FÜTÛHÂT-I MEKKÎYYE'NİN YİRMİYEDİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
ALTMIŞINCI BÖLÜM
Unsurların Bilinmesi; Ulvi Âlemin Süfli âlem
Üzerindeki Otoritesi. Bu İnsan Âlemi, Feleğin Dönüşlerinden Hangisinde Var
Olmuştur. Bize Ait Ruhanilik Hangisidir?
Ana unsurlar dört tanedir Onlar
felekler âleminin kızlarıdır
Onlardan doğduk; böylece varlığımız
Unsurlar ve melekler âleminde gerçekleşti
İlah, gıdamızı başaklar yaptı Ortaklık
olmaksızın, başağın hükmünden.
Böylece
ücretimiz de başaklarla katmerleşti
İftira olmayanın sözüyle, yedi kat
olarak.
Zamanımız ise binlerden yedidir (yedi
bin)
İşıkların ve karanlıkların
dürülmesiyle.
Aklınla meseleye bak: Yedi içinde yedi
Yediden; meleklerden değillerdir
Fikrinle ise onların uyumuna bak
Keskin ve sert kılıçla vur.
(Dört ilahi Hakikat ve Dört
ilmin mertebeleri)
Şair, ‘melekler (emlâk’) kelimesiyle melekleri, İkincisiyle ise
hükümdarları kastetmiştir. Onların amade olduklarını söyler. Amade olan ise,
hükümdar adını Hakk edemez. Zikredilenler, dönen yedi şeydir. Onlar, haftanın
günlerinden ibaret olan mevcut yedi felekteki yedi gündür. Onlar, göklerin
üzerindeki harekete aittir. Bu hareket, uzak felek nedeniyle günün
hareketidir.
Bilmelisin ki: Varolanlardan her bir şey,
ilahi hakikatlere dayanmalıdır. Buna göre her bilgi, ilahi bilgide içkindir ve
bütün ilimler ondan meydana gelir. Bu ilimler ise, dört mertebeyle sınırlıdır.
Her mertebe de, âlimlere göre, sınırlı bilinen türlere ayrılır. Bunlar mantık
ilmi, matematik ilmi, doğa ilmi ve ilahi ilimdir (metafizik).
Alem, ilahi hakikatlerden dört nispet
talep eder. Bunlar hayat, ilim, irade ve kudrettir. Varlığı Zorunlu için bu
dört nispet sabit olunca, onun tereddütsüz bir şekilde âlemin var edeni olduğu
geçerlidir. Buna göre hayat ve ilim, nispederdeki iki asildir; irade ve kudret
ise, onların aşağısında bulunur. Asıl, hayattır. Çünkü o, ilmin varlığındaki
şarttır. İlmin ilgi alanı ise, geneldir. Çünkü ilim, Varlığı Zorunlu’ya
iliştiği gibi mümküne ve imkansıza da ilişir. İrade ise, onun altında bulunur.
Çünkü irade, varlık ve yokluktan biriyle kendisini tercih etmek üzere, sadece
mümküne ilişebilir. Buna göre iradeyi adeta hayat talep eder. Dolayısıyla
irade, hayatın edilginidir (sonuç). O, kudretten daha geneldir. Kudret, ise
daha özeldir. Kudret, mümkünün yok edilmesine (yoklukta bırakılmasına) değil,
var edilmesine ilişir. Bu yönüyle kudret, ilmin edilgini gibidir. Çünkü ilim
karşısında kudret, hayat karşısındaki ilim gibidir.
Mertebeler, etkinin edilginden ayrışması
şeldinde, bu ilahi nispetlerde ayrışınca, âlem bu surette etkin ve edilgin
olarak ortaya çıkmıştır. Alem, Allah Teâlâ’ya nispede, bütün açısından edilgin
ve yaratılmış; kendisine göre ise, etken ve edilgindir. Allah Teâlâ, İlk Akıl’ı
hayat nispetinden, nefsi ise, bilgi nispetinden var etmiştir. Böylece, hayat
bilginin varlığında şart olduğu gibi, akıl da nefsin varlığında şart olmuştur.
Akıl ve nefsten meydana gelen şey, hebâ ve tümel cisim olmuştur. İşte bu
dört şey, âlemdeki suretlerin ortaya çıkmasının aslıdır.
(Tabiat Mertebesi ve Dört Hakikat)
Nefs ve Hebâ arasında doğa mertebesi
vardır. Doğa dört hakikate dayanır: Bunların iki tanesi etken, iki tanesi ise
edilgindir. Hepsi de, kendisinden meydana çıktıkları şeye göre, edilginlik
mertebesindedir. Böylece sıcaklık soğukluk, kuruluk ve yaşlık oluşmuştur.
Kuruluk sıcaklığın, yaşlık ise soğukluğun edilginidir. Bu bağlamda sıcaklık
akıldan, akıl ise, hayattan meydana gelmiştir. Bu nedenle hayatın unsurdan
oluşmuş cisimlerdeki mührü sıcaklıktır. Soğulduk, nefsten, nefs ise bilgiden
meydana gelmiştir. Bu nedenle bilgi, (gönülde) karar kılınca, inancın serinliği ve kar diye
nitelenmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gönlünde parmakların
serinliğini bulup öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrendiğini belirttiği
hadis buraya dayanır. -
Kuruluk ve yaşlık, sıcaklık ve soğukluğun
edilgini olunca, irade kuruluğu istemiştir. Çünkü
kuruluk, iradenin mertebesindedir. Kudret de, kendi mertebesinde bulunan
yaşlığı'istemiştir. Kudret, özellikle var etmeyle ilgili olduğu için, ona en
uygun şey hayat olmuştur. O ise, cisimlerdeki sıcaklık ve yaşlıktır. Böylece
suret ve şekiller, hebâda tümel cisim’de ortaya çıkmış, gök ve yer birbirinden
ayrışmadan dürülmüş iken zuhur etmiştir.
Allah Teâlâ bu dürülmüş şeyi parçalamaya
yönelmiş, varlıklarını birbirinden ayırt etmek istemiştir. Onlarm varlığındaki
asıl, su idi. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeyi sudan canlı yaptık.’476 Her şey canlı olduğu için teşbih etmek
özelliğiyle nitelenmiştir. Allah Teâlâ, öncelikle, bu dört doğaya özel bir
şekil vermiştir. Sıcaklığı kuruluğa katmış, yalmakledilir ateş olmuştur. Onun
hükmü, uzak felek ve tümel cisimden ibaret olan Arş’ın cismi içindeki üç
mekânda ortaya çıkmıştır: Birinci mekâna koç, ikinci mekâna -ki o kendisinde
takdir edilmiş mekânların beşincisidiraslan, üçüncü mekâna ise -ki o, Arş’ta takdir
edilmiş mekânların dokuzuncusuduryay adını vermiştir.
Sonra, soğukluğu kuruluğa katmış, bu
ikisinin otoritesini bu felekteki üç mekânda ortaya çıkarmıştır ki o da,
yalın-akledilir topraktır. Birinci mekânı boğa, İkincisini başak, üçüncüsünü
ise oğlak diye isimlendirmiştir. Sonra, sıcaklığı yaşlığa eklemiş
yalm-aldedilir hava meydana gelmiştir. Onun hükmünü ise, uzak feleğin üç
mekânında izhar etmiştir. Birinci mekânı ikizler, İkincisini terazi, üçüncüsünü ise, kova diye
isimlendirmiştir. Sonra, soğukluğu yaşlığa eklemiş, yalm-akledilir su olmuş; onun
hükmünü, uzak feleğin üç mekânında ortaya çıkarmış, birinci mekanı yengeç, ikinci mekânı akrep, üçüncü mekânı
ise, balık diye isimlendir niştir.
Burçlar feleğinin varsayımsal olarak on
İlciye bölünmesi böyledir. Bu bölünmeyi ise, yirmi sekiz gezegen belirler. Bu,
izzedi ve her şeyi bilenin takdiridir. Allah Teâlâ, onların yaratılış ve
tertibini sağlamca yapıp döndürdüğünde, varlık dürülmüş olarak ortaya çıkmış, Allah
Teâlâ ise, onu parçalamak istemiş, böylece gök ve yeri birbirinden
ayrıştırmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar dürülmüştü, biz onları ayrıştırdık.’477 Yani, birini diğerinden ayırt ettik.
Böylece gök, yüksek duman olarak meydana geldi. Ardından gök ve yer-yer ve göle
arasında iki bileşik unsur meydana gelmiştir. Birinci unsur, yeri takip eden
bileşik sudur. Çünkü o, soğulc-yaştır ve dolayısıyla onun yükselme gücü yoktur.
Böylece yeryüzü üzerinde onu tutarak kalmıştır. Diğer unsur ise, ateştir. O
da, göğü takip eden esîr küresidir. Çünkü o, sıcalc-kurudur ve yere inme
doğası kalmamış, dolayısıyla sıcaklığı nedeniyle göğe yalcın kalmıştır. Onu
burada kuruluk tutar.
Ateş ve su arasında ateşin sıcaklığından,
suyun yaşlığından hava unsuru meydana gelmiştir. Dolayısıyla hava, ateşe
katılamaz, çünkü yaşlığın ağırlığı onu ateş gibi olmaktan engeller. Yaşlık, su
olacak şekilde onu aşağıya indirmek istediğinde, sıcaklık inmesini engeller.
Bu ikisi, karşılıklı olarak birbirini engelleyince hava ancak su ve ateş
arasında kalabilmiştir. Çünkü onlar, birbirlerini eşit ölçüde çeker. İşte bu, hava diye
isimlendirilen şeydir. Böylece unsurların mertebeleri, mahiyetleri, nereden
ortaya çıktıkları ve doğanın aslı sana açıklanmış oldu.
(Halife’nin Başak Devresinde Ortaya
Çıkması)
Felelder dönüp unsurlar kendilerine bu
manevi birleşmede aktarılmış şeylerden taşıdıkları şeyi bırakırlar. Doğan
şeyler, her unsurdan o unsurun hakikatinin gerektiği tarzda ortaya çıkar.
Böylece âlemin anaları zuhur etmiş, yatay ve geriye doğru hareket ortaya
çıkmıştır. Hüküm başağa ulaşınca, insanın yaratılışı aziz ve her şeyi bilenin
takdiriyle ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ, insanı cismi bakımından düzgün bir
yaratık olarak inşa etmiş ve ona doğrusal hareketi vermiştir. Allah Teâlâ bu
devir için unsur âleminde yedi bin sene yönetim süresi yaratmıştır.
Başak devrinden hüküm terazi devrine geçer
ki, bu, kıyamet vaktidir. Allah Teâlâ o günde kıyamet günü için adalet
terazilerini ortaya koyar ve bu nedenle hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Allah
Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği adalet ile dünyada hüküm ona ait olmayınca, Allah
Teâlâ terazileri ortaya koymuş, insanların sadece pek azı onları kullanmıştır.
Bunlar, özellikle peygamberler ve velilerden korunmuş olanlardır. Kıyamet günü,
terazi otorite mahalli olduğu için, hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Adalet terazilerini o gün ortaya koyarız, hiç kimseye haksızlık yapılmaz.
Bir hardal tanesi (kadar) bile olsa’ -yani hardal tanesi büyüklüğünde bir
amel bile olsa‘onu getiririz-ortaya çıkarırız. Biz
hesaba çekenler olarak yeteriz.H7S
Başak burcuna ait sayı yedidir. Yedi,
yetmiş ve yedi yüz gibi sadakalarda ücretlerin katları ve örneklemelerde
kullanılan sayılar ona ait olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mallarını Allah Teâlâ yolunda infak edenlerin örneği, yedi başak bitiren
bir tohuma benzer. Her başakta yüz tohum vardır:479 Bu sayı, yedi bine, yetmiş bine, yedi yüz
bine ve sonsuza kadar gider, fakat hep yedi hesabıyla gider. Atlas feleğinde
belirlenmiş yerler on ikidir. Çünkü sayı isimleri, on iki isme varır. Bu sayı,
birden ona, ondan yüze -ki o on birdir-, oradan bine -ki o da on ikidirulaşır.
Ondan sonra başka bir mertebe yoktur. Böylece onda bileşim, özellikle bu
isimlerle sonsuza kadar giden katlarla olur.
İnsanlar cennete ve cehenneme girer. Bu
vakit, ikizlerin derecesinden on birinci derecededir. Her grup kendi yerine
yerleşir. Ateşten şefaat veya inayetle çıkacak kimse kalmaz. Ölüm, cennet ve
cehennem arasında katledilir. Cennet ehlindeki hüküm, Allah Teâlâ’nın yakın
feleğin hareketlerine yerleştirdiği ilahi emrin gereğine göre gerçekleşir ve
cennette tekvin (oluşturma, yaratma) onunla gerçekleşir. Bu yaratma, ahiret
diyarının yaratılışının gerektirdiği şekildedir. Çünkü hüküm, her zaman
kabiliyetlerdedir. Bu bağlamda hakikat tektir, onun eserleri ise kabiliyetlere
göre değişir. Bunun gayesi, hiçbir yaratığın ortağı olmadan tek bir eylem ve
işle bağımsız olmamasıdır. Böylece herhangi bir kimsenin ortaklığı olmadan
gerçekleşen Allah Teâlâ’nın fiili, bu özellik sayesinde yaratılmışın fiilinden
ayrışır. O halde, yaratılmış her zaman muhtaçlık ve acizlik mahallinde bulunur.
Allah Teâlâ ise, zengin ve güçlüdür.
Cehennem ehlinde hüküm ise, Allah
Teâlâ’nın uzak feleğin hareketlerine ve sabit gezegenlere ve ışıldan sönmüş
yedi kürenin yüzüşüne tevdi ettiği ilahi emrin gereğine göre gerçekleşir.
Onlar, ışıldan olmayan bir takım yıldızlardır. O halde, cehennemdeki hüküm,
cennetteki hükümden farklıdır. Cehennemin hükmü, dünyanın hükmüne benzer: Saf
azap olmadığı gibi saf nimet de değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘orada ne ölür ne de diri kalırlar*80 buyurur. Yani, iki yönden birine geçmez.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Cehennem ehli
cehennem ehlidir. Onlar ne ölür ne diri kalır.’
Bir önceki bölümde, nimet ve azabın nasıl
olduğunu ifade etmiştik. Bunun sebebi, Allah Teâlâ’nın feleldere tevdi ettiği
ilahi emrin kalması ve bu emirden meydana gelen başkalaşmadır. Söz konusu
başkalaşma, feleklerin .suretlerinin değişmesi ve yıldızların da sönmesi ve
dökülmesiyle başkalaştıkları ölçüde olur. Böylece onların hükümleri, artma ve
eksilmeye göre, değişir. Çünkü başkalaşma, zatiarda değil, suretlerde gerçekleşir.
Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, el-Melîk (hükümdar) diye
isimlendirildiğine göre, âlemi bir ülke gibi düzenlemiştir: Bu bağlamda
kendisine kullarından seçkinler belirlemiştir. Onlar kendilerinden geçen ve
zikrederek Hakk ile oturan meleklerdir. ‘Onlar Allah Teâlâ’ya kulluk etmekten geri durmazlar. Gece gündüz teşbih
eder, iftira etmezler*81 .
Kerrûbiyyûn meleklerinden bir teşrifatçı
seçmiş, ona yaratıklarına dair bilgisini vermiştir. Bu bilgi, icmal içinde
mufassal (özette ayrıntılantırılmış) bilgidir. Allah Teâlâ’nın bilgisi, onun
için bir tecelligâh idi. Allah Teâlâ bu meleği Nun diye isimlendirmiştir. Bu melek,
sürekli Hakkın ilmi mertebesinde durur ve o, ilahi divanın başkamdir. Hakk, bilen olması yönünden
ondan perdelenmez.
Allah Teâlâ melekleri arasından ilkinden
daha aşağı mertebedeki bir meleği belirlemiş, onu kalem diye
isimlendirmiş, onun mertebesini Nun’un altına yerleştirmiş ve onu kâtip yapmıştır.
Ardından ona yaratıklarına dair bilgisinden dilediklerini Nun sayesinde
öğretmiştir. Bu öğretim, icmalî bilgidendi. İcmal bilgisinin içerdiği
bilgilerden biri de, tafsil ilmidir ki bu anlamda tafsil ilmi, icmal
bilgisinin bir yönüdür. Çünkü bilgilerin mertebeleri vardır ve onlardan biri
de, tafsil mertebesidir. O halde, ilahi kalemde mücmel bilgi
mertebelerinden sadece genel anlamda tafsil ilmi ve mufassal bazı ilimler
vardır.
Allah Teâlâ bu meleği divânının kâtibi
yapmış, ona el-Kâdir isminden tecelli etmiştir. Bu ilahi tecelliden o meleğe
yardım etmiş, onun bakışını tedvin ve yazı âlemi yönüne çevirmiştir. Allah
Teâlâ, onun için bir Levha yaratmış ve kıyamet gününe kadar yaratıklarında
uygulayacağı her şeyi bu Levha’ya yazmasını emretmiş, bu meleği kendi
karşısında öğretmen karşısındaki öğrenci konumuna indirmiştir. Burada bu meleğe
ilahi irade yönelmiş, onun için mufassal bilgilerden bu kadarını
belirlemiştir.
Bu melek için Haktan vasıtasız iki tecelli
vardır. Nim’ıın ise, daha üstün bir makamda tek tecellisi vardır. Çünkü
tecellilerin artışı veya çokluğu, üstünlüğü göstermez. Üstünlük, en genel
makama sahip olanındır.
Allah Teâlâ Nun’a, icmal ilimlerinden üç
yüz altmış ilimle Kalem’e yardım etmesini emretmiştir. Her ilmin altında da
bir takım tafsiller vardı. Fakat bunlar, sınırlı ve belirlidir, ona başka
ilimleri vermemiştir. Bu ilimlerden her biri, tafsil ilimlerinden üç yüz altmış
ilmi içerir. Üç yüz altmış katıyla çarpıldığında ise, çıkan sayı kıyamet gününe
kadar Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki bilgisinin miktarıdır. Levha’da bu
kalemin yazdığı ilimler bu kadardır. Onun ilmi artmaz ve eksilmez. Bu ilahi hakikat
nedeniyle Allah Teâlâ, uzak feleği üç yüz altmış derece yapmıştır. Her derece,
dakikaların ikinci ve üçüncül bölümlemelerinin ayrıntılarını özeder. Allah
Teâlâ bu Kalem’i kâtip diye isimlendirmiştir.
(Yönetici Melekler: Yaratılış âleminin On
İki Valisi)
Allah Teâlâ, yaratılış âlemi için on iki
vali görevlendirmiştir. Onlarm yeri, bize en uzak felekteki burçlardaydı.
Böylece uzak feleği, on iki kısma bölmüş, her kısma bu valilerin yerleşimi için
bir burç koymuştur. Bu burçlar, şehrin surlarının burçlarına benzer. Allah
Teâlâ, valileri oraya yerleştirmiş, onlar da bu burçlarda konaklamıştır. Her
vali, kendi burcunda bir tahta oturur. Allah Teâlâ, onlar ile korunmuş Levha
arasındaki perdeyi kaldırmıştır, böylece Levha’da kendi isim ve mertebelerini
ve Allah Teâlâ’nın kıyamet gününe kadar yaratılış âleminde onlar vasıtasıyla
uygulayacağı şeyleri okumuşlardır. Bunların hepsi, nefislerinde şekillendiği
gibi onlar da değişmez ve başkalaşmaz bir şekilde bu bilgiyi öğrenmiştir. Allah
Teâlâ bu valilerden her biri için emirlerini vekillerine (nüvvab) ulaştıran iki
görevli (hacib) belirlemiştir. Her iki görevli arasında ise, onlardan birinin
kendisine söylediğini diğerine ulaştıran bir elçi (sefir) yaratmıştır.
Allah Teâlâ, bu valilerin hizmetçileri
yaptığı bu kimseler adına ikinci felekte, içinde oturdukları menziller
belirlemiş, onları o menzillere yerleştirmiştir. Bu menziller, Allah Teâlâ’nın
kitabında, ‘Ay için menziller takdir ettik™1 diye isimlendirdiği menziller yirmi sekiz
menzildir. Başka bir ifadeyle ay, seyrinde her gece sonuncuya varıncaya kadar,
bir menzilde konaklar, sonra yeni bir dönüşe başlar. ‘Öğrenmeniz için.’ Yani,
ayın ve güneşin menzillerde hareket etmesiyle ‘senelerin sayısını ve hesabını
öğrenmeniz için.’ Allah Teâlâ, her şeyi bizim için ayrıntılandırmıştır. Sonra
bu menzillere bu melekleri yerleştirmiştir. Onlar, uzak felekteki o valilerin
teşrifatçılarıdır.
(Yedi Göklerde On İki Valinin Nakibleri)
Allah Teâlâ, bu valilere kendileri için
yedi gölderde vekiller ve naipler edinmelerini emretmiştir. Her gökte bir vekil
vardır. Vekil, bu valilerin kendisine aktardığı ve emrettiği şekilde, unsur
âleminin maslahadarını gözeten teşrifatçıya benzer. Bu durum, ‘her göğe emrini vahyetmiştir’483 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ, bu
yıldızların cisimlerini aydınlık cisimler yapmış, onlara ruhlarını üflemiş ve
yedi göğe yerleştirmiştir. Her gökte onlardan biri bulunur. Onlara şöyle der:
‘Sizi, bu on iki valinin yanında bulunanları, yirmi sekiz tane olan
teşrifatçılar vasıtasıyla ortaya çıkarmanız için yarattım. Nitekim bu valiler
de, korunmuş Levha’da bulunan şeyleri alır.’
Allah Teâlâ, bu yedi nakipten her biri
için içinde yüzdüğü bir felek yaratmıştır. Nakip için felek, süvari için at
gibidir. Böylece bu teşrifatçıların, kendilerinde yüzdükleri felelderi vardır.
Çünkü onlar âlemdeki olaylarda tasarruf sahibidir ve onu bilirler. Onlarm,
sayısı bini geçen yardımcı ve hizmetçileri vardır. Allah Teâlâ onlara, felekler diye
isimlendirdiği binekler vermiştir. Onlar, aynı zamanda bu feleklerde yüzer.
Felekler onlar sayesinde memleket üzerinde döner. Her gün mudaka bir defa
yüzerler. Göklerin ve yerin mülkünden hiçbir şeyi kaçırmazlar. Böylece valiler
de döner. Hizmetçiler, nakipler, yardımcılar, hepsi bu valilerin hizmetindedir
ve hepsi bize amade kılınmıştır. Çünkü âlemin varlık sebebi biziz. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerlerdeki her şeyi size amade kıldı’4114 Tevrat’ta ise, şöyle buyurmuştur: ‘Ey
Ademoğlu! Şeyleri senin için, seni kendim için yarattım.’
Hükümdarın böyle olması gerekir: Her gün,
yönettiklerinin halini gözetmelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O, her gün bir iştedir.’485 Çünkü Allah Teâlâ, gökte ve yerdeki her
şeyin hal veya söz diliyle kendisinden istediğidir. Alemi korumak O’na zor
gelmez. O, yüce ve büyüktür. Binaenaleyh el-Melîk, sadece mülküyle ilgilenir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Emri gökten yere yönlendirir.’486 ‘Emri tedbir eder, ayetleri
tafsil eder.’487
Mülkün varlığı olmasaydı, el-Melîk
(hükümdar), hükümdar diye isimlendirilmezdi. O halde O’nun
mülkünü koruması, kendisi adına elMelîk ismini korumak demektir. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir’488 buyursa bile, burada el-Melîk ismi yer
almamıştır. Çünkü tamlama isimleri, ancak tamlama oldukları şey ile varolabilir
(görelilik). Buna göre, tebaasının hallerini gözetmeyen, onlarda adaleti
uygulamayan, kendilerine yaraşan iyililde onlara davranamayan her sultan,
gerçekte kendisini azletmiştir.
Fakihler şöyle der: ‘Hükümdar fasık ise
veya zulüm yaptığında, dinen hükümdarlığını kaybetmiştir.’ Fakat bize göre,
özellikle fasık olduğu konuda azledilmiştir. Çünkü o, hüküm vermesi farz olan
şeyle hüküm vermemiştir. Allah Teâlâ’nın peygamberi, haksızlık yapmalarına
rağmen onları vali diye korumuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem biz
ve onlar için şöyle demiştir: ‘Adil olurlarsa, bu durum, sizin ve onların
lehinedir. Zalim olurlarsa bu, sizin lehinize onlarm aleyhinedir.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hükümdara itaatsizliği yasaklamış, bu durumu da,
herhangi bir valiye tahsis etmemiştir. Bu nedenle ‘dinen azledilir’ ifadesine,
‘fasile olduğu konuda’ ifadesini ekledik.
Hükümdar, tebaası ve kendisi hakkında
belirlenmiş hükümlerin dışına çıkmaktan kendmi alıkoymak zorundadır. (Burada
tebaası ile birlikte kendisi denilmiştir) Çünkü hükümdar, kendine karşı da
yetki sahibidir. ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz.’ İnsan,
kendi nefsi üzerinde bir çobandır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.’ Kendisine
biat eden kimsenin biat ettiği konuda hakkını ödemeyen kimse, kendini azletmiş
demektir. Hüküm sahibi olsa bile, hükümdar değildir. Çünkü her hüküm sahibi,
sultan değildir. Sultan, aleyhinde değil, lehinde kanıt olan kimsedir.
Bu nedenle Allah Teâlâ, felekleri her gün
üzerimizde bir dönüş yapacak şekilde yarattı. Bunun gayesi, valilerin
yaratıkların ihtiyaçlarının isteklerine bakmalarını sağlamaktır. Böylelikle
eksiği-gediği onarırlar. Onlar, emreden değil, irade eden olması yönünden Allah
Teâlâ’nın hükümlerini yaratıklarında uygular. Böylece valiler, kendilerinde
uygulamalarını emrettiği hükümleri farklı zamanlarda uygularlar. Söz konusu
hükümler, kaza ve kaderdir. ‘Acizlik ve zekâ bile, her şey bir kaza ve kadere
göre gerçekleşir.’ Küçük-büyük her şey, Korunmuş Levha’da yazılmıştır ve onda
bulunan her şey gerçekleşir. Valiler, âlemde ancak o Levha’daki şeyleri
uygular. ‘Allah Teâlâ her şeyi gözetendir:4119
Her şeye rağmen, memleketteki (âlemde) her
bir şey karşısında Allah Teâlâ’nın özel bir emri vardır. Valiler, teşrifatçılar
ve vekiller söz konusu emri bilir. Dolayısıyla onlar, bu yönü sürekli müşahede
eder. Bunun böyle olması, ‘Allah Teâlâ’nın her şeyi bilgi olarak ihata ettiğini’490
‘yaptığı her şey ile nefisleri gözetlediğini’491 ve ‘her şeyi ihata ettiğini’492 öğrenmeleri içindir.
(Emre Boyun Eğen Melekler Vali Meleklerin
Elleri Altındadır)
Allah Teâlâ bu işlerin yönetimini
meleklerden bu grubun tasarrufuna vermiştir. Her birisini, kendisine ait
yönetim tahtının bulunduğu burca ve yerleşim yerine oturttu. Teşrifatçı ve
vekillerden her birisini göklerdeki konaklarına yerleştirip her göğe valilerin
hükmüne amade melekleri yerleştirdi. Onların (bu valilerin emrine) amade
olmasını ise, farklı derecelere ayırmıştır. Bir kısmı, gece gündüz yükselen (ve
inen) meleklerdir: her sabah ve akşam Haktan bize, bizden Hakka yükselirler.
Onlar, bizim hakkımızda sürekli iyi söyler. Bir kısmı ise, yeryüzündekiler
hakkında bağışlanma diler. Bir kısmı da sadece müminler için bağışlanma diler.
Yeryüzündekiler için bağışlanma dileyen meleklerde merhamet ağırlıkta olduğu
gibi (sadece müminler için merhamet dileyen) meleklerde ise ilahi kıskançlık
baskındır. Bir kısmı şeriadarı (peygamberlere) ulaştırmayla görevlidir. Bir
kısmı bilgileri, bir kısmı ise, ilhamı ulaştırmakla görevlidir. Onlar,
bilgileri kalplere ulaştıran meleklerdir. Bu meleklerin bir kısmı rahimlerle
görevlendirilmiştir. Bir kısmı ise, Allah Teâlâ’nın rahimlerde yarattığı şeyi
biçimlendirmekle görevlidir. Bir kısmı ruhları üflemekle, bir kısmı rızıklarla,
bir kısmı yağmurlarla görevlidir.
Bu nedenle melekler
şöyle demiştir: ‘Her birimizin belli bir makamı vardır.’493
Allah Teâlâ âlemde bir şeyi yaratmak
istediğinde, yaratma işinin uygulanmasıyla meleklerini görevlendirir. Söz
konusu melekler, bu yönetici meleklerin emrindedir. Aynı zamanda, bu meleklerin
arasında saf saf duran, zorlayan, taksim eden, gönderen, yayan, çekip alan,
müjdeleyen, öne geçen, yüzen, aktaran ye yöneten melek sınıfları vardır.
Bununla beraber, bütün bu melekler, söz konusu yönetici meleklerin otoritesi altındadır.
(Allah Teâlâ’nın celalinin etkisiyle) Kendilerinden geçmiş güçlü ruhlar ise
böyle değildir. Onlar Allah Teâlâ’nın seçkinleridir. Onlarm dışındakiler ise Allah
Teâlâ’nın emirlerini yaratıkları üzerinde uygular.
Öte yandan sıradan insanlar, o meleklerin
sadece menzillerini görürken seçkinler, menzillerinde bizzat kendilerini
görür. Nitekim sıradan insanlar yıldızların cisimlerini görür. Buna karşın
teşrifatçıların ve vekillerin varlığını ise göremezler.
Allah Teâlâ unsurlardan oluşmuş bu âlemde
yönetici meleklerin cinsinden bir topluluk yarattı. Onlarm içinde peygamberler,
halifeler, valiler, sultanlar ve âlemin işlerinin idarecileri vardır. Allah
Teâlâ, yeryüzünde yönetici yaptığı bu kimselerin ruhlarıyla feleklerdeki bu
yönetici melekler arasında bir takım ilişkiler ve ince bağlar yerleştirdi. Söz
konusu bağlar, itidalle ve kuşkulardan temizlenmiş ve eksikliklerden ârmmış
bir şekilde, onlara uzanır. Yeryüzündeki bu valilerin ruhları, yatkınlıklarına
göre, onlardan (gelen yardımı) kabul eder. Yatkınlığı güçlü ve güzel olan
kimse, (yönetici meleklerden gelen) emri gerçek suretine göre temiz ve
temizleyici olarak kabul eder. Böylece, adil bir yönetici ve erdemli bir önder
olur. Yatkınlığı bayağı olan yönetici ise, (meleklerden kendisine gelen) o
temiz emri kabul eder ve onu kendi bayağı ve kötü şekline döndürür. Böylelikle,
zalim bir yönetici olduğu gibi haksızlığın ve cimriliğin vekili haline gelir.
Öyleyse herkes kendini kınamalıdır!
Yüce âlemin süfli âlem üzerindeki
otoritesini ve Allah Teâlâ’nın âlemi bu sırlı şekilde nasıl düzenlediğini
açıklamış oldum. Burada zikrettiklerimiz sadece esaslardır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Her göğe emrini vahyetti.’ Başka bir ayette ise, şöyle buyurur: ‘Emir onların arasına iner.’494 Bu konuyla ilgili bu kadar açıklama
yeterlidir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
et-Tennezzülâtü’l-Müsuliyye’de, (feleklerdeki) bu valileri, vekilleri ve
teşrifatçıların durumlarını, Allah Teâlâ’nın onları görevlendirdiği unsurlardan
oluşmuş âlemde ve ruhsal âlemdeki etkilerini zikretmiştik. Bu etkiler, doğanın
gereğine ve bedensel durumlara göre bize ilişir. Orada zikrettiğimiz her
konuyu ayrıntılı olarak Pazar Günü bölümünde ortaya koyduk. O bölüm, imam’ın
bölümüdür. Ayrıca yedi vekilden her birinin görevini Pazar günü bölümünde ve
diğer günlerde açıkladık. Bu konuyla ilgili olarak peygamberlerin ruhlarının
makamlarını açıkladık. Bu ruhsal lakapları, peygamberlerin ruhlarına nispet
ettik. Kıyamet günü ‘görme ve perdelenme’de peygamberlerin mertebelerini
açıkladık. Onlara uyan Mutlu ve bedbahtlara olan sözlerini belirttik. Bunlar
Adem’in dili ve Ayın tercümanlığıyla Pazartesi Günü bölümünde yapıldı. Böylece
söz konusu kitap, bu konuyla ilgili benzersiz bir kitap oldu.
Allah Teâlâ destekleyen ve başarıya
erdirendir. O’ndan başka rab yoktur.
ALTMIŞ BİRİNCİ BÖLÜM
Cehennemin Bilinmesi. Cehennemde
En Çok Azap Görecek Yaratık Kimdir? Yüce Âlemin Bazı Yönlerinin Bilinmesi.
Kuşkusuz gök tekrar dürülür,
tıpkı
Daha önce
olduğu gibi. Yıldızlarının ışıkları söner
Yeryüzünde yerleşenin sana insaf
etmesi için Göğün direği ve yapısı yeryüzündeki o kimseye dayanır.
Cehennemde en şiddetli acı çekecek
yaratık Ateşten yaratılmış olandır. Onun göğü de
Kendi
ışığından ateşinin elbisesini ona giydirir.
Bu nedenle
nefislerde belası büyür. .
(Cehennem Kâfirlerin Döşeğidir)
Allah Teâlâ bizi ve seni korusun,
bilmelisin ki: Cehennem yaratılmış şeylerin en büyüklerinden biridir. O, Allah
Teâlâ’nın ahiretteki hapishanesidir. (Allah Teâlâ’nın sıfatlarını reddeden)
Muattıla ve O’na ortak koşanlar orada hapsedilecektir. Cehennem, bu iki grubun
yerleşme yeriyken kâfirler, münafıklar ve büyük günah işleyen müminlerin de
varacağı yerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cehennemi kâfirler için bir hasır yaptım.'495 Sonra, zikrettiklerimizin bir kısmı ve
nassların belirlediği kimseler, şefaat ve ilahi inayede cehennemden çıkar.
Cehennemin ‘cehennem’ diye
isimlendirilmesinin nedeni, dibinin derinliğidir. Bir kuyu çok derin olduğunda
‘bi’ru cehennâm’, yani ‘dipsiz kuyu’ denilir. Cehennem hem sıcağı hem de
soğuğu içerir. Bu bağlamda, en ileri derecesiyle soğukluk gibi en aşırı
sıcaklık da cehennemdedir. En üst tarafıyla dibi arasında ise, yedi bin beş
yüz senelik mesafedir.
İnsanlar cehennemin yaratılışı hakkmda
görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba henüz yaratılmış mıdır, yaratılmamış mıdır?
Bu konudaki görüş ayrılığı meşhurdur. Her grup, vardığı kanaati kendisince
delil saydığı şeyle destelder. insanlar cennet hakkmda da görüş ayrılığına
düşmüştür. Bize ve keşif-mârifet ehli dosdarımıza göre, cennet ve cehennem bir
bakıma yaratılmış, bir bakıma ise yaratılmış değildir. ‘Yaratılmıştır’ derken
şunu demek istiyoruz: Bir ev yapmak isteyen adam, evin bütün duvarlarını,
özellikle de evi çevreleyen duvarları inşa eder. Bu durumda ‘adam bir ev yaptı’
denilir. Eve girdiğinde ise, bir alan ve mekânın içinde boşluk ve duvardan başka
bir şey görmez. Bu kez, evde oturacak insanların amaçlarına ve gereklerine
göre, evinde bir takım odalar, salonlar, ambarlar, mahzenler yapar. (Ev
örneğini cehennem için düşündüğümüzde) Oraya gireri kimselere azap etmede kullanılarak araç ve gereçler yerleştirir.
İşte cehennem bir evdir: Sıcaklığı,
tutuşmuş havadır. Âdemoğullarından ve ilâh edinilmiş taşlardan başka, o ateşin
közü yoktur. Cinler, bu ateşin alevidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.’496 Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Sizler ve Allah Teâlâ’dan başka taptıklarınız cehennemin'yakıtıdır.’497 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar ve taşkınlar cehenneme atılır. İblis’in bütün askerleri de
atılır.’m Cehenneme giren cinlerin ve insanların
amellerinin gelmesiyle, orada (azapta kullanılan) araçlar yaratılır.
Allah Teâlâ, cehennemi boğanın
yükselişinde yarattı. Bu nedenle onun yaratılışı, görünüşte boğayla birdir. Bu
yorum, bizim itimat ettiğimiz görüştür. Ebu’l-Hakem b. Berrecân keşfinde onu
böyle görmüştür. Keşif ehlinden bazı insanlara ise, yılan suretinde
görünmüştür. Böylece keşif sahibi insan, bu suretin Allah Teâlâ’nın cehennemi
kendisinde yarattığı suret olduğunu zannetmiştir. Bu keşif sahiplerine örnek
olarak, Ebu’l-Kasım b. Kasî’yi verebiliriz. Allah Teâlâ cehennemi yarattığında,
Zuhal boğa burcundaydı. Güneş ve Merih ise yay burcundaydı. Diğer gezegenler
(edderarî) ise, oğlak burcundaydı. Allah Teâlâ, onu İmam Müslim’in zikrettiği
bir hadiste belirttiği tecellisinden yarattı. Kutsi hadiste Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Acıktım beni doyurmadın, susadım beni içirmedin, hastalandım beni ziyaret
etmedin.’ Bu ifade, Hakk’ın ihsanında kullarına en büyük inişi ve tenezzülüdür.
İşte, cehennem bu hakikatten yaratıldı.
Allah Teâlâ bizi ve sizi ondan korusun! Bu
nedenle cehennem, zalimlere boyun eğdirmiş, büyüklenenlerin belini kırmıştır.
Cehennemde yaratılmış bütün acılar -ki
oraya girenler onları bulacaktır-, ilahi gazap özelliğinden kaynaklanır.
Acıların yaratılması ise, insanların ve cinlerin oraya girmesi esnasında gerçekleşir.
Cehennemlikler girmediği sürece, cehennemin kendiliğinde veya (orada görevli)
meleklerden verilen bir acı kesinlikle yoktur. Bilakis cehennem ve içindeki zebaniler
Allah Teâlâ’nın rahmetine batmış ve haz alır haldedir. ‘Onlar, bıkmadan usanmadan (Allah Teâlâ’yı) teşbih eder.’499 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Orada taşkınlık yapmayınız, yoksa öfkem size helal olur. Kime öfkem helal
olursa, kuşkusuz o kişi, (cehenneme) yuvarlanmış demektir.’500 Başka bir ifadeyle, öfkem size iner.
Böylece Allah Teâlâ, gazap özelliğini kendine izafe etti. Gazap onlara
indiğinde ise, gazabın mahalli olurlar. Cehennem ise, onlar için bir mekândır.
Onlar cehenneme yerleşir ve onlar gazabın mahallidir. Gazap da onlara
yerleşmiştir. Çünkü gazap, orada acının ta kendisidir.
Bizim yolumuzda olduğunu iddia edip
marifetten nasibi olmadığı için meseleyi benzetme ve niteliklerdeki karşılıklı
ilişki ve güç vasıtasıyla anlamaya çalışan kimse şöyle der: ‘Cehennem, ilahi
kahırdan (ezme, kahretme özelliği) yaratılmıştır. el-Kahır ismi, cehennemin
rabbi ve onda tecelli edendir.’ Gerçek bu insanın iddia ettiği olsaydı, bu
durum cehennemi kendisiyle meşgul ederdi. Bu durum kendisini zalimleri cezalandırmaktan
alıkoyar ve ‘daha var mı’501 veya ‘bir kısmım diğerini yedi’
diyemezdi. Hakkın her şeyi kuşatan rahmeti ve şefkatiyle cehenneme tenezzül
etmesi, onda yer açar. Bu yerin açılmasıyla cehennem, kendisine bu lütufta
bulunmuş zât’a karşı haksızlık yapanları cezalandırma imkanı bulur. Cehennemin
kâfirlere yaptığı her şey, kendisini nimetlendi rene teşekkür kabdindendir.
Öyleyse cehennem, Allah Teâlâ’dan ancak karşın olan şeyin bulaşmadığı mutlak
nimet görmüş olabdir. Binaenaleyh insanlar, cehennemin yaratılışı hakkında
yanılmıştır. ,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
bize aktarılan en sırlı hadislerden biri şudur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sahabesiyle birlikte mescitte otururken, büyük bir gürültü duyup
irkilmişler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Bu gürültünün
ne olduğunu biliyor musunuz?’ Onlar da, Allah Teâlâ ve peygamberi daha iyi bilir,
demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş: ‘Yetmiş sene önce
cehennemin zirvesinden atılmış bir taş, henüz cehennemin dibine ulaştı. Taşın
cehennemin dibine ulaşması ve düşmesi, bu gürültüye yol açmıştır.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
(sav.) sözünü bitirir bitirmez, münafıklardan birisinin evinde vaveyla kopmuş:
Adam, yetmiş yaşında olduğu halde ölmüş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en büyülctür) ’ demiş.
Sahabenin bilginleri, söz konusu taşın o münafık olduğunu ve Allah Teâlâ’nın
kendisini yarattığı günden itibaren cehennem ateşine yuvarlandığını
anlamıştır. Münafığın ömrü yetmiş seneye ulaşmış, öldüğünde ise cehennemin
dibine düşmüştü. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Münafıklar cehennemin en derin yerindedir.’502 Allah Teâlâ’nın duyurduğu bu gürültüyü
sahabenin duyması, ibret almalarını sağlamak içindi.
Peygamberlik sözünün ne kadar sırlı,
öğretiminin ne kadar latîf, işaretinin ne güzel ve sözünün ne tatlı olduğuna
balcınız!
Allah Teâlâ’dan cehennemi dilediği şekilde
bana göstermesini istedim. Bunun üzerine bana cehennemliklerin oradaki
tartışmalarını gösterdi. Bu durum Şu ayette belirtden duruma uygundur: ‘Bu, cehennemliklerin birbiriyle hasımlaşmasının gerçeğidir.’503 Başka bir ayet de şudur: ‘Dediler ki: Onlar cehennemde hasımlaşırlar. Yemin olsun! Biz açık bir
sapkınlık içindeydik.’ Bunun nedeni, onların saptırıcdarı ve
Uâhlarıdır. ‘Sizi âlemlerin Rabbine havale edeceğiz.
Bizi sadece günahkârlar saptırmıştır.’504 Onlar, cehennemlik olan kimselerdir.
Onlar, Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Ey günahkârlar! Bugün birbirinizden ayrılın*05 dediği kimselerdir. Burada günahkârlar derken cehennemi
imar eden ve oradan çıkmayacak kimseleri kasteder. Onlar, şefaatçilerin
şefaatiyle ve birleyenlerde ilahi inayetin öne geçmesiyle cehennemden
çıkanlardan ayrılır.
İşte, bir vakit cehennemden bana
gösterilen şey buydu. Cehennemliklerin tartışması, münazaralarda birbirlerine
karşı kanıt getiren görüş ayrılığına düşmüş kimselerin tartışmalarına benzer.
Bunu gördüğümde, Allah Teâlâ’nın beni muttali kıldığı hali hatırladım. Bütün
rahmetin (Allah Teâlâ’dan gelen şeyleri) kabul, peygamberden öğrenme ve
Kitap-Sünnet sınırında durmada olduğunu gördüm, insanlar, ‘bir peygamberin
yanında tartışmak uygun değildir’ hadisini görmezden gelmiştir. Peygamberin hadisinin
varlığı, bizzat peygamberin bulunması gibidir ve onun bir hadisi
zikredildiğinde, tartışmak uygun değildir. Peygamberin hadisi rivayet
edildiğinde, onu duyan kişi sesini yükseltmez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Sesinizi peygamberin sesinden fazla
yükseltmeyin.’506 Allah Teâlâ ehline göre, peygamberin
sesi ile sözünün aktarımı arasında hiç bir fark yoktur.
Öyleyse görevimiz, hadis bilgininin
peygamberden aktardığı şeyi tartışmadankabul etmeye hazırlanmaktır. Bu hadis
bir soruya cevap olabileceği gibi kendiliğinden söylenmiş bir ifade de
olabilir. Binaenaleyh peygamberin bir mesele veya konuyla ilgili sözünün
sınırında durmak farzdır. ‘Allah Teâlâ buyurdu’ ve ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi
dedi ki’ denildiğinde, işitenin olumlu karşılık vererek saygılı davranması
gerekir. Dinleyen, hadis bilgini Allah Teâlâ’nın buyurduğunu söyleyince veya
Peygamberden bir hadis aktardığında onun sözünün üstüne
çıkarmamalıdır.Dinleyici, hadis bilgini Allah Teâlâ’nın buyruğunu söylediğinde
veya Peygamberden bir hadis aktardığında onun sözünün üstüne çıkmamalıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın sözünü dinleyinceye kadar, ona imkan ver.’507 Bu ayeti Allah Teâlâ’nın peygamberi
okuduğu gibi işiten de onu peygamberden duymuştur. Dinleyici dinlediği şeye
katılırsa (onu tekrarlarsa), dinleyici sayılmaz. Çünkü Allah Teâlâ’nın
peygamberine öğrettiği (dinleme) adabından birisi şu ayette belirtilir: ‘Vahyi sana bildirilmeden önce, Kur’an’da acele etme.’508 Başka bir ayette ise, şöyle buyurur:
‘Sesinizi peygamberin sesinin üstüne çıkarmayınız. Birbirinizle konuştuğunuz
gibi onunla yüksek sesle konuşmayınız.’ Böyle bir şey yapıldığında, Allah Teâlâ
farkında olmadan insanın amelinin geçersizleşeceğiyle tehdit etmiştir. Böyle
bir insan (tartışmada bir hadisi) reddederken veya ona karşı çıkarken Allah
Teâlâ’nın dinini savunduğunu zanneder. Hâlbuki bu zan, Allah Teâlâ’nın bir
tuzağıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Farkında olmadıkları yönden onları aldatırız.’509 Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: ‘Biz bir tuzak kurduk, farkında değillerdir.’510
Samimi ve akıllı bir mümin, ‘Allah Teâlâ
buyurdu ki’ ya da ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi buyurdu ki’ diyen bir insanı
duyunca, susmalıdır. Söylenen şeye kulak vermeli, saygılı davranmalı ve Allah
Teâlâ’nın veya peygamberinin söylediği şeyi anlamaya çalışmalıdır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Kur’an okuduğunda ona kulak verin ve
sessiz olun. Umulur ki, merhamete mazhar olursunuz.’511 Ayette, böyle davranıldığında bir umut
belirtilmiş, fakat merhametin mutlaka gerçekleşeceği belirtilmemiştir. Peki,
sesini yükselten, ayeti okuyan ve peygamberin hadisini aktarana müdahale
edenin durumu nasıl olabilir? Bilginlerin yorumladığı gibi, Haktan ummanın (Allah
Teâlâ üzerinde) bir zorunluluk olmasını dilerim.
Bana gösterilen o yeri gördüğümde, tuhaf
şeylere tanık oldum: Suyun havaya (unsuruna) dayandığını gördüm. Böyle bir
durum, mekânların doldurulması, iki cevherin tek bir mekânda olamayacağı ve
doğal mekânın, kendisini işgal edene ait olduğu konusundaki en sırlı şeylerden
biriydi. Bu görmede, tevalüd fikrinin geçersizliğini, şeyleri hareket
ettirenin Allah Teâlâ olduğunu, sebebin fiilde bütün olarak bir etkisinin
olmadığını öğrendim. Bu görmede, daha latifin daha yoğun olandan güçlü olduğunu
öğrendim. Çünkü hava, hiç kuşkusuz, sudan daha latiftir ve onu engellemişti.
Su ise, havaya karşı koyamamıştı. Böylece hava suyun yağmasını engellemişti.
Kendimi havada, suyu ise üzerimde gördüm. Hava, onu yeryüzüne yağmaktan
alıkoyuyordu. Bu görmede, pek çok bilgileri öğrendim.
Bu görmede, Allah Teâlâ’nın bana öğretmeyi
dilediği kadarıyla cehennemliklerin derecelerini gördüm. Fakat bu dereceleri,
ateş, olması bakımından değil, cehennem olması bakımından gördüm. Orada karartıcı denilen bir yer
gördüm. Basamaklarında yaklaşık beş bas amale indim ve onun yok edici yerlerini
gördüm. Sonra, üstümde bulunan suya daldırıldım ve onu yarıp geçtim. Tuhaf
şeyler gördüm! Cehennemliklerin çekişme halleriyle ilgili olarak, cehennemde
didiştikleri yeri ve bu çekişmenin, onlarm o esnadaki azaplarının ta kendisi
olduğunu öğrendim. Cehennemliklerin orada çektikleri azabın cehennemden
olmadığını; cehennemin, sadece onların yerleştiği ve hapsedildikleri yer ve
mesken olduğunu gördüm. Allah Teâlâ, dilediği vakit onlarda acılar yaratır. Öyleyse
onların cehennemde çektilderi azap (cehennem sebebiyle değil), (gerçek sebep
olan) Allah Teâlâ’dandır. Onlar ise, azabın mahallidir.
(Cehennemin Yedi
Kapısı ve Bekçileri) ,
Allah Teâlâ cehenneme yedi kapı yarattı.
Her kapıya ise, âlemden ve azaptan bir parça taksim etti. Bu yedi kapı açıktır.
Cehennemin kapalı bir sekizinci kapısı vardır ki, o açılmaz. O da, Allah Teâlâ’yı
görmekten perdelenme kapısıdır. Her kapının başında bir melek vardır. Söz
konusu melekler, yedi gök melekleridir, isimlerini orada öğrenmiştim, fakat aklımda
sadece İsmail kaldı. Hafızamda kalan tek isim buydu.
Bütün yıldızlar ise, cisimleri kararmış ve
büyük yaratıklar olarak cehennemde bulunuyordu. Güneş ve ay da öyleydi. Onlar,
cehennemde sürekli doğar ve batar. Cehennemin güneşi, doğar (ama) aydınlatmaz.
Onun hareketinden (seyr) meydana gelen (şeyler), o yere özgü varlıklardır.
Orada suretler değişme veya yayılma nedeniyle başkalaşmaz. Bu nedenle Allah
Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Cehenneme sabah akşam sunulurlar:512 Bu hal, süreklidir. Buna göre, berzah
âleminde (ateşe) sunulma, ahirette ise, girme gerçekleşir.
Cehennemde yıldızların varlığı, dünyamızda
güneş tutulmasına benzer. Şu var ki, hareketlerin o yerdeki ölçümü, bu günkü
ölçümlerinden farklıdır. Çünkü onların tutulmaları, henüz ortaya çıkmamıştı.
Cehennemde söz konusu olan (dünyadaki gibi) gözlerimizde değil, yıldızların
bizzat kendi varlıklarındaki bir sönmedir. Oradaki hava çok incedir. Bu
nedenle hava gözler ile ışıkları algılamanın araşma girer. Gözler saçılmış
yıldızları, cisimleri ışıksız bir halde görür. Nitekim güneşin güneş tutulması
esnasında aydınlık olduğunu biliyoruz. Gözün güneşi görmesini veya ayın ışığını
ya da tutulu şeyi görmekten engelleyen şey ise, (güneş tutulmasında) ayın
perdesidir-ayın perde olmasıdır. Bu nedenle güneş ya da ay tutulduğunda, bir
yerde diğer yerlerden (tutulma) daha çok olduğu (görüldüğü) gibi bazı yerlerde
ise hiç tutulma olmaz (görülmez).
Yerlerin farklılığı nedeniyle gözlerin
tutulmayı algılaması farklılaştığına göre, kesin olarak şunu anladık: (Tutulma
esnasında) Göz ile cisim veya onun ışığı arasına giren geçici bir durum
vardır. Niteldm (güneş tutulmasında) ay, insanın gözüyle güneşin cismini
algılama arasına girer. Başka bir örnek ise ayın seninle güneşin cismi araşma
girmesidir. Bu durum, senden ve ondan meydana gelen şeye göredir. Diğer yıldızlarda
da durum böyledir. Takat insanların çoğu bilmez.’ İnsanların çoğu inanmaz da.
Çünkü farklı türlerine göre bütün bu tutulmalar, (gerçekte) kendisi için
gerçekleşen ilahi tecelli karşısında tutulan şeyin korku duymasıdır.
(Hesaba Çekildikten Sonra Cehennem ve
Cennete Girme)
Hesaba çekilme tamamlanıp cennetiilder
cennete girdikten sonra cehennemin sınırı, sabit yıldızlar feleğinin
içbükeyinden aşağıların aşağısına kadar uzanır. Bütün bunlar, şimdilik
kendisinde yaratılmamış genişliğini artırır. Fakat bu, ortaya çıkıncaya kadar
bir taahhüttür. Allah Teâlâ’nın yeryüzünden belirlediği mekânlar ise bunun
dışındadır. Çünkü onlar, kıyamet günü cennete döner. Bu mekânlara örnek olarak,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in minberi ile kabri arasında bulunan
‘Ravza’ ile Şâri’nin belirlediği her mekân ve her nehir verilebilir. Çünkü
bunların hepsi, cennete ulaşır. Geride kalanların hepsi cehenneme döner.
Abdullah b. Ömer denizi gördüğünde, şöyle
dermiş: ‘Ey deniz! Ne zaman ateşe döneceksin.’ Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Denizler tutuşturulduğunda.,5‘3 Bu ifade, tandır tutuşturuldu anlamındaki ‘sücciret ettennûr’
ifadesinden türetilmiştir ve ‘yakıldığında’ demektir. İbn Ömer, deniz suyuyla
abdest almayı mekruh sayar ve ‘Teyemmüm etmek, deniz suyuyla abdest almaktan
bana daha iyi geliyor’ derdi.
Allah Teâlâ bugün yaratıkların gözlerini
açsaydı, denizin ateş olarak kaynadığını görürlerdi. Fakat Allah Teâlâ, her
şeye güç yetiren ve her şeyi ihata ettiğini öğrenmemiz için, dilediğini
gösterir, dilediğini gizler. Bu durum (bir şeyi başka bir biçimde görmek), en
çok vera (kuşkululardan uzak durma) sahiplerine
uygulanır. Böylece, korunmuş bir vera sahibi, (görünüşte) helal yemeyi domuz,
içeceği şarap şeldinde görür. Gördüğünde, hiçbir kuşku duymaz. Yanında oturan
ise, yemeği temiz elemek parçası, içeceği ise tatlı su olarak görür. Heyhat!
Hayal sahibi nerede, sahih-duyu sahibi nerede! Dinî bir hükmü bir suret olarak
algılayan mı, yoksa duyulur şeyi doğal olarak bulunduğu halde algılayan mı
(iyidir) ?
Vera sahiplerinde görülen bu durum,
kötünün ve iyinin özünde kötü ve iyi olduğu görüşünde Mutezile mezhebinin
fikrini destekleyen kanıtlardan birisidir. Bunun yanı sıra bu durum, sahih
algının haram içeceği şarap diye algılayan (vera sahibine) ait olduğunu
kanıdar. Şarap özü gereği kötü olmasaydı, sahibi için bu keşif gerçekleşmezdi.
Bir fiilin işlenmesi yasaklama emrinin ona ilişmesinin aynı olsaydı, (keşifte)
yiyecek domuz olarak görünmezdi. Çünkü henüz insandan fiil meydana
gelmemişken, Allah Teâlâ yenilen şeyin suretini ve kötü olduğunu göstermiştir.
Böylece vera sahibi onu yemeğe yeltenmez. Bizzat bu durum, yemeği doğal olarak
bulunduğu haliyle yemek şeklinde algılayan kimsede de tasavvur edilir. Fakat o,
şeriatta daha gerçektir.
Böylece kesin olarak bilinir ki: Doğal
olarak onu yemek olarak gören kimseyle gerçeğin arasına şeriatın kötü şeklinde
verdiği hüküm girmiştir. O şey dince saptanmakla kötü olsaydı, Şâri’nin iyi
veya kötü diye o şey hakkındaki bildirimi doğru olmazdı. Çünkü böyle bir
durumda bildirim, bir şeyin bulunduğu durumdan başka bir şekilde haber vermektir.
Hükümler ise, sözün anlamını bilen her akıllıya göre, hiç kuşkusuz haber’dir. Çünkü Allah
Teâlâ bize şunun helal bunun haram olduğunu bildirmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, söylemediği bir şeyi kendisinden aktaran kimseyi kınarken şöyle
demiştir: ‘Dillerinizin nitelediği gibi, şu haram
bu helal demeyiniz-’514 Böylece Allah Teâlâ, hükmü habere
bağlamıştır. Çünkü hüküm, hiç kuşkusuz, bir haberdir.
Şu var ki, pek çok durumda şeylerin kötü
veya iyiliğini algılamak insanın gücünü aşar. Allah Teâlâ bize şeylerdeki
iyilik ve kötülüğü bildirdiğinde, biz de onu öğrenmiş olduk. Bunların bir
kısmının kötülüğü ve iyiliği, akılla bilinir. Kötülüğü akılla bilinenlere örnek
olarak yalan ve nankörlüğü, iyiliği akılla bilinenlere ise doğruluk ve nimet
verene teşekkür etmeyi verebiliriz.
Bazı doğruluk türlerine günahın ya da bazı
yalan türlerine ise ödülün ilişmesi ise, Allah Teâlâ’ya kalmış bir iştir: O,
dilediği iyilik veya kötülüğe karşı ödül verir. Bu durum, o şeyin iyi veya kötü
olduğunu göstermez. Mümin bir insanı yok olmaktan kurtaracak yalan, insana ödül
kazandırır. Hâlbuki yalan söylemek, esasta kötü bir davranıştır. Doğruluk da,
özünde iyi olduğu halde, insana bazen günah kazandırabilir. Öyleyse ödül veya
günahın bir şeyle ilgili olması, dince belirlenen bir durumdur. Allah Teâlâ
ihsanını dilediğine verirken dilediğini mahrum bırakır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ dilediklerini rahmetine
tahsis eder. Allah Teâlâ büyük iyilik sahibidir.’515
(Hayatın Ölümle İrtibatı)
Bilmelisin Ki: Cehennemde en şiddetli azap
çekecek olan yaratık, Allah Teâlâ’ya ortak koşma ve her türlü isyankarlığı icat
eden İblis’tir. Bunun nedeni, onun ateşten yaratılmış olmasıdır. Dolayısıyla
ona, yaratıldığı şeyle azap edilecektir.
Bedenin canlılığını sağlayan nefese
bakınız! Boğma ya da iple sıkmayla nefesin dışarı çıkması engellendiğinde,
gerisin geriye kalbe döner ve hemen kalbi yakar, insan anında ölür. Öyleyse
bedenin canlılığı nefese bağlı olduğu gibi yok olması da onunla gerçekleşir.
İnsanın (dışarıya çıkmayan) nefes vasıtasıyla ölümü ise, nefes sahibi ya da
sadece soluyan (bir varlık) olması bakımından değil, bunun yanı sıra, çekme
gücüyle soğuk havayı kalbine çekip itme gücüyle sıcak havayı dışarı çıkaran
(bir varlık) olması yönünden gerçekleşir. İşte bunlar nedeniyle insan nefes
vasıtasıyla canlı kalır.
Ateşe atılan kimse, soluk alıp verir.
Fakat o, iki yönden birisinden yoksun olmaz: (a) Ateşte soluk alıp
veremeyebilir. Bu durumdaki kişi, iple boğazı sıkılıp böylece nefesinin
kendisini öldürdüğü boğulan kimseye benzer, (b) Ya da bu kişi, soluk alıp verir.
Bu durumda ise, çekim gücü vasıtasıyla ateşli bir havayı içine çeker ve bu hava
kalbine ulaştığında kalbini yakar. Bu nedenle, hayatın sebebi olarak bütün
bunları zikrettik.
İblis’in cehennemdeki azabı, oradaki aşırı
soğukla gerçekleşir. Çünkü soğuk, İblisin yaratılışının aslı olan ateşin
zıddıdır. Dolayısıyla İblise aşırı soğukla azap edilir. İblisin kendisinden
yaratıldığı ateş, bileşiktir. Bu yönüyle onda hava, su ve toprak unsuru
bulunur. Öyleyse, İblisin belirli bir ölçüde ateşle de azap görmesi gerekir.
Göreceği azabın çoğu ise, yaratılışının aslında kendisine baskın özelliğin
zıddıyla gerçekleşir. Bu bağlamda ateş iki türdür: Birincisi duyulur ateştir.
Duyulur ateş, İblisin duyusal (güçlerine), hayvanlık yönüne, cisminin ve içinin
zahirine musallat olacak ateştir. İkincisi ise, manevi ateştir. Manevi ateş,
‘kalplere ulaşan ateştir.’ Bedenini yöneten ruha bu ateşle azap edilir. Söz
konusu ruha (secde etmesi) emredilmiş, o ise, emre karşı gelmiştir. Öyleyse
İblis’e azap eden şey, emre karşı çıkmasıdır. Bu karşı çılana ise, kime
büyüklendiğini bilmeyişinin ta kendisiydi.
Ruhlara
olan en büyük azap, bilgisizliktir. Çünkü bilgisizlik, tam bir aldanıştır. Bu
nedenle nefislerin azap günü, aldanış günü diye
isimlendirildi. Nefs o gün şöyle der: ‘Yaptığımız taşkınlık nedeniyle vah bize!”16 O gün,
pişmanlık (hasret) günüdür. (Pişmanlık diye karşıladığımız) Hasret, keşif ve
açma günüdür. Bir şey açıldığında ‘o şeyi açtım’ anlamında hasertü ani’ş-şey
denilir. Adeta şöyle demiş olur: ‘Keşke gerçeği dünyada keşfetseydim de,
davranışım hakkında basiredi olsaydım.’ Böylece kişi, kendi kendini aldatır.
Aldanış
(ve pişmanlık), emre isyan ve itaat eden herkese ulaşır. İtaatkâr kişi, mutlu
olduğu halde, şöyle pişmanlık duyar: ‘Keşke daha çok gayret sarf etseydim,
bütün gücümü kullansaydım, Rabbimin sözünü dinleyip gereğiyle amel etseydim.’
Emre karşı gelen ise şöyle der: ‘Keşke, emrettiği ve yasakladığı şeylerde
Rabbime itaatsizlik etmeseydim.’ İşte o gün, aldanma (pişmanlık) günüdür.
Bu konu, Allah Teâlâ izin verirse, Kıyamet
Günü bölümünde ele alınacaktır. .
(Cehennemliklerin Acıları İlahi Gazaptan
Kaynaklanır)
Nefes ve nefes alıp vermenin durumunu
açıklamış olduk. Bu açıklamayı ise, şunun için yaptık: Cehennemliklere olan
azap Allah Teâlâ’nın gazap etme özelliğinden kaynaklanır. Bununla birlikte
gazabın varlığına da, ilahi rahmet tahsis edilmiştir. Sahih bir rivayette,
gazap niteliğini hissettirecek şekilde, ‘Rahman’ın nefesi’ ifadesi geçmiştir.
Böylece soluk alıp verme, bulunduğu ldmseye aynı zamanda gazap özelliğini de
getirmiştir. Bu nedenle, Rahman’ın nefesi Yemen tarafından geldiğinde, ilahi
gazap kâfirlere öldürme ve onların kellesini uçuran kılıçla ilişmiştir. Allah
Teâlâ bu sayede dinini ve peygamberini rahatlatmıştır. Çünkü öfkeli biri
öfkesini üzerine salacağı birisini bulduğunda, öfkeden duyduğu acı soluk verme
gibi dışarı çıkar.
Allah Teâlâ (gazap özelliğinin) taayyününü
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’de yetkinleştirdi. Böylece Allah
Teâlâ’nın kelimesini reddettikleri için kâfirlere yönelik gazap özelliği, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemle fiilî varlık kazanmıştır. Rahman, kendisine
emrettiği kılıca başvurmayla Peygamberi (düşmanlarından duyduğu) sıkıntıdan
kurtardığı gibi aynı zamanda sahabe ve (Medineü Müslümanlar olan) Ensar
vasıtasıyla ona nefes aldırmış, böylece rahata kavuşmuştur. Çünkü o, öfkesini
göndereceği yeri bulmuştu. Cehennemliklerin sıkıntıları buradan anlaşıldığı
gibi şu hususlar da öğrenilir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
varlığı, Allah Teâlâ’nın düşmanlarına karşı olan gazabının üzerinde bir
perdeydi. Acılar düşmanlara gönderilmiş ve onlarda kalmıştır. Böylelikle Allah
Teâlâ kendi dinine rahat bir nefes aldırmıştır. Allah Teâlâ’nın dini ise, Allah
Teâlâ’nın emri ve kelamı olduğu gibi yaratıkları hakkındaki bilgisidir. Allah
Teâlâ’nın bilgisi ise, O’nun zatı demektir.
Böylece, bir yer olması bakımından
cehennemin durumunu sana açıklamış olduk. Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümü
takip eden bölümde cehennemliklerin mertebelerini açıklayacağız.
(Cehennemin Yüz Derecesi)
Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, cennet
derecelerinin karşılığında cehennemde yüz basamak yarattı. Her basamağın ise,
özel bir toplumu; onların ise, kendilerine yerleşen ilahi gazaptan kaynaklanan
özel acıları vardır. Onlara azap işini üstlenen kimseler, elinizdeki kitabın
önceki bölümlerinde zikrettiğimiz valilerden Kâim, İklîd, Hâmid, Sâbit, Sâdin
ve Câbir’dir. Bu vali melekler, Allah Teâlâ’nın izniyle onların üzerine azabı
gönderenlerdir. Mâlik ise bekçidir. Zikrettiklerimiz bu meleklerle birlikte
kalan meleklerin isimleri ise şunlardır: Hâir, Sâik, Mâtıh, Adil, Dâim ve
Hâfız.
Bunların hepsi, cennetliklerle beraber
olurlar. Cennederin bekçisi ise Rıdvan’dır. Onların cehennemliklere yardımları,
cennedildere yardımları gibidir. Çünkü onlar, kendi hakikatleriyle onlara
yardım eder. Hakikatler ise, farklılaşmaz. Böylece cennet ve cehennemliklerden
her bir grup, yaratılışlarının gereğine göre, yardımı kabul eder. Böylece azap,
nimetin gerçekleştiği şeyle gerçekleşir. Aynı şeyin iki farklı biçim almasının
nedeni ise, mahaldir. Nitekim cehennemde üşüyen kimsenin güneşin sıcaklığıyla
nimetieneceğini, ısınmış olan kimsenin de güneşin sıcaklığıyla azap çekeceğini
belirtmiştik. Öyleyse, bir kişide nimet meydana getiren şey başka bir kişideki
acı meydana getiren şeyin ta kendisidir.
Allah Teâlâ, bizi nimete mazhar olmuş bir
yaratılışla var eder. Nitekim Allah Teâlâ iyiler hakkında şöyle der: ‘Onların yüzlerinde nimet aydınlığını görürsün.’517 Başka bir ifadeyle onlar,
yaratılışlarında bu hal üzeredir. Cehennemliklerin yaratılışı, cennet ehlinin
yaratılışından farklıdır. Çünkü cennetin yaratılışı, bilhassa valilerin
aracılığıyla Hakka dayanır. Cehennemliklerin yaratılışı ise valilerin,
hizmetçilerin, vekillerin ve yardımcıların eliyle gerçekleşir. Onların sayısı
çoktur, öyle ki sayılarını Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Söz konusu
meleklerden her birisinin dünya, ahiret ve orada bulunanların yaratılışında bir
hükmü vardır. Bu hükmü Allah Teâlâ o meleğe amade kılmıştır. O melekler, ülkede
ve yapılan yerin inşa edilişinde çalışanlar gibidir. Allah Teâlâ izin verirse,
cennet ve içindekiler daha sonra zikredilecektir.
Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.
ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM
Cehennemliklerin Mertebelerinin
Bilinmesi
Cehennemliklerin
mertebeleri amellerle ayrışır Mertebelerde bir tahsis veya
uygulama yoktur.
Onun azabı
‘efâle’ kalıbıyla gelir
Müjde
olarak;, yaptıkları karşılığında azap görselerdi
Cehennemden
çıkamazlardı, çıksalardı
Azap
görürlerdi. Horlanma ve izzet onlara aittir.
Horluklan sürekli ateşte kalmalarıdır
İzzetlerinin ise, bağışlandıklarında bir sınırı yoktur
Düşünürseniz,
bu sözümüzde anlayışlı ve .
Vehbî
ilimlerde hakikati öğrenen için susturucu kanıt vardır
İfadem son
derece özet ve vecizdir, lafzı güzeldir
Onda
sırlar, ayetler ve özetleme vardır.
Allah
Teâlâ kendi ehlinin arasında bulunanlara şöyle der:
. ‘Ey
günahkârlar! Bugün ayrılınız!’
Onlar tıpkı zenginlik ve ipekli
elbiselerle gördüğün hükümdarlara benzer.
Keşf
sahipleri ise, onların ne olduğunu bilir.
Ateşteki bedenlerinden
ise, onlar hakkında şu zanna kapılırsın:
Allah Teâlâ’nın
dediği gibi, sanki ‘acuzelerdir.’ '
Şiirde geçen ‘efâle vezniyle’ derken, ‘Orada asırlarca kalacaklar-
CIO • #
dır’ ayetindeki
‘ahkâb’ kelimesine işaret ediyoruz. Bu kalıp, azlığın çoğulunu bildirir.
Azlığın çoğulu (3-10 arası çoğul) dört kalıpla yapılır:
Efu’lün, ef â’lün, fı’letün, ef iletün. Bunlara örnek olarak sırasıyla eklüb
(eklebün), ahkâb(ün), fıtne(tün) ve ahmare(tün) kelimelerini verebiliriz. Bir
şair ise, bu kalıpların hepsini bir mısrada toplamış ve şöyle demiştir: .
Ef u’lün,
ef â’lün ve efi’letün ve fi’letün ile
Sayının en
azı çoğul yapılır.
İblis Allah Teâlâ’ya şöyle der: ‘Cömert davrandığın şu kimseye bak! Azı müstesna, onun zürriyetinden
herkesi yoldan çıkaracağım.’519 Allah Teâlâ, cömertliğinden ve
merhametinin genişliğinden, İblis’e şöyle der: ‘Onların arasından sana uyanlarla beraber defol! Çünkü sizin, cezanız,
uygun bir karşılık olarak cehennem olacaktır. Sesinle onların arasından
başarabildiğini ayart. Atlarınla onları kendine çekmeye çalış ve ...onlarm oğullarına ve çocuklarına ortak ol. Onlara vaatlerde bulun:520 Öyleyse İblis, ancak Allah Teâlâ’nın
emriyle gelmiştir. Bu emir, tehdit ve korkutma içeren ilahi bir emirdir. Bu
emir, bizim hakkımızda güçlü bir denemeydi. Bu deneme sayesinde Allah Teâlâ,
zürriyeti içinde İblis’in sözünün ve gücünün geçmeyeceği kimseler bulunduğunu
ona göstermek istemişti.
Allah Teâlâ başarısızlığa uğrattığı
kullarını iki kısma ayırmıştır. Birinci kısım, kendilerinden meydana gelen günahları
zarar vermeyenler: Bu durum, ‘Allah Teâlâ size katından mağfiret ve ihsan taahhüt eder’521 ayetinde belirtilir. Dolayısıyla ateş
onlara temas etmez. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın onların tövbesini kabul
etmesi ve Yüce Topluluğun bağışlanmaları için bu gruba dua etmesidir. Diğer bir
grubu ise günahları nedeniyle cezalandırır. Allah Teâlâ, onları iki kısma
ayırmıştır. Bir kısmını Allah Teâlâ şefaatçilerin şefaatiyle -bu kısım büyük
günah işleyen müminlerdirve ilahi inayetle bunlar ise teorik düşünceyle tevhidi
benimseyen kimselerdircehennemden çıkarır. Diğer bir kısmını ise Allah Teâlâ
cehennemde biralar.
Bu kısım, cehennemliklerdir. Onlar,
gerçekte ‘Cehennem ehli olan’ kimselerdir; Allah Teâlâ’nın kendileri hakkında ‘Ey günahkârlar! Bugün ayrılın!’522 dediği günahkârlardır. Kastedilen
İçimseler, o yerin, cehennemin sakini olmayı Hakk edenlerdir. Ayrılın, başka
bir ifadeyle, oradan (şefaat ve inayede) ahiretteki diğer yer olan cennete
çıkan insanların boşalttıkları yerleri dolduracaksınız.
Bu günahkârlar, hepsi cehennemde olan ve
oradan çıkmayacak dört gruptur. Bunlar, Firavun vb. gibi rab olduğunu iddia
edip Allah Teâlâ’nın rabliğini reddederek Allah Teâlâ’ya karşı
büyüklenenlerdir. Firavun şöyle demişti: ‘Ey topluluk! Benden başka bir ilâhınızın olduğunu bilmiyorum.’523 Bir keresinde ise, şöyle söylemişti: ‘Ben sizin en büyük rabbinizim.’524 Burada, gökte kendisinden başka ilâh
olmadığını kasteder. Nemrut ve diğerleri de böyledir.
ikinci grup, Allah Teâlâ’ya ortak koşan
kimselerdir. Onlar, Allah Teâlâ ile birlikte başka ilâhlar da kabul eder ve
şöyle derler: ‘Biz onlara, sadece bizi Allah
Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’525 Bir keresinde ise şöyle demişlerdir: ‘(Peygamber) İlâhları tek bir ilâhyapıyor. Bu tuhaf bir iştir.’526
Üçüncü grup ise, muattıladır (ateist). Onlar,
ilâhı bütünüyle reddedenlerdir. Böylece onlar, âlem için veya âlemden bir
ilâhın varlığını kabul etmez.
Dördüncü grup, münafıklardır (ikiyüzlü).
Onlar, üzerlerindeki baskı nedeniyle Müslüman olduklarını gösteren söz konusu
üç gruptan biridir. Bu baskı nedeniyle, canları, malları ve nesilleri hakkında
korku duyarlar. Onlar içlerinden ise bu üç gruptan birinin inancına sahiptir.
Bu dört sınıf, cehennemlik olan ve oradan
çıkmayacak cin ve insan topluluklarıdır. Bunların sayısının dört olmasının
nedeni, ayette İblis’in önümüzden, ardımızdan, sağımızdan ve solumuzdan bize
geleceğini bildirmesidir. İblis, ortak koşana önünden gelir. Muattılaya
(ateist) ardından, kibirliye sağından, ikiyüzlüye ise solundan gelir. Sol, en zayıf
yöndür. Çünkü münafık bu grupların en zayıfıdır. Nitekim sol, sağ yönden daha
zayıftır. Kibirliye ise sağdan gelir. Sağ, gücün yeridir. Çünkü kibirli,
kendisinde bulduğu gücü nedeniyle büyüklenir. Müşrike ise önünden gelir. Çünkü
ön, görüş yönüdür. Böylece gören kimse, Allah Teâlâ’nın varlığını kabul eder ve
O’nu inkâr edemez. İblis ise, onun Allah Teâlâ’ya ortak koşmasını sağlar.
Ateiste ise arkasından gelir. Çünkü arka, bakma yönü değildir. Ona şöyle der:
‘Hiçbir şey yoktur.’ Başka bir ifadeyle, ilâh diye bir şey yoktur.
. Allah Teâlâ cehennem hakkında şöyle der:
‘Onun yedi kapısı vardır. Her bir
kapının ise, bölünmüş bir parçası vardır.’127 Bunlar, dört mertebedir. Cehennemlikler
için her bir kapıdan taksim edilmiş bir parça (ceza) vardır. Onlar, azaplarının
menzilleridir. İblisin kendisinden kullara geldiği yönler olan dört ile yedi
kapı çarpıldığında, çarpım sonucu, yirmi sekiz menzildir. Allah Teâlâ’nın tekil
insan için belirlediği menziller de böyledir. Söz konusu olan, ay ve diğer
hareketli yıldızlardır. Onlar, bu menzillerde hareket eder ve varlıkları
meydana getirmek için konaklarlar. Bu gezme (seyr) esnasında ise, unsurlar
âleminde oluşan fiiller meydana gelir. Çünkü bu gezegen yıldızlar, dört doğada
sınırlıdır ve çarpılmışlardır Dört doğanın çarpıldığı menziller ise, yedidir.
Böylece çarpımdan yirmi sekiz menzilleri meydana çıkar. ‘Bu, aziz ve her şeyi bilenin takdirine göredir.’528 Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hepsi bir felekte yüzer:’529
Allah Teâlâ’nın gezegenleri (feleklerinde)
hareket ettirmesinden yirmi sekiz menzilde meydana gelen şey ise, yirmi sekiz
harfin varlığıdır. Allah Teâlâ, kelimeleri onlardan meydana getirmiş, her
şahsın içindeki iman-küfur ve yalan-doğruyu söylemesiyle âlemde inançsızlık ve
iman ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni, görünüşte söyledikleri şeylerle Allah Teâlâ’nın
kullarına karşı kesin kanıtının fiilen
gerçekleşmesini sağlamaktır. Allah Teâlâ onlar için melekler görevlendirmiştir.
Bu melekler, kulların söylediklerini yazar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Değerli yazıcılar.’530 Başka bir ayette ise, ‘söyledikleri her lafızda bir gözetleyen vardır’.531
Allah Teâlâ, cehennem menzillerini de
yirmi sekiz yapmıştır. Başından dibine kadar cehennemin bütünü ise, yüz
basamaktır. Bunlar, mutluların girdiği cennet derecelerinin benzerleridir.
Basamaklardan her birisin yirmi sekiz menzili vardır. Yirmi sekiz, yüzle
çarpıldığında sonuç, iki bin sekiz yüz menzil eder. Dolayısıyla bunlar, iki bin
sekiz yüz menzildir. Binaenaleyh bu yirmi sekiz sürekli olarak bize eşlik eder.
İşte, cehennemin menzilleri bunlardır.
Dört gruptan her birine ait yedi yüz tür
azap vardır. Onlar, dört gruptur. Toplamı, iki bin sekiz yüz tür azaptır.
Nitekim cennedikler için de o kadar sevap vardır. Bu durum, onların verdiği
sadakalarda açıklanır. ‘Her başağında yüz tohum bulunan yedi veren başak gibi.’532 Toplamları yedi yüzdür. Cennedikler ise,
dört gruptur: Bir şeriat getiren peygamberler, (önceki şeriata uyan) nebiler,
veliler ve müminler. Bu dört gruptan sadaka veren herkes için amelinin yedi yüz
kat ödülü vardır. Kur’an’ın doyurucu açıklama tarzına balcınız! Allah
Teâlâ’nın iki yerde cennet ve cehennemyaratıklarında adaletteki dengesine
balcınız! Cennette nimet kapısı, cehennemde ise azap kapısı vardır.
Bu kadarıyla, cennedikler ve cehennemlikler
arasında ortaklık gerçekleşir: Bu durum, derece ve basamakların sayısındaki
eşitlikten kaynaklanır. Onlarm arasında başka bir nedenle de farklılık gerçekleşir:
Bu ise, cehennemde ilahi ihtisas basamaklarının bulunmayışı nedeniyle cennetten
farklılığıdır. Allah Teâlâ’dan gelen bir tahsis azabı yoktur. Allah Teâlâ,
azabını dilediğine tahsis edeceğini kesinlikle bildirmemiştir. Buna karşın,
rahmetini ve ihsanını dilediğine tahsis edeceğini bildirmiştir. Öyleyse
nimederinde cennet, cehennemliklerin azabının ölçütünden farklıdır.
Cehennemlikler, sadece amelleri karşılığında azap görür. Cennedikler ise
amelleri karşılığında olduğu gibi ihtisas cennetierinde amelleri olmaksızın da
nimet görürler.
(Mutluların Cennetleri)
Muduların üç cenneti vardır: Ameller
cenneti, ihtisas (tahsis) cenneti ve miras cenneti. Bunu şöyle
açıklayabiliriz: insan ya da cinlerden her şahsın ateşte veya cennette bir yeri
vardır. Bu durum, onun aslı itibariyle mümkün bir varlık olmasından
kaynaklanır. Çünkü dışta var olmazdan önce söz konusu şeyin yoklukta kalması ya
da (dışta) var olması mümkündü. Bu gerçek nedeniyle, (insan ve cinlerden) her
varlık, nimeti kabul edebildiği gibi azabı da kabul edebilir (bir doğaya sahiptir)
. Öyleyse cennet (insanlar ve cinlerin) hepsini talep ettiği gibi hepsi de
cenneti ister. Aynı şekilde, cehennem hepsini talep ettiği gibi onların hepsi
de cehennemi ister. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dileseydi,. hiç kuşkusuz,
hepsini doğru yola ulaştırırdı.’ Başka bir ifadeyle, siz (insan ve cinler
topluluğu) bunu kabul etme özelliğine sahipsiniz. Fakat hüküm kesinleşmiş,
bilgi öne geçmiş, Allah Teâlâ’nın mutlak iradesi nüfuz etmiştir. Artık, onun
hükmünü engelleyecek kimse yoktur.
Cennedikler, amellerine göre cennete
yerleşir. Onlara ait olan, miras cennederidir. Miras cennederi, cehennemlikler
cennete girseydi onların olacak cennederdi. İhtisas cennederi de onlara
aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kullarımızdan takva sahibi olanları vâris kıldığımız bu cennetler.’533 Söz konusu cennet, cennediklerin miras
yoluyla cehennemliklerden aldığı cennederdir. Cehennemlikler (cennete
girseydi), o cennederin sahibi olacaklardı. Çünkü Allah Teâlâ’nın ilminde
onların cennete gireceği saptanmamıştı. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında
ise, cehenneme girselerdi kendilerine ait olacak mekânları müminlerden miras
yoluyla alacaklarını söylememiştir. (Cehennem ile cennet arasındaki) bu fark,
genel ihsanıyla birlikte ilahi rahmetin (gazabı) geçmiş olmasından
kaynaklanır.
Öyleyse cehennemliklerden ateşe yerleşen
herkes, kendi amelleri nedeniyle yerleşir. Bu nedenle orada boş mekânlar kalır.
Bunlar, cennedikler cehenneme girseydi dolduracakları mekânlardı. Allah Teâlâ
ise, o mekânları dolduracak kimseleri öyle bir mizaçla yaratır ki, o mizaçla
cennete girselerdi azap duyarlardı. Bu durum şu hadiste dile getirilmiştir:
‘el-Cebbar (olan Allah Teâlâ), ayağını ateşe koyar ve cehennem ‘yeter, yeter’
der.’ Başka bir anlatımla, ‘kâfi, kâfi’ der.
Allah Teâlâ cehenneme sorar: ‘Doldun mu?’ Cehennem ‘daha var mı?’534 diye karşılık verir. Çünkü Allah Teâlâ
cennet ve cehennemden her birisine şöyle demişti: ‘Her biriniz dolacaktır.’
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, her birini de yaratıklarla dolduracağını
taahhüt etmiştir. Ancak cehennemi kendileriyle dolduracağı kimselere azap
etmeyi veya onların nimet göreceklerini şart koşmamıştır. Ayrıca cennet, hiç
kuşkusuz, cehennemden daha geniştir. Çünkü cennetin genişliği, gölderin ve
yerin genişliği kadardır. (Genişliği böyle iken) uzunluğu ne kadardır, var sen
hesap et? Cehenneme kıyasla cennet, içerdiği şeylere göre dairenin çevresi
gibidir, etTenezzulâtü’l-Mûsuliyye isimli kitabımızın Salı Günü bölümünde
cenneti betimledik ve bulunduğu hal üzere onu açıkladık. Cehennemin genişliği
ise, sabit gezegenler feleğinin dairesini iki çapa ayıran çizgi kadardır. Bu
darlık nerede, o genişlik nerede!
Bu genişliğin nedeni, (Hakkın amelleri
olmaksızın kullarına tahsis ettiği) ihtisas cennederidir. Bir
rivayette ‘Cennette kimsenin bulunmadığı mekânlar olacağı’ zikredilir. Allah
Teâlâ o mekânları doldurmaları amacıyla cennet için kimi varlıkları yaratır.
Bu durum, er-Rahman’ın cennete ayağını koyması demektir. Bu durum, sadece
ihtisas cennederinde geçerlidir. (Her konuda) ‘Hüküm, Büyük ve Yüce Allah Teâlâ’ya aittir.’535 Allah Teâlâ dilediğini rahmetine tahsis
eder. ‘Allah Teâlâ büyük ihsan sahibidir.’536 Cehennemlikleri ateşe sadece onların
amellerinden dolayı yerleştirmesi de, Allah Teâlâ’nın cömertliğinin bir
parçasıdır.
‘Onların azabına azap ekledik’537 ayetinde belirtilen şey ise, belirli bir
gruba aittir. Söz konusu kimseler, saptırıcı önderlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Kendi günahlarıyla birlikte onlarm
günahlarım da yüklenirler.’538 Onlar, kullan saptıran ve onlara saptırıcı
kuşkular veren kimselerdir. Kullar, o kuşkular nedeniyle doğru yoldan ayrılır,
sapıtır ve saptırırlar. Onlara şöyle derler: ‘Bizim yolumuza uyunuz. Biz de sizin hatalarınızı yüklenelim.’539 Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar (saptırdıklarının) günahlarından hiçbir şey yüklenmezler. Bu
sözlerinde onlar yalancılardır.’540 Bilakis saptırılmış insanlar kendi
hatalarını sırtlanacaktır. Onları saptıranlar ise, saptırdıkları insanların
hatalarını olduğu gibi aynı zamanda kendi hatalarını da sırtlanacaktır.
Kendilerini saptıranlar hatalarını sırtlansa bile, sapmışların hatalarından
hiçbir şey eksilmez.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Kötü bir adet çıkaran kişi, o adetin günahını olduğu gibi daha
sonra onu işleyecek insanların günahlarını da üsdenir. Bununla birlikte, onu
yapanların günahları eksilmez.’ Bu husus, ‘sonra onlarm inançsızlıkları artar’541 ayetinde belirtilen durumdur. Onlar,
haklarında şöyle denilmiş kimselerdir: ‘Onlarm azaplarına azap kattık.’542 Binaenaleyh onlar, ateşte ancak Hakk
ettikleri yerlere yerleşir. Cennet (ehli) ise, böyle değildir. Çünkü
cennedikler, cennette amelleriyle Hakk ettikleri mekânlara -ki bu durum
cehennemliklerin amelleri karşılığında cehenneme yerleşmelerine
benzeryerleştilderi gibi aynı zamanda (cennete giremeyen kâfirlerden) miras
yoluyla elde ettilderi mekânlara ve (Allah Teâlâ’nın bir ihsanı olarak) ihtisas cennederine de
yerleşirler. Cehennemlikler için böyle bir durum söz konusu değildir.
Amellerin karşılığı olan sürenin
bitiminden sonra, cehennemliklere ateşteyken Allah Teâlâ’nın ihsan ve rahmetinin
ulaşması kaçınılmazdır. (Bu ihsan, ateşteyken gerçekleşecektir) Çünkü onlar,
ateşten çıkacak değildir. Dolayısıyla ‘ateşte ne dirilir ne de ölürler.’
Duyumsayan ruhun kendilerinden ayrılması nedeniyle organları hissizleşir. Bir
gruba Allah Teâlâ, azap süresinin tamamlamasının ardından, azap ile amel
arasında hayalî bir nimet verir. Bu nimet, uyuyan insanın gördüğü ve derisinin
(duyumsadığı) hazza benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların derileri olgunlaştığında:543 Derilerin olgunlaşması, daha önce
belirttiğimiz gibi, hissizleşmesi demektir. Derilerin olgunlaşma ve değişme
süresinde acılardan kurtulurlar. Çünkü olgunluk süresi tamamlandığında,
onların hakkında ateş söner. Böylece onlar ateşte ‘cehennemlik olmadıkları
halde’ ateşe giren bir toplum gibi kalır. Allah Teâlâ, onları bir şekilde
öldürür. Böylece ateşin bedenlerinde yaptığı şeyi hissetmezler.’
Bu hadis, İmam Müslim tarafından es-Sahih’inde
zikredilmiştir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın rahmeti ve ihsanındandır.
(Cehennem Kapılan)
Cehennem kapılarına gelince, Allah Teâlâ
cehennemliklerin özelliklerinden bir kısmmı belirtmiştir. Fakat zikredilenler,
bu dört gruptaki kimselerin özellikleridir. Cehenneme girip şefaat ya da ilahi
inayet sayesinde oradan çıkanlara gelince, Allah Teâlâ cehenneme girenleri
kendisiyle nitelediği bazı özellikleri belirtirken onların buradan çıkmasını
sağlayan şeylerden söz etmiştir. Cehennemin kapıları Cahîm kapısı, Sakar
kapısı, Saîr kapısı, Hutame kapısı, Lazzâ kapısı, Hamiye kapısı ve Hâviye kapısıdır.
Kapılar, arkalarında bulunup kendisi adına
hazırlandıkları şeylerin (ya da kimselerin) özellikleriyle isimlendirildi.
Oraya girenler ise, söz gelişi Allah Teâlâ’nın Lazzâ kapısı hakkında dediği
gibi, bazı özelliklerle isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ, Lazzâ kapısının, ‘yüz çevirip gerisin geriye dönen ve mal toplayıp barındıranları
çağırdığını’544 söyler. Sakar kapısı hakkında ise, şöyle
der-, ‘onlara ‘Sizi s akar’a sevk eden sebep nedir?’ diye sorulur.
Şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık.
Yoksulları da doyurmadık. Biz boş işlerle ilgilenenler gibi daldık gittik. Din
gününü yalanlıyorduk.’545 Cahîm kapısının -Ki bu kapının ardında
kıyamet gününü yalanlayanlar vardırardında bulunanlar hakkında ise, şöyle der: ‘O günü sadece taşkın ve günahkârlar yalanlar.’546 Böylece o kapının ardında bulunanları, günah
ve taşkınlık özelliğiyle nitelemiştir. Sonra onlar hakkında şöyle demiştir:
‘Onlar Cahîme atıhr. Sonra da ‘yalanladığınız şey buydu’ denilir. 5547 Benzer şeyler,
Hutame veya Saîr ve Kuran ve Sünnette geçen cehennem kapıları için söylenir.
Böylece ana mertebe ve tabakaları
zikretmiş olduk. Amellerin bu konaklama yerleriyle ilişkilerine gelince, bu
ilişkiler, açıklanması uzun sürecek ölçüde çoktur. Açıklamaya kalksaydık, uzun
bir süre gerekirdi. Çünkü bunlar hakkındaki (bilgi) imkanı boldur. Fakat
ameller zikredildiği gibi onlara verilecek azap da zikredilmiştir. Onlardan
birisini öğrendiğinde -bir de Rabbinden açık bir kanıt ve nura sahip isenAllah
Teâlâ cömerdiğiyle seni onun bilgisine ulaştırır.
Bizim bu bölümde taahhüt ettiğimiz ve
bölüme başlık yaptığımız şey, mertebelerin zikredilmesinden ibaretti. Biz de
(tekeffül ettiğimiz gibi) mertebeleri belirttik ve açıkladık. Kitabımızın bir
takım bölümlerinde ise, okuyucunun hayrete düşeceği şeyleri zikrettik. Bunlar,
başından itibaren bu bölümde kanıt olarak getirdiğimiz ayetlerdir. Örnek
olarak Allah Teâlâ’nın İbhs’e zikredilen şeyleri emretmesini verebiliriz
(kulları saptırmayla ilgili emir): Acaba bu ilahi emre bağlanması nedeniyle,
kendisine dönen bir şey var mıdır yok mudur? Bu gibi uyarıları öğrenirsen,
bedbahtlara ve cehennemliklere tahsis edilmiş pek çok ilahi bilgiyi öğrenmiş
olursun.
Bu bölümde bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İnsanların Dünya Âlemi ve
Diriliş Arasındaki Berzah'ta Kalmasının Bilinmesi
Düşünen
kimse (bilir ki) kıyamet ile dünya arasmda Berzah
mertebeleri vardır, surlar onlara aittir.
Bu
mertebeler sahibinin ölümden önce bulunduğu
Durumun
hükmünü içerir. İbret alınız!
Mertebeler,
herkes üzerinde öncelik ve saltanat sahibidir.
(Mertebeler)
Sırları izhar eder. Ne bakîdir ne yok olurlar
Onların
varlıkta geniş bir imkanı vardır
Sınırsızca;
ne dış varlıkları ve ne eserleri vardır
Hakka ‘ol’
derler. Hakk ise onların yaratanıdır
Bir insan
onların hükümlerinden nasıl çıkar?
İlimler ve
bütün susturucu darbeler anlardadır
Deliller,
susturucu kanıtlar ve ibretler ondadır
Hayal olmasaydı bugün yokluktaydık
Ne bizdeki
amaç biterdi ne de dileklerimiz.
(Hayali anlatan) ‘Sanki’ (edatının)
otoritesi, eğer gereği gibi düşünürsen
Şeriat onu
getirdiği gibi akıl ve inceleme de onu getirdi (kabul etti).
Sıfatların
kökeni olan harflerden.
Suretlerden
ayrılmazsın, onun suretleri gelmezden.
(Berzah: Ucu Olmayan İki Şey Arasında
Ayırıcı Durum)
Şiirdeki ‘sanki’ otoritesi’ ifadesinde
otorite (sultamı) merfu okunur. Yani, hayalin otoritesi ‘sanki’nin ta
kendisidir (kuşku ifade eder). Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Allah Teâlâ’yı sanki görürcesine ibadet et’ hadisinde belirtilen durumdur.
(İsim cümlesinde) Bu ifade (sanki) haber, mübteda ise, ‘onun otoritesi’
kelimesidir. Bu durumda cümle şöyle kurulabilir: Lafızlar içinden hayal
mertebesinin otoritesi, sanki lafz dır.
Bilmelisin ki: Berzah, iki durumu ayıran
ve hiçbir zaman vç olmayan bir şeydir. Örnek olarak, gölge ve güneşi ayıran
çizgiyi verebiliriz. Başka bir örnek olarak şu ayeti zikredebiliriz: ‘İki deniz birbirine akmıştır. Aralarında bir berzah vardır,
kavuşmazlar.’548 ‘Kavuşmazlar’, biri diğerine katışmaz
demektir. Duyu onları ayırt etmeyi başaramasa bile, akıl o ikisinin arasında
onları ayıran bir engelleyici bulunduğuna hükmeder. İşte bu akledilir
engelleyici şey, berzahtır. Duyuyla algılanırsa, o zaman söz konusu olan berzah
değil, başka bir şeydir. Birbirine komşu olan ve (birleşmemek için) berzaha
muhtaç olan her iki şeyi var saydığımızda, berzah onlardan hiç birisi
değildir. Ancak her birinin gücü berzah’ta bulunur.
Berzah bilinen-bilinmeyen, var
olan-olmayan, olumlananolumsuzlanan, akledilir olan-olmayan şeyler arasında
ayırıcı bir durum olduğu için, berzah diye
isimlendirildi. Berzah, kendiliğinde akledilirdir ve hayalden başka bir şey
değildir. Çünkü onu algıladığında -şayet akıllı isenvar olan bir şeyi algıladığını
bilirsin. Gözün onun üzerine düşer ve kesin bir kanıda şunu anlarsın: Kendi
başına ve asıl itibariyle, orada bir şey vardır. Binaenaleyh berzah, kendisi
adma bir varlık şeyliği kabul edip kendisini var sayarken aynı şeyliği ondan düştüğün
bir şey değildir.
(Hayal Berzah Gibidir: Ne Vardır Ne de Yoktur,
Ne Bilinir Ne de
Bilinmez)
Hayal, ne vardır ne yoktur, ne bilinir ve
ne de bilinmez, ne olumsuzlanan ve ne de olumlanan bir şeydir. Nitekim insan
kendi suretini aynada görür. Bu durumda insan bir şekilde suretini
algıladığından emin olduğu gibi bir yönden suretini algılamadığını bilir. Çünkü
ayna küçük ise, suretinin küçük olduğunu görür. Hâlbuki bilir ki, sureti gördüğüyle
kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Ayna büyüle ise, bu kez, suretinin
gördüğünden daha küçük olduğundan emin olduğu halde suretini son derece büyük
görür. Suretini gördüğünü ise, inkâr edemez. Bu esnada insan suretinin aynada
bulunmadığını veya ayna ile kendisi arasmda olmadığını veya ister sureti olsun
ister olmasın gözün ışınlarının dıştan görülen şeyin suretine yansımadığını bilir.
Böyle olsaydı, sureti miktarı ölçüsünde ve bulunduğu Hakk göre algılamış
olurdu. İnsan suretini bir kılıçta gördüğü uzunluk ve genişlikten,
zikrettiğimiz durum açıklığa kavuşur. Bununla beraber insan, hiç kuşkusuz,
kendi suretini gördüğünü bilir. Binaenaleyh insan, suretini gördüğü ya da
görmediğini söylerken, kesinlikle haklıdır.
Öyleyse görülen suretin mahiyeti nedir?
Onun görüldüğü yer neresidir? Durumu nedir? Suret bir yandan olumsuzlanırken
diğer yandan sabittir; bir yandan var iken diğer yandan yoktur, bilinir ve
bilinmezdir. Allah Teâlâ bu hakikati kulu için bir örnek olarak ortaya
koymuştur. Bundan şu sonuç çıkar: insan kendisini ve hakikatini algılamaktan
aciz ve şaşkın ise, onu yaratanı algılamada daha aciz, daha bilgisiz ve
şaşkındır. Çünkü kendisi âlemin bir parçası olduğu halde, hakikati hakkmda
bilgi edinememiştir. Bu durum, Hakkın insana tecellilerinin akılların
kendisinde hayrete düştüğü ve hakikatini idrak etmekten aciz kaldığı bu
durumdan mana olarak daha latif ve ince olduğuna dikkatini çeker. İnsanın
acizliği öyle bir noktaya varır ki, artık ‘bunun bir mahiyeti var mıdır, yok mudur?’
der. Çünkü onu saf yolduğa katamaz -çünkü gözü belirli bir şeyi algılamıştır-.
Onu sırf varlığa da katamaz. Çünkü ortada bir şey bulunmadığını bilmektedir. O
şeyi sırf imkana da katamaz.
İnsan, uykuda ve ölümden sonra böyle bir
hakikate ulaşır. Böylelikle arazları kendi başlarına bilfiil var olan suretler
ve herhangi bir kuşku duymadığı cesetler olarak görür. Bu arazlar onunla
konuştuğu gibi insan da onlarla konuşur. Keşif sahibi ise, uyuyan insanın
uykusunda ve ölünün ölümden sonda gördüğü şeyleri uyanıkken görür. Nitekim ölü,
ahirette araz olmalarına rağmen amellerin suretlerinin tartıldığını görür.
Bizzat ölümü ise, kurban edilen parlak bir koç suretinde görür. Ölüm, bir
toplanmışlıktan ayrışma nispetidir. Öyleyse, hakkında cahil kalınan ve
bilinmeyen (başka bir açıdan ise) bilinen ve bilgisiz kalınmayanı tenzih
ederim! ‘O’ndan başka ilâh yoktur, O Aziz ve
Hakîm’dir.549
İnsanların bir kısmı bu hayaldeki şeyi
duyu gözüyle görürken bazı insanlar hayal gözüyle görür. Kastettiğim, uyanıldık
halindekidir. Uykuda ise, kesin olarak hayal gözüyle görür. Dünyada ya da
kıyamet gününde, kısaca her nerede olursa olsun insan ayrıştırmak isterse,
neyi tahayyül ettiğine bakmalı ve onu bakışıyla sınırlamalıdır. Yaratılıştaki
değişme nedeniyle bakılan şeyde (var) oluşlar değişiyorsa, onun bizzat o şey
olduğunu inkâr edemez. Bakış da, o şeydeki oluşumların değişmesi (nedeniyle o
şeyi) sınırlayamaz. Örnek olarak, farklı renklere girişinde bukalemuna bakan
insanın durumunu verebiliriz. İşte bu, hiç kuşkusuz, hayal gözüdür, duyu gözü
değildir. Böylelikle hayali -duyu gözüyle değilhayal gözüyle algılamışsındır.
Nurdan veya ateşten yaratılmış ruhları
gördüğünü iddia eden insanların pek azı bunun farkındadır. Onlar, algılanan
suretleri gördüklerinde neyle algıladıklarını bilmezler. Duyu gözüyle mi,
yoksa hayal gözüyle mi? Her ikisi de -yani her iki algı dagörme duyusuna
bağlıdır. Çünkü göz, hem hayal hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar. Bu ilim,
başka bir ifadeyle (duyu ve hayal gözü anlamında) iki gözü ile duyunun gözüyle
görme duyusunu ayırt etme bilgisi, önemli bir ilimdir. Gözün tahayyül edilen
şeyi algılayıp ondan gafil kalmadığını ve onu farklı oluşumlar kazanmadığı bir
durumda gördüğünü (var sayalım). Bunun yanı sıra, (algılanan) zat herhangi bir
tereddüt olmaksızın tek iken, göz onu aynı c uramda farklı yerlerde görmez ya
da söz konusu şey, farklı varlıklarda başkalaşmaz ve yer değiştirmez. İşte
böyle bir durumda insan, görülen şeyin -tahayyül edilen bir şey değilduyulur
bir şey (olduğunu); onu ise -hayal gözüyle değilduyu gözüyle gördüğünü anlar.
Buradan insanın rüyada Rabbini görmesinin
mahiyetini, idrakin O’nu sınırlamasının ve kontrol etmesinin niteliğini
öğrenirsin. Hâlbuki Allah Teâlâ, suretten ve örnekten münezzehtir. Ayrıca
el-Bari Teala’nın, ‘insanların O’nu göreceği en aşağı surette tecelli
edebileceği’ ve ‘insanların O’nu tanıyacakları suretten surete gireceği’
hakkında sahih hadiste geçen ifadelerin anlamı da öğrenilir. Hâlbuki insanlar,
tanıdıkları surette tecelli etmezden önce Hakkı (tanımadıkları surette tecelli
ettiğinde) inkâr etmiş ve O’ndan uzaklaşmıştı. Böylece hangi gözle O’nu
gördüğünü (buradan) öğrenirsin.
Öyleyse hayalin, -kastettiğimiz hayal
gözüdürkendisiyle ya da baş gözüyle algılanabildiğini açıkladığımız gibi bu
konuda doğru olup itimat edebileceğin hususları da açıkladık. Aşağıdaki
şiirimiz bu meseleyle ilgilidir:
Sevgilim tecelli ettiğinde
Hangi gözle O’nu görürsün ki?
Kendi gözümle değil, O’nun gözüyle.
Öyleyse O’nu O’ndan başkası görmedi
ki!
Bu ifade, O’nun makamını yüceltmek ve
sözünü doğrulamak amacıyla söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurandır: ‘Gözler O’nu idrak edemez.’550 (Bu ayet) herhangi bir yere özgü değildir.
Bilakis Allah Teâlâ onu (mekânı belirsiz) genel bir ayet, anlamı kesinleşmiş
belirli bir mesele olarak gönderdi. Dolayısıyla O’ndan başkası O’nu idrak
edemez. Öyleyse Hakkı Hakkın gözüyle görürüm. Sahih (kutsi) bir hadiste şöyle
denilmiştir: ‘Ben bana yaklaşan kulumun kendisiyle gördüğü gözü olurum.’
Ey gaflet uykusunda uyuyan insan!
Gafletten uyan ve kendine gel! Sana bilgilere (giden) bir kapı açtım. Söz
konusu bilgilere (aldın) fikir gücü ulaşamaz, fakat akıllar, ya ilahi inayet
ile ya da zikir ve tilavetle kalpleri cilalamak suretiyle onu kabul etme
(derecesine) ulaşabilir. Böylelikle akıl, tecellinin verisini kabul eder;
tecellinin verdiği bilginin de fikir gücü bakımından nefsinin gücünün dışında
olduğunu ve fikrin o bilgiyi kesinlikle vermeyeceğini anlar. Böylece insan,
kendisini böyle bilgileri kabul edecek bir özellikte yarattığı için, Allah
Teâlâ’ya şükreder. Bu yaratılış, peygamberlerin, nebilerin ve velilerden
inayete mazhar olmuş kimselerin yaratılışıdır. Bu durum, insanın, aklının
(bilgiyi) kabul özelliğinin fikir gücünden daha üstün olduğunu öğrenmesini
sağlar.
Kardeşim! Bundan sonra, kapının ardından
sana kimin tecelli ettiğini iyice öğren! Bu, kapalı bir meseledir. Derin
akıllar onda hayrete düşmüştür.
Şâri (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem) -ki o doğru sözlü olandırölümden sonra kendisine göçeceğimiz ve
nefislerimizi kendisinde müşahede edeceğimiz bu berzah mertebesini ‘suretler’
ve ‘sur’ diye isimlendirdi. Burada (suretler anlamındaki) suver, suret kelimesinin
çoğuludur. Böylece suretiere üflenir ve (İsrafil) suru üfler. Kastedilen şey,
bizzat berzahtır. Halleri ve özellikleri değiştiği için, verilen isimler de
değişmiştir. Özellikler değişmiş, dolayısıyla ona verilen isimler de
değişmiştir. Böylelikle onun isimleri, bizzat o oldu. Alışkanlığı, gerçekleri
sadece didiklemek olup onlardan herhangi bir şey öğrenmemiş kimse, bu meselede
hayrete düşer. Çünkü o insan, (sur ve sura üflemek diye karşıladığımız)
nakr’ın, nakur’un varlığında bir asıl olduğunu anlayamadığı gibi nakur kelimesinin de nakr isminin varlığında asıl olduğunu
anlamamıştır. Bu (mastar ve isim arasındaki) ilişki, şu dilbilgisi meselesine
benzer: Fiil mi mastardan türemiştir, mastar mı fiilden!1
Muhakkik-sûfî, başka bir şey vasıtasıyla
dilciden ayrılır. Böylece sûfînin sorunu, dilcinin kelimenin kökeni konusundaki
sorununa benzemez. Bu ayrım ise, şu ayetle gerçekleşir: ‘Suretlere üflenir.’551 Allah Teâlâ ‘üflenilen şey3 demedi. Acaba
(üflenilen şeyin) suretler olması, üflemenin ya da ‘üfledi’
(fiilinin) midir? Yoksa üfleme (mastar veya ‘üfledi’ fiili), suretlerin isminin
varlığında bir asıl mıdır?
Allah Teâlâ ‘insanın suretinin
düzenlenmesi’nden bahsederken şöyle buyurur: ‘O’na üfledim:552 Hz. İsa hakkında ise, bedeninin
yaratılmasından önce şöyle buyurur: ‘Ona (Meryem’e) ruhumuzdan üfledik.’553 Böylelikle suret ortaya çıkmış ve hayret gerçekleşmiştir.
Aslın mahiyeti nedir? Acaba suret, üflemenin varlığında asıl mıdır? Yoksa
üfleme mi asildir? Bu da, bu hususla ilgili (diğer) bir sorundur. Cebrail
zikredilen vakitte (İsa’yı Meryem’e aktaracağı vakit) insan suretinde
görünüyordu. Meryem ise, onun insan olduğunu zannetmişti. Acaba Meryem
Cebrail’i duyusal gözüyle mi yoksa hayal gözüyle mi algılamıştı? Böyle ise, Meryem
hayali hayal gözüyle algılayan kimselerden olur. Hal böyle ise, en büyüle sorun
senin için çözülmüş demektir. O da şudur: Acaba hayal, gerçek-duyusal suretler
verebilecek bir güce sahip midir? Öyleyse, duyunun hayale karşı bir üstünlüğü
olmaz. Çünkü duyu, suretleri hayal için verir. Hal böyle ise, etkin olan etkin
olduğu şeyde nasıl etkin olmaktadır? Etkin olunan şeyde etkin olan şeyin
mahiyeti nedir? Böyle bir şey akıl bakımından imkansızdır.
Bu sırları iyice incele! Bunları
öğrenebilirsen, bu konuda senin dengin olanın dışında, âlemde senden daha zengini
yoktur.
(Hayalin Otoritesi ve Diriltilen Suretler)
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
suretlerin mahiyeti sorulduğunda şöyle yanıt vermiş: ‘O, İsrafil’in parça parça
yediği nurdan yaratılmış boynuzdur.’ Böylelikle, şeklinin boynuz şekli olduğunu
bildirerek onu genişlik ve darlık özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü boynuz geniş
ve dardır. Bize göre boynuz, akılcıların boynuzun üst ve aşağı tarafının
farklılığı hakkındaki zannından başkadır. Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümden
sonra onu zikredeceğiz.
Bilmelisin ki: Bu boynuz, olabildiğince
geniştir. Var olan hiçbir şey ondan geniş değildir; Çünkü o, her ‘şey5 üzerinde olduğu
gibi ‘şey5
olmayanın üzerinde
de hüküm sahibidir. Sırf yolduğu, imkansızı, zorunluyu ve imkanı tasavvur
edebilir. Varlığı yokluk, yolduğu varille yapar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem hayal hakkında, daha doğru bir ifadeyle o makamdan söz ederken şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya sanki O’nu görürcesine ibadet et.’ ‘Allah Teâlâ namaz
kılanın kıblesindedir.’ Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’yı kıblende tahayyül
et. Sen de, kendisini gözetmen ve O’ndan utanman için, O’nun tam karşısında
bulunursun. Namazında O’nun karşısında saygıya sarılırsın. Böyle yapmazsan,
hiç kuşkusuz, saygısızlık yapmışsın demektir.
(Hayal En Geniş ve En Dar Şeydir)
Şâri, sende bu özelliğe sahip ve hayal denilen bir şeyin
bulunduğunu bilmeseydi, şöyle demezdi: ‘O’nu -kafa gözünle görürcesine.’ Çünkü
akıl kanıtı, ‘sanki’ durumunu imkansız sayar. Çünkü akıl kanıtı, teşbihi
imkansız sayar. Baş gözü ise, duvardan başka bir şey görmez. Böylelikle şunu
öğrendik: (Bu ifadesiyle) Şâri, namazda kendisine yönelmenin farz olduğu
kıblede Hakkın karşısında bulunduğunu tahayyül etmeni emretmiştir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Nereye dönerseniz (dönün), Allah
Teâlâ’nın yüzü oradadır.’554 Bir şeyin yüzü, o şeyin hakikati ve
kendisi demektir. Hayal, akıl kanıtıyla suret ve tasavvurun hakkında imkansız
olduğu kimseyi suretlendirmiş, bu nedenle geniş olmuştur.
Hayaldeki darlık şundan kaynaklanır.
Hayal, duyusal ve manevi şeylerden veya nispetlerden veya izafet, Allah
Teâlâ’nın büyüklüğünü, zatını vb. şeyleri ancak suret sayesinde idrak edebilir.
Hayal suretsiz bir şeyi idrak etmeye kalksaydı, onun hakikati buna imkan
vermezdi. Çünkü o vehmin ta kendisidir, vehimden başka bir şey değildir. Hayal
son derece dardır. Çünkü hayal anlamları maddelerden kesinlikle soyutlayamaz.
Bu nedenle duyu hayale en yakın şey olmuştur. Çünkü hayal, suretleri duyudan
alır. Duyusal suretlerde ise, hayal anlamları ortaya çıkarır. İşte bu da onun
darlığıdır. Bunun böyle olmasının nedeni ise, eşsiz ve benzersiz Tek Allah
Teâlâ’dan başka hiç kimsenin sınırlanmamak, varlığın mudaklığı ve dilediğini
yapan olmak özelliğiyle nitelenmemesi içindir.
Öyleyse hayal, bilinen şeylerin en
genişidir. Bu büyük genişliğine rağmen -ki onunla her şey üzerine hüküm
veriliranlamları kendiliklerinde bulundukları maddelerinden soyut olarak kabul
etmekten acizdir. Böylelikle hayal bilgiyi süt veya bal veya şarap ve inci
suretinde görür.’ Müslümanlığı kubbe ve direk suretinde görür. Kuranı ise ‘yağ
ve bal suretinde görür.’ Dini ‘kayıt suretinde görür.’ Hakla ise ‘insan veya
nur suretinde görür.’ Öyleyse hayal, geniş-dardır. Allah Teâlâ ise, mutlak
anlamda geniştir, yaratıklarını yarattığı özellikleri ‘bilendir.’ Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdi, sonra doğru yolu gösterdi.’555
Başka bir ifadeyle
Allah Teâlâ, her şeye yaratılışını vermekle, işleri bulundukları üzere
açıklamıştır.
(İsrafil’in üfleyeceği) Boynuzun nurdan
olmasının nedeni, nurun keşif ve ortaya çıkmanın sebebi olmasıdır. Çünkü nur
olmasaydı, göz hiçbir şeyi algılayamazdı. Allah Teâlâ ise, bu hayali nur
yapmıştır. Her şeyin sureti onunla algılanır. Nitekim bunu daha önce
zikretmiştik. Öyleyse, hayalin nuru sırf yokluğa da yayılır ve onu varlık
olarak tasvir eder. Öyleyse hayal, bütün yaratılmışlar içinde nur adını almaya
daha layıktır. Dolayısıyla onun nuru, diğer nurlara benzemediği gibi tecelliler
onunla algılanır. Söz konusu olan, hayal gözünün nurudur, yoksa duyu gözünün
nuru değildir. Anlayınız!
Çünkü bu, hayalin nur olmasını öğrenmeni
sağlar. Böylelikle bilmeyen kimseye göre, hayal hakkında doğru yargı verirsin.
Bilmeyen insan hayal hakkında şöyle diyen kimsedir: ‘(Söz gelişi) Bu bozuk bir
hayaldir.’ Böyle demesinin nedeni, bu söz sahibinin Allah Teâlâ’nın kendisine
verdiği hayali nuru bilmeyişidir. Nitekim böyle söyleyen
insan, duyuyu da bazı algılarında yanlışlar. Hâlbuki duyunun idraki de,
gerçekte doğrudur. Hüküm vermek ise, duyuya değil başka bir güce aittir (ki o
da akıldır). Öyleyse hüküm veren yanılmıştır, yoksa duyu yanılmış değildir.
Hayal de böyledir. Hayal, nuruyla idrak ettiği şeyi idrak eder, kendi hükmü
yoktur. Hüküm, başkasma aittir ki, o da akıldır. Öyleyse hata, duyuya nispet
edilmez. Çünkü kesinlikle bozuk hayal diye bir şey yoktur. Bilakis hayal (ya
da duyu), bütünüyle doğrudur.
Bizim arkadaşlarımız da bu ‘boynuz’
hakkında yanılmıştır. Akılcıların büyüle kısmı, onyn dar yerini merkez
saymıştır. Üstünü ise, daha üstünde herhangi bir feleğin bulunmadığı en üst felek sayarlar. Onun
içerdiği suretler ise, âlemin suretleridir. Boynuzun geniş tarafını üst, dar
tarafını ise, âlemin aşağı tarafı saymışlardır. Gerçek, onların zannettiği
gibi değildir. Bilakis daha önce belirttiğimiz gibi hayal, Hakkı ve O’nun
dışında yokluğa varıncaya kadar âlemdeki her şeyi tasvir eder. Bu nedenle üst
tarafı dar, aşağı tarafı ise geniş olmuştur. Allah Teâlâ onu böyle yarattı. Allah
Teâlâ’nın onun ilk yarattığı kısmı dardır. Son yarattığı kısmı ise geniş olan
yerdir. Bu kısım, canlının başına dönük olan kısımdır.
Fiillerin ve varolanların mertebesi ise
daha geniştir. Bu nedenle arifin bilgideki genişliği, âlemden bildiği kadar
olmuştur. Ardından Allah Teâlâ’nın mutlak birliğinin bilgisine geçmek
isteyince, kademe kademe genişlikten darlığa yükselir. Böylece keşif yoluyla
Hakkın zatı hakkında bilgisi arttığı ölçüde bilgileri azalır. En sonunda,
bildiği şey olarak sadece Hakk kalır. Bu ise, boynuzun en dar yeridir. Öyleyse
hayalin dar yeri, gerçekte en üst tarafı olduğu gibi tam üstünlük de o
kısmındır. Söz konusu yer, Allah Teâlâ onu canlının başında meydana
getirdiğinde, kendisinden (hayalin) ortaya çıktığı başlangıç noktasıdır.
Binaenaleyh darlıktaki suretine göre yükselmeyi sürdürür ve aşağı tarafı
genişler. Hali ise başkalaşmaz. Öyleyse o, ilk yaratılmış olandır.
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın yarattığı
ilk şey kalem’dir. Ona (ille) akıl da diyebilirsin. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onu böyle isimlendirdi. Öyleyse Allah Teâlâ, sadece
tek bir şey yaratmış, ardından bu bir’den (diğer) yaratıklarını yaratmış,
böylece âlem genişlemiştir. Sayılar da böyledir. Onların kaynağı, birdir. Bu
bir, varlık bir’i değil, İkinciyi kabul eden bir’dir. Sonra sayılar sayı
basamaklarında dizilişi ve sayı katlarını kabul eder. Böylelikle sonsuza kadar
büyük bir şekilde genişler. Binler ve diğer basamaklar gibi, genişlikte
belirli bir sınıra ulaştığında ise, kendisinden sayının Ortaya çıktığı bir’i
ulaştığın sayılardan çıkarmaya başlar ve sürekli olarak sayıyı eksiltirsin. Bu
durumda, varlığıyla sayının ortaya çıktığı ikiye -çünkü bir sayıların
başlangıcıdırulaştığında içinde bulunduğun genişliği yitirirsin. Öyleyse bir,
şeylerin en darıdır. Bu anlamda bir, kendisi halamından sayı olmasa bile,
onların ilkesi olması anlamında (iki veya üç ve dört olması bakımından)
sayıdır. Böylelikle bir, hiçbir zaman somut varlığıyla ismini bir araya
getiremez. Bunu bilmelisin! '
(Berzah’a Bırakılmış Bedenlerin Ruhları)
İnsanlar, suretleri nitelerken daha önce
belirttiğimiz gibi görüş ayrılığına düşmüştür. Bunu ortaya koyduktan sonra,
bilmelisin ki: Allah Teâlâ ruhları (canları) unsurlardan oluşmuş bu doğal
bedenlerden aldığında, onlara bu nuranî boynuzun toplamında bedensel suretler
verir. Böylece insan, ölümden sonra berzah âleminde algıladığı her şeyi o
boynuzda sahip olduğu suretin gözüyle ve nuruyla idrak eder. Bu gerçek bir idraktir.
Oradaki suretlerin bir kısmı tasarrufları sınırlanmış suretler iken bir
kısmının tasarrufları sınırsızdır. Sınırsız olanlara örnek olarak, bütün peygamberlerin
ruhlarını verebiliriz. Bazı suretlerin ise, o yerdeyken bu dünya âlemine
bakışları vardır. Bir kısmı ise, içinde bulunduğu hayal mertebesinde uyuyana
görünür. Böyle bir insan, rüyası her zaman doğru çıkan lemsedir. Herhangi bir
doğru rüyada (sadık rüya) (görülen surette) yanılma söz konusuysa, yanılma
rüyada değildir. Yanılmış olan kimse, rüyayı tabir eden tabircidir. Çünkü
tabirci, görülen surede neyin kastedildiğini anlamamıştır. Dikkat ediniz! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, bir adamın rüyasını tabir eden Ebû Bekir’e şöyle
demiş: ‘Bir kısmını doğru, bir kısmını ise yanlış tabir ettin.’
Bir adam rüyasında boynunun vurulup
başının yere düştüğünü görmüş. Ardından yere düşen kafa yuvarlanmaya başlamış,
bir yandan adamla konuşuyor, adam da onunla konuşuyormuş. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem o kişi hakkında şöyle demiş: ‘Şeytan onunla oynuyor.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem adamın gördüğü şeyin suretini anlamış, fakat adama
‘hayalin bozuktur’ dememiştir. Çünkü adam doğruyu görmüş, fakat tevil ederken
yanılmıştır. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o rüya
sahibine gördüğü şeyin gerçeğini bildirmiştir.
Aynı şekilde, ‘Firavun’un kavmi de ateşe’ o
suretler içindeyken ‘sabah-akşam sunulur.’ Ancak ateşe girmezler. Çünkü onlar,
bu boynuzda ve o surette hapsedilmiş olarak bulunurlar. ‘Kıyamet günü’ ise, en
şiddetli azaba girerler. Söz konusu azap, ölüm hallerinde sunulma sayesinde
tattıkları tahayyül edilen-azap değil, (diriltme gerçekleştiği için) duyulur
bir azaptır.
Hayal gözü bir yandan tahayyül edilen suretleri
algılarken öte yandan duyulur suretleri de algılar. Böylece tahayyül sahibi
-ki o insandırhayal gözüyle bazen tahayyül edilen şeyi algılar. Örnek olarak Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana şu duvarın ortasında cennet gösterildi’
dediği hadisi verebiliriz. Böylece bunu duyu gözüyle idrak etmiştir. Burada
‘duyu gözüyle’ dedik, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cenneti
gördüğünde ondan bir meyve almak için öne doğru çıkmıştır. Ateşi gördüğünde
ise, geri çekilmiştir. Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
namazdaydı.
Şunu biliyoruz: Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem öyle bir güce sahipti ki, -duyu gözüyle değil dehayal gözüyle
onu görseydi, gördüğü şey öne çıkmak veya geri çekilmek şeldinde bedeninde bir
edri yapamazdı. Peygamberin gücüne sahip olmasak ya da onun derecesinde
bulunmasak bile, bu durumu bizzat kendimizden tecrübeyle biliriz.
Her insan, berzah âleminde kazancıyla
rehin, amellerinin suretlerinde hapistir. Ahiret hayatında, kıyamet günü bu
suretlerden diriltilinceye kadar bu böyle sürer.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar