Yahudi Komplosu
Hz. Mevlana
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz mesnevisindeki uzun hikâyelerden biri olan "Yahudi
Padişahın Hikâyesi"nde [1] aldatan ve
aldananlar söz konusu edilmiştir.
Bu hikâyeyi
günümüz için yeniden yorumlayarak tekrar hatırlayalım.
“Yahudiler içinde
zâlim, İsa aleyhisselâm düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah
vardı. İsa’nın devriyle, nöbet onundu.
Musa’nın canı
oydu, onun canı Musa. Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı dostunu
birbirinden ayırdı.
Usta, bir şaşıya “yürü,
var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı, ”O iki
şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle” dedi.
Usta dedi ki: “O
iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”
Şaşı, “Usta,
beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki:
“O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini
kırınca ikisi de gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten
şaşı olur.
Şişe birdi onun
gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü! Hiddet ve şehvet
insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner
örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.
Kadı kalben rüşvet
almaya karar verince zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir?
Padişah, Yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
Musa dininin
koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlum mümin öldürttü.
Padişahın öyle yol
vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.
Dedi ki:
“Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.
Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd
ağacı değil ki!
Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi
aksine.” Padişah:
“Peki, söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde
bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan
kalmasın” dedi. Vezir dedi ki:
“Bana gazap ederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı
yardır! Ondan sonra beni darağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını
dilesin. Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların
arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.”
Vezirin
Hıristiyanlara hilesi bu halde diyeyim ki:
“Ben gizli Hıristiyan’ım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü
bilirsin! Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti. Dinimi
padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.
Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu
göründü.”
Vezir, bu
hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamıyla
giderdi. Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı. Halk, bu gizli ve
hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı. Onu Hıristiyanların
oturdukları tarafa sürdü. Vezir de ondan sonra halkı davete başladı. Yüz
binlerce Hıristiyan, azar azar onun etrafına toplandı. O, onlara
gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı. Görünüşte din
hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık
ve tuzaktı. Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan)
bazı ashab, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden, azgın ve hilekâr nefsin
hilesini sorarlar; “Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa
gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemden ibadetin faziletini ve sevabını arayıp
sormazlar;
”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı.
Hıristiyanlar
tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar. O
ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’dı.
Ey Tanrı,
feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz
binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz. Her an
yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg
olalım. Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Tanrı,
biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz! Biz bu ambarda buğday biriktirmede,
toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz. Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu,
düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir. Fare, ambarımızı
deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.
Ey can, önce
farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala! O
büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz
tamam olmaz.”
Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı
nerde?
Her günlük azar
azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?.....
…. O kâfir vezir,
din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!
Hıristiyanların içinde aklı eren zevk sahibi olanlar vezirin sözünde acılık
karışmış bir tat anlayıp hilesini sezdiler.
Vezir, garezle
karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol
demekteydi. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir
hale hale gelir.
Vezirin sözleri,
uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı (onun
sözlerini kabul etmişler, ona uymuşlardı). Vezir, padişahtan altı
ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa aleyhisselâma uyanlara sığınak oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde
herkes, can feda ediyordu.
Padişahla vezirin
arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vaatlerde bulunuyordu.
Nihayet muradının hâsıl olması, Hıristiyanların toprağını yele vermesi için.
Padişah “Ey
devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar” diye mektup
yazdı. Vezir de
“Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.
Hıristiyanların on iki kısmı hükümetleri zamanında, İsâ aleyhisselâm kavminin
on iki emîri vardır. Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul
olmuştu. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.
Hepsi, onun sözüne itimat ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu. O, öl,
der demez her emîr hemen o anda ölürdü.
Vezir, her emîrin
adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı. Her birinin
hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır. Birinde
riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde
“Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki:
“Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamıyla teslim olmaktan gayri
hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe
demişti ki:
“Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”
Birinde;
“Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek
içindir. Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim,
anlayalım” demişti.
Öbüründe,
“Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kudretini, onun nimeti bil ki,
kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki:
“Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”
Öbüründe;
“Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir. Eğer
nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki:
“Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin. Çünkü nazar
mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n
Mecnun olur! Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok,
daha çok gelir!”
Başka birinde;
“Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış. Kolaylaştırmıştır.
Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki:
“Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur,
kötüdür. Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din,
can olmuştur. Eğer Hakk’ın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı
her Yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.
Öbüründe demişti ki:
“Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola. Tabiatın
hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan
başka bir şey getirmez. O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay
ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet;
bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.”
Bir tomarda da;
“Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan
gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi
olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında
istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler. Âkıbet görme;
elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki:
“Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın. Er ol, erlerin maskarası
olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
Bir diğerinde;
“Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
Bir tomarda da;
“Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli
olsun! Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker
nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku
alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar
yazdı.
İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil.
Vezir, İsâ
aleyhisselâmın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından
huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise,
İsâ aleyhisselâmın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir,
tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek
renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir. Belki o tek
renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe
içindedirler. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların
kurulukla savaşı var!
Sonra vezir
kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.
Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı. Halk onun
iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli
oldular. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki
büklüm olmuştu. Hepsi birden
”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden
birisi olmadıkça körün ahvali ne olur? İnayet et. Allah için olsun, bundan
ziyade bizi kendinden ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim
üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi. Vezir dedi ki:
“Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
Emîrler rica ve
şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
“Ey kerem sahibi!
Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de. Sen
bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip
duruyoruz. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle
beslenmişiz. Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü
yarına bırakma! Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz
kalsınlar? Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç,
ırmağın bendini yık! Ey zamanede eşi olmayan zat! Allah Teâlâ aşkına halkın
imdadına yetiş!” Vezir dedi ki:
“Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan
zâhiri vaizleri arayanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten
gözünden duygu başını çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu
kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki
“İrciî - Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz. Sen uyanıklık dedikodusunda
oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin! Bizim
sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde
olur. Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden)
doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize attı. Kuru cismin yürümesi, kuruya
düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı. Ömür
kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın? Kara
dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise
kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan
sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet
edin!”
Müritler, halveti
terk et diye tekrar ısrarla yalvardılar ve dediler ki: “Ey bahane arayan
hakîm bu cefayı bize reva görme! Vezir
“Halveti terk etmem” diye cevap verdi. Hepsi birden dediler ki:
“Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi
değildir. Ayrılığından gözyaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu
vahlar coşmakta!”
Vezirin,
halveti terk etmede müritleri ümitsiz bıraktı. Vezir içerden seslendi:
“Ey müritler, benden size şu malûm olsun ki İsâ aleyhisselâm bana “Hep
yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol, Yüzünü
duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye
vahyetti. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile
işim yok. Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe
ilettim. Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler
içinde yanmayalım. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın
yanında oturacağım.”
Neden sonra o
emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi. Her birine
“İsâ dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin, Öbür
emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın
etti. Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut
esir et, hapse at. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe,
reisliğe talip olma. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe
dâvasına kalkışma. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri... Bunu
ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi. O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi:
“Tanrı dininde senden başka naib yoktur!”
Her birini
ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi. Her birine
bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu. O tomarların
metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin
şekilleri gibi birbirine aykırıdır. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı,
bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.
Ondan sonra daha
kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu. Halk onun
ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü. Bir hayli halk onun
yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.
Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak
Tanrı bilir. Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve
dertlerine derman gördüler. Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı
yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de,
küçükler de ah u figan ediyorlardı. Bir ay sonra halk dedi ki:
“Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak
kimdir. Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım.
Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim….
O emîrlerin birisi
öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki:
“İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim. İşte tomar, ondan
sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür emîrde
pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun davası da bunun davası gibiydi.
O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi
kızgınlığı başladı. Diğer emîrler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca
davaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.) Her birinin elinde bir
kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler. Yüz
binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.
Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.
O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.”
Vezirin hilesi ile
Hıristiyan topluluğu kendi kendini yok etmek için gayret içine girmişti.
Hikâyede burada bitti. Fakat günümüzde yeni versiyonları ile devam etmektedir. Yani
Müslümanlar bugün bu şekilde aldatılarak sürekli aynı taarruz altında, kendi
elleri ile eritilmektedir.
[1501'de
İspanya'nın Katolik Krallarına gönderdiği bir mektupta Kristof Kolomb, (1451'e
doğru-1506) şöyle demektedir:
“Önceden de söylediğim gibi, bu Hint Adaları girişimi için bana ne akıl
ne matematik hesapları ne de dünya haritaları yardımcı olmuştur; yalnızca
İşaya'nın söyledikleri gerçekleşmiştir.”
Kutsal Metinler
tarafından esinlenmiş ve büyük yazgıların adamı olduğuna inanmış Büyük Amiral,
bu özellikleriyle eski eskatolojik[2] beklentileri
gerçekleştirecektir. Bartolome de Las Casas (1474-1566) sayesinde kurtarılan ve
ölümünden sonra yayımlanan Diario de navegacion adlı eserinde, dinsel
binyılcılık ve haçlı seferleri saplantısı alan tutkusuyla, ekonomik ve ticari
hesaplarla (sözleşme yaparak Kolomb gelecekteki kârın onda birini daha baştan
kendine ayırır) ve bir sömürge imparatorluğuna dayalı dünya hegemonyası kurmaya
yönelik açık projesiyle çatışır. Hint Adaları'nın zenginliği, Hıristiyan
evrenselciliğinin bayrağı altında insanlığı yeniden bir araya getirmek için,
Kudüs ve İsa aleyhisselâmın mezarının kurtuluşu yönünde kullanılmalıdır.
Böylelikle Kolomb kendisini, “İsrail Tanrısı”nın ismini ve şanını
dünyanın öteki ucuna kadar taşımanın Tanrısal misyonuyla çevrilmiş hisseder. “Siyon
Dağı'nın evini yeniden inşa etmek” gerekli diye haykırır. Altınla birlikte,
“ruhlar cennete gönderilebilir.” Onun keşfi eksiksiz bir dirilişin Yeni
Zamanı'nı ilan eder; orada insanlık, bir bütünlük içinde tek dini kucaklayarak
yanılgıyla geçen yüzyıllardan ve ilk günahtan azade, çatışmasız bir bütünlük
içinde tek bir çobanın asası altında buluşacaktır. Kolomb, Platonculuk ve
Kutsal Kitapların çift yanlı geleneğinden esinlenmiş, müritleri ortak bir Tanrı
aslanda buluşmuş mistik bir toplum hayal eden Aziz Augustinus'un Civitas dei'sine
yönelir. Ayrıca Las Casas da Kıyamet tarafından ilan edilmiş mutluluk binyılına
inancın etkisi altına girmekten kurtulamaz: O, Hıristiyanlığın mistik vücudunun
bir parçası olan yerli halkta açılan yaralardan sorumlu olan kardeşlerinin, bu
inancın gelişine engel olmalarına yanar.
Son günlerinde
yerlilerin savunucusu olan Las Casas, “Eskisinin bir Türk kuşatmasıyla
silinmiş olacağı gün, Hıristiyanlık dünyasından Yeni Dünya'ya genel bir
eskatolojik aktarımın beklentisine katılacaktır.”][3]
Yine Kolomb
gibi [More ve Erasmus [insanlığın kurtuluşu] için Hıristiyanlığının yerine
insan kardeşliği Hıristiyanlığını koymayı dilerler. İlk Hıristiyan
meclislerinin ruhuna dönmenin, Platon'un communitas'ının ilk çağlardan kalma
bilgisi ile Tanrıda insanı sevmeyi ya da caritas'ın hümanist ülküsünü
birleştirme onurunu ifade ettiğini düşünürler. Aziz Yuhanna “Tüm insanlık
tek bir aile olacak,” kehanetinde bulunuyordu. Bu tümce Hıristiyan
Mesihçiliğinin küreselleşme projesini anlatmıştır.
Avrupalı bilincini
taşıyan ilklerden olan Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği,
halkları birbirine karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır.
Onun için yalnızca Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı
için, evrensel sıfatını hak eder. Onun mektup ağı sınır tanımaz. Hayatı
boyunca,
“Dünya vatandaşı olmak istiyorum, herkesin yurttaşı ya da daha doğrusu
herkese yabancı”
“Hiçbir zaman bir yere bir başkasından daha fazla bağlanmadım, benim
için bütün dünya vatanımdı”
“Bir şehrin değil, dünyanın vatandaşı olmak istiyorum,” diye
haykırmıştır.
Özgür şehirlerin
cumhuriyetçi sistemi konusunda More'la aynı inancı öğretir. Querela Paris'le
[Örselenen Barışın Şikâyeti] iki kısım oluşturan 1551'de yayımlanmış barışın
kişileştirildiği Encomium Moriae'de [Deliliğe Övgü] İngilizlerin, İskoçların,
Fransızların, Parislilerin, İtalyanların, Romalıların, Venediklilerin,
Yunanlıların, Türklerin, Yahudilerin, İspanyolların ve Almanların
özelliklerinden yola çıkarak kolektif biçim altında her ulusa şırınga edilen
kendini sevmeyi tiye alır.”
Bu dünya vatandaşlığı arzusu, Hıristiyan hümanizminin insan uygarlığının birliğine inancının
demirleme noktası olan eskatolojik vatana kavuşma umudundan ayrılamaz.
Evrensel Hıristiyan kenti sınırlıdır. İnananlar arasındaki birlik,
haçlı seferlerinden beri imanın amansız düşmanları sayılan imansızları, Türkler
ya da Müslümanları dışlayarak oluşur.
Erasmus, Deliliğe
Övgü'sünde “Tüm bu gerçek barbarlar topluluğu insan türünün düşmanıdır,”
der.
Erasmus 1517'de
yayımlanan Querela Pacis'te “ Ancak Türklere karşı savaş ilan edildikten
sonra ve “Avrupa'nın selameti adına” 1530'da Consultation au sujet de la guerre
contre les Turcs [Türklere Karşı Savaş Konusunda İnceleme] adlı yapıtında
savunma amaçlı bir savaş fikrini ileri sürer. Dahası şartlarını şöyle
sıralar:
Kötülerle kötüler olarak savaşmamak gerekir,
Türklerle haç çıkararak değil, türk gibi savaşmak gerekir;
Savaş, insanlıktan uzaklaşmadan yapılmalı, barışçıl bir hıristiyanlaştırmayı
getirmelidir.][4]
[IV. Henri [5] Avrupa Federasyonu
için üç kriteri yerine getirmesini öneriyordu:
Türklere karşı sürekli bir savaş için anlaşmak; kalıtsal
monarşiler, seçimli monarşiler ve cumhuriyetler arasında eşit parçalar halinde
paylaşılmış on beş ayrı “egemenlik”e dönüşmek; temsilcilerin ortak çıkarlar
üzerinde tartıştıkları ve aralarında çıkan ayrılıkları değerlendirdikleri Yunan
antikitesinin kent-devletler kuruluna benzer bir çeşit amfiktyonik [6] konsey yaratmak.][7]
Alıntılara bakınca
aydınlarının örneklerini verdiğimiz düşmanca duygularla Türk düşmanlığını
körükleyen ifadeler gerçek olan niyeti göstermektedir. Yayılmacı ve sömürgeci
Hıristiyan birliği olan Avrupa tehlike olarak gördüğü Türk ve İslam dünyasına
karşı Haçlı zihniyeti ile ayağa kalkmıştır. Onların Rönesansı birbirlerine olan
düşmanlıklarının bitmesidir. Bu düşmanlık onlara uyanış kazandırmış ve bununla
yenilenme içine girmiştirler. [8]
[Fransız
toplumunu, içinde bulunduğu kaostan kurtaran Napolyon, propagandayı en etkin
biçimde kullanan liderlerdendir. Napolyon kısa süre içerisinde, basının,
kitleleri etkilemede çok önemli bir silah olduğunu öğrenmiştir. Onun döneminde,
basın yoluyla propaganda en yaygın şekliyle kullanılmaya başlanmıştır.
Napolyon,
Mısır seferine çıkmadan önce Roma'da ele geçirdiği bir Arapça matbaayı da
yanında götürmüştür. İskenderiye'ye ulaştığında, ahaliye Arapça olarak yayınladığı
beyannamede, padişahın dostu olarak geldiğini, İslam dinini beğendiğini ve
amacının sadece Fransa'nın Mısır'daki ticaretine zarar veren, halka zulüm eden
Kölemenleri cezalandırmak olduğunu söylemiştir. Bu ilan besmele ile başlıyor,
Arapça “Allah’tan başka tanrı yoktur” ibaresi ile noktalanıyordu.]
Sun Tzu, “Harp
Sanatı” adlı eserinde “harp sanatında uzman olanlar, düşman ordusuna
savaşmadan boyun eğdirirler. Onlar taarruz etmeksizin şehirleri ele geçirirler
ve uzun bir harekât yapmaksızın bir devleti devirirler” demektedir (Tzu,
1992: 24).
Son zamanlarda Zeitgeist:
The Movie' belgesel filmi hakkındaki bir görüşü dile getirelim.
[Ezoterizm[9] ile komplo teorileri
arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim son dönemde insanları meşgul
eden Zeitgeist: The Movie' belgesel filminde bu durum son derece
barizdir. Filimde “Perde arkasındakiler” den bahsedilmekte, İmparatorluk
denilen sistemin CFR, Bilderberg, Üçlü Komisyon gibi örgütler tarafından
yönetildiği ileri sürülmektedir. Bunların amacı herkese bir çip yerleştirmek ve
“tek dünya devleti”ni kurmaktır.
Aslında filmdeki
ABD karşıtlığıyla çelişen ilginç vurgular bulunmakta, sistem eleştirisi bir
noktadan sonra güzellemeye dönmektedir. Bunlara göre ABD'nin, yaşanan bütün bu
işlerde hiç suçu yoktur. ABD'nin ne yapacağına sistemin ekonomik-politik
ihtiyaçları değil, bir avuç insan karar vermektedir. Söz konusu insanlar perde
arkasında saklanmaktadır ve ABD'nin yaptığı bütün kötü işlerin günahı bunların
boynunadır. Örneğin 11 Eylül'ü, “Mağaralarda yaşayan bir Arap”ın
gerçekleştirmesi mümkün değildir. Saldırıyı sistem yapmıştır. Ona karşı
koymak mümkün değildir.
Örneğin ABD
Irak'ta da zafer kazanmıştır; ama öylesi işlerine geldiği için basına işgale
karşı direnişin güçlü olduğuna dair haberlerin sızmasına müsaade etmektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. ABD'de Milis
Hareketi gibi aşırı sağcı grupların ABD'ye yönelik bir takım sözde eleştirileri
bulunmaktadır. Ama bu eleştiriler dünyanın bu tarafında yapılanlardan çok
farklıdır ve daha çok federal hükümet kurumuna yöneliktir. Bu Neonazi özentisi
gruplar arasında Zeitgeist'ın kaynak olarak gösterdiği isimlerin etkisi
büyüktür. Bu gruplar aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”ni de
eleştirmektedir. Doğal olarak bu eleştiri de bizlerin yaptığından çok
farklıdır. Örneğin Fransız ve Ekim devrimlerinin İlluminati, CFR ve Üçlü
Komisyon tarafından düzenlendiğini, Yeni Dünya Düzeni'nin ve Tek
Dünya Devleti'nin asıl amacının ABD'yi sosyalistleştirmek olduğunu iddia
etmektedir.][10]
[….Kilisede
800 piskopos bir araya gelerek: “Bizim faizi kaldırmamız mümkün değil. Ama borç
silmeye gidelim.” Dikkat edin! Zengin Protestan ülkeler, “Afrika’daki yoksul
ülkelerin borçlarını silerse İslamiyet’e yönelişi durdururuz. Borcundan kurtulan
ülkeler yeniden bize katılırlar,” şeklinde karar aldılar. Önümüzdeki dönemde
Protestan kiliselerinin girişimiyle birtakım ülkeler, “Biz borç silelim.
İsa’nın 2000. yılını kutluyoruz. Bakın biz ne kadar uygarız. Biz ne kadar
insanlıktan yanayız” deyip Müslümanların gözünü boyamak için, “borç
siliyoruz” diye bir kampanya başlatacaklar. Bugünden söylüyorum. Bunu yemeyin.
Bu karar Lambert’de alındı. Borç silme diye bir şey zaten olmaz da, erteleme
olur, başka kılıfa sokarlar, o şekilde devam eder. Ama adı “borç sildim”
olacak.
Son hususa
gelince, son husus şu: Bu on yıllık eylem planı içinde en büyük bütçeyi
misyonerlik faaliyetlerine ayırdılar. Yani, bundan sonraki önümüzdeki on yıl
içerisinde Protestan kiliseleri topluca en büyük parayı misyonerlik
faaliyetleri için harcayacaklar. Birinci dereceden “kapsama alanı” na
giren ülke Türkiye ve Türki Cumhuriyetler. Bir husus daha var.
Dediler ki: “Homoseksüel
kadın ve erkekler bizim için kullanılacak.” Tekrar ediyorum, Lambert
Konferansı kararlarının sonuncusu şu:
Cinsel sapıklık içinde olan kadın ve erkekleri biz dışlamayalım. Tam
tersine bunları içimize alalım. Anglikanlaştırma kampanyamızda kullanalım.
Nasıl kullanalım? İnsan hakları, diyelim. Cinsel sapıklık da insan hakkıdır,
diyelim. Bunları lanse edelim. Basında, yayında, televizyonda öne çıkartalım.
Sürekli imaj olarak bu tipler bir memleketin en üst değerleri neyse onları
temsil eder hale gelsin.”
Dikkat ederseniz
Türkiye’de, özellikle son beş-altı yıldır, bu tip insanlara tanınan müthiş bir
prim vardır. Şarkıcı mı? Maalesef öyle olacak. Dergiler, gazeteler,
görüyorsunuz ne halde.
Bu da Lambert
Konferansı kararlarının içinde yer aldı. Yani özgürlük adı altında cinsel
sapıklıklarla Anglikanizm’i yaygınlaştırmak bu kararlar içinde yer aldı. ….
……Hıristiyan
âleminde iki tane önemli kilise kavramı var. Bir tanesi bildiğimiz kiliseler,
ikincisi “Invisible Church” dediğimiz “GÖZE GÖZÜKMEYEN
KİLİSE” dir.
Yani somut ve mevcut bir dünya olarak görmediğiniz bir kilise var. Nedir bu?
Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki:
“….şahısların Müslümanlık’tan Hıristiyanlığa geçmesi gerekmez.
Oldukları yerde, oldukları gibi kalsınlar. Ama bizim istediğimiz gibi
düşünsünler. Yani Müslüman, Müslüman gibi düşünemesin. Hıristiyan gibi
düşünsün. Müslüman gibi yaşadığına inansın.”][11]
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da asla senden razı
olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden
sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir
dost ne de bir yardımcı vardır.”[12]
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim
böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali
müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allah'adır.”[13]
Günümüzde
ilim sahipleri kendilerinde oluşan enaniyetin galeyanı ile fitneye sebep ve
madur olmakta ve birbirlerine karşı cephe alırken, birileri bahsettiğimiz
şekilde Müslümanları yıkım projelerini hayata geçirmektedirler.
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Din hususunda onlara apaçık deliller verdik. Fakat onlar, kendilerine
ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik ve düşmanlık yüzünden ayrılığa
düşmüşlerdi. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü
aralarında hükmedecektir.” (Casiye; 17)
Ey güzel Allah
Teâlâ’m bize istikamet ve aydınlık ver. Senin ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin gösterdiğin yolda sabit olup aldanmaktan bizi korumanı diliyoruz.
[1] Mesnevi, I, b.
324-739
[2] Eskatologya:
isim, felsefe (eskatolo'gya) Yunanca: İnsanın ve dünyanın
sonunu, öbür dünyayı anlatmaya çalışan tanrı bilimi kolu.
[3] Armand MATTELART
trc: Şule ÇİLTAŞ Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel Topluma
(Histoire de I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe globale )
[Kitap]. - İstanbul : Ayrıntı, 2005.s.24-25
[4] (Armand
MATTELART, 2005), s.32-34
[5] Bearn prensi
ve Fransa kralı IV. Henri (d. 13 Aralık 1553, Pau, Bearn,
Navarre - 14 Mayıs 1610, Paris, Fransa)1589-1610 yılları arasında
Fransa kralı, 1572-1610 yılları arasında Naverra Kralı. Bourbon hanedanından
gelen ilk kraldır. Nantes Fermanı'nı yayımlayarak (1598) Fransa'da din
ayrımcılığına geçici de olsa son vermiştir. 1610'da akıl hastası bir papaz tarafından
bıçaklanarak öldürülmüştür.
[6] Amfiktyon:
Eski Yunan'da, Delphoi'de barışı korumakla görevli delege,
[7] (Armand
MATTELART, 2005), s.72
[8] [Gabriel Tarde,
1839'da yayımlanmış olan ulusların doğal hukukunun tarihiyle ilgili
toplumbilimsel incelemesinde, "Grotius'un eserlerinde "Rönesans'ın Romalılıştırma,
Hıristiyanlaştırma, feodalleştirme, insancıllaştırma gibi büyük öykünmeli
dalgaların arka arkaya gelmesi sayesinde Avrupa halklarının XVII. yüzyılda
eriştikleri ortak medeniyet derecesiyle açıklar.](Armand MATTELART, 2005)
[9] Esoteric: (s.)
belirli bir grup tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel,
anlaşılması zor; gizli, saklı, mektum.
[10] HEPKON, Haluk,
“Zeitgeist Kova Çağı Muhalefeti” Teori Dergisi Mart 2009 – SAYI: 232 http: //
genclikcephesi. blogspot. com
[11] (Erol
MÜTERCİMLER, Komplo Teorileri Aynanın Ardında Kalan Gerçekler
[Kitap]. - İstanbul : Alfa, 7. Basım: Ocak 2006.), Bölüm “Lambert
Konferansı” Kaynak: Komplo Teorileri Dergisi, Temmuz-Ağustos 2002/07 sayılı
nüshasından Aytunç Altındal ile yapılan röportajdan geliştirilmiştir.
[12] Bakara, 120
[13] Al-i İmran, 28
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar