. Bu durumdaki kulun sı­ğmağı da teslimiyettir. Bunun ardında başka bir mekan yoktur.
Uzun süreden beri açıklamaya çalıştığımız makamlar yakin il­minin makamlarıydı. Bunların ilki tevbe, sonuncusu da muhabbet makamıdır. Bu makamlar, içice geçmiş makamlardır. Bu makam­lardan herhangi birine hakiki manada nail olmuş bir kul, diğer makamların da hallerine mazhar olur. Her hal ile birlikte) müşahede­ye de sahip olur.        
Her müşahedenin de bir ilmi vardır. Hak ile şahitlik edenler bundan müstesnadır. Çünkü onlar ilim sahipleridir. Bu makamla­rın hepsi de imanın hakikatinde toplanmıştır. İman ve yakinden bir hakikate nail olan kul, hakiki mümin olun İmanından asla sap­maz ve geri adım atmaz. Onun imanı, bir emanet veya borç değil hibe ve Allah vergisidir.
Eğer emanet veya borç olsaydı, bir kuşkunun izharı ve tuzağın gizlenmesi durumunda Allah Teala tarafından geri alınırdı. Bu da Allah Teala'nm bir imtihanı olarak gündeme gelirdi. Bu durumda iman, bir bedel değil, değiştirilmiş olur. Böyle olmadığında, değiş­tirilen için bir bedel olmuş olur.
Allah Teala, bu makamlardan herhangi birinde olana hepsin­den de bir hal nasip eder. Her hal de bir şehadeti beraberinde geti­rir. Bu makamlara sahip olanlar, ilimlerinde farklı derecelere sahip olsalar da, O'na yakınlıkta yüksek mertebelere çıkmışlardır. Bu da imanın kemalidir.
İmanın kemaliyle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) üç hadis rivayet edilmiştir. Bu hadislerde sözkonusu hallerin esasları ve bü­tün bu fiillerin özü mevcuttur.
İlk hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kulun imanı, bir şeyin azı çoğundan daha sevimli gelmedikçe, tanınma­ması tanınmasından daha hoş gelmedikçe kemale ermez". Bu, sa­dık ve zahid kulun halidir. Bu iki husus, tahkiki imana götüren yo­lun da başıdır. Yüce bir yapının temeli de budur.
İkincisi,"Allah hakkında hiçbir kmayıcımn kınamasından korkmaması, amelinde hiçbir şeyle riyada bulunmaması ve biri dünya, diğeri ahiretle ilgili iki hususla karşılaştığında ahiret için olanı tercih etmesidir". Bu da, Allah Teala'yı seven muhib ve O'nun muamelesinde samimi olan muhlis ve Allah Teala'ya rağbet eden kişinin halidir.
Üçüncü hadis ise şudur: "Üç haslet bulunmadıkça kulun imanı kemale ermez: Öfkelendiği zaman bu Öfkesi onu haktan uzaklaştır-maz. Razı olduğunuda bu rızası onu bir batıla sokmaz. Kudret sa­hibi olduğunda ise kendine ait olmayana el uzatmaz". Bu hadisler,
ıdalet, fazilet, murakabe ve zühdün Özünü ihtiva etmektedir. Bun-.ar da, makamların esaslarını teşkil etmektedir.
Allah Resulü'nün (sav/ şu hadis-i şerifi de bu meyandadır: "Üç şey vardır ki her kime verilmişse, ona Davud peygamberin ailesine verilenler verilmiş olur: Öfke ve rızada adaletli olmak; Zenginlik ve fakirlikte iktisadlı olmak; Açık ve gizli işlerde Allah Teala'dan korkmak".
Makamlarla ilgili olarak buraya kadar anlattıklarımızın açıkla­ması şudur: Bu makamlar, birbirleriyle irtibatlıdırlar. Bunlardan herhangi birine nail olan kimseye, kalan bütün makamların halle­ri de bahşedilmiş olur. Çünkü bu makamların hepsini kapsayan or­tak bir unsur vardır ki o da, Allah Teala'ya imandır. İman sahibi kul, her halinde iman ettiği Allah Teala'ya, cennet ve cehennem va­atlerine yönelir.                                                                        
İmanda tahkik, yakinde sıhhat ve tevhidde istikamet sahibüol-manın yolu da budur. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Muhakkak o kimseler ki 'Rabbimiz Allah'tır1 dediler ve ardından istikamet buldular" (Fussilet/30); "Sen ve beraberindekiler emro-lunduğun(uz) gibi müstakim ol(un)" (Hud/112); "Lut O'na iman et­ti ve 'Ben Rabbime hicret ediyorum' dedi". (Ankebut/26) Görüldüğü üzere Lut (as) Allah Teala'ya iman ettiği zaman O'na gitmiş, yani O'na dönmüştür ki bu tevbenin ta kendisidir.
Ardından da, tevbe ettiği hususta zühd sahibi olmaya başlar. Tevbe ettiği şey olan hevasını bastırmaya başlar. Tevbesinin sahih, niyetinin halis olması buna bağlıdır. Bu durumda, tevbesi de, tev-be-i nasuh olur. Allah Teala buyurdu ki: "Sizin katımzdaki tükenir. Allah katındaki ise bakidir". (Nahl/96); "Ahiret, daha hayırlı ve da­ha kalıcıdır". (Ala/17); <(Yusufu ucuz bir fiyata sattılar. Onun hak­kında zahidçe davrandılar". (Yusuf/20)
Yusuf peygamberin kardeşleri onu elden çıkardıktan sonra ba­balarına döndüler. Onu önemsemediler. Babası ise, zühd sahibi ol­duğu hususta zühdün hakikatine ulaşmak için sabırlı davrandı. Al­lah Teala buyurdu ki: "Birbirlerine hakkı tavsiye ettiler ve birbir­lerine sabrı tavsiye ettiler". (Asr/3); "Rabbin için sabret". (Müddes-sir/7) Sabrın kemale ermesi için de, verilen sabır sebebiyle şükür etmek gerekir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka kuvvet (veren) yoktur". (Kehf/39); "Size ait ne nimet varsa Allah'tandır". (Nahl/53); "Allah Teala'nm üzerinizdeki nime­tini anın". (Bakara/231)
Verdiği nimet ve sabır gücünden dolayı şükreden kul, şükrünü arttırmak için de Allah Teala'nm lütfunu rica ve ümit eder. Allah Teala da kulunun hüsnü zannını gözeterek istediğinden fazlasını verir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve Rabbinin rahmetini ümit eder".(Zümer/9)
Allah Teala, rahmetinden ümidini keseni de kınayarak şöyle buyurmuştur: "Eğer Biz insana, Biz'den bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, hemen ümitsizliğe düşer, nankör olur". (Hud/9) Kul, ümit ettiği şeyin gerçekleşmemesinden veya şü­kürde kusur etmekten de korkabilir. Çünkü ümidine imrenmesinin hak olması için gerekeni yapmamış olabilir.
Allah Teala'nm işaretinin değişmesinden duyacağı endişenin yeterli olabilmesi için de O'ndan korkması gerekir. Ayrıca sevabın eksilmesinden de endişe etmesi gerekir. Nitekim Allah Teala bu hu­susta şöyle buyurmaktadır: "Korku ve ümitle Rablerine dua eder­ler". (Secde/16)
O, velilerinden haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Dedi­ler ki: Biz doğrusu daha önce ailemiz için de endişe edip korkardık. Şimdi Allah bize lütufta bulundu". (Tur/26-27) Yüce Allah kendisi­ni sahip kıldıklarıyla şımarıp gurura kapılan ve Allah'ın imtiha­nından emin hissedip sürekli sınandığını unutan kimseyi de kına­yarak şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun kendisine dokunan bir sı­kıntıdan sonra ona bir nimet tattırsak, kuşkusuz 'Kötülükler ben­den gidiverdi' der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir". (Hud/10)
Allah Teala'dan layıkıyla korkan bir kul O'na tevekkül eder, nefsini O'na teslim ile huzurunda eğer. Hakkında dilediği gibi hük­metmesine rıza gösterir. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer müminler iseniz, Allah'a tevekkül edin". (Maide/23); "O amel sahiplerinin ecirleri ne kadar da güzeldir! Onlar sabreder ve Rablerine tevekkül ederler". (Ankebutf59)
Kul, tevekkül ettiği Rabbinin vereceği hükme de razı olur. Çün­kü Rabbinin eşsiz hikmetini ve güzel tedbirini iyi bilmektedir. Al­lah Teala da bu meyanda buyurdu ki: "Allah onlardan razı oldu, onbır da O'ndan razı oldular". (Maide/119); "insanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını (kazanmak) amacıyla nefsini (Allah'a) satar". (bakara/107)
: Kul, razı olduğu Rabbini aynı zamanda sever ve O'na muhabbet besler. Çünkü O, kendisini bütün varlıkların üstünde tutmuş ve gördüğü nimetleri sayesinde O'nun kendisine yeteceğine inanmış­tır. Görüldüğü üzere bu dokuz makam, birbirlerine bağlı tek bir makam gibidir. Bunun delili de, açık hak ve apaçık nuru ifade eden Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim, heva yoluyla önünden, şeytan­ların tuzakları sebebiyle de ardından hiçbir batılın bulaşmadığı bir kaynaktır.
Sözkonusu dokuz makam, avam için İslam yolunda varolan beş temel esasa benzetilebilir. O beş esas da birbirleriyle irtibatlıdırlar. Havassın mukarrebun yolunda karşılaştıkları makamlar da işte böyledir. Kul, muhabbet makamından sonra yavaş yavaş rıza hali­ne girer. Sonra da muhabbet makamında basamak basamak yük­selir. Rıza halinin üstünde, bilinen bir makam bulunmadığı gibi, muhabbet makamının üstünde de vasfedilebilecek bir hal yoktur. Bunların her ikisi de marifeti icap ettirmektedir. Marifetin sonu ve aşina karargâhı ise, şu ayet-i kerimede belirtildiği üzere bizatihi Hak Teala'dır: "Muhakkak ki son (gidiş) Rabbine'dir". (Necm/42); "O gün karar yeri Rabbine'dir". (Kıyamet/12)
Rıza hali için bilinen bir son nokta yoktur. Çünkü perdenin ar­dındaki Hak Teala için 'son' sözkonusu değildir. Rıza, cennet ehli­nin cennetteki ziyade mükafaatıdır. Muhabbetin de sonu yoktur. Çünkü o, sıfatlardan biridir. Sıfatlar için de herhangi bir 'son' söz­konusu değildir. Muhibbanm istekleri için de bir 'sınır' yoktur. Çün­kü o, yakınlıktandır. O'na yakınlığın ise sınırı yoktur. Zira yakınlık Karib (el-Karib=Yakın) sıfatmdandır. Dolayısıyla O'na yakınlığın belli bir sınırı olamaz.
Müminler, muhabbette muhtelif makamlara yükselirler. Bu yükselme, Allah Teala'mn sıfatlardaki tecellilerine benzer. Rıza eh­linin bu makamdaki yükselişleri ise, müşahedelerindeki yüksekli­ğe bağlı olur. İlliyyun ehli, yükseklikteki iman nasiplerine bağlı olarak muhtelif noktalara ulaşırlar. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer müminlerseniz, sizler üstünsünüz(ulusunuz)". (Al-i İmran/139)
Görüldüğü gibi Allah Teala müminlere ululukla ilgili sıfatların­dan birtakım manaları bahsetmiştir. Ardından da onların nasiple­rini sıfatlarıyla anlatmış ve şöyle buyurmuştur: "Hayır ebrârm (iyi­lik ehlinin) kitapları İlliyyin'dedir. İlliyyin'in ne olduğunu bilir mi­sin?". (Mutaffifm/18-19) İlliyyun, ululuk ve yükseklik bakımından sonu ve sınırı olmayan mübalağa isimlerinden biridir. Bir görüşe göre, 'îlliyyûn' çoğul olup tekili olmayan bir isimdir.
Allah Teala 'Aliyy' olarak onları da yükseltmekte ve ebediyete kadar onlarla birlikte yükselip ululanmaktadır. Bu şekilde onlar da üstün ve ulu olmaktadırlar. Çünkü 'ulular ulusu' olan Hak Teala ile beraberdirler. Nitekim Allah Teala "Eğer müminlerseniz, sizler üs­tünsünüz (ulusunuz)". (Al-i İmran/139) buyurarak bunu teyid et-
önce varolan ilk rıza, tevekkül makamı olup hibbin hali de 'mahbub' halidir. Muhabbetten sonra olan ikinci rıza ise, marifet makamı olup hali de 'tevekkül' halidir. Muhabbet, ma­kamların  en  değerlilerinden biri  olup  üstünde  sadece  dostluk (=hullet)) makamı vardır. Hullet makamı, hususi marifette ulaşi-lan bir makamdır. Bu makamda gaybi sırlara vakıf olunur ve kul\ Mahbub Teala'nm müşahedesine muttali olur. Bu da, Allah Tea-\ : la'nm muradı gereği, Zati iradesi ile ilminin bir kısmını halil\ (=dost) edindiği kuluna bildirmesi şeklinde olur. O'nun kadim ilmi;asla değişmez.                                                 ..
Hullet makamında gayb denizlerini görme ve kadimde olan sılara muttali olabilme sözkonusudur. Gelecek şeylerin sonuçları da bu kimselere bildirilebilir. Bu seviyedeki bir kul, kendi halini mü-kaşefe edip muhabbette makamına şahit göstererek kulların va­ lbili  kaş     racakları makamların bilgisine ulaşabilir.
b'eyazıd-ı Bestami ve Ebu Muhammed Sehl'in bu makama ulaş­ tıkları ve bu hal ile vasfedildikleri rivayet edilmiştir. Belhli iki zat;  Şekik ve İbrahim b. Edhem'in de bu makamla ilgili birtakım mütalalarının bulunduğu söylenmiştir. Ebu'1-Feyz de bu yola girenler­di dendir. O, bu makamda göreni dehşete düşüren birtakım hakikat­lere, gözlerin nasıl değiştiğine ve ayne'l-yakin'in tahakkukuna şa­hit olmuştur. Bu makam, akıllarıyla hareket edenlerin kalplerin­den perdelenmiştir. O, ruhları ile hareket eden kalplerin zirvelerin-
de istikrar bulmuştur. Nefs ruhtan ayrıldığı zaman kişi 'ruhani' olur. Onun ayrılışı, gecenin gündüzden çıkışı gibi huzura vesile olur. Akıl kalpten hâli kaldığı zaman 'rabbani' olur ve bütün^sıjon-tılar son bulur. Arif bu b ab da şöyle demiştir:
Hayatımda ey hayat kaynağım, Yakınlık çabalarımı uzak kılma, Nefsi ruhkan söküp çıkar da, Gider bütün sıkıntılarımı.
Söz sahiplerinin en güzeli Hak Teala şöyle buyurmuştur: "O'nun dilediği dışında ilminden hiçbir şeyi kuş atamazlar". (Baka­ra/255) Buradaki istisna, O'nun ilminin bir kısmına bazı kimseleri . muttali kılınabileceği hususunda zikredilmiştir. Anılan kimseler, Allah Teala'nm sıfatı gereği ve iradesi istikametinde bahşedeceği delici nur ve açık nur sayesinde bu ilme sahip olabileceklerdir.
Bu ise, tevhidi sırlardan olup ancak ayne'l-yakin ile açıklanabi­lecek bir ilimdir. Ona vakıf olan bir arif açıklamadıkça bu ilmi bil­memiz mümkün değildir. Allah Teala o kimseye lütufta bulunarak ilminin bir kısmını açıklamış olabilir. Bu durumda göz göze değer ve kalp lambasının içindeki ışık saçan yıldız aydınlatmaya başlar. Şeyh Ebu'l-Tîasan b. Salim'in (ra) bu yolda birtakım müşahede, mütalaa ve gaybi seyahetleriyle uhrevi gezintileri olmuştu. Maddi boyut, onun için ters dönerek maneviyat gözü açılmıştı. Mekan mefhumu ortadan kalkmış, Hak Teala'nm velilerinden bin tanesini görmüş ve onların her birinden bir ilim almıştı.
Onun ahir ete irtihalinden sonra bu yol kesintiye uğramış, izle-<ri silinmiş ve haberleri unutulmuştur. Bu yola ve onun ehline ne 1yaptığını en iyi bilen Allah Teala'dır. Acaba bu yol için yeni insan-Uar yaratarak onlara yolun karanlıklarını aydınlatır mı? Yoksa bu yolu ve ehlini tamamen ortadan kaldırarak ilm-i sabıkın karanlık­larında karanlık bir dalgaya sararak gizler mi? /      Bu hususta bizim görüşümüz, İmamlar imamı Ali b. Ebi Talib'in / (kv) şu sözünde kendini bulmaktadır: O, hutbesinde kıyametin ko-l pusunu, cennet ve cehennem sakinlerinin ayrışmasına işaret ettik­ten sonra şöyle demiştir: Bundan sonra dünyaya ne yapacağını sadece Allah bilir. Bu, sırların sırrı olup Allah Teala onu enîrF sahibi­ne tevdi etmiştir Hullet makamının üstünde peygamberlik derecesi dışında hiç-pir makam yoktur. Hullet makamı, avamın kalplerinden perdelen-liği gibi, havassın kalplerinden de perdelenmiştir. Bu makamı ka­nırma diye birşey sözkonusu değildir. Çünkü ona yetişip idrak et­mek tamamen Allah'ın iradesiyledir. Bu makamdan nasip alamadı­ğı için üzülmek de gerekmez.
Hullet makamı, her halükârda sevilen ve istenen bir makamdır. İlm-i Batın ye marifet ehlinden hiç kimsenin hullet ilmine dair bir­şey yazdığını veya Allah'ın Kitabı'nda onu isteyenler hakkında bir­şey bulunduğunu ne gördüm, ne de işittim. Bu makamla ilgili bil-.   giler, hadislerdeki birtakım işaretler ve rivayetlerdeki birtakım kı­vrıntılardan ibarettir. Hullet makamı hakkında konuşmak, sevilen bir harekettir. Ancak bu makam, Allah Teala'nın gizli Kitabı'na tevdi edilmiş , O'nun korunmuş hitabında saklanmış bir makamdır. O, Allah Teala'nın
-   kalpler ve gözler hakkındaki ayetlerinin sırrına gömülmüştür. O, secde ve sır ehlini bu sırra muttali kılmıştır: "Ki onlar, göfierde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa ^vurduklarınızı da bilmekte olan Allah'a secde etmesinler diye.."
(Neml/25)
Yine O, şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu göklerdeki ve yeryü­zündeki sırrı bilen indirdi". (Furkan/6)
Hasan el-Basri (ra) 'hullet' makamıyla ilgili birtakım nakillerde [»t bulunmuştur. Bunlardan biri de şudur: Allah Teala, velilerinden bi-%k, rine şöyle vahyetmiştir: Ben, ancak zikrimden üşenmeyen, Ben'den  başkasını önemsemeyen, yarattıklarımdan hiçbirini bana tercih et- meyen, ateşle dağlansa bile bunun acısını duymayan ve testereler- le doğransa testerenin derisine verdiği acıyı hissetmeyen kimseyi hulletime seçerim.
Halil İbrahim'den (as) şu söz rivayet edilmiştir: Allah için sevi­şin, O'nun için latif olun, harcayın ve samimi olun. Allah Teala'nın kullarından birini -İbrahim (as)- 'Halil' seçmesi bile O'nun kerem ve cömertliğini göstermez mi? Allah Teala'nın kullarına bahşettiği hul­let, O'nun ziyade lütfü ve nimetinin bolluğundan başkası değildir.
Allah Teala, keramet sıfatı gereği onları, lütuf sıfatı gereği de yakınlarını bu makama ilhak etmiştir. Böylelikle onları, verdiği ni­metin büyüklüğünden çok daha ileri bir tazime layık görmüş olur. Allah Teala geniş ve kerem sahibidir. En büyük lütuf da O'nundur. O, bir kulunu yükselttiğinde bütün sınırları aştırır. Kulunu alçalt-tığı zaman ise, sınırların bile altına indirir.
Cüneyd (ra) de bu makam hakkında bazı şeyler söylemiştir. Ör­neğin bir defasında ona 'Hullet' makamı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: O, muhabbetin zirvesi olup çok kıymetli bir makamdır. Akılları kuşattığı gibi nefsleri de unutturur. O, Marifetullah'uı en üst noktasıdır. Yine o, bu makam hakkında şöyle demiştir: Kul, Al­lah Teala'nın kendisini sevdiğini bilerek şunu söyler: Üzerimdeki hakkın ve nezdindeki itibarım için.. Allah Teala da 'Bana olan sev­gin için'buyurur.
işte onlar, Allah Teala'ya nazlanabilen, O'na ünsiyet kuran ve meclisini paylaşanlardır. Allah Teala, onlarla arasındaki mesafeyi kaldırmış, uzaklığı gidermiştir. Onların söyledikleri birtakım söz­ler, avam nezdinde küfür olarak nitelenebilir. Çünkü onlar, Allah \ Teala'nın kendilerini sevdiğini, O'nun nezdinde itibar ve mevki sa"-hibi olduklarını bilirler.                                       
Jlemadan bir zat şöyle demiştir: "Allah Teala ile ünsiyet kuran­lara gelince onların marifetlerine ulaşma yolu yoktur". Cüneyd-i Bağdadi'nin de bu mealde bir sözü vardır. Benzer anlamda başka bir söz de, Hakani Mukırri tarafından bana nakledilmişti. Bu sözü kendisinden rivayet etmiş olmasaydık, akıllara acıyarak onların halini açıklamazdık. el-Mücelli'nin dediği gibi:
Senin senanı açıklayıp şerhetsenı de, Seni kitapta kitaptan tenzih ederim.
Şeyhimiz Ebu Bekir b. el-Cela (ra), şeyhlerimizden biri olâh Ebu'l-Hasan b. Salim'e (ra) bir mektup yazarak gaybi sırlarla ilgili birtakım meseleleri sormuştu. İbni Salim mektubu gördüğünde ye­re fırlattı ve 'Bu soruların sahibi nerde?' diye sordu.
Mektup sahibinin Mekke'de olduğu söylenince şunu söyledi: Bunlara yazılı cevap veremem. O adama söyleyin, eğer cevap isti-
yorsa kendisi gelsin. Bu hadiseyi bana İbnul-Cela nakletmiş ve şöyle demişti: Bizim gizleyip şanını yücelttiğimiz hullet makamı, Allah Teala tarafından ancak bir makamda bulunan kula,.o ma­damla beraber verilir.
Buna göre ilk makam, hususi marifet makamı olmakta ve bati­ni sıfatı açıklamak suretiyle ta'arrufun (tanışmanın) gerçekleşme­sini temin etmektedir. Bundan sonra makam-ı mahbub olan husu­si muhabbet makamı ona dahil olmaktadır. Kul, işte bu makamdan sonra 'Hullet1 makamına yükseltilmektedir ki o; gaybi sırlara Arş'uı balkonlarından ve Kuds çadırlarından göz atma makamıdır. -Buraya dek anlattıklarımızdan çıkarılacak esas şudur: Allah Teala, marifet makamlarını ancak arif olana nasip eder. Bu ma­kamları, mahbub/sevilen makamında bulunanlara vermez. Muhib makamındaki kula, birtakım muhabbet makamlarını lütfedebilir. Ama 'Hullet' makamını ancak arif ve halil olanlara bahşeder. Kul, ta'arruf makamı ile muhabbet makamını birlikte hakettiği zaman kendisine yukarda anlattığımız hullet makamı verilebilir.
Bu, kainatta izhar edilebilecek hakikatlerin en yücesidir. Riva­yete göre Allah Resulü (sav) ahirete irtihalinden üç gün önce halka hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah Teala, -ken­disini kasdederek- arkadaşınızı 'halil/dost1 edindi, tıpkı İbrahim'i halil/dost edindiği gibi". [2][2]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) muhabbet makamında iken hullet derecesine yükseltilmiştir. O, bundan önce de muhib/seven makamından mahbub/sevilen makamına nakledilmişti. Mahbub-luk makamında da seçilmekle taltif edilmişti. O, ilk makam hak­kında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah Teala Musa'yı seçi-len/safiyy, beni ise sevüen/mahbub edinmiştir".
Şu halde ilahi lütfün başı seçme ya da hevadan arınıp saflaşma­dır. Bu saflaşmadan sonra muhabbet, ardından mahbub sıfatıyla daha fazla bir lütuf gelmektedir. Bundan sonra ise kuvvet ve isti­vasından sonra yüceler yücesine yükselmiş, O'na iki yay mesafesi, hatta daha yakın olmuştu. Herşey ardında kalmış, O'nunla yüzyü-ze duruvermişti:
Hiç hatırlamadığım şeylerden olan oldu, Hayır zannet ve haber hakkında soru sorma.
Çünkü ilimler arasında sorulması yakışık almayan ilimler de fardır. Bunlar, alim açıklamadıkça ısrarla sorulmaması gereken ilimlerdir. Yukarıda gördüğümüz 'hullet' makamı da bu ilimlerden­dir. Ancak belli bir oranda, açıklayan kimsenin takdir ettiği kadari açıklanır. O, gereken miktarını da Rabbfne saklar. Zira o, O'na haj lil olduğu gibi O da kendisine Karib yani yakındır. Hullet, sonuç itii barıyla mahbub derecesinde bir makam olup bu yoldaki mükafaati ların sonunu teşkil eder.                                                            
Bilindiği üzere mahbub makamı muhib makamının, o da heva-iiın bulanıklığından arınma yani 'safa' makamının üstündedir. Sii zin durumunuz da böyle olur ey okuyucu! Allah Teala size de 'safa} makamından sonra bir nasip, bir müşahede ve bir vecd verebiliri Yitirmek isteyene de nefsini yitirtir. Nübüvveti bol olan, marifete bağışı olandan daha hızlı gitmez. Çünkü Allah Teala, kendisine ve Resulü'ne (sav) itaat edenleri, peygamberlerin ve sıddıklarm sevi-! yesinde bir makama yükseltmiştir.                                             !
Sladiklar, İsa'nın (as) nüzuluna kadar baki olacaklardır. Abdal olarak bilinen bu kimselerin dünya üzerindeki toplam sayıları üç yüzdür. Bunlar dışında Allah leala'nın takdir ettiği sayıda şehitler ve salihler vardır. Bu zümreler ise üç tabakadır. Hepsi de mukari rebun ve sâbikun/öne geçenler olarak tavsif edilirler.
Ancak bir sıddıkın imanı, bütün şehidlerin imanı miktarmda-dır. Bir salihin imanı ise, müslümanlarm avamından yüzbin kişi­nin imanına denktir. Hullette, haliller/dostlar dışında hiçbir ortak yoktur. Çünkü o, tek kişiye mahsus münferid bir haldir. Eğer ona! denk ve benzer bir makam ve kişi aransaydı, bu kesinlikle Ebu Bekr-i Sıddık (ra) olurdu.                                                          
Çünkü Allah Teala ona, diğer insanlara vermediği üç şey vermiş-j tir: Allah Resulü (sav) ona buyurdu ki: "Allah Teala sana, ümmetim­den iman edenlerin tamamının imanı kadar iman verdi. Bana ise, Ademoğullanndan iman edenlerin tamamınınki kadar iman verdi"
Bu husustaki ikinci hadis-i şerif şöyledir: "Allah Teala'mn üç-! yüz ahlak esası vardır ki huzuruna bunlardan herhangi biri ve tevhid ile varan cennete girecektir. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) 'Ey Allah Resulü, bunlardan biri olsun bende var mı?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de 'Sende hepsi var ey Ebu Bekr! Bunların Allah için en sevimlisi de cömertliktir' buyurdu".
Üçüncü hadis ise şöyledir: "Gökten sarkıtılmış bir terazi gör­düm. Ümmetimle kefelere kondum ve onlardan ağır bastım. Sonra Ebu Bekir bir kefeye, ümmetim diğerine kondu. Ebu Bekir de on­lara ağır bastı" [3][3] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) ile Sıddık (ra) arasındaki tek fark peygamberlik derecesiydi.          ..._.
Bugunkı Kütub da, imam olarak yedi büyüğün, kırk abdalın,  yetmişlerin, üçyüze kadar hepsinin imamına denk bir imana sahip­tir. O, Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) yerini tutan zattır. Ondan sonra üç  büyük gelir ki onlar, üç Halife'nin abdalıdırlar. Sonra yedi abdal,  ardından on abdal, ardından üçyüz onüç abdal gelir ki bunlar, En-sar ve Muhacirlerden olan Bedir ashabının (ra) abdallar Ebu~3ekir-i Sıddık (ra) sahip olduğu bu büyük makam ve dere­ceye rağmen 'hullet' makamında Allah Resulü'ne (sav) ortak olma­sı uygun görülmemiştir. Oysa kardeşlik makamında O'na ortaklık uygun karşılanmış, hatta şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Benim için Ali, Musa için Harun gibidir". Bu, kardeşlik (uhuv­vet) makamıdır. Hullet makamının yalnız Allah Resulü'ne (sav) mahsus olması hakkında bir delil de şu hadis-i şeriftir:
"Eğer insanlardan birini halil/dost edinecek olsaydım, Ebu Be­kir'i dost edinirdim. Ama -kendini kasdederek- yoldaşınız Allah'ın halilidir [4][4] Hullet makamı, bire bir, ferd ferde bir ilişkidir. Ey akıl sahipleri, ibret alın. İbret alma, hitab-ı ilahi üzerinde düşünmeyle olur. Kendisine 'safa' halinden bir pay verilene, muhabbetten de bir pay verilmiş olur. Onun için muhabbetinin gücü kadar marifet söz-konusu olur. Marifetten de, marifeti mikdarmca pay alır.
 Makamların temeli ve müşahedelerin mekanı olan asli marife-t£ gelince, ariflere göre bu, tek bir esastır. Çünkü marifete konu olan Hak Teala Bir'dir. Kendisinden bilgi alman kaynak da birdir. Ancak bu bilginin de bir alt, bir üst seviyesi vardır.
Müminlerin havassı, marifetin zirvesinde bulunurlar ki bu, rau-karrebun zümresinin makamlarını ifade eder. Müminlerin avamı ise, marifetin başında yer alırlar. Bu da, ebrâr ve ashab-ı yemin zümresinin makamlarından oluşur. Kişi Allah Teala'nın korkutucu sıfatlarına yönelmişse, korku ehlinden sayılır. Eğer O'nun ümid edilen ahlakına yönelmişse, o zaman da rica ve ümid ehlinden sa­yılır.
Fiillere ve mülke yönelmişse sabredenlerden ve şükredenlerden olur. Allah Teala'nın zati sıfatlarına yönelmişse o takdirde de, te­vekkül ve muhabbet ehline katılmış olur. Nitekim bu meyanda Al­lah Teala şöyle buyurmaktadır: "Herkesin yöneldiği bir yönü var­dır. O halde hayır işlerine koşun". (Bakara/148) Denir ki, kişi sev­diği ile beraber hasredilir.
Bu çerçevede Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişi, sevdiği kimseyle beraberdir ve onun için umduğu vardır". [5][5]  Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: "Kişi hangi mertebe üzere Öldü ise, Kıyamet günü de o mertebe üzere hasredilir". [6][6]
Muhibbamn makamları Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Bun­lar oniki makam olup beş tanesi hitab-ı ilahinin delaletinden ve akılların tefekküründen, yedi tanesi ise açık lafızlardan çıkmakta­dır. Kur'an-ı Kerim'de açık olarak zikredilen yedi makam şunlardır:
Allah Teala buyurdu ki:
"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever ve O, çok arınan­ları da sever". (Bakara/222)
Allah Teala buyurdu ki:
"Allah, sabredenleri sever". (Al-i İmran/146)
Allah Teala buyurdu ki:
"Allah, şükredenleri ödüllendirir". (Al-i İmran/144)
Allah Teala buyurdu ki:
"Allah, takva sahiplerim sever". (Al-i İmran/76)
Allah Teala buyurdu ki:
"Allah, ihsan sahiplerini sever". (Bakara/195)
Allah Teala buyurdu ki:
"Allah, tevekkül edenleri sever". (Al-i İmran/159)
îlahi Kelam'm tefekkür edilmesi sayesinde çıkartılan makam­lar ise şunlardır:
Tevhid: "Allah, kafirleri sevmez". (Al-i İmran/146) Adalet: "Allah, zulmedenleri sevmez". (Al-i İmran/57) İstikamet: "Allah, fasıkları doğru yola iletmez". (Maide/108) Tevazu: "Allah, büyüklenenleri sevmez". (Nahl/23) Ahde vefa: "Allah, ihanet edenleri sevmez". (Enfal/58) İşte bunlar, muhibban zümresinin muhtelif sınıflarım oluşturan kimselerdir. Bunların sıfatları da yakin makamlarını teşkil etmek­tedir. Bu makamlardan her birinde de birçok hal mevcuttur. Bu hal­lerden her biri de, birden fazla yolu/tariki ihtiva eder. Allah Teala'ya götüren bu yolların her birinde muhibban zümresinden bir cemaat bulunur. Bunların muhabbetleri, marifetleri oranındadır.
Marifetleri ise, Ma'ruf Teala'nın kendilerine tanınması/bilinmesi miktarındadır. Onların marifetleri, Allah Teala'nın onlara bildirdi-ğiyle (=ta'rîf) sınırlıdır. Onların nıarifetleriyle kasdedilen de şudur: Onlar, sahip oldukları yakini iman kadar marifet sahibi olurlar.
Yakini imanları ise, imanlarının saflık ve duruluğu miktarınca-dır. İmanları ise, Allah Teaia'nın onlara inayeti, lütfü ve onları ter­cih edişi oranındadır. Bunların ardında ise, yalnız Allah Teala tara­fından bilinen gizli kader sırrı yatmaktadır.
Muhabbetin üstünde bilinen başka bir makam olmadığı gibi tevbenin altında da zikre değer bir 'hal' bulunmamaktadır. Ma­kamların ilki tevbedir.
Kul, tevbe ile zulümden kurtulur. Zulüm, şirk hallerinden biri­dir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak şirk, çok ağır bir zulüm­dür". (Lokman/13); "İman eden ve imanlarına bir zulüm bulaştır-mayanlar var ya, işte onlar için (ahirette) bir emniyet vardır ve on­lar hidayete ermişlerdir". (En'am/82) Bu smıftakilerin karşıtları hakkındaki ilahi hüküm de böylelikle kesinleşmiş olmaktadır. İki topluluktan hangisi güvenliğe daha layıktır? Elbette iman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar ahiretteki güvenli ikamete da­ha layıktırlar. Allah Teala buyurdu ki: "Her kim tevbe etmezse, iş­te onlar zalimlerdir". (Hucurat/11)
Görüldüğü üzere, zulmün sona ermesi, tevbenin başlangıcını oluşturmaktadır. Tevbenin sonu ise, muhabbetin başlangıcıdır.Muhabbetin sonu ise, marifetin başlangıcıdır. Ancak bu, çabasıyla ma­rifet sahibi olanın marifeti yani marifet-i nıüte'arrifâir. Bu hususi­yet, muhabbetin ilk mükafaatıdır.
Kulun marifet makamındaki nasibinin sonu ve tevhidin başlan­gıcı, şehadet ehlinin tevhididir. Tevhidin ise sonu yoktur.
Makamların ortası zühddür. Zühdün başı, nevanın sonudur. Zühdün sonu, ilmin başlangıcıdır. İlmin sonu ise, korkunun başlan­gıcıdır. Korkunun sonu da, muhabbetin başlangıcıdır. Bu, sevilen kulun yani mahbubun muhabbetidir.
Zalimin ne bir makamı, ne de kıymeti vardır. Kıymet ve itibarı olmayanın şefaat hakkı da olamaz. Şefaat hakkı olmayanın şeha-deti de olamaz. Şehadeti olmayanın yakini de olamaz. Böyle birinin ateşten kurtulma ümidi yoktur. Nitekim Allah Resulü (sav) bu me-yanda şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre miktarı iman bulunan­lar cehennemden çıkartılırlar". [7][7]"Cömertlik, yakini imanın gerek­lerindendir. Yakin sahibi cehenneme girmez".
Allah Teala da O'nun buyruklarından ulaştığımız bu bilgilerin açıklanması noktasında şöyle buyurmaktadır: "Zalimlere ahdim ulaşmaz". (Bakara/124) Bunu izah eden ikinci beyanında ise şöyle buyurmaktadır: "Rahman'm huzurunda ahit almış olanlardan baş­kaları şefaat edemezler". (Meryem/87)
Üçüncü beyanında bunu da açıklamaktadır: "O'ndan başka dua ettikleri şeyler, şefaat (gücün)e sahip değillerdir. Ancak hakka bile­rek şahitlik edenler bunun dışındadır". (Zuhruf/86) O, rivayetin ar­dından ardından mükaşefe babında aynel yakin ile yapılan şahitli­ğin peşinden oluşan yakini vecd hakkında da şöyle buyurmaktadır: "ibrahim'e de işte bu şekilde göklerin ve yerin melekûtunu gösteri­riz ki yakin sahiplerinden olsun". (En'am/75) Ardından da şöyle bu­yurmuştur: "Sana kesin/yakini bir haber getirdim". (Neml/22)
Yakin, müşahededen sonra gerçekleştiği gibi, vecd de yakinin tahakkukundan sonra ortaya çıkar. Yakin, imanın hakikati ve ke­malidir. Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür imanın yarısıdır. Yakin ise imanın tamamıdır" [8][8] jZalimlere ahdim ulaşmaz" buyruğunun tefsirinde ahid yani 'söz' verilen şeyin itibar, şefaat, velayet, hatta imamet olduğu söy­lenmiştir. Oysa zalim biri takva sahiplerine imam olamaz. Çünkü ona tabi olan, müminlerden oluşmuş bir ümmettir. O, takva sahip­lerinin imamı olamaz. Zira zalim biri, cehennem tehdidiyle yüzyüze ve kötü bir sonla karşı karşıya biridir. Şefaat etmesi bir yana, ken­disi şefaata muhtaçtır. Kendisi perdelenmiş biri, diğer müslüman-lara nasıl şahit olabilir? En büyük Şahid'in buyruğunu işitmez mi­siniz? "Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanmayın". (İbra­him/42); "Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir". (Şuara/227); "Yoksa cehennem sakinlerinden olur­sun. Bu da zalimlerin karşılığıdır". (Maide/29) Allah Teala bu ayet­lerin ardından zulmü veciz bir şekilde tarif ederek şöyle buyurmuş­tur; "Kim de tevbe etmezse, işte onlar zalimlerdir". (Hucurat/11)
Tevbenin küçüğü, küçük zulümler arasında yeralan basit bir zulüm için yapılır. Tevbenin büyüğü ise, büyük zulümler arasında yeralan ağır bir zulüm için yapılır. Zulüm, bugün kalpteki karanlık iken yarın kıyamet günü karanlığı olacaktır.
Tevbe, kulu zulüm dairesinden çıkarır. Zulümden kurtulan kul, Allah Teala'mn ahdinin değişik mertebelerinden birine dahil olur. Bu ahdin gözetiminde de kendini düzeltecek amellerde bulunur. Al­lah Teala kendilerini İslah edenlerin ecrini zayi etmeyecektir. O müfsitlerin amellerini de düzeltmeyecektir.
Heva ile ifsad ettiğini tevbe ile İslah eden kul, Allah Teala tara­fından salih amellere sevkedilecektir. Çünkü o, durumunu düzelt­miş biridir. Salih ameller işledikçe de, salihler zümresine dahil edi­lecektir. O artık fazilet sahibi bir kuldur. Allah Teala buyurdu ki: "O, her fazilet sahibine faziletinin (karşılığını) verecektir". (Hud/3) O, bu husustaki ilk beyanında şöyle buyurmaktadır: "İnanıp salih ameller işleyenleri salihler arasına sokarız". (Ankebut/9)
Allah Teala salih kulunu veli edinir. Veli edindiği kulunu da ilim sahibi kılar, onu bağışlar, Zat'ını ona açar, günahlardan uzak tutarak sever. Artık ona O yeter. Onu himaye ve gözetimi altına al­mış, korumasını üstlenmiştir. Böyle birinin zahiri hali, günahtan ve hevadan sakınma olur. En ulvi hali ise, Mevla'sının nasip ettiği şekilde aynel yakin ile müşahedede bulunmaktır.
Zulme saparak zulüm kazanan kimse, şeytanın dostu olur. Al­lah Teala, şeytanı dost edinenden elbette yüz çevirir. Allah Tea­la'mn yüz çevirdiği kimse fesada düşer. Fesada düşen kimse de, Yü­ce Allah'ın kopartılmasını istemediği bağları kopartır. Bu bağları kopartan da, hak yoldan uzaklaştırılır.
Bu yoldan uzaklaştırılan ise, lanetlenir ve kovulur. Kovulan ki­şi, kör ve sağır olur. O artık, hevasmın tesiriyle görmez ve işitmez biri olmuştur. Kör biri, herşeyi gören Rabbi'ne nasıl şahit olabilir? Sağır biri, herşeyi işiten Rabbi'nin hitabını nasıl işitebilir? Böyle biri O'nun hitabını nasıl tefekkür edebilir? Onun kalbi kilitlenmiş­tir. Onun bütün tasası nevalarını tatmine yönelmiş, kapılar açan ve herşeyi bilen Hak Teala ona sırt çevirmiştir.
İşte Allah Teala'mn şu buyruğunun ifade edilene ulaştırılma­sından çıkan anlam budur: "İşte kazandıkları (günahlardan) ötürü, zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız". (En'am/129); "Demek işbaşına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarmanız, (akrabalık) bağlarını koparmanız sizden umulur değil mi?" (Muhammed/22)
Tevbe eden için muhabbet makamının başında bir hal sözkonu-sudur. Tevbekâr için muhabbetin hakikatinde de bir makam bulu­nur. İnsanlar, tevbede muhtelif makamlara sahip olurlar. Bunun sebebi, hevada farklı derecelerde bulunmalarıdır. Onlar, muhab­bette de sıfatları müşahedelerine göre derece derecedir.
Sıfatların manalarından herhangi birine yönelen, onlardan bir güzelliğe sahip olmuş olur. Bu, kalplerdeki imanın güzelliklerinden sayılmıştır. Ahirette de yüzlerin güzellikleri bunlara bağlı olacak ve Allah Teala'mn iradesi, onlara bugün sahip olduklarını orada da sahip kılma yönünde hüküm verecektir. Herşeyden münezzeh ola­nın iradesinden doğan kudreti emsalsizdir. O, ilim ve rahmet ola­rak herşeyi kuşatmıştır.
Her kul, sınandığı heva oranında mücahede etmek durumunda­dır. Onun için varolacak muhabbet-i ilahi de, sahih olan tevbesi ka­dardır. Ona keşfedilen müşahedenin gücü, mücahedenin bir kısmı­nı düşürdüğü gibi şahitliği de mücahedenin acılarını kısmen uzak­laştırır. Böylelikle kulun bela ve musibetleri hafifletilmiş, şahitliği yakini kılınmış olur. Yakin teyid edilmiştir. ^
Bütün bunlar, Hak Teala'nın güzel yardımları ve mükemmel ni-metlerindendir. Buna mazhar olanlar da, Allah Teala'nın kendileri­ne nimet bahşettiği peygamberler, sıddıklar ve şehitlerdir. Allah Resuîü'nün (sav) bunlar hakkında şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Allah Teala'nın yarattıkları arasında kıskandığı kulları, vardır. Onlara rahmetiyie gider ve kendilerini afiyetinin gölgesin­de kılarak savaş ve musibetten muhafaza eder. Onları afiyette ya­şatıp cennete de afiyette sokar. İşte onlar, fitnelerin, karanlık gece­nin parçaları gibi üzerlerine yürüdüğü zaman bunlardan uzak tu­tulan kullardır".
Bütün bunlardan çıkartılması gereken şudur: Kul için en fazi­letlisi; Rabbini hali miktarmca bilmesi, haddini aşmaması, maka­mında dürüst olması, her türlü hareket ve sükununda yapmacık-lıktan uzak durmasıdır. Bu, kulun muradına ulaşmasını daha hız­landırıcı ve ümid ettiğine kavuşmasını çabuklaştmcıdır.
Alimlerin ilmi, kendini bilme noktasında hiçbir şey ifade etmez. O, onların ilimlerinden sorumlu tutulmayacağı gibi onlar da onun ilminden mesul olmayacaklardır. Bu öyle bir yoldur ki sermayesi dürüstlük, azığı sabır ve gıdası takvadır. Dürüst olmayan, hiçbir kâr sağlayamaz. Sabır azığını düzmeyen, bu yoldan ihraç edilir. Takva ile beslenmeyen ise, helak olur.
Zerre miktarı dürüstlük, miskal ağırlığınca amelden daha fay­dalıdır. Zerre miktarı sabır da, miskal ağırlığınca amelden daha ya­rarlıdır. Aynı şekilde zerre miktarı takva, miskal ağırlığınca iman­dan daha faydalıdır. Zan, hakikat adına hiçbirşey ifade etmez. Al­lah Teala farzları eda etmesi ve haramlardan sakınması karşılığın­da kula yakin makamlarından bir makam nasip eder.
Bu makam sayesinde de onu illiyyuna yükseltir. Belki bunlar ile kendisine abdal zümresinin sevabını da nasip edebilir. Herşey yaptıkları ve terkettiklerinde yalnız Allah rızasını gözetmesine bağlıdır. Abdal sevabına nail olmak için onların yoluna girmek ve­ya onlardan birini tanımak şart değildir.
Allah Teala, sayesinde dost edindiği yakini imanın hürmetine kulunu başka makamlara nakledebilir. Bu nakilden dolayı onun için hiçbir endişe duymaz. Çünkü nakil, kulun değişik hallerde yer değiştirmesini zaruri kılar. Müşahede, ona bir takım fiillerin icra edilmesini hükmeder. Allah Teala, kulunun kendi Zatı'na yönelik hüsnü zannını, ümit ve istekliliğini dikkate alarak kendisini bütün yüksek derecelere ulaştırabilir.
Yakini imanı güzel olduktan sonra, sırf bir ahlakı sebebiyle onu sıddıklar mertebesine yükseltmesi mümkündür. Kendisi için ter-kettiği veya Zatı'm tercih ederek sahiplendiği bir şey sebebiyle onu şehitler derecesine de yükseltebilir. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve şükre layık olandır.
Kul için en zararlı şey, Allah Teala'yı layıkıyla bilmemektir. Ör­neğin dokuz tane büyük günah işleyen bir kul, sırf Allah rızası için onuncuyu terkedebilir. Terkettiği bu günah, diğer dokuzunun kar­şısında, dağın yanındaki bir zerre kadar da olabilir. Ama Allah Te­ala, kulunun rızasını gözettiği andaki haline bakar ve bu bakış, o dokuz günahın oluşturduğu dağı yerle bir eder. Allah Teala, kulun sıfatlarından birini güzel bulur ve insanların onu niteledikleri yüz çirkin sıfatı boşa çıkanverir.
İşte bu hakikatleri iyi düşünün! Hiç kimse Rabbinin lütfundan ümidini kesmesin. O'nun ipini asla bırakmasın. O'nu tanıdıktan sonra daima ümitvâr olsun. Çünkü O, Kerim ve Rahim'dir. Hiçbir kul, O'nun rahmet kapısından ayrılmasın. Ayrılsa da O'nun avlu­sundan uzaklaşmasın. Şahsi sıfatlan gereği O'nun avlusundan uzak düşse bile O'na sevdiği şeylerle yaklaşma özlemini asla yitir­mesin. Allah Teala'nın huzurunda, O'nun çirkin gördüğü fiilleri iş­leyerek Ölçüyü aşsa ve yalnızlık hissine kapılsa bile ümidini kay­betmesin.
Allah Teala, kullarının her zaman bu şuurda olmalarını emret­miştir. Kullar bu hakikati gördüklerinde şunu anlarlar: Allah Tea­la onların bilgi ve marifet sahibi olmalarını ve bunun ardından amelde bulunmalarını istemektedir. Maruf olan Hak Teala, keremi çok bol, rahmeti çok geniş olandır. O, en büyük lütuf sahibidir. Ku­la marifet nasip edilmişse hiçbir şey buna mani olamaz. Mani olun­duğu şeyler de kendisine zarar vermez. Ama marifetten mahrum kılmmışsa, ona hiçbir şey verilmiş olmaz. Kendisine verilen dünya­lıkların da hiçbir faydasını göremez.
Sevilen şeyler kimi zaman karışabilir. Nimete duyulan sevgi, nimet sahibine duyulan sevgiye karışabildiği gibi, nefse duyulan sevgi de Hâlık'a duyulan sevgiye karışabilir. Ayne'l-yakin mertebe­sine ulaşmamış muhibbanm avam kesimi için de bu endişe geçerlidir. Bu durumdaki bir kul, nimetleri sevdiği halde nimet vereni sevdiği zannına kapılabilir.
Bunun emaresi ise, kulun dünyevi varlığa meyletmesi, varlıkla şımarması, huzur ve rahatı nevasının isteklerinde bulmasıdır. Al­lah Teala, onun bu halini kendisine ölümünden önce açıklayabilir. Ama halini gizlemesi ve ahiretteki buluşmaya dek sırrını ifşa etme­mesi de mümkündür. Bu durumda kendisine aynıyla mukabele edecek ve sevap bahşedecektir
Muhabbetin bu şekilde ayrışması, ancak yakin sahiplerinin kalplerinde mümkün olabilir. Bunlar; delici bir nur, keskin bir ilim, tevhidi bir göz ve kayyumiyet delilinden kaynaklanan safi bir yaki-ne sahip kılınmış kimselerdir. Çünkü bu, gaybi sıfatların müşahe­desinden ve melekûtî fiilerin gözlenmesinden kazanılmış bir mele­kedir. Allah Teala'mn takva sahibi müminlere vaadettiği ayrıştır­ma melekesi işte budur.
O bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Ey İman edenler, Al­lah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir meleke ve­rir". (Enfal/29) Ayetin tefsirinde takva sahiplerine verilen bu mele­kenin, şüphelerin giderilmesini sağlayan bir nur olduğu söylenmiş­tir. Bu, aynı zamanda takva ehline taahhüt edilen bir çıkış ve yol­dur. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'tan korkar-sa (Allah) ona bir çıkış yaratır". (Talak/22) Bu ayetin tefsirinde ise, insanlar için sıkıntı oluşturan herşeyde onlar için bir çıkış kapısı varedildiği söylenmiştir.
Tevhidin esaslarını nazar ehlinin delillerinden ayrıştırmak, sı­kıntıların en büyüğü olduğu gibi 'farklılıkta cem'e' şahit olmak veya 'fenada bekayı' görebilmek de sırların en gizlisidir. Duyulanları ga­rip bir şekilde şerhetmek, onu duyanların çoğunluğu tarafından ya­dırganacak bir husustur. Ama marifet ilminden bir nasibe ulaşan­lar, burada sembolik olarak anlattıklarımızı anlayacaklardır. Çün­kü üstünü örterek zikrettiğimiz hakikatler onlara açıklanmaktadır.
Şu var ki insan kalbine iki şeyden biri hakim olur. Allah Tea-la'yı sıfatları müşahede etmek suretiyle seven havassın muhabbet­leri asla değişmeyecek bir kalp ve vecdle olur. Onlar Habib Teala'ya
kavuşuncaya kadar bu hal üzere sabit kılınırlar. Onlar Rablerine, ta'zim, muhabbet, iclal ve ululama üzere kulluk edenlerdir.            
Mukarrebun, mahbublar, korku ehli, amel ehli, tevekkül ehli ve I rıza ehli bu kimseler arasında bulunurlar. Bu, en yüce makam ve bu makama sahip olanlar da en üsttekilerdir. Avam ise Allah Tea-la'yı fiili vecdler olan nimet, ihsan, lütuf ve kudret sıfatlarının te-zahürleriyle severler. Onların sevgisi, yaşadıkları sıhhat ve afiyete bağlıdır. Sevgilerinin bir sebebi de, Allah Teala'mn Zatı'na dair ola­rak kendilerine bildirdiği birtakım sıfatlardır.
Onlar Allah Teala'ya arzu, alışkanlık ve ihtiyaç yoluyla hizmet ederler. O'nu bazı çıkar ve ihtiyaçları temin etmek, sahip olduğu mülkünden istifade etmek için severler. Bunların muhabbeti ise, hükümlerin değişimine bağlı olarak değişiklik arzeder. Bunlar ne ihlas, ne de zühdün hakikatine ermemiş kimselerdir.
Nefslerine hakim olan heva, onları Allah Teala'ya ihlastan alı­koymuş,  O'nun evsahipliğinden uzaklaştırmıştır.  Bunlar da buj kimselerin kendi sıfatlarından kaynaklanan sonuçlardır. Onların j sevgisi, kalbin çevresinde dolanır. Çünkü uğruna sevdikleri fiille­rin değişimi halinde duyguları da değişecektir. Zorluk ve sıkıntılar­la karşılaştıklarında sevgilerinin yerini başka duygular alacaktır. Müridler, amel ehli, rica ehli, tevbekârlar ve ashab-ı yemin bunlar arasında yeralan zümrelerdir.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Bir bedel karşılığı olan sevgi, o bedel ortadan kalktığında kaybolur. Muhibban arasında öyleleri vardır ki bulundukları makamdaki hallerini görmüş, muhabbet ve müşahedelerinin eksikliğini itiraf ederek bundan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunmuşlardır.
Kimileri de, derecelerinin eksikliği ve yakini imanlarının zayıf­lığı sebebiyle bulundukları hali görememişlerdir. Böylelerinin sev­gisi, Zat ile ilişik sıfatlardan kaynaklandığı gibi üzerlerindeki per­denin kaldırılması durumunda hallerinin değişmesinden de korkulur. Çünkü onlar imtihan, aldanış, kapalılık ve şüphe içinde tuza­ğa ve helake düşme yolundadırlar.
Ancak Rablerinden bir rahmetin yetişmesi halinde, bulunduk­ları makamda hadlerini bilmeleri mümkün olabilecektir. Bu du­rumda Allah Teala da onlara merhamet edecek ve kendilerini affedilenler zümresine dahil edecektir. Dünyada olduğu gibi ahirette de kusurlarını örtecek ve her iki yurtta da kendilerini bu şekilde karşılayacaktır.
Yukarıda belirttiğimiz hususlar, sıdk sahibi muhibbanm bir ke­simini yaşadıkları endişelerdir. Çünkü sevginin bu türü, görünen değil gösterilen bir sevgidir. Bu sevgiye sahip olanlar sürekli çal­kantı ve aldanış içindedirler.
Fiiller sebebiyle muhabbet duyanlar da iki kısma ayrılırlar.
Bunların ilki, Allah Teala'yı fiilleri sebebiyle sevenlerden olu­şur. Bunlar, o fiilleri Allah Teala'dan bilen, mücahede yolunda çaba sarferederek -en azından- halleri üzerinde kalabilmek için sevgile­rini ayıklamaya çalışan kimselerdir. İki sınıftan üstte olanlar da bunlardır. Bunların muhabbeti, ahiret ehlinin avamına mahsus bir muhabbettir. Ahiret ehli, bu fiillerden başkasını görmeyen ve baş­kasını da talep etmeyen kullardır.
ikinci kısımdakiler ise, maruz kaldığı fiiller sürekli değişim gös­teren kimselerden oluşur. Bu fiiller onları alışkanlık dairesinden çı­kardığı gibi sürekli imtihana maruz kalırlar. Mal ve can bakımın­dan eksikliğe itilerek gerçek sıfatları ortaya çıkarılan bu kimseler, Allah Teala'nın takdirini Öfke ve can sıkıntısıyla karşılarlar. İşte bunlar, sevgi iddialarının asılsızlığı herkese ifşa edilen kimselerdir. Allah Teala, önceden örttüğü bu kimselerin kusurlarını herkese göstermiştir. Bunların muhibban arasında zerre miktarı ağırlığı bu­lunmaz. Bu sınıfa girenler, ehl-i dünya olarak bilinirler. Onlar, dün­ya için çabalayıp duran ve devamlı dünyalık peşinde koşanlardır,
Cüneyd-i Bağdadi'ye (ra) muhabbet hakkında bir soru sorul­muştu. O, şöyle karşılık verdi: Muhabbet konusunda insanlar avam ve havas olmak üzere ikiye ayrılır. Avam, O'nun ihsanlarının sürekliliğini ve nimetlerinin çokluğunu bilmeleri sebebiyle Allah Teala'ya muhabbet duyar. Bu nimet ve ihsanlar karşısında, O'nu razı etmeye çalışmaktan başka birşey yapamazlar. Ama onların muhabbeti, nimet ve ihsanların azlık veya çokluğuna bağlı olarak artar veya eksilir.
Havassa gelince, onlar muhabbet-i ilahi'ye yüce bir kader, kud­ret, ilim, hikmet ve mülkün yegane sahibi sayesinde nail olmuşlar­dır. Onlar Rablerinin kemal sıfatlarını ve güzel isimlerini hakkıyla
bildiklerinde, O'na muhabbetten kendilerini alamazlar. Çünkü bu bilgileri sayesinde, Hak Teala'yı sevmek, üzerlerinde bir hak hali­ne gelmiştir.
O'nun bütün nimetleri kendilerinden alınsa dahi, sahip olduk­ları marifet sebebiyle O'nun bu muhabbete ehil olduğunu iyi bilir­ler. Halk içinde öyle kimseler vardır ki bunlar, nevalarını veya Al­lah düşmanı İblis'i severler. Bu kimseler, cehaletlerinin ve aldan-mışlıklarının derinliği sebebiyle Allah Teala'ya muhabbet besledik­lerini iddia edebilirler.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Ebu Muhammed, 'her kimse­nin bir dostu vardır1 sözü sebebiyle kınanmıştı. Kendisine, 'Böyle birinin Allah Teala'nın habibi olmayabileceğini' söylediğimde kula­ğıma eğilerek şöyle dedi: Böyle biri ya mümin veya münafıktır. Eğer mümin ise, Allah Teala'nın habibi olur. Eğer münafık ise, o za­man da İblis'in habibi olur.
Heva muhabbetinin tezahürlerinden biri de, nefsi nazların arzu ettiği şeyleri, kendisine ahirette vadedüen mükafaatlara tercih et­mesi, bunlara duyulan muhabbeti Allah Teala'nın muhabbetine yeğlemesidir. Çünkü onun karakteri, heva sevgisi ve hakkı sevme­me üzerine şekillenmiştir. O, kötülüğü emredici, hayır olarak orta­ya çıkanı da yalanlayıcı bir nefistir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Umulur ki birşeyden hoşlanmazsınız da o sizin için daha hayırlıdır. Ve umulur ki birşeyi seversiniz de o sizin için kötüdür". (Bakara/216) Yüce Allah bu ayet-i kerimede sevgiyi kötülükle birlikte zikrederken hoşlanmamayı da iyilikle birlikte zikretmiştir.
Araplar nefsi 'Küzebe' olarak anarlardı. 'Küzebe', çok yalan söy­leyen anlamında mübalağalı ism-i fail sigasıdır. Bunun bir benze­rini Hümeze suresinde görmekteyiz: "Vay haline çok ayıplayıp ar­kadan konuşanın". (Hümeze/1) Buradaki 'Hümeze' kelimesi de, in­sanları çok ayıplayıp arkalarından konuşan anlamına gelmektedir.
Allah Teala nefsi de, sürekli kötülüğü emretmesi sebebiyle mü­balağa sigasıyla tavsif ederek şöyle buyurmuştur: "Sürekli kötülü­ğü emreden(nefs)". (Yusuf/53) Bunun anlamı da, sürekli ve sıklıkla kötülüğe yol açacak işleri telkin eden şeklindedir. Kötülüğün emret­me halinin sık tekrarı, nefsin bu şekilde tavsifine neden olmuştur.
İnsanın düşmanı olan İblis'in sevgisinin en bariz tezahürleri, onunla aynı düşüncede olmak ve ona itaatkâr olmaktır. Bu, Allah Teala'yı sevmemeyi ve O'na muhalefet etmeyi gerektiren bir haldir. Bu tür bir insanın karakteri, Allah Teala'mn istediğinin zıddım yapma yönünde şekillenmiştir. Allah Teala ise, İblis'in yapılmasını istediği şeylerin zıddınm yapılmasından hoşlanmaktadır. Bu, Yüce Allah'ın bizler için hazırlamış olduğu bir imtihan ortamından baş­ka bir şey değildir.
Şunu iyi bilin ki Allah Teala'mn size vermiş olduğu az bir iman, sıhhatli bir tevhid ile size nasip etmiş olduğu az bir ihlas, sıdk ve güzel amel, size göstermiş ve bildirmiş olduğu birçok şeyden daha yararlı ve hayırlıdır. Sizin için gördükleriniz içinde ancak talep et­tikleriniz ve elinizle kazandıklarınız, mücadele yoluyla ele geçirip sahip olduklarınız vardır. Ama uğrunda mücadele etmediğiniz ve kazanamadığınız şey, sizden başkaları içindir.
Siz gökyüzünü görebilir, ama onu elde edemezsiniz. Çünkü o, emrine verildiği varlıkların hayat alanıdır. Sizden başkalarına ait olan şeyleri görürsünüz, ama bunların size bir faydası olmaz ve si­zi onlara muhtariyetten müstağni kılmaz. Onlar, emrine verildik­leri kimselere aittir ve onları müstağni kılar. Halk içinde öyle kim­seler vardır ki, kendisine gösterilen şeylerin hibe olduğunu, gördü­ğü ve tanıdığı şeylerin kendisine ait olabileceği ve ona malik oldu­ğu vehmine kapılırlar.
İnsanın içinden geçen binlerce hatır vardır ki bunların tama­mından bir 'hal' çıkmayacağı gibi bin 'hal'den ancak bir makama ulaşılabilir. Makam, ancak sebat ve devamlılık arzeden bir konum­dur. Zihinden geçen hatırlar ise, gökyüzünden akıp giden bulutlar gibidir. Atasözünde de söylendiği gibi, Yaz bulutu, hafif bir rüzgarla dağılıp gider. İnsanın yaşadığı haller de zamanlara benzer. Mesela her sene içinde dört mevsim vardır: Yaz, kış, ilkbahar ve sonbahar.
Allah Teala'mn bahşettiği hibeler, kalplerde yereden müşahede­ler, amellerin gerçekleştirdiği mücadeleler şeklinde kendini göste­rir. Bunlar da, insanda hususi bir ilmin, Allah'ı razı edecek bir ah­lakın, yüce bir halin, salihlerin veya müttakilerin ahlakından gü­zel bir sıfatın, ariflerin ilimlerinden veya mukarrebunun mülaha­zalarından birinin tahakkuk etmesini temin eder.
Bu ilim hakkında konuşmak, ancak ona dair bir müşahedesi olan kimsenin hakkıdır. Kudret ve tevhid ilimleri hakkında bir bili giye sahip olunmalıdır. Ya da amellerin getirileri, hallerin intikali dünyaya değer vermeme ve ahiret peşinde koşma bakımından bir nasibe sahip olunmalıdır. Kulun ilmi, vaaz ve iyiliğe özendirme baj bmdan ise, bütün bunların da tevbekârlıktan sonra, istikamet ha­liyle birlikte, ehli sünnet ve cemaatin ilimlerini, usul ilmini ve ha­dis ilimlerini mükemmel bir şekilde bihnesiyle mümkündür. Aks:, takdirde üzerine vazife olmayan bir işe girişmiş olur.
Bunun dışında kalan davranışlar, öyle imiş gibi görünme ve yapmacıklıktan ibarettir. İçi boş işaretlerle yapılan sun'i beyanlaf nn tamamı, dünya zineti ve heva zinetinden başkası değildir. Söz^ konusu makamı temenni etmek de böyledir. Temenni, akim bu yön­de bir zanna kapılmasıveya nefsin bunu vehmetmesinden kaynak­lanır. Bunun takdiri vehme ait olduğu gibi, lanetli şeytanın verdir ği vesveseler de olabilir. Bütün bunlar imanın neticesi olmadığı gi­bi, yakin ilmi ile de kesinlikle alakasızdır.
Bunlar, şeytanların fısıltılarından ve hatırlara getirdikleri yan­lış fikirlerden başka birşey değildir. Çünkü bu, günahların çoğal­masından kaynaklanan kalp hastalıklarından biridir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Tıbbı bilmediği halde tedaviye kalkışıp kişinin ölümüne neden olan kimse, tazminat vermekle mükelleftir". [9][9]
Aynı şekilde insanlara da onları zehirleyecek biçimde konuşan kimse, onların katili olur. Zahiri görünümle bu tür davrananlar, sa­yılmayacak kadar kimsenin aldanmasına yol açarlar, i Hakiki şekliyle ortaya çıkma hali ise halk içinde görülmeyecek kadar azdır. Allah Teala, mülkünün hazinesinden dilediklerini dil­ler ve uzuvlar vasıtasıyla açığa çıkarır. Bunlar, yeryüzünün hazine­lerinden olup yeryüzünün mülkünde olduğu gibi bunlarda da ted­bir ve hikmet mevcuttur. Sözkonusu hazineler, zahir ilimlerdir.
Bu ilimler, Allah Teala'nm yeryüzündeki kulları üzerindeki hüccetleridir. O, melekût hazinelerini ise dilediği kullarına izhar eder. Bu hazineler, kalpler, basiretler, hazineler ve azıklar olarak tecelli eder. İşte bunlar, melekût hazineleri gibidir ki onlar da se-mavatm hazinelerindendir.
Onlarda da semavatta olduğu gibi ayetler ve takdir mevcuttur. Bu hazinelerin ilimleri, yakin ilmi kapsamına girer ki bu, ilm-i ba-tın'dır. Allah Teala, bu ilmi ancak sevdiği kullarına mahsus kılar. O'nun bu ilmi nasip ettiği havas kulları, yakın kılınmış veli kulla­rıdır. Hüküm ancak Allah'a aittir ve O hükmüne hiç kimseyi ortak etmez. Rahmetini dilediği kuluna bahşeder. Güç ve hareket yalnız yüceler yücesi Allah'ın kudretindedir. Dokuz yakin makamının so­nuncusu olan 'muhabbet' makamının şerhi de bu şekilde tamam­lanmış oldu. [10][10]




Bu beş temelin ilki, müminler için farz olan kelime-i tevhiddir. Ke-lime-i tevhidin faziletlerini şöyle sıralayabiliriz. O, Allah Teala'ya yakın kılınmışların ve Allah Resulü'nün (sav) şehadetidir. Onun fa­zileti, yakini iman sahipleri içindir. Yüce Allah, diğer peygamberle­rinin de Resulü'nü (sav) tasdik ettiklerini bildirmiştir.
Biliniz ki O'ndan başka ilah yoktur. Günahlarınız için de Ö'ndan mağfiret dileyin. Allah Teala kullarına bu meyanda emir verirken şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki (bu Kur'an) ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)
Tevhidin farzı, Allah Teala'nm Bir (=Vahid) olduğuna kalpten iman etmektir. O'nun birliği sayı bakımından değildir. Yine O, ikin­cisi olmayan İlk yani Evvel'dir. Hakkında kuşku olmayan bir Mev-cud'dur. Gaib olmayan bir Hazır olup her yerde vardır. Cehaletin sözkonusu olmadığı Alim'dir. Aczi bilmeyen bir Kadir'dir. Ölümsüz bir Hayy yani sürekli canlıdır. Asla gaflete düşmeyen Kayyum her-şfeyi idare edendir. Hafiflik ve taşkınlık bilmeyen bir Halim'dir.
Herşeyi işiten Semi1 ve herşeyi gören Basir'dir. Sona ermez bir mülkün sahibi olan Melik'tir. Başka bir zamana kayıtlı olmaksızın Kadim'dir. Asla zeval bulmayan bir Kâin'dir. Keynunet yani sürekli oluş, O'nun kendisi için ihdas etmiş olmadığı ayrılmaz bir sıfatıdır.
Devamlılığının sonu bulunmayan bir Ebed-i Ebed'dir. O'nun Deymûmet yani devamlılığı, Zatı için ihdas etmiş olmadığı ayrıl-riıaz bir sıfatıdır. O'nun kevninin yani Zati varlığının başlangıcı ol­madığı gibi kıdeminin evveli de yoktur. O'nun ebediyetinin bir du­rağı da yoktur.
O'nun isim, sıfat ve nurları, Zatı için yaratılmış olmadığı gibi Zatı'ndan ayrı/kopuk da değildirler. O, herşeyin önü ve arkasıdır. Herşeyin üstünde ve herşeyin yanındadır. O, her şeye bizzat kendi­sinden daha yakındır. Bütün bunlara rağmen O, hiçbirşeyin ma­halli değildir. O, hiçbir keyfiyet ve benzerlik belirtilmeksizin dile­diği şekilde Arş'a istiva etmiştir.
O, herşeyi en iyi Bilen, herşeye Kadir ve herşeyi Kuşatandır. Gökle yer arasındaki boşluk önünde feza arkasındadır. Hava önün­de, mekan arkasındadır. Hareket önünde, uzaklık arkasındadır. Tüm bunlar, yeryüzünün ve göklerin ardında yaratılmış gözle gö­rülmez cisimlere bitişik, ağır cisimlerden ayrı perdelerdir.
Bunlar, Yüce Allah'ın diledikleri için tahsis ettiği mekanlar olup O'nun şu buyruğuna dahildirler: "Ve herşeyden bir çift yarattık". (Zariyat/49) Allah Resuîü'nün (sav) şu hadisleri de bu manadadır: "Rabbimiz, gökler dolusu, yerler dolusu ve varlığını dilediğin şeyle­rin dolusu kadar hamd Sana'dır"[11][11]
Celali ve şanı yüce Hak Teala, kendi ile münferid, sıfatları ile tek bir Zat'tır. Hiçbir varlıkla içice geçmez ve birleşmez. Cisimlere hulul etmediği gibi arazlar da O'na hulul edemez. O'nun Zat'mda O'ndan başkası yoktur. O'ndan başkasında da O'nun Zat'mdan bir-şey/parça yoktur. Yaratılmışlarda ancak yaratılmış olma, Zat-ı İla-hi'de ise ancak Yaratan vardır.
Yaratanların en güzeli, herşeyden münezzehtir. Hak Teala, her­şeyden yüce olup isimler, sıfatlar, kudret, azamet, kelam, irade ve nurlar sahibidir. Bunların hiçbiri de yaratılmış veya sonradan ol­ma (=muhdes) değildir. Bilakis O, ezelden beri bütün bu isimler, sı­fatlar, kelam, nurlar ve iradesi bakımından mevcut ve kaimdir. Şüphesiz ki O, mülkün, melekûtun, izzet ve ceberutun sahibidir. Yaratma, emretme, yönetme ve ezme gücüne O sahiptir.
O, yarattıkları hakkında ve mülkünde kendi emriyle hükmeder. Dilediği ve istediği şekilde hüküm verir. O'nun hükmü hiç kimse tarafından sorgulanamaz. O'nun iradesine rağmen hiçbir kulun iradesi olamaz. O'nun dilediği herşey olur. Dilemediği bir şey de as­la olmaz. O'nun merhameti olmadıkça hiçbir kulun O'na isyandan engellenmesi mümkün değildir.
Aynı şekilde O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir kulun da O'na 1 atte bulunma gücüne sahip olması mümkün değildir. O, bütün bi|i ların icrasında Tek'tir. Hiçbir ortağı veya yardımcısı yoktur.
Azap vaadini gerçekleştirmek zorunda olmadığı gibi O'ndan dilenmesi daha mümkündür. Hükümler konusunda bizim için __ zem ve bağlayıcı olan kurallar O'nun için geçerli değildir. O, fiille] -le sınanmadığı gibi sözle de işaret olunmaz.
Hikmet ve adalet sıfatları gereği hakim ve adildir. Ama bu iki sıfatı.örneği O'nun hikmeti yarattıklarının hikmetine benzemediği gibi, adaleti de kullarının adaletiyle kıyaslanamaz. Kullarını ilzam eden hükümler O'nu ilzam etmez. Onlara verilen kötü isimler, O'nun için asla kullanılamaz. O, akılların sınırlarını aşmış, anla­yışları, tasavvurları ve akılları geride bırakmıştır. O, ancak Kendi­ni vasfettiği gibi olup, kullarının vasfının üzerindedir.
Biz O'nu, ancak ayetler ve sahih hadislerde geçen sıfatlarla tav­sif edebiliriz. Bize göre O, eşyada benzeri asla olmayandır. Bu ko­nuda bize bildirilen isim ve sıfatları kullanır, O'nunla ilgili her türr
İl lü temsil ve aracı reddederiz. O, hiç kuşkusuz bütün sıfatları ile daj-
ima mevcut olup sıfatları da O'nun gibi ezelidir.
Sıfatları Zatı ile beraber kaimdir. O, sonsuz, sınırsız, keyfiyeli-siz, benzetmesiz ve ikili olmaksızın varlığım sürdüren Ezeli'dir. Ö, tevhid ile devamlı olandır. O'nun tevhidi O'na mahsus, ferdliği O'na has olup asla kıyas kabul etmediği insanlara da benzetilemez. O'nun için cinsiyet ve his sözkonusu olamaz. O, hiçbir şeyle ayni cins olmadığı gibi hiçbir varlıkla da birleşmez.
O'nun isimleri, sıfatları, nurları ve kelamı dışında mülk ve tat -lekûtunda bulunan herşey muhdes yani sonradan olmuş ve yaratıl­mıştır. Diğerleri yok iken izhar edilmiş şeylerdir. Bunlar kadim ol­madıkları gibi, evvelsiz de değildirler. Aksine sınırlı zamanlarda ve muhdes vakitlerde varlık alemine çıkarılmış şeylerdir.
Ezeli ve Ebedi olan yalnız Allah Teala'dır. O, asla zail olmaya­cak ve ebediyete kadar devam edecektir. O, Zatı'na has bir 'kayyu-miyet' ile Kayyûm ve sürekliliği yani 'deymumeti' ile Deymûm olan­dır. Evveli ve ahiri olmayan Evvel O'dur.
Kendinden ahiri yani sonraki olmayan Ahir yani Son da yine O'dur. O'nun bu şekil oluşu, yani 'keynûnet'i, O'nun eşsiz hakikatidir. O, Ehad yani Tek ve Samed yani ihtiyaçları giderilmek için tek başvurulandır. Ne doğurmuş, ne de doyurulmuştur. Yani Zatı hiç­bir şeyden doğmadığı gibi O'ndan da hiçbir şey doğmamıştır. Aynı şekilde Zat'ından birşey yaratmadığı gibi, Zat'ı da hiçbir şeyden ya­ratılmamıştır. Mülhidlerin bu konuda söyledikleri çirkin yakıştır­malardan Münezzeh ve çok Uludur. [12][12]


Yüceler yücesi Allah Teala buyurdu ki: "Bir zaman Allah peygam­berlerden ahit almıştı: 'Ne zaman size bir kitab ve hikmet verirsem ve sonra size bir peygamber gelip onu tasdik ederse, ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz". (Al-i îmran/81)
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Her kim ResuTe itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur". (Nisa/80) Bir diğer ayet-i kerime de şudur: "Muhakkak sana biat edenler, ancak Al­lah'a biat ediyorlardır". (Fetih/10)
Allah Resulü'nün (sav) risaletine şehadet etme farziyeti şöyle yerine getirilir: Hazret-i Muhammed'in, Allah'ın Resulü olduğuna, son peygamber olduğuna ve kendinden sonra peygamber olmadığı­na, ona verilen kitabın son kitab olduğuna ve diğer her kitab üze­rinde hakim olduğuna, onun önceki peygamber ve kitapları tasdik ettiğine, ona indirilen şeriatın, önceki şeriatleri neshettiğine, mu­tabık kaldığı hükümler dışında onların hükümlerini tamamen or­tadan kaldırdığına, ona verilen son Kitab'm diğer bütün kitaplar için şahid ve hüküm sahibi olduğuna şehadet etmenizdir. O, İsa Peygamber'in (as) ümmetine gelişini müjdelediği son Peygam­berdir. Yine O, Musa Peygamber'in (as) ümmetine haber verdiği Peygamber'dir.
O, Tevrat, incil ve diğer semavi kitaplarda zikredilmiş son pey­gamberdir. O, Allah Teala'nm diğer peygamberlerden -eğer zamanı­na ulaşırlarsa- kendisine inanmaları ve destek olmaları noktasın­da söz aldığı Son Peygamberdir. Onlar bu sözü ikrar etmiş, Allah Teala da kendilerine şahit olmuştur. Yine O, diğer peygamberlerin, zamanına ermeleri halinde kendisine iman etmeleri noktasında ümmetlerinden söz aldıkları Son Peygamber'dir.
Diğer peygamberler, ümmetlerine O'nu tasdik etmeyi emretmiş ve ortaya çıkacağını haber vermişlerdir. Buna göre eğer Musa (as) ve İsa (as) Son Peygambere yetişmiş olsalardı, onun şeriatine da­hil olmakla mükelleftiler. Onun risaletini reddededen bütün yahu-di ve hıristiyanlar, Allah Teala'yı inkar etmiş olmaktadırlar.
Ehli Kitab'm, ona indirilen Kitab'a inanmaları, kendi kitapla­rında ve peygamberlerinin sözlerinde farz kılınmış ve emredilmiş bir husustur. Ona itaat etmek ve onu sevmek, tıpkı Allah'a itaat edip O'nun emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak gibi bü­tün semavi din mensupları için farzdır, Bu, Allah Teala'mn yarattı­ğı insanlara gerekli gördüğü ve diğer farzlarıyla bütünlük içinde farz kıldığı bir farzdır. [13][13]


Allah Teala buyurdu ki: "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana ta­bi olun ki Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın". (Al-i İmran/31) Allah Resulü (sav) de buyurdu ki: "Bir kul, ben ken­disine ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevimli gö­rünmedikçe iman etmiş olmaz". [14][14]Yine O buyurdu ki: "Eğer Musa ve İsa zamanıma ulaşsalardı, bana tabi olmaktan başka birşey yapa­mazlardı". Başka bir lafızda ise şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Eğer bana iman etmezlerse, Allah Teala o ikisini ateşte dağ-layacaktır".
Bu konuda israiliyat kaynaklı haberlerden birinde şu hadise nakladümektedir: Adamın biri iki yüz yıl boyunca sürekli Allah'a isyan etmiş, O'nun emirlerine cüretkârlıkla karşı çıkmıştı. Bu kim­se öldüğünde israil oğulları onu ayaklarından tutup bir çöplüğe at­tılar. Bunun üzerine Allah Teala, Musa'ya (as) onun naaşım yıka­masını ve halkın huzurunda kefenlemesini emretti. O, kendisine emredileni yaptı. İsrailoğulları bu duruma şaşırdılar ve 'İsrailoğul-lan içinde Allah Teala'ya ondan daha çok isyan eden ve günah işle­yen yoktur nasıl böyle yaparsın?' diye sordular. Musa (as) da,, 'Bu­nu biliyorum, ama Allah Teala bana böyle yapmamı emretti' dedi. îsrailoğulları, 'Öyleyse Rabbine bunun sebebini sor' dediler.
Musa (as) bunu Rabbine arzettiği zaman Allah Teala şöyle bu­yurdu: 'Onlar doğru söylüyorlar, o kimse bana iki yüz yıl isyan et­ti. Ama günlerden bir gün Tevrat'ı açtı ve orada habibim Muham-med'in ismini gördü. Onu öptü ve gözlerine sürdü. Ben de bu yüz­den ona şükranda bulundum ve iki yüz yıllık günahını affettim".
Bu anlamda bir hadise, Abbas b. Abdülmuttalib'den de rivayet dilmiştir. O şöyle demişti: Ebu Leheb ile kardeşlik ve dostluğum vardı. O öldüğü zaman, Allah Teala onun durumunu bildirdi (Teb-bet suresi). Bu beni çok üzdü ve tasalandırdı. Bir yıl boyunca Allah Teala'ya dua ederek rüyada bana onu göstermesini niyaz ettim. i     Sonunda onu rüyamda gördüm, ateşte yanıyordu. Durumunu sordum. 'Sürekli ateş azabmdayım, ancak haftanın bir gecesi aza­bım hafifletiliyor. O geceyi azap görmeksizin geçirebiliyorum' dedi. Bunun nasıl olduğunu sordum.
Bana şunları söyledi: Pazartesi gecesi Muhammed'in (sav) do­ğum gecesiydi. O gece, Ümeyme gelmiş ve Amine hatunun onu do­ğurduğunu müjdelemişti. Ben de onun doğumuna çok sevinmiş ve cariyelerimden birini azad etmiştim. Allah Teala işte bunun hür­metine pazartesi geceleri azabımı kaldırmak suretiyle beni müka-faatlandırdı.
Allah Teala, Resulü'nün (sav) oluşturduğu muhabbetin gerçek­liği hakkında şöyle buyurmuştur: "Hicret edip kendilerine gelen müminleri severler". (Haşr/9) O, başka bir ayet-i kerimede ise şöy­le buyurmaktadır: "İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler". (Haşr/9)
Allah Resulü'ne (sav) muhabbetin tezahürlerinden biri de, O'nun sünnetlerini re'y ve içtihada tercih etmek, mal, can ve diliy­le O'na yardım etmektir. Onu sevmenin alametlerinden biri de za­hirde ve batında O'na tabi olup yolundan ayrılmamaktır. ! O'na zahirde tabi olmanın tezahürleri arasında, farzları eda edip haramlardan uzak durmayı, O'nun ahlakı ile ahlaklamp edep-leriyle edeplenmeyi, O'nun hadislerini öğrenmeyi, sünnetini araş­tırmayı, dünyada zühd sahibi olarak ehli dünyadan yüz çevirmeyi, heva ve gaflet ehlinden uzak durmayı, övünmeyi bırakarak, dünya­lıkla övünmekten vazgeçmeyi, ahirete dönük ibadetleri çoğaltmayı, ahiret ehline yakınlaşmayı, fakirleri sevmeyi ve onlar tarafından sevilmeyi, onları yanma yaklaştırmayı, sık sık meclislerine katıl­mayı, onların dünyaseverlerden üstün olduklarına inanmayı zikre­debiliriz.
Allah için O'nun buğzettiği ve uzaklaştırdığı kimseleri sevmek de bu tezahürlerdendir ki bunlar alimler, abidler ve zahidlerdir. Al­lah için o'nun sevdiği ve yakın kıldığı kimselere buğzetnıek de böy­ledir ki bunlar bid'atçi zalimler ve lanetlenmiş fasıklardır.
Allah Resulü'ne (sav) batında tabi olmanın tezahürleri arasında, yakin makamlarını ve iman ilimlerinin müşahedelerini zikredebili­riz. Mesela korku, rıza, şükür, haya, teslimiyet, tevekkül, şevk, mu­habbet, kalbi yalnız Allah Teala'ya hasretmek, yalnız Allah için kay­gılanmak ve O'nun zikriyle huzur bulmak bunlar arasındadır. Bun­lar, havassa mahsus ameller ve Allah Resulü'nün (sav) batini hali­nin manalarından bazılarıdır. Her kim zahirde ve batında Allah Re­sulü'ne (sav) bu şekilde tabi olursa, ayette vaadedilen lütfa mazhar olur. Yani ayette buyrulduğu gibi, kulun Allah Teala tarafından se­vilmesi, O'nun sevgisine nail olma hali gerçekleşir.
Sehl şöyle derdi: Allah Teala'yı sevmenin alameti, O'nun Resu­lü'ne tabi olup uymaktır. O'na tabi olmanın alameti ise, dünyada zühd sahibi olmaktır. O, "Ve her kim Allah'a ve ResuTe itaat eder­se, (Allah) işte onlar Allah Teala'nm nimet verdikleriyle beraber­dirler" (Nisa/69) ayetinin tefsirini yaparken de şöyle demiştir: Al­lah Teala'ya itaat, O'nun farzlarını eda etmek, Resulü'ne (sav) ita­at ise sünnetine uymak şeklinde olur.
Kul, bidatlardan sakındığı ve O'nun ahlakı ile ardaklandığı za­man Allah Resulü'ne (sav) uymuş olur. Allah Teala da kendisini sever ve yarın ahiret günü makamında Peygamberi ile birlikte ol­maya hak kazanır. [15][15]


Allah Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Allah, melekler |ve ilim sahipleri adaleti ayakta tutarak O'ndan başka ilah olmadığına şahitlik ettiler". (Al-i İmran/19); "Ve o kimseler ki şehadetlerini dosdoğru yapanlar". (Mearic/33) Yakin sahiplerinin şehadetleri ya-kini imanları gereği şu şekilde olur: Allah Teala, herşeyde İlk yani Evvel'dir.
Herşeyden daha Yakın yani Karib'dir. Veren, Engel olan, Hida­yete erdiren, Yoldan çıkaran yalnız O'dur. O'ndan başka hiçbir kim­se veremez, engel olamaz, zarar veremez, yarar temin edemez. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Allah Teala, kula yakın, onu gözleyen, ona güç yetiren ve onun için tedbir alandır. Kulun bütün bakış ve kaygısı herşeyden önce O'nadır. O, her hususta O'nu zikreder, kalbini O'ndan başkasına açmaz, her işinde O'na müracaat eder, O'na kulluk eder ve şunu ga­yet iyi bilir ki Allah Teala, kalbe can damarından, ruha onun canın­dan, göze onun bakışından ve dile nefesinden daha yakındır.
O'nun bu yakınlığı, yalnız O'na has bir yakınlık olup fiziki mana­da bir yaklaştırma ve yakınlaşma şeklinde değildir. O,bütün bu hal­lerinde Arş üzerindedir. O, yerin üstünde olduğu gibi Arş'ın üzerin­de de dereceleri yükselten ve en üst derecede olandır. O'nun yere ve­ya herhangi bir şeye yakın olması, Arş'ın O'ndan uzak kalmasıdır.
Arş, duyularla his s e dilemeyen, zihin ile düşünülemeyen, göz ile görülemeyen ve idrak ile kuşatılamayan bir mefhumdur. Çünkü Al­lah Teala kudreti ile bütün yarattıklarından gizlenmiştir. Arş'ın O'nunla ilgili nasibi, yakin sahibi alim bir müminin O'nunla ilgili nasibi, O'nun bahşettiği vecdi kadardır ki bu da şudur: Allah Teala Arş'm üzerindedir ve Arş O'nun varlığa ile itmi'nan bulmuştur.
Allah Teala, herşeyin üstünde ve her şeyin altında Arş'ını ku­şatmıştır. O, herşeyin üstünde ve her altın üstündedir. O, alt ile vasfedilemez, çünkü üst de O'dur. O, yüceler yücesidir. Her nerede olursa olsun, hiçbir mekan O'nun ilim ve kudretinden hali kala­maz. O, asla bir mekan ile tahdit edilemez ve O'nsuz hiçbir mekan bulunmaz. Ama hiçbir mekanda da bulunmaz. Alt aşağısı, üst de yukarısı içindir. Herşeyden münezzeh olan Allah, her üstün üstün­de ve her altın ötesindedir.
O, arzın meleklerinin üstünde olduğu gibi, Arş'ın meleklerinin de üstündedir. O, mümkünler için varolan bütün mekanların öte­sindedir. O'nun mekanı iradesi, mevcudiyeti ise kudretidir. Arş, arz ve bu ikisi arasındakiler, yukarıda ve aşağıda yeralan mahlukat O'nun kabzasmdaki bir hardal tanesi hükmündedir. O, bunların hepsinden daha yücedir ve ihata sıfatı ile bunların hepsini kuşat­mış, kudreti olan genişlik sıfatı ile de hepsini kapsamıştır.
Yücelik yani uluvv, O'nun akıllar tarafından idrak edilemez akamet ve yüceliğidir. Hiçbir tasavvur, keyfiyetini düşünemez. O'nun ululuğu için bir sınır da sözkonusu değildir. O'nun yücelik 'sümuvv' ve yakınlığı 'dünuvv' için de hiçbir sınır mevcut değildir. O'nun varlığında duyu, şuhudunda temas, huzurunda idrak, ihti­yatında tedbir mevzubahis değildir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Üstlerindeki Rablerinden korkarlar". (Nahl/50); "Yüce Rabbi'nin ismini teşbih et". (A'la/1); "Halbuki O, herşeyi ku­şatıcı olandır". (Fussilet/54)
Hiçbir şey Allah Teala'ya başka bir şeyi perdeleyemez. Başka bir şeye yakın olan hiçbir şey O'na uzak kalamaz. O, kudret ve id­rak sıfatı gereği herşeye en yakın olandır. Diğer şeyler uzak kılın­mışlardır. Çünkü eşyanı sıfatı bunu gerektirmektedir. Uzaklık ve perdelenme bu sıfatlardandır. Uzaklık ve uzaklaştırma, O'nun ira­desinin hükmü icabıdır. Sınırlar ve memleketler O'nun yarattıkla­rı için konulmuş perdelerdir. Mesafe ve buluşma da O'ndan başka­sı için geçerlidir.
Feza, yaratılmışlar için varolan bir mekandır. Hava ve geniş boşluk ise alemler için yaratılmış mekanlardır. Hükümler ve tak­dirler, O'nun yarattıkları içindir. Herşeyden münezzeh olan Zat-ı İlahi ise, takdir ve hükümleri aşmıştır
O, akıl ve tasavvurların ötesindedir. Takdiri aşkındır. İzzeti se­bebiyle de beşeri fikirlerden gizlenmiştir. Hiçbir fikir gücü O'nu ta­savvur edemediği gibi, hiçbir muhayyile de O'na hakim olamaz. O, Zat'mı akıllardan saklayacak perdeler koymuştur. Akıllar, O'nun sıfatlarım hakkıyla idrak etme gücüne sahip değillerdir. Çünkü O'nun benzeri bir şey yoktur. Dolayısıyla numunesi ile bilinmesi mümkün değildir. Üzerine kıyas edilebilecek bir türü sözkonusu değildir.
Allah Teala göklerde ve yerdedir. Arş'a istiva etmiştir. Her nere­de olursanız olun, sizinle beraberdir. Yarattıklarına bitişik veya on­lardan ayrı değildir. Kainatta dokunulamayandır. Uzaklaşmış ol­mayıp Zatı ile Ferd, sıfatları ile Bir'dir. Hiçbir şey ile birleşmez ve kaynaşmaz. Kurb sıfatı ile herşeye herşeyden daha yakındır.
ihata sıfatı ile herşeyi kuşatmıştır. O, herşeyle beraber, herşe­yin üstünde, herşeyin önünde ve herşeyin arkasındadır. Bu da O'na
mahsus olan bir (uluw' ululuk-ve 'dünuvv' yaklaşma iledir. O, Arş'ı taşıyanların ardındaki hareketin arkasındadır.
O, insana canı temsil eden şah damarından daha yakındır. O, bütün bunlara rağmen herşeyin üstünde ve herşeyi kuşatmış olan­dır. Hiçbir şey O'nu kuşatamaz. O, bütün bu hallerde, hiç kimse ve eşya için bir mekan değildir. Bütün bu hallerde O'na benzer hiçbir şey olmadığı gibi, hiçbir varlık da mülkünde O'na ortak değildir. Yaratma fiilinde yardımcısı yoktur.
Kullarından hiçbiri O'na denk, birliğinde hiçbir benzeri mevcut değildir. O, son oluşunda evveliyet sıfatıyla İlk'tir. O, ilk oluşunda da ahiriyyet sıfatıyla Son'dur. O, ululuğunun zuhuru ile batmili-ğinde Zahir'dir. O, ezelden beri varolan ve aynı şekilde ebediyete kadar varolacak olandır. O'mın Zatı tezattan münezzehtir. Sonra­dan olma şeyler ve ebedler O'nda cari değildir. O, artmaz, eksilmez.
Kendi Zatı için seçtiği şekilde Arş'ı üzerindedir. Arş, ulvi mah­rukatının "s«ıırıdır. O, ise Arş'ı ile sınırlı değildir. Arş bir mekana muhtaçtır. Hak Teala ise, ona muhtaç değildir. Rahman Arş'a isti­va etmiştir. Rahman O'nun ismidir. İstiva ise O'nun sıfatı olup Za-tı'na bitişiktir. Arş, O'nun tarafından yaratılmış olup O'nun sıfatla­rından ayrıktır. O, Zatı'nm sığabileceği bir mekan bulmak zorunda değildir. O'nun Zatı'mn taşıyacak hamillere, birarada tutacak ted­bire ihtiyacı yoktur. O'nu mevcud kılacak yaratılmışlara da ihtiya­cı yoktur.
O, Arş'ı taşıyandır. Arş hamilleri için lütfunu gizler. O, Arş'ı bi­rarada tutucudur ve Arş'm bekçileri için lütufkardır. O, sevdiği kul­larına istediği tecellileri varedendir. İsimlerinin ve sıfatlarının ulvi tecellilerini onlara gizli lütfuyla izhar edendir. Bu O'nun, gözle gö­rülmez lütfü ve Zatı'na mahsus rahmetinin icabıdır. O, kainatı ha­reketin ardından izhar etmiştir. O, hareketin genişliği içinde yay­mak suretiyle Arş'ı mümkün kılandır. O, Arş'ı ve hareketi kudreti ve yüksekliğiyle kuşatandır. İradesi dışında hiçbir şey O'na sığmaz.
O, ancak sıfatının nurları içinde tezahür eder. Ancak kudretinin genişliği içinde mevcud olur. O, sıktığı zaman açıkladığını gizler, verdiği zaman da gizlediğini açığa çıkarır. Allah Teala kainatının her çizgisinde bunu varetmiştir. Her fiilinin bir mekan ismi üzerin­de yücelip ortaya çıkması mümkündür. Tabii çok latif olup gizlen-
mesi de mümkündür. Bunları ancak O'nun iradesi ihtiva edebilir. O da ancak O'nun bahşettiği şuhud ile bilinip O'nun verdiği nur ile görülebilir. Bu ise günümüzde ancak kimsenin bilmediği velileri için kalp gözlerinde mümkündür. Onlar için ahirette de bizzat göz­lerle müşahede etme sözkonusudur. Bu hususlar, ancak O'nun ira­desiyle bilinebilir.
Eğer dilerse, bunları en ufak şeye dahi sığdırabilir. Dilerse de bunları hiçbir şeye sığdırmaz. Eğer dilerse, kullarını herşeye mut­tali kılar. Dilerse de onlara hiçbir şey bildirmez. Eğer isterse en kü­çük şeyde dahi Zatı'nı gösterebilir. İstemezse de hiçbirşeyde varlı­ğını belli etmez. O, sınır ve ölçüleri aşmış, geleceği ve kaderleri çok­tan geçmiştir. O, sayılmayacak kadar çok sıfat sahibidir. Bir sure­te hapsedilmiş olmadığı gibi, bir sıfatla kayıtlı veya bir hükme mahkum da değildir. Herhangi bir vesile ile de mevcud olmaz. O, bir sıfatı ile iki kez tecelli etmez. Herhangi bir suret ile deiki kişi­ye görünmez. O'ndan aynı manaya gelen iki kelime varid olmaz. Aksine O'nun her tecellisi için aynı suret ve her kula görünüşünde ayrı bir sıfatı sözkonusu olur.
O'nun her bakışı için tek bir kelam mevzubahistir. O'nun her kelimesinden değişik anlamlar çıkabilir. O'nun tecellileri için bir son olmadığı gibi, sıfatları için de bir hudut yoktur. O'nun kelime­leri bitmez ve anlatımı kesintiye uğramaz. O'nun bu hususiyetleri için de hiçbir keyfiyet sözkonusu değildir. Çünkü tevhidde keyfiyet ve kudrette mahiyet sözkonusu olamaz.
Bu sıfatlarında hiçbir yaratılmış O'na benzeyemez. Zat-ı İlahi için gözlerden ve basiretlerden perdelenmiş bir kalp mevzubahis değildir. O'nun Zatı kalplerden ve fikirlerden çok daha uludur. Hiç­bir akıl O'nu tahayyül edemez, hiçbir fikir O'nu tasavvur edemez. Hiçbir muhayyile de O'na malik olamaz. Çünkü O, sahip olunan (merbub=sahip olunan' değil Sahip Olan 'Rab'dir. Hiçbir beyinle O'nun hakkında düşünülemez. Aksi halde üstün çıkılmış 'inaknur  olur. Oysa O, üstün çıkan yani Kahir olandır.
O, hiçbir akıl ile de akledilemez. Zira akılların sahibi O'dur. O, hiçbir ihata ile de kuşatılamaz. Kendi ihsanı ile tecelli edinceye ka­dar böyle olur. Tıpkı ilk defa şefkati ile tecelli ettiği gibi tecelli ede­cektir. O, kendi varlığına şahit olur ve kendi nuru ile bakar. Bu, Zatı'ndan gayrisi için mümkün değildir. O'nun bu halini ancak Zatı bilir.
O'nu görmek, ancak dilediği velileri için mümkün olabilir. Bu veliler, yakini imanın nurları ile kalp gözleriyle O'na bakarlar. Ahi-rette ise cennetlerde bizzat gözleriyle O'na bakacaklardır. Allah Te-ala kudretinin azameti ve şefkatinin lütuflarıyla onlara tecelli ede­cektir. Lezzeti sınırsız sözlerle onlara konuşacaktır. Celal sıfatları ile tecelli edecek güzellik ve cemalin bütün unsurlarıyla görünecek­tir. Övünç ve kemal giysisi ile huzurlarında olacaktır.
Orada Zatı'yla ilgili bütün hususiyetleri onlara bahşettiği ni­met, mutluluk ve faziletlerle cemeder. Bu, o meclislerdeki her ba­kış, söz, yakınlık, lütuf, şefkat, ilgi ve ihsanda kendini gösterir. Kul orada sevdiğine istediği gibi bakabilir. Hiçbir şey buna mani ola­maz. Ayrıca istediği şeyden de yüzünü çevirebilir. Görülen şeylerin O'na görünmesi zaruri değildir. Diğer eşyadan yüz çevirişinde O'nun ululuk kabzasında olan lütuflara bakabilir.
Hazineler O'nun sözünde, kainat O'nun iradesinde, bütün me-lekût O'nun elindedir. Ceberut ve azemet O'nun yüce sıfatlarıdır. Eşyanın varlığı, O'nun onlara nazar etmesini zaruri kılmaz. Eğer dilerse onlardan yüz çevirebilir. Çünkü O, muktedir ve herşeyin üs­tünde güç ve irade sahibidir. Bu eşyanın yokluğu da onları görme­sini zaruri kılmaz. Çünkü O'nun bu eşya hakkında sabık bir ilmi mevcuttur. Bunlar O'nun ilminin malumu olmaktan hali değildir­ler. O, herşeyden haberdar olandır. O, zorlayıcı güç sahibi olan Ceb­bar'dır.
Varolan ve olmayan herşey, zaruri olarak kendinden başkasının bakışına muhtaçtır. Çünkü varolan şeyler, mümteni' olma zaafiye-ti yüzünden başkasına muhtaç iken varolmayan eşya da ihtira yo­luyla ortaya çıkamayacağı için kendisini arayacak şeylere muhtaç­tır. Oysa Allah Teala, izzeti sebebiyle kendinden gayrisinden tama­men farklıdır. O kahretme sıfatı sebebiyle de hiçbir varlığa müma­sil yani denk veya benzer değildir.
Varolmayan yani 'ma'dum', perdelenmiş gibidir. Allah Teala, perdelenmiş eşyayı da görür. O, göklerin ve yerin arasında ve üs­tünde olan herşeyi, zerre miktarı da olsa görendir. O'nun bakışının önünde hiçbir perde yoktur. Hiçbir kuvvet de onlara yaklaşmasını engelleyemez. O'nun onlar üzerindeki kudreti de kimse tarafından engellenemez. Hiçbir varlık da onları kuşatmasına mani olamaz. Çünkü varolan bütün perdeler yaratılmışlar için mevcut olup Yara­tan için asla sözkonusu değildirler. Eşyanın batini ve muğlak yön-eri, Yaratan için apaçık ortadadır.
O, herşeyi nasıl bir son beklediğine de şahittir. Her varlığım so-ıun sonunda ve ebediyette nerede olacağını bilendir. O, yarını ve yarının ötesini tıpkı bugün gibi görebilendir. O, Kıyamet gününü ve >rada olacakları şimdiden bilmektedir. Oysa bütün bunlar, bizim ıçımızdan henüz yaratılmamış 'adem' yani 'y°k' hükmünde husus-.ardır. Ancak O'nun bütün bunları bilmesi, aynı zamanda bunlara şehadet etmesidir. Çünkü O'nunla O'nun ilmi arasında hiçbir per­de mevcut değildir.
O, ilminin sonsuzluğu gereği varlık alemine başından sonuna dek şahitlik etmektedir. Bu ilim, O'nun ayrılmaz bir sıfatı, bu mü­şahede de O'nun Zatı'nm ayrılmaz bir hususiyetidir. O'nun kelamı da bunu böyle haber vermektedir. Kelam-ı İlahi, Allah Teala'mn ge­lecek ve olacağa şahit olduğunun delilini sunmaktadır. Çünkü O, bildiğine bildiği üzere şahit olandır. Biz de bunu söylemekteyiz.
Allah Teala'mn ilmi ve kelamı arasında asla çelişki yoktur. O'nun ilmi ve şehadeti arasında da asla ihtilaf vaki olmamıştır. Bü­tün bunlarla birlikte, alemin evvelinde O'ndan gayri ne bir mevcud ne de müşahede vardır. Kıdemde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. O'nun kuvvetine kıdemde şahit olan yoktur. Kuvveti O'nun kudre­tinin özünü oluştururken, bekasının devamı da kudretine bağlıdır. O'nun bakışı, ilminin genişliğini, ilmi de bakışının derinliğini gös­termektedir.
O, bütün eşyayı farklı sıfatlarıyla idrak etmekte ve bunu sıfat­larından yalnız biriyle yapmaktadır. Sonra da bütün sıfatlarıyla sözkonusu sıfatıyla idrak ettiğini idrak etmektedir. Buna göre de Hak Teala'mn aynı anda nazar ettiği, bildiği ve kelamı vasıtasıyla izhar ettiği hususu sıhhat kazanmaktadır. O'nun sıfatlarında her­hangi bir sıralama sözkonusu değildir. Yani sıfatlarından biri daha Önce veya sonra ortaya çıkmamaktadır.
O'nun sıfatları belli bir zamanla sınırlı olmadıkları gibi, kuvvet ve hükümleri bakımından aralarında bir ardarda gelme de sözko-
nusu değildir. Yani sıfatlarının fiile dökülmesinde 'ta ki, olduğun­da, vb.' zaman sınırlama ve şart koşmalar mevzubahis değildir.
Buna göre Allah Teala'nm sıfatlarıyla ilgili şu açıklama sahih olmaktadır: O, nazarı ile bilir, bilgisi ile nazar eder. İlkler ve Son­lar O'nun nezdinde tek bir şey gibidir. O'nun bütün sıfatları eşsiz, kemale ermiş, tam , sınırlarla tahdit edilmemiş, zamanlara bağlan­mamış, sıralamalara sokulmamış sıfatlardır. Çünkü bütün sıfatla­rı, kıdamdan beri O'nun Zatı ile mevcud olup 'muhdes' yani sonra­dan olma niteliği taşımayan sıfatlardır.
Bunlar Allah Teala'nm Zatı ile aynı zamanda varolan sıfatlar­dır. Oysa sıfatları, yaratma sıfatının ardından sıralamaya başla­mak, bunların sıra ve tertib üzere muhdes ve sonradan açığa çıka­rılmış olmalarını gerektirmektedir. Halbuki Allah Teala, eşi ve ben­zeri olmayandır. Bunun en temel noktası da, sıfatları bakımından hiçbir varlığa benzemeyişidir.
O'nun bütün sıfatları, O'nun kıdemiyle birlikte kadim, O'nun varlığıyla aynı anda varolan sıfatlardır. Fiilleri ise, sonradan olma, belli zaman ve sınırlarla kayıtlıdırlar. Bunlar, O'nun kıdemiyle bir­likte kadim olma özelliğine sahip değildirler. Fiillerinde belli bir tertib mevcuttur.
Evveliyette Allah Teala'dan başka bir mevcud ve müşahede yok­tur. O'nun kıdemde de hiçbir ortağı yoktur. Ezel ve ebedde, zama­nın yaratılmasından ve muhdesâtın orta çıkmasından önce de Zatı için kendinden başka hiçbir Kayyûm sözkonusu değildir.
O'nun sıfatları belli yönlere sahip değildir. Yani sıfatlarından bi­ri bir yöne yöneiip diğerlerinin ondan bağımsız kalması hali müm­kün değildir. Aynı şekilde O'nun Zatı da bölünebilen, bir mekanda var iken, diğerinde olmayan bir Zat değildir. Bu tür sıralama ve bö­lünmeler, ancak yaratılmışlar için caridir.
O işleri tedbir ederken, bunu fikirlerden hareketle yapmaz. Do­layısıyla bir konuyla uğraşırken diğerini ihmal etmesi mevzubahis değildir. O'na karşı çıkma sözkonusu olmadığı için, hükümlerini bir meseleden diğerine değiştirmez. O, yaratma sıfatını kullanırken herhangi bir alete başvurmadığı gibi bu konuda kendinden gayri­sinden yardım da almaz. Kudret sıfatı acze düşüp de işi bizzat ken­di elleriyle yapma durumuna düşmez. O, dilediğinde kendi eliyle
yaratabilir. Eğer dilerse Kelimesi'nden yaratabildiği gibi, dilerse iradesiyle de yaratabilir. Sıfatlarının özellikleriyle dilediği şekilde yaratabilir. Tekvin yani yaratma, O'nu kelama muhtaç etmez. O'nun kelamı, dilediği keyfiyette yaratmayı sağlar. O'nun hazinele­ri kelimesinde, kudreti de iradesindedir. O bir kelam buyurduğun­da birşeyi izhar eder. Dilerse takdir eder.
Dilediği zaman Zatı'nı gösterir. Hangi kudretle isterse, onunla gizlenir. O, yakınlığında Aziz , ululuğunda Karib, yani Yakın olan­dır. Zatı'nı sıfatlarla perdelemiş tir. Sıfatlarını ise fiillerle perdele-miştir. O, ilmini iradesi ile izhar eder. İradesini ise hareketlerle açı­ğa çıkarır.
Eşsiz yaratışını, sanatla gizlerken, sanatı da araçlarla açığa çı­karır. O, gayb aleminde Batın yani gizli, hükmünde Zahir yani açık­tır. O'nun kudreti hikmetinde gayb, hikmeti ise hükmün tecelli et­tiği yerlerde açık ve şahit olunandır. Bütün bunlar, O'nun kudreti­nin aktığı kanallardır. O'nun yaratışı, sanatında gizlidir. Sanatı ise iradesinin açığa çıkışıdır. Hiçbir sıfatında O'nun bir benzeri yoktur. Mahiyeti bakımından da O'na denk olan hiçbir varlık yoktur.
Ebu Bekir-i Sıddık'tan (ra) tevhid hakkında çok özlü ve manalı bir söz nakledilmiştir. Rivayete göre o şöyle demiştir: "Marifeti için marifetine ulaşmanın acizliğini idrak etmekten başka bir yol ya­ratmayan Allah'a hamdolsun".
Ahmed b. Ebi'l-Havari de, Şamlı marifet erbabı ulemadan bir zatm şu sözünü nakletmiştir: Allah Teala mahlukatı yaratmadan önce, tıpkı yarattıktan sonra gördüğü gibi görmüştür. Ebu Süley­man ed-Darani'den de şu söz nakledilmiştir: Allah Teala, kullarını kendisine taat etmelerinden önce cennetlere koymuş, kendisine is­yanda bulunmalarından önce de cehenneme atmıştır.
Yine aynı zat şöyle demektedir: Şüphesiz Allah Teala yarattık­larının fiilleri kendisini gazaplandırmayacak kadar yücedir; Ama O, belli kavimlere gazap gözü ile bakmış ve onları yarattıktan son­ra da gazap ehline yakışan fiillerde bulunmalarını sağlamıştır.
Böylelikle de onları gazap yurdunun sakinleri kılmıştır. Hiç şüphesiz O, kullarının fiillerinin kendisini memnun etmesine ihti­yaç duymayacak kadar da uludur. Ama O, bazı kavimlere -kendile­rini yaratmazdan önce- rıza gözüyle bakmış ve onları yarattıktan
sonra da rıza ehline yakışan amellerde bulunvmalarını teinin ede-rerk kendilerini rıza yurduna dahil eylemiştir.
İbni Abbas (ra) "İnsan yaratılıp zikre değer bir şey haline gel­meden Önce, onun üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İn­san/l) ayet-i kerimesinin tefsirini yaparken şöyle demiştir: İnsan, Allah Teala'nm ilminde mevcut idi ve Allah Teala onu yaratacaktı. O, ayetin ilk kısmını yorumlarken buna işaret etmektedir.
Allah Teala dünyada olup biteceği olduğu gibi Kıyamet'te ve onun sonrasında ne olacağını da haber vermektedir. Bütün bunlar O'nun ilminde başı sonu ile zikredilmektedir ki bu, Allah Teala'nm ilminde bir zaman sıralaması, zaman kaydı veya mesafe olmadığı­nı kudretinde uzaklık bulunmadığını göstermektedir.
Bu meyanda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Söz bakımından Allah'dan daha doğru kim vardır?".(Nisa/122); "Yoksa onun yanın­da gaybm ilmi var da onu mu görüyor?". (Necm/35) Görüldüğü gibi O, bu tür kimseleri kusurlu görmekte ve kınamaktadır.
Yine O, şöyle buyurmaktadır: "O, senin namaza kalkmanı da, secde edenler arasındaki hareketlerini de görüyor". (Şuara/219) Ya­ni O, senin hareketini görmektedir. Buradaki 'hareket etme' fiili, namaz için kalkmaya atfedilmiştir. Ayetin tefsirinde şöyle denil­mektedir: Senin temiz sulblerde ve arı duru rahimlerdeki hareke­tin ki ebeveynin asla zina ile biraraya gelmemişlerdir.
Allah Resulü'nden de (sav) bu anlamda şu hadis rivayet edil­miştir: "Allah Teala seni peygamberlerin sulblerinde intikal ettir­mek suretiyle hareket ettirdi; peygamberden peygambere geçtin ta ki seni İsmail'in (as) varislerinin hürriyetinden dünyaya çıkardı". Bu anlamda başka hadisler de rivayet edilmiştir.
Allah Teala, sesleri hayallerinden ve yaratılmalarından Önce işit­mesi hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah Teala koca­sı hakkında seninle mücadele eden (kadını) işitti". (Mücadele/l)
Allah Teala, bütün sesleri kıdemde Zatı'na mahsus ilmiyle bil­diğini haber vermiştir. O, bu sesleri, ses sahipleri telaffuz etmeden önce bilmektedir. Bunu bilen Allah Teala, kainatın sonunun nereye varacağını nasıl göremez?
O, bütün olacakları, zuhur etmeden önce kadim ilmiyle bilendir. O buyurdu ki: "Muhakkak Biz sizi yarattık, sonra size şekil verdik,
sonra da meleklere 'Adem'e secde edin'buyurduk". (A'raf/11) Görül­düğü gibi, insanoğlunun yaratılması ve şekillendirilmesi, Adem'e (as) secde edilmesinden sonra gerçekleşmiştir. Ancak Allah Teala bu secdeyi daha önce haber vermiştir. Çünkü O, sabık ilminde va­rolan bu hadiseye daha Önceden şahid olmuştur. Zaten bu, O'nun sabık ilminde önceden mevcut olmak durumundadır.
Bunun bir benzerini de şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "O, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti". (Hadid/4) Burada görüldüğü gibi Arş, göklerden ve yerden önce mevcuttur. İstiva ise, O'nun Zatı ile birlikte varolan bir sıfatıdır. O, bu ayette­ki sıralamada yer değiştirme yapmıştır. Çünkü Allah Teala kaina­tı, oluşundan önce bilendir.
O, Zati ilmine de nazar edendir ve ilmi ile malumu arasında hiç­bir perde yoktur. O şehadet ettiğini aynı anda işiten ve ilmi icabı kelam buyurandır. O'nun nazarı, işitmesi ve kelamı kainattan çok öncedir. Zira O'nun ilim, kudret ve irade sıfatları kadimdir.
O, Zatı ile bakan, işiten ve kelamını konuşandır. Aynı şekilde de ilim, kudret ve irade sahibidir. Bilahare O, ardarda alemleri yara­tarak ortaya çıkarmaya başlamıştır. Bunu da bize göre farklı za­manlarda yapmıştır. Bunun ardında da yarattıkları O'nun bakışı­nın, işitmesinin ve kelamının muhatabı olmaya başlamışlardır. Tıpkı geçmişte O'nun ilmi, kudreti ve iradesi kapsamında oldukla­rı gibi.
Bu noktalarda Allah Teala için hardal tanesi kadar eksilme ve­ya zerre miktarı artma sözkonusu değildir. Görmez misiniz ki O, kudreti ve ilmi sayesinde Kıyamet Günü'nü, o gün olacakları, ahi-reti ve orada yaşanacakları şimdiden görmekte ve bize de olduğu gibi haber vermektedir.
O'nun hakikat üzere haber verdiği hususların hiçbirinin olma­ması mümkün değildir. Bize göre sonraki zamanda olacak şeyleri O'nun görmesini engelleyecek hiçbir perde mevcut değildir. O, aynı şekilde bugün yaşadığımız hadiseleri de kıdemde çok iyi bilmektey­di. Bu, O'nun ilim, kudret ve ihata gücünün gereğidir. O'nun kı­demde olduğunu gördüğü hiçbir şey engelenemezdir ve kesinlikle zuhur edecektir. Allah Teala'nm kıdemde müdrik olmadığı bir ha­diseyi bugün idrak etmesi gibi husus, O'nun için asla caiz olamaz.
Aynı şekilde kıdemde bilmediği şeylerden bugün istifade etme­si de caiz değildir. Aksi takdirde şahit olmadığı bir şey hakkında kelam buyurmuş olur. Halbuki bu, O'nun ilminde mevcuttur. Ayrı­ca böyle birşeyin varsayılması halinde, ortaya çıkan bir şeyi izhar etmesiyle birlikte ilmini arttırmış olur.
Oysa zuhur eden herşey, zaten O'nun kudreti dahilinde ve biz­ler için gayb olan malumu arasındadır. Allah Teala, bu tür eksiklik­lerden Münezzehtir. O'nun celal ve izzeti bu tür nakısalardan çok yüksetir. Çünkü O'nun nazan, ilminin genişliği, ilmi de nazarının ihata kuvvetidir. O, ilmine sahip olduğu şeye bu vasfı ile nazar eder. Nazar ettiği şey hususunda O'nun sıfatlarında bir ihtilaf gö­rülmez.
i Kainatın tamamı, O'nun için O'nun ilmi ile mevcuttur. O'nun il­mi herşeyin öncesindedir. O'nun ilminde açıklamaya, sıfatında ri­vayete ihtiyacı yoktur. O'nun oluşunun varlığı noktasında kainatın hiçbir varlığı olamaz. O'nun kıdeminin ezeliyetinde kainatın kıde­mi sözkonusu değildir. O, kainata mekan olmadığı gibi ona hulul da etmemiştir. Çünkü O'nun evveliyyeti kainatı ve mekanı aşkın­dır. Bu ikisinin, O'nun kıdeminde hiçbir payı yoktur.
Allah Teala, gelecek ve ahirette olacaklara bugün dahi şahittir. O'nun sıfatları bakımından ilkler ve sonların hiçbir farkı yoktur. O'nun sıfatlarında nazar etme, ilim sahibi olma bakımından her­hangi bir sıralama çelişkisi sözkonusu olamaz. Çünkü nazar ve il­mine konu olan herşey, O'nun ilminin malumu ve iradesinin mev­cududur.
Allah Teala, eşyanın Zatı ile varoldukları Yaratıcı'dır. Oysa O, varlığını onlara muhtaç değildir. O, eşyaya ilmi dahilinde nazar edendir. O, onlara nazar etmek için mevcut olmalarını gerekli gör­mez. Çünkü O, onlar üzerinde iktidar sahibidir ve ilmi de onları va­rolmalarından önce ihata etmiştir.
Kainat kendi kendine yoktur. Çünkü o, eriyip gidebilir. Ama Al­lah Teala varlığın olduğu gibi yokluğun da yaratıcısıdır. O'nun kıde­mi yanında yokluğun kıdemi yoktur. Aksi takdirde yokluk O'nunla beraber kıdemde ikinci olurdu. Kainat da, kendi başına oluşmuş ve varolmuş değildir. Öyle olsaydı, Allah Teala'yla birlikte O'nun evve-liyetiyle birlikte evvel olurdu. O, Zatı ile var ve tek olandır.
Ezelde bir ikincisinin bulunmasından münezzehtir. Kıdemde de ortağı yoktur. Varlıklar yani eşya, kendileri için ortaya çıkmışlar­dır. Bunların diğer varlıklara görünmesi de Allah Teala'nm açığa çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Bunların mevcudiyeti de Allah Teala'nm kendilerini icad etmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunların açığa çıkarılması belli sınır ve zaman kayıtlarına bağ­lı olarak gerçekleşmiştir. Bunların evveliyeti sözkonusu değildir. Evvelsiz Evvel olan yalnız O'dur. Kadim ve Ebedi olan da, hiçbir vakit ve süreye bağlı olmaksızın O'dur. O, sıfatları ile kaimdir ve sıfatları da O'nun için mevcut ve O'nunla kaimdirler.
Anlattıklarımıza yakini iman ile şahitlik edenler, alemin kıde-miyle ilgili hiçbir kuşku ve tereddüte kapılmazlar. Aksi görüşleriy­le sonradan olmaların 'hadis, ç. havadis' kıdemini savunmakla il-hada düşmüş olurlar. Ya da ilmin kıdemini inkar ederek sonradan olanların onda varoluşunu inkar etmiş olurlar.
Bu görüşlerin her ikisi de, Allah Teala'nm sıfatları konusunda şirk koşmaktır. Çünkü bu görüşlerde, sıfatların akla göre sıralan­maları sözkonusudur. Biz, bu tür şahitlikte bulunanlardan beriyiz, bunların iddi alarmının batıl olduğuna inanıyor ve bunların kıdem hakkında düştükleri şirki inkar ediyoruz.
Akılla inkar edileni, yakini iman ile tevhide dahil ediyoruz. Çünkü her kim, Allah Teala birlikte varolan başka bir kadimin da­ha olduğunu, veya kendi ile ve kendi için mevcud olmuş bir varlı­ğın daha bulunduğunu iddia ederse, sıfatlar konusunda şirke düş­müş olur.
Kim, 'Allah Teala, daha önce nazar etmezken nazar etmiştir, bilmez iken öğrenmiştir, konuşmazken konuşmuştur1 derse, sıfatla­rın sonradan olma olduğunu (=hudûs) iddia etmiş ve ilimle malum olanları sözkonusu sıfatarın önüne koymuş olur. Halbuki Allah Te-ala'nın malumu olan herşey, kıdemde de O'nun ilminde mevcuttu. Sıfatların bunlar üzerinde bir tesiri yoktur. Allah Teala, ilmi ile kadimdir ve ilminde varolanı ortaya çıkaran da O'dur. O, bunu kudret sıfatıyla yapar ve ilminde varolana hakim olarak ortaya çı­karır. O, varolana malumunun yokluğu ile değil bizzat ilmi ile na­zar eder. O'nun ilminde varolan malum, kendi için yok olup Allah Teala kendisini ihdas ve icad edinceye kadar O'nun Zatı ile mevcuddur. Allah Teala onu izhar edeceği kimselere izhar ettiği zaman ortaya çıkar. Bu da varlıklardan bir kısmının diğer kısmmca görü­nür olmasıdır.
Allah Teala, bunları Zati ilminde ortaya çıkışlarından önce de bilmektedir. O, bunlara yaratıp ortaya çıkarmakla nazarını onlara yaklaştırmış veya ilminde Zatı için ihdasta bulunmuş olmaz. İlim, O'nun, Zatı ile beraber varolan bir sıfatıdır. O, bu sıfatı ile kaimdir. Bilmediği bir şeyin O'nun için sonradan ortaya çıkması sözkonusu değildir. Bulamadığı birşeyi araması da O'nun şanından değildir.
Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar üzerinde ihtilafa düşen ve farklı düşünenler, Mutezile ve Cehmiye mezhebine dahil olurlar. Mutezile -aralarındaki ihtilaflara rağmen- Allah Teala'nm herhan­gi bir şeyi, o şey ortaya çıkıncaya kadar göremeyeceği hususunda müttefiktirler. Mutezile mezhebinin kolları, 'İlim' sıfatı üzerinde ih­tilafa düşmüşlerdir. Buna göre îbadiler kolu, Allah Teala'nm birşey ortaya çıkıncaya kadar onu göremeyeceği görüşündedirler. îbadi­ler, bu kanaatleriyle Nazzam ve Bişr el-Müreysi'nin görüşünü pay­laşmaktadırlar. Bu iki zat, Allah Teala'nm ortaya çıkıncaya kadar eşyayı görmediğini iddia etmişlerdir.
Cehmiye ise -aralarındaki ihtilaflara rağmen- Allah Teala'nm birşey ortaya çıkmadıkça onun hakkında konuşmadığı hususunda müttefiktirler. Onlara göre, sözkonusu şey ortaya çıktığı zaman Al­lah Teala da kelamını yaratır. Onlar bu görüşleriyle kainatı, O'nun kelamının önüne koymaktadırlar.
Onlar, kainatı Allah Teala'nm nazarının da öncesinde görmek­tedirler. Bu mezhebin bütün mensupları, Allah Teala'nm kelam ve nazarının, 'Hadis' yani sonradan oluşu hususu üzerinde müttefik­tirler. Çünkü onlar, isimlerin oortaya çıkışının müsemmaların oluşmasından sonra geldiği görüşündedirler.
Yine onlar, yaratılmışların gücünü (=istitâ'at), Yaratan'm irade­sinin önüne koymaktadırlar. İçine düştükleri şirk hali, işte bu nok­tada kendini göstermektedir. Bu görüşlerde olanlar, işte bu neden­le tevhid dairesinden ayrılmışlardır.
Mutezile'nin îbadiyye kolu, Nazzam ve Bişr'in görüşlerini payla­şanlar da kalplerinin benzeşmesi sebebiyle yalancı konumunuda-dırlar.  Onlar, müteşabih hükümlerin ardına düşen kimselerdir.
Mutezile ilim, kudret ve irade sıfatlarının reddi üzerinde de görüş birliği içindedir. Mutezile mensuplarıAllah Teala için 'Alim' demek­tedirler. Ancak O'nun ilmi, başka birşeyin varlığına muhtaç değil­dir ve hiçbir şeyi vacib hale getirmez.
Onların görüşü, Allah Teala'nm ilmini, insanların zanları gibi bir konuma düşürmektedir. Çünkü onlar O'nun ilmi hakkında, 'O, kadim ilmi olmaksızın Alim, kudreti olmaksızın Kadir ve sabık ira­desi olmaksızın müriddir" demektedirler.
Onlar, yaratılmışların gücünü (=istitâ'at), Rahman'm iradesine takdim etmektedirler. Onlar, malumların önce oluşunu gerektirme­mek için irade ve kelamın fiil sıfatları olup yaratılmış olduklarını iddia etmişlerdir.
Cehmiye mezhebi, Allah Teala'nm aslen sıfatı gereği kelamda bulunmadığı hususunda müttefiktir. Onlara göre Allah Teala'nm kelamı, fezanın boşluğunda ortaya çıkıp cisimlerde arazın yaratıl-masıyla oluşan bir şeydir. Cehmiyeciler, kendi tevhid anlayışlarına göre Allah Teala ile birlikte başka bir kadim daha icad etmemek için bu görüşü savunmuşlardır.
Halbuki Ehli Sünnet ve Cemaat'e göre bu, ilhaddır. Çünkü bun­da, sıfatların kadim oluşunu inkar etme, bunların 'hadis' oldukla­rına ve Zat-ı İlahi'den ayrı bulunduklarına inanma sözkonusudur.
Allah'a hamd olsun ki, yakin ehli bu konularda ihtilaflı değildir. Onlar, tevhidin şekli hakkında da farklı düşünmemektedirler. İşte yakin ehlinin şehadeti ve mukarrebunun imanı budur. Aklınız sakın makula benzeyerek yukarıda zikrettiğimiz hususları müşahededen geri kalmamalı ve şehadetin özüne eremez hale gelmemelidir.
Herşeye şahid olan Hak Teala'nm sıfatları hakkında söyledikle­rimiz, aklın ışığı ile değil ancak yakinin nuru ile idrak edilebilir. Çünkü Yaratan, yaratılana benzemez. Benzeri bir varlık olmayana, ancak benzeri olmayan vasıtasıyla şahit olunabilir. Bu da, Kadir Teala'nm nurundan kaynaklanan Yakin nurudur. Allah Teala'nm kendisine nur bahşetmediği kimse için asla yol gösterici bir nur olamaz.
Allah Teala'nm sıfatlarıyla ilgili olarak zikrettiğimiz hususlar, farz olan kelime-i tevhidde yeralan vahdaniyetin zahirî boyutun­dan ibarettir. Bunlar, akılla bilinen eşyada varolan sıralamaya ve- ya akli kıyaslarla örnek göstermeye tabi değildir. Sıfatların varlığı­nı isbat veya inkar noktasında emsallere başvurma, ancak akli fa­aliyetlerde sözkonusu olabilir.
Aynı şekilde küfür ve dalalet de, gözlerin müşahededen mah­rum olmasından dolayı insanların karakterlerinde yerini alır. Be­yinlerde uluhiyet müşahedesinin yokluğu, alışılmış cereyanlar ve sebeplerin ortaya çıkışındaki örf de buna yol açar.
Bu çerçevede sıddıklardan bir zat hakkında şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, tevhidin hakikatini anlatmak suretiyle insanla­rı Allah'a davet ediyordu. Ama insanlar davetine teker teker icabet etmekteydiler. O sıddık bu durumu şaşkınlıkla müşahede etti.
Bunun üzerine Allah Teala kendisine şöyle vahyetti: Akılların sana icabet etmesini istiyor musun? O, 'Evet' deyince Allah Teala şöyle buyurdu: Öyleyse Beni onlardan gizle. Sıddık, 'İnsanları Sa­na çağırırken, Seni onlardan nasıl gizleyebilirim?' diye sordu.
Allah Teala, 'Sebepler ve sebeplerin sebepleri hakkında konuş1 buyurdu. Sıddık, Allah Teala'ya bu yollarla davet etmeye başladı. Halktan büyük kalabalıklar davetine icabet etmeye başladılar.
Tevhidin sıhhati, ancak sıfatların, sünnet ve şeriatın kaynağı olan İlahi vasıfların isbatı, benzerlik, mahiyet, cins ve keyfiyet gi­bi şüpheleri reddetmekle gerçekleşir. Bununla birlikte kalbin süku­nu, imanı bu şekilde benimseme huzuru ve yakin nuru vasıtasıyla Allah'a teslimiyetin de bulunması gerekir.
Tevhidin bu şekline ancak yakin nuru ve ilmi ile şahid olunabi­lir. Bu, akıl ilmi ve ışığıyla bilinebilecek bir husus değildir. Çünkü Yaratan, yaratılan ile görülemez. Akıl, dünyanın aynasıdır ve onun ışığı ile dünyevi hususlar anlaşılabilir.
İman ise, ahiretin nurudur ve ahirete de onunla şahid olunabi­lir. Ahiretle ilgili hususlara da ancak bu nur ile iman edilir. Allah Teala da, ancak yakin nuru ile görülebilir. Bu nurda, Allah Tea-la'mn sıfatlarının müşahedesi mevcuttur. İmanın hakikati de bu­dur. Gökten indirilen şeylerin belki en yücesi de budur. O, imanı arttırmak için müminlerin kalplerine indirilen sekinettir.
Müminin sıfatlar hakkındaki tavrı şöyle bilinir:
O, bu sıfatlarla ilgili rivayetleri birbirine vurup bunların bir kısmını  diğerlerine muarız görmeye veya aralarında sıralama
yapmaya yönelmez. Aksine sıfatlar ve kudret hakkında rivayet edilen bütün haberlere iman eder ve bunları, islâmma teslim eder. Aksi takdirde bunlardan bir kısmına inanıp diğerlerini in­kar etmiş olur.
Bize göre iman, Allah Teala'nm lütuf ve rahmetiyle bahşedilen bir nimettir. Bunun aslında da tasdik, yakin ve nakil sözkonusu-dur. İmanda taklid, hüsnüzan ve akla mahal yoktur.
Dört şey vardır ki bunlara kayıtsız şartsız teslim olmak ye kar­şı çıkmamak gerekir:
l. Sıfatlar hakkındaki hadisler;
2. İbadetlerin esasları;
3.  Sahabenin faziletleri; İ4. Amellerin faziletleri.
'Eğer Allah Teala, müminlerin kalplerine destek olmasa, imanı süsleyerek onlara sevdirmese ve inançsızlığı onlara çirkin göster­mese idi, karaklıklar içinde yollarını kaybetmeleri, helak denizle­rinde boğulmaları kaçınılmaz olurdu. Çünkü O'nun destek ve yar­dımının olmaması durumunda, kullar düşmanlarıyla başbaşa kala­cak ve sebepleri öğrenmeye kalkışacaklardı.
Kudret-i îlahi'nin bir tecellisi olarak gözlerden perdelenen gayb, kullar için inanılması çok güç bir mefhum olacaktı. Allah Te­ala, sevdiği kullarını bu ağır imtihanla sınamamış, kalplere imanı sevdirmiş, onu süsleyerek küfür ve isyanı çirkin göstermiştir.
Allah Teala, örtülü gayba iman edenleri de övmüştür. Bu çerçe­vede, Allah Teala'ya yakın kılınanların nuru müşahede etmedeki öncülükleri bu övgünün tezahürlerindendir. Yüce Allah şöyle bu­yurmuştur: "Allah, iman edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır". (Bakara/257) Eğer kullar yaratılış tabiatının ka­ranlığında olmasalardı, Allah Teala'nm kendilerine iman nuru ile hıtufta bulunması sözkonusu olmazdı.
Bu hususta rivayet edilen haberlerden biri şu mealdedir: "Allah Teala, halkı karanlıkta yaratmıştır. Sonra onlara bir nur gönder­miştir. Bu nurun isabet ettiği kişiler hidayete ererken isabet etme­dikleri dalalete düşerler".
Yüce Allah'ın "Allah dilediğini imha edip dilediğini sabit kılar. Kitab'm Anası O'nun katmdadır" (Ra'd/39) buyruğunun tefsirlerin-
den biri de şu şekilde yapılmıştır: Allah Teala, muvahhitlerin kalp-lerindeki sebep arayışlarını imha ederek Zatı'm isbat eder.
Aklı rehber edinenlerin kalplerinden ise vahdaniyeti silip ata­rak sebep arayışlarını sabit kılar. Tevhid, ariflerden biri tarafından bir eserde resmedilmemiş, herhangi bir alim tarafından hutbede izah edilmemiş olmasaydı, avamın tevhid şehadetini idrak etmele­ri hususunda acze düşmeleri mümkün olabilirdi.
Akılların da -tevhidin mükaşefesinin ağırlığına dayanamama-ları sebebiyle- bu şehadeti inkar etmeleri kuvvetle muhtemeldir. Çünkü tevhidin şehadetinde, akılları şaşkınlığa düşürecek, akılla kavranmış bilgilerden başkasına sahip olmayanları zühule sevke-decek hususlar mevcuttur.
Ne var ki biz, öncekilerde görülmeyen bir bidati başlatmak, akılları şaşkınlığa sevkedecek bilgileri açıklamak niyetinde değiliz. Böyle yapmakla nasipsiz kalmaktan da korktuk. Burada anlattık­larımızın okuyanlara ve işitenlere yararlı olması zaruridir.
levhid ilminin hakikati, marifetin içinde saklıdır ki o da, Ma'ruf ı Teala'mn, marifet sahibine daha önceden ulaşmış olmasıdır. Bu, AlIlah Teala'ya yakın, O'nun seven ve O'nun hususi kıldığı kullarına özgü bir sıfat ile gerçekleşir. Avamın bu bilgileri taşıyabilmesi müm­kün değildir. Rubûbiyet sırlarını ifşa etmek ise küfürdür.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Her kim tevhidin sırlarını açıklar ve vahdaniyeti ifşa ederse, onun katledilmesi başkalarını ihya etmekten daha hayırlıdır.
Başka bir zat ise şöyle demiştir: Rububiyetin bir sırrı vardır.
Eğer bu sır açığa çıkarsa peygamberlik boşa çıkar. Peygamberliğinde bir sırrı vardır. Bu sır açıklanırsa, o zaman da ilim boşa çıkar.Allah Teala'yı bilen alimlerin de bir sırrı vardır. Eğer Allah Teala bu sırrı izhar ederse, hükümler boşa çıkar. İmanın dayanağı ve şeriatin dosdoğru kalabilmesi bu sırrın saklı tutulmasına bağlıdır.
Emir ve yasaklar da bununla intizam bulacaktır. Allah Teala, işinde her zaman galib olacaktır.                                                          
Tevhid ilmi bütün bunların üstündedir. Vahdanî, tevhid ilmine vakıf olanlara verilen isimdir. Tevhid de onun sıfatıdır. Bunun üs­tünde ise İttihad ilmi'yer alır. Bu ilme sahip olanların tanımı 'müt-tehid'dir.                                         
Bunun üstünde ise 'Vahdaniyet İlmi yer alır. Bu ilme vakıf olanlara ise Vahdani' ismi verilir. Bu ilmin de üstünde 'Ehadiyet II-mi' yer alır. Buna sahip olanın ismi de 'Ehad'dır. Bütün bu isimle­rin kendilerine mahsus sıfatları ve sıfatların da hususi nurları vardır. Bu nurlardan kendilerine özgü ilimler, bu ilimlerden de mü­şahedeler tezahür eder. Bu nur sahiplerinden en zahir ve halka en yakın olanına verilen isim de 'muvahhid'dir.
Halk, işte bu noktada beyan ve açıklık sahibi olur. Yaratan'ı bu şekilde birleyen kimse, 'muvahhid' olarak isimlendirilir. Muvah-hidlerin bu tevhidi, Rableri tarafından bir rahmet ile ödüllendirilir.
Müşahedelerin ilki, Yüce Rabb'in Zatı'nı, Zatı için Zatı ile birle­mektir. Onların Rab'lerini tevhidi, yukarıda anlattığımız -anlatır­ken de bazı yönlerini gizlediğimiz- tevhidin ötesinde bir tevhiddir. Tevhidin bu şekli, kullarından çoğundan gizlenerek gaybın hazine­lerine tevdi edilmiştir. Bu, avamın idrak ve gözlerinden saklanmış bir tevhiddir. O, melekut ilminin tamamen aşmış bir ilim olup ava­mın idrak ve gözlerinin ötesindeki ceberut hazinelerinde saklıdır.
Buraya kadar anlattıklarımız, tevhid ilmine dair kalplere azık olabilecek hususlardır. Buna imanda, her zaman daha fazlasını aramak gereklidir. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle de-miştırrAlim üç tür ilme sahiptir:                                            
1. Zahiri ilim babına giren ilimler ki bunları zahir ehline sınır koymaksızm açıklar.                                                                
2. Batıni ilim babına giren ilimler ki bunlar, ancak ehline açık­lanabilecek ilimlerdir.                                                             
3. Allah Teala ile alim arasında sır olan ilimler ki bunlar, ima­nının hakiki esasını teşkil eder ve bunları ne zahir, ne de batin il­mine ehil olanlara açıklar.                                                      
Ondan Önce de Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Hşlka,,, akıllarının idrakini aşan ilimler anlatan alim, onlar için fitne E.ebbi olmaktan başka bir şey değildir. [16][16]


Namaza, tahareti açıklamakla başlamamız gerekir. Taharet babın-| da ise önce istincanm farzları ve sünnetlerini, abdestin farzları, ı sünnetleri ve faziletlerim, ardından da namazın farzlarını, sünnet-
lerini, namazı vaktinde kılmanın hükümlerini, namazın genel hali ve namaz kılanın uyması gereken adabı anlatmamız gerekir. [17][17]


Sözlerin en doğrusunu söyleyen Hak Teala buyurdu ki: "Ve o (mes­citte) temizlenmeyi seven adamlar vardır. Ve Allah temizlenenleri sever". (Tevbe/108) Allah Resulü (sav) de muhtelif hadis-i şerifle­rinde buyurdu ki: "Allah, temizliksiz bir namazı kabul etmez". [18][18] "Temizlik, imanın yarısıdır". [19][19] "Namazın anahtarı temizliktir" [20][20]
Temizliğin başı da, istincadır. İstincada iki farz, dört sünnet vardır. Farzların ilki, pisliği 'hades' gidermek, ikincisi de pisliği gi­deren şeyin de temiz olmasıdır. Hades gidermede kullanılan malze­me, hayvan tezeği olamaz, daha önce kullanılmış olamaz, leş veya İslami kurallara aykırı kesilmiş hayvanların kemikleri olamaz. Ay­rıca kömür parçası kullanmak da, bırakacağı izden dolayı mekruh görülmüştür.
İstincanm sünnetleri ise dörttür ve şunlardan oluşur:
1. İstincanm tekli sayıda yapılması; üç, beş veya yedi kez.
2. İstincayı su ile yapmak.
3. İstincada sol eli kullanmak.
4. İstinca bittikten sonra eli toprak ile ovalamak.
İstinca şu şekilde yapılır: Taş, sol ele alınır ve ön tarafından başlanarak arkaya doğru mesh yapılır. Bir kez kullanılan taş atılır. Ardından ikinci taş alınır ve önden başlanarak arkaya doğru mesh yapılır. Ardından o da atılarak üçüncü taş alınır ve hades mahal­linde daire çizilerek son temizlik yapılır ve atılır. Eğer başka bir ta­şa ihtiyaç duyarsa, onu da beşe tamamlar.
Eğer tek taşla yetinecek olursa, bunu üçe tamamlamalıdır. Eğer üç tarafı da kullanılabilecek büyük bir taş bulursa, onu kullanarak üç ayrı taş kullanmaktan istiğna edebilir. Bir rivayette şöyle denil­mektedir: "Taşla istinca eden tekli sayıları tamamlamalıdır".
Allah Resulü (sav) haceti geldiği zaman uzaklaşır ve kişinin e ne saklanması gibi bir kenara saklanırdı. O, açık alanda çömelmez-di. Aksi halde ardına birşey diker, bir duvar dibine çömelir, yüksek bir yerin ardına saklanır veya gizlenebileceği bir taş yığınının ar­kasına çömelirdi. Allah Resulü (sav), hacetini giderirken asla kıb­leye yönelmezdi. [21][21]
Büyük hacetini giderirken yere tam çömelmeden elbisesini kal­dırmazdı. Kişi, arkadaşına yakın şekilde, yani onu görebilecek ve hissedebilecek kadar mesafede küçük ihtiyacını giderebilir. Bu, Al­lah Resulü (sav) tarafından verilmiş bir ruhsattır. O, bizzat kendi fi­iliyle bundan utanılmayacağım işaret buyurmuştur. Allah Resulü (sav) insanların en hayalısı idi. O, yanında sahabileri varken küçük ihtiyacını gidermek suretiyle bu genişliğin önünü açmak istemiştir.
Adamın biri husumet halinde olduğu bedevi sahabeden bir zata şöyle demişti: Senin, büyük abdestini bile güzelce yapabildiğini sanmam. O, buna kızarak, 'Aksine, onu yapma hususunda çok ma-hirimdir' dedi. Bunun üzerine öbür adam, 'Öyleyse nasıl yaptığını bana açıkla' dedi.
Sahabi de şunları söyledi: Hades izlerini uzaklaştırır, kerpiç parçalarını hazırlar, şihi (çölde bulunan güzel kokulu bir bitki) önüme, rüzgarı arkama alır, ceylan gibi çömelir ve deve kuşları gi­bi süratli bitiririm.
Selman (ra) rivayet ettiği bir hadiste şöyle demektedir: Allah Resulü (sav), büyük abdest yapmanın şekline kadar herşeyi bize Öğretmiştir. O, büyük abdestin temizlenmesinde kemik ve tezek kullanılmamasını emretmiş, küçük veya büyük abdest yapılırken kıbleye yönelmeyi yasaklamıştır. Otururken vücut ağırlığını sola vererek sağ dizi dikmenin doğru olacağını işaret buyurmuştur.
İstibra, kişinin küçük abdestini yavaş yavaş bitirmesi, acele ederek kamışını oynatmam ası dır. Aksi takdirde idrarın kamış ba­şına dağılması sözkonusu olacaktır. İdrar tamamen kesildikten sonra kamışını kök yerinden uç kısmına doğru üç kez çeker, bunu da ardarda yaparak idrarın dağılmasına mani olur. Üç kez sümkü-rür ve üç kez tıksırır. Bunları yedişer kez yapan mübalağa etmiş olur. Ardından sağ eline bir taş alarak kamışını sol eliyle tutar. Ka­mışını, üzerinde ıslaklık kalmayıncaya kadar taşa sürter. Kamış ucundaki ıslaklık kaybolduğunda temizlik sağlanmış olur. Kişi bu­nu, yere veya duvara sürterek de yapabilir. Bu durumda da, kuru­luk hasıl olduğu zaman temizlik gerçekleşmiş olur.
Bütün bunlar, su ile de yapılabilir. Bunda da, idrarın kamış ucu üzerinde yayılmaması yeterlidir. İdrar yumuşak toprak tarafından emilir. Küçük abdesti rüzgara doğru veya sert zemin üzerine yap­mak mekruh görülmüştür. Aksi halde idrarın o zeminden sıçrama­sı mümkündür.
Medine fikıhçıları, kamışı memeye benzetmişler ve onlardan bir kısmı onu çektikçe idrarın az az da olsa akacağını söylemişlerdir. Kamışa su değmesiyle birlikte idrarın kesileceği de söylenmiştir. Onlar içinde istibrayı en hafif ve taharette su kullanımını en az tu­tanlar, fıkıh bakımından en derin olanları görülürdü.
Kamışın su ile yıkanmasından sonra da bir ıslaklık peyda ola­bilir. Bu, idrar kanalının darlığından dolayı suyun idrar deliğine gi­rip çıkmasından ötürüdür. Kişi temizlenme hususunda vesveseye kapıldığı zaman, abdest aldıktan sonra bir avuç su alarak yine ka­mışının üzerine dökebilir.
Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü'nün de (sav) böyle yaptığı rivayet edilmiştir. [22][22] Kamışa sağ elle temas etmek mekruh görül­müştür [23][23] Kamıştan beş şey çıkar: İdrar, mezi, vedi (ki bu, uzun sü­re tutulan idrarın arkasından gelen sıvıdır), yel ve meni. Meni dı­şındakilerin hepsi de abdest almayı gerektirir. Meni, kamıştan fış­kırma suretiyle çıkan, şehveti teskin eden ve insanın yaratılması­na vesile olan sıvıdır ki bundan dolayı gusül abdesti gerekir.
Bunlar dışında, kamıştan çıkabilecek olan kurtçuk veya taşlar­dan dolayı da abdest almak gerekir. Kamıştan çıkan yelin hissedil­mesi zor olduğu için her namazda abdest alınması müstehap görül­müştür. Kadınlar içinse, böyle yapmak temizliğe daha uygun görül­müştür. [24][24]


Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Her kim abdest alır ve onu güzelce yaparak iki rekat namaz kılar ve namazında dünyaya dair bir şey hakkında kendi kendisiyle konuşmaz ise, anasının onu doğurduğu günkü gibi bütün günahlarından uzaklaşmış olur" [25][25]
Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu lafız yer almaktadır: "Eğer o iki rekatte de hata yapmazsa, önceki günahları bağışlanır". Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'nm günahlara kefaret kılacağı ve dereceleri yükselte­ceği şeyleri haber vereyim mi? Zorluklarda abdesti güzelce almak; Ayakları mescidlere taşımak ve namazın ardından diğer namazın beklentisine girmek. İşte sarılacak bağ budur!". [26][26]
Allah Resulü (sav) abdesti organlarım birer kez yıkayarak al­dıktan sonra şöyle buyurmuştur: "Bu, Allah Teala'nın namazı ka­bul etmesinin asgari şartı olan abdesttir". Daha sonra organlarını ikişer defa yıkayarak abdest aldı ve şöyle buyurdu: "Bu, Allah Tea­la'nm ecrini iki kez verdiği abdesttir". Daha sonra üçer kez yıkaya­rak aldı ve şöyle buyurdu: "İşte bu da, benim ve benden Önceki pey­gamberlerle İbrahim'in (as) abdestidir". [27][27]


1. Su kabının temizliği.
2. Temiz su.
3. Niyet.
4. Uzuvları yıkama sırası (tertib).
5. Yıkanması emredilen üç uzvu yıkamak.
6. Başı meshetmet.
7. Yüzü ve kolları yıkarken, suyu avuçtan taşırmamak. Aksi halde meshetmiş olur. Yüz yıkanırken suyu yüze çarpmamak. Suyu yü­ze çarpmak mekruh görülmüştür. Su, iki avucun içinde yüze taşın­malı ve yumuşak bir hareketle yüze yayılmahdır. Yüz, üstte saç köklerinden altta sakalların dip kısmına kadar olan bölümü kapsar. Kulaklar ile sakalın başladığı sınırın arası da yüze dahildir.
8. Kolların dirseklerle beraber yıkanması. Yıkanması farz olan organlardan suyun damlaması gerekir. Başın ise meshi yeterlidir. Baş, avuca alınacak kullanılmamış su ile önden arkaya doğru ora­dan da bıngıldağa doğru meshedilir. Mesh bir kez yapılarak ta­mamlanır. Yukarıda zikrettiğimiz dört uzuv, Kur'an-ı Kerim'de de zikredilmiştir.
Abdestle ilgili ayette, uzuvlar arasında kullanılan atıf vavı bize göre tertib yani sıralama içindir. Ben, Arap dili uzmanı bir fakih-ten şunu işittim: Eğer atıf vavı toplama amacıyla kullanılmışsa za­hirde sıralamayı gerektirmez. Ancak iki veya daha fazla şeyi bira-raya toplama maksadı sözkonusu değilse ve sözkonusu şeylerin birleştirilmesi mümkün olmazsa, 'sonra' anlamı veren 'sümme' eda­tının yerini tutar. Buna göre de abdest ayetindeki Vav' edatı, sıra­lama yani tertibden başka bir mana ifade etmemektedir. [28][28]


Abdestin sünnetleri on adettir.
1. Besmele.
2. Abdeste başlamadan elleri yıkama.
3. Mazmaza (suyu ağıza alıp çalkalama).
4. İstinşak (Buruna su çekmek).
5. îstinsar (buruna çekilen suyu onu temizleyecek şekilde çıkar­mak).
6. Sakalları hilallemek.
7. Kulakları meshetmek
8. Her uzvu üçer kez yıkamak.
9.Yıkamaya sağdan başlamak.
10. Ayak parmaklarını hilallemek. [29][29]


Oturarak abdest almak ve abdest alırken avret mahallini örtmek. Güneşte beklemiş su kullanmamak. Bu, mekruh görülmüştür. Bu mekruhluğun Hicaz bölgesine mahsus olduğu söylenmiştir. Abdes-ti, Özellikle kış mevsiminde erkanına uygun olarak güzelce almak. Kış mevsiminde abdest almak, azimetler arasında sayılmıştır. Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir; Müminin kış mevsiminde ,soğuk suyla aldığı abdest, bütün ruhbanların ibadetlerine denktir. Abdestte sınırı aşmamak da taharetin faziletlerin dendir. Müs­lümanlar bundan nehyedilmiştir. Abdestte sınırı aşmaya örnek ola­rak uzuvları üç defadan fazla yıkamak gösterilebilir.
Abdest üstüne abdest almak, Övülmüş bir nurdur. Bu, her na­maz için, abdest bozmadığı halde abdest tazelemektir. Mümkün ol­duğunda yapılabilen bu davranış müstehap görülmüştür. Böyle ya­pan birinin, aldığı her abdestte kendisi için on hasenat mevcuttur. Kişi, tek abdestle beş vakit namaz da kılabilir. Allah Resulü (sav) bunu yapmıştır [30][30]
Abdest, kendi başına değerlendirildiği zaman Allah Teala'ya ya­kınlık için yapılan bir ibadet hükmündedir. Böyle olabilmesi için, abdeste niyet edilmiş olması gerektiği gibi bu abdestle namaz kılın­ması şart değildir. Bir rivayette şöyle denilmektedir: "Kişi abdest aldığı zaman, günahları bütün uzuvlarından çıkar ve kıldığı namaz nafile olur". Eğer zor gelmezse, idrara her çıkışta abdest alınması müstehap görülmüştür. Kulun aldığı her abdestten sonra iki rekat namaz kılması ve abdest esnasında da Allah'ın zikri dışında konuş­maması müstehaptır. Her uzuv yıkanırken okunması müstehap olan dualar okunmalıdır.
îstinca bitirildikten sonra şu dua okunur: Allahümme tahhir kalbi minen nifak ve hassin fereci minel fevahiş. Allahım! Kalbimi nifaktan arındır ve namusumu her türlü fuhuştan muhafaza buyur. Besmele okunurken şöyle denir: E'uzü bike min hemezatiş şeya-tin ve e'uzü bike Rabbi en yahdurun. Şeytanın fısıltılarından Sana sığınırım. Rabbim bana gelmelerinden de Sana sığınırım.
Eller yıkanırken de şöyle dua edilir: Allahümme inni es'elükel yümne bel bereke ve e'uzü bike mineş şu'mi vel heleke. Allahım! Sen'den iyilik ve bereket niyaz eder, kötülük ve helaktan da Sana sığınırım.






[1][1] Buhârî, Edeb/44; Müslim, Eyman/38, 40
[2][2] İbni Mâce, Mukaddhne/11; Tinnizî, Menakıb/14; İbni Hanbel, 1/377, 389, 395, 408-4410
[3][3] İbnİ Hanbel, V/44, 50
[4][4] Buharı, Salat/80, Menakıbu'l-Ensar/45, Fazailü's-Sahabe/3, 5, Feraiz/9; Müslim, Mesa-
cid/28; Fazailü's-Sahabe/2-7; Tirmizî, Menakıb/14-16; İbni Mâce, Mukaddime/11; Dârimî,
Feraiz/11; İbni Hanbel, 1/270, 359, 111/18, 478, IV/4, 5, 212.
[5][5] Buhârî, Edeb/96; Müslim, Birr/165; Tirmizî, Zühd/50, Da'avat/98; Dârimî, Rikak/71; İb­ni Hanbel, 1/292, III/104, 110, 159, 165, 167, 168.
[6][6] İbni Hanbel, VI/19, 20
[7][7] Buhârî, Tevhid/24, 36; Müslim, İman/147, 149, 185; Tirmizî, Birr/61; Nesa'î İman/18" İb-ni Hanbel, 1/296, 416,11/166,111/93.
[8][8] Buhârî, İman/l.
[9][9] Ebu Davûd, Diyat/23; Nesa'î, Kasame/40; İbni Mâce, Tıb/16
[10][10] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 193-270.
[11][11] Benzer manada bir hadis için b. îbni Hanbel, V/249
[12][12] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 271-274.
[13][13] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 274-275.
[14][14] Btıhârî, İman/8, Eyman/3; Müslim, İman/69, 70; Nesa'î, İman/19; İbni Mâce, Mukaddi­me/9; İbni Hanbel, III/177, 207, 275, 278, IV/336.
[15][15] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 275-277.
[16][16] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 277-295.
[17][17] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 295-296.
[18][18] Buhârî, Vudu'/2; Müslim, Taharet/l; Ebıı Davûd, Taharet/31; Tirmizî, Taharet/1; Nesa'î, Taharet/103, Zekat/48; İbni Mâce, Taharet/2; Dârimî, Vudu721, tbni Hanbel, 11/20, 39, 51, 57, 73, V/74, 75
[19][19] Müslim, Taharet/l; Tirmizî, Da'avat/86; Dârimî, Vudu72; İbni Hanbel, IV/260, V/342, 343, 344, 363, 370, 372.
[20][20] Ebu Davûd, Salat/73, Taharet/31; Tirmizî, Mevakît/62, Taharet/3; İbni Mâce, Taharet/3; Dârimî, Vudu'/22; İbni Hanbel, 1/123, III/340.
[21][21] Buhârî, Vudu714; Müslim, Taharet/62; Ebu Davûd, Taharet/5; Tirmizî, Taharet/7; İbni Hanbel, 11/12, 13.

[22][22] Buhârî, Vudu734, Gusl/29; Müslim, Hayz/17, 85, 86; Ebu Davûd, Taharet/82; Dâriraî, Vu-du/73; Muvatta, TahareÜ54; İbni Hanbel, 1/38, 50,11/56, 75, V/114
[23][23] Konuyla ilgili hadisler için b. Buhârî, Vudu718, 19, Eşribe/25; Ebu Davûd, Taharet/18; Tir-mizî, Taharet/İl; Nesa'î,Taharet/22, 41; İbni Mâce, Taharet/15; Dârimî, Vudu'/13; İbni Hanbel, V/295, 296.
[24][24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 296-298.
[25][25] Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Vudıı736, Salat/87, Ezan/30, Vitr/1, el-Amel fî's-sa-,    lat/1; Müslim, Taharet/12, 33, Müsafirin/182, Cum'a/27; Ebu Davûd, Salat/48, 50, 51,
158; Tirmizî, Taharet/41, Mevakît/167; Nesa'î, Taharet/108, 110; İbni Mâce, Taharet/6, *    60, İkamet/80, 181; Dârimî, Mukaddime/5, VuduV44, 45; Muvatta1, Taharet/33, Salatü'l-
leyl/11; İbni  Hanbel,  1/19,   57,  11/252,   265,   III/292,   421,  IV/117,   151.   158,  241,
V/427VI/450.
[26][26] Müslim, Taharet/41; Tirmizî, Taharet/39; Nesa'î, Taharet/106; Muvatta', Sefer/55; ibni Hanbel, 11/277, 303.
[27][27] îbni Hanbel, 11/98.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 299.

[28][28] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 299-300.
[29][29] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 300.
[30][30] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Taharet/86; Ebu Davûd, Taharet/65; Tinnizî, Ta­haret/44, 45; Nesa'î, Taharet/100; İbni Mâce, Taharet/72; Dârimî, VuduV3; İbni Hanbel, III/132, 133, 194, 260, V/350.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar