KUT'UL KULUB 9
Şevk ve
özlem, muhabbet makamının en yüce noktalarından biridir. Şevk, kulun özlem
duyduğu Zat-ı İlahi dışında hiç kimsede huzur ve rahatlık bulamamasını sağlar.
Şevk sahipleri, şahit kılındıkları şevk sayesinde Allah Teala'ya yakın
kılınmışlardır. Onlar Habib Teala tarafından aranmaları emredilmiş kimselerdir.
Bu, onların duydukları şevk sebebiyle kendileri için takdir edilmiş bir
mükafaattır.
Nitekim O,
Musa'ya (as) şöyle vahyetmiştir: "Beni, uğrumda kalbi kırılmış kimselerin
yanında ara!" Allah Teala daha iyi bilir, ancak bize göre onlar; muhibban
arasındaki şevk ehlidirler. Çünkü Habib Teala, kerem sıfatı gereği onlara yakın
olmuş, onlar da, O'nun yakınlığı ile sevince boğulmuşlardır. O'nun müşahedesi
ile yaşamış ve O'nun meclisinde hazır bulunmakla nimetlenmişlerdir.
Allah Teala,
bunun ardından izzeti sebebiyle Zatı'na olan düşkünlüğünden dolayı Kendi'ni
onlardan perdelemiştir. Bunun üzerine kalpleri kırılmış ve Rablerinin
kendilerim alıştırdığı ortamı özlemeye başlamışlardır. Bu da, onların Allah
Teala nezdindeki hürmetlerini isbat etmiş ve O, veli kullarına, onları aramayı
emrederek, Kendisi'ni onların yanında bulabileceklerini haber vermiştir.
Muhibbanm Allah Teala'nın kendilerine olan yakınlığından duydukları sevinç
tarif edilemeyeceği gibi, O'nun için duydukları hüzün ve kalp burukluğu da
asla bilinemez.
Allah Teala,
muhibbamnı sıkarak Zatı'na şevk duymaya sevket-mek ve onlara Kendi uğrunda
kaygıya sevketmek için izzet ve celal sıfatlarının gereği olarak onlardan yüz
çevirebilir. Onlardan yüz çevirdiği zamanlarda O'na nasıl nazar ettiklerini,
onların hiç bilmedikleri yerlerden ölçer. Muhibban da, edeblerini muhafaza ederek
O'nun huzurunda hiçbir aşırılıkta bulunmayarak sükunetlerini korurlar.
Şevk ehlinin
ileri gelenlerinden ve ilimlerini anlatmaya, yollarını açıklamaya çalıştığımız
Abdal zümresinden biri olan ibrahim b. Edhem (ra) hakkında şu hadise
anlatılmıştır:
'O, muhabbet
makamında çok yüce mertebelere, Allah Teala'ya yakınlıkta ulvi mükaşefelere
sahip bir insandı. Dedi ki: Bir gün Rabbim'e hitaben şöyle dedim: Ey Rabbim,
eğer sevdiklerinden birine, Sana kavuşmasından önce kalbini teskin edecek bir
şey verdiysen, bana da aynısını ver. Bu kaygı bana zarar veriyor. O gece
rüyamda şunu gördüm. Allah Teala, beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu:
Ey İbrahim!
Ben'den, kavuşmamızdan önce kalbini teskin edecek bir şey istemekten utanmadın
mı? Şevk ve özlem sahibi, sevdiğine kavuşmadan huzur bulabilir mi? Seven biri,
kendini özleyenden başkasından rahatlık umabilir mi? Bunun üzerine şöyle dedim:
Ey Rabbim!
Senin muhabbetinle aklımı kaybettim ve ne dediğimi bilmez oldum. Beni bağışla
ve nasıl demem gerektiğini bana öğret. O zaman şöyle buyurdu:
De ki:
'Allahım, beni kazandan razı ve imtihanına karşı sabırlı kıl. Beni, nimetlerine
şükretmeye alıştır1.
Aynı anlamda
Ahmed b. İsa el-Harraz'dan da şöyle bir hadise naklederler. Bilindiği üzere o,
musiki ile meşhurdu ve çok haraket-li, sık bayılan bir insandı. Bir defasında,
onun da bulunduğu bir mecliste Sehl'in arkadaşlarından birinin adı geçti.
el-Harraz
şöyle dedi: Onu, vefatından sonra rüyamda gördüm. 'Allah Teala, sana ne yaptı?'
diye sordum. Dedi ki: 'Beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: Ey Ahmed!
Benim sıfatımı Leyla'ya ve Sa'da'ya taşıdın. Eğer seni, Beni halis olarak murad
ettiğin hiç bir makamda göremeseydim, sana azap ederdim. Ardından beni korku
perdesinin arkasına yerleştirdi. Allah Teala'nın takdir ettiği süre kadar
titredim ve korktum. Sonra rıza perdesinin arkasına yerleştirdi. Bunun üzerine
ıEy Rabbim, beni Sen'den başka makamdan makama taşıyacak birini bilmiyorum,
kendimi Sana bıraktım' dedim. O da cennete konulmamı emretti.
Yukarıda
naklettiğimiz hadisede, anlayış ve feraset sahipleri dışındakilere musiki
dinletmek isteyenler için bir korkutma sözko-nusudur. Çünkü musiki, ancak safa
ehline uygun düşen bir ilimdir. Onu, fesad ve bulanıklık üzere dinleyen kimse
için musiki, bir musibet ve zarardır. Müşahedelerin eksikliği halinde, onu
dinleyen kimseler için birtakım afetlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Nağme
ve ses, herşeyden önce maddi beklentileri davet eden hususlardır. Çünkü ses,
birtakım anlamları içermesi bakımından rı-zık ve kazancı ifade eden el gibidir.
Yakini
imanla bakan kimse rızkını ellerden alırken o ellere sahip olan insanlara
dikkat etmez. Hakiki musiki dinleyicisi, manaları sesten alıp nağmelere
iltifat etmez. Musikiyi teşbih ve temsil yani Allah Teala'nm sıfatlarını beşere
benzetme anlamında dinleyen kimse inkara sapmış olur. Heva ve şehvetleri
tahrik etmek için dinleyen kimse ise, oyun ve eğlence ehlidir.
Musikiyi,
iyi bir anlam çıkarmak, ilmi gerçek sıfatların manaları üzere müşahede etmek,
düşünmek, Allah Teala'nm sıdk ayetlerini bulmak için dinleyen kimse ise, sevap
kazanarak dinlemiş olur. Bunlar, Tevhid Ehli'nin musiki konusunda tesbit ettiği
yollardır.
Musikide
helal, haram ve şüpheli olmak üzere üç farklı hüküm mevcuttur. Heva ve şehvet
niyetiyle dinlemek haramdır. Cariye ve eşinden mubah bir sıfat üzere, akli
çerçevede dinlemek ise, eğlence ve hevaya çekilebilme sebebiyle şüphelidir.
Tabiundan
bazı zatlar böyle yapmışlardır. Allah Teala'ya delalet eden bazı esasları
müşahede eden bir kalple ve O'na şahit kılan bir takım yollarla dinlemek ise
mubahtır. Bu tür dinleme de, ancak bu hususta bir nasibi ve kalbinde vecdi olan
kimseler için sahih olur. Hüzün, şevk, korku veya muhabbet makamına
yerleştirilmiş bir kul, musiki ile harekete geçerek şehadet mertebesine
yükselebilir. Bu da onun için, musikiden kaynaklanan bir sevap olur.
Musikiyi
nağmeler üzere dinleyen, sesin tadı, onunla oyalanma ve huzur bulma için ona
kulak veren kimse, oyun ve eğlence ehlidir. Bu gayelerle musiki dinlemek helal
değildir. Çünkü kuldan murad edilen bu değildir.
Cüneyd (ra)
şöyle derdi: Rahmet bu topluluğa şu üç yerde iner: Yemekte; çünkü onlar, ancak
açlıktan dolayı yerler. Müzakerede; çünkü onlar, peygamberlerin hallerini ve
sıddıkların makamlarım birbirlerine anlatıp öğüt alırlar. Musiki dinlemede;
çünkü onlar, musikiyi vecd ile dinler ve onda hakka şahitlik ederler.
Ariflerden
bir zat ise şöyle demiştir: Bizim yarenlerimizin vecd-leri ancak şu üç şeyde
bilinir: Meselelerde, gazapta ve musiki dinlemede. Bunları belirtmesinin sebebi,
musikinin muhibbandan bazıları tarafından takip edilmiş bir yol ve şevk
ehlinden bazıları için de hal olmasıdır. Eğer musiki dinlemeyi toptan inkar
edersek, ümmetin hayırlılarından doksan zatı da inkar etmiş oluruz.
Musikiye
ehil olmayan kimseler karışmış ve onu meşru mecrasından çıkartarak asıl
maksadından uz akl aştırmışlar dır. Musiki ehlinden bazıları, bunu geçimlik
haline getirmiş ve ihtiyaçlarını musikiden elde ettikleri parayla görür hale
gelmişlerdir. Kimileri iki üç gün musiki yapmaz, ancak geçim ihtiyaçları had
safhaya çıktığında musikiye yönelerek vecdlerini ve zikirlerim musiki ile ortaya
çıkartırlardı. Bundan elde ettikleri kazançla, insanlara muhtaç olmaktan da
kurtulurlardı. Bu, sadece kalbi duru, takva sahibi ve günahlardan uzak kimseler
için sahih olabilir.
Musikide,
insanlardan maddi beklenti içinde olmak, kalbin bulanıklığını gösterir.
Musikide, oyun ve eğlence ihdas eden kimsenin bu tavrı, aklının eksikliğine
delil teşkil eder. Şeyhlerimizden biri, kendi şeyhinden şunu nakletmiş tir:
Ebu'l-Abbas el-Hızıı^ı gördüm ve kendisine, 'Arkadaşlarımızın ihtilafa
düştükleri musiki hakkında ne düşünüyorsun?' diye sordum. Bana şu cevabı
verdi: Musiki, ancak alimlerin ayaklarının sağlam basabildiği sallanan bir kaya
parçası gibidir. Bu söz, gerçekten de doğrudur. Çünkü Allah Resu-lü'nden de
(sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en çok korktuğum
şey; gizli şehvet ve eğlendirici nağmedir".
Hammad da,
İbrahim en-Nehai'den şunu rivayet etmiştir: Musiki, kalpte nifakı yeşertin
Mücahid, "İnsanlardan kimi var ki, bilgisizce Allah Teala'nm yolundan
saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence sözlerini satın alırlar"
(Lokman/6) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: Bu, musikidir. Her iki alim de,
doğru söylemişlerdir. Çünkü zevk veren musikiyi dinlemek haram olduğu gibi,
şarkı söyleyen kadınlara verilen ücretler de haramdır.
Kasidelerle
şarkılar arasındaki fark şudur. Şarkılar, genellikle kadınlara teşvik edici,
aşkı anlatıcı musiki ürünüdürler. Bunlarda genellikle kadınlar anlatıldığı gibi
onlara yönlendirme sözkonusu-dur. Bunlar, dinleyenleri heva ve arzulara davet
ederek eğlenceye teşvik ederler. Bu tür muhtevaya sahip şarkılar dinleyen kimse
için musiki haramdır.
Kasideler
ise, Allah Teala'nm zikredildiği, O'na yöneltilip yoluna teşvik edildiği
musiki ürünleridir. Bunlar, imani vecdleri harekete geçirirken, ilmi
müşahedeleri heyecanlandırırlar. Bunlarla ahiret yolları ve sadıkların
makamları zikredilmiş olur. Kasideleri,
bu gayelerle
dinleyen kimseler, onun ehlinden sayılır. Çünkü onun, bu musikiden bir nasibi
vardır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Herşeyden iki çift yarattık, ta ki düşünüp öğüt
alasınız". (Zariyat/49) Söz de iki kısımdır: Manzum ve nesir. Nesir,
alimlerin sözleridir. Manzum ise, şairlerin sözüdür. Her kim Allah Teala'yı
bunlardan biriyle zikrediyor ve buna vesile oluyorsa, bu onun için sahih bir
yoldur.
Tanıdığımız
Hicazhlar, senenin en güzel günlerinde yanımızda musiki dinlemekteydiler. Bu
günler, Allah Teala'nm kullarına Za-tı'm anmalarını emrettiği seçilmiş günlerdi.
Mesela teşrik günleri gibi. Onlar Ata b. Ebi Rabah'dan beri teşrik günleri
musiki dinlemektedirler. Hiç bir alim de bunu münker görmemiştir. Ata'nın
musiki okuyan iki cariyesi vardı. Yanındaki arkadaşları da o iki cariyeyi
dinlerlerdi.
Musiki
hakkında söylenmesi gereken şudur: Musiki dinlediği zaman nefsani sıfatları öne
çıkan ve şarkılar kendisine dünyevi nazları hatırlatan kimse için musiki
dinlemek haramdır. Ama onu dinlediğinde Rabbini daha çok zikreden ve O'nu
hatırlayan ifadelere sahip bir musiki dinleyen kimse için bu yaptığı bir tür
zikirdir.
Alimimize şu
soru sorulmuştu: "Musiki dinlemeyi münker saydığım duyduk. Cüneyd, Seri
es-Sakati ve Zünnun-i Mısri musiki dinlerlerdi'. O da şu cevabı verdi: Musikiyi
nasıl inkar edebilirim? Abdullah b. Cafer et-Tayyar -yani Ebu Talib'in oğlu-
onu dinlerdi. Benim inkar ettiğim, eğlence ve musiki ile oynaşmadır.
O anılan
şeyhler de musiki dinlerlerdi. Ama onların bir kısmı, musikiyi açıktan değil
gizli olarak dinlerdi. Bir kısmı da, tabileri-nin ve arkadaşlarının değil kendi
yoldaşlarının ve kardeşlerinin musikisini dinlerlerdi. Kimisi de, musiki
dinlemek, ancak ayağı sağlam basan arif için sahih olup yola yeni giren müride
uygun düşmez, demiştir.
Ulemadan bir
zat, musiki dinlemeyi terketmişti. Kendisine, bu husus sorulduğunda, 'Kimden?'
diye sormuş ve kendisine Ya sen?' denilmişti. Bunun üzerine o da şu karşılığı
vermişti: Musikiyi ancak ehlinden dinleyenlerle beraber olabilirim. Yahya b.
Muaz'dan da şunu naklettiler: Üç şeyi kaybettik. Onları göremiyoruz ve ben de
onların giderek ender hale geldiğini görüyorum. Günahtan ko-
runmakla
beraber simanın güzelliği; Dindarlıkla beraber sözün güzelliği; Vefakârlıkla
beraber kardeşliğin güzelliği.
Sahabeden,
Abdullah b. Cafer (ra) dışında dört sahabi de musiki dinlemiştir. îbni Zübeyr
(ra) ve Muğire b. Şu'be (ra) bunlardandır. İbrahim b. Edhem'den (ra) şu söz
nakledilmiştir: Kabe'yi tavaf ediyordum. Çok karanlık bir gece idi. Hava
yağmurluydu ve şimşekler çakıyordu. Tavaf yeri boşalmıştı. Kabe'nin kapısına
vardığımda şöyle dua ettim:
Ey Allahım,
beni günahlardan muhafaza et ki Sana karşı masi-yette bulunmayayım. Bir süre
sonra Kabe'nin içinden şöyle bir ses duydum: Ey İbrahim, sen Ben'den
günahlardan korunma istiyorsun. Bütün kullarım da aynı şeyi niyaz ediyorlar.
Peki kullarımı günahtan korursam, kime lütufta bulunacak ve kime mağfiret
edeceğim.
Vehb b.
Münebbih'den de şu haber nakledilmiştir: Allah Teala, Davud peygambere
vahyederek şöyle buyurdu: Sen, Ben'den çok niyazda bulunuyorsun. Sana şevk ve
özlem nasip etmemi isteme. Bunun üzerine Davud (as), 'Ey Rabbim, şevk nedir?'
diye sordu, Allah Teala da şöyle buyurdu: 'Ben, şevk ehlinin kalplerini kendi
rızamdan yarattım ve onları Zatı'mm nuru ile kemale erdirdim. Sırlarını
yeryüzüne nazar etme noktam kıldım ve kalplerinde de öyle bir yol aldım ki,
Benim kudretime nazar ederek her gün daha fazla şevkle dolsunlar.
Sonra seçkin
meleklerimi çağıracağım. Onlar secdeye kapanmış halde huzuruma geldiklerinde,
kendilerine şöyle buyuracağım: Ben sizleri, Bana ibadet etmeniz için
çağırmadım. Başlarınızı kaldırın da size, Bana karşı şevkle dolu olan
kullarınım kalplerini göstereyim. İzzetim ve celalim hakkı için, güneş dünya
halkını nasıl aydınlatıyorsa, Benim göklerim de onların kalplerinin nuru ile
aydınlanır. Allah Teala'nın, 'Ben'den şevk ve özlem isteme' buyruğunun anlamı,
bunun sadece evliyaya mahsus olup, peygamberlere nasip edilmediği şeklinde
değildir. Bazı kimseler, bu hususta büyük bir yanılgıya düşmüş ve arifleri,
peygamberlerden daha üstün görmüşlerdir.
Yukarıdaki
söz, sadece Davud (as) için geçerli olup Allah Teala kendisinden şevk niyaz
etmesini talep etmiş ve ona şevki nasip edeceğini zımnen buyurmuştur. O da,
şevki sayesinde, ariflerin makamlarından olan şevki aşarak daha yükseklere
çıkmıştır.
Allah Teala,
bunu onun ağzından söyleterek kendisine şevk makamının yüksekliğini göstermek
ve başka şeyleri bırakıp bunu istemesi halinde süratle icabet edeceğini
göstermek istemiştir.
Davud
peygamberin 'Şevk nedir?' sorusu, onun şevki bilmediğini göstermez. Çünkü
Allah Teala ona hikmet ve peygamberlik vermiştir. O, Rabbinin huzurunda edep
ve hayasından dolayı sükut ederek gaybleri bilenin önünde cahilliğini itiraf
etmek istemiştir. Ayrıca şevkin hakiki sıfatını bizzat O'ndan dinlemek
istemiştir. Zira O, söz söyleyenlerin en doğrusu ve nitelemede bulunanların en
övülmüşüdür.
Kıskanmaya
(-gayret) gelince, muhibbanın en kıymetli hallerinden biridir. Çünkü Allah
Teala, Zatı'nm sıfatlarını onlara izhar ettiği için, onlar da bu bilgilere sıkı
sıkıya sarılmışlardır. Muhibbanın kalpleri bu bilgilerle dolmuş, akılları da
büyük bir şaşkınlığa düşmüştür. Ama bu, ashab-ı yemin zümresinin havassı ve
muhib-ban zümresinin avamı için geçerli bir durumdur.
Allah Teala
onları, tevhid makamına yükselttiği zaman vahdaniyet vecdine ve ferdaniyet ile
ferdliğe şahit kılar. Bu makama yükseldiklerinde ise, Allah Teala'nm Zatı'ndan
mâsivaya hiçbir şey vermediğini ve sıfatlarından hiçbirini de izhar etmediğini
görürler. Bunun üzerine daha önce duydukları kıskançlık, tevhidi imana
ulaşmaları sebebiyle bu tevhidin içinde dürülüp gider. Çünkü bu iman sayesinde,
Allah Teala'nm Zatı'na O'ndan başkasının baka-madığını ve O'nu, O'ndan
başkasının tam anlamıyla bilemediğini görürler.
Bu da,
kıskançlık yönündeki çabalarını bertaraf eder. Zira onlar, izhar ettiği
çeşitli türler ve açıkladığı kısımlarda bildirdiği şeylerin hikmetini
öğrenmişlerdir. O, gaybınm gaybında olup O'ndan gayri hiç kimse O'na muttali
olamadığı gibi sırrının sırrında da Zatı'ndan başka hiç bir varlık şahit
olamaz. Bu şuura varan muhib-ban için, tevhid makamı kıskançlık makamının
yerini alır. Tabii bu, sıddık muvahhidlerin makamına muttali kılman kullar için
geçerlidir.
Muhibbin
sıfat ve delilleri hakkında, Yahya b. Muaz, Ebu Türab en-Nahbeşi<ve Ebu Said
el-Harraz'dan aynı kafiyeye sahip bazı beyitler nakledilmiştir. Bu beyitler,
yaklaşık anlamlara sahip olmalarının
yanısıra
müridler arasındaki muhibbanın sıfatlarını da genel olarak ihtiva etmektedir.
Bunlarda, Allah Teala'ya yakınlığı ve uzleti murad edilen yüce hal ve
müşahedlere sahip gezginlerin sıfatları da zikredilmektedir. Ebu Türab'dan
rivayet edilen beyitler şunlardır:
Sakın kanma!
Bil ki muhibbin delilleri vardır,
Onda Habib
Teala'nm vesile olacak armağanları vardır.
O'nun
imtihanın acısını tatmak,
Yaptığı her
fiilde memnuniyet göstermek gibi.
O'nun
engellemesi, kabul edilmiş bir bağış,
Fakirlik bir
ikram ve ivedi bir lütuftur onun için.
Onun
emareler indendir azimkar görünmek
Kınayanlar
ısrar etse bile Habib Teala'ya boyun eğişte,
Delillerindendir
mütebessim görünmek,
Kalpte Habib
Teala'dan bülbüllerin şakımasıyla.
Delillerindendir
anlayışlı görünmek,
Soru sahibinin şanını yükseltenin Kelam'ında.
Delillerindendir
sâde görünmek,
Söylediği
her sözde çekinceli olarak.
Yahya b.
Muaz'dan ise şu beyitler nakledilmiştir: r- Delillerdendir onu uğraşta
görmeniz, İki bez parçasıyla nehir kenarlarında. ~dt Delillerdendir hüznü ve
hıçkırarak ağlayışı, Gecenin karanlığında ve yoktur onun için buna bedeli. H'!
Delillerdendir onu görmeniz yolcu olarak, Cihad ve her türlü faziletli iş
yolunda.
Delillerdendir
gösterdiği zühd, gördüğü -es fjer dünya malı ve zail olacak
nimetlerde.Delillerdendir onu görmeniz ağlarken, İşlediği bir kusurdan
dolayı.Delillerdendir onu görmeniz teslim etmiş olarak,
Her işi
Melik ve Adil olan Hak Teala'ya.Delillerdendir onu görmeniz razı olarak, Her
hükümde Melik'i olan Allah Teala'dan. ' Delillerdendir gülümsemesi halk
içinde,Kalbi, sevdiğini kaybedenin kalbi gibi hüzünlüyken.
Ebu Said
el-Harraz'dan rivayet edilen beyitler de, aynı anlamları ihtiva etmektedir.
Kanaatimize göre, o da beyitlerini yazarken bu iki alimden istifade etmiştir.
Çünkü o ikisi, ondan önce yaşamışlardır. Şurası var ki onun şiiri onbir
beyitten oluşmuştur. Yukarıda zikrettiğimiz alamet ve delaletlerin tamamı da
muhibban zümresinin ve Allah Teala'yı seven, O'nun tarafından da sevilen
muhible-rin sıfatlarından ibarettir. Çünkü kulun Allah Teala'nın muhabbeti
için varolması, Allah Teala'nm da kendisine muhabbette bulunduğunun gaybi bir
alametidir. Allah Teala bu gaybi muhabbetini henüz bu dünyada iken kuluna
gösterir.
Muhabbette
iki makam vardır: Ta'rif Makamı; Ta'arruf Makamı. Ta'rif Makamı, avammın bilgi
ve marifetidir. Bu, hususi muhabbetten önce gelen bir muhabbet makam ve
derecesidir. Ta'arruf Makamı ise, havassın bilgi ve marifetidir. Bu makam,
avammın muhabbetinden daha sonra olup, muhabbet bakımından daha üstün bir
makam ve derecedir.
Muhabbetin
diğer iki makamı ise, Muhibbin muhabbeti ile Mahbub'un muhabbeti makamlarıdır.
Mürîd/isteyen-Murâd/iste-nen sözüyle ifade edilen de budur. Hakiki anlamda
herkes Allah Teala'yı istemesi ve O'nun rızasına ermesi bakımından mürid ve aynı
gaye ile muraddır. Ancak sufiler, Murâd kelimesine hususi bir mana yüklemişlerdir.
Onlara göre Murâd kelimesi ile O bilinir ve diğer muradlardan ayrışır. Bu
ayrışma, tıpkı başlayanın başlanandan, yakaranm seçilmişten, talep edenin
talep edilenden, arzulayanın arzulanandan, hafızın mahfuzdan ayrışması
gibidir. Nasıl taşıyan taşman, ziyaret eden ziyaret edilen, özleyen kavuşan
gibi değilse, muhib de Mahbub gibi değildir.
Ebu Musa
ed-Debili şöyle demiştir: Beyazıd-ı Bestami'ye arkadaşımız Abdürrahim'in îhlas
hakkındaki bir kitabını arzettim. İçinde tek hoşlandığı Ebu Asım eş-Şami'nin
şevkle ilgili bir hikayesi oldu. Hikaye şundan ibaretti: Şamlılar'ın
gurbetçisi Ebu Asım'a Allah Teala'ya şevk duyup duymadığı sorulmuştu. O da şevk
duymadığını söylemişti. Bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle karşılık vermişti:
"Şevk yani Özlem, ancak uzaktakine duyulur. Uzaktaki her zaman yanında ise
o zaman kime şevk duyarsın?!" İşte bu Mahbub makamıdır.
Müşahedede
iki makam mevcuttur. Bunların ilki Şevk/Özlemi ikincisi ise Üns/Yakınlık ve
aşinalık makamıdır. Şevk, Allah Teala'nm izzeti ve sıfatlarının gizli
lütuilarla gayb perdesinin arka^-smdan görülmesinden kaynaklanan bir kaygı ve
endişe halidir. Bu makamda, hüzün ve inkisar vardır. Üns ise, ilahi kudretin
lütufla-n sayesinde sıfatların yakinen görülmesinden kaynaklanan bir yakınlık
halidir. Bu makamda ise mutluluk ve esenlik mevcuttur. Dayğam dedi ki: Halka
şaşarım ki Sen'in zatına karşılık araf--lar. Yine onlara şaşarım ki Sen'den
başkasında aşinalık ve ünsiyet bulurlar. Cüneyd dedi ki: Muhabbetin olgunluk
alameti, Allah Teala'nın kalpte sürekli sevinç ve neşeyle zikredilmesi, O'na
şeyk duyma ve O'nun ünsiyetine sığınmadır.
Kişi, O'nun
muhabbetini kendi sevgisine tercih etmeli, O'nun yaptığı her fiile rıza
göstermelidir. Allah Teala ile ünsiyet kurmanın alameti ise, halvetten zevk
almak, O'na yakarmanın tadına varmak, kafasını ve kalbini tamamen boşaltarak
neredeyse dünyayı ve ona dair hiçbir şeyi akledemez hale gelmektir. Bu hali
kendisini insanlarla ünsiyet kurmaya götürmemelidir. Aksi takdirde akli
olanın derecelerinde mertebesini bulur.
Aynı şekilde
muhabbeti de halkın muhabbetine götürmemelidir. Bu durumda ise, akılla
bilinebilecek düzeyde bir muhabbete ulaşabilir. Çünkü beşeri muhabbet, aklın
idrak edeceği hallerdendir. İlahi muhabbet ise, kalp huzuru ve O'na
teslimiyet, bundan tad almak, dinlenmek ve Allah Teala'mn bahşettiği sevince
ulaşmaktır.
İlahi
muhabbeti bilmeyenlerin bu muhabbeti inkar etmeleri gibi, ünsiyet makamında
derecesi olmayanlar da bu makamı inkar etmişlerdir. İlahi muhabbeti inkar
edenler, bunda beşeri bir sevginin tezahürlerini hayal etmişlerdir.
Böylelerine göre muhabbet, ancak yaratılmışlar için tarif edilir ve yalnız
onlar tarafından akledi-
lebilir.
Bunlara
göre, İlahi muhabbet, O'ndan duyulan korku ve endişeden başka bir şey
değildir. Bu görüşte olanlara misal olarak Halil'in hizmetçisi olarak tanınan
Ahmed b. Galib'i zikredebiliriz. O Cüneyd, Sevri ve Ebu Said'in muhabbet
hakkında söylediklerini in -kar etmiştir. Bu tavır, Selefin tasvip ettiği bir
hal değildir. Arifler de bu tarz bir yol izlememişlerdir. Mesela, Amir b,
Abdullah bir
kardeşine
yazdığı mektubunda şu ifadeyi kullanmıştır: "Allah Te-ala seni Zatı'na
yakın kılsın". Dağdan dönen İbrahim b. Edhem'e 'Nereden geliyorsun?' diye
sorulduğunda, 'Allah Teala'nın ünsiye-tinden' cevabını vermişti. Ariflerden bir
zatın şu şiirini nakletmişler dir:
Allah
Teala'ya ünsiyet, boşgezenin yapabileceği iş değildir. Sahtekarlar da hile ile
o dereceye ulaşamazlar. O'na aşina olanlar, hepsi necib kimselerdir, Hepsi de
seçkin ve O'nun için amel edenlerdir.
Tefsirde,
Said b. Arube vasıtasıyla Katade'den şu görüş nakledilmiştir: O, "Onlar
ki iman ederler ve kalpleri Allah Teala'nın zikriy-le itmi'nan bulur"
(Ra'd/28) ayetinin tefsirini yaparak şöyle demişti: Yani onların kalpleri O'na
doğru dökülür ve O'na aşina olurlar.
Üns
makamında, yakarma ve yalvarma vardır. Yine bu makamda Allah Teala ile aynı
meclisi paylaşma ve konuşma sözkonusu-dur. Ayrıca bir anlamda açılma ve
genişleme de olabilir. Allah Teala bu derece yakınlaşmayı, ancak üns makamına
yerleştirdiği kulları için hoşgörür.
Nitekim Musa
peygamber'in (as) şu sözü de ancak üns makamında bulunması sayesinde caiz
olmuştur. O, Allah Teala'ya şöyle hitab etmişti: Ey Rabbim, benim için öyle bir
şey var ki Sen'in için yoktur. Yüce Allah, 'O nedir?' diye sorunca Musa
peygamber şöyle dedi: Benim için Sen varsın. Ama Sen'in için başka bir Sen
yoktur. Bunun üzerine Allah Teala da 'Doğru söyledin' buyurdu. Musa peygamberin
bu sözü, "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şura/İl) aye-tiyle aynı
anlamdadır.
Bu ayetin
anlamı, O'nun gibi hiçbir şey yoktur, şeklindedir. Çünkü hiçbir şey O'nun gibi
değildir. Araplar, 'benzer=misr kelimesini bir şeyin bizzat kendisi için de
kullanırlar. İfade bakımından daha geniş ve daha cesur bir söz de yine Musa
peygamberin (as) Rabbi'ne hitap ederken kullandığı şu sözdür. Bu söz Kur'an-ı
Ke-rim'de yer almaktadır: "Ben onlardan bir canı öldürdüm. Onların da bu
sebeple beni Öldürmelerinden korkuyorum". (Kasas/33) Bundan daha da ileri
olanı, Rabbinin 'Firavun'a git' emri karşısında,
Harun'u da
benimle gönder demesidir. Musa peygamberin bu me-yandaki sözlerinden biri de
Kur'an'da yer alan şu ayet-i kerimedir: "Beni yalanlamalarından ve
yüreğimin daralmasından korkarım". (Şuara/13)
Allah Teala,
onun bu ve benzeri sözlerini hoşgörmüştür. Sebebi de kendisini, üns ve yakınlık
makamına yerleştirmiş olmasıdır. O peygamberin Allah katındaki yeri, güzel bir
yerdir. Bu yüzden de Allah Teala'ya karşı bu tür ifadeler kullanabilmiştir.
Allah Teala,
Musa peygamber ve benzerlerini böyle hoşgörür-ken, bazı peygamberlerin edebe
yakışmayan ifadelerini ise hoşgör-memiştir. Nitekim, Yunus peygamberi (as)
zihninden geçirdiği bir fikirden dolayı korku ve tutup yakalama (=kabz)
makamına yerleştirmiştir. Sonunda da kendisini balığın karnında karanlıkların
içinde hapsederek cezalandırmıştır. Eğer Rabbinden bir nimet eseri affedilmiş
olmasaydı, kıyamet gününe kadar orada kalacak ve hesap günü, kınanmış olarak
meydana atılacaktı. Allah Teala ha-bibini (sav) söz ve fiillerinde Yunus
peygambere uymaktan menet-miş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne
sabret ve balığa hapsedilen gibi olma". (Kalem/48)
Allah Teala
peygamberler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah onlardan kimisiyle
konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir". (Bakara/253) Yine O,
Yusuf peygamberin kardeşlerinin niyetlerine, kanaatlerine, yaptıklarına ve
gizledikleri 'Yiısufu öldürün veya bir yerlere atın da babanızın yüzü yalnız
size dönsün' sözüne tahammül göstermiştir.
İlk başta
söyledikleri 'Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevimli geliyorlar*
sözünden, Yusufun değersiz bir paraya satılmasına kadar geçen sürede
yaptıkları ve söyledikleri kırk küsur günah oluşturmaktadır. Bu günahların
bazıları, diğerlerinden çok daha büyüktür. Tek bir sözde dahi dört veya beş, ya
da daha az veya fazla günah bulunabilir. Bunları tesbit etmek, günahların
inceliklerini bilmek ve günah bulma usulüne vakıf olmakla mümkün olabilir.
Allah Teala,
Yusuf peygamberin kardeşlerini tüm yaptıkları ve söylediklerine rağmen
bağışlamıştır. Bu da ancak onların sevilen bir makamda bulunmalarıyla
açıklanabilir. Oysa Üzeyr'in tek bir günahını dahi hoşgörmemiştir. O, sadece
kaderle ilgili bir mesele
sormuştu.
Rabbi ona Öylesine kızmıştı ki, peygamberlik divanından silindiği bile rivayet
edilmiştir. Yukarıdaki misallerden daha da ilginç olanı, İsrailoğullarıyla
ilgili olandır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Açık
ayetler size geldikten sonra buzağıyı (ilah) edindiniz. Bunu da
affettik". (Nisa/153)
Allah Teala
dilerse, en büyük günahları bile affeder, Bu O'na zor gelmez. Dilediğinde ise,
en küçük kusurları dahi hesaba çekip sorgular. Bir zerre, hardal tanesi dahi,
O'nun hesabından kurtulamaz. Melekûtün yegane sahibi ve Cebbar sıfatının
sahibi olan Hak Teala'nm karşısında hangi günah küçük görülebilir ki? Görmez misiniz
ki peygamberliğin hürmetini ihlal etmek suretiyle nankörlük eden bir
peygamberin kusuru dahi ifşa edilmektedir. Bu kadar küçük kusurlar bile yüze
vurulurken koca günahlar O'nun lütuf ve rahmeti olmaksızın nasıl örtülebilir?
Allah Teala,
konuyla ilgili bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "O, dilediğine
mağfiret eder, dilediğine de azap eder". (Ma-ide/18) Bu ayetin tefsirinde
şöyle denilmiştir: Yani Allah Teala dilediği kimsenin büyük günahını
bağışlarken, dilediği kimseye de küçük bir günahından dolayı azap edebilir.
Hatta başka
bir alim de şöyle demiştir: Bir topluluk aynı günahı hep birlikte işlemelerine
rağmen Allah Teala onlardan bir kısmını bağışlarken, bir kısmına da azap
edebilir. Bağışladığı kimselerin günahını hasenata çevirir ve bu hasenat o
kimselere hiçbir zarar vermediği gibi, ahirette de onu mesut eder.
Bağışlamadığı
kimselere de azap ettiği gibi, yaptıkları hiçbir amel onlara fayda etmez. Çünkü
O, yaptığından sual edilmeyendir. Kullar ise, yaptıklarından dolayı
sorgulanırlar. Yaratmak ve emretmek O'nun inhisarındadır. O, yarattıkları
hakkında dilediğiyle ve dilediği şekilde hüküm verir. Güç ve engelleme yalnız
O'nundur.
Asaf b.
Berhaya da, günahta aşırı gitmesine rağmen Allah Te-ala'nm muhabbet ve
ünsiyetine mazhar olanlardandır. İlminin büyüklüğü ve Rabbinin ona duyduğu
şefkatten dolayı günahların! saymak uygun düşmez. Ancak Rabbi ona sahip çıkmış,
kendisini ilim ve lütfü ile seçmiş, peygamberi ve halifesini onunla destekleyip
ona vezir kılmış ve kendisine İsm-i Azam'ı bildirmiştir. Allah Teala'nm ona bu
şekilde lütufta bulunmasının sebebi, muhibbanm
ilahi
şefkatten umudunu kesmemesi ve O'na sevimli gelenleri lütf-u ilahi hakkında
ümitsizliğe kapılmaması içindir.
I
Allah Teala,
Bel'am b. Baura'ya ise, Asafm günahlarından yaİ-nız biri için dahi
hoşgörmemiştir. Çünkü Bel'am, dünyalığını dininden temin eden, ilmi nevasına
göre değiştirerek yoldan çıkan biriydi. O, bu günahından dolayı helak oldu ve
Allah Teala'nm şiddetli gazabına uğradı. Asafm günahları ise, kendisiyle Rabbi
arasmdai işlenen günahlardı. Asaf, Rabbi'nin işaretlerini gördüğü zaman yaptığı
ibadetlerden de uzaklaştı. Çünkü onları hakiki manaları ile1 ve niyetini halis
kılarak yapmamaktaydı. Asaf a, İsm-i Azam ile bir^ likte 'Oldu=Kane' fiiline
bitişik 'Ol=Kün' emrinin de verildiği söy-; lenmektedir.
Bazı
rivayetlerde ona bunlardan daha üstün güçlerin de verildiği söylenmiştir.
Asaf, bilahare bütün bu işaretlerden uzaklaşmış, dünyaya meylederek helak
derekelerine düşmüştür. Yaptığı ibadet ve zabitliğin de kendisine hiçbir
faydası olmamıştır. Bunun sebebi, hiçbir amel sahibinin, Rabbi'nin tuzağından
emin olmaması, hiçbir alimin de Rabbinin izhar ettiği şeyle O'na delil
getirmeye kalkışmaması gereğidir.
Asaf, büyük günahlarına
rağmen kurtarılmış ve kendisine bir takım işaretler verilmiştir. Çünkü o, Rabbi
tarafından murad edilen sıfatında ve mahbub makamında olan bir insandı. Bütün
bunlar, Allah Teala'nm peygamberi ve halifesi olan Süleyman peygamberin (as)
huzurunda olmuştu.
Bel'am'm
kıssasına gelince, bu kıssa anlatılmayacak kadar meşhur bir kıssadır. Kıssanın
mukaddimelerinde bile kıssalar mevcuttur. Burada bunları anlatarak sözü uzatmak
istemiyoruz. Biz Asafm kıssasından bize ulaşanlardan bir kısmını nakletmiş olalım.
Nakledildi
ki: Allah Teala Süleyman peygambere vahyederek şöyle buyurdu: Ey abidlerin
başının oğlu! Ey zahidlerin hüccetinin oğlu! Teyze oğlun Asaf Bana daha ne
kadar isyan edip günah işleyecek? Ben ona her defasında hilim gösterip
hoşgörüyorum. İzzetim ve celalim üzerine yemin ederim ki, eğer cezalarımdan
biri onu ansızın yakalarsa, yanındakilere ibret, sonrakilere de bela olmak
üzere kendisini öylece bırakırım!
Mfı "ft1
Asaf,
Süleyman peygamberin (as) yanma geldiğinde, Allah Te-ala'mn vahyini kendisine
bildirdi. Asaf, Süleyman peygamberin huzurundan çıktıktan hemen sonra bir kum
yığını göğe yükseldi. Asaf ellerini göğe doğru kaldırdı ve şöyle dua etti: Ey
Allahım, ey Efendim, Sen Sen'sin, ben benim. Sen benim tevbemi kabul etmezsen
ben nasıl tevbe ederim? Sen beni arındırmak istemezsen ben nasıl arınıp
tekrarlamam? Bunun üzerine Allah Teala, 'Doğru söyledin, sen sensin, Ben
Benim. Bana tevbe ile yönel, senin tevbeni kabul ettim. Ben tevbeleri kabul
eden, merhamet gösterenim' buyurdu.
Asafm bu
sözleri, Rabbi ile latifeleşen, O'ndan yine O'na kaçan, O'nun için O'na
yaltaklanan bir kulun ifadeleridir. Ünsiyet sahibi mahbublann Rablerine
yaptıkları latifelerin bir örneği de Berah-ı Esved'in yakarışıdır.
Allah Teala,
Musa peygambere Berah'dan İsrailoğulları için yağmur duasına çıkmasını
istemesini buyurmuştu. İsrailoğulları yedi yıllık bir kuraklığa düşmüşlerdi.
Musa peygamber (as) de yetmiş bin kişilik bir toplulukla yağmur duasına
çıkmıştı. Allah Teala ona şöyle vahyetti: Günahları tarafından karartılmış,
kalpleri kirlenmiş, tuzağımdan emin olarak gerçekleşeceğine inanmaksızın dua
eden bu kimselerin dualarını nasıl kabul ederim? Şimdi geri dön. Benim Berah
denen bir kulum var. Ondan yağmur duasına ; çıkmasını iste ki, onun duasına
icabet edeyim.
Musa (as) o
kulu araştırdı ama bir türlü bulamadı. Bir gün yolda yürürken, alnında secde
izi toprak bulunan siyah bir köleyle karşılaştı. Boynuna bağlı bir Örtü vardı.
Musa peygamber, Allah Teala'mn nuru sayesinde onu tanıdı ve selam verdi. Sonra,
'Adın ne?' diye sordu. O da 'Berah' dedi. Bunun üzerine Musa (as) TJzun
zamandır, seni aramaktayız, bizim için yağmur duasına çıkar mıhsın?' dedi.
Berah yağmur
duasına çıktı ve şöyle dedi: Bu, Sen'in işin olamaz. Bu, Sen'in hilmine de
yakışmaz. Sana ne oldu? Yağmurların mı bitti? Yoksa rüzgarlar Sana isyan mı
ettiler? Katındaki hazinen mi tükendi? Yoksa günahkârlara olan gazabın mı
arttı? Sen günah-'ları çok bağışlayan değil miydin? Günahkârları yaratmadan çok
önce rahmeti yaratmadın mı? Şefkati emrederken, Kendi emrini
çiğneyen mi
oldun? Yoksa vazgeçtiğini mi göstermek istiyorsun? Ya da zamanın geçmesinden
korkarak azabı bir an önce vermek mi istedin?
Berah'm
duası biter bitmez, İsrailoğnllarının toprakları yağmura boğuldu ve otlar
yarım günde çıkarak diz boyuna ulaştı. Muhakkak ki bunda rica ehli için bir
hatırlatma, şevk duyanlar için bir yakınlaşma, ilim sahipleri için bir
beklenti ve itaat ehli için bir güzellik vardır.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Habib hesaba çekilmez, düşman sayılmaz. Rivayet edilir
ki: Allah Teala, helak olmak üzereyken kurtardığı bir kuluna şöyle
vahyetmiştir: Nice günahla karşıma çıktın ki Ben onları bağışladım. Oysa Ben,
onlardan daha hafif tek bir günah için bir milleti helak etmişimdir.
İki kul,
aynı günahı işlemiş olabilirler. Ama seçilme ve korunma bakımından
birbirlerinden ayrılırlar. Mesela Adem (as) ile İblis aynı günahı
işlemişlerdir, iblis Allah Teala'mn lanetine maruz kalırken, Adem (as) daha
önceki seçilmişliği ve hakkındaki güzel sözden dolayı Rabbi tarafından affına
mazhar kılınarak seçilmiştir. İblis ise O'nun rahmetinden uzaklaşıp hakkında
daha önceden verilmiş olan kötü hükme tabi tutularak yoldan çıkarılmıştır.
Bununla
ilgili Kur'an-ı Kerim'de de iki kul hakkında Resul-i Ekrem'in itaba uğradığını
görmekteyiz. Resul-i Ekrem, bunlardan birine yöneldiği, diğerinden de yüz
çevirdiği için azarlanmıştı. Ayetlerin ilki şudur: "Korkar halde koşarak
sana gelen kula gelince sen ondan yüz çevirirsin". (Abese/9) Diğer ayet
ise şudur: "Kendini müstağni gören kişiye gelince onunla uğraşırsın. Onun
arınması sana düşmez". (Abese/5)
Allah Teala
her iki zümrenin de Rabbi olmasına rağmen, peygamberine bunlardan birine
yönelip selam vermesini emrederken, diğerinden de yüz çevirip onlarla oturmaya
son vermesini emretmektedir: "Ayetlerimize iman edenler sana
geldiklerinde şöyle de: Selam üzerinize olsun, Rabbiniz üzerine rahmet yazdı.
Sabah ak-Şam Rablerine dua edenlere karşı nefsini sabra zorla. Ayetlerimiz
hakkında ileri geri konuşanları gördüğünde ise, onlardan yüz çevir, ta ki başka
bir konuşmaya dalsınlar. Şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra zalim
kavimle beraber oturma". (En'am/68) Her iki zümre de Allah Teala'nın
kulları olmasına rağmen, Resul-i Ekrem'e farklı davranması emredilmiştir.
Muhib
açısından mahbub, Musa peygamberin makamı açısından Allah Resulii'nün (sav)
makamı gibidir. Musa peygamber (as) "Rabbim yüreğimi aç!" (Taha/25)
diye dua etmişti. Allah Resulü (sav) içinse şöyle buyurmuştur: "Senin
yüreğini açmadık mı?" (İnşirah/l) Musa peygamber (as) "Bana ailemden
bir vezir kıl, kardeşim Harun'u' demişti". (Taha/29) Allah Teala,
Resulü'ne (sav) ise şöyle buyurmuştur: "Senin zikrini yükselttik".
(İnşirah/4) Yani Allah Resulü'nün (sav) adı, kelime-i şehadet ve ezanda Allah
Teala ile birlikte zikredilecektir.
Allah Teala
bununla şöyle buyurmayı rnurad etmiş olabilir: Sana Ben'den başkasından
yardımcı kılmam. Çünkü sen, Benim eh-limdensin. Vezir; yoldaş, destekçi
anlamındadır. Sen Benim ehlim-densin. Seni zikrimle yardımcı ve yoldaş kıldım.
Destekçin de, yardımcın da benim. Sana Ben'den başkasından vezir kılmam.
Bunun
benzeri bir ifadeyi de Leys'in Mücahid'den şu ayetin açıklamasıyla ilgili
naklettiği tefsirde görmekteyiz. Allah Teala buyurdu ki: "Umulur ki
Rabbin seni övülmüş bir makam (makam-ı mahmud)a gönderir". (İsra/79)
Mücahid'e göre" bu makam, Arş'tır. Allah Teala rububiyet sıfatı gereği
dünya hayatı devam ederken Arş'a bizzat kendisi oturmaktadır. Ahirette ise
kudretiyle ondan müstağni olacağı için Arş'ını Resulü'ne (sav) verecektir.
Resulü ve habibine verdiği değer ve onu şereflendirmek için kendi yerini ona
tahsis edecektir.
Böylelikle
O, risalet bakımından sonuncu olma şerefine nail olduğu gibi, ahiretteki
makamı bakımından da diğer peygamberlerin üstünde bir yere sahip olacaktır.
Allah Teala Musa peygambere makamından sonra şöyle buyurmuştur: Ey Musa, sana
istediğin verildi. Sana bir kez daha lütufta bulunduk. Görüldüğü gibi burada
bir sınırlama vardır. Resul-i Ekrem'e ise birçok makam bahşettikten sonra şöyle
buyurmuştur: "De ki: Rabbim beni ilim bakımından arttır". (Taha/114)
Burada ise sınırlama sözkonusu değildir. Bu, ilahi bahislerin en üst
noktasıdır.
Musa (as)
Rabbine dua ederek şöyle demişti: "Rabbim Kendini bana göster de Sana
bakayım". (A'raf/143) Bu, kulluk mahallinde
ifade edilen
bir istekti. Oysa Allah Teala habibi (sav) hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı...Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar
yahut daha az kaldı". (Necm/17, 9) Bu ise, rububiyet mekanında gerçekleşen
bir görüşmedir.
Muhib ile mahbub
arasındaki mekan farklılığı, Musa peygamber ile Allah Resulü'nün (sav)
Rablerine yakınlık derecesindeki farklılık gibidir. Gördüğü birşeyi, kendi
yerinde gören ile, gördüğü Rabbini O'nun katında huzurunda gören arasında
elbette çok büyük fark vardır.
Rabbini
kendinden razı etmek için duyduğu şevkle acele eden biriyle, Rabbinin kendinden
razı olduğunu bilerek O'na duyduğu, şevkle acele eden biri arasında da elbette
büyük fark vardır. Gör- i düğünü gördüğünde sebat edemeyip darlığından dolayı
ilahi nurla- i rı dışarı taşıran biriyle, gördüğünü gördüğünde sebat ederek
geniş- j liginden dolayı nurların içine taştığı biri elbette aynı değildir.
Allah, Resulü (sav) mekan bakımından Musa peygamberi (as) geçtiği gibi: mahbub
da muhibbin makamını aşmıştır. Allah Teala Musa pey-1 gamber ile arasına
Mülkiyet Lamı koymuştur. Resulü'nü (sav) iseı mülkte Kendi yerine geçirmiştir.
O, Musa peygamber hakkında1 şöyle buyurmuştur: "Seni Kendim için
ayırdım". (Taha(41) j
Habibi ve
son Peygamberi (sav) hakkında ise şöyle buyurmak-tadır: "Sana biat
edenler, ancak Allah'a biat ediyorlar". (Feth/10) Allah Teala'nın bir
peygamberini kendisi İçin ayırması ile, başka! bir peygamberini bizzat Kendi
yerine koyması arasında çok büyük fark vardır. Burada Allah Resulü (sav) için
büyük bir takdir ve şereflendirme sözkonusudur.
Allah
Teala'nın Zatı'ndan ayrı olarak zikredip sıfatlarından biriyle övdüğü
peygamber ile, Zatı'na bitişik olarak zikredip Kendi sıfatıyla övdüğü Peygamber
arasında çok büyük fark vardır. Zatı'ndan ayrı olarak zikrettiği peygamberle
ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Senin üzerine Ben'den bir muhabbet
bıraktım ve (herşe-yi) gözlerimin önünde yapacaksın". (Taha/39) Zatı ile
bitişik olarak zikrettiği Peygamberi hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve Resulü'ne iman edersiniz, onu desteklersiniz.." (Feth/9)
Benzer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmıaktadır: "Allah ve Resulü razı
etmelerine daha layıktır". (Tevbe/62)
Musa
peygamberle ilgili olarak nazil olan bir ayet de şudur: "Ey Musa, Ben seni
risaletlerim ve konuşmamla diğer insanlar arasından seçtim. Sana verdiklerimi
al ve şükredenlerden ol". (A'raf/144) Yani, 'sana verdiğimiz kelamı al,
Ben seni insanlar arasından yükselterek seçtim. Bunun için şükret. Bakışa
(=rü'yet) gelince, onu da Resulüm Muhammed'e (sav) tahsis ettim. İbni Abbas
(ra) ve Ka'b'dan rivayet edilen bir tefsirde, Allah Teala'nm konuşma ve rü'yeti
Resul-i Ekrem (sav) ile Musa peygamber arasında taksim ettiği, Musa'ya (as)
kelamı nasip ederken, Habibi'ne de (sav) rü'yeti verdiği bildirilmektedir.
Bu görüşü
destekleyen bir husus da, Allah Teala'nm kelamıyla teşrif ettiği peygamberinin
buna tahammül edebilmesidir. Bu güç, Allah Teala'nm o peygamber için bunu
önceden murad etmiş olduğunu gösterir. Çünkü Allah Teala bir kulu için birşeyi
murad ettiğinde onu metin kılar ve gerekli kuvveti kendisine verir. Nitekim
Habibi Mustafa'yı (sav) rü'yet için takviye etmiş, gereken metaneti kendisine
nasip etmiştir. Çünkü Allah Teala O'nun için ru'yeti murad etmiştir.
Mahbub
makamının özellikleriyle ilgili olarak anlatılanlardan biri de şudur: Ali b.
Ebi Talib'e (kv), 'Bize arkadaşlarını anlat' denilmişti. O da, 'Hangisini
soruyorsunuz?' dedi. Bunun üzerine 'Sel-man'ı (ra)' dediler. Ali (kv), 'O,
evvelin de ahirin de ilmine vakıf olmuştu' dedi. Teki Ammar (ra)?' dediler. O
da, * Ruhuna kadar iman dolu bir insanddedi. Ya Huzeyfe (ra)?' diye sordular.
'O, sır sahibiydi, münafıkların bilgisi ona verilmişti' dedi. 'Bize kendini
anlat' dediler.
Bunun
üzerine Ali (kv) şöyle dedi: Sizin bu sorularla asıl varmak istediğiniz
bendim. Ben birşey istediğimde o bana verilirdi. Sükut ettiğimde ise
korunurdum. Onun bu makamı da mahbub makamıdır. Çünkü o, birşey istediği zaman
Rabbi onu işitir ve kendisine icabet ederdi. Sükut ettiği zaman ise, onu
gözler ve şefkat gösterirdi.
Ali b. Ebi
Talib'den (kv) konuyla ilgili rivayet edilen bir söz de şudur: Bilmediği birini
seven kimse, ancak kendisiyle şakalaşmış olur. Bu sözden çıkarılacak anlam şudur:
Sevdiğinin sıfatlarını, ahlakını, fiil ve hükümlerini bilmeyen, onu ancak
kendisine bildirildikten sonra severek rızasını kazanmaya, hoşlanmadığı
şeylerden sakınmaya çalışan kimse, kendi kendisiyle oyalanmış demektir.
Böyle biri
için muhibbamn sıfatlarından hiçbiri geçerli olamaz. Yine o, ariflerin
hakikatine de ermiş olmaz. Çünkü o, mahbubunun fiillerinin değişmesi
neticesinde muhabbetinin tersyüz edilmesinden emin olamaz. Habibinin imtihanı
veya hükümlerinin farklılaşması yüzünden muhabbetinin değişmesinden de emin
olamaz. Dolayısıyla onun muhabbeti, hakiki değil, olsa olsa mizahi bir muhabbet
olabilir. Muhabbetin bu makamında, muhibbamn Mahbub Teala'nm fiilleri hakkında
cehaleti ve büyük bir aldanış sözkonusudur.
Muhabbetin
sıfatlarından biri de, Habib'i tazim, yüceltme, O'ndan haya ve takdir babından
bu muhabbeti gizli tutmaktır. Bu, akıl sahibi muhibbamn seçkinlerine ait bir
sıfattır. Safa ehline göre de bu gizlilik, vefakârlığın gereğidir. Muhabbet,
kalplerin deru-nunda Mahbub'a ait bir sır ise, onu ifşa edip pazara çıkarmak muhabbete
ihanettir. Bu muhabbete ima ve işarette bulunmak, edep ve hayaya ters bir
davranıştır. Çünkü bunda şöhret bulma sözko-nusudur. Şöhrette ise, muhabbet
iddiasında bulunma ve kibir gibi kusurlar saklıdır.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: İnsanların Allah Teala'dan en uzak olanı, O'na en çok
ima ve işarette bulunandır. Boyleleri her fırsatta Allah Teala'ya işaret eder,
O'nun zikrini yapmacıklık ve süsleme gayesiyle kullanırlar. Allah Teala'yı
hakkıyla bilen ve seven alimler ve muhibban nezdinde bu tür insanlar hoş
görülmeyen kimselerdir.
Zünnun-i
Mısri, sürekli muhabbeti anlatan bir arkadaşının yanma gitmişti. Arkadaşının
tarif edilmez derecede ağır bir imtihandan geçtiğini gördü. Zünnun dedi ki:
O'nun darbesinden elem duyan kimse Allah Teala'yı seviyor olamaz. O adam şöyle
dedi: Ama ben diyorum ki O'nun darbesinden zevk alamayan kimse O'nu hakkıyla
seviyor olamaz. Bunun üzerine Zünnun şu karşılığı verdi: Kendini O'nun
muhabbetiyle teşhir eden kimse de O'nu hakiki anlamda seviyor olamaz. Bunun
üzerine adam, 'Rabbime istiğfar eder ve yaptığımdan dolayı O'na tevbe ederim'
dedi. Hakikat da budur.
Muhabbeti
gizlemek, ondaki ihlas ve içtenliğin alametlerinden-. dir. Muhabbet kalbi
amellerden biriyse, onu orada tutmak gerekir.
Çekilip
alınması ve değiştirilmesi korkusuyla onu ifşa etmek ve açığa vurmaktan
çekinmek, Allah Teala'nın tuzağından ve şeytani yollara sevkedilmekten
sakınmak, muhabbetin hakikatine varmanın işaretlerindendir.
Muhabbeti,
nefisten uzak tutmak, diğer insanlardan saklamak ve onunla gösterişten sakınmak
ise, muhabbeti elde etmenin ala-metlerindendir. Çünkü Mahbub Teala kıskançtır.
Zatı'na ve muhabbetinin ortaya çıkmasına duyduğu kıskançlık, muhabbetinin ifşa
edilmesine duyduğu kıskançlıktan daha şiddetlidir.
Muhibbanm
muhabbetlerini başka insanlara açıklamalarından duyduğu kıskançlık ise, bütün
muhibbanımn O'na duydukları kıskançlıktan daha şiddetlidir. Bu sözler, uyanık
bir alim hakkında geçerlidir. Çünkü o, uyanıklık makamında kendinden emindir.
Sarhoş ve vecdiyle dalgınlık içinde bulunan kimselere gelince bunlar irade
bakımından mağlup kimselerdir. Mağlup ise, mazur görülür.
Adamın biri
Ebu Mahfuz'a muhibbandan birinde gördüğü bir hali yadırgadığını ve bu durumu
Ma'ruf a aktardığında onun tebessüm ederek şöyle dediğini nakletmişti: Ey
kardeşim, Allah Teala'nın küçük, büyük, mecnun ve akıllı bir çok muhibbanı
vardır. Gördüğün kimse, muhibbanm mecnunlarından biridir.
Muhabbetin
sıfatlarından biri de, Habib'e rıza gösterdikten sonra O'nun yaşattığı
imtihanı gizleyip açığa vurmamaktır. Çünkü bu, O'nun katında bir sırdır ve
huzurunda takmılması gereken edeb, onun gizlenmesini icap ettirir.
Sehi, halkın
tedavi olarak kurtulduğu bir hastalığa yakalanmış ama tedaviye yanaşmamıştı. Bu
yüzden de insanlar kendisine sitem etmişlerdi. Bu husus sorulduğu zaman şu
cevabı vermişti: Ha-bib'in darbesi can yakmaz. O, bu konuyla ilgili olarak
şöyle derdi: Muhibbin alameti, zorluk ve hastalıklarda sevgisinin artması ve
imtihan anlarında muhabbetini daha çok anmasıdır. Muhib, zorluk ve
hastalıkları, Rablerinden bir lütuf olarak görür, imtihanda, Mahbub'una
yakınlaşmak sözkonusudur. Muhabbetin baskın gelmesinden dolayı yaşanan her
imtihanda çekilen acılar muhibbe hafif gelir.._
Muhibbandan
bir zat şöyle demiştir: Ziikrimin en safi olduğu zaman, yüksek ateşli iken
yaptığım zikirdir. Muhabbet ehline mensup bir zat, bir muhibbin yanında
muhabetteki makamını zikretmişti. Muhib ona şöyle dedi: Muhabbetini
zikrettiğin Zat'a gelince O'ndan başkasına ilgi gösterir misin? O da, 'Evet'
dedi. Bunun üzerine muhib, 'O'nu bir gecede iki veya üç kez gördün mü?' diye
sordu. Adam, 'Hayır1 dedi.
Bunun
üzerine muhib şöyle dedi: 'Eğer haya etmesem, senin muhabbetinin sağlıklı
olmadığını söylemek isterdim. Sen, Habi-b'inden başkasına ilgi gösteriyor ve
geceleri O'nu göremiyorsun. Ama ben O'nun muhabbetini iddia etmiyorum. Buna
rağmen O'nu tanıdığımdan beri O'ndan başkasına ilgi duymuyorum. Kimi gece-j ler
O'nu yedi kez görüyorum.
j
Muhibbandan
bir zat, İbrahim b. Edhem'in halefi olup onun yoJ lu, hali ve sıfatları
hakkında konuşan birinden üstteki kıssanın taJ marnını nakletmişti. İbrahim b.
Edhem sözüne devam ederek şöyle demişti: Allah Teala'yı yüzyirmi kez gördüm ve
O'na yetmiş meseleyi sordum. Bunlardan sadece dördünün cevabını halka açıkladım.
İnsanlar, bunları dahi kabullenemeyince diğerlerini gizledim. ~Mühibbin
sıfatlan hakkında yeterince bilgi bulunmasına- rağ-' men Mahbub'un sıfatları
hakkında gaybiliğinden dolayı yeterli bilgi bulunmamaktadır. Mahbub'un hali,
tavsif edilemeyecek kadar ulvi olduğu için O'nu anlatmamız mümkün olmamaktadır.
Sevdiğini işiten, gören, sarıp alan ve sevdiğine mani olabilen nasıl tavsif
edilebilir? O, sevdiği kuluyla öylesine bütünleşir ki, onun kulağı, gözü,
kalbi, eli ve destekçisi olur.
Nitekim bir
hadiste de Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: '"Ben onu
sevdiğimde işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve aklettiği kalbi
olurum. Ben'den istediğinde ona verir, sükut ettiğinde ise onun için
biriktiririm". O'nun nuru yer halkına paylaştırılsaydı hepsine yetişirdi.
, Bütün
bunlar, mahbub makamında olanlar için geçerlidir. De--'nir ki: Bu işaretler ve
dereceler, gaybın sırlarından ve melekûtun inceliklerindendir. Bunlar, avam
tarafından mucizeler ve ayetler olarak bilinen hususlardır. Alimler ise
bunları, kerametler ve icabetler olarak isimlendirir.
Bunlar Allah
Teala'nın yeryüzündeki ayetleridir. O'nun kulları üzerindeki kudreti caridir.
Mülkündeki inayetleri de istikrarla de-
vam
etmektedir. Kullar için ancak bunların açık kılınması ve onlara nazar etmeleri
sözkomısudur. Mahbub makamından üns makamına yerleştirildikleri zaman da bu
imkana sahip olurlar. Bu ayet ve işaretlerin marifet makamlarından onyedinci
makamda bulunduklara söylenir.
Kul, marifet
makamlarından biri olan bu makama yerleştirildiği zaman, sözkonusu keramet ve
icabetlere mazhar olur. Bu makamm üstünde, ondan daha faziletli olan seksen üç
makam daha vardır. Bu icabet ve kerametlerin sıddıklardan olan resullerin
abdalı için sözkonusu olmayıp ancak sarihlerden olan nebilerin abdalı için
cari olduğu
söylenmiştir.
Resullerin
abdalının nebilerin abdalına üstünlüğü, resullerin nebilere ve sıddıkların
diğer sarihlere olan üstünlüğü gibidir. Nite-/ kim ulemadan bir zat şöyle
demiştir: Bu kerametlerin ancak safdil y sadıkların ellerinde zuhur ettiğini
gördüm. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden
cennete girenlerin
çoğu
safdillerdir".
İlliyyun,
akıl sahipleridir. Akıl sahipleri, hitab-ı ilahiyle yüzleşen, ona şahit
gösterilen ve kendilerine Kitab Öğretilen kimselerdir. Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Allah'ın Kitabı'ndan f
kendilerine öğretilen sebebiyle
ona şahit oldular". (Maide/44) Avam, bu makamı, marifet
makamlarının en üstünü zanneder. Bütün bunlar, hicab ve perdelerin sakladığı
gaybi sırlardandır. Bunlara ancak murad edilmiş kullar muttali olabilirler.
Talep edilen kullar, nefsani yönleri tamamen silinmiş kimselerdir.
Üzerinde tek
bir nefsani yön dahi kalmış, hareket ve sükununda nefsine en ufak bir bakışta
bulunan kimse dahi, bu sırlara muttali olamaz. Bu da Rabbinin bir rahmeti
gereğidir. Eğer bu sırlar, böyle birine açılırsa, hevamn şaşkınlığı içinde
helak olması ve dünya denizinde boğulması mümkündür.
Kulun bunlara
duyduğu sevgi ve bunlara yönelik talebi, o sırlar için konulan perdelerin ta
kendisidir. Bu sayede, tıpkı insanların onu bir günah işlerken görmelerini
istemeyişi gibi sırların açılma-sınıda asla istemez. Bu sırlardan, nefsinin
kendine hakim olmasından korktuğu kadar korkar. Bir Baki ile baki olduğu, bir
hayat ile hayat bulduğu sürece, hiçbir talep, düşünce, vesile ve kaygı belirt-
meksizin
yaşadığı vakit, Allah Teala'nm olağanüstü sırlarına vakıf olup O'nun gizli
hazinelerine ulaşabilir. Muhakkak ki Allah Teala dilediğini yapandır.
!
Müşahedeleri
açıklanan ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala otuz yıl boyunca kalbi
ve uzvi amellerle ibadet ettim. Bu süre zarfında bütün çabamı sarfedip bütün
kuvvetimi ortaya koydum. Sonunda Allah katında benim için bir şeycikler
olabileceğini düşünmeye başladım.
-Semavatm
keşiflerini uzun uzun anlattıktan sonra sözüne şöyle devam etti:- Sonra
meleklerden bir safîm yanma ulaştım. Sayıları Allah Teala'nm bütün
yarattıkları kadar vardı. 'Siz kimsiniz?' diye sorduğumda, 'Biz, Allah Teala'mn
sevdikleriyiz. Üçyüz bin yıldır şuracıkta O'na ibadet ederiz. Bir an dahi
aklımızdan O'ndan başkasına dönük bir istek geçmemiştir. Bu sürede, O'ndan
başkasını anmış da değiliz' dediler. Bunun üzerine yaptığım bütün amellerden
haya ettim ve onları, cehennem azabı kesinleşmiş kimselere hibe ettim. Ta ki
cehennemdeki azapları hafifletilsin.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Muhabbet makamı dışında bütün makamları aştım. Kendisine,
'Niçin?' diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: Çünkü bir şeyi aşmak için, ondan
daha latif ve hafif olmak gerekir. Muhabbetten daha latif birşey ise yoktur.
Ma'rufa şöyle denilmişti: Bize muhabbetin nasıl bir şey olduğunu anlat. O da şu
karşılığı verdi: Kardeşim, muhabbet insanların öğretebileceği bir şey
değildir. O, ancak Habib'in öğretebileceği bir haldir. Derin düşünceli alimler
de şu dört makamın hakikatlerini avama bildirmezlerdi: Tevhid, Marifet,
Muhabbet ve İhlas makamları.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Muhabbet dışında bütün makamlar; fiil ve sıfatların
nurlanndandır. Muhabbet, Zat-ı İlahi'nin hakikatinin nurundandır. İşte bu
nedenle de bu makamın tarifi çok zor, ilmi ise çok tatlıdır.
Müminler
arasında bu makamın hakikatine varanlar gerçekten çok azdır. Muhabbet, marifet
gibi bir sırdır. Mahbub zahir olduğunda, onu seversiniz. Tıpkı aşina birini
gördüğünüzde onu tanımanız gibi. Bu, O'na bağlı bir durumdur. Allah Teala,
marifet ve muhabbet sahibi olan için Zahir'dir. Yine O, marifet ve muhabbet
sahibi olmayan için de Batm'dır.
Allah
Teala'ya muhabbet makamına ulaşan kimse için kaçırdığı makamların en ufak bir
Önemi yoktur. Muhabbet makamına ulaşamayan kimse ise, diğer makamlardan
ulaştığı şeylerle gıpta edemez. Allah Teala'nm "Kim Allah'a tevekkül
ederse, O ona yeter" (Talak/3) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir:
Ayetteki yeter (=hasb) kelimesine bitişik olan zamir, Allah Teala'yı değil
tevekkülü karşılamaktadır.
Buna göre
ayetin anlamı şöyle olmaktadır: Allah'a tevekkül eden kimseye tevekkül yeter.
Bu görüşte olanlara göre tevekkül, bütün makamlara denk bir makamdır ve tek
başına yeterlidir. Tevekkül, muhabbet makamının hallerinden biridir. Allah
Teala buyurdu ki: "Ve Allah Teala'dan bir rıza ki (bu) daha büyüktür".
(Tev-be/72) Rıza da, muhabbetten bir makamdır. Muhabbet, tarif edilemeyecek
kadar yüce, akli ilimlerin kavrayamayacağı kadar erişilmezdir. Muhabbeti
bilmek, Allah Teala'yı bilmek gibidir.
Mahbubu
Allah Teala olan bir kalpten daha değerli bir kalp olabilir mi? Malumu Allah
Teala olan bir kalpten daha değerli kalp olabilir mi? Denildi ki: Kalpte bir
dane/habbe vardır ki o kalbin içidir, muhabbet de onun üzerine asılır. İşte bu
nedenle de bu hale muhabbet denilmiştir. Bu görüşte olanlara göre muhabbet kelimesi,
kalbin habbesinden türetilmiştir.
Bu habbeye
'Süveyda' kalpteki siyah nokta da denilir. İsimlerin başına gelen Mim harfi,
sıfatta mübalağa ifade etmek için kullanı-Jhr. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu
minvalde görülebilir: 'Onu sevgisiyle deldi'. Allah Teala, sevgide ulaştığı
ileri noktayı vasfet-mek için böyle buyurmuştur. Yani onun sevgisi, kalbinin iç
zarını (yırtarak kalpteki siyah noktaya ulaşmıştır.
Kalpteki iç
zar, kalbin perdesidir. Yukarıdaki ibarede sevgi kelimesi fethalı yani meful
konumundadır. Buna göre anlam, kalbinin zarını yırttı, şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Sevgi ve muhabbet böylesine ileri bir noktaya ulaştığında, muhib
kendini tutamayarak, kalbini tamamen Rabbi için boşaltır. Kalbi O'nunla dolar.
Böyle bir
kul, daha önce anlattığımız sıralamaya riayet edeme-\ yebilir. Öyle ki, ah-ü
vaha kapılıp kendini kaybedebilir. Aklın sınır-j larını zorlayarak zikir ve
davranışlarında haddi aşabilir. Araplar \bunu ifade etmek
için, 'beynini dağıttı, kafasını dağıttı, sürükledi-bindirip götürdü' gibi
kalıplar kullanırlar. Kişinin kalp zarı yırtıl dığı ve kalp perdesi
parçalandığı zaman da bu fiili tanımlamak için\ 'şeğafe' kelimesini
kullanırlar.
Bu fiil
rşe'âf e' şeklinde de okunmuştur. Bu durumda fiilin anlap mı, kalbin en üst
noktasına ulaşmak şeklinde olmaktadır. Çünkü 'şa'f kelimesi, bir şeyin son
noktasını, en üstünü ifade etmek için kullanılır. Buna göre anlam şöyle
şekillenecektir: Muhabbet onu en uzak yollara düşürmüş ve son noktasına kadar
götürmüştür. Bu noktada ise muhabbeti ona tamamen hakim olmuş, aşkının esiri
haline gelmiştir. Artık Mahbubu kendisine hakim olmuştur, ona dilediği gibi
hükmetmekte ve yönlendirmektedir. Mahbubunun çizdiği sınırları aşamaz. Kalbi
tamamıyla mahbubu için boşalır, herşeyj-den sıyrılır. Kalp, artık tamamen
mahbub ile dolmuştur. Kendi şei-killendirdiği hiçbir şey kalmamıştır.
Muhabbetin ezici kuvvetinin ortaya çıkmasından dolayı yalan söylemeyi
başaramaz. Bu nokta!-da kalp perdesi açılır, bıçak ucunu içeri doğru uzatır.
Artık muhabbeti, muhabbetle tavsif eder. Sevdiği dışında hiç kimseyle konuşmaz.
Bütün bunlar, ancak şükür makamında olabilir. \
Bti"makamı
bilmeyenler, bütün bunları inkar ederler. Sadeoî kalbi Allah Teala tarafından
takviye edilen ve iç dünyası O'nun kudretiyle korunanlar bunlara tahammül
edebilir. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı desteklemektedir:
"Musa'nın annesinin kalbi boşalmıştı. İman edenlerden olması için kalbini
sağlam-laştırmas aydık neredeyse onu açığa vuracaktı-Yani oğlunu kendisine geri
vereceğimize inanarak oğlunu ifşa etmemesi, aksi halde öldürüleceğini bilmesi
için-". (Kasas/10)
Yine O,
Ashab-ı Kehf hakkında da benzer bir fiilde bulunmuştur: "Kalplerini
(sabır ve metanetle) bağla(yıp kuvvetlendirmiştik. (Kralın önünde) kalktılar, dediler
ki: Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir". (Kehf/14) İman sevgisi onların
kalplerine de hakim olmuştu. Allah Teala, onların bu sevgiden dolayı
imanlarını açığa vurarak katledilmelerini önlemek için böyle yapmıştır. Bütün
bunlar, hüküm ve hikmet sahibi olan Hak Teala'nm ince emirleri, herşeyi bilen o
Alim'in gizemli hükümleridir.
Allarrla"lâJyrhakkıyla
sevenler, O'nun koruduğu gibi gaybı da koruyup saklarlar. Semnun zikrettiği bir
kıssada fakirlerden birine şöyle dedi: O, muhabbetiyle şımarır ve onu her yerde
anlatırdı. \ Ulemadan bir zat ise muhibbanm sıfatlarını anlatırken şöyle demiştir:
Allah Teala onları muhabbet makamına yerleştirmiştir. Bütün varlık alemi onlar
için bir zerre kadar ağırlık ifade etmez. Al-lah'dan başkasının muhabbetini
O'nun muhabbetine katmak, mu-hibban nezdinde şirk olarak görülür. Bu davranış,
bazılarına göre ise ihanet olarak görülmüştür. Çünkü bunda ahdi bozma ve akde
vefasızlık sözkonusudur.
Sehl şöyle
demiştir: Dirhemi seven, ahireti sevemez. Ekmeği seven de Allah Teala'yı
sevemez. Baba ve çocuk sevgisi , muhibbanı Allah Teala'nm muhabbetinden
çıkarmaz. Çünkü Allah Teala bu sevgiyi onların kalplerine kısmen
yerleştirmiştir. Şefkat ve merhamet anlamında eşe duyulan muhabbet de
muhibbanı, Allah sevgisi dairesinden çıkarmaz. Zaruri dünyevi ihtiyaçları talep
etmeye duyulan sevgi de onları bu daireden çıkarmaz.
Bütün
bunlar, Allah sevgisinin yerine konulacak şeyler değildir. Çünkü Allah Teala'ya
duyulan muhabbet, imanın nurları arasında bulunur. Bu tür şeylere duyulan muhabbet
ise, akılda bulunur.
Bize göre
Allah Teala'ya duyulan muhabbet ile yaratılmış bir varlığa duyulan muhabbeti
birbirinden ayırmak gerekir. Muhib-bandan bazılarına göre, muhabbetullah
dışında herşey, kişiyi Allah sevgisi dairesinden çıkarır.
Dünyevi şeyleri
üstün tutarak daima onlarla meşgul olmak, bunları Allah rızasına yeğleyerek
nevalara teslim olmak ise, bütün alim ve arifler tarafından muhabbetullah'dan
çıkartan bir durum olarak görülmüştür. Bana göre kulu muhabbetullah dairesinden
çıkaran, Allah Teala'dan başkasına dayanmak, O'ndan başkasıyla sevinmek ve
O'ndan gayrisini kaybetmekten dolayı üzülmektir.
İnsanların
abdal zümresinden bir arife, 'Senin muhib öldüğünü n> söylüyorlar, ne dersin?' denilmişti. O da,
şu karşılığı vermişti: Ben1muhib değilim. Çünkü muhib, zahmettedir. Ben ise
mahbubum. Yi-s^ ne ona, 'Halk senin
için Yedilerden biri diyor, ne dersin?' dediklerin-^ de şöyle karşılık verdi: Ben, Yedilerin
hepsiyim. Beni gördüğünüz- de, Kırklar1! görmüş olursunuz. Soru sahipleri
şaşkınlıkla sordular: ^ Sen, tek bir
insansın, bu nasıl olur? O, şu cevabı verdi: Ben, Kırkların hepsini gördüm.
Onlardan herbirinden de bir ahlak aldım.
-;Senin
Hızır'ı gördüğünü söylüyorlar, buna ne dersin?' diye sordular. pBunun üzerine o
zat tebessüm etti ve şöyle dedi: Hızır'ı görene hay-iret etmek gerekmez. Esas
hayret edilmesi gereken, Hızır'ın görmek istediği ve ondan saklandığı için
göremediği kimsedir. Yemin ederim ki, Allah Teala katında öyle yaratılmışlar
vardır ki ne insan, ne de melekler taraûndan görülmüşlerdir. .
Bize şöyle
bir hadise anlatılmıştı: Hasan (ra) Haccac'm adamla'rina yakalanmamak için
Habib el-Acemi'nin evine saklanmıştı. - Haccac'm adamları onu takip
ediyorlardı. Hasan (ra) askerlerin he-[- men ardından eve gireceklerini
anlayınca arka duvardan atlayıp 1 kaçmak istedi. Habib Ebu Muhammed kendisine
şöyle dedi: Otur bakalım. Askerler eve girdiler ve Habib'e 'Hasan nerede? Bize
senin evine gizlendiğini söylediler1 dediler. O da, 'Bir şey görebiliyor
musunuz? İsterseniz evi tamamen arayın' dedi.
Askerler,
evi tamamen aradılar ve elleri boş halde çıktılar. Onlar çıktığında Hasan
(ra), Habib'e 'Nasıl oldu da beni görmediler?' diye sordu. O da, 'Çünkü sen
Allah katmdaydın, bu yüzden de seni göremediler. Eğer benim yanımda olsaydın
seni görürlerdi' dedi. Habib, Hasan'm (ra) arkadaşlarından biriydi. Hasan (ra)
ise, ondan derecelerce yüksekteydi. Ama Allah Teala onu arkadaşına muhtaç
etmişti.
Beyazıd-ı
Bestami'ye, 'Kaf dağına gittin mi?' diye sorulmuştu. O şöyle dedi: 'Kaf dağı,
Kef, Ayn ve Sad dağlarına göre daha yakındır'Onlar hangi dağlar?' diye soruldu.
O da, 'Bu dağlar, aşağı arzları kuşatmış dağlardır. Bu arzlardan her birinde,
Kaf dağı mesabesinde bir dağ vardır. Kaf dağı, bu dağların en küçüğü, bulunduğumuz
arz ise o arzların en küçüğüdür.
Ebu
Muhammed, Kaf dağına tırmandığını ve Nuh'un (as) gemisinin zirvede bulunduğunu
gördüğünü söylemiştir. O, bu dağı da, gemiyi de anlatmıştır. Yine o, şöyle
demiştir: Allah Teala'nm Basra şehrinde Öyle bir kulu var ki, oturduğu yerden
ayağını kaldırdığı zaman onu Kaf dağının üstüne koyabilir. Hatta, bütün
dünyanın bir veli için bir adımlık mesafe olduğu söylenmiştir.
Allah
Teala'nm bir velisi, tek adım attığında beşyüz yıllık mesafeyi alır. Bir
ayağını Kaf dağına koyduğunda, diğerini de başka bir dağın üzerine koyarak
yeryüzünü tamamen aşabilir.
Bir
keresinde de Beyazıd-ı Bestami'ye Sütunlu İrem şehrine gidip gitmediği
sorulmuştu. O şu cevabı verdi: Ben Allah Teala'nm bin şehrine gittim ve
bunların en mütevazı olanı İrem'di. Sonra bu şehirleri sıraladı: el-Beyt,
Tavil, Paris, Çaylık, Cabers, Mesek..
Bu noktada
birisi, İrem şehri için Allah Teala'nm, "Ülkede onun benzeri
yaratılmamıştı" (Fecr/8) buyruğunu öne sürebilir. Bunun açıklaması, Yemen
ülkesinde İrem şehrinin bir benzerinin olmayışıdır. Çünkü bu ayete muhatap
olanlar, Yemen halkıdır. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Ya da
arzdan sürülmeleri..." (Mai-de/33) Buradaki arzda bulunulan şehir veya
ülkenin toprağından sürülmeleri kasdedilmektedir. Yoksa, yeryüzünden atılmaları
mümkün değildir.
İrem,
Yemen'de bulunan Ad şehridir. Bu şehir, Ebter ile Şehar arasında yer alır.
Şehrin bin kapılı bir surla çevrili olduğu her iki kapının arasında bir fersah
mesafe bulunduğu, altın, gümüş, yakut ve zümrütten direkler üzerine oturtulduğu
söylenmiştir. Şehirde yüzbin sütun bulunduğu söylenmiştir. Rivayete göre bu
şehir, cinler tarafından Ad b. Şeddad b. Sam b. Nuh için yapılmıştır. Cinler
bu sütunları, deniz diplerinden çıkartmışlardır. Cinler, Süleyman b. Davud peygamberden
(as) dört bin yıl önce Ad b. Şeddad'm emri altına verilmişlerdi.
İrem
şehrinde abdal zümresinden bir topluluk Cuma geceleri bayram havasında
toplanırlar. Rivayete göre bu şehirde, her birinin uzunluğu on kulaç olan taş
sandukalar vardır. Bu sandukalarda vefat eden peygamberlerin naaşları
bozulmaksızın kalmıştır. Ama bunlar, insanların gözlerinden perdelenmiş tir.
Sehl (ra) bu
şehri her Cuma ziyaret ederdi. O da nıahbublardan biriydi. Bütün bunlar Allah
Teala'nm yüce kudretinin basit işaretleridir. Bu kula, 'Allah Teala'ya dair
müşahedelerini anlatır mısın?1 denilmişti. Bir süre kendini kaybetti. Ardından
şöyle dedi: Vay halinize sizin! Sizin gibilerin bunu öğrenmesi uygun olmaz.
Bunun üzerine, Teki Allah Teala'ya ulaşmak için nefsinle yaptığın müca-hedeleri
anlatır mısın?' dediler.
O, 'Bunları
bildirmem de caiz olmaz' dedi. Bunu da geri çevirince, 'Öyleyse nefsinle
riyazetini biraz anlat' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Peki, bazı
hususlarda nefsimi Allah Teala'ya boyun eğ-
meye
çağırmıştım. Bana köstek oldu. Ben de onu zorlamak için bir yıl su içmemeye ve
uykuyu tatmamaya karar verdim. Bunun üze-\rine bana itaat
etmeye başladı.
Onunla
ilgili olarak Büceyr b. Muaz bazı müşahedeleri naklet-miştir. Bir defasında
onu, yatsı namazından sabah namazına kadar ayak parmaklarının üstünde,
çenesini göğsüne yaslamış ve sağa sola dönmeksizin tek bir noktaya bakar halde
gördüğünü, ardından seher vakti secdeye kapandığını ve oturarak şöyle dua
ettiğini nakletti:
Allahım, bir
topluluk Seni talep ettiler ve Sen onlara arzın içini verdin. Onlar da bundan
razı oldular. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk
istediğinde ise onlara suda ve havada yürüme gücünü verdin, onlar da bundan
hoşnut kaldılar. Ben ise, böyle bir talepten Sana sığınırım. Bir topluluk da
Sen'den talep ettiklerinde, onlara yeryüzünün hazinelerini verdin. Bütün
gözler onlara dönünce aldıklarına razı oldular. Ben, bundan da Sana sığınırım.
Bu şekilde
velilerin kerametlerine dair yirmi küsur makamı sıraladı. Neden sonra benden
tarafa bakıp beni görünce, "Yahya?1 dedi. Ben de, 'Evet efendim' dedim.
Bana, "Ne zamandan beri oradasın?' diye sordu. Tatsı namazından beri'
deyince sükut etti.
Bunun
üzerine, 'Efendim bana birazcık anlatır mısınız?' dedim. Bana şunları anlattı:
Sana uygun olan kısmını anlatayım. Rabbim beni felek-i esfele koydu. Sonra beni
melekût-i süflâda dolaştırdı. Bana iki arzı ve sera'ya kadar onların altını
gösterdi. Sonra da felek-i ulviîye çıkardı ve gökleri dolaştırdı. Bana oradaki
cennetleri ve Arş'a kadar olan makamları gösterdi. Sonra da huzurunda durdurdu
ve 'Gördüklerinden dilediğim iste' buyurdu.
Ben de,
'Allahım, gördüklerimin hiçbirini güzel bulmadım. Ben yalnız Seni istiyorum'
dedim. Bunun üzerine, 'Sen Benim hakiki kulumsun, Bana sadakatle kulluk
ediyorsun. Sana şunları yapacağım..' buyurarak birçok şey sıraladı. Yahya b.
Muaz sözüne şöyle devam etti: Bu durum beni çok etkilemiş ve kalbim
anlattıklarıyla dolarak şaşırmıştım. 'Efendim, niçin Marifetullah\
istemediniz?' diye sordum. Bana öyle yüksek bir sesle haykırdı ki tarif edemem
ve şöyle dedi: Sus, yazık sana ki bana baskın yaptın.^
Ebu Türab
en-Nahşebi (ra) müridlerin birinden hoşlanmaktaydı. Onu barındırır,
ihtiyaçlarını temin ederdi. Mürid ise, sürekli ibadet ve vecdleriyle meşgul
olurdu. Ebu Türab, bir gün ona şöyle dedi: Beyazıd'ı bir görsen. Ama mürid,
'Ben onu göremeyecek kadar meşgulüm' diyerek bu isteğe kulak asmadı.
Ebu Türab,
müridin onu görmesinde ısrar edince, mürid kendini kaybederek şöyle dedi: Sana
ne oluyor? Ben Allah Teala'yı gördüm, Beyazıd'ı görme ihtiyacım kalmadı. Ebu
Türab şöyle der: Bu sözü üzerine kendimi tutamadım ve şöyle dedim: Yazık sana!
Beyazıd'ı bir kez görsen senin için Allah Teala'yı yetmiş kez görmenden daha
faydalı olurdu.
Mürid sözüme
çok şaşırdı ve onu yadırgayarak, 'Nasıl olur?' dili ye sordu. Ebu Türab da şu
karşılığı verdi: Söylediğine bak! Sen Al-; lah Teala'yı kendi yanında
görüyorsun ve O sana, senin mikdarma ,, i; göre tecelli ediyor. Beyazıd'ı ise
Allah Teala'nm katında görürsün. \ i Allah Teala ona da, mikdarmca tecelli
etmektedir. .; Bunun üzerine ne
demek istediğimi anladı ve 'Beni ona götür'\ dedi. Ebu Türab uzun bir kıssa
anlattıktan sonra şöyle devam etti: Bir tepenin üzerinde durduk ve Beyazıd'ı
beklemeye başladık. Ne-: hirden bize doğru gelmeye başladı. Sırtında kürk
vardı. Yanımızdan geçerken, genç müride İşte bu Beyazıd'dır, ona iyice bak' dedim.
Genç ona bakınca olduğu yerde düşüp kaldı. Onu ayıltmaya çalıştığımızda, vefat
etmiş olduğunu gördük. Beyazıd ile birlikte onu defnettikten sonra kendisine,
'Sana bakışı onu öldürdü' dedi. Beyazıd bana, 'Hayır, senin arkadaşın çok sıdk
sahibi biriydi. Onun kalbine bir sır yerleştirilmişti. Ama bu sır kendi halinde
iken açılmıyordu. Beni gördüğünde kalbinin sırrı açıklandı. Ama o, bu sırrı
taşıyamadı. Çünkü zayıf müridler makamında idi. Sırrın ağırlığı da onu canından
etti' dedi.
Bütün
bunlar, muhabbet makamında ziyade sahibi olan mah-bublarm hususiyetlerinden
sadece bazılarıdır. Bunlar, Cömert Mu-hib'bin sonsuz rızkından hesapsız olarak
bahşettiği rızıklardandır. Talibin matluba müyesser kılması, Muhib'bin
mahbubuna yardımlarıdır. Habib makamı, zahir olmayacak kadar ulvi, kıskançlığından
dolayı O'ndan başkasının bilemeyeceği kadar gizlidir. Allah Teala, bir takım
fiileri vasıta ederek onları perdelemiş ve bazı sıfat-
larım
kullanarak üstlerini örtmüştür. Onlar makamat ehlidirler.
Allah Teala
onları özlediği gibi, onlar da Allah Teala'ya karşı şevk içindedirler. Onlar kurb/yakınlık ehlidirler.
Rableri kendilerine baktığı gibi onlar da Rablerine nazar ederler.
Muhabbet
ehli O'nun kelamını dinlemeyi çok severler. O da onların sözlerini dinlemeyi
sever. Hal ehli de, O'ndan niyazda bulunmayı severler. Allah Teala da onların
Kendisinden niyazda bulunmalarını sever. Müşahede ehli, kalplerinde olmasına
rağmen daima O'nu ziyaret ederler. O da kendilerini kalplerinde ziyaret eder.
Ahiret ehli,
O'na ahirette bakarlar. O da kendilerine dünya hayatında bakar.
Bütün
bunlar, Allah Teala'nm lütufları olup, dilediği kullarına verir. Bu hususla ilgili
olarak kral peygamber Davud (as) hakkında bir kıssa anlatılmıştı. Allah Teala
onu, ondört evliya muhibbamna göndererek Zatı'ndan bir ihtiyaçları için talepte
bulunmalarını istemesini buyurmuştu.
Ondört veli, Davut peygamberi gördükle-
- rinde, kendilerini
Allah'a ibadetten alıkoymaması için uzaklaştılar. r Bu kıssayı daha önce de
zikretmiştik.
Bu tür
hadiseleri yadırgamamak gerekir. Çünkü Allah Teala, mahbub kullarına henüz
dünya hayatında iken cennet ehlinin ahi-t ret hayatında ilk hediyesi olan 'Kün=Ol'
emrini verir. Onlar bu he-: diyenin kendilerinde ölene dek kalması için onu çok
az kullanırlar. . Rablerine duydukları muhabbetin büyüklüğü sebebiyle de bu
emri , kullanmak istemezler.
Onların
marifetleri, kendileri dışındakiler! geçmiştir. Allah Teala onlara 'Kün'
emrini vermekle, Kıyamet hakkında 'Kün=Ol' deme hakkını da vermiş olmaktadır.
Cennet ve cehennemin üzerindeki perdenin kaldırılmamasım istemek de onlara
bırakılmıştır. Onlar, kevn ve mekanın ötesinde varolan gerçekleri de,
kıyametten önce insanlara ifşa etmezler. Bunlar, batın olanlar için zahir olsa
/ da, Allah Teala'ya yakini imanın olabilmesi için O'nun yaratışı ge-/ reği perdelenmişlerdir.
Vehimden
uzak, fikir ve tasaların ulaşamadığı bu gerçekler, Allah Teala'nm buyruğuyla
gizli tutulmuşlardır. Allah Teala sevdikle-;j rinden bu hakikatleri
açıklamamalarını istemiştir. Çünkü akıl ve hikmetin gereği bunların
gizlenmesidir. Bunların izhar edilmesi
yaratılmışlar bakımından uygun olmayacağı gibi, dünya hayatının düzeni
bakımından da doğru olmayacaktır. Sabık takdirden dolayı tedbir-i ilahinin
düzeni de sarsılacaktır. Böyle bir durumda hükümler sakıt olup insanların
helake düşmeleri sözkonusu olacaktır.
Muhibban bu
durumu gördükleri ve Allah Teala'mn kendileri için koyduğu istisnaları idrak
ettikleri zaman, O'nun isteğine en güzel şekilde icabet edip en hızlı şekilde
kendisine uymuşlardır. Onlar için yapılması gereken en güzel davranış, O'nun
rızasını kazanmaktır. Bunun yolu da, O'nun açığa çıkardığım olduğu gibi bırakmak,
O'nun rızasına nail olmak için gizlediği hususları açıklama hususunda cimri
davranmaktır.
Onlar,
Rablerinin kudretiyle icra ettiği tasarruflarına rıza göstermiş insanlardır.
İşte bu da, cehd, zühd ve muhabbetin zirvesidir. Allah Teala da bu
davranışlarından dolayı onların şükrünü en güzel şekilde kabul eder. Onlar
için katında en değerli sermayeleri biriktirir. Zenci isyanı sırasında
isyancılar şehre girdikleri, insanları Öldürüp malları talan ettikleri zaman
Sehl'in arkadaşları onun yanında toplandılar ve 'Bu konuda Rabbine niyazda
bulunsan ve bunlara beddua etsen nasıl olur?' diye istekte bulundular. Sehl
bir müddet sustuktan sonra şöyle dedi:
Bu beldede
Allah Teala'mn Öyle kulları var ki, eğer zalimlerin \ helak edilmesi için dua
ederlerse, bir gece içinde yeryüzünde tek i bir zalim dahi kalmayıp hepsi de
ölür. Ama onlar bunun için dua _
etmezler. 'Niçin?1 diye sorulduğunda ise şöyle dedi: Çünkü onlar, O'nun
istemediği birşeyi istemezler. Sehl bunu söyledikten sonra, , Allah Teala'mn bu velilerin dualarından
kabul ettiklerine dair birçok hadiseyi anlattı. Sonunda ise şöyle dedi: Eğer
Kıyamet'in kopmaması için dua etselerdi, Kıyameti dahi kopartmazdı.
Kul Allah
Teala katında böyle bir mekana ulaşıp kendisine 'Kün' emri verildiği zaman bu
durum onun şöyle demesini gerektirir: Allahım beni istediğin şeye muvaffak et,
istemediğin şeyden beni koru. Çünkü ben, cahil bir beşerim. Tedbiri Senin gibi
güzel yapamam, kaderleri bilemem, işlerin akıbetlerine dair bilgim olamaz.
Sözümde çelişki, irademde kararsızlık olmasından korkarım.
Allah Teala
kendisine icabet ettiğinde sükut edip teslim olur ve Rabbinin tedbirine rıza
gösterir. Çünkü Allah Teala'yı seven bir kul, işlerin de O'nun takdir ve tedbir
ettiği şekilde sürüp gitmesini ister. Çünkü işlerin akıbetlerindeki tedbir,
birtakım hayır ve şer manalarını ortaya çıkarır.
Allah Teala,
arşa istiva ettiği gibi kainatın tedbirini de üstüne almıştır. O, kullarına bu
görevi yüklememiş, işlerin sevk ve tedbirini onlara bırakmamıştır. Onlara
yüklediği, O'nun hüküm ve takdirine karşı sabır ve rıza göstermeleridir. Kul,
Allah Teala'mn muradının gerçekleşmesi için sükut edip edebli davranmalıdır.
Kendi üstüne düşmeyen işlere karışmamalı, ilahi takdire itirazda bulunmamalıdır.
Bu şekilde davranan kul, tevekkül ve rıza makamına ulaşır. İşte bu nedenledir
ki Ebu Muhammed (ra) 'Allah Teala'nm yarattıklarından muradı nedir?' sorusunu
şöyle cevaplamıştır: Halen bulundukları durum; O'nun istemediği birşeyi nasıl
isteyebilirsiniz? O, muradların zuhur ettiği, hükümlerin belirdiği sıfatlarını
sever. Olması gereken olmakta olduğu gibi, olmuş olması gereken de olmuştur:
Kün=Or 'Kâne=Oldu' fiilinin altında gizlidir.Eğer 'Kâ-rie^vâTöİTnasaydı, hiçbir
şey olmazdı. Muhibban için 'Kâne' fiili'Kün' emrinden daha sevimlidir. Çünkü
hem O, hem de onlar için \ 'Kün'
emrinin misalleri vardır. Ama ne O, ne de onlar için 'Kâne'nin emsal ve benzeri
yoktur. Onlar öyle kimselerdir ki, hiçbir nefs olar için gizlenen göz
aydığmlığını bilemez. Onlar Allah Teala'yı se-
/ yen, O'nun mülkünde zühd sahibi olan kullardır.
Onlar, Allah
Teala'mn kendilerini halife kıldığı mallarda işte böyle davranmışlardır. Çünkü
Rableri'nin şu emrini işitmişlerdir: "Allah'ın sizi halife kıldığı
(mallardan O'nun yolunda) infak edin" (Hadid/7) O'nun rızası için malın
tamamını verin. Onların vekil olmasından sonra O da, onların halifesi
olmuştur. Nitekim onlar Allah Teala'mn buyruğuyla şöyle demişlerdir:
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" (Al-i îmran/173)
Allah Teala
da onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'tan bir nimet ve lütufla
ayrıldılar da onlara hiçbir kötülük dokunmadı. Onlar Allah'ın rızasına tabi
oldular, Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldular". (Al-i
îmran/174) Çünkü onlar, söyledikleriyle amel etmiş, imanın hakikatine
ulaşmışlardır.
Denildi ki:
İman, söz ve fiildir. Halbuki söz, fiilin yerini alamaz. Kullar, "Yalnız
Sana ibadet eder, yalnız Sen'den yardım dileriz"
(Fatiha/5)
dediklerinde Allah Teala da 'Doğru söylediniz!' buyurur. Çünkü onlar, Allah
Teala'dan başkasına hizmet etmez, O'ndan başkası karşısında zelil olmazlar.
O'ndan başkasından yardım dilemez, musibetleri O'ndan başkasından bilmezler.
İşte bu nedenle de Sadık Teala'yı tasdik ettikleri için sıddık olmuşlardır
Bize ulaşan
bir rivayete göre kul, "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Sen'den yardım
dileriz" (Fatiha/5) ayetini okuduğu zaman Allah Teala ona şöyle buyurur:
Yalan söylüyorsun. Eğer yalnız Bana ibadet ediyor olsaydın, Ben'den başkasından
korkmaz ve ümit etmezdin. Eğer yalnız Ben'den yardım dileseydin, kendi malın
ve ailenden medet ummazdm.
Nakledilen
bir rivayete göre Kur'an-ı Kerim'den bir sure okuyan kula -eğer onunla amel
ediyorsa- okuması bitinceye kadar o sure salat eder. Böyle bir kul sıddık
sayılmıştır. Bir kul da vardır ki Rur'an'dan okuyup da amel etmediği bir sureyi
bitirinceye kadar o sure tarafından lanetlenir. Böyle bir kul da yalancı/kezzâb
sayılmıştır. İman nerededir? İman, amelsiz olmaz. Amelsiz biri hakiki anlamda
mümin değildir.
Allah
Teala'mn dostları, sözlerini amelle gerçekleştirmiş, imanlarına yakin ile
şahitlik etmişlerdir. Onlar, Tîasbünallah ve ni'mel-Vekil/Allah bize yeter, O
ne güzel vekildir, La ilahe illallah, Allahü ekber1 deyip O'na tevekkül
ettikleri ve ve O'ndan razı olarak O'na teslim oldukları zaman sinelerinde
Allah Teala'dan başkasına yer kalmaz. Allah Teala da onlara 'Doğru söylediniz'
buyurur. Böylelikle de sıddıkların arasına katılırlar. O, bir şeye 'Ol'
dediğinde olur, Bunu iyi düşünün.
Kul, 'O ne
güzel Vekil'dir^ni'mel vekil' dediğinde tevekkül makamına yerleşmiş olur.
Sıdkta ise birçok makama sahip olur. Sadık olan Allah Teala, 'Sadaktüm=Doğru
söylediniz' buyurduğunda ise sıddıklardan olur.
Allah Teala
böyle kullarına şöyle buyurur: Kullarım, siz Benim seçtiklerinsiniz, sevgime
sahip olanlarsınız, Ben sizin Vekilinizim, siz Ben'den razı oldunuz ve Ben size
yeterim. İşte onlar, Allah Teala'dan bir nimet ve lütufla ayrılırlar ve onlara
hiçbir kötülük dokunmaz. Onlar Allah Teala'mn rızasına tabi oldular. Allah
Teala da onlara dört türlü mükafaat verdi: Nimet ve lütuf, O'na tevekkül,
kötü-
lükten uzak
tutmak, onların rızasına kendi rızasıyla cevap vermek. Allah Teala onlardan
razı olmuştur. Allah Teala'mn sevdiği kului mazur görülürken düşmanın hiçbir
özrü kabul edilmez. ı
Mahbub
hesaba çekilmezken, gazaba uğrayan için hiçbir hafifletici sebebe bakılmaz.
Ediblerden biri bu anlamda şöyle bir beyit söylemiştir:
Vuslat için
ehil olmayan kimsenin,
Bütün
iyilikleri günah olarak sayılır.
Başka biri
ise şöyle bir beyit dizmiştir:
O'nun
Zatında bir şefaat eden vardır ki kötülüğünü kaldırır,
Kalplerden
ve Özürleri getirir.
Tahkik
sahibi müridlerden biri de şu şiiri okumuştur:
Bakışımı
özüme dönük kıldım,
Bana olan
sevgini, Sana şefaatçi kıldım,
Senin vaktin
bütün dehre vurulsa,
Bin yıl bir
saate göre daha az olurdu.
«^ Allah
Teala'mn kendisini zikrettiğimiz makamlara muttali kılmadığı bir kul da O'ndan
korkmalıdır. Bu konuda zahid olmalı ve müşahede ettiği üstün kudretle zahiri ve
batini olarak gördüğü bir-çÖk işaretle mahbub makamı için himmetini âli
tutmalıdır. Marifete sahip olduğu iddiasında olmamalı, muhabbet makamına
ulaştığı vehmine kapılmamalıdır. Onun bu makamdan nasibi, ancak umuntu,
aldanış zan ve sahte görüntülerden ibarettir.
Allah Teala
bir kavmi zan sahibi kılarken, dostlarına yakin na-sib eder. Kalbi
hastalıklarından dolayı bir kavme istidraclar verirken, tahkik sahibi ve
mahbub makamında olan velilerine ise apaçık işaretler ve Kur'an ayetlerinin
isbat ettiği gibi yakini deliller nasip eder. Kalplerindeki kevn açığa
çıkıncaya kadar kendilerini 'Kün' emrine muttali kılmaz. Kevnde zikredilmesi
uygun düşmeyecek enfes varlıklar ve çok rağbet edilen şeyler vardır.
Nefsani
afetler ve dünya mülkünün ziyneti, avamın kalplerinin perdeleridir. Akli
hazlar, melekûta dair ruhani şehvetler ise havaşsın kalplerinin perdeleridir.
Kalbin, müşahede ettiği derecelerin özüne yükselmesi ve mahbubların kalplerinin
perdelerini kaldıran rahmet ve rağbet hususiyetleriyle beraber durması halinde
nefsani şehvetleri aşar ve bunlarla akli perdeleri kalkardı. Ama bu noktada
ruhi arzulara kapılmaları mümkündür. Ruhi arzuları aşmaları ve nur perdelerinin
açılması için Allah Teala'nın Zatı'yla yüzleşemele-ri ve O'nun sıfatına nazar
etmeleri gerekir. Bunu başardıklarında onlara ne mutludur. Aksi takdirde resmi
bozar, mühürü değiştirirler. Makamlar açığa çıktığı, faziletler kesildiği
mütalaalar tahkik edildiği, mevki ve dereceler sakıt olduğunda talep eden
küçülüp talep edilen büyür, rağbet eden fena bulup rağbet edilen baki olur.
İşte bu
noktada perdelerin sonuncusu olan İsm'e sarılmak açığa çıkarılır. Bu nokta,
aynı zamanda Allah Teala'ya yakınlığın da başıdır. Allah Teala, nasıl
davranacaklarını görmek için kullarını bununla imtihan eder. Bu noktada
yeryüzünün üstündeki herşey fani olup ancak Rabbi'nin Zatı baki olur. Bu makam,
işte böyle kullar için sahih olur. Bu anlamda şöyle denmiştir:
O'nun
bekasından sonra fani olsan da zahir olursun, O, artık kevnsiz olmuştur. Çünkü
sen O'sundur.
Bu,
mevcuduyla vecd bulma, kayyumiyeti ile kıyam mekanıdır. ! Halbuki daha önce
kevniyle vecd sahibi ve kıyamıyla kaimdir. Beya-zıd-ı Bestami şöyle derdi:
Allah Teala sana, Musa peygamberin mü-nacatmı, İsa peygamberin ruhaniliğini ve
ibrahim peygamberin dostluğunu verse de sen O'ndan daha fazlasını iste. Çünkü
O'nun katında bunlardan kat kat daha fazlası vardır. Eğer bunlarla
yetinirsen seni bununla perdeler. Bu,
onların ve onların haline sahip olanların imtihanıdır. Onlar emsal, yani
peygamberlerin emsalidirler. Kul, talep edilenin tamamına bakmadığı ve rağbet
edilenin yapısına vakıf olmadığı zaman Rabbi onu mahbub makamına kor. Onu
sığındırır, şefkat gösterir, onu gözler, Zatı ile onunla yüzleşir. Kul da O'na
yönelir, böbürlenmeden O'nun yakınlığına koşar. Yüzünde başka bir yüz, elinde
başka bir el görmeksizin kayyûmiyeti-ni müşahede ederek şahitliğini ifa eder.
Bu, ariflerden talep sahibi olanların varmak istedikleri son noktadır.
Muhibban
ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mükaşefe yoluyla kirk huri gördüm. Onlar
havada süratle gidiyorlardı. Üzerlerinde altın, gümüş ve mücevherlerden
ziynetler vardı. Onlara çok dikkatli bir şekilde baktığım için kırk gün
cezalandırıldım. Daha sonra
öncekilerden daha güzel ve gösterişli seksen huri gördüm. Bana, Q onlara
bakmam söylendi. Secdeye kapandım ve onları görmemek için gözlerimi yumdum. 'Sen'den başkasından
Sana sığınırım, benim bunlara ihtiyacım yok' dedim. Ben böyle yakarırken,
onlar önümden ayrıldılar.
Allah
Teala'nın her asırda, çeşitli bölgelere dağılmış böyle kulları vardır. Bunlar,
insanların gözlerinden uzak, saklı olarak yaşarlar. Akıllar
yetersizliklerinden dolayı onların sıfatlarını idrak ede- s mez. Kalplerde de
onların tam olarak tarifi mümkün olamaz.
Çunku
sahip" oldukları sıfatların en basiti, hareket ve sükunlarmda
gösterdikleri ihlastır. Oysa bu sıfat bizler için en değerli sıfatlardan
biridir. İhlas ehline göre ihlas, Hâlık ile muamelede mahluku devreden
çıkarmaktır. Bu muameleye zaten dahil olmayanlar, ondan nasıl ihraç
edileceklerdir?! Mahlukatm başı nefstir. Kalp nefsle bulanmamışsa, ondan nasıl
arındırılacaktır?!
'
Muhibbana
göre ihlas, hiçbir ameli nefs için yapmamak, yapılan amele menfaat veya
beklenti katmamaktır. Aksine amel tamamen Zat-ı İlahi'yi tazim için
yapılmalıdır. Celal ve kerem sahibi Rabbi'nin muhabbetine hiç kimseyi ortak
koşmamalıdır. Kalbini gözüne takılan herhangi bir güzelliğe bağlamamalıdır.
Çünkü kalbi, sonsuz güzellikle dolmuştur. Bu noktaya varmanın yolu marifet
sahibi olmaktır. Marifet sahibi olabilmek için de aynel-yakin görmek gerekir.
Haber,
görmek gibi değildir. Görmek ise, ancak yakinin nuruyla gerçekleşebilir.
Nefsani nevaların bulunması ise, hakiki manada ; yakine engeldir. Perde
kaldırıldığı ve heva bertaraf olduğu zaman aynel-yakin doğar. Hüsn, cemal,
gözalıcılık ve kemaliyet sıfatlarından doğan nurlar, aynel-yakinde mevcuttur.
Aynel-yakin de göz ardından göz gibi derecelere sahiptir. Tıpkı nur üstündeki nur
gibi. Bütün nurlar da sonunda nurların nuruna bağlanır.
Muvahhidlere
göre ise ihlas, fiilleri yaparken halkın bakışından uzaklaşmak, hallerde ise onlara yaslanıp
onlarla huzur bulmayrakmaktır. Sıddıklara göre sıdkta ihlas, insanların
kalplerine bekçiler konmasını istemektir. Bir defasında Bişr'e 'Bu dereceye
nasıl ulaştın?' diye sorulmuştu. O da, 'Ben halimi Allah Teala ile aramda
gizlemeye çalışırdım' demişti. Bununla söylemek istediği şuydu: Ben Rabbim'den
beni saklamasını ve halimi gizli tutmasını niyaz ederdim. Bana onunla ilgili
şöyle bir rivayet nakledilmişti: O, Hızır'ı (as) görmüş ve 'Benim için Allah'a
dua et' demişti.
O,
"Allah Teala sana Zatı'na itaati kolaylaştırsm' diye dua etmişti. Bişr,
'Daha dua et' dediğinde Hızır (as) şöyle dua etmişti: Allah Teala senin
ibadetini gizli kılsın. Bunun yorumunda iki mana bulunduğu söylenmiştir: İlk
görüşün sahiplerine göre Hızır'ın (as) ikinci duasında söylemek istediği, Seni
gizlesin ta ki ibadetinle ta-mnmayasın, şeklindedir. Bazıları ise ikinci bir
görüşe sahip çıkarak şöyle demişlerdir: İbadetini senden gizlesin, ta ki
yaptıklarına bakarak gurura kapılmayasm.
Başkaları da
Bişr'in Hızır'la (as) buluşmasını şöyle nakletmiş-lerdir: Bişr dedi ki: Hızır'a
(as) duyduğum şevk, beni kaygılandırmaya başlamıştı. Bir defasında Allah
Teala'ya dua ederek bana, benim için en önemli olacak bir şeyi Öğretmesi
gayesiyle Hızır'ı (as) göstermesi için dua ettim. Nihayet onu gördüm. Kalbimi
ve kafamı
meşgul eden
şeyi hemen söyledim: Ey Eba Abbas, bana bir şey öğret de, onu söylediğimde
halkın kalplerinden saklanayım, onlar nazarında hiçbir değerim olmasın. Hiç
kimse de beni salah ve dindarlıkla tanımasın.
Hızır (as)
şöyle dedi: Allahım, kalın perdeni üzerime ser. Örtülerini üzerime koy. Beni
gaybının en saklı yerine koy. Beni yarattıklarının kalplerinden saklı tut.
Hızır (as) bu duayı söyledikten sonra kayboldu. O günden sonra onu bir daha hiç
görmedim ve özlemini duymadım. Her gün Öğrettiği duayı okumayı adet edindim.
Bize -anlatılanlara göre bu kul, zillete bürünür ve kendini hor görürdü. O
kadar ki zimmet ehli yollarda onunla alay eder ve mev-kisini önemsemedikleri
için yüklerini ona vururlardı. Çocuklar bile onunla alay ederlerdi. Ama o, bu
davranışlardan ve bu halden memnun olur, huzur duyardı.
Seleften bir
cemaat bu görüşü paylaşırken, halefin sadıklarından bir zümre de bu hali
benimsemişlerdir. Onlar da kendilerini gizlemiş, mevkilerini düşürmeye
çalışmışlardır. Bunlar mecnunların akıllıları olarak bilinmişlerdir. Nefste
zühd sahibi olmanın ve tevazünün hakikati budur. Ancak bu, velilerin
mecnunlarının gösterdikleri zühd ve zayıfların yakin sahiplerinin tevazudur.
Tekebbür, üç
şekilde olur: Nefse hayran olarak insanlara karşı kibirlenmek; izzet-i nefse
önem vererek insanların kalplerine karşı kibirlenmek. Böyle bir kibir içinde
olanlar, insanların kalplerinde büyük görülmek ister. Bu da tekebbürün sonucu
olarak gündeme gelir. Üçüncü şekli ise, kendi dindarlık ve istikametine
bakarak kalpte kibir göstermek. Bu kibire sahip olan kul, bununla kendini büyük
görür.
Kulun bunu
hissetmesi yakin ilminin eksikliğinden kaynaklanır. Bunlar tekebbürün en gizli
şekilleridir. Bunlardan ancak tevhidi sahih olan kimseler uzak durabilirler.
Bunlar yakini sadık, ih-laslı sadık kimselerdir.
Zahiri
tekebbüre gelince, o da insanlara karşı böbürlenmek, efelenmek ve kendini
üstün görmektir. Bu, tekebbürün açık şeklidir. Bu, kalbin en yoğun
perdelerinden ve nefsin en güçlü sıfatlarından biridir. Alimler de, işte bu
nedenle tekebbürün inceliklerinden korkmuş, nefsi aşağılayıp horlamak gayesiyle
onun için herşeyin azını ve zilleti istemişlerdir.
Onlar,
tekebbürün gizli şekillerinden arınabilmek için tevazünün inceliklerine
sarılmaya çalışmışlardır. Amelleri ancak bu şekilde halis olabilecektir.
Tevazu sahiplerine göre tevazu, kulun sıfat olarak zelil olması, kasden zelil
görünmeye çalışmamasıdır. Kişi, kendini yalnız ve hor görmeli, zatının
küçüklüğüne inanmalı, nefsinde onu tahkir etmelidir. Zoraki bir tevazuya sahip
olmamalıdır. Bunun alameti ise, kendisini ayıplayan ve tenkid eden birini duyduğunda
kızmaması, iftira ve kınamaya maruz kalmayı hoş göre-bilmesidir. Bunun en güzel
göstergesi ise, hissettiği zillette zilletin tadını almaması, tevazuunda
tevazuya şahit olmamasıdır. Çünkü bu haller, artık zati sıfatları haline gelmiştir.
Zillet
gösterip de zilletinin zevkini tadan kimse, tevazuunda da yapmacıklık
içindedir. Tevazu sahibi olup da bu tevazuuna şahit olan kimse kusurludur.
Çünkü o, nefsiyle böbürlenmenin kalıntılarından henüz tamamen sıyrılamamış
biridir. Böyle biri, başkası ta-
rafından
kınanması ve tenkid edilmesine tahammül edemez, bunları yapanlara karşı
kızgınlık hisseder. Bunun tersine olarakta övüldüğü ve iltifat edildiği zaman
sevinip şımarır.
Bu
belirtilerin bulunduğu bir kişi, yukarıda anlattığımız makamlardan tamamıyla
uzaktır. Nefsim zelil kılıp bizzat kendi nefsi hakkında tevazu sahibi
olduğunda, eğer zillet ve tevazuundan herhangi bir his ve tad almıyorsa,
zillet ve tevazu ile bütünleşmiş olur. Böyle biri, nefsindeki kusuru bildiği
için halkın kınamalarına aldırmadığı gibi övgülerinden de hoşlanmaz. Çünkü
nefsinin halk nezdinde bir mevki ve üstünlük sahibi olmasını istemez.
Zillet ve
tevazu, onun ayrılmaz sıfatları haline gelmiştir. Çöpün çöpçüyü, süpürüntünün
süpürücüyü gerektirmesi gibi. Bunlar o kimselerin meslekleridir. Kusurları
olmadığını düşündükleri için meslekleriyle iftihar etmeleri bile mümkündür.
Böyle bir kul, nefsine karşı Rabbi'nden büyük bir yetki sahibi sahibi olmuş,
nefsine tamamen malik olarak izzetiyle onu ezmiştir. Bu, mahbub makamıdır ve
bunun ardından çeşitli mükaşefeler gelir. Bu mükaşefele-rin ilki, hikmet
nurunun kalbe girmesi, hikmet pınarının kalbinde
kaynam
asıdır.
Bu konuda
İsa peygamberle ilgili olarak şu hadise nakledilmiştir: O, halkına şöyle
demişti: Ey İsrail oğulları, bitkiler nerede biter? Onlar da, Toprakta'
cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine o şöyle dedi: Size hakikati söylüyorum ki
hikmet de toprak gibi ancak kalpten doğar. Allah Teala ile arasındaki hal,
zillet olan kimse, kibirlilerin izzet peşinde koşması gibi zilleti talep eder
ve ondan haz alır.
Kibirli kişi
de izzete ulaştığında ondan zevk alır. Zilleti kalpten ayrılan kul, halinden
uzaklaşmasından dolayı kalbinin değiştiğini görür. Kibirli kimse de izzetini
kaybettiği zaman hayatının karardığını hisseder. Çünkü onun yaşantısının tadı,
izzet ve gösterişe dayalıdır.
Yukarıda
anlatmaya çalıştığımız kullar, zilleti seçmiş, halk nazarında makam ve
derecelerini düşürmüş, kalplerdeki gösteriş ve tesirleri silmiş, nefslerini
türlü kınama vasıtalarıyla ezmiş kimselerdir. Bunlara dair anlatılanlar,
burada yer veremeyeceğimiz kadar çoktur. Onların en bariz halleri sıdktır.
Sıdk hali, onun hükmü-
nün icabına
göre haraket etmeyi gerektirir. Zaten onlardan da hallerinin gereğini
yapmaları beklenebilir.
Şeyhlerden
biri, Cüneyd'in hocası Ebu Hasan el-Küreyni'dfentunu nakleder: Adamın biri onu
üç kez yemeğe davet etmiş ama % /her
defasında da daveti geri çevrilmiştir. Nihayet dördüncü seferde onu evine sokmayı başarmıştı. Adam, bunun
sebebini sorduğunda Ebu Hasan şöyle demiştir: Nefsim yirmi yıl boyunca zillete
rıza gösterdi ve kovulan bir köpeğe dönüştü. Kovulduğunda gider, çağrıldığında
ise gelir ve önüne bir kemik atılır. Sözünün sonunda şöyle demiştir: Eğer beni
elli kez reddettikten sonra tekrar davet et} sen, davetine icabet ederdim.
Başkâ bir
şeyh de kendi hocası hakkında şunu rivayet etmiştin Bir mahalleye yerleştim ve
orada dürüstlüğüyle tanınır hale geldim. Bunun üzerine kalbim karıştı.
Mahallenin ortasındaki bir ha-mama girdim, orada kıymetli bir elbise dikkatimi
çekti ve onu çalıp üstüme giyindim. Yamalı giysimi de onun üstüne giyindikten \
sonra hamamdan çıktım.
Hamamdakilerin
bunu farkedip beni yakalamaları için yavaş yavaş yürümeye başladım.Sonunda beni
yakaladılar ve yamalı elbiseyi çıkarttıktan sonra değerli giysi üstümden
çıkardılar. Ardın-dan tokatlayıp hırpaladılar. Artık o semtte hamam hırsızı
olarak,/ tanınmaya başlamıştım. Nefsim ancak o zaman sükunete erdi.
Sufîlerden
biri hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, bir adamın yemek yediğini
görmüştü. Elini adama doğru uzattı ve 'Allah rızası için biraz verir misin?1
dedi. Yemek yiyen adam, 'Otur da ye' dedi. Ama sufî, 'Sen avucuma koy' dedi.
Adam da avucuna bir parça koydu. Sufı de bir kenarda oturup onu yedi. Adam,
neden oturmadığını sorduğunda sun şöyle cevap verdi: Allah Teala huzurundaki
halim zillettir. Bu halimden ayrılmak istemedim. Sufmin yemek istediği ve
yiyeceğini eline verdiği kimse muhtemelen helvacıydı. Araplar, bir şeyin
avuçlarına konulmasını, izzet-i nefslerine düşkünlüklerinden dolayı hiç
sevmezler.
Hatta ilk
muhacir sahabilerden birinin şöyle dediği nakledil1 mistir: Üç gün boyunca aç
kalmış ve ağzıma bir lokma dahi koymaı-mıştım. Adamın birinin kuru üzüm
tasadduk ettiğini duydum. Yanına giderek kuru üzüm istedim. Bana, 'Avucunu
uzat' deyince^
'Ben
Arab'ım, avucuma konan hiçbir şeyi alamam, benim için bir kaba koy' dedim. Adam
da kuru üzümü bir kaba koyarak bana verdi. Üzümü yedikten sonra kabı adama geri
verdim.
Bu sahabi
izzet-i nefs güçlü olduğu için böyle yapmıştı. Nitekim Allah Resulü (sav) ona
şöyle buyurmuştur: Sen, cahiliyye özellikleri bulunan bir insansın. Bunun
üzerine o sahabi, 'Yaşımın bu kadar büyük olmasına rağmen mi?' diye sordu. O
da, 'Evet' buyurdu. Aynı sahabi, bir adamla husumete düşmüş ve ona karşı
kibirlilik göstermişti.[1][1]
Yukarıda
anlattıklarımızla ifade etmek istediğimiz, uyanık akılları ikaz etmek, diri
kalpleri harekete geçirmektir. Ki yaşayan, açık delile dayanarak yaşasın. Bu
meyanda sadıkların sıfatlarını ve ihlas sahiplerinin yollarını bir nebze de
olsa zikrettik ki, büyük bir bilgiye az bir delille ulaşılabilsin.
Bestâm
şehrinin sakinlerinden, halk nazarında itibarı olan,bir İzat vardı ki Beyazıd-ı
Bestami'nin meclisinden asla ayrılmazdı. JBirgün kendisine şöyle dedi: Ey
Beyazıd, otuz yıldır hiç aralıksız joruç tutuyor ve geceleri de hiç uyumaksızm
namaz kılıyorum. Buna rağmen kalbimde senin anlattığın ilme dair hiçbir şey
göremiyorum. Oysa ben, bu ilmi tasdik ediyor ve onu çok seviyorum.
Beyazıd-ı
Bestami ona şöyle dedi: Sen üç yüz yıl oruç tutsan ve gecelerini de ibadetle
geçirsen dahi, bu ilmin zerresini bulamazsın. Adam, 'Niçin?' diye sorunca şu
karşılığı verdi: Çünkü sen, nefsin tarafından perdelenmişsin. Adam, 'Peki
bunun çaresi var mıdır?' diye sorunca, 'Evet' dedi. Adam, 'Onu bana öğret'
dediğinde, 'Sindiremezsin' dedi. Adam ısrar edince Beyazıd-ı Bestami şöyle
dedi: Şu anda berbere git, saçını ve sakalını kestir. Sonra bu elbiseyi çıkartıp
bir aba giy. Sonra da boynuna ceviz dolu bir torba as ve çocukları çevrene
topladıktan sonra şöyle de: Bana kim bir tokat atarsa, \ ona bir ceviz
vereceğim. Sonra tanıdıklarının bulunduğu çarşıları dolaş„.
Bunun
üzerine adam, 'Sübhanallah, "bana bunları nasıl söylersin?' dedi. Beyazıd
şöyle dedi: 'Sübhanallah' sözün şirktir. Adam, "Nasıl olur?' diye sordu.
Bestami şöyle cevap verdi: Çünkü sen nefsini tazim ediyorsun. Bu yüzden de onu
teşbih ediyorsun. Adam, 'Ben asla böyle yapmam, bana başka bir yol göster"
deyince Beya-~x zıd-ı Bestami şöyle dedi: Herşeyden önce bundan başla. Adam,
'Bunu yapamam' deyince, 'Sana kabullenemezsin dememiş miydim?'dedi
Bunun
sebebi, şirk içinde iken Allah Teala'ya sığınması ve O'nu \ teşbih etmesiydi.
Çünkü o, aslında nefsini tazim ile kendini teşbih etmekteydi. Beyazıd-ı Bestami 'Bana teşbih
olsun, şanım ne kadar yücedir derdi. O, evveliyyeti birleyen bir muvahhid idi.
Yukarıda i zikrettiği çare ise, nefsini
öne çıkaran birine tavsiye ettiği ilaç ka-bilindendi.
O kimse,
önce nefsini yüceltmesi, sonra insanların ona bakmasından dolayı kalp
hastalığına kapılmış biriydi. Böyle bir hastalığı Allah Teala'dan başka
giderecek güç yoktu. Fakat Beyazıd-ı Bestami'nin ilacı, mecnunların tıbbında
bulunan bir çareydi ve yakini zayıf olan kimseler için uygundu.
En büyük
tabib olan Allah Teala onun kalbine aynel-yakinden bir zerre koysa, bununla
kalbindeki bütün kibir tezahürlerini silip atar ve o kul her türlü hastalıktan
kurtulurdu. Ama Allah Teala gerçekleşmesi takdir edilmiş bir emri yerine getirecekti.
Ta ki helak olan, delile dayanarak helak olsun, yaşayan da delile dayanarak
yaşasmdı. Yaşayan da, ölen de, hakkın şahidiyle yaşayacak veya ölecektir.
Yukarıda
anlattıklarımızdan hiçbirini inkar etmeyin. Akside müminlerin kudret ve yakin
ilmindeki nasiplerinden en küçüğünü bile kaybedebilirsiniz. Çünkü müminler
için bu ilimden belli nasipler sözkonusudur. Bu nasiplere misal olarak şunları
zikredebiliriz: Anlattığımız hususları müşahede etme, sembolik olarak kaydettiklerimizi
idrak etme, vecd ve hal, muamele ve münazele, zevk ve koklama, sonuncusu da
tasdik ve kabuldür.
Marifet
ilmindeki nasiplerin en küçüğü, şahit olmasa da ısrarla inkar etmeme, bilmese
de öğrenmedir. Bu durumdaki kulun sığmağı da teslimiyettir. Bunun ardında
başka bir mekan yoktur.
Uzun süreden
beri açıklamaya çalıştığımız makamlar yakin ilminin makamlarıydı. Bunların
ilki tevbe, sonuncusu da muhabbet makamıdır. Bu makamlar, içice geçmiş
makamlardır. Bu makamlardan herhangi birine hakiki manada nail olmuş bir kul,
diğer makamların da hallerine mazhar olur. Her hal ile birlikte) müşahedeye de
sahip olur.
Her
müşahedenin de bir ilmi vardır. Hak ile şahitlik edenler bundan müstesnadır.
Çünkü onlar ilim sahipleridir. Bu makamların hepsi de imanın hakikatinde
toplanmıştır. İman ve yakinden bir hakikate nail olan kul, hakiki mümin olun
İmanından asla sapmaz ve geri adım atmaz. Onun imanı, bir emanet veya borç
değil hibe ve Allah vergisidir.
Eğer emanet
veya borç olsaydı, bir kuşkunun izharı ve tuzağın gizlenmesi durumunda Allah
Teala tarafından geri alınırdı. Bu da Allah Teala'nm bir imtihanı olarak
gündeme gelirdi. Bu durumda iman, bir bedel değil, değiştirilmiş olur. Böyle
olmadığında, değiştirilen için bir bedel olmuş olur.
Allah Teala,
bu makamlardan herhangi birinde olana hepsinden de bir hal nasip eder. Her hal
de bir şehadeti beraberinde getirir. Bu makamlara sahip olanlar, ilimlerinde
farklı derecelere sahip olsalar da, O'na yakınlıkta yüksek mertebelere
çıkmışlardır. Bu da imanın kemalidir.
İmanın
kemaliyle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) üç hadis rivayet edilmiştir. Bu
hadislerde sözkonusu hallerin esasları ve bütün bu fiillerin özü mevcuttur.
İlk hadiste
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kulun imanı, bir şeyin azı
çoğundan daha sevimli gelmedikçe, tanınmaması tanınmasından daha hoş
gelmedikçe kemale ermez". Bu, sadık ve zahid kulun halidir. Bu iki husus,
tahkiki imana götüren yolun da başıdır. Yüce bir yapının temeli de budur.
İkincisi,"Allah
hakkında hiçbir kmayıcımn kınamasından korkmaması, amelinde hiçbir şeyle riyada
bulunmaması ve biri dünya, diğeri ahiretle ilgili iki hususla karşılaştığında
ahiret için olanı tercih etmesidir". Bu da, Allah Teala'yı seven muhib ve
O'nun muamelesinde samimi olan muhlis ve Allah Teala'ya rağbet eden kişinin
halidir.
Üçüncü hadis
ise şudur: "Üç haslet bulunmadıkça kulun imanı kemale ermez: Öfkelendiği
zaman bu Öfkesi onu haktan uzaklaştır-maz. Razı olduğunuda bu rızası onu bir
batıla sokmaz. Kudret sahibi olduğunda ise kendine ait olmayana el uzatmaz".
Bu hadisler,
ıdalet,
fazilet, murakabe ve zühdün Özünü ihtiva etmektedir. Bun-.ar da, makamların
esaslarını teşkil etmektedir.
Allah
Resulü'nün (sav/ şu hadis-i şerifi de bu meyandadır: "Üç şey vardır ki her
kime verilmişse, ona Davud peygamberin ailesine verilenler verilmiş olur: Öfke
ve rızada adaletli olmak; Zenginlik ve fakirlikte iktisadlı olmak; Açık ve
gizli işlerde Allah Teala'dan korkmak".
Makamlarla
ilgili olarak buraya kadar anlattıklarımızın açıklaması şudur: Bu makamlar,
birbirleriyle irtibatlıdırlar. Bunlardan herhangi birine nail olan kimseye,
kalan bütün makamların halleri de bahşedilmiş olur. Çünkü bu makamların
hepsini kapsayan ortak bir unsur vardır ki o da, Allah Teala'ya imandır. İman
sahibi kul, her halinde iman ettiği Allah Teala'ya, cennet ve cehennem vaatlerine
yönelir.
İmanda
tahkik, yakinde sıhhat ve tevhidde istikamet sahibüol-manın yolu da budur.
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Muhakkak o kimseler ki
'Rabbimiz Allah'tır1 dediler ve ardından istikamet buldular"
(Fussilet/30); "Sen ve beraberindekiler emro-lunduğun(uz) gibi müstakim
ol(un)" (Hud/112); "Lut O'na iman etti ve 'Ben Rabbime hicret
ediyorum' dedi". (Ankebut/26) Görüldüğü üzere Lut (as) Allah Teala'ya iman
ettiği zaman O'na gitmiş, yani O'na dönmüştür ki bu tevbenin ta kendisidir.
Ardından da,
tevbe ettiği hususta zühd sahibi olmaya başlar. Tevbe ettiği şey olan hevasını
bastırmaya başlar. Tevbesinin sahih, niyetinin halis olması buna bağlıdır. Bu
durumda, tevbesi de, tev-be-i nasuh olur. Allah Teala buyurdu ki: "Sizin
katımzdaki tükenir. Allah katındaki ise bakidir". (Nahl/96); "Ahiret,
daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Ala/17); <(Yusufu ucuz bir fiyata
sattılar. Onun hakkında zahidçe davrandılar". (Yusuf/20)
Yusuf
peygamberin kardeşleri onu elden çıkardıktan sonra babalarına döndüler. Onu
önemsemediler. Babası ise, zühd sahibi olduğu hususta zühdün hakikatine
ulaşmak için sabırlı davrandı. Allah Teala buyurdu ki: "Birbirlerine hakkı
tavsiye ettiler ve birbirlerine sabrı tavsiye ettiler". (Asr/3);
"Rabbin için sabret". (Müddes-sir/7) Sabrın kemale ermesi için de,
verilen sabır sebebiyle şükür etmek gerekir. Allah Teala bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Allah'tan başka kuvvet (veren) yoktur". (Kehf/39);
"Size ait ne nimet varsa Allah'tandır". (Nahl/53); "Allah
Teala'nm üzerinizdeki nimetini anın". (Bakara/231)
Verdiği
nimet ve sabır gücünden dolayı şükreden kul, şükrünü arttırmak için de Allah
Teala'nm lütfunu rica ve ümit eder. Allah Teala da kulunun hüsnü zannını
gözeterek istediğinden fazlasını verir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve
Rabbinin rahmetini ümit eder".(Zümer/9)
Allah Teala,
rahmetinden ümidini keseni de kınayarak şöyle buyurmuştur: "Eğer Biz
insana, Biz'den bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, hemen
ümitsizliğe düşer, nankör olur". (Hud/9) Kul, ümit ettiği şeyin
gerçekleşmemesinden veya şükürde kusur etmekten de korkabilir. Çünkü ümidine
imrenmesinin hak olması için gerekeni yapmamış olabilir.
Allah Teala'nm
işaretinin değişmesinden duyacağı endişenin yeterli olabilmesi için de O'ndan
korkması gerekir. Ayrıca sevabın eksilmesinden de endişe etmesi gerekir.
Nitekim Allah Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Korku ve ümitle
Rablerine dua ederler". (Secde/16)
O,
velilerinden haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Dediler ki: Biz
doğrusu daha önce ailemiz için de endişe edip korkardık. Şimdi Allah bize
lütufta bulundu". (Tur/26-27) Yüce Allah kendisini sahip kıldıklarıyla
şımarıp gurura kapılan ve Allah'ın imtihanından emin hissedip sürekli
sınandığını unutan kimseyi de kınayarak şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun
kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırsak, kuşkusuz
'Kötülükler benden gidiverdi' der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir".
(Hud/10)
Allah
Teala'dan layıkıyla korkan bir kul O'na tevekkül eder, nefsini O'na teslim ile
huzurunda eğer. Hakkında dilediği gibi hükmetmesine rıza gösterir. Allah Teala
buyurdu ki: "Eğer müminler iseniz, Allah'a tevekkül edin".
(Maide/23); "O amel sahiplerinin ecirleri ne kadar da güzeldir! Onlar
sabreder ve Rablerine tevekkül ederler". (Ankebutf59)
Kul,
tevekkül ettiği Rabbinin vereceği hükme de razı olur. Çünkü Rabbinin eşsiz
hikmetini ve güzel tedbirini iyi bilmektedir. Allah Teala da bu meyanda
buyurdu ki: "Allah onlardan razı oldu, onbır da O'ndan razı oldular".
(Maide/119); "insanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını (kazanmak)
amacıyla nefsini (Allah'a) satar". (bakara/107)
: Kul, razı
olduğu Rabbini aynı zamanda sever ve O'na muhabbet besler. Çünkü O, kendisini
bütün varlıkların üstünde tutmuş ve gördüğü nimetleri sayesinde O'nun kendisine
yeteceğine inanmıştır. Görüldüğü üzere bu dokuz makam, birbirlerine bağlı tek
bir makam gibidir. Bunun delili de, açık hak ve apaçık nuru ifade eden Kur'an-ı
Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim, heva yoluyla önünden, şeytanların tuzakları
sebebiyle de ardından hiçbir batılın bulaşmadığı bir kaynaktır.
Sözkonusu
dokuz makam, avam için İslam yolunda varolan beş temel esasa benzetilebilir. O
beş esas da birbirleriyle irtibatlıdırlar. Havassın mukarrebun yolunda
karşılaştıkları makamlar da işte böyledir. Kul, muhabbet makamından sonra yavaş
yavaş rıza haline girer. Sonra da muhabbet makamında basamak basamak yükselir.
Rıza halinin üstünde, bilinen bir makam bulunmadığı gibi, muhabbet makamının
üstünde de vasfedilebilecek bir hal yoktur. Bunların her ikisi de marifeti icap
ettirmektedir. Marifetin sonu ve aşina karargâhı ise, şu ayet-i kerimede
belirtildiği üzere bizatihi Hak Teala'dır: "Muhakkak ki son (gidiş) Rabbine'dir".
(Necm/42); "O gün karar yeri Rabbine'dir". (Kıyamet/12)
Rıza hali
için bilinen bir son nokta yoktur. Çünkü perdenin ardındaki Hak Teala için
'son' sözkonusu değildir. Rıza, cennet ehlinin cennetteki ziyade mükafaatıdır.
Muhabbetin de sonu yoktur. Çünkü o, sıfatlardan biridir. Sıfatlar için de
herhangi bir 'son' sözkonusu değildir. Muhibbanm istekleri için de bir 'sınır'
yoktur. Çünkü o, yakınlıktandır. O'na yakınlığın ise sınırı yoktur. Zira
yakınlık Karib (el-Karib=Yakın) sıfatmdandır. Dolayısıyla O'na yakınlığın belli
bir sınırı olamaz.
Müminler,
muhabbette muhtelif makamlara yükselirler. Bu yükselme, Allah Teala'mn
sıfatlardaki tecellilerine benzer. Rıza ehlinin bu makamdaki yükselişleri ise,
müşahedelerindeki yüksekliğe bağlı olur. İlliyyun ehli, yükseklikteki iman
nasiplerine bağlı olarak muhtelif noktalara ulaşırlar. Allah Teala buyurdu ki:
"Eğer müminlerseniz, sizler üstünsünüz(ulusunuz)". (Al-i İmran/139)
Görüldüğü
gibi Allah Teala müminlere ululukla ilgili sıfatlarından birtakım manaları
bahsetmiştir. Ardından da onların nasiplerini sıfatlarıyla anlatmış ve şöyle
buyurmuştur: "Hayır ebrârm (iyilik ehlinin) kitapları İlliyyin'dedir.
İlliyyin'in ne olduğunu bilir misin?". (Mutaffifm/18-19) İlliyyun, ululuk
ve yükseklik bakımından sonu ve sınırı olmayan mübalağa isimlerinden biridir.
Bir görüşe göre, 'îlliyyûn' çoğul olup tekili olmayan bir isimdir.
Allah Teala
'Aliyy' olarak onları da yükseltmekte ve ebediyete kadar onlarla birlikte
yükselip ululanmaktadır. Bu şekilde onlar da üstün ve ulu olmaktadırlar. Çünkü
'ulular ulusu' olan Hak Teala ile beraberdirler. Nitekim Allah Teala "Eğer
müminlerseniz, sizler üstünsünüz (ulusunuz)". (Al-i İmran/139) buyurarak
bunu teyid et-
önce varolan
ilk rıza, tevekkül makamı olup hibbin hali de 'mahbub' halidir. Muhabbetten
sonra olan ikinci rıza ise, marifet makamı olup hali de 'tevekkül' halidir.
Muhabbet, makamların en değerlilerinden biri olup
üstünde sadece dostluk (=hullet)) makamı vardır. Hullet
makamı, hususi marifette ulaşi-lan bir makamdır. Bu makamda gaybi sırlara vakıf
olunur ve kul\ Mahbub Teala'nm müşahedesine muttali olur. Bu da, Allah Tea-\ :
la'nm muradı gereği, Zati iradesi ile ilminin bir kısmını halil\ (=dost)
edindiği kuluna bildirmesi şeklinde olur. O'nun kadim ilmi;asla değişmez.
..
Hullet
makamında gayb denizlerini görme ve kadimde olan sılara muttali olabilme
sözkonusudur. Gelecek şeylerin sonuçları da bu kimselere bildirilebilir. Bu
seviyedeki bir kul, kendi halini mü-kaşefe edip muhabbette makamına şahit
göstererek kulların va lbili kaş racakları makamların bilgisine ulaşabilir.
b'eyazıd-ı
Bestami ve Ebu Muhammed Sehl'in bu makama ulaş tıkları ve bu hal ile
vasfedildikleri rivayet edilmiştir. Belhli iki zat; Şekik ve İbrahim b. Edhem'in de bu makamla
ilgili birtakım mütalalarının bulunduğu söylenmiştir. Ebu'1-Feyz de bu yola
girenlerdi dendir. O, bu makamda göreni dehşete düşüren birtakım hakikatlere,
gözlerin nasıl değiştiğine ve ayne'l-yakin'in tahakkukuna şahit olmuştur. Bu
makam, akıllarıyla hareket edenlerin kalplerinden perdelenmiştir. O, ruhları
ile hareket eden kalplerin zirvelerin-
de istikrar
bulmuştur. Nefs ruhtan ayrıldığı zaman kişi 'ruhani' olur. Onun ayrılışı,
gecenin gündüzden çıkışı gibi huzura vesile olur. Akıl kalpten hâli kaldığı
zaman 'rabbani' olur ve bütün^sıjon-tılar son bulur. Arif bu b ab da şöyle
demiştir:
Hayatımda ey
hayat kaynağım, Yakınlık çabalarımı uzak kılma, Nefsi ruhkan söküp çıkar da,
Gider bütün sıkıntılarımı.
Söz
sahiplerinin en güzeli Hak Teala şöyle buyurmuştur: "O'nun dilediği
dışında ilminden hiçbir şeyi kuş atamazlar". (Bakara/255) Buradaki
istisna, O'nun ilminin bir kısmına bazı kimseleri . muttali kılınabileceği
hususunda zikredilmiştir. Anılan kimseler, Allah Teala'nm sıfatı gereği ve
iradesi istikametinde bahşedeceği delici nur ve açık nur sayesinde bu ilme
sahip olabileceklerdir.
Bu ise,
tevhidi sırlardan olup ancak ayne'l-yakin ile açıklanabilecek bir ilimdir. Ona
vakıf olan bir arif açıklamadıkça bu ilmi bilmemiz mümkün değildir. Allah
Teala o kimseye lütufta bulunarak ilminin bir kısmını açıklamış olabilir. Bu
durumda göz göze değer ve kalp lambasının içindeki ışık saçan yıldız
aydınlatmaya başlar. Şeyh Ebu'l-Tîasan b. Salim'in (ra) bu yolda birtakım müşahede,
mütalaa ve gaybi seyahetleriyle uhrevi gezintileri olmuştu. Maddi boyut, onun
için ters dönerek maneviyat gözü açılmıştı. Mekan mefhumu ortadan kalkmış, Hak
Teala'nm velilerinden bin tanesini görmüş ve onların her birinden bir ilim
almıştı.
Onun ahir ete
irtihalinden sonra bu yol kesintiye uğramış, izle-<ri silinmiş ve haberleri
unutulmuştur. Bu yola ve onun ehline ne 1yaptığını en iyi bilen Allah
Teala'dır. Acaba bu yol için yeni insan-Uar yaratarak onlara yolun
karanlıklarını aydınlatır mı? Yoksa bu yolu ve ehlini tamamen ortadan
kaldırarak ilm-i sabıkın karanlıklarında karanlık bir dalgaya sararak gizler
mi? / Bu hususta bizim görüşümüz,
İmamlar imamı Ali b. Ebi Talib'in / (kv) şu sözünde kendini bulmaktadır: O,
hutbesinde kıyametin ko-l pusunu, cennet ve cehennem sakinlerinin ayrışmasına
işaret ettikten sonra şöyle demiştir: Bundan sonra dünyaya ne yapacağını
sadece Allah bilir. Bu, sırların sırrı olup Allah Teala onu enîrF sahibine
tevdi etmiştir Hullet makamının üstünde peygamberlik derecesi dışında hiç-pir
makam yoktur. Hullet makamı, avamın kalplerinden perdelen-liği gibi, havassın
kalplerinden de perdelenmiştir. Bu makamı kanırma diye birşey sözkonusu
değildir. Çünkü ona yetişip idrak etmek tamamen Allah'ın iradesiyledir. Bu
makamdan nasip alamadığı için üzülmek de gerekmez.
Hullet
makamı, her halükârda sevilen ve istenen bir makamdır. İlm-i Batın ye marifet
ehlinden hiç kimsenin hullet ilmine dair birşey yazdığını veya Allah'ın
Kitabı'nda onu isteyenler hakkında birşey bulunduğunu ne gördüm, ne de
işittim. Bu makamla ilgili bil-. giler,
hadislerdeki birtakım işaretler ve rivayetlerdeki birtakım kıvrıntılardan
ibarettir. Hullet makamı hakkında konuşmak, sevilen bir harekettir. Ancak bu
makam, Allah Teala'nın gizli Kitabı'na tevdi edilmiş , O'nun korunmuş hitabında
saklanmış bir makamdır. O, Allah Teala'nın
- kalpler ve gözler hakkındaki ayetlerinin
sırrına gömülmüştür. O, secde ve sır ehlini bu sırra muttali kılmıştır:
"Ki onlar, göfierde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi
de, açığa ^vurduklarınızı da bilmekte olan Allah'a secde etmesinler
diye.."
(Neml/25)
Yine O,
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onu göklerdeki ve yeryüzündeki sırrı bilen
indirdi". (Furkan/6)
Hasan
el-Basri (ra) 'hullet' makamıyla ilgili birtakım nakillerde [»t bulunmuştur.
Bunlardan biri de şudur: Allah Teala, velilerinden bi-%k, rine şöyle
vahyetmiştir: Ben, ancak zikrimden üşenmeyen, Ben'den başkasını önemsemeyen, yarattıklarımdan
hiçbirini bana tercih et- meyen, ateşle dağlansa bile bunun acısını duymayan ve
testereler- le doğransa testerenin derisine verdiği acıyı hissetmeyen kimseyi
hulletime seçerim.
Halil
İbrahim'den (as) şu söz rivayet edilmiştir: Allah için sevişin, O'nun için
latif olun, harcayın ve samimi olun. Allah Teala'nın kullarından birini
-İbrahim (as)- 'Halil' seçmesi bile O'nun kerem ve cömertliğini göstermez mi?
Allah Teala'nın kullarına bahşettiği hullet, O'nun ziyade lütfü ve nimetinin
bolluğundan başkası değildir.
Allah Teala,
keramet sıfatı gereği onları, lütuf sıfatı gereği de yakınlarını bu makama
ilhak etmiştir. Böylelikle onları, verdiği nimetin büyüklüğünden çok daha
ileri bir tazime layık görmüş olur. Allah Teala geniş ve kerem sahibidir. En
büyük lütuf da O'nundur. O, bir kulunu yükselttiğinde bütün sınırları aştırır.
Kulunu alçalt-tığı zaman ise, sınırların bile altına indirir.
Cüneyd (ra)
de bu makam hakkında bazı şeyler söylemiştir. Örneğin bir defasında ona
'Hullet' makamı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: O, muhabbetin zirvesi olup
çok kıymetli bir makamdır. Akılları kuşattığı gibi nefsleri de unutturur. O,
Marifetullah'uı en üst noktasıdır. Yine o, bu makam hakkında şöyle demiştir:
Kul, Allah Teala'nın kendisini sevdiğini bilerek şunu söyler: Üzerimdeki
hakkın ve nezdindeki itibarım için.. Allah Teala da 'Bana olan sevgin
için'buyurur.
işte onlar,
Allah Teala'ya nazlanabilen, O'na ünsiyet kuran ve meclisini paylaşanlardır.
Allah Teala, onlarla arasındaki mesafeyi kaldırmış, uzaklığı gidermiştir.
Onların söyledikleri birtakım sözler, avam nezdinde küfür olarak
nitelenebilir. Çünkü onlar, Allah \ Teala'nın kendilerini sevdiğini, O'nun
nezdinde itibar ve mevki sa"-hibi olduklarını bilirler.
Jlemadan bir
zat şöyle demiştir: "Allah Teala ile ünsiyet kuranlara gelince onların
marifetlerine ulaşma yolu yoktur". Cüneyd-i Bağdadi'nin de bu mealde bir
sözü vardır. Benzer anlamda başka bir söz de, Hakani Mukırri tarafından bana
nakledilmişti. Bu sözü kendisinden rivayet etmiş olmasaydık, akıllara acıyarak
onların halini açıklamazdık. el-Mücelli'nin dediği gibi:
Senin senanı
açıklayıp şerhetsenı de, Seni kitapta kitaptan tenzih ederim.
Şeyhimiz Ebu
Bekir b. el-Cela (ra), şeyhlerimizden biri olâh Ebu'l-Hasan b. Salim'e (ra) bir
mektup yazarak gaybi sırlarla ilgili birtakım meseleleri sormuştu. İbni Salim
mektubu gördüğünde yere fırlattı ve 'Bu soruların sahibi nerde?' diye sordu.
Mektup
sahibinin Mekke'de olduğu söylenince şunu söyledi: Bunlara yazılı cevap
veremem. O adama söyleyin, eğer cevap isti-
yorsa
kendisi gelsin. Bu hadiseyi bana İbnul-Cela nakletmiş ve şöyle demişti: Bizim
gizleyip şanını yücelttiğimiz hullet makamı, Allah Teala tarafından ancak bir
makamda bulunan kula,.o madamla beraber verilir.
Buna göre
ilk makam, hususi marifet makamı olmakta ve batini sıfatı açıklamak suretiyle
ta'arrufun (tanışmanın) gerçekleşmesini temin etmektedir. Bundan sonra makam-ı
mahbub olan hususi muhabbet makamı ona dahil olmaktadır. Kul, işte bu makamdan
sonra 'Hullet1 makamına yükseltilmektedir ki o; gaybi sırlara Arş'uı balkonlarından
ve Kuds çadırlarından göz atma makamıdır. -Buraya dek anlattıklarımızdan
çıkarılacak esas şudur: Allah Teala, marifet makamlarını ancak arif olana nasip
eder. Bu makamları, mahbub/sevilen makamında bulunanlara vermez. Muhib
makamındaki kula, birtakım muhabbet makamlarını lütfedebilir. Ama 'Hullet'
makamını ancak arif ve halil olanlara bahşeder. Kul, ta'arruf makamı ile
muhabbet makamını birlikte hakettiği zaman kendisine yukarda anlattığımız
hullet makamı verilebilir.
Bu, kainatta
izhar edilebilecek hakikatlerin en yücesidir. Rivayete göre Allah Resulü (sav)
ahirete irtihalinden üç gün önce halka hitap ederek şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Allah Teala, -kendisini kasdederek- arkadaşınızı
'halil/dost1 edindi, tıpkı İbrahim'i halil/dost edindiği gibi". [2][2]
Görüldüğü
üzere Allah Resulü (sav) muhabbet makamında iken hullet derecesine
yükseltilmiştir. O, bundan önce de muhib/seven makamından mahbub/sevilen
makamına nakledilmişti. Mahbub-luk makamında da seçilmekle taltif edilmişti. O,
ilk makam hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah Teala Musa'yı
seçi-len/safiyy, beni ise sevüen/mahbub edinmiştir".
Şu halde
ilahi lütfün başı seçme ya da hevadan arınıp saflaşmadır. Bu saflaşmadan sonra
muhabbet, ardından mahbub sıfatıyla daha fazla bir lütuf gelmektedir. Bundan
sonra ise kuvvet ve istivasından sonra yüceler yücesine yükselmiş, O'na iki
yay mesafesi, hatta daha yakın olmuştu. Herşey ardında kalmış, O'nunla yüzyü-ze
duruvermişti:
Hiç
hatırlamadığım şeylerden olan oldu, Hayır zannet ve haber hakkında soru sorma.
Çünkü
ilimler arasında sorulması yakışık almayan ilimler de fardır. Bunlar, alim
açıklamadıkça ısrarla sorulmaması gereken ilimlerdir. Yukarıda gördüğümüz
'hullet' makamı da bu ilimlerdendir. Ancak belli bir oranda, açıklayan
kimsenin takdir ettiği kadari açıklanır. O, gereken miktarını da Rabbfne
saklar. Zira o, O'na haj lil olduğu gibi O da kendisine Karib yani yakındır.
Hullet, sonuç itii barıyla mahbub derecesinde bir makam olup bu yoldaki
mükafaati ların sonunu teşkil eder.
Bilindiği
üzere mahbub makamı muhib makamının, o da heva-iiın bulanıklığından arınma yani
'safa' makamının üstündedir. Sii zin durumunuz da böyle olur ey okuyucu! Allah
Teala size de 'safa} makamından sonra bir nasip, bir müşahede ve bir vecd
verebiliri Yitirmek isteyene de nefsini yitirtir. Nübüvveti bol olan, marifete
bağışı olandan daha hızlı gitmez. Çünkü Allah Teala, kendisine ve Resulü'ne
(sav) itaat edenleri, peygamberlerin ve sıddıklarm sevi-! yesinde bir makama
yükseltmiştir. !
Sladiklar,
İsa'nın (as) nüzuluna kadar baki olacaklardır. Abdal olarak bilinen bu
kimselerin dünya üzerindeki toplam sayıları üç yüzdür. Bunlar dışında Allah
leala'nın takdir ettiği sayıda şehitler ve salihler vardır. Bu zümreler ise üç
tabakadır. Hepsi de mukari rebun ve sâbikun/öne geçenler olarak tavsif
edilirler.
Ancak bir
sıddıkın imanı, bütün şehidlerin imanı miktarmda-dır. Bir salihin imanı ise,
müslümanlarm avamından yüzbin kişinin imanına denktir. Hullette,
haliller/dostlar dışında hiçbir ortak yoktur. Çünkü o, tek kişiye mahsus
münferid bir haldir. Eğer ona! denk ve benzer bir makam ve kişi aransaydı, bu
kesinlikle Ebu Bekr-i Sıddık (ra) olurdu.
Çünkü Allah
Teala ona, diğer insanlara vermediği üç şey vermiş-j tir: Allah Resulü (sav)
ona buyurdu ki: "Allah Teala sana, ümmetimden iman edenlerin tamamının
imanı kadar iman verdi. Bana ise, Ademoğullanndan iman edenlerin tamamınınki
kadar iman verdi"
Bu husustaki
ikinci hadis-i şerif şöyledir: "Allah Teala'mn üç-! yüz ahlak esası vardır
ki huzuruna bunlardan herhangi biri ve tevhid ile varan cennete girecektir.
Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) 'Ey Allah Resulü, bunlardan biri olsun bende var
mı?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de 'Sende hepsi var ey Ebu Bekr! Bunların
Allah için en sevimlisi de cömertliktir' buyurdu".
Üçüncü hadis
ise şöyledir: "Gökten sarkıtılmış bir terazi gördüm. Ümmetimle kefelere
kondum ve onlardan ağır bastım. Sonra Ebu Bekir bir kefeye, ümmetim diğerine
kondu. Ebu Bekir de onlara ağır bastı" [3][3] Görüldüğü gibi
Allah Resulü (sav) ile Sıddık (ra) arasındaki tek fark peygamberlik
derecesiydi. ..._.
Bugunkı
Kütub da, imam olarak yedi büyüğün, kırk abdalın, yetmişlerin, üçyüze kadar hepsinin imamına
denk bir imana sahiptir. O, Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) yerini tutan zattır.
Ondan sonra üç büyük gelir ki onlar, üç
Halife'nin abdalıdırlar. Sonra yedi abdal,
ardından on abdal, ardından üçyüz onüç abdal gelir ki bunlar, En-sar ve
Muhacirlerden olan Bedir ashabının (ra) abdallar Ebu~3ekir-i Sıddık (ra) sahip
olduğu bu büyük makam ve dereceye rağmen 'hullet' makamında Allah Resulü'ne
(sav) ortak olması uygun görülmemiştir. Oysa kardeşlik makamında O'na ortaklık
uygun karşılanmış, hatta şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Benim
için Ali, Musa için Harun gibidir". Bu, kardeşlik (uhuvvet) makamıdır.
Hullet makamının yalnız Allah Resulü'ne (sav) mahsus olması hakkında bir delil
de şu hadis-i şeriftir:
"Eğer
insanlardan birini halil/dost edinecek olsaydım, Ebu Bekir'i dost edinirdim.
Ama -kendini kasdederek- yoldaşınız Allah'ın halilidir [4][4] Hullet makamı,
bire bir, ferd ferde bir ilişkidir. Ey akıl sahipleri, ibret alın. İbret alma,
hitab-ı ilahi üzerinde düşünmeyle olur. Kendisine 'safa' halinden bir pay
verilene, muhabbetten de bir pay verilmiş olur. Onun için muhabbetinin gücü
kadar marifet söz-konusu olur. Marifetten de, marifeti mikdarmca pay alır.
Makamların temeli ve müşahedelerin mekanı olan
asli marife-t£ gelince, ariflere göre bu, tek bir esastır. Çünkü marifete konu
olan Hak Teala Bir'dir. Kendisinden bilgi alman kaynak da birdir. Ancak bu
bilginin de bir alt, bir üst seviyesi vardır.
Müminlerin
havassı, marifetin zirvesinde bulunurlar ki bu, rau-karrebun zümresinin
makamlarını ifade eder. Müminlerin avamı ise, marifetin başında yer alırlar. Bu
da, ebrâr ve ashab-ı yemin zümresinin makamlarından oluşur. Kişi Allah
Teala'nın korkutucu sıfatlarına yönelmişse, korku ehlinden sayılır. Eğer O'nun
ümid edilen ahlakına yönelmişse, o zaman da rica ve ümid ehlinden sayılır.
Fiillere ve
mülke yönelmişse sabredenlerden ve şükredenlerden olur. Allah Teala'nın zati
sıfatlarına yönelmişse o takdirde de, tevekkül ve muhabbet ehline katılmış
olur. Nitekim bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Herkesin
yöneldiği bir yönü vardır. O halde hayır işlerine koşun". (Bakara/148)
Denir ki, kişi sevdiği ile beraber hasredilir.
Bu çerçevede
Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişi,
sevdiği kimseyle beraberdir ve onun için umduğu vardır". [5][5] Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:
"Kişi hangi mertebe üzere Öldü ise, Kıyamet günü de o mertebe üzere
hasredilir". [6][6]
Muhibbamn
makamları Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Bunlar oniki makam olup beş tanesi
hitab-ı ilahinin delaletinden ve akılların tefekküründen, yedi tanesi ise açık
lafızlardan çıkmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de açık olarak zikredilen yedi makam
şunlardır:
Allah Teala
buyurdu ki:
"Muhakkak
ki Allah çok tevbe edenleri sever ve O, çok arınanları da sever".
(Bakara/222)
Allah Teala
buyurdu ki:
"Allah,
sabredenleri sever". (Al-i İmran/146)
Allah Teala
buyurdu ki:
"Allah,
şükredenleri ödüllendirir". (Al-i İmran/144)
Allah Teala
buyurdu ki:
"Allah,
takva sahiplerim sever". (Al-i İmran/76)
Allah Teala
buyurdu ki:
"Allah,
ihsan sahiplerini sever". (Bakara/195)
Allah Teala
buyurdu ki:
"Allah,
tevekkül edenleri sever". (Al-i İmran/159)
îlahi
Kelam'm tefekkür edilmesi sayesinde çıkartılan makamlar ise şunlardır:
Tevhid:
"Allah, kafirleri sevmez". (Al-i İmran/146) Adalet: "Allah,
zulmedenleri sevmez". (Al-i İmran/57) İstikamet: "Allah, fasıkları
doğru yola iletmez". (Maide/108) Tevazu: "Allah, büyüklenenleri
sevmez". (Nahl/23) Ahde vefa: "Allah, ihanet edenleri sevmez".
(Enfal/58) İşte bunlar, muhibban zümresinin muhtelif sınıflarım oluşturan
kimselerdir. Bunların sıfatları da yakin makamlarını teşkil etmektedir. Bu
makamlardan her birinde de birçok hal mevcuttur. Bu hallerden her biri de,
birden fazla yolu/tariki ihtiva eder. Allah Teala'ya götüren bu yolların her
birinde muhibban zümresinden bir cemaat bulunur. Bunların muhabbetleri,
marifetleri oranındadır.
Marifetleri
ise, Ma'ruf Teala'nın kendilerine tanınması/bilinmesi miktarındadır. Onların
marifetleri, Allah Teala'nın onlara bildirdi-ğiyle (=ta'rîf) sınırlıdır.
Onların nıarifetleriyle kasdedilen de şudur: Onlar, sahip oldukları yakini iman
kadar marifet sahibi olurlar.
Yakini
imanları ise, imanlarının saflık ve duruluğu miktarınca-dır. İmanları ise,
Allah Teaia'nın onlara inayeti, lütfü ve onları tercih edişi oranındadır.
Bunların ardında ise, yalnız Allah Teala tarafından bilinen gizli kader sırrı
yatmaktadır.
Muhabbetin
üstünde bilinen başka bir makam olmadığı gibi tevbenin altında da zikre değer
bir 'hal' bulunmamaktadır. Makamların ilki tevbedir.
Kul, tevbe
ile zulümden kurtulur. Zulüm, şirk hallerinden biridir. Allah Teala buyurdu
ki: "Muhakkak şirk, çok ağır bir zulümdür". (Lokman/13); "İman
eden ve imanlarına bir zulüm bulaştır-mayanlar var ya, işte onlar için
(ahirette) bir emniyet vardır ve onlar hidayete ermişlerdir". (En'am/82)
Bu smıftakilerin karşıtları hakkındaki ilahi hüküm de böylelikle kesinleşmiş
olmaktadır. İki topluluktan hangisi güvenliğe daha layıktır? Elbette iman edip
imanlarına zulüm karıştırmayanlar ahiretteki güvenli ikamete daha layıktırlar.
Allah Teala buyurdu ki: "Her kim tevbe etmezse, işte onlar
zalimlerdir". (Hucurat/11)
Görüldüğü
üzere, zulmün sona ermesi, tevbenin başlangıcını oluşturmaktadır. Tevbenin sonu
ise, muhabbetin başlangıcıdır.Muhabbetin sonu ise, marifetin başlangıcıdır.
Ancak bu, çabasıyla marifet sahibi olanın marifeti yani marifet-i
nıüte'arrifâir. Bu hususiyet, muhabbetin ilk mükafaatıdır.
Kulun
marifet makamındaki nasibinin sonu ve tevhidin başlangıcı, şehadet ehlinin
tevhididir. Tevhidin ise sonu yoktur.
Makamların
ortası zühddür. Zühdün başı, nevanın sonudur. Zühdün sonu, ilmin başlangıcıdır.
İlmin sonu ise, korkunun başlangıcıdır. Korkunun sonu da, muhabbetin
başlangıcıdır. Bu, sevilen kulun yani mahbubun muhabbetidir.
Zalimin ne
bir makamı, ne de kıymeti vardır. Kıymet ve itibarı olmayanın şefaat hakkı da
olamaz. Şefaat hakkı olmayanın şeha-deti de olamaz. Şehadeti olmayanın yakini
de olamaz. Böyle birinin ateşten kurtulma ümidi yoktur. Nitekim Allah Resulü
(sav) bu me-yanda şöyle buyurmuştur: "Kalbinde zerre miktarı iman bulunanlar
cehennemden çıkartılırlar". [7][7]"Cömertlik,
yakini imanın gereklerindendir. Yakin sahibi cehenneme girmez".
Allah Teala
da O'nun buyruklarından ulaştığımız bu bilgilerin açıklanması noktasında şöyle
buyurmaktadır: "Zalimlere ahdim ulaşmaz". (Bakara/124) Bunu izah eden
ikinci beyanında ise şöyle buyurmaktadır: "Rahman'm huzurunda ahit almış
olanlardan başkaları şefaat edemezler". (Meryem/87)
Üçüncü
beyanında bunu da açıklamaktadır: "O'ndan başka dua ettikleri şeyler,
şefaat (gücün)e sahip değillerdir. Ancak hakka bilerek şahitlik edenler bunun
dışındadır". (Zuhruf/86) O, rivayetin ardından ardından mükaşefe babında
aynel yakin ile yapılan şahitliğin peşinden oluşan yakini vecd hakkında da
şöyle buyurmaktadır: "ibrahim'e de işte bu şekilde göklerin ve yerin
melekûtunu gösteririz ki yakin sahiplerinden olsun". (En'am/75) Ardından
da şöyle buyurmuştur: "Sana kesin/yakini bir haber getirdim".
(Neml/22)
Yakin,
müşahededen sonra gerçekleştiği gibi, vecd de yakinin tahakkukundan sonra
ortaya çıkar. Yakin, imanın hakikati ve kemalidir. Allah Resulü (sav) de bir
hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür imanın
yarısıdır. Yakin ise imanın tamamıdır" [8][8] jZalimlere
ahdim ulaşmaz" buyruğunun tefsirinde ahid yani 'söz' verilen şeyin itibar,
şefaat, velayet, hatta imamet olduğu söylenmiştir. Oysa zalim biri takva
sahiplerine imam olamaz. Çünkü ona tabi olan, müminlerden oluşmuş bir ümmettir.
O, takva sahiplerinin imamı olamaz. Zira zalim biri, cehennem tehdidiyle
yüzyüze ve kötü bir sonla karşı karşıya biridir. Şefaat etmesi bir yana, kendisi
şefaata muhtaçtır. Kendisi perdelenmiş biri, diğer müslüman-lara nasıl şahit
olabilir? En büyük Şahid'in buyruğunu işitmez misiniz? "Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanmayın". (İbrahim/42);
"Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini
göreceklerdir". (Şuara/227); "Yoksa cehennem sakinlerinden olursun.
Bu da zalimlerin karşılığıdır". (Maide/29) Allah Teala bu ayetlerin
ardından zulmü veciz bir şekilde tarif ederek şöyle buyurmuştur; "Kim de
tevbe etmezse, işte onlar zalimlerdir". (Hucurat/11)
Tevbenin
küçüğü, küçük zulümler arasında yeralan basit bir zulüm için yapılır. Tevbenin
büyüğü ise, büyük zulümler arasında yeralan ağır bir zulüm için yapılır. Zulüm,
bugün kalpteki karanlık iken yarın kıyamet günü karanlığı olacaktır.
Tevbe, kulu
zulüm dairesinden çıkarır. Zulümden kurtulan kul, Allah Teala'mn ahdinin
değişik mertebelerinden birine dahil olur. Bu ahdin gözetiminde de kendini
düzeltecek amellerde bulunur. Allah Teala kendilerini İslah edenlerin ecrini
zayi etmeyecektir. O müfsitlerin amellerini de düzeltmeyecektir.
Heva ile
ifsad ettiğini tevbe ile İslah eden kul, Allah Teala tarafından salih amellere
sevkedilecektir. Çünkü o, durumunu düzeltmiş biridir. Salih ameller işledikçe
de, salihler zümresine dahil edilecektir. O artık fazilet sahibi bir kuldur.
Allah Teala buyurdu ki: "O, her fazilet sahibine faziletinin (karşılığını)
verecektir". (Hud/3) O, bu husustaki ilk beyanında şöyle buyurmaktadır:
"İnanıp salih ameller işleyenleri salihler arasına sokarız".
(Ankebut/9)
Allah Teala
salih kulunu veli edinir. Veli edindiği kulunu da ilim sahibi kılar, onu
bağışlar, Zat'ını ona açar, günahlardan uzak tutarak sever. Artık ona O yeter.
Onu himaye ve gözetimi altına almış, korumasını üstlenmiştir. Böyle birinin
zahiri hali, günahtan ve hevadan sakınma olur. En ulvi hali ise, Mevla'sının
nasip ettiği şekilde aynel yakin ile müşahedede bulunmaktır.
Zulme saparak
zulüm kazanan kimse, şeytanın dostu olur. Allah Teala, şeytanı dost edinenden
elbette yüz çevirir. Allah Teala'mn yüz çevirdiği kimse fesada düşer. Fesada
düşen kimse de, Yüce Allah'ın kopartılmasını istemediği bağları kopartır. Bu
bağları kopartan da, hak yoldan uzaklaştırılır.
Bu yoldan
uzaklaştırılan ise, lanetlenir ve kovulur. Kovulan kişi, kör ve sağır olur. O
artık, hevasmın tesiriyle görmez ve işitmez biri olmuştur. Kör biri, herşeyi
gören Rabbi'ne nasıl şahit olabilir? Sağır biri, herşeyi işiten Rabbi'nin
hitabını nasıl işitebilir? Böyle biri O'nun hitabını nasıl tefekkür edebilir?
Onun kalbi kilitlenmiştir. Onun bütün tasası nevalarını tatmine yönelmiş,
kapılar açan ve herşeyi bilen Hak Teala ona sırt çevirmiştir.
İşte Allah
Teala'mn şu buyruğunun ifade edilene ulaştırılmasından çıkan anlam budur:
"İşte kazandıkları (günahlardan) ötürü, zalimlerin bir kısmını diğer bir
kısmının peşine böyle takarız". (En'am/129); "Demek işbaşına gelecek
olursanız, yeryüzünde fesat çıkarmanız, (akrabalık) bağlarını koparmanız sizden
umulur değil mi?" (Muhammed/22)
Tevbe eden
için muhabbet makamının başında bir hal sözkonu-sudur. Tevbekâr için muhabbetin
hakikatinde de bir makam bulunur. İnsanlar, tevbede muhtelif makamlara sahip
olurlar. Bunun sebebi, hevada farklı derecelerde bulunmalarıdır. Onlar, muhabbette
de sıfatları müşahedelerine göre derece derecedir.
Sıfatların
manalarından herhangi birine yönelen, onlardan bir güzelliğe sahip olmuş olur.
Bu, kalplerdeki imanın güzelliklerinden sayılmıştır. Ahirette de yüzlerin
güzellikleri bunlara bağlı olacak ve Allah Teala'mn iradesi, onlara bugün sahip
olduklarını orada da sahip kılma yönünde hüküm verecektir. Herşeyden münezzeh
olanın iradesinden doğan kudreti emsalsizdir. O, ilim ve rahmet olarak
herşeyi kuşatmıştır.
Her kul,
sınandığı heva oranında mücahede etmek durumundadır. Onun için varolacak
muhabbet-i ilahi de, sahih olan tevbesi kadardır. Ona keşfedilen müşahedenin
gücü, mücahedenin bir kısmını düşürdüğü gibi şahitliği de mücahedenin
acılarını kısmen uzaklaştırır. Böylelikle kulun bela ve musibetleri
hafifletilmiş, şahitliği yakini kılınmış olur. Yakin teyid edilmiştir. ^
Bütün
bunlar, Hak Teala'nın güzel yardımları ve mükemmel ni-metlerindendir. Buna
mazhar olanlar da, Allah Teala'nın kendilerine nimet bahşettiği peygamberler,
sıddıklar ve şehitlerdir. Allah Resuîü'nün (sav) bunlar hakkında şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala'nın yarattıkları arasında
kıskandığı kulları, vardır. Onlara rahmetiyie gider ve kendilerini afiyetinin gölgesinde
kılarak savaş ve musibetten muhafaza eder. Onları afiyette yaşatıp cennete de
afiyette sokar. İşte onlar, fitnelerin, karanlık gecenin parçaları gibi
üzerlerine yürüdüğü zaman bunlardan uzak tutulan kullardır".
Bütün
bunlardan çıkartılması gereken şudur: Kul için en faziletlisi; Rabbini hali
miktarmca bilmesi, haddini aşmaması, makamında dürüst olması, her türlü
hareket ve sükununda yapmacık-lıktan uzak durmasıdır. Bu, kulun muradına
ulaşmasını daha hızlandırıcı ve ümid ettiğine kavuşmasını çabuklaştmcıdır.
Alimlerin
ilmi, kendini bilme noktasında hiçbir şey ifade etmez. O, onların ilimlerinden
sorumlu tutulmayacağı gibi onlar da onun ilminden mesul olmayacaklardır. Bu
öyle bir yoldur ki sermayesi dürüstlük, azığı sabır ve gıdası takvadır. Dürüst
olmayan, hiçbir kâr sağlayamaz. Sabır azığını düzmeyen, bu yoldan ihraç edilir.
Takva ile beslenmeyen ise, helak olur.
Zerre
miktarı dürüstlük, miskal ağırlığınca amelden daha faydalıdır. Zerre miktarı
sabır da, miskal ağırlığınca amelden daha yararlıdır. Aynı şekilde zerre
miktarı takva, miskal ağırlığınca imandan daha faydalıdır. Zan, hakikat adına
hiçbirşey ifade etmez. Allah Teala farzları eda etmesi ve haramlardan
sakınması karşılığında kula yakin makamlarından bir makam nasip eder.
Bu makam
sayesinde de onu illiyyuna yükseltir. Belki bunlar ile kendisine abdal
zümresinin sevabını da nasip edebilir. Herşey yaptıkları ve terkettiklerinde
yalnız Allah rızasını gözetmesine bağlıdır. Abdal sevabına nail olmak için
onların yoluna girmek veya onlardan birini tanımak şart değildir.
Allah Teala,
sayesinde dost edindiği yakini imanın hürmetine kulunu başka makamlara
nakledebilir. Bu nakilden dolayı onun için hiçbir endişe duymaz. Çünkü nakil,
kulun değişik hallerde yer değiştirmesini zaruri kılar. Müşahede, ona bir takım
fiillerin icra edilmesini hükmeder. Allah Teala, kulunun kendi Zatı'na yönelik
hüsnü zannını, ümit ve istekliliğini dikkate alarak kendisini bütün yüksek
derecelere ulaştırabilir.
Yakini imanı
güzel olduktan sonra, sırf bir ahlakı sebebiyle onu sıddıklar mertebesine
yükseltmesi mümkündür. Kendisi için ter-kettiği veya Zatı'm tercih ederek
sahiplendiği bir şey sebebiyle onu şehitler derecesine de yükseltebilir. Çünkü
O, çok bağışlayıcı ve şükre layık olandır.
Kul için en
zararlı şey, Allah Teala'yı layıkıyla bilmemektir. Örneğin dokuz tane büyük
günah işleyen bir kul, sırf Allah rızası için onuncuyu terkedebilir. Terkettiği
bu günah, diğer dokuzunun karşısında, dağın yanındaki bir zerre kadar da
olabilir. Ama Allah Teala, kulunun rızasını gözettiği andaki haline bakar ve
bu bakış, o dokuz günahın oluşturduğu dağı yerle bir eder. Allah Teala, kulun
sıfatlarından birini güzel bulur ve insanların onu niteledikleri yüz çirkin
sıfatı boşa çıkanverir.
İşte bu
hakikatleri iyi düşünün! Hiç kimse Rabbinin lütfundan ümidini kesmesin. O'nun
ipini asla bırakmasın. O'nu tanıdıktan sonra daima ümitvâr olsun. Çünkü O,
Kerim ve Rahim'dir. Hiçbir kul, O'nun rahmet kapısından ayrılmasın. Ayrılsa da
O'nun avlusundan uzaklaşmasın. Şahsi sıfatlan gereği O'nun avlusundan uzak
düşse bile O'na sevdiği şeylerle yaklaşma özlemini asla yitirmesin. Allah
Teala'nın huzurunda, O'nun çirkin gördüğü fiilleri işleyerek Ölçüyü aşsa ve
yalnızlık hissine kapılsa bile ümidini kaybetmesin.
Allah Teala,
kullarının her zaman bu şuurda olmalarını emretmiştir. Kullar bu hakikati
gördüklerinde şunu anlarlar: Allah Teala onların bilgi ve marifet sahibi
olmalarını ve bunun ardından amelde bulunmalarını istemektedir. Maruf olan Hak
Teala, keremi çok bol, rahmeti çok geniş olandır. O, en büyük lütuf sahibidir.
Kula marifet nasip edilmişse hiçbir şey buna mani olamaz. Mani olunduğu
şeyler de kendisine zarar vermez. Ama marifetten mahrum kılmmışsa, ona hiçbir
şey verilmiş olmaz. Kendisine verilen dünyalıkların da hiçbir faydasını
göremez.
Sevilen
şeyler kimi zaman karışabilir. Nimete duyulan sevgi, nimet sahibine duyulan
sevgiye karışabildiği gibi, nefse duyulan sevgi de Hâlık'a duyulan sevgiye
karışabilir. Ayne'l-yakin mertebesine ulaşmamış muhibbanm avam kesimi için de
bu endişe geçerlidir. Bu durumdaki bir kul, nimetleri sevdiği halde nimet
vereni sevdiği zannına kapılabilir.
Bunun
emaresi ise, kulun dünyevi varlığa meyletmesi, varlıkla şımarması, huzur ve
rahatı nevasının isteklerinde bulmasıdır. Allah Teala, onun bu halini
kendisine ölümünden önce açıklayabilir. Ama halini gizlemesi ve ahiretteki
buluşmaya dek sırrını ifşa etmemesi de mümkündür. Bu durumda kendisine aynıyla
mukabele edecek ve sevap bahşedecektir
Muhabbetin
bu şekilde ayrışması, ancak yakin sahiplerinin kalplerinde mümkün olabilir.
Bunlar; delici bir nur, keskin bir ilim, tevhidi bir göz ve kayyumiyet
delilinden kaynaklanan safi bir yaki-ne sahip kılınmış kimselerdir. Çünkü bu,
gaybi sıfatların müşahedesinden ve melekûtî fiilerin gözlenmesinden kazanılmış
bir melekedir. Allah Teala'mn takva sahibi müminlere vaadettiği ayrıştırma
melekesi işte budur.
O bunu teyid
ederek şöyle buyurmuştur: "Ey İman edenler, Allah'tan korkarsanız O size
iyi ile kötüyü ayırdedici bir meleke verir". (Enfal/29) Ayetin tefsirinde
takva sahiplerine verilen bu melekenin, şüphelerin giderilmesini sağlayan bir
nur olduğu söylenmiştir. Bu, aynı zamanda takva ehline taahhüt edilen bir
çıkış ve yoldur. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'tan
korkar-sa (Allah) ona bir çıkış yaratır". (Talak/22) Bu ayetin tefsirinde
ise, insanlar için sıkıntı oluşturan herşeyde onlar için bir çıkış kapısı
varedildiği söylenmiştir.
Tevhidin
esaslarını nazar ehlinin delillerinden ayrıştırmak, sıkıntıların en büyüğü
olduğu gibi 'farklılıkta cem'e' şahit olmak veya 'fenada bekayı' görebilmek de
sırların en gizlisidir. Duyulanları garip bir şekilde şerhetmek, onu
duyanların çoğunluğu tarafından yadırganacak bir husustur. Ama marifet
ilminden bir nasibe ulaşanlar, burada sembolik olarak anlattıklarımızı
anlayacaklardır. Çünkü üstünü örterek zikrettiğimiz hakikatler onlara
açıklanmaktadır.
Şu var ki
insan kalbine iki şeyden biri hakim olur. Allah Tea-la'yı sıfatları müşahede
etmek suretiyle seven havassın muhabbetleri asla değişmeyecek bir kalp ve
vecdle olur. Onlar Habib Teala'ya
kavuşuncaya
kadar bu hal üzere sabit kılınırlar. Onlar Rablerine, ta'zim, muhabbet, iclal
ve ululama üzere kulluk edenlerdir.
Mukarrebun,
mahbublar, korku ehli, amel ehli, tevekkül ehli ve I rıza ehli bu kimseler
arasında bulunurlar. Bu, en yüce makam ve bu makama sahip olanlar da en
üsttekilerdir. Avam ise Allah Tea-la'yı fiili vecdler olan nimet, ihsan, lütuf
ve kudret sıfatlarının te-zahürleriyle severler. Onların sevgisi, yaşadıkları
sıhhat ve afiyete bağlıdır. Sevgilerinin bir sebebi de, Allah Teala'mn Zatı'na
dair olarak kendilerine bildirdiği birtakım sıfatlardır.
Onlar Allah
Teala'ya arzu, alışkanlık ve ihtiyaç yoluyla hizmet ederler. O'nu bazı çıkar ve
ihtiyaçları temin etmek, sahip olduğu mülkünden istifade etmek için severler.
Bunların muhabbeti ise, hükümlerin değişimine bağlı olarak değişiklik arzeder.
Bunlar ne ihlas, ne de zühdün hakikatine ermemiş kimselerdir.
Nefslerine
hakim olan heva, onları Allah Teala'ya ihlastan alıkoymuş, O'nun evsahipliğinden uzaklaştırmıştır. Bunlar da buj kimselerin kendi sıfatlarından
kaynaklanan sonuçlardır. Onların j sevgisi, kalbin çevresinde dolanır. Çünkü
uğruna sevdikleri fiillerin değişimi halinde duyguları da değişecektir. Zorluk
ve sıkıntılarla karşılaştıklarında sevgilerinin yerini başka duygular
alacaktır. Müridler, amel ehli, rica ehli, tevbekârlar ve ashab-ı yemin bunlar
arasında yeralan zümrelerdir.
Ariflerden
biri şöyle demiştir: Bir bedel karşılığı olan sevgi, o bedel ortadan
kalktığında kaybolur. Muhibban arasında öyleleri vardır ki bulundukları
makamdaki hallerini görmüş, muhabbet ve müşahedelerinin eksikliğini itiraf
ederek bundan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunmuşlardır.
Kimileri de,
derecelerinin eksikliği ve yakini imanlarının zayıflığı sebebiyle bulundukları
hali görememişlerdir. Böylelerinin sevgisi, Zat ile ilişik sıfatlardan
kaynaklandığı gibi üzerlerindeki perdenin kaldırılması durumunda hallerinin
değişmesinden de korkulur. Çünkü onlar imtihan, aldanış, kapalılık ve şüphe
içinde tuzağa ve helake düşme yolundadırlar.
Ancak
Rablerinden bir rahmetin yetişmesi halinde, bulundukları makamda hadlerini
bilmeleri mümkün olabilecektir. Bu durumda Allah Teala da onlara merhamet
edecek ve kendilerini affedilenler zümresine dahil edecektir. Dünyada olduğu
gibi ahirette de kusurlarını örtecek ve her iki yurtta da kendilerini bu
şekilde karşılayacaktır.
Yukarıda
belirttiğimiz hususlar, sıdk sahibi muhibbanm bir kesimini yaşadıkları
endişelerdir. Çünkü sevginin bu türü, görünen değil gösterilen bir sevgidir. Bu
sevgiye sahip olanlar sürekli çalkantı ve aldanış içindedirler.
Fiiller
sebebiyle muhabbet duyanlar da iki kısma ayrılırlar.
Bunların
ilki, Allah Teala'yı fiilleri sebebiyle sevenlerden oluşur. Bunlar, o fiilleri
Allah Teala'dan bilen, mücahede yolunda çaba sarferederek -en azından- halleri
üzerinde kalabilmek için sevgilerini ayıklamaya çalışan kimselerdir. İki
sınıftan üstte olanlar da bunlardır. Bunların muhabbeti, ahiret ehlinin avamına
mahsus bir muhabbettir. Ahiret ehli, bu fiillerden başkasını görmeyen ve başkasını
da talep etmeyen kullardır.
ikinci
kısımdakiler ise, maruz kaldığı fiiller sürekli değişim gösteren kimselerden
oluşur. Bu fiiller onları alışkanlık dairesinden çıkardığı gibi sürekli
imtihana maruz kalırlar. Mal ve can bakımından eksikliğe itilerek gerçek
sıfatları ortaya çıkarılan bu kimseler, Allah Teala'nın takdirini Öfke ve can
sıkıntısıyla karşılarlar. İşte bunlar, sevgi iddialarının asılsızlığı herkese
ifşa edilen kimselerdir. Allah Teala, önceden örttüğü bu kimselerin kusurlarını
herkese göstermiştir. Bunların muhibban arasında zerre miktarı ağırlığı bulunmaz.
Bu sınıfa girenler, ehl-i dünya olarak bilinirler. Onlar, dünya için çabalayıp
duran ve devamlı dünyalık peşinde koşanlardır,
Cüneyd-i
Bağdadi'ye (ra) muhabbet hakkında bir soru sorulmuştu. O, şöyle karşılık
verdi: Muhabbet konusunda insanlar avam ve havas olmak üzere ikiye ayrılır.
Avam, O'nun ihsanlarının sürekliliğini ve nimetlerinin çokluğunu bilmeleri
sebebiyle Allah Teala'ya muhabbet duyar. Bu nimet ve ihsanlar karşısında, O'nu
razı etmeye çalışmaktan başka birşey yapamazlar. Ama onların muhabbeti, nimet
ve ihsanların azlık veya çokluğuna bağlı olarak artar veya eksilir.
Havassa
gelince, onlar muhabbet-i ilahi'ye yüce bir kader, kudret, ilim, hikmet ve
mülkün yegane sahibi sayesinde nail olmuşlardır. Onlar Rablerinin kemal
sıfatlarını ve güzel isimlerini hakkıyla
bildiklerinde,
O'na muhabbetten kendilerini alamazlar. Çünkü bu bilgileri sayesinde, Hak
Teala'yı sevmek, üzerlerinde bir hak haline gelmiştir.
O'nun bütün
nimetleri kendilerinden alınsa dahi, sahip oldukları marifet sebebiyle O'nun
bu muhabbete ehil olduğunu iyi bilirler. Halk içinde öyle kimseler vardır ki
bunlar, nevalarını veya Allah düşmanı İblis'i severler. Bu kimseler, cehaletlerinin
ve aldan-mışlıklarının derinliği sebebiyle Allah Teala'ya muhabbet beslediklerini
iddia edebilirler.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Ebu Muhammed, 'her kimsenin bir dostu vardır1 sözü
sebebiyle kınanmıştı. Kendisine, 'Böyle birinin Allah Teala'nın habibi
olmayabileceğini' söylediğimde kulağıma eğilerek şöyle dedi: Böyle biri ya
mümin veya münafıktır. Eğer mümin ise, Allah Teala'nın habibi olur. Eğer
münafık ise, o zaman da İblis'in habibi olur.
Heva
muhabbetinin tezahürlerinden biri de, nefsi nazların arzu ettiği şeyleri,
kendisine ahirette vadedüen mükafaatlara tercih etmesi, bunlara duyulan
muhabbeti Allah Teala'nın muhabbetine yeğlemesidir. Çünkü onun karakteri, heva
sevgisi ve hakkı sevmeme üzerine şekillenmiştir. O, kötülüğü emredici, hayır
olarak ortaya çıkanı da yalanlayıcı bir nefistir.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Umulur ki birşeyden hoşlanmazsınız da o sizin için daha
hayırlıdır. Ve umulur ki birşeyi seversiniz de o sizin için kötüdür".
(Bakara/216) Yüce Allah bu ayet-i kerimede sevgiyi kötülükle birlikte
zikrederken hoşlanmamayı da iyilikle birlikte zikretmiştir.
Araplar
nefsi 'Küzebe' olarak anarlardı. 'Küzebe', çok yalan söyleyen anlamında
mübalağalı ism-i fail sigasıdır. Bunun bir benzerini Hümeze suresinde
görmekteyiz: "Vay haline çok ayıplayıp arkadan konuşanın".
(Hümeze/1) Buradaki 'Hümeze' kelimesi de, insanları çok ayıplayıp arkalarından
konuşan anlamına gelmektedir.
Allah Teala
nefsi de, sürekli kötülüğü emretmesi sebebiyle mübalağa sigasıyla tavsif
ederek şöyle buyurmuştur: "Sürekli kötülüğü emreden(nefs)".
(Yusuf/53) Bunun anlamı da, sürekli ve sıklıkla kötülüğe yol açacak işleri
telkin eden şeklindedir. Kötülüğün emretme halinin sık tekrarı, nefsin bu
şekilde tavsifine neden olmuştur.
İnsanın
düşmanı olan İblis'in sevgisinin en bariz tezahürleri, onunla aynı düşüncede
olmak ve ona itaatkâr olmaktır. Bu, Allah Teala'yı sevmemeyi ve O'na muhalefet
etmeyi gerektiren bir haldir. Bu tür bir insanın karakteri, Allah Teala'mn
istediğinin zıddım yapma yönünde şekillenmiştir. Allah Teala ise, İblis'in
yapılmasını istediği şeylerin zıddınm yapılmasından hoşlanmaktadır. Bu, Yüce
Allah'ın bizler için hazırlamış olduğu bir imtihan ortamından başka bir şey
değildir.
Şunu iyi
bilin ki Allah Teala'mn size vermiş olduğu az bir iman, sıhhatli bir tevhid ile
size nasip etmiş olduğu az bir ihlas, sıdk ve güzel amel, size göstermiş ve
bildirmiş olduğu birçok şeyden daha yararlı ve hayırlıdır. Sizin için
gördükleriniz içinde ancak talep ettikleriniz ve elinizle kazandıklarınız,
mücadele yoluyla ele geçirip sahip olduklarınız vardır. Ama uğrunda mücadele
etmediğiniz ve kazanamadığınız şey, sizden başkaları içindir.
Siz
gökyüzünü görebilir, ama onu elde edemezsiniz. Çünkü o, emrine verildiği
varlıkların hayat alanıdır. Sizden başkalarına ait olan şeyleri görürsünüz, ama
bunların size bir faydası olmaz ve sizi onlara muhtariyetten müstağni kılmaz.
Onlar, emrine verildikleri kimselere aittir ve onları müstağni kılar. Halk
içinde öyle kimseler vardır ki, kendisine gösterilen şeylerin hibe olduğunu,
gördüğü ve tanıdığı şeylerin kendisine ait olabileceği ve ona malik olduğu
vehmine kapılırlar.
İnsanın
içinden geçen binlerce hatır vardır ki bunların tamamından bir 'hal'
çıkmayacağı gibi bin 'hal'den ancak bir makama ulaşılabilir. Makam, ancak sebat
ve devamlılık arzeden bir konumdur. Zihinden geçen hatırlar ise, gökyüzünden
akıp giden bulutlar gibidir. Atasözünde de söylendiği gibi, Yaz bulutu, hafif
bir rüzgarla dağılıp gider. İnsanın yaşadığı haller de zamanlara benzer. Mesela
her sene içinde dört mevsim vardır: Yaz, kış, ilkbahar ve sonbahar.
Allah
Teala'mn bahşettiği hibeler, kalplerde yereden müşahedeler, amellerin
gerçekleştirdiği mücadeleler şeklinde kendini gösterir. Bunlar da, insanda
hususi bir ilmin, Allah'ı razı edecek bir ahlakın, yüce bir halin, salihlerin
veya müttakilerin ahlakından güzel bir sıfatın, ariflerin ilimlerinden veya
mukarrebunun mülahazalarından birinin tahakkuk etmesini temin eder.
Bu ilim
hakkında konuşmak, ancak ona dair bir müşahedesi olan kimsenin hakkıdır. Kudret
ve tevhid ilimleri hakkında bir bili giye sahip olunmalıdır. Ya da amellerin
getirileri, hallerin intikali dünyaya değer vermeme ve ahiret peşinde koşma
bakımından bir nasibe sahip olunmalıdır. Kulun ilmi, vaaz ve iyiliğe özendirme
baj bmdan ise, bütün bunların da tevbekârlıktan sonra, istikamet haliyle
birlikte, ehli sünnet ve cemaatin ilimlerini, usul ilmini ve hadis ilimlerini
mükemmel bir şekilde bihnesiyle mümkündür. Aks:, takdirde üzerine vazife
olmayan bir işe girişmiş olur.
Bunun
dışında kalan davranışlar, öyle imiş gibi görünme ve yapmacıklıktan ibarettir.
İçi boş işaretlerle yapılan sun'i beyanlaf nn tamamı, dünya zineti ve heva
zinetinden başkası değildir. Söz^ konusu makamı temenni etmek de böyledir.
Temenni, akim bu yönde bir zanna kapılmasıveya nefsin bunu vehmetmesinden
kaynaklanır. Bunun takdiri vehme ait olduğu gibi, lanetli şeytanın verdir ği
vesveseler de olabilir. Bütün bunlar imanın neticesi olmadığı gibi, yakin ilmi
ile de kesinlikle alakasızdır.
Bunlar,
şeytanların fısıltılarından ve hatırlara getirdikleri yanlış fikirlerden başka
birşey değildir. Çünkü bu, günahların çoğalmasından kaynaklanan kalp
hastalıklarından biridir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Tıbbı bilmediği
halde tedaviye kalkışıp kişinin ölümüne neden olan kimse, tazminat vermekle
mükelleftir". [9][9]
Aynı şekilde
insanlara da onları zehirleyecek biçimde konuşan kimse, onların katili olur.
Zahiri görünümle bu tür davrananlar, sayılmayacak kadar kimsenin aldanmasına
yol açarlar, i Hakiki şekliyle ortaya çıkma hali ise halk içinde görülmeyecek
kadar azdır. Allah Teala, mülkünün hazinesinden dilediklerini diller ve
uzuvlar vasıtasıyla açığa çıkarır. Bunlar, yeryüzünün hazinelerinden olup
yeryüzünün mülkünde olduğu gibi bunlarda da tedbir ve hikmet mevcuttur.
Sözkonusu hazineler, zahir ilimlerdir.
Bu ilimler,
Allah Teala'nm yeryüzündeki kulları üzerindeki hüccetleridir. O, melekût
hazinelerini ise dilediği kullarına izhar eder. Bu hazineler, kalpler,
basiretler, hazineler ve azıklar olarak tecelli eder. İşte bunlar, melekût
hazineleri gibidir ki onlar da se-mavatm hazinelerindendir.
Onlarda da
semavatta olduğu gibi ayetler ve takdir mevcuttur. Bu hazinelerin ilimleri,
yakin ilmi kapsamına girer ki bu, ilm-i ba-tın'dır. Allah Teala, bu ilmi ancak
sevdiği kullarına mahsus kılar. O'nun bu ilmi nasip ettiği havas kulları, yakın
kılınmış veli kullarıdır. Hüküm ancak Allah'a aittir ve O hükmüne hiç kimseyi
ortak etmez. Rahmetini dilediği kuluna bahşeder. Güç ve hareket yalnız yüceler
yücesi Allah'ın kudretindedir. Dokuz yakin makamının sonuncusu olan 'muhabbet'
makamının şerhi de bu şekilde tamamlanmış oldu. [10][10]
Bu beş
temelin ilki, müminler için farz olan kelime-i tevhiddir. Ke-lime-i tevhidin
faziletlerini şöyle sıralayabiliriz. O, Allah Teala'ya yakın kılınmışların ve
Allah Resulü'nün (sav) şehadetidir. Onun fazileti, yakini iman sahipleri
içindir. Yüce Allah, diğer peygamberlerinin de Resulü'nü (sav) tasdik
ettiklerini bildirmiştir.
Biliniz ki
O'ndan başka ilah yoktur. Günahlarınız için de Ö'ndan mağfiret dileyin. Allah
Teala kullarına bu meyanda emir verirken şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki
(bu Kur'an) ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir. O'ndan başka ilah
yoktur". (Hud/14)
Tevhidin farzı,
Allah Teala'nm Bir (=Vahid) olduğuna kalpten iman etmektir. O'nun birliği sayı
bakımından değildir. Yine O, ikincisi olmayan İlk yani Evvel'dir. Hakkında
kuşku olmayan bir Mev-cud'dur. Gaib olmayan bir Hazır olup her yerde vardır.
Cehaletin sözkonusu olmadığı Alim'dir. Aczi bilmeyen bir Kadir'dir. Ölümsüz bir
Hayy yani sürekli canlıdır. Asla gaflete düşmeyen Kayyum her-şfeyi idare
edendir. Hafiflik ve taşkınlık bilmeyen bir Halim'dir.
Herşeyi
işiten Semi1 ve herşeyi gören Basir'dir. Sona ermez bir mülkün sahibi olan
Melik'tir. Başka bir zamana kayıtlı olmaksızın Kadim'dir. Asla zeval bulmayan
bir Kâin'dir. Keynunet yani sürekli oluş, O'nun kendisi için ihdas etmiş
olmadığı ayrılmaz bir sıfatıdır.
Devamlılığının
sonu bulunmayan bir Ebed-i Ebed'dir. O'nun Deymûmet yani devamlılığı, Zatı için
ihdas etmiş olmadığı ayrıl-riıaz bir sıfatıdır. O'nun kevninin yani Zati
varlığının başlangıcı olmadığı gibi kıdeminin evveli de yoktur. O'nun
ebediyetinin bir durağı da yoktur.
O'nun isim,
sıfat ve nurları, Zatı için yaratılmış olmadığı gibi Zatı'ndan ayrı/kopuk da
değildirler. O, herşeyin önü ve arkasıdır. Herşeyin üstünde ve herşeyin
yanındadır. O, her şeye bizzat kendisinden daha yakındır. Bütün bunlara rağmen
O, hiçbirşeyin mahalli değildir. O, hiçbir keyfiyet ve benzerlik
belirtilmeksizin dilediği şekilde Arş'a istiva etmiştir.
O, herşeyi
en iyi Bilen, herşeye Kadir ve herşeyi Kuşatandır. Gökle yer arasındaki boşluk
önünde feza arkasındadır. Hava önünde, mekan arkasındadır. Hareket önünde,
uzaklık arkasındadır. Tüm bunlar, yeryüzünün ve göklerin ardında yaratılmış
gözle görülmez cisimlere bitişik, ağır cisimlerden ayrı perdelerdir.
Bunlar, Yüce
Allah'ın diledikleri için tahsis ettiği mekanlar olup O'nun şu buyruğuna
dahildirler: "Ve herşeyden bir çift yarattık". (Zariyat/49) Allah
Resuîü'nün (sav) şu hadisleri de bu manadadır: "Rabbimiz, gökler dolusu,
yerler dolusu ve varlığını dilediğin şeylerin dolusu kadar hamd Sana'dır"[11][11]
Celali ve
şanı yüce Hak Teala, kendi ile münferid, sıfatları ile tek bir Zat'tır. Hiçbir
varlıkla içice geçmez ve birleşmez. Cisimlere hulul etmediği gibi arazlar da
O'na hulul edemez. O'nun Zat'mda O'ndan başkası yoktur. O'ndan başkasında da
O'nun Zat'mdan bir-şey/parça yoktur. Yaratılmışlarda ancak yaratılmış olma,
Zat-ı İla-hi'de ise ancak Yaratan vardır.
Yaratanların
en güzeli, herşeyden münezzehtir. Hak Teala, herşeyden yüce olup isimler,
sıfatlar, kudret, azamet, kelam, irade ve nurlar sahibidir. Bunların hiçbiri de
yaratılmış veya sonradan olma (=muhdes) değildir. Bilakis O, ezelden beri
bütün bu isimler, sıfatlar, kelam, nurlar ve iradesi bakımından mevcut ve
kaimdir. Şüphesiz ki O, mülkün, melekûtun, izzet ve ceberutun sahibidir.
Yaratma, emretme, yönetme ve ezme gücüne O sahiptir.
O,
yarattıkları hakkında ve mülkünde kendi emriyle hükmeder. Dilediği ve istediği
şekilde hüküm verir. O'nun hükmü hiç kimse tarafından sorgulanamaz. O'nun
iradesine rağmen hiçbir kulun iradesi olamaz. O'nun dilediği herşey olur.
Dilemediği bir şey de asla olmaz. O'nun merhameti olmadıkça hiçbir kulun O'na
isyandan engellenmesi mümkün değildir.
Aynı şekilde
O'nun dilemesi olmadıkça hiçbir kulun da O'na 1 atte bulunma gücüne sahip
olması mümkün değildir. O, bütün bi|i ların icrasında Tek'tir. Hiçbir ortağı
veya yardımcısı yoktur.
Azap vaadini
gerçekleştirmek zorunda olmadığı gibi O'ndan dilenmesi daha mümkündür. Hükümler
konusunda bizim için __ zem ve bağlayıcı olan kurallar O'nun için geçerli
değildir. O, fiille] -le sınanmadığı gibi sözle de işaret olunmaz.
Hikmet ve
adalet sıfatları gereği hakim ve adildir. Ama bu iki sıfatı.örneği O'nun
hikmeti yarattıklarının hikmetine benzemediği gibi, adaleti de kullarının
adaletiyle kıyaslanamaz. Kullarını ilzam eden hükümler O'nu ilzam etmez. Onlara
verilen kötü isimler, O'nun için asla kullanılamaz. O, akılların sınırlarını
aşmış, anlayışları, tasavvurları ve akılları geride bırakmıştır. O, ancak
Kendini vasfettiği gibi olup, kullarının vasfının üzerindedir.
Biz O'nu,
ancak ayetler ve sahih hadislerde geçen sıfatlarla tavsif edebiliriz. Bize
göre O, eşyada benzeri asla olmayandır. Bu konuda bize bildirilen isim ve
sıfatları kullanır, O'nunla ilgili her türr
İl lü temsil
ve aracı reddederiz. O, hiç kuşkusuz bütün sıfatları ile daj-
ima mevcut
olup sıfatları da O'nun gibi ezelidir.
Sıfatları
Zatı ile beraber kaimdir. O, sonsuz, sınırsız, keyfiyeli-siz, benzetmesiz ve
ikili olmaksızın varlığım sürdüren Ezeli'dir. Ö, tevhid ile devamlı olandır.
O'nun tevhidi O'na mahsus, ferdliği O'na has olup asla kıyas kabul etmediği
insanlara da benzetilemez. O'nun için cinsiyet ve his sözkonusu olamaz. O,
hiçbir şeyle ayni cins olmadığı gibi hiçbir varlıkla da birleşmez.
O'nun
isimleri, sıfatları, nurları ve kelamı dışında mülk ve tat -lekûtunda bulunan
herşey muhdes yani sonradan olmuş ve yaratılmıştır. Diğerleri yok iken izhar
edilmiş şeylerdir. Bunlar kadim olmadıkları gibi, evvelsiz de değildirler.
Aksine sınırlı zamanlarda ve muhdes vakitlerde varlık alemine çıkarılmış
şeylerdir.
Ezeli ve
Ebedi olan yalnız Allah Teala'dır. O, asla zail olmayacak ve ebediyete kadar
devam edecektir. O, Zatı'na has bir 'kayyu-miyet' ile Kayyûm ve sürekliliği
yani 'deymumeti' ile Deymûm olandır. Evveli ve ahiri olmayan Evvel O'dur.
Kendinden
ahiri yani sonraki olmayan Ahir yani Son da yine O'dur. O'nun bu şekil oluşu,
yani 'keynûnet'i, O'nun eşsiz hakikatidir. O, Ehad yani Tek ve Samed yani
ihtiyaçları giderilmek için tek başvurulandır. Ne doğurmuş, ne de
doyurulmuştur. Yani Zatı hiçbir şeyden doğmadığı gibi O'ndan da hiçbir şey
doğmamıştır. Aynı şekilde Zat'ından birşey yaratmadığı gibi, Zat'ı da hiçbir
şeyden yaratılmamıştır. Mülhidlerin bu konuda söyledikleri çirkin yakıştırmalardan
Münezzeh ve çok Uludur. [12][12]
Yüceler
yücesi Allah Teala buyurdu ki: "Bir zaman Allah peygamberlerden ahit
almıştı: 'Ne zaman size bir kitab ve hikmet verirsem ve sonra size bir
peygamber gelip onu tasdik ederse, ona mutlaka iman edecek ve yardım
edeceksiniz". (Al-i îmran/81)
Başka bir
ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Her kim ResuTe itaat ederse,
Allah'a itaat etmiş olur". (Nisa/80) Bir diğer ayet-i kerime de şudur:
"Muhakkak sana biat edenler, ancak Allah'a biat ediyorlardır".
(Fetih/10)
Allah
Resulü'nün (sav) risaletine şehadet etme farziyeti şöyle yerine getirilir:
Hazret-i Muhammed'in, Allah'ın Resulü olduğuna, son peygamber olduğuna ve
kendinden sonra peygamber olmadığına, ona verilen kitabın son kitab olduğuna
ve diğer her kitab üzerinde hakim olduğuna, onun önceki peygamber ve kitapları
tasdik ettiğine, ona indirilen şeriatın, önceki şeriatleri neshettiğine, mutabık
kaldığı hükümler dışında onların hükümlerini tamamen ortadan kaldırdığına, ona
verilen son Kitab'm diğer bütün kitaplar için şahid ve hüküm sahibi olduğuna
şehadet etmenizdir. O, İsa Peygamber'in (as) ümmetine gelişini müjdelediği son
Peygamberdir. Yine O, Musa Peygamber'in (as) ümmetine haber verdiği
Peygamber'dir.
O, Tevrat,
incil ve diğer semavi kitaplarda zikredilmiş son peygamberdir. O, Allah
Teala'nm diğer peygamberlerden -eğer zamanına ulaşırlarsa- kendisine
inanmaları ve destek olmaları noktasında söz aldığı Son Peygamberdir. Onlar bu
sözü ikrar etmiş, Allah Teala da kendilerine şahit olmuştur. Yine O, diğer
peygamberlerin, zamanına ermeleri halinde kendisine iman etmeleri noktasında
ümmetlerinden söz aldıkları Son Peygamber'dir.
Diğer
peygamberler, ümmetlerine O'nu tasdik etmeyi emretmiş ve ortaya çıkacağını
haber vermişlerdir. Buna göre eğer Musa (as) ve İsa (as) Son Peygambere
yetişmiş olsalardı, onun şeriatine dahil olmakla mükelleftiler. Onun
risaletini reddededen bütün yahu-di ve hıristiyanlar, Allah Teala'yı inkar
etmiş olmaktadırlar.
Ehli
Kitab'm, ona indirilen Kitab'a inanmaları, kendi kitaplarında ve
peygamberlerinin sözlerinde farz kılınmış ve emredilmiş bir husustur. Ona itaat
etmek ve onu sevmek, tıpkı Allah'a itaat edip O'nun emirlerine uymak ve
yasaklarından sakınmak gibi bütün semavi din mensupları için farzdır, Bu,
Allah Teala'mn yarattığı insanlara gerekli gördüğü ve diğer farzlarıyla
bütünlük içinde farz kıldığı bir farzdır. [13][13]
Allah Teala
buyurdu ki: "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da
sizi sevsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın". (Al-i İmran/31) Allah
Resulü (sav) de buyurdu ki: "Bir kul, ben kendisine ailesinden, malından
ve bütün insanlardan daha sevimli görünmedikçe iman etmiş olmaz". [14][14]Yine
O buyurdu ki: "Eğer Musa ve İsa zamanıma ulaşsalardı, bana tabi olmaktan
başka birşey yapamazlardı". Başka bir lafızda ise şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Eğer bana iman etmezlerse, Allah Teala o ikisini ateşte
dağ-layacaktır".
Bu konuda
israiliyat kaynaklı haberlerden birinde şu hadise nakladümektedir: Adamın biri
iki yüz yıl boyunca sürekli Allah'a isyan etmiş, O'nun emirlerine cüretkârlıkla
karşı çıkmıştı. Bu kimse öldüğünde israil oğulları onu ayaklarından tutup bir
çöplüğe attılar. Bunun üzerine Allah Teala, Musa'ya (as) onun naaşım yıkamasını
ve halkın huzurunda kefenlemesini emretti. O, kendisine emredileni yaptı.
İsrailoğulları bu duruma şaşırdılar ve 'İsrailoğul-lan içinde Allah Teala'ya
ondan daha çok isyan eden ve günah işleyen yoktur nasıl böyle yaparsın?' diye
sordular. Musa (as) da,, 'Bunu biliyorum, ama Allah Teala bana böyle yapmamı
emretti' dedi. îsrailoğulları, 'Öyleyse Rabbine bunun sebebini sor' dediler.
Musa (as)
bunu Rabbine arzettiği zaman Allah Teala şöyle buyurdu: 'Onlar doğru
söylüyorlar, o kimse bana iki yüz yıl isyan etti. Ama günlerden bir gün
Tevrat'ı açtı ve orada habibim Muham-med'in ismini gördü. Onu öptü ve gözlerine
sürdü. Ben de bu yüzden ona şükranda bulundum ve iki yüz yıllık günahını
affettim".
Bu anlamda
bir hadise, Abbas b. Abdülmuttalib'den de rivayet dilmiştir. O şöyle demişti:
Ebu Leheb ile kardeşlik ve dostluğum vardı. O öldüğü zaman, Allah Teala onun
durumunu bildirdi (Teb-bet suresi). Bu beni çok üzdü ve tasalandırdı. Bir yıl
boyunca Allah Teala'ya dua ederek rüyada bana onu göstermesini niyaz ettim.
i Sonunda onu rüyamda gördüm, ateşte
yanıyordu. Durumunu sordum. 'Sürekli ateş azabmdayım, ancak haftanın bir gecesi
azabım hafifletiliyor. O geceyi azap görmeksizin geçirebiliyorum' dedi. Bunun
nasıl olduğunu sordum.
Bana şunları
söyledi: Pazartesi gecesi Muhammed'in (sav) doğum gecesiydi. O gece, Ümeyme
gelmiş ve Amine hatunun onu doğurduğunu müjdelemişti. Ben de onun doğumuna çok
sevinmiş ve cariyelerimden birini azad etmiştim. Allah Teala işte bunun hürmetine
pazartesi geceleri azabımı kaldırmak suretiyle beni müka-faatlandırdı.
Allah Teala,
Resulü'nün (sav) oluşturduğu muhabbetin gerçekliği hakkında şöyle buyurmuştur:
"Hicret edip kendilerine gelen müminleri severler". (Haşr/9) O, başka
bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "İhtiyaç içinde olsalar
bile, onları kendilerine tercih ederler". (Haşr/9)
Allah
Resulü'ne (sav) muhabbetin tezahürlerinden biri de, O'nun sünnetlerini re'y ve
içtihada tercih etmek, mal, can ve diliyle O'na yardım etmektir. Onu sevmenin
alametlerinden biri de zahirde ve batında O'na tabi olup yolundan
ayrılmamaktır. ! O'na zahirde tabi olmanın tezahürleri arasında, farzları eda
edip haramlardan uzak durmayı, O'nun ahlakı ile ahlaklamp edep-leriyle
edeplenmeyi, O'nun hadislerini öğrenmeyi, sünnetini araştırmayı, dünyada zühd
sahibi olarak ehli dünyadan yüz çevirmeyi, heva ve gaflet ehlinden uzak
durmayı, övünmeyi bırakarak, dünyalıkla övünmekten vazgeçmeyi, ahirete dönük
ibadetleri çoğaltmayı, ahiret ehline yakınlaşmayı, fakirleri sevmeyi ve onlar
tarafından sevilmeyi, onları yanma yaklaştırmayı, sık sık meclislerine katılmayı,
onların dünyaseverlerden üstün olduklarına inanmayı zikredebiliriz.
Allah için
O'nun buğzettiği ve uzaklaştırdığı kimseleri sevmek de bu tezahürlerdendir ki
bunlar alimler, abidler ve zahidlerdir. Allah için o'nun sevdiği ve yakın
kıldığı kimselere buğzetnıek de böyledir ki bunlar bid'atçi zalimler ve
lanetlenmiş fasıklardır.
Allah
Resulü'ne (sav) batında tabi olmanın tezahürleri arasında, yakin makamlarını ve
iman ilimlerinin müşahedelerini zikredebiliriz. Mesela korku, rıza, şükür,
haya, teslimiyet, tevekkül, şevk, muhabbet, kalbi yalnız Allah Teala'ya
hasretmek, yalnız Allah için kaygılanmak ve O'nun zikriyle huzur bulmak bunlar
arasındadır. Bunlar, havassa mahsus ameller ve Allah Resulü'nün (sav) batini
halinin manalarından bazılarıdır. Her kim zahirde ve batında Allah Resulü'ne
(sav) bu şekilde tabi olursa, ayette vaadedilen lütfa mazhar olur. Yani ayette
buyrulduğu gibi, kulun Allah Teala tarafından sevilmesi, O'nun sevgisine nail
olma hali gerçekleşir.
Sehl şöyle
derdi: Allah Teala'yı sevmenin alameti, O'nun Resulü'ne tabi olup uymaktır.
O'na tabi olmanın alameti ise, dünyada zühd sahibi olmaktır. O, "Ve her
kim Allah'a ve ResuTe itaat ederse, (Allah) işte onlar Allah Teala'nm nimet
verdikleriyle beraberdirler" (Nisa/69) ayetinin tefsirini yaparken de
şöyle demiştir: Allah Teala'ya itaat, O'nun farzlarını eda etmek, Resulü'ne
(sav) itaat ise sünnetine uymak şeklinde olur.
Kul,
bidatlardan sakındığı ve O'nun ahlakı ile ardaklandığı zaman Allah Resulü'ne
(sav) uymuş olur. Allah Teala da kendisini sever ve yarın ahiret günü makamında
Peygamberi ile birlikte olmaya hak kazanır. [15][15]
Allah Teala
bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Allah, melekler |ve ilim sahipleri
adaleti ayakta tutarak O'ndan başka ilah olmadığına şahitlik ettiler".
(Al-i İmran/19); "Ve o kimseler ki şehadetlerini dosdoğru yapanlar".
(Mearic/33) Yakin sahiplerinin şehadetleri ya-kini imanları gereği şu şekilde
olur: Allah Teala, herşeyde İlk yani Evvel'dir.
Herşeyden
daha Yakın yani Karib'dir. Veren, Engel olan, Hidayete erdiren, Yoldan çıkaran
yalnız O'dur. O'ndan başka hiçbir kimse veremez, engel olamaz, zarar veremez,
yarar temin edemez. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Allah Teala,
kula yakın, onu gözleyen, ona güç yetiren ve onun için tedbir alandır. Kulun
bütün bakış ve kaygısı herşeyden önce O'nadır. O, her hususta O'nu zikreder,
kalbini O'ndan başkasına açmaz, her işinde O'na müracaat eder, O'na kulluk eder
ve şunu gayet iyi bilir ki Allah Teala, kalbe can damarından, ruha onun canından,
göze onun bakışından ve dile nefesinden daha yakındır.
O'nun bu
yakınlığı, yalnız O'na has bir yakınlık olup fiziki manada bir yaklaştırma ve
yakınlaşma şeklinde değildir. O,bütün bu hallerinde Arş üzerindedir. O, yerin
üstünde olduğu gibi Arş'ın üzerinde de dereceleri yükselten ve en üst derecede
olandır. O'nun yere veya herhangi bir şeye yakın olması, Arş'ın O'ndan uzak
kalmasıdır.
Arş,
duyularla his s e dilemeyen, zihin ile düşünülemeyen, göz ile görülemeyen ve
idrak ile kuşatılamayan bir mefhumdur. Çünkü Allah Teala kudreti ile bütün
yarattıklarından gizlenmiştir. Arş'ın O'nunla ilgili nasibi, yakin sahibi alim
bir müminin O'nunla ilgili nasibi, O'nun bahşettiği vecdi kadardır ki bu da
şudur: Allah Teala Arş'm üzerindedir ve Arş O'nun varlığa ile itmi'nan
bulmuştur.
Allah Teala,
herşeyin üstünde ve her şeyin altında Arş'ını kuşatmıştır. O, herşeyin üstünde
ve her altın üstündedir. O, alt ile vasfedilemez, çünkü üst de O'dur. O,
yüceler yücesidir. Her nerede olursa olsun, hiçbir mekan O'nun ilim ve kudretinden
hali kalamaz. O, asla bir mekan ile tahdit edilemez ve O'nsuz hiçbir mekan
bulunmaz. Ama hiçbir mekanda da bulunmaz. Alt aşağısı, üst de yukarısı içindir.
Herşeyden münezzeh olan Allah, her üstün üstünde ve her altın ötesindedir.
O, arzın meleklerinin
üstünde olduğu gibi, Arş'ın meleklerinin de üstündedir. O, mümkünler için
varolan bütün mekanların ötesindedir. O'nun mekanı iradesi, mevcudiyeti ise
kudretidir. Arş, arz ve bu ikisi arasındakiler, yukarıda ve aşağıda yeralan
mahlukat O'nun kabzasmdaki bir hardal tanesi hükmündedir. O, bunların hepsinden
daha yücedir ve ihata sıfatı ile bunların hepsini kuşatmış, kudreti olan
genişlik sıfatı ile de hepsini kapsamıştır.
Yücelik yani
uluvv, O'nun akıllar tarafından idrak edilemez akamet ve yüceliğidir. Hiçbir
tasavvur, keyfiyetini düşünemez. O'nun ululuğu için bir sınır da sözkonusu
değildir. O'nun yücelik 'sümuvv' ve yakınlığı 'dünuvv' için de hiçbir sınır
mevcut değildir. O'nun varlığında duyu, şuhudunda temas, huzurunda idrak, ihtiyatında
tedbir mevzubahis değildir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Üstlerindeki Rablerinden korkarlar". (Nahl/50); "Yüce Rabbi'nin
ismini teşbih et". (A'la/1); "Halbuki O, herşeyi kuşatıcı
olandır". (Fussilet/54)
Hiçbir şey
Allah Teala'ya başka bir şeyi perdeleyemez. Başka bir şeye yakın olan hiçbir
şey O'na uzak kalamaz. O, kudret ve idrak sıfatı gereği herşeye en yakın
olandır. Diğer şeyler uzak kılınmışlardır. Çünkü eşyanı sıfatı bunu
gerektirmektedir. Uzaklık ve perdelenme bu sıfatlardandır. Uzaklık ve
uzaklaştırma, O'nun iradesinin hükmü icabıdır. Sınırlar ve memleketler O'nun
yarattıkları için konulmuş perdelerdir. Mesafe ve buluşma da O'ndan başkası
için geçerlidir.
Feza,
yaratılmışlar için varolan bir mekandır. Hava ve geniş boşluk ise alemler için
yaratılmış mekanlardır. Hükümler ve takdirler, O'nun yarattıkları içindir.
Herşeyden münezzeh olan Zat-ı İlahi ise, takdir ve hükümleri aşmıştır
O, akıl ve
tasavvurların ötesindedir. Takdiri aşkındır. İzzeti sebebiyle de beşeri
fikirlerden gizlenmiştir. Hiçbir fikir gücü O'nu tasavvur edemediği gibi,
hiçbir muhayyile de O'na hakim olamaz. O, Zat'mı akıllardan saklayacak perdeler
koymuştur. Akıllar, O'nun sıfatlarım hakkıyla idrak etme gücüne sahip
değillerdir. Çünkü O'nun benzeri bir şey yoktur. Dolayısıyla numunesi ile
bilinmesi mümkün değildir. Üzerine kıyas edilebilecek bir türü sözkonusu
değildir.
Allah Teala
göklerde ve yerdedir. Arş'a istiva etmiştir. Her nerede olursanız olun,
sizinle beraberdir. Yarattıklarına bitişik veya onlardan ayrı değildir.
Kainatta dokunulamayandır. Uzaklaşmış olmayıp Zatı ile Ferd, sıfatları ile
Bir'dir. Hiçbir şey ile birleşmez ve kaynaşmaz. Kurb sıfatı ile herşeye
herşeyden daha yakındır.
ihata sıfatı
ile herşeyi kuşatmıştır. O, herşeyle beraber, herşeyin üstünde, herşeyin
önünde ve herşeyin arkasındadır. Bu da O'na
mahsus olan
bir (uluw' ululuk-ve 'dünuvv' yaklaşma iledir. O, Arş'ı taşıyanların ardındaki
hareketin arkasındadır.
O, insana
canı temsil eden şah damarından daha yakındır. O, bütün bunlara rağmen herşeyin
üstünde ve herşeyi kuşatmış olandır. Hiçbir şey O'nu kuşatamaz. O, bütün bu
hallerde, hiç kimse ve eşya için bir mekan değildir. Bütün bu hallerde O'na
benzer hiçbir şey olmadığı gibi, hiçbir varlık da mülkünde O'na ortak değildir.
Yaratma fiilinde yardımcısı yoktur.
Kullarından
hiçbiri O'na denk, birliğinde hiçbir benzeri mevcut değildir. O, son oluşunda
evveliyet sıfatıyla İlk'tir. O, ilk oluşunda da ahiriyyet sıfatıyla Son'dur. O,
ululuğunun zuhuru ile batmili-ğinde Zahir'dir. O, ezelden beri varolan ve aynı
şekilde ebediyete kadar varolacak olandır. O'mın Zatı tezattan münezzehtir.
Sonradan olma şeyler ve ebedler O'nda cari değildir. O, artmaz, eksilmez.
Kendi Zatı
için seçtiği şekilde Arş'ı üzerindedir. Arş, ulvi mahrukatının
"s«ıırıdır. O, ise Arş'ı ile sınırlı değildir. Arş bir mekana muhtaçtır.
Hak Teala ise, ona muhtaç değildir. Rahman Arş'a istiva etmiştir. Rahman O'nun
ismidir. İstiva ise O'nun sıfatı olup Za-tı'na bitişiktir. Arş, O'nun
tarafından yaratılmış olup O'nun sıfatlarından ayrıktır. O, Zatı'nm
sığabileceği bir mekan bulmak zorunda değildir. O'nun Zatı'mn taşıyacak
hamillere, birarada tutacak tedbire ihtiyacı yoktur. O'nu mevcud kılacak
yaratılmışlara da ihtiyacı yoktur.
O, Arş'ı
taşıyandır. Arş hamilleri için lütfunu gizler. O, Arş'ı birarada tutucudur ve
Arş'm bekçileri için lütufkardır. O, sevdiği kullarına istediği tecellileri
varedendir. İsimlerinin ve sıfatlarının ulvi tecellilerini onlara gizli
lütfuyla izhar edendir. Bu O'nun, gözle görülmez lütfü ve Zatı'na mahsus rahmetinin
icabıdır. O, kainatı hareketin ardından izhar etmiştir. O, hareketin genişliği
içinde yaymak suretiyle Arş'ı mümkün kılandır. O, Arş'ı ve hareketi kudreti ve
yüksekliğiyle kuşatandır. İradesi dışında hiçbir şey O'na sığmaz.
O, ancak
sıfatının nurları içinde tezahür eder. Ancak kudretinin genişliği içinde mevcud
olur. O, sıktığı zaman açıkladığını gizler, verdiği zaman da gizlediğini açığa
çıkarır. Allah Teala kainatının her çizgisinde bunu varetmiştir. Her fiilinin
bir mekan ismi üzerinde yücelip ortaya çıkması mümkündür. Tabii çok latif olup
gizlen-
mesi de
mümkündür. Bunları ancak O'nun iradesi ihtiva edebilir. O da ancak O'nun
bahşettiği şuhud ile bilinip O'nun verdiği nur ile görülebilir. Bu ise
günümüzde ancak kimsenin bilmediği velileri için kalp gözlerinde mümkündür.
Onlar için ahirette de bizzat gözlerle müşahede etme sözkonusudur. Bu
hususlar, ancak O'nun iradesiyle bilinebilir.
Eğer
dilerse, bunları en ufak şeye dahi sığdırabilir. Dilerse de bunları hiçbir şeye
sığdırmaz. Eğer dilerse, kullarını herşeye muttali kılar. Dilerse de onlara
hiçbir şey bildirmez. Eğer isterse en küçük şeyde dahi Zatı'nı gösterebilir.
İstemezse de hiçbirşeyde varlığını belli etmez. O, sınır ve ölçüleri aşmış,
geleceği ve kaderleri çoktan geçmiştir. O, sayılmayacak kadar çok sıfat
sahibidir. Bir surete hapsedilmiş olmadığı gibi, bir sıfatla kayıtlı veya bir
hükme mahkum da değildir. Herhangi bir vesile ile de mevcud olmaz. O, bir
sıfatı ile iki kez tecelli etmez. Herhangi bir suret ile deiki kişiye görünmez.
O'ndan aynı manaya gelen iki kelime varid olmaz. Aksine O'nun her tecellisi
için aynı suret ve her kula görünüşünde ayrı bir sıfatı sözkonusu olur.
O'nun her
bakışı için tek bir kelam mevzubahistir. O'nun her kelimesinden değişik
anlamlar çıkabilir. O'nun tecellileri için bir son olmadığı gibi, sıfatları
için de bir hudut yoktur. O'nun kelimeleri bitmez ve anlatımı kesintiye
uğramaz. O'nun bu hususiyetleri için de hiçbir keyfiyet sözkonusu değildir.
Çünkü tevhidde keyfiyet ve kudrette mahiyet sözkonusu olamaz.
Bu
sıfatlarında hiçbir yaratılmış O'na benzeyemez. Zat-ı İlahi için gözlerden ve
basiretlerden perdelenmiş bir kalp mevzubahis değildir. O'nun Zatı kalplerden
ve fikirlerden çok daha uludur. Hiçbir akıl O'nu tahayyül edemez, hiçbir fikir
O'nu tasavvur edemez. Hiçbir muhayyile de O'na malik olamaz. Çünkü O, sahip
olunan (merbub=sahip olunan' değil Sahip Olan 'Rab'dir. Hiçbir beyinle O'nun
hakkında düşünülemez. Aksi halde üstün çıkılmış 'inaknur olur. Oysa O, üstün çıkan yani Kahir olandır.
O, hiçbir
akıl ile de akledilemez. Zira akılların sahibi O'dur. O, hiçbir ihata ile de
kuşatılamaz. Kendi ihsanı ile tecelli edinceye kadar böyle olur. Tıpkı ilk
defa şefkati ile tecelli ettiği gibi tecelli edecektir. O, kendi varlığına
şahit olur ve kendi nuru ile bakar. Bu, Zatı'ndan gayrisi için mümkün değildir.
O'nun bu halini ancak Zatı bilir.
O'nu görmek,
ancak dilediği velileri için mümkün olabilir. Bu veliler, yakini imanın nurları
ile kalp gözleriyle O'na bakarlar. Ahi-rette ise cennetlerde bizzat gözleriyle
O'na bakacaklardır. Allah Te-ala kudretinin azameti ve şefkatinin lütuflarıyla
onlara tecelli edecektir. Lezzeti sınırsız sözlerle onlara konuşacaktır. Celal
sıfatları ile tecelli edecek güzellik ve cemalin bütün unsurlarıyla görünecektir.
Övünç ve kemal giysisi ile huzurlarında olacaktır.
Orada
Zatı'yla ilgili bütün hususiyetleri onlara bahşettiği nimet, mutluluk ve
faziletlerle cemeder. Bu, o meclislerdeki her bakış, söz, yakınlık, lütuf,
şefkat, ilgi ve ihsanda kendini gösterir. Kul orada sevdiğine istediği gibi
bakabilir. Hiçbir şey buna mani olamaz. Ayrıca istediği şeyden de yüzünü
çevirebilir. Görülen şeylerin O'na görünmesi zaruri değildir. Diğer eşyadan yüz
çevirişinde O'nun ululuk kabzasında olan lütuflara bakabilir.
Hazineler
O'nun sözünde, kainat O'nun iradesinde, bütün me-lekût O'nun elindedir. Ceberut
ve azemet O'nun yüce sıfatlarıdır. Eşyanın varlığı, O'nun onlara nazar etmesini
zaruri kılmaz. Eğer dilerse onlardan yüz çevirebilir. Çünkü O, muktedir ve
herşeyin üstünde güç ve irade sahibidir. Bu eşyanın yokluğu da onları görmesini
zaruri kılmaz. Çünkü O'nun bu eşya hakkında sabık bir ilmi mevcuttur. Bunlar
O'nun ilminin malumu olmaktan hali değildirler. O, herşeyden haberdar olandır.
O, zorlayıcı güç sahibi olan Cebbar'dır.
Varolan ve
olmayan herşey, zaruri olarak kendinden başkasının bakışına muhtaçtır. Çünkü
varolan şeyler, mümteni' olma zaafiye-ti yüzünden başkasına muhtaç iken
varolmayan eşya da ihtira yoluyla ortaya çıkamayacağı için kendisini arayacak
şeylere muhtaçtır. Oysa Allah Teala, izzeti sebebiyle kendinden gayrisinden
tamamen farklıdır. O kahretme sıfatı sebebiyle de hiçbir varlığa mümasil yani
denk veya benzer değildir.
Varolmayan
yani 'ma'dum', perdelenmiş gibidir. Allah Teala, perdelenmiş eşyayı da görür.
O, göklerin ve yerin arasında ve üstünde olan herşeyi, zerre miktarı da olsa
görendir. O'nun bakışının önünde hiçbir perde yoktur. Hiçbir kuvvet de onlara
yaklaşmasını engelleyemez. O'nun onlar üzerindeki kudreti de kimse tarafından
engellenemez. Hiçbir varlık da onları kuşatmasına mani olamaz. Çünkü varolan
bütün perdeler yaratılmışlar için mevcut olup Yaratan için asla sözkonusu
değildirler. Eşyanın batini ve muğlak yön-eri, Yaratan için apaçık ortadadır.
O, herşeyi
nasıl bir son beklediğine de şahittir. Her varlığım so-ıun sonunda ve
ebediyette nerede olacağını bilendir. O, yarını ve yarının ötesini tıpkı bugün
gibi görebilendir. O, Kıyamet gününü ve >rada olacakları şimdiden
bilmektedir. Oysa bütün bunlar, bizim ıçımızdan henüz yaratılmamış 'adem' yani
'y°k' hükmünde husus-.ardır. Ancak O'nun bütün bunları bilmesi, aynı zamanda
bunlara şehadet etmesidir. Çünkü O'nunla O'nun ilmi arasında hiçbir perde
mevcut değildir.
O, ilminin
sonsuzluğu gereği varlık alemine başından sonuna dek şahitlik etmektedir. Bu
ilim, O'nun ayrılmaz bir sıfatı, bu müşahede de O'nun Zatı'nm ayrılmaz bir
hususiyetidir. O'nun kelamı da bunu böyle haber vermektedir. Kelam-ı İlahi,
Allah Teala'mn gelecek ve olacağa şahit olduğunun delilini sunmaktadır. Çünkü
O, bildiğine bildiği üzere şahit olandır. Biz de bunu söylemekteyiz.
Allah
Teala'mn ilmi ve kelamı arasında asla çelişki yoktur. O'nun ilmi ve şehadeti
arasında da asla ihtilaf vaki olmamıştır. Bütün bunlarla birlikte, alemin
evvelinde O'ndan gayri ne bir mevcud ne de müşahede vardır. Kıdemde de O'nun
hiçbir ortağı yoktur. O'nun kuvvetine kıdemde şahit olan yoktur. Kuvveti O'nun
kudretinin özünü oluştururken, bekasının devamı da kudretine bağlıdır. O'nun
bakışı, ilminin genişliğini, ilmi de bakışının derinliğini göstermektedir.
O, bütün
eşyayı farklı sıfatlarıyla idrak etmekte ve bunu sıfatlarından yalnız biriyle
yapmaktadır. Sonra da bütün sıfatlarıyla sözkonusu sıfatıyla idrak ettiğini
idrak etmektedir. Buna göre de Hak Teala'mn aynı anda nazar ettiği, bildiği ve
kelamı vasıtasıyla izhar ettiği hususu sıhhat kazanmaktadır. O'nun sıfatlarında
herhangi bir sıralama sözkonusu değildir. Yani sıfatlarından biri daha Önce
veya sonra ortaya çıkmamaktadır.
O'nun
sıfatları belli bir zamanla sınırlı olmadıkları gibi, kuvvet ve hükümleri bakımından
aralarında bir ardarda gelme de sözko-
nusu
değildir. Yani sıfatlarının fiile dökülmesinde 'ta ki, olduğunda, vb.' zaman
sınırlama ve şart koşmalar mevzubahis değildir.
Buna göre
Allah Teala'nm sıfatlarıyla ilgili şu açıklama sahih olmaktadır: O, nazarı ile
bilir, bilgisi ile nazar eder. İlkler ve Sonlar O'nun nezdinde tek bir şey
gibidir. O'nun bütün sıfatları eşsiz, kemale ermiş, tam , sınırlarla tahdit
edilmemiş, zamanlara bağlanmamış, sıralamalara sokulmamış sıfatlardır. Çünkü
bütün sıfatları, kıdamdan beri O'nun Zatı ile mevcud olup 'muhdes' yani sonradan
olma niteliği taşımayan sıfatlardır.
Bunlar Allah
Teala'nm Zatı ile aynı zamanda varolan sıfatlardır. Oysa sıfatları, yaratma
sıfatının ardından sıralamaya başlamak, bunların sıra ve tertib üzere muhdes
ve sonradan açığa çıkarılmış olmalarını gerektirmektedir. Halbuki Allah Teala,
eşi ve benzeri olmayandır. Bunun en temel noktası da, sıfatları bakımından
hiçbir varlığa benzemeyişidir.
O'nun bütün
sıfatları, O'nun kıdemiyle birlikte kadim, O'nun varlığıyla aynı anda varolan
sıfatlardır. Fiilleri ise, sonradan olma, belli zaman ve sınırlarla
kayıtlıdırlar. Bunlar, O'nun kıdemiyle birlikte kadim olma özelliğine sahip
değildirler. Fiillerinde belli bir tertib mevcuttur.
Evveliyette
Allah Teala'dan başka bir mevcud ve müşahede yoktur. O'nun kıdemde de hiçbir
ortağı yoktur. Ezel ve ebedde, zamanın yaratılmasından ve muhdesâtın orta
çıkmasından önce de Zatı için kendinden başka hiçbir Kayyûm sözkonusu değildir.
O'nun
sıfatları belli yönlere sahip değildir. Yani sıfatlarından biri bir yöne
yöneiip diğerlerinin ondan bağımsız kalması hali mümkün değildir. Aynı şekilde
O'nun Zatı da bölünebilen, bir mekanda var iken, diğerinde olmayan bir Zat
değildir. Bu tür sıralama ve bölünmeler, ancak yaratılmışlar için caridir.
O işleri
tedbir ederken, bunu fikirlerden hareketle yapmaz. Dolayısıyla bir konuyla
uğraşırken diğerini ihmal etmesi mevzubahis değildir. O'na karşı çıkma
sözkonusu olmadığı için, hükümlerini bir meseleden diğerine değiştirmez. O,
yaratma sıfatını kullanırken herhangi bir alete başvurmadığı gibi bu konuda
kendinden gayrisinden yardım da almaz. Kudret sıfatı acze düşüp de işi bizzat
kendi elleriyle yapma durumuna düşmez. O, dilediğinde kendi eliyle
yaratabilir.
Eğer dilerse Kelimesi'nden yaratabildiği gibi, dilerse iradesiyle de
yaratabilir. Sıfatlarının özellikleriyle dilediği şekilde yaratabilir. Tekvin
yani yaratma, O'nu kelama muhtaç etmez. O'nun kelamı, dilediği keyfiyette
yaratmayı sağlar. O'nun hazineleri kelimesinde, kudreti de iradesindedir. O
bir kelam buyurduğunda birşeyi izhar eder. Dilerse takdir eder.
Dilediği
zaman Zatı'nı gösterir. Hangi kudretle isterse, onunla gizlenir. O,
yakınlığında Aziz , ululuğunda Karib, yani Yakın olandır. Zatı'nı sıfatlarla
perdelemiş tir. Sıfatlarını ise fiillerle perdele-miştir. O, ilmini iradesi ile
izhar eder. İradesini ise hareketlerle açığa çıkarır.
Eşsiz
yaratışını, sanatla gizlerken, sanatı da araçlarla açığa çıkarır. O, gayb
aleminde Batın yani gizli, hükmünde Zahir yani açıktır. O'nun kudreti
hikmetinde gayb, hikmeti ise hükmün tecelli ettiği yerlerde açık ve şahit
olunandır. Bütün bunlar, O'nun kudretinin aktığı kanallardır. O'nun yaratışı,
sanatında gizlidir. Sanatı ise iradesinin açığa çıkışıdır. Hiçbir sıfatında
O'nun bir benzeri yoktur. Mahiyeti bakımından da O'na denk olan hiçbir varlık
yoktur.
Ebu Bekir-i
Sıddık'tan (ra) tevhid hakkında çok özlü ve manalı bir söz nakledilmiştir.
Rivayete göre o şöyle demiştir: "Marifeti için marifetine ulaşmanın
acizliğini idrak etmekten başka bir yol yaratmayan Allah'a hamdolsun".
Ahmed b.
Ebi'l-Havari de, Şamlı marifet erbabı ulemadan bir zatm şu sözünü nakletmiştir:
Allah Teala mahlukatı yaratmadan önce, tıpkı yarattıktan sonra gördüğü gibi
görmüştür. Ebu Süleyman ed-Darani'den de şu söz nakledilmiştir: Allah Teala,
kullarını kendisine taat etmelerinden önce cennetlere koymuş, kendisine isyanda
bulunmalarından önce de cehenneme atmıştır.
Yine aynı
zat şöyle demektedir: Şüphesiz Allah Teala yarattıklarının fiilleri kendisini
gazaplandırmayacak kadar yücedir; Ama O, belli kavimlere gazap gözü ile bakmış
ve onları yarattıktan sonra da gazap ehline yakışan fiillerde bulunmalarını
sağlamıştır.
Böylelikle
de onları gazap yurdunun sakinleri kılmıştır. Hiç şüphesiz O, kullarının
fiillerinin kendisini memnun etmesine ihtiyaç duymayacak kadar da uludur. Ama
O, bazı kavimlere -kendilerini yaratmazdan önce- rıza gözüyle bakmış ve onları
yarattıktan
sonra da
rıza ehline yakışan amellerde bulunvmalarını teinin ede-rerk kendilerini rıza
yurduna dahil eylemiştir.
İbni Abbas
(ra) "İnsan yaratılıp zikre değer bir şey haline gelmeden Önce, onun
üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsan/l) ayet-i kerimesinin
tefsirini yaparken şöyle demiştir: İnsan, Allah Teala'nm ilminde mevcut idi ve
Allah Teala onu yaratacaktı. O, ayetin ilk kısmını yorumlarken buna işaret
etmektedir.
Allah Teala
dünyada olup biteceği olduğu gibi Kıyamet'te ve onun sonrasında ne olacağını da
haber vermektedir. Bütün bunlar O'nun ilminde başı sonu ile zikredilmektedir ki
bu, Allah Teala'nm ilminde bir zaman sıralaması, zaman kaydı veya mesafe
olmadığını kudretinde uzaklık bulunmadığını göstermektedir.
Bu meyanda
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Söz bakımından Allah'dan daha doğru kim
vardır?".(Nisa/122); "Yoksa onun yanında gaybm ilmi var da onu mu
görüyor?". (Necm/35) Görüldüğü gibi O, bu tür kimseleri kusurlu görmekte
ve kınamaktadır.
Yine O,
şöyle buyurmaktadır: "O, senin namaza kalkmanı da, secde edenler
arasındaki hareketlerini de görüyor". (Şuara/219) Yani O, senin hareketini
görmektedir. Buradaki 'hareket etme' fiili, namaz için kalkmaya atfedilmiştir.
Ayetin tefsirinde şöyle denilmektedir: Senin temiz sulblerde ve arı duru
rahimlerdeki hareketin ki ebeveynin asla zina ile biraraya gelmemişlerdir.
Allah
Resulü'nden de (sav) bu anlamda şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala
seni peygamberlerin sulblerinde intikal ettirmek suretiyle hareket ettirdi;
peygamberden peygambere geçtin ta ki seni İsmail'in (as) varislerinin
hürriyetinden dünyaya çıkardı". Bu anlamda başka hadisler de rivayet
edilmiştir.
Allah Teala,
sesleri hayallerinden ve yaratılmalarından Önce işitmesi hakkında şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah Teala kocası hakkında seninle mücadele
eden (kadını) işitti". (Mücadele/l)
Allah Teala,
bütün sesleri kıdemde Zatı'na mahsus ilmiyle bildiğini haber vermiştir. O, bu
sesleri, ses sahipleri telaffuz etmeden önce bilmektedir. Bunu bilen Allah
Teala, kainatın sonunun nereye varacağını nasıl göremez?
O, bütün
olacakları, zuhur etmeden önce kadim ilmiyle bilendir. O buyurdu ki:
"Muhakkak Biz sizi yarattık, sonra size şekil verdik,
sonra da
meleklere 'Adem'e secde edin'buyurduk". (A'raf/11) Görüldüğü gibi,
insanoğlunun yaratılması ve şekillendirilmesi, Adem'e (as) secde edilmesinden
sonra gerçekleşmiştir. Ancak Allah Teala bu secdeyi daha önce haber vermiştir.
Çünkü O, sabık ilminde varolan bu hadiseye daha Önceden şahid olmuştur. Zaten
bu, O'nun sabık ilminde önceden mevcut olmak durumundadır.
Bunun bir
benzerini de şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "O, gökleri ve yeri altı
günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti". (Hadid/4) Burada görüldüğü gibi
Arş, göklerden ve yerden önce mevcuttur. İstiva ise, O'nun Zatı ile birlikte
varolan bir sıfatıdır. O, bu ayetteki sıralamada yer değiştirme yapmıştır.
Çünkü Allah Teala kainatı, oluşundan önce bilendir.
O, Zati
ilmine de nazar edendir ve ilmi ile malumu arasında hiçbir perde yoktur. O
şehadet ettiğini aynı anda işiten ve ilmi icabı kelam buyurandır. O'nun nazarı,
işitmesi ve kelamı kainattan çok öncedir. Zira O'nun ilim, kudret ve irade
sıfatları kadimdir.
O, Zatı ile
bakan, işiten ve kelamını konuşandır. Aynı şekilde de ilim, kudret ve irade
sahibidir. Bilahare O, ardarda alemleri yaratarak ortaya çıkarmaya
başlamıştır. Bunu da bize göre farklı zamanlarda yapmıştır. Bunun ardında da
yarattıkları O'nun bakışının, işitmesinin ve kelamının muhatabı olmaya
başlamışlardır. Tıpkı geçmişte O'nun ilmi, kudreti ve iradesi kapsamında
oldukları gibi.
Bu
noktalarda Allah Teala için hardal tanesi kadar eksilme veya zerre miktarı
artma sözkonusu değildir. Görmez misiniz ki O, kudreti ve ilmi sayesinde
Kıyamet Günü'nü, o gün olacakları, ahi-reti ve orada yaşanacakları şimdiden
görmekte ve bize de olduğu gibi haber vermektedir.
O'nun
hakikat üzere haber verdiği hususların hiçbirinin olmaması mümkün değildir.
Bize göre sonraki zamanda olacak şeyleri O'nun görmesini engelleyecek hiçbir
perde mevcut değildir. O, aynı şekilde bugün yaşadığımız hadiseleri de kıdemde
çok iyi bilmekteydi. Bu, O'nun ilim, kudret ve ihata gücünün gereğidir. O'nun
kıdemde olduğunu gördüğü hiçbir şey engelenemezdir ve kesinlikle zuhur
edecektir. Allah Teala'nm kıdemde müdrik olmadığı bir hadiseyi bugün idrak
etmesi gibi husus, O'nun için asla caiz olamaz.
Aynı şekilde
kıdemde bilmediği şeylerden bugün istifade etmesi de caiz değildir. Aksi
takdirde şahit olmadığı bir şey hakkında kelam buyurmuş olur. Halbuki bu, O'nun
ilminde mevcuttur. Ayrıca böyle birşeyin varsayılması halinde, ortaya çıkan
bir şeyi izhar etmesiyle birlikte ilmini arttırmış olur.
Oysa zuhur
eden herşey, zaten O'nun kudreti dahilinde ve bizler için gayb olan malumu
arasındadır. Allah Teala, bu tür eksikliklerden Münezzehtir. O'nun celal ve
izzeti bu tür nakısalardan çok yüksetir. Çünkü O'nun nazan, ilminin genişliği,
ilmi de nazarının ihata kuvvetidir. O, ilmine sahip olduğu şeye bu vasfı ile
nazar eder. Nazar ettiği şey hususunda O'nun sıfatlarında bir ihtilaf görülmez.
i Kainatın
tamamı, O'nun için O'nun ilmi ile mevcuttur. O'nun ilmi herşeyin öncesindedir.
O'nun ilminde açıklamaya, sıfatında rivayete ihtiyacı yoktur. O'nun oluşunun
varlığı noktasında kainatın hiçbir varlığı olamaz. O'nun kıdeminin ezeliyetinde
kainatın kıdemi sözkonusu değildir. O, kainata mekan olmadığı gibi ona hulul
da etmemiştir. Çünkü O'nun evveliyyeti kainatı ve mekanı aşkındır. Bu
ikisinin, O'nun kıdeminde hiçbir payı yoktur.
Allah Teala,
gelecek ve ahirette olacaklara bugün dahi şahittir. O'nun sıfatları bakımından
ilkler ve sonların hiçbir farkı yoktur. O'nun sıfatlarında nazar etme, ilim
sahibi olma bakımından herhangi bir sıralama çelişkisi sözkonusu olamaz. Çünkü
nazar ve ilmine konu olan herşey, O'nun ilminin malumu ve iradesinin mevcududur.
Allah Teala,
eşyanın Zatı ile varoldukları Yaratıcı'dır. Oysa O, varlığını onlara muhtaç
değildir. O, eşyaya ilmi dahilinde nazar edendir. O, onlara nazar etmek için
mevcut olmalarını gerekli görmez. Çünkü O, onlar üzerinde iktidar sahibidir ve
ilmi de onları varolmalarından önce ihata etmiştir.
Kainat kendi
kendine yoktur. Çünkü o, eriyip gidebilir. Ama Allah Teala varlığın olduğu
gibi yokluğun da yaratıcısıdır. O'nun kıdemi yanında yokluğun kıdemi yoktur.
Aksi takdirde yokluk O'nunla beraber kıdemde ikinci olurdu. Kainat da, kendi
başına oluşmuş ve varolmuş değildir. Öyle olsaydı, Allah Teala'yla birlikte O'nun
evve-liyetiyle birlikte evvel olurdu. O, Zatı ile var ve tek olandır.
Ezelde bir
ikincisinin bulunmasından münezzehtir. Kıdemde de ortağı yoktur. Varlıklar yani
eşya, kendileri için ortaya çıkmışlardır. Bunların diğer varlıklara görünmesi
de Allah Teala'nm açığa çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Bunların mevcudiyeti de
Allah Teala'nm kendilerini icad etmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunların
açığa çıkarılması belli sınır ve zaman kayıtlarına bağlı olarak
gerçekleşmiştir. Bunların evveliyeti sözkonusu değildir. Evvelsiz Evvel olan
yalnız O'dur. Kadim ve Ebedi olan da, hiçbir vakit ve süreye bağlı olmaksızın
O'dur. O, sıfatları ile kaimdir ve sıfatları da O'nun için mevcut ve O'nunla
kaimdirler.
Anlattıklarımıza
yakini iman ile şahitlik edenler, alemin kıde-miyle ilgili hiçbir kuşku ve
tereddüte kapılmazlar. Aksi görüşleriyle sonradan olmaların 'hadis, ç.
havadis' kıdemini savunmakla il-hada düşmüş olurlar. Ya da ilmin kıdemini inkar
ederek sonradan olanların onda varoluşunu inkar etmiş olurlar.
Bu
görüşlerin her ikisi de, Allah Teala'nm sıfatları konusunda şirk koşmaktır.
Çünkü bu görüşlerde, sıfatların akla göre sıralanmaları sözkonusudur. Biz, bu
tür şahitlikte bulunanlardan beriyiz, bunların iddi alarmının batıl olduğuna
inanıyor ve bunların kıdem hakkında düştükleri şirki inkar ediyoruz.
Akılla inkar
edileni, yakini iman ile tevhide dahil ediyoruz. Çünkü her kim, Allah Teala
birlikte varolan başka bir kadimin daha olduğunu, veya kendi ile ve kendi için
mevcud olmuş bir varlığın daha bulunduğunu iddia ederse, sıfatlar konusunda
şirke düşmüş olur.
Kim, 'Allah
Teala, daha önce nazar etmezken nazar etmiştir, bilmez iken öğrenmiştir,
konuşmazken konuşmuştur1 derse, sıfatların sonradan olma olduğunu (=hudûs)
iddia etmiş ve ilimle malum olanları sözkonusu sıfatarın önüne koymuş olur.
Halbuki Allah Te-ala'nın malumu olan herşey, kıdemde de O'nun ilminde mevcuttu.
Sıfatların bunlar üzerinde bir tesiri yoktur. Allah Teala, ilmi ile kadimdir ve
ilminde varolanı ortaya çıkaran da O'dur. O, bunu kudret sıfatıyla yapar ve
ilminde varolana hakim olarak ortaya çıkarır. O, varolana malumunun yokluğu
ile değil bizzat ilmi ile nazar eder. O'nun ilminde varolan malum, kendi için
yok olup Allah Teala kendisini ihdas ve icad edinceye kadar O'nun Zatı ile
mevcuddur. Allah Teala onu izhar edeceği kimselere izhar ettiği zaman ortaya
çıkar. Bu da varlıklardan bir kısmının diğer kısmmca görünür olmasıdır.
Allah Teala,
bunları Zati ilminde ortaya çıkışlarından önce de bilmektedir. O, bunlara
yaratıp ortaya çıkarmakla nazarını onlara yaklaştırmış veya ilminde Zatı için
ihdasta bulunmuş olmaz. İlim, O'nun, Zatı ile beraber varolan bir sıfatıdır. O,
bu sıfatı ile kaimdir. Bilmediği bir şeyin O'nun için sonradan ortaya çıkması
sözkonusu değildir. Bulamadığı birşeyi araması da O'nun şanından değildir.
Buraya kadar
zikrettiğimiz hususlar üzerinde ihtilafa düşen ve farklı düşünenler, Mutezile
ve Cehmiye mezhebine dahil olurlar. Mutezile -aralarındaki ihtilaflara rağmen-
Allah Teala'nm herhangi bir şeyi, o şey ortaya çıkıncaya kadar göremeyeceği
hususunda müttefiktirler. Mutezile mezhebinin kolları, 'İlim' sıfatı üzerinde
ihtilafa düşmüşlerdir. Buna göre îbadiler kolu, Allah Teala'nm birşey ortaya
çıkıncaya kadar onu göremeyeceği görüşündedirler. îbadiler, bu kanaatleriyle
Nazzam ve Bişr el-Müreysi'nin görüşünü paylaşmaktadırlar. Bu iki zat, Allah
Teala'nm ortaya çıkıncaya kadar eşyayı görmediğini iddia etmişlerdir.
Cehmiye ise
-aralarındaki ihtilaflara rağmen- Allah Teala'nm birşey ortaya çıkmadıkça onun
hakkında konuşmadığı hususunda müttefiktirler. Onlara göre, sözkonusu şey
ortaya çıktığı zaman Allah Teala da kelamını yaratır. Onlar bu görüşleriyle
kainatı, O'nun kelamının önüne koymaktadırlar.
Onlar,
kainatı Allah Teala'nm nazarının da öncesinde görmektedirler. Bu mezhebin
bütün mensupları, Allah Teala'nm kelam ve nazarının, 'Hadis' yani sonradan
oluşu hususu üzerinde müttefiktirler. Çünkü onlar, isimlerin oortaya çıkışının
müsemmaların oluşmasından sonra geldiği görüşündedirler.
Yine onlar,
yaratılmışların gücünü (=istitâ'at), Yaratan'm iradesinin önüne
koymaktadırlar. İçine düştükleri şirk hali, işte bu noktada kendini
göstermektedir. Bu görüşlerde olanlar, işte bu nedenle tevhid dairesinden
ayrılmışlardır.
Mutezile'nin
îbadiyye kolu, Nazzam ve Bişr'in görüşlerini paylaşanlar da kalplerinin
benzeşmesi sebebiyle yalancı konumunuda-dırlar.
Onlar, müteşabih hükümlerin ardına düşen kimselerdir.
Mutezile
ilim, kudret ve irade sıfatlarının reddi üzerinde de görüş birliği içindedir.
Mutezile mensuplarıAllah Teala için 'Alim' demektedirler. Ancak O'nun ilmi,
başka birşeyin varlığına muhtaç değildir ve hiçbir şeyi vacib hale getirmez.
Onların
görüşü, Allah Teala'nm ilmini, insanların zanları gibi bir konuma
düşürmektedir. Çünkü onlar O'nun ilmi hakkında, 'O, kadim ilmi olmaksızın Alim,
kudreti olmaksızın Kadir ve sabık iradesi olmaksızın müriddir"
demektedirler.
Onlar,
yaratılmışların gücünü (=istitâ'at), Rahman'm iradesine takdim etmektedirler.
Onlar, malumların önce oluşunu gerektirmemek için irade ve kelamın fiil
sıfatları olup yaratılmış olduklarını iddia etmişlerdir.
Cehmiye
mezhebi, Allah Teala'nm aslen sıfatı gereği kelamda bulunmadığı hususunda
müttefiktir. Onlara göre Allah Teala'nm kelamı, fezanın boşluğunda ortaya çıkıp
cisimlerde arazın yaratıl-masıyla oluşan bir şeydir. Cehmiyeciler, kendi tevhid
anlayışlarına göre Allah Teala ile birlikte başka bir kadim daha icad etmemek
için bu görüşü savunmuşlardır.
Halbuki Ehli
Sünnet ve Cemaat'e göre bu, ilhaddır. Çünkü bunda, sıfatların kadim oluşunu
inkar etme, bunların 'hadis' olduklarına ve Zat-ı İlahi'den ayrı
bulunduklarına inanma sözkonusudur.
Allah'a hamd
olsun ki, yakin ehli bu konularda ihtilaflı değildir. Onlar, tevhidin şekli
hakkında da farklı düşünmemektedirler. İşte yakin ehlinin şehadeti ve
mukarrebunun imanı budur. Aklınız sakın makula benzeyerek yukarıda
zikrettiğimiz hususları müşahededen geri kalmamalı ve şehadetin özüne eremez
hale gelmemelidir.
Herşeye
şahid olan Hak Teala'nm sıfatları hakkında söylediklerimiz, aklın ışığı ile
değil ancak yakinin nuru ile idrak edilebilir. Çünkü Yaratan, yaratılana
benzemez. Benzeri bir varlık olmayana, ancak benzeri olmayan vasıtasıyla şahit
olunabilir. Bu da, Kadir Teala'nm nurundan kaynaklanan Yakin nurudur. Allah
Teala'nm kendisine nur bahşetmediği kimse için asla yol gösterici bir nur
olamaz.
Allah
Teala'nm sıfatlarıyla ilgili olarak zikrettiğimiz hususlar, farz olan kelime-i
tevhidde yeralan vahdaniyetin zahirî boyutundan ibarettir. Bunlar, akılla
bilinen eşyada varolan sıralamaya ve- ya akli kıyaslarla örnek göstermeye tabi
değildir. Sıfatların varlığını isbat veya inkar noktasında emsallere başvurma,
ancak akli faaliyetlerde sözkonusu olabilir.
Aynı şekilde
küfür ve dalalet de, gözlerin müşahededen mahrum olmasından dolayı insanların
karakterlerinde yerini alır. Beyinlerde uluhiyet müşahedesinin yokluğu,
alışılmış cereyanlar ve sebeplerin ortaya çıkışındaki örf de buna yol açar.
Bu çerçevede
sıddıklardan bir zat hakkında şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, tevhidin
hakikatini anlatmak suretiyle insanları Allah'a davet ediyordu. Ama insanlar
davetine teker teker icabet etmekteydiler. O sıddık bu durumu şaşkınlıkla
müşahede etti.
Bunun
üzerine Allah Teala kendisine şöyle vahyetti: Akılların sana icabet etmesini
istiyor musun? O, 'Evet' deyince Allah Teala şöyle buyurdu: Öyleyse Beni
onlardan gizle. Sıddık, 'İnsanları Sana çağırırken, Seni onlardan nasıl
gizleyebilirim?' diye sordu.
Allah Teala,
'Sebepler ve sebeplerin sebepleri hakkında konuş1 buyurdu. Sıddık, Allah
Teala'ya bu yollarla davet etmeye başladı. Halktan büyük kalabalıklar davetine
icabet etmeye başladılar.
Tevhidin
sıhhati, ancak sıfatların, sünnet ve şeriatın kaynağı olan İlahi vasıfların
isbatı, benzerlik, mahiyet, cins ve keyfiyet gibi şüpheleri reddetmekle
gerçekleşir. Bununla birlikte kalbin sükunu, imanı bu şekilde benimseme huzuru
ve yakin nuru vasıtasıyla Allah'a teslimiyetin de bulunması gerekir.
Tevhidin bu
şekline ancak yakin nuru ve ilmi ile şahid olunabilir. Bu, akıl ilmi ve
ışığıyla bilinebilecek bir husus değildir. Çünkü Yaratan, yaratılan ile
görülemez. Akıl, dünyanın aynasıdır ve onun ışığı ile dünyevi hususlar
anlaşılabilir.
İman ise,
ahiretin nurudur ve ahirete de onunla şahid olunabilir. Ahiretle ilgili
hususlara da ancak bu nur ile iman edilir. Allah Teala da, ancak yakin nuru ile
görülebilir. Bu nurda, Allah Tea-la'mn sıfatlarının müşahedesi mevcuttur.
İmanın hakikati de budur. Gökten indirilen şeylerin belki en yücesi de budur.
O, imanı arttırmak için müminlerin kalplerine indirilen sekinettir.
Müminin
sıfatlar hakkındaki tavrı şöyle bilinir:
O, bu
sıfatlarla ilgili rivayetleri birbirine vurup bunların bir kısmını diğerlerine muarız görmeye veya aralarında
sıralama
yapmaya
yönelmez. Aksine sıfatlar ve kudret hakkında rivayet edilen bütün haberlere
iman eder ve bunları, islâmma teslim eder. Aksi takdirde bunlardan bir kısmına
inanıp diğerlerini inkar etmiş olur.
Bize göre
iman, Allah Teala'nm lütuf ve rahmetiyle bahşedilen bir nimettir. Bunun aslında
da tasdik, yakin ve nakil sözkonusu-dur. İmanda taklid, hüsnüzan ve akla mahal yoktur.
Dört şey
vardır ki bunlara kayıtsız şartsız teslim olmak ye karşı çıkmamak gerekir:
l. Sıfatlar hakkındaki hadisler;
2. İbadetlerin esasları;
3. Sahabenin
faziletleri; İ4. Amellerin faziletleri.
'Eğer Allah
Teala, müminlerin kalplerine destek olmasa, imanı süsleyerek onlara sevdirmese
ve inançsızlığı onlara çirkin göstermese idi, karaklıklar içinde yollarını
kaybetmeleri, helak denizlerinde boğulmaları kaçınılmaz olurdu. Çünkü O'nun
destek ve yardımının olmaması durumunda, kullar düşmanlarıyla başbaşa kalacak
ve sebepleri öğrenmeye kalkışacaklardı.
Kudret-i
îlahi'nin bir tecellisi olarak gözlerden perdelenen gayb, kullar için
inanılması çok güç bir mefhum olacaktı. Allah Teala, sevdiği kullarını bu ağır
imtihanla sınamamış, kalplere imanı sevdirmiş, onu süsleyerek küfür ve isyanı
çirkin göstermiştir.
Allah Teala,
örtülü gayba iman edenleri de övmüştür. Bu çerçevede, Allah Teala'ya yakın
kılınanların nuru müşahede etmedeki öncülükleri bu övgünün tezahürlerindendir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah, iman edenlerin dostudur; onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarır". (Bakara/257) Eğer kullar yaratılış
tabiatının karanlığında olmasalardı, Allah Teala'nm kendilerine iman nuru ile
hıtufta bulunması sözkonusu olmazdı.
Bu hususta
rivayet edilen haberlerden biri şu mealdedir: "Allah Teala, halkı
karanlıkta yaratmıştır. Sonra onlara bir nur göndermiştir. Bu nurun isabet
ettiği kişiler hidayete ererken isabet etmedikleri dalalete düşerler".
Yüce
Allah'ın "Allah dilediğini imha edip dilediğini sabit kılar. Kitab'm Anası
O'nun katmdadır" (Ra'd/39) buyruğunun tefsirlerin-
den biri de
şu şekilde yapılmıştır: Allah Teala, muvahhitlerin kalp-lerindeki sebep
arayışlarını imha ederek Zatı'm isbat eder.
Aklı rehber
edinenlerin kalplerinden ise vahdaniyeti silip atarak sebep arayışlarını sabit
kılar. Tevhid, ariflerden biri tarafından bir eserde resmedilmemiş, herhangi
bir alim tarafından hutbede izah edilmemiş olmasaydı, avamın tevhid şehadetini
idrak etmeleri hususunda acze düşmeleri mümkün olabilirdi.
Akılların da
-tevhidin mükaşefesinin ağırlığına dayanamama-ları sebebiyle- bu şehadeti inkar
etmeleri kuvvetle muhtemeldir. Çünkü tevhidin şehadetinde, akılları şaşkınlığa
düşürecek, akılla kavranmış bilgilerden başkasına sahip olmayanları zühule
sevke-decek hususlar mevcuttur.
Ne var ki
biz, öncekilerde görülmeyen bir bidati başlatmak, akılları şaşkınlığa
sevkedecek bilgileri açıklamak niyetinde değiliz. Böyle yapmakla nasipsiz
kalmaktan da korktuk. Burada anlattıklarımızın okuyanlara ve işitenlere
yararlı olması zaruridir.
levhid
ilminin hakikati, marifetin içinde saklıdır ki o da, Ma'ruf ı Teala'mn, marifet
sahibine daha önceden ulaşmış olmasıdır. Bu, AlIlah Teala'ya
yakın, O'nun seven ve O'nun hususi kıldığı kullarına özgü bir sıfat ile
gerçekleşir. Avamın bu bilgileri taşıyabilmesi mümkün değildir. Rubûbiyet
sırlarını ifşa etmek ise küfürdür.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Her kim tevhidin sırlarını açıklar ve vahdaniyeti ifşa
ederse, onun katledilmesi başkalarını ihya etmekten daha hayırlıdır.
Başka bir
zat ise şöyle demiştir: Rububiyetin bir sırrı vardır.
Eğer bu sır
açığa çıkarsa peygamberlik boşa çıkar. Peygamberliğinde bir sırrı vardır. Bu
sır açıklanırsa, o zaman da ilim boşa çıkar.Allah Teala'yı bilen alimlerin de
bir sırrı vardır. Eğer Allah Teala bu sırrı izhar ederse, hükümler boşa çıkar.
İmanın dayanağı ve şeriatin dosdoğru kalabilmesi bu sırrın saklı tutulmasına
bağlıdır.
Emir ve
yasaklar da bununla intizam bulacaktır. Allah Teala, işinde her zaman galib
olacaktır.
Tevhid ilmi
bütün bunların üstündedir. Vahdanî, tevhid ilmine vakıf olanlara verilen
isimdir. Tevhid de onun sıfatıdır. Bunun üstünde ise İttihad ilmi'yer alır. Bu
ilme sahip olanların tanımı 'müt-tehid'dir.
Bunun
üstünde ise 'Vahdaniyet İlmi yer alır. Bu ilme vakıf olanlara ise Vahdani' ismi
verilir. Bu ilmin de üstünde 'Ehadiyet II-mi' yer
alır. Buna sahip olanın ismi de 'Ehad'dır. Bütün bu isimlerin kendilerine
mahsus sıfatları ve sıfatların da hususi nurları vardır. Bu nurlardan
kendilerine özgü ilimler, bu ilimlerden de müşahedeler tezahür eder. Bu nur
sahiplerinden en zahir ve halka en yakın olanına verilen isim de 'muvahhid'dir.
Halk, işte
bu noktada beyan ve açıklık sahibi olur. Yaratan'ı bu şekilde birleyen kimse,
'muvahhid' olarak isimlendirilir. Muvah-hidlerin bu tevhidi, Rableri tarafından
bir rahmet ile ödüllendirilir.
Müşahedelerin
ilki, Yüce Rabb'in Zatı'nı, Zatı için Zatı ile birlemektir. Onların Rab'lerini
tevhidi, yukarıda anlattığımız -anlatırken de bazı yönlerini gizlediğimiz-
tevhidin ötesinde bir tevhiddir. Tevhidin bu şekli, kullarından çoğundan
gizlenerek gaybın hazinelerine tevdi edilmiştir. Bu, avamın idrak ve
gözlerinden saklanmış bir tevhiddir. O, melekut ilminin tamamen aşmış bir ilim
olup avamın idrak ve gözlerinin ötesindeki ceberut hazinelerinde saklıdır.
Buraya kadar
anlattıklarımız, tevhid ilmine dair kalplere azık olabilecek hususlardır. Buna
imanda, her zaman daha fazlasını aramak gereklidir. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl
(ra) şöyle de-miştırrAlim üç tür ilme sahiptir:
1. Zahiri ilim babına giren ilimler ki bunları zahir
ehline sınır koymaksızm açıklar.
2. Batıni ilim babına giren ilimler ki bunlar, ancak
ehline açıklanabilecek ilimlerdir.
3. Allah Teala ile alim arasında sır olan ilimler ki
bunlar, imanının hakiki esasını teşkil eder ve bunları ne zahir, ne de batin
ilmine ehil olanlara açıklar.
Ondan Önce
de Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Hşlka,,, akıllarının idrakini aşan
ilimler anlatan alim, onlar için fitne E.ebbi olmaktan başka bir şey değildir.
[16][16]
Namaza,
tahareti açıklamakla başlamamız gerekir. Taharet babın-| da ise önce istincanm
farzları ve sünnetlerini, abdestin farzları, ı sünnetleri ve faziletlerim,
ardından da namazın farzlarını, sünnet-
lerini,
namazı vaktinde kılmanın hükümlerini, namazın genel hali ve namaz kılanın
uyması gereken adabı anlatmamız gerekir. [17][17]
Sözlerin en
doğrusunu söyleyen Hak Teala buyurdu ki: "Ve o (mescitte) temizlenmeyi
seven adamlar vardır. Ve Allah temizlenenleri sever". (Tevbe/108) Allah
Resulü (sav) de muhtelif hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: "Allah,
temizliksiz bir namazı kabul etmez". [18][18]
"Temizlik, imanın yarısıdır". [19][19]
"Namazın anahtarı temizliktir" [20][20]
Temizliğin
başı da, istincadır. İstincada iki farz, dört sünnet vardır. Farzların ilki,
pisliği 'hades' gidermek, ikincisi de pisliği gideren şeyin de temiz
olmasıdır. Hades gidermede kullanılan malzeme, hayvan tezeği olamaz, daha önce
kullanılmış olamaz, leş veya İslami kurallara aykırı kesilmiş hayvanların
kemikleri olamaz. Ayrıca kömür parçası kullanmak da, bırakacağı izden dolayı
mekruh görülmüştür.
İstincanm
sünnetleri ise dörttür ve şunlardan oluşur:
1. İstincanm tekli sayıda yapılması; üç, beş veya yedi
kez.
2. İstincayı su ile yapmak.
3. İstincada sol eli kullanmak.
4. İstinca bittikten sonra eli toprak ile ovalamak.
İstinca şu
şekilde yapılır: Taş, sol ele alınır ve ön tarafından başlanarak arkaya doğru
mesh yapılır. Bir kez kullanılan taş atılır. Ardından ikinci taş alınır ve
önden başlanarak arkaya doğru mesh yapılır. Ardından o da atılarak üçüncü taş
alınır ve hades mahallinde daire çizilerek son temizlik yapılır ve atılır.
Eğer başka bir taşa ihtiyaç duyarsa, onu da beşe tamamlar.
Eğer tek
taşla yetinecek olursa, bunu üçe tamamlamalıdır. Eğer üç tarafı da
kullanılabilecek büyük bir taş bulursa, onu kullanarak üç ayrı taş kullanmaktan
istiğna edebilir. Bir rivayette şöyle denilmektedir: "Taşla istinca eden
tekli sayıları tamamlamalıdır".
Allah Resulü
(sav) haceti geldiği zaman uzaklaşır ve kişinin e ne saklanması gibi bir kenara
saklanırdı. O, açık alanda çömelmez-di. Aksi halde ardına birşey diker, bir
duvar dibine çömelir, yüksek bir yerin ardına saklanır veya gizlenebileceği bir
taş yığınının arkasına çömelirdi. Allah Resulü (sav), hacetini giderirken asla
kıbleye yönelmezdi. [21][21]
Büyük
hacetini giderirken yere tam çömelmeden elbisesini kaldırmazdı. Kişi,
arkadaşına yakın şekilde, yani onu görebilecek ve hissedebilecek kadar mesafede
küçük ihtiyacını giderebilir. Bu, Allah Resulü (sav) tarafından verilmiş bir
ruhsattır. O, bizzat kendi fiiliyle bundan utanılmayacağım işaret buyurmuştur.
Allah Resulü (sav) insanların en hayalısı idi. O, yanında sahabileri varken
küçük ihtiyacını gidermek suretiyle bu genişliğin önünü açmak istemiştir.
Adamın biri
husumet halinde olduğu bedevi sahabeden bir zata şöyle demişti: Senin, büyük
abdestini bile güzelce yapabildiğini sanmam. O, buna kızarak, 'Aksine, onu
yapma hususunda çok ma-hirimdir' dedi. Bunun üzerine öbür adam, 'Öyleyse nasıl
yaptığını bana açıkla' dedi.
Sahabi de
şunları söyledi: Hades izlerini uzaklaştırır, kerpiç parçalarını hazırlar, şihi
(çölde bulunan güzel kokulu bir bitki) önüme, rüzgarı arkama alır, ceylan gibi
çömelir ve deve kuşları gibi süratli bitiririm.
Selman (ra)
rivayet ettiği bir hadiste şöyle demektedir: Allah Resulü (sav), büyük abdest
yapmanın şekline kadar herşeyi bize Öğretmiştir. O, büyük abdestin
temizlenmesinde kemik ve tezek kullanılmamasını emretmiş, küçük veya büyük
abdest yapılırken kıbleye yönelmeyi yasaklamıştır. Otururken vücut ağırlığını
sola vererek sağ dizi dikmenin doğru olacağını işaret buyurmuştur.
İstibra,
kişinin küçük abdestini yavaş yavaş bitirmesi, acele ederek kamışını oynatmam
ası dır. Aksi takdirde idrarın kamış başına dağılması sözkonusu olacaktır.
İdrar tamamen kesildikten sonra kamışını kök yerinden uç kısmına doğru üç kez
çeker, bunu da ardarda yaparak idrarın dağılmasına mani olur. Üç kez sümkü-rür
ve üç kez tıksırır. Bunları yedişer kez yapan mübalağa etmiş olur. Ardından sağ
eline bir taş alarak kamışını sol eliyle tutar. Kamışını, üzerinde ıslaklık
kalmayıncaya kadar taşa sürter. Kamış ucundaki ıslaklık kaybolduğunda temizlik
sağlanmış olur. Kişi bunu, yere veya duvara sürterek de yapabilir. Bu durumda
da, kuruluk hasıl olduğu zaman temizlik gerçekleşmiş olur.
Bütün
bunlar, su ile de yapılabilir. Bunda da, idrarın kamış ucu üzerinde yayılmaması
yeterlidir. İdrar yumuşak toprak tarafından emilir. Küçük abdesti rüzgara doğru
veya sert zemin üzerine yapmak mekruh görülmüştür. Aksi halde idrarın o
zeminden sıçraması mümkündür.
Medine
fikıhçıları, kamışı memeye benzetmişler ve onlardan bir kısmı onu çektikçe
idrarın az az da olsa akacağını söylemişlerdir. Kamışa su değmesiyle birlikte idrarın
kesileceği de söylenmiştir. Onlar içinde istibrayı en hafif ve taharette su
kullanımını en az tutanlar, fıkıh bakımından en derin olanları görülürdü.
Kamışın su
ile yıkanmasından sonra da bir ıslaklık peyda olabilir. Bu, idrar kanalının
darlığından dolayı suyun idrar deliğine girip çıkmasından ötürüdür. Kişi
temizlenme hususunda vesveseye kapıldığı zaman, abdest aldıktan sonra bir avuç
su alarak yine kamışının üzerine dökebilir.
Bir hadis-i
şeriflerinde Allah Resulü'nün de (sav) böyle yaptığı rivayet edilmiştir. [22][22]
Kamışa sağ elle temas etmek mekruh görülmüştür [23][23] Kamıştan beş
şey çıkar: İdrar, mezi, vedi (ki bu, uzun süre tutulan idrarın arkasından
gelen sıvıdır), yel ve meni. Meni dışındakilerin hepsi de abdest almayı
gerektirir. Meni, kamıştan fışkırma suretiyle çıkan, şehveti teskin eden ve
insanın yaratılmasına vesile olan sıvıdır ki bundan dolayı gusül abdesti
gerekir.
Bunlar
dışında, kamıştan çıkabilecek olan kurtçuk veya taşlardan dolayı da abdest
almak gerekir. Kamıştan çıkan yelin hissedilmesi zor olduğu için her namazda
abdest alınması müstehap görülmüştür. Kadınlar içinse, böyle yapmak temizliğe
daha uygun görülmüştür. [24][24]
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Her kim abdest alır ve onu güzelce yaparak iki rekat
namaz kılar ve namazında dünyaya dair bir şey hakkında kendi kendisiyle
konuşmaz ise, anasının onu doğurduğu günkü gibi bütün günahlarından uzaklaşmış
olur" [25][25]
Bu hadisin
başka bir rivayetinde ise şu lafız yer almaktadır: "Eğer o iki rekatte de
hata yapmazsa, önceki günahları bağışlanır". Allah Resulü (sav) başka bir
hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'nm günahlara kefaret
kılacağı ve dereceleri yükselteceği şeyleri haber vereyim mi? Zorluklarda
abdesti güzelce almak; Ayakları mescidlere taşımak ve namazın ardından diğer
namazın beklentisine girmek. İşte sarılacak bağ budur!". [26][26]
Allah Resulü
(sav) abdesti organlarım birer kez yıkayarak aldıktan sonra şöyle buyurmuştur:
"Bu, Allah Teala'nın namazı kabul etmesinin asgari şartı olan
abdesttir". Daha sonra organlarını ikişer defa yıkayarak abdest aldı ve
şöyle buyurdu: "Bu, Allah Teala'nm ecrini iki kez verdiği
abdesttir". Daha sonra üçer kez yıkayarak aldı ve şöyle buyurdu:
"İşte bu da, benim ve benden Önceki peygamberlerle İbrahim'in (as)
abdestidir". [27][27]
1. Su kabının temizliği.
2. Temiz su.
3. Niyet.
4. Uzuvları yıkama sırası (tertib).
5. Yıkanması emredilen üç uzvu yıkamak.
6. Başı meshetmet.
7. Yüzü ve kolları yıkarken, suyu avuçtan taşırmamak.
Aksi halde meshetmiş olur. Yüz yıkanırken suyu yüze çarpmamak. Suyu yüze
çarpmak mekruh görülmüştür. Su, iki avucun içinde yüze taşınmalı ve yumuşak
bir hareketle yüze yayılmahdır. Yüz, üstte saç köklerinden altta sakalların dip
kısmına kadar olan bölümü kapsar. Kulaklar ile sakalın başladığı sınırın arası
da yüze dahildir.
8. Kolların
dirseklerle beraber yıkanması. Yıkanması farz olan organlardan suyun damlaması
gerekir. Başın ise meshi yeterlidir. Baş, avuca alınacak kullanılmamış su ile
önden arkaya doğru oradan da bıngıldağa doğru meshedilir. Mesh bir kez
yapılarak tamamlanır. Yukarıda zikrettiğimiz dört uzuv, Kur'an-ı Kerim'de de zikredilmiştir.
Abdestle
ilgili ayette, uzuvlar arasında kullanılan atıf vavı bize göre tertib yani
sıralama içindir. Ben, Arap dili uzmanı bir fakih-ten şunu işittim: Eğer atıf
vavı toplama amacıyla kullanılmışsa zahirde sıralamayı gerektirmez. Ancak iki
veya daha fazla şeyi bira-raya toplama maksadı sözkonusu değilse ve sözkonusu
şeylerin birleştirilmesi mümkün olmazsa, 'sonra' anlamı veren 'sümme' edatının
yerini tutar. Buna göre de abdest ayetindeki Vav' edatı, sıralama yani
tertibden başka bir mana ifade etmemektedir. [28][28]
Abdestin
sünnetleri on adettir.
1. Besmele.
2. Abdeste başlamadan elleri yıkama.
3. Mazmaza (suyu ağıza alıp çalkalama).
4. İstinşak (Buruna su çekmek).
5. îstinsar (buruna çekilen suyu onu temizleyecek şekilde
çıkarmak).
6. Sakalları hilallemek.
7. Kulakları meshetmek
8. Her uzvu üçer kez yıkamak.
9.Yıkamaya sağdan başlamak.
10. Ayak parmaklarını hilallemek. [29][29]
Oturarak
abdest almak ve abdest alırken avret mahallini örtmek. Güneşte beklemiş su
kullanmamak. Bu, mekruh görülmüştür. Bu mekruhluğun Hicaz bölgesine mahsus
olduğu söylenmiştir. Abdes-ti, Özellikle kış mevsiminde erkanına uygun olarak
güzelce almak. Kış mevsiminde abdest almak, azimetler arasında sayılmıştır.
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir; Müminin kış mevsiminde ,soğuk suyla
aldığı abdest, bütün ruhbanların ibadetlerine denktir. Abdestte sınırı aşmamak
da taharetin faziletlerin dendir. Müslümanlar bundan nehyedilmiştir. Abdestte
sınırı aşmaya örnek olarak uzuvları üç defadan fazla yıkamak gösterilebilir.
Abdest
üstüne abdest almak, Övülmüş bir nurdur. Bu, her namaz için, abdest bozmadığı
halde abdest tazelemektir. Mümkün olduğunda yapılabilen bu davranış müstehap
görülmüştür. Böyle yapan birinin, aldığı her abdestte kendisi için on hasenat
mevcuttur. Kişi, tek abdestle beş vakit namaz da kılabilir. Allah Resulü (sav)
bunu yapmıştır [30][30]
Abdest,
kendi başına değerlendirildiği zaman Allah Teala'ya yakınlık için yapılan bir
ibadet hükmündedir. Böyle olabilmesi için, abdeste niyet edilmiş olması
gerektiği gibi bu abdestle namaz kılınması şart değildir. Bir rivayette şöyle
denilmektedir: "Kişi abdest aldığı zaman, günahları bütün uzuvlarından
çıkar ve kıldığı namaz nafile olur". Eğer zor gelmezse, idrara her çıkışta
abdest alınması müstehap görülmüştür. Kulun aldığı her abdestten sonra iki
rekat namaz kılması ve abdest esnasında da Allah'ın zikri dışında konuşmaması
müstehaptır. Her uzuv yıkanırken okunması müstehap olan dualar okunmalıdır.
îstinca
bitirildikten sonra şu dua okunur: Allahümme tahhir kalbi minen nifak ve hassin
fereci minel fevahiş. Allahım! Kalbimi nifaktan arındır ve namusumu her türlü
fuhuştan muhafaza buyur. Besmele okunurken şöyle denir: E'uzü bike min
hemezatiş şeya-tin ve e'uzü bike Rabbi en yahdurun. Şeytanın fısıltılarından
Sana sığınırım. Rabbim bana gelmelerinden de Sana sığınırım.
Eller
yıkanırken de şöyle dua edilir: Allahümme inni es'elükel yümne bel bereke ve
e'uzü bike mineş şu'mi vel heleke. Allahım! Sen'den iyilik ve bereket niyaz
eder, kötülük ve helaktan da Sana sığınırım.
cid/28;
Fazailü's-Sahabe/2-7; Tirmizî, Menakıb/14-16; İbni Mâce, Mukaddime/11; Dârimî,
Feraiz/11; İbni Hanbel,
1/270, 359, 111/18, 478, IV/4, 5, 212.
[5][5] Buhârî,
Edeb/96; Müslim, Birr/165; Tirmizî, Zühd/50, Da'avat/98; Dârimî, Rikak/71; İbni
Hanbel, 1/292, III/104, 110, 159, 165, 167, 168.
[7][7] Buhârî,
Tevhid/24, 36; Müslim, İman/147, 149, 185; Tirmizî, Birr/61; Nesa'î
İman/18" İb-ni Hanbel, 1/296, 416,11/166,111/93.
[14][14] Btıhârî,
İman/8, Eyman/3; Müslim, İman/69, 70; Nesa'î, İman/19; İbni Mâce, Mukaddime/9;
İbni Hanbel, III/177, 207, 275, 278, IV/336.
[18][18] Buhârî,
Vudu'/2; Müslim, Taharet/l; Ebıı Davûd, Taharet/31; Tirmizî, Taharet/1; Nesa'î,
Taharet/103, Zekat/48; İbni Mâce, Taharet/2; Dârimî, Vudu721, tbni Hanbel,
11/20, 39, 51, 57, 73, V/74, 75
[19][19] Müslim,
Taharet/l; Tirmizî, Da'avat/86; Dârimî, Vudu72; İbni Hanbel, IV/260, V/342,
343, 344, 363, 370, 372.
[20][20] Ebu Davûd,
Salat/73, Taharet/31; Tirmizî, Mevakît/62, Taharet/3; İbni Mâce, Taharet/3;
Dârimî, Vudu'/22; İbni Hanbel, 1/123, III/340.
[21][21] Buhârî,
Vudu714; Müslim, Taharet/62; Ebu Davûd, Taharet/5; Tirmizî, Taharet/7; İbni
Hanbel, 11/12, 13.
[22][22] Buhârî, Vudu734, Gusl/29; Müslim, Hayz/17, 85, 86; Ebu
Davûd, Taharet/82; Dâriraî, Vu-du/73; Muvatta, TahareÜ54; İbni Hanbel, 1/38,
50,11/56, 75, V/114
[23][23] Konuyla
ilgili hadisler için b. Buhârî, Vudu718, 19, Eşribe/25; Ebu Davûd, Taharet/18;
Tir-mizî, Taharet/İl; Nesa'î,Taharet/22, 41; İbni Mâce, Taharet/15; Dârimî,
Vudu'/13; İbni Hanbel, V/295, 296.
[25][25] Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Vudıı736, Salat/87, Ezan/30,
Vitr/1, el-Amel fî's-sa-, lat/1;
Müslim, Taharet/12, 33, Müsafirin/182, Cum'a/27; Ebu Davûd, Salat/48, 50, 51,
158; Tirmizî, Taharet/41,
Mevakît/167; Nesa'î, Taharet/108, 110; İbni Mâce, Taharet/6, ■*
60, İkamet/80, 181; Dârimî, Mukaddime/5, VuduV44, 45; Muvatta1,
Taharet/33, Salatü'l-
leyl/11; İbni Hanbel,
1/19, 57, 11/252,
265, III/292, 421,
IV/117, 151. 158,
241,
V/427VI/450.
[26][26] Müslim,
Taharet/41; Tirmizî, Taharet/39; Nesa'î, Taharet/106; Muvatta', Sefer/55; ibni
Hanbel, 11/277, 303.
Ebû Tâlib el-Mekkî,
Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 299.
[30][30] Bu
manadaki hadisler için b. Müslim, Taharet/86; Ebu Davûd, Taharet/65; Tinnizî,
Taharet/44, 45; Nesa'î, Taharet/100; İbni Mâce, Taharet/72; Dârimî, VuduV3;
İbni Hanbel, III/132, 133, 194, 260, V/350.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar