Print Friendly and PDF

HZ. MUSA ALEYHİSSELÂM VE YAHUDİ EZOTERİZMİ

 


Mısır’da büyük bir gizlilik perdesi altında saklanan tek tanrı öğretisi hiçbir zaman kitlelere mal olmamış ve sadece inisiye edilmiş rahiplerin tekelinde kalmıştır. [İnisiyasyon (Süluk) kimi ansiklopedilerde bireyin spiritüel gelişimi için, ‘spiritüel tesir’i alıp aktarabilen bir üstadın sert ve sürekli kontrolü altında, bir düzen ve disiplin içinde, sınavlara dayalı tarzda, metodlu olarak eğitimi şeklinde tanımlanmaktadır. İnisiyasyon sözcüğünün kökeni, Latincede “bir yere girme, iştirak etme, kabul edilme, başlama” anlamındaki “initium” sözcüğüdür. Osmanlı tarikat geleneğinde bulunan “süluk” kelimesi de, “iplik, sıra, dizi, yol, meslek, tutulan yol” anlamlarındaki Arapça “silk” sözcüğünden gelmektedir. Bir inisiyasyonda üstad (inisiyatör, mürşid) tektir, öğrenci (inisiye adayı, mürit) ancak inisiyasyonu tamamladığı zaman inisiye olur. İnisiyasyonu tamamlamamış olanlara inisiye denmez.]

Bu durum, biraz öğretinin yapısından kaynaklanmışsa da, biraz da tarihi gelişmeler gizliliği zorunlu hale getirmiştir.

Milattan 4 bin yıl kadar önce, dünyanın hemen her yerinde dinlerde büyük bir yozlaşma olduğu ve birçok bölgede çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, eski sembollerin her birinin putlaştırıldığı görülmektedir. Bu yozlaşmadan, kadim Uygur İmparatorluğunun önde gelen eğitim merkezlerinden Babil gibi, Mısır da kurtulamamıştır.

Babil’de gerileme doğaldı. Çünkü ana kaynak Mu’nun ışığı uzun zaman önce yok olmuştu ve rahipler, kitleler üzerindeki güçlerini daha da artırmak için dini yozlaşmaya çanak tutmuşlardı. Ancak durum Mısır’da daha farklıydı. Mısır’daki okul Mu’ya değil, Atlantis’e dayalıydı ve öğretiyi bu ülkeye, Naacallere kıyasla çok daha yeni olan Osiris’in bir müridi, Hermes getirmişti. Peki ama ne oldu? Hermes rahipleri ile tek tanrılı din öğretisinin hâkim olduğu Mısır’da bu ekol niçin geriledi? Bunun cevabını Mı ve Atlantis arasındaki savaşta aramak gerekiyor.

Tufandan uzun zaman önce Atlantis’liler Nil deltasında bir koloni kurunca, Mu’lular da bunu dengelemek ve stratejik önemi olan bu ülkenin tamamen Atlantis eline geçmesini engellemek için Güney Mısır’da bir başka koloni kurdular.

Tufan öncesinde bu iki koloni arasında savaş, taraflardan herhangi birinin üstünlüğü olmaksızın devam etti. Ana kıtaların batmasına rağmen bu koloniler arasındaki savaş, bölgenin tufandan fazlaca etkilenmemesinden olacak, Firavun Menes (M.O. 5.000) dönemine kadar devam etti. Savaş, dini yozlaşmanın daha yoğun yaşandığı güneydeki krallığın galibiyeti ile sona erdi (1). Tanrı Ptah’a ve yanısıra pekçok ikincil tanrıya inanan Güney Mısır dini, tüm ülkenin resmi dini olarak kabul edildi. Hermes rahipleri yeraltına çekildiler ve öğretilerini de gizli olarak sürdürme kararı aldılar.

Herşeye rağmen Kuzey Mısır halkı, tanrı Osiris, İsis ve Horus üçlemesi ile Hermes’i unutmadı. Zaman içerisinde bunların her biri ayrı birer tanrı ya da tanrıça olarak Mısır tanrıları panteonundaki yerlerini aldılar. Yenilgiye kadar Kuzey Mısır’da yönetici firavunlara, Osiris’in oğlu Horus ünvanı sadece bir sembol olarak verilirken, bu dönemden sonra tüm Mısır firavunları kendilerinde bir ilahi güç görmeye, birer tanrı olduklarına inanmaya başladılar.

Bu düzene sadece bir tek firavun, gizli Osiris dini rahiplerince inisiye edilmiş olması kuvvetle muhtemel olan 4. Amenofis (M.Ö. 1353 - 1335) karşı çıktı. Amenofis, çok tanrılı dini kaldırmaya ve "Aton Dini" (2) adını verdiği tek tanrılı bir din oluşturmaya çalıştı. Ancak gücü, çok tanrılı dinin rahipler kastını yok etmeye yetmedi ve bu yobaz rahipler, içine cinler girdiği iddiasıyla firavunu beyninden ameliyat ettiler. Beyinciği çıkarılan Amenofis kısa süre sonra öldü. Firavunluğu döneminde nispeten ortaya çıkan Osiris rahiplerinin büyük bölümü de, çok tanrıcılar tarafından öldürüldü. Mısır’ın Babil ve Pers istilalarına uğraması da Osiris dinine ayrıca darbe vurdu ve kardeşlik örgütü faaliyetlerini büyük bir gizlilik altında yürütmek durumunda kaldı.

İşte Hz. Musa aleyhisselâm da, bu üç kat sır perdesinin altına saklanmış olan tek tanrıya inanan kardeşlik örgütünün inisiye bir üyesiydi (3). Hz. Musa aleyhisselâmın eski tek tanrılı inancı ihya etmesi ve meydana çıkardığı Musevi dininden, önce Hristiyanlık sonra da İslamiyet’in doğması ile dünya, anlatımları biraz daha karışık ve amaçları daha farklı da olsa, yeniden tek tanrılı dinlerin büyük çoğunlukça benimsendiği bir yer haline geldi.

Hz. Musa aleyhisselâmın ortaya koyduğu öğretinin en büyük özelliği, tanrı fikrini semboller vasıtasıyla değil, kitlelere doğrudan anlatmaya çalışmasıydı. Sombollerin cahil insanlar veya çıkara rahipler tarafından gerçek anlamlarından saptırıldığını ve putlaştırıldıklarını gören Hz. Musa aleyhisselâm, farklı bir yaklaşımı denemek istedi. Soyut tanrı kavramına kitleleri inandırmak için Hz. Musa aleyhisselâm, insanların bu tanrıdan korkmalarını sağlamak zorundaydı. Tek yaratıcıya inanan ve ibadet edenlerin ödüllendirileceğini, inanmayanların ve kötülük edenlerin ise cezalandırılacaklarını söyleyen Hz. Musa aleyhisselâm, tanrı eliyle cezalandırma yöntemini kendisi uyguladı. Alıştıkları gibi bir sembol vasıtasıyla tanrıya tapımma geri dönmeye çalışan İbranileri Hz. Musa aleyhisselâm ve yandaşları tamamen kılıçtan geçirmekten çekinmediler.

Hz. Musa aleyhisselâmın kimliğine ve öğretisinin Ezoterik yönüne göz atmadan önce, onun dinini kabul eden kavimin, İbranilerin nereden geldiklerini ve Hz. Musa aleyhisselâm ile yollarının nasıl kesiştiğini görmemiz gerekiyor (4).

İbraniler, Mezopotamya’da ve özellikle de Harran ovasında yaşayan bir kavimdi.

Göçebe krallıklar şeklinde örgütlenen ve Asur devletine bağımlı olan İbraniler, Saabi dinine bağlıydılar. Tek tanrılı inancın yozlaşmış bir biçimi olan bu din, kadim Babil okulu öğretisinin halk arasında yayılmış şeklinden başka bir- şey değildi.

İbranilerin bir bölümü, ülkelerinde yaşanan kuraklık ve diğer kavimlerin topraklarını istila etmeleri nedeniyle göç etmek zorunda kaldılar ve kralları İbrahim komutasında Mısır’a kadar gittiler. İbrahim’in, yeni vatanının yöneticilerine hoş görünmek amacıyla oğullarına, tanrıça İsis’e ithafen "İshak" ve "İsmail" adları verdiği öne sürülmekte.

Ayrıca, bir diğer İbrani büyüğü olan Yakub’un, üzerinde tanrı ile konuştuğunu iddia ettiği merdivenin, Babil’in ünlü kulesine ve "Ziggurat" adı verilen mabetlerine atıftan başka birşey olmadığı, bunun da İbranilerin, Asur kökenli olduklarının bir ispatı olduğu iddia edilmekte.

Bu bilgilere kısaca göz attıktan sonra, Saabi inancına ilerde değinmek üzere, Hz. Musa aleyhisselâma geri dönelim.

Tevrat’ın, bir Yahudi kadının oğlu olduğunu iddia ettiği, aslında Firavun 2. Ramses’in öz yeğeni olan Hz. Musa aleyhisselâm (5), Ezoterik öğretiyi ve tek tanrı inancını Osiris rahiplerinden almış bir üstaddı. Tek tanrı inancının geniş kitlelere benimsetilmesi yanlısı olan Hz. Musa aleyhisselâm, bunu denemiş olan 4. Amenofis’in başına gelenleri biliyordu. Çok tanrılı yaşama alışmış olan Mısır halkına ve çok tanrılı din sayesinde yaşamlarını sürdüren rahipler sınıfına fikirlerini kabul ettiremeyeceğinin bilincinde olan Hz. Musa aleyhisselâm, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için en uygun halkın, o sıralar Mısır’da tuğlacılık ve taşçılık işleriyle uğraşan İbraniler olduğunu gördü. İbraniler, Mısır’a geldikten sonra, çeşitli mabet ve diğer yapıların inşasında çalıştırılmışlar ve zamanla taşçı ustâlarını barındıran Mısırlı loncalarda çoğunluğu ele geçirmişlerdi. Lonca sistemini İbraniler, göç ettikleri ülkelere de götürdüler ve ortadoğuda bu sistemin yayılmasında etken oldular.

Son derece iyi yetişmiş olması ve Osiris rahiplerince kabul edilecek nitelikte bir kişiliğe sahip bulunması Hz. Musa aleyhisselâmın güçlü bir aristokrat soydan geldiğinin göstergesidir. Osiris rahiplerinin, firavunun yeğeni olan Hz. Musa aleyhisselâm’yı inisiye ederek yönetim çevresinde güçlenmeye çalıştıkları tahmin edilmektedir. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâm, firavuna yakınlığı sebebiyle, kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça önemli bir görev olan, Osiris Mabedi Kutsal Yazı Katipliği’ ne getirilmiştir (6).

Hz. Musa aleyhisselâma verilen bu görev onun ancak Başrahiplerin elde edebileceği sırlara ulaşmasını sağlamıştır. Bu görevini yürütürken, bir yandan da İbraniler ile diyalogunu güçlendiren Hz. Musa aleyhisselâmın bu kavimle olan yakınlığı firavunu korkutmuştur. Hz. Musa aleyhisselâmın kendisine İbranilerden bir ordu kuracağı ve tahtta hak iddia edeceği kuşkusuna kapılan 2. Ramses, Hz. Musa aleyhisselâm İbraniler’le birlikte Sina’ya çekilmek üzere harekete geçtiği zaman arkalarından askerlerini bu sebeple göndermiştir. Halbuki, Hz. Musa aleyhisselâm ve yandaşlarım Mısır’dan kaçmaya zorlayan sebep, Hz. Musa aleyhisselâmın tahta göz dikmesi değil, bambaşka bir olaydı.

İbranileri hemen her ortamda Mısırlılara karşı elinden geldiğince koruyan Hz. Musa aleyhisselâm, bir gün, bir İbrani’nin Mısır’lı bir görevli tarafından dövüldüğünü görünce olaya müdahale etmiş ve itiş— kakış sırasında Hz. Musa aleyhisselâm, Mısır’lı görevliyi öldürmüştü (7). Osiris yasaları çok açıktı. Bir insan öldüren kişi, kim olursa olsun mabetten kovulur ve yargılanırdı.

Mısır’da kendisine bir gelecek kalmadığını gören Hz. Musa aleyhisselâm, yandaşı İbranilere birlikte Sina’ya çekildi. Hz. Musa aleyhisselâm burada, Saabi "Elohim" inancı ile Osiris dinini birleştirerek, "On Emir" ismi altında kendi öğretisinin temellerini attı. Ancak, on temel başlık altında yazılan bu eserde Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı dil, Osiris mabedinde öğrendiği sembolleri içeren Hiyoroglif dildi.

Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı bu dili İbraniler’in çok büyük bir bölümü bilmemektedir. Musevi dininin handikapı da burada başlar. Çünkü, anlatımda ve yazımda muazzam bir kısalık ve kolaylık getiren bu dilin gerçek anlamını sadece inisiye edilmiş özel yol mensupları bilebilir ve Hz. Musa aleyhisselâmın yandaşları arasındaki bu kişilerin sayıları son derece azdır. Bu anlatım tarzı, sıradan insanlar için hiçbir ifade taşımamaktadır. Örneğin, Musevilerin tanrıya verdikleri ad olan "Yehova", köken olarak "Y", "H" ve "V" harflerinden meydana gelmektedir ve Ezoterik doktrindeki, tanrının eril ifadesi olan "Yod" ile dişil ifadesi olan "Eve"in yani Osiris ile İsis’in birleşimidir (8). Bu durum, ileriki yüzyıllarda Museviliğin biçim değiştirmesine ve dinin içine birçok efsanenin karışmasına yol açmıştır.

Hz. Musa aleyhisselâm, aldığı eğitim nedeniyle başka türlü yazamazdı. Bu dili de, sadece inisiye edilmişler anlayabilirdi. Nitekim, Hz. Musa aleyhisselâma inananlar arasında çok küçük bir azınlık olan inisiye edilmişler, diğerlerinden farklı bir yol izlediler ve Tevrat’ın Ezoterik yorumu "Kabbala" üzerinde çalışarak, diğer Yahudi gruplarından ayrıldılar.

Öte yandan, Kral Süleyman döneminde Fenike diline tercüme edilen Tekvin, ilk anlatımından büyük ölçüde saptı. Yahudilerin Babil tutsaklığı sırasında Arami dilinde yeniden derlenen Tevrat’da orijinale biraz daha yaklaşıldıysa da, yer yer anlaşılmayan bölümlerin yerine, farklı inançlardan gelen kimi efsaneler yerleştirildi. Tevrat’ın yeniden derlenmesi zarureti, Yahudi rahiplerinin Babil tutsaklığı sırasında "Caldi” adı verilen Babil Ezoterik okulunda inisiye edilmeleri ve bu inisiasyon sayesinde rahiplerin, Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi hakkında daha gerçekçi görüşlere sahip olmaları neticesinde ortaya çıkmıştı.

Ancak Hz. Musa aleyhisselâmın kullandığı dil Mısır Hiyoroglif diliydi ve İbraniler tarafından hiç bilinmiyordu.

Hz. Musa aleyhisselâm’dan 800 yıl sonra Tevrat’ı yeniden yazan kaideli rahiplerin başı Ezra, varoluşu dahi yanlış algılamış ve tanrının, kendisinden sudûr edilen değil, tüm âlemin yaratıcısı olduğu tezini savunmuş ve Tevrat’a da böylece geçirmiştir. Bunun neticesinde birlik ortadan kalkmış ve yaradan ve yaratılanın olduğu bir ikili sistem üzerine din oturtulmuştur. O güne kadar tanrının birliğini savunan tek tanrılı inanç temellerinden değişmiş ve amaç insanların tanrıya ulaşması çabasından, birer kul olan yaradılmışların ödül olarak cennete gitmelerine dönüşmüştür. Benzeri bir yanlış yorumlama da tanrının cinsiyeti konusunda ortaya çıkmış, o güne kadar hem eril, hem de dişil yanlarının varlığı kabul edilen tanrıya Ezra tamamen eril bir görüntü vermeyi uygun bulmuştur. Bunun neticesinde, hem Yahudilikte hem de onun etkisindeki İslamiyette kadın daima ikinci plana itilmiştir. Ezra’nın Tevratı’ndaki, diğer birçok efsane gibi kitaba sonradan eklenmiş olan Adem ile Havva efsanesinde Havva’nın, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması, kadının doğrudan tanrıdan değil, tanrı tarafından topraktan yaratılmış erkekten geldiği düşüncesini doğurmuş ve kadınların toplum içinde tamimiyle ikinci sınıf yaratığa dönüşmeleri ve erkek tahakkümmüne girmeleri sağlanmıştır.

Efsanelerin ve batıl inançların gerçek bilginin eksikliği yüzünden tek tanrılı dinlerin bünyelerine girmesi, bu öğretilerin doğmalaşmalarına, giderek son derece tutuculaşmalarına ve tamamiyle akılcılıktan uzaklaşmalarına yol açmıştır.

Tek tanrılı dinin gerçek anlamını bilen ve Ezoterik öğretiyi savunanlar ile daha sonra ortaya çıkan yaratancı dinlerin ortodoks inanırları arasındaki amansız çatışma da bu tarihten sonra başlamıştır. Bu çatışma, Yahudilerin Kabbalacıları, Katolik kilisesinin Ezoterik inançlı Şövalyeleri, Sünni Müslümanların da Mutasavvıfları sapkın olarak nitelendirmelerine yol açmıştır. Bu yöndeki tavır da, papalığın Templierleri yok etmesine, Masonluğu afarozuna, Sünni Müslümanların "Enel Hak" diyen Hallaç El Mansur’un derisini yüzmelerine, İsmaililer ve Babailer gibi Batıni görüşü savunanları daima ezmeye çalışmalarına neden olmuştur. Ancak bu konular, daha sonraki bölümlerin anlatıları olacağı için şimdi Yahudileri incelemeye devam edelim.

Hz. Musa aleyhisselâmdan sonra Yahudiler ancak Hz. Davud döneminde güçlü bir krallık kurabildiler. Mitolojide Hz. Davud’un dev Goliat’ı yenmesi şeklinde ifade edilen olay, Hz. Davud’un idaresindeki Yahudi kavminin, kendisinden sayıca çok daha fazla olan diğer kavimleri yenmesine ve vaadedilen topraklarda krallığım oluşturmasına bir atıfdır. Hz. Davud, krallığı ile birlikte, kendilerini bir arada tutan en önemli şey olan tek tanrılı din inancını da pekiştirmek istemiş ve başkenti Kudüs’de bu tek tanrı için çok görkemli bir mabed yapılmasını emretmişti (9).

Bu mabedi yaparken Yahudiler, Mısır’daki 400 yıllık yaşamları sırasında öğrenmiş oldukları taşçılık ve. duvarcılık sanatını konuşturdular. Bu denli büyük bir mabedin yapımı için zorunlu olan örgütlenmeyi de Mısır meslek loncalarını kopya ederek sağladılar. Mabedin yapımı için hazırlıklar hızla sürerken Hz. Davud öldü ve yerine oğlu Süleyman geçti. Kadın ve içkiye düşkünlüğüyle tanınan Hz. Süleyman (10), mabedin yapımıyla çok ilgili değildi. O nedenle de çevresinde inşaatın başına geçirilebilecek yetenekli bir insan aradı. Aradığı insanı da Sur kentinde buldu: "Hiram"...

Hiram’ın bir inisiye ya da tek tanrılı inancın bir müridi olduğu sanılmıyor. Ancak Hiram, son derece yetenekli bir örgütleyici ve bronz işçiliği konusunda bir deha idi. Mabedin yapımında binlerce kişi çalışıyordu. Çeşitli meslek dallarının loncaları, çıraklar, kalfalar ve ustalar şeklinde üç dereceli olarak örgütlenmişlerdi ve sorumluluk da ustalar arasında pay edilmişti. Her görevli derecesine göre ücret alıyordu. Binlerce insanın hangisinin hangi derecede olduğunun ezberlenmesi imkansızdı.

Yürürlükte olan lonca sistemine göre çıraklar ancak belli bir süre eğitildikten sonra kalfa olabiliyorlar ve sadece çok yeteneklileri ustalığa terfi edebiliyordu. Hiram, bu sistemi biraz daha geliştirdi ve ücret dağıtımında kolaylık olması için, aynı mesleki sırları gibi, her derece salikınin hayatı pahasına saklayacağı birer parola verdi. Bu sistem işlerin hızlanmasını sağladıysa da, Hiram’ın sonunu da hazırladı. Daha önce kendilerini usta gibi gösterip haksız yere yüksek ücret alanların bu yolu kapanmıştı. Haksız kazanca alışmışlardan bir grup kalfa Hiram’dan ustalık parolasını zorla almaya karar verdiler. Ancak bunların çoğu korkup eylemden vazgeçti. İçlerinden sadece üçü Hiram’ı mabette sıkıştırıp parolayı zorla almaya çalıştılar. Hiram parolayı vermeyi reddedince de onu öldürdüler.

İşler bir süre için aksadıysa da, Süleyman ölen Hiram’ın yerine başkasını buldu ve mabet bitirildi. Mabetin yapısı, burasının Mısır’daki tek tanrı mabetlerinin daha basit de olsa, bir benzeri olduğunu ortaya koymaktadır (11). Kapının girişinde iki sütun bulunması, içeride üçgen içinde göz, güneş, ay sembollerinin varlığı, yerin siyah ve beyaz taşlarla kaplanması, sunak ya da mikap taşının bulunması bu mabedin, Mısır’dakiler örnek alınarak yapıldığını göstermektedir.

Dinle ve mabetle pek ilgisi olmayan Kral Süleyman, bir süre sonra tek bir tanrıya mı, yoksa birçok tanrıya mı inandığını dahi unuttu ve sefahat içinde yaşamını sürdürdü. Yahudi devleti de giderek zayıfladı ve Süleyman’ın ölümünden bir süre sonra, M.Ö. 587’de Babil kralı Nabukadnezar tarafından yıkıldı. Ülkede yaşayanların önemlice bir bölümü işgalciler tarafından köle olarak kullanılmak üzere Babil’e götürüldü. Tapınak işgalciler tarafından yıkıldı (12).

Yahudiler Babil’de 50 yıl yaşadılar. Babil’de Sümerlerden kalma Ezoterik inanışlar yozlaşmış biçimde süregeliyordu. Tek tanrılı din yerini çok tanrılı inanışa bırakmış, eski sembolik öğretilerin hepsi birer efsane haline gelmişti. Babil okulu, çok tanrılı dine, inisiasyon yöntemi ile "Caldi" rahibi yetiştiriyordu. Yahudi toplumuyla birlikte Babil’e getirilen Museviler inisiasyonun yabancısı değildiler. Lonca sistemleri tamamıyle inisiasyona dayalıydı. Bu nedenle ne Babil yöneticileri ne de Yahudilerin kendileri bu okula devam etmekte mahzur görmediler. Böylece Yahudi din adamları, ne denli yozlaşmış olursa olsun, Ezoterizmi ve Hz. Musa aleyhisselâmın Ezoterik öğretisinde ne demek istediğini daha iyi anladılar. Ancak Tevrat’a getirdikleri yeni yorumda pekçok efsanenin öğretiye karışmasına da neden oldular.

Yahudilerin Babil tutsaklığı, Pers kralı Kyros’un Babil’i işgali   (M.Ö. 530) ile son buldu. Kyros Yahudilere, ülkelerine geri dönerek mabetlerini yeniden yapmaları için izin verdi. Bazı kaynaklar, Pers kralının, o dönemde oldukça yaygın okluğu anlaşılan inisiasyon yöntemlerini, Ezoterizmin Zerdüşt dinindeki yorumunu bildiğini ve bu nedenle mabetlerini yapmak için Yahudilere izin verdiğini belirtmektedirler.

Kudüs’e dönen Yahudiler, eskisi kadar görkemli olmasa da, Kyros’un sağladığı maddi katkı ile yeni bir mabetin yapımına başladılar. Mabed yapılırken Yahudi rahipleri, tüm kutsal metinlerin ve Hz. Musa aleyhisselâmın on emrinin yazılı hale getirilmesi gerektiğine, aksi takdirde yeni bir kölelik halinde tüm dinin yok olup gideceğine karar verdiler. Böylece Ezra ve arkadaşları, daha önce değindiğimiz Tevrat’ın yazımı işlemine başladılar. Kutsal kitaba Babil’de öğrenilen bir sürü efsanenin sokuşturulmasına çok küçük bir grup karşı çıktı ancak seslerini yeterince duyuramadılar. Bu grup Hz. Musa aleyhisselâmın eserini, Mısır hiyeroglif diliyle üç kat sır perdesi altında yazdığım ve öğretinin sırlarını da kendi seçtiği ve inisiye ettiği 70 kişilik bir gruba verdiğini açıkladı. "Kabbalacılar" denilen bu küçük grup ve onların inanırları bir şiire sonra Yahudi toplumundan tamamen tecrit edildiler ve sapkın olarak nitelendirildiler. Peki bu Kabbalacılar kimlerdi ve Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisi neydi? (13).

Osiris Mabedinde inisiye edilmiş olan Hz. Musa aleyhisselâm, yeni dini de Osiris dini üzerine inşa etmiş, Saabi inançlarından da bir ölçüde faydalanmıştı. Ancak Osiris dininin gerçek sırları sadece inisiye edilen ve belli bir eğitimden geçen kişilerin anlayabileceği nitelikte olduğu için Hz. Musa aleyhisselâm da öğretisini müridlerine anlatabilmek maksadıyla nispeten basitleştirmiş, basitleştiremediğini de semboller kullanarak anlatmaya çalışmıştı. İşte Ezra’nın anlayamadığı ve değiştirerek Hz. Musa aleyhisselâm dininin bambaşka bir hüviyete dönüşmesine neden olduğu semboller bunlardı. Hz. Musa aleyhisselâm, öğretisinin yozlaşmaması ve sembollerin gerçek anlamlarının yok olup gitmemesi için eski bir yöntemi kullandı. Müridleri arasından en uygun gördüğü 70 kişiyi seçti ve onları inisiye etti, zaman içerisinde eğitimlerini tamamladı ve sırların gerçek manalarını öğretti. Onlara, İbrani dilinde "kabul edilmişler" anlamında Kabbalacılar ismini verdi.

Kabbala öğretisini benimseyen ve zorunlu göçler sırasında Yahuda çölünde kalan grupa Esseniler adı verilir. Ancak bu konu ilerde inceleneceği için Kabbala öğretisine geri dönelim.

Oldukça uzun bir süre Hz. Musa aleyhisselâmın gerçek öğretisini inisiasyon yöntemi ile takipçileri arasında yayan Kabbalacılar, yaşadıkları yerlerin İsmaililer tarafından işgal edilmesinden sonra, daha özgür davranabileceklerini gördüler. Ezoterik içerikli sufi tarikatların ortaya çıktığı bu çağda Kabbalacılar da ortamın özgürlüğünden yararlanarak, öğretilerini basılı bale gelirdiler. Kabbalaların en önemli iki eseri M.S. 1200’Ierde İspanya’da yazıldı. Müslüman Endülüs devletinde ortaya çıkan bu eserler "Zohar" ve "Seferitsire" idi. Bazı araştırmacılar İslami Tasavvuf hareketinin Kabbala’nın da kökeni olduğunu öne sürmektedir. Ancak tam aksine, İslami Tasavvufu yaratan kaynakların başında, Mısır Hermetik inançları, Yunan Pisagor-Eflatun felsefesi kadar, Kabbala felsefesi de gelmektedir.

Kabbala’nın önde gelen kitabı Seferitsire’ye (14) göre Evren, çeşitli elemanların aracılığıyla yüce bir varlıktan tezahür etmiştir. Bu elemanların ilki, tanrının ışıksal varlığı olan Ateş’dir. İkinci eleman bu yüce ışıktan çıkan Ruh’dur ve sembolü Hava’dır. Üçüncüsü Su’dur ve havadan doğan su Oksijen ve Hidrojen’in bileşimidir. Bu sembolün Ezoterik anlamı, suyun yaşamı bünyesinde barındırdığıdır. Dördüncü eleman ise, ateşin katılaşmış türevi olan Toprak’dır. Seferitsire, dünyanın oluşumunda bu dört temel elemanın yanısıra, altı yan gücün de kullanıldığından bahsetmektedir. Bunlar dört yön, yani kuzey, güney, doğu ve batı ile iki kutup, yani aşağı ve yukarı yönlerdir.

Tüm evren yüce varlıktan sudûr etmiştir, halen onun içinde yüzmektedir ve herşey sonunda ona geri dönecektir. İşte bu nedenle tüm varlıklar birdir ve tüm insanlar kardeştir.

Kabbalacılar tanrı için, insanın idrakinin dışında anlamına gelen "En-Soph" kelimesini kullanmışlardır. Tanrının önsüz ve sonrasız olduğunu ifade eden bu kelimenin Mısır kökenli olduğu ve Yunanca’da "akıl ve hikmet" anlamına gelen "Sophus" kelimesiyle aynı kökten geldiği sanılmaktadır.

Kabbalacıların diğer önemli eseri Zohar’da aynı Ezoterik anlatı daha da geliştirilmiştir. Zohar’a göre, yaşamın üzerine kurulu olduğu tüm sistemin amacı, tanrıdan bir parça olan ruhun tekamül ederek yine ona dönmesidir. Ancak kamil insanın, yani "Adam Kamon"un tanrıya ulaşması mümkündür. Her devirde mutlaka bir veya birkaç Adam Kamon bulunmuştur.

Adam Kamon olmak bireylerin sürdürdüğü yaşam tarzına bağlıdır. Evrende en güçlü yasa tekâmül yasasıdır. Ama bir diğer yasa daha vardır; o da varlıkların kendi iradeleri ile hareket edebilmeleri yasasıdır. Bu nedenle bir insanın Adam Kamon haline gelebilmesi kendisine bağlıdır. Ancak hiçkimse bir tek yaşam içinde kâmil insan olamaz. Ölümsüz olan ruh, bedenden bedene geçerek, mükemmeli arar. Mükemmeli, yani ilahi sırrı, ancak layık ise bulabilir.

Kabbalacılar, bir yandan İslam, diğer yandan da Hristiyan dünyasındaki Ezoterik öğreti ekollerini etkilemişlerdir. Avrupa Yahudileri arasında Kabbala inancı, Haddisimler ile su yüzüne çıkmıştır. Halen günümüzde varlığını sürdüren Kabbalacılığın bu halka inmiş şeklinin din kitaplarında, Panteist inançlar açıkça gözlemlenebilmektedir.

Kaynakça

1-      SANTESSON Hans Stephan - "Batık Ülke MU Uygarlığı” - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 92

2-      İNAN Afet - "Eski Mısır Tarihi" - İstanbul 1956 - Sf. 108

3-      SCHURE Edouard - "Büyük İnisiyeler" - RM Yayınlan - İstanbul 1989 - Sf. 221

4-      HOOKE Sanıuel Heiy - "Ortadoğu Mitolojisi" - İmge Yayınları Ankara 1991 -          Sf. 122

5-      SCHURE E. -İe- Sf. 229

6-      SCHURE E. -İe-Sf. 233

7-      SCHURE E. -İe- Sf. 235

8-      SCHURE E. -İe- Sf. 246

9-      Büyük Dinler ve Mezhepler Ansiklopedisi - İstanbul 1964 - Sf. 172

10-     DE NERVAL Gerard - "Doğuya Seyahat" - Kültür ve Turizm Bakanlığı Ya-yınları - Ankara 1984 - Sf. 97

11-     ÖRS Hayrullah - "Hz. Musa aleyhisselâm ve Yahudilik" - Remzi Kitabevi İstanbul 1966 - Sf. 232

12-     ÖRS Hayrullah -İe- Sf. 265

13-     ÖRS Hayrullah -İe- Sf. 338

14-     Türk Mason Dergisi - Sayı 21 - İstanbul 1956 - Sf. 1095

Sh: 39-50

Kaynak: Cihangir GENER, Ezoterik-Batıni Doktrinler, Tarihî Gece Yayınları,  Birinci Baskı: Haziran 1994, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar