ABDÜLAZİZ ED DEBBÂĞ’IN HAYATI VE EL İBRÎZ ADLI ESER BAĞLAMINDA TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan: Muhammed Yusuf AKBAK
18.Yüzyıl
Mağrib sûfîlerinden olan Abdülaziz ed-Debbâğ, düşünceleriyle sadece kendi
zamanını etkilemekle kalmamış, kendinden sonraki devirleri de derinden
etkilemiştir.
Debbâğ
düşünceleriyle içinde bulunduğu sûfî çevrelerin eleştirisine maruz kalmakla
birlikte, aynı zamanda anlaşılması zor tasavvufî meselelere de açıklama
getirmiştir.
Bu çalışmada
Debbâğ’ın tasavvufî meselelere getirdiği yorumlar tekrar edilmek yerine,
özellikle Debbâğ’ın bu meselelere getirmiş olduğu farklı yorumlar üzerinde
durulmuştur. El-İbrîz eserini kaleme alan Ahmed b. Mübârek bazı kelâmî,
fıkhî konularla beraber kendi görüşlerine yer vermiş olsa da, çalışmada
özellikle Debbâğ’ın tasavvufî görüşleri üzerinde yoğunlaşmak uygun görülmüştür.
Debbâğ’ın
görüşleri müridi Ahmed b. Mübârek tarafından kaleme alınan el-İbrîz
eseri vasıtasıyla doğu ve batı dünyasında yayılmıştır. Özellikle son dönem arap
sufizm’i üzerinde Debbâğ’ın etkisi açıkça görülür. Debbâğ’ın Hızır’dan ders
almasından dolayı takipçilerinin izlemiş olduğu yol Hızıriyye olarak anılır.
Hızıriyye tarikatının takipçileri bugün kalmamış olsa da Debbâğ’ın etkisi hâlâ
devam etmektedir.
GİRİŞ: ABDÜLAZİZ ED-DEBBÂĞ’IN YAŞADIĞI DÖNEM SİYASİ DURUM
Abdülaziz
ed-Debbâğ (ö.1132/1720)’ın yaşadığı dönemde Fas’ta Filâlîler / Alevîler
hükümdarlığı görülür. Aleviyye (Aleviyyûn) olarak da anılan Filâlîler, 7/13.
Yüzyılın ortalarında Hicazda’daki Yenbû’dan Sicilmâse’ye göç eden Hasan ed-Dâhil
(ö.706-707/1306-1307)’in soyundan gelmektedir. Ed- Dâhil’in soyu ise Hz.
Hasan’a dayanmaktadır.[1] Fas’da şeriflerin silsilesi
Peygamber efendimizin torunu Hasan b. Ali’ye bağlanmakta; Sa’diler ve Filâlîler
ise, kendilerini özellikle Hz. Hasan’ın torunu Muhammed en-Nefs ez-
Zekeriyyâ’ya (ö.145/762) dayandırmaktadır.[2]
Âlim ve fazilet sahibi bir şahsiyet olan ed-Dâhil şeyh Ebû İbrahim’in kızı ile
evlenmiş ve Maslah’a yerleşmiştir; 706/1306 yılında vefat eden ed-Dâhil
Sicilmâse’ye defnedilmiştir.[3]
Hasan
ed-Dâhil’den sonra Mevlây I. Ali eş-Şerîf XV. Yüzyılda Portekizlilere karşı
yürütülen savaşlara katıldı ve gösterdiği başarılarla Filâlî ailelerinin
değerini artırdı. Bölgede hatırı sayılır bir güç ve nüfuza sahip olmalarına
rağmen onlar bu dönemde belirli bir siyasî amaç gütmediler. Onlar siyasî
faaliyetlerine XVII. Yüzyılın başlarında başladılar. 1630’da Sicilmâse, Sûs ve
diğer bazı yerleri elinde bulunduran Emîr Ebû Hassûn (ö.1070/1659)’a karşı
siyasî mücadeleye başladılar. Bu mücadele Mevlây Muhammed b. Şerif zamanına
kadar devam etti, Mevlây Muhammed 1050 / 1640 yılında Sicilmâse’de otoritesini
kurdu. Halkın desteğiyle beraber Ebû Hassûn kuvvetlerini Der’a ve çevresindeki
Sahrâ’dan çıkarmayı başardı.[4] Fas ve yöresinde hüküm süren
Dilâîler Mevlây Muhammed’in Fas’a hücum etmesinden korktular ve Sicilmâse
etrafına birlikler yerleştirerek Melviyye vadisine doğru çekildiler. 1056/ 1646
yılında Kâa Savaşı’nda Mevlây Muhammed’in kuvvetlerini hezimete uğratarak
Muhammed el-Hâc öncülüğünde Sicilmâse şehrine girdiler. Ancak 1059 / 1649
yılında Mevlây Muhammed Fas halkının zımnî biatını aldı. Böylece Dilâiler ve
Filâlîler arasında Fas çevresinde savaşlar başladı. Bu esnada Mevlây Muhammed
ve kardeşi Reşîd arasında anlaşmazlıklar ve çatışmalar oldu ve 1075 / 1664 yılında
Reşîd çatışmalardan galip çıktı.[5] Mevlây Reşîd (1664-1672),
ailede ilk kez sultan unvanını alan kişi oldu.[6]
Doğu Fas’ın
tamamının biatını alarak nizamî bir ordu kurma yolunda önemli adımlar atan
Mevlây Reşid, doğu mağribe giden yolu emniyet altına almak adına önce Tâzâ
şehrini aldı, daha sonra da Fas’a yöneldi. 1076 / 1666 yılında gerçekleştirdiği
dördüncü hücum neticesinde Mevlây Reşid Fas’ül- Cedîde’yi ele geçirdi. Ardından
kırk bin kişilik bir orduyla Kasr’ul Kutâme’ye yürüdü. Harekâttan haberdar olan
bölge hâkimi Hızır Geylan önce Âsîla’ya oradan da mülteci sıfatıyla Cezâyir’e
geçti. Bu sırada Selâ şehri ve diğer şehirlerden biat haberi geldi ve Sultan
Reşîd hâkimiyet alanını Atlas okyanusu sahillerine kadar yaydı. 1669’da
Merakeş’e girdi, Sûs ve Anti Atlas’ı aldı. Mevlây Reşid 1082 / 1672 yılında
Merakeş’te vefat etti.[7]
Mevlây
Reşid’ten sonra yerine kardeşi Mevlây İsmail (ö.1139 / 1727) geçti. Mağrib
Mevlây İsmail döneminde (1672-1727) siyasi yönden en güçlü devirlerini yaşadı.
Sultan Mevlây Reşid döneminde Bilâdülgarb valisi olan Mevlây İsmail eyaletin
merkezi Miknas’ta (Meknes) ikamet ediyordu. İdareye geldikten sonra Fas
halkının kendisine muhalefet etmesi üzerine şehri ele geçirerek itaat altına
aldı. Fakat kardeşi Mevlây el-Harrânî Tâfîlât’ta, yeğeni Ahmed b. Muhriz
Sicilmâse’de ve Merakeş’te, bir kabile reisi olan Hızır b. Gaylân da
kuzeydoğuda Cezayir sınır bölgesinde isyan etti. Başlayan bu isyanlar beş yıl
boyunca devam etti. Zorlu çatışmalar sonucu Mevlây İsmail düzenli birlikleri ve
topları sayesinde ülkede huzuru ve düzeni sağlamayı başardı. Mevlây İsmail
muhtemel isyanları bastırmak amacıyla Sa’dîler’den Sultan Ahmed el-Mansûr
zamanında getirilmiş olan zencilerden düzenli askeri birlikler kurdu. Mevlây
İsmail Miknâs etrafına yerleştirilen bu askeri birliklere Buhârî’nin
Câmi‘u’s-sahîh’inin bir nüsahasını göstererek. “ Bizler Resul-i Ekrem’in bu
kitapta toplanmış olan buyruklarının kölesiyiz. Onun emirlerine uyacağınıza söz
veriniz. Bu nüshayı koruyunuz ve seferlerde ordunun önünde taşıyınız” dedi.
Onlar da bu emre sadık kalacaklarına söz verdikleri için “Âbidü’l-Buhârî”
(Buhârî’nin köleleri) diye meşhur oldular.[8]
Bunların yanı sıra Mevlây İsmail temelini Merâkeş yakınlarında oturan Vedâye
arap kabilesi oluşturduğu için, Vedâye olarak bilinen birliği ve Me’kil
araplarından oluşan düzenli birliği de orduya dâhil etti.[9]
Mevlây İsmail ayrıca Orta Atlas’ta yerleşmiş bulunan kabileleri korumak için
yeni kasabalar inşa ettirdi. Böylece ticaret yollarını da güven altına almak
istedi. Mevlây İsmail Orta Atlas bölgesindeki kuvvetlerine yakın olan Miknâs’ı
başşehir yaptı. Ülkenin imarı için büyük bir gayret sarfeden Mevlây İsmâil,
yolları, sarayları vb. yapılarıyla Fas’ın yerine başşehir yaptığı Miknâs’ı
Mağrib’in en güzel şehirlerinden biri haline getirdi. Bedevîleri yerleşik
hayata geçirebilmek için onlara araziler tahsis etti ve hayvan dağıttı. Mağrib
halkının ziraat, ticaret ve çeşitli mesleklerle hayatını kazanmasını sağladı. [10]Ayrıca Tanca (1678), Ma’mûre
(1681), Arâiş (1689) ve Asîlâ (1691) gibi bölgeleri de yabancılardan geri aldı.[11] Fakat Mevlây İsmâil’in 1727’de
ölümünden sonra Mağrib taht kavgaları sebebiyle otuz yıl süren anarşi dönemine
girdi. Bunun asıl kaynağı ise Abîd alayları ile Vedâye kabileleriydi. Siyasî
istikrarsızlık ekonomik çöküntüye sebep oldu ve binlerce kişi açlıktan öldü.
Ülke yeniden rahat ve huzura ancak Muhammed b. Abdullah döneminde (1757-1790)
kavuşabildi. Sultan birbirine karşıt grupların gücünü kırarak ülkede güvenliği
sağladığı gibi gelir seviyesini arttırmayı da başardı. Seleflerinden farklı
olarak ulemânın güvenini kazandı ve vergi toplamada ulemânın desteğiyle önemli
başarılar elde etti. Bu dönemin en belirgin özelliği ticarî hareketin Atl as
sahillerine intikal etmesiydi. Avrupalı tüccarlara kolaylıklar sağlandı, onlardan
öşür vergisi kaldırıldı, böylece bölgede kalmaları teşvik edildi.[12]
Mevlây II.
Muhammed’den sonra yerine Yezid (1790-1792) geçti ancak idarede yalnız iki yıl
kalabildi. 1792’de kardeşi Mevlây Süleyman başa geçti ve otuz yıl süren
saltanatı boyunca Mevlây Muhammed’in kurmaya çalıştığı ekonomik yapıyı
geliştirdi. Kabilelere karşı şehir halkını ve sûfîlere karşı da ulemâyı
destekleyen Mevlây Süleyman, saltanatının son yıllarına kadar ciddi bir
muhalefetle karşılaşmadı. Ancak 1819’da başlayan berberi isyanları sultanın
otoritesini sarstı ve sultan 1822’de vefat etti. Döneminde içine kapanık bir
politika izleyen Mevlây Süleyman, dinî sebeplerle ihracatı yasakladı ve
ithalatta yüzde elli vergi artırımına gitti. Bunun neticesinde Avrupa ile
ticari ilişkiler büyük oranda zayıfladı. Sultan Süleyman’dan sonra Abdurrahman
b. Hişam (1822-1859), Muhammed b. Abdurrahman (1859-1873), Mevlây Hasan (18731894)
ve Mevlây Hasan’ın oğlu Abdülaziz tahta geçti. Ancak Abdülaziz tahta geçtiğinde
yaşının daha 14 olmasından dolayı işleri veziri Bâ Ahmed yürütmekteydi. Bâ
Ahmed’in 1900 yılında vefat etmesinden sonra Abdülaziz (1894-1907) Fransızlara
yaklaşmaya başladı. Yönetiminden rahatsız olanlar isyana başladı ve sonuçta
Abdülaziz yerini kardeşi Abdülhâfiz’e bıraktı. Abdülhâfiz (1907-1912) döneminde
karışıklıklar daha da artınca Fransa 1912’de Fas’ı himayesine aldı. Ancak
Fas’ın kuzey, güneybatı ve İfni bölgesi İspanya’ya verildi. Fas’ın bağımsızlık
mücadelesine önemli katkılarda bulunan Sultan V. Muhammed bağımsızlıktan sonra
kral unvanını aldı. Kral Muhammed’in 1961’de vefat etmesiyle II. Hasan hükümdar
oldu. Kral II. Hasan 1962 yılında ilân ettiği anayasa ile meşrutî monarşi
idaresini kurdu. [13]
Bugün halen
Fas iktidarında varlığını sürdüren Filâlîler (1666 - ) döneminde tasavvufî ve
dinî hayat canlı bir hal kazanmış, tasavvuf zümreleri yaygınlaşmıştır. Örneğin
Mevlây İsmail sâlih kimselere saygı gösterip, onların desteklerini kazanmıştır.
İlim ehline ve fakihlere hürmet etmiş, şeriflere ve özellikle İdrisîler’e çok
değer vermiştir. Onun döneminde zaviyelerin faaliyetlerine olumlu yaklaşılmış,
ancak siyasete karışmamaları için tedbirler alınmıştır.[14]
Meşhur sûfîlerden Ebü’l-Kanâdil Sidi Yusuf, Ahmed eş-Şiblî ve Abdullah
el-Kasrî’nin türbelerini yeniletmiş, 1110 / 1698 yılında İdrisî türbesini tesis
etmiştir. Türbenin çevresinde Zarhûn şehrinin kurulmasını sağlamıştır. Mevlây
Muhammed b. Abdillah, Meknes’te Sidi Muhammed b. İsa türbesini tesis etmiş,
Sidi Sid b. Osman Kubbesi’ni bina etmiş, İdrisî Türbesi’ni yenilemiş, fıkıh ve
hadis kaynaklarının yaygınlaşmasına, selefiye hareketinin kurumsallaşmasına
öncülük etmiştir. [15] Özellikle hadis ve sünnete
karşı bağlılığı vardır. Bundan dolayı Rabat’ta inşa ettirdiği camiye
Câmiu’s-Sünne adını vermiştir. Onun zamanında ulemâ yönetime olan yakınlığına
göre siyasî ve maddî imtiyazlardan faydalanırken devletten uzak duran tasavvuf
çevreleri belirgin bir şekilde güçlerini kaybetmiştir. Mevlây Muhammed,
Berberîler’i kışkırtan Murâbıtlar’ı şiddetle cezalandırdığı gibi zâviyeleri denetim
altına alıp Ebü’l-Ca„d Zâviyesi şeyhi Ebû Abdullah Sîdî Muhammed el-Arabî
(Derkavî tarikatı şeyhi) gibi Murâbıtlar’ı etkisiz hale getirmiştir.[16]
Filâlîler
döneminde tezimizin konusunu oluşturan Abdülaziz ed- Debbâğ’ın müntesibi olduğu
Cezûliyye tarikatının yanı sıra özellikle Darkaviyye, Delâiyye, Hıfniyye,
Kettâniyye, Muhtariyye, Nâsıriyye, Senûsiyye, Ticâniyye, Vezzâniyye tarikatları
yaygınlık kazanmıştır. Daha çok ıslah ve ihya amacı güden dönemim tasavvuf
erbâbı, bölgede derviş kitlelerinin güçlü ve teşkilatlı konuma gelmelerini
sağlamışlardır. Bu tarikatların ve ilgili isimlerin en azından birkaç tanesini
zikretmemiz dönemin tasavvufî ve dinî boyutunu daha iyi kavramamıza yardımcı
olacaktır.[17]
Tarikat’in
kurucusu Şeyh Muhammed b. Süleyman Cezûlî (870/1465) Fas’ın kuzeyinde bulunan
Sûs vadisinin Cezûle bölgesindeki Simlâl köyünde doğmuştur.[18]
Mağrib’de Gazâlî, Geylânî, Ebû Ya’za ve Ebû Medyen’den sonra gelen en itibarlı
şahsiyetlerden bir tanesidir.[19] Cezûli o dönemde Portekiz
tehdidi sebebiyle eğitim için uygun ortam olmadığından memleketinden ayrılarak
Fas’a gitmiş ve eğitimini orada Medresetu’s-Safârîn adı verilen ve Merînî
medreselerinin en eskilerinden olan Medresetu’l-Halfaviyyine’de sürdürmüştür.
Şeyh Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493-94) ile de burada tanıştığı tahmin edilmektedir.[20]
Safârîn
medresesinde uzlet hayatı yaşayan Cezûli içine kapanık bir hal alarak neredeyse
odasından hiç çıkmamaya başladı. Sadece derslere katılmak amacıyla odasından
ayrılıyordu, bu durum onun hakkında dedikodular çıkarılmasına sebep oldu. Onun
odasında para sakladığı ve bu yüzden odayı terk etmediği söylendi. Dedikodular
babasına kadar ulaşınca, babası ne olduğuna anlamak için Fas’a gitti. Medreseye
ulaştığında oğlunun odasında ölümü çağrıştıran kelimeler[21]
gören Abdurrahman el-Cezûlî oğlunun derin bir kabz yaşadığını anladı.[22]
Kabz halinden
kurtulan Cezûlî mürşid bulmak amacıyla yedi yıl boyunca şark istikametinde
yolculuk etti. Bu sırada Kudüs, Mısır ve Hicaz kentlerini dolaştı. Kırk yıl
sonra Fas’a dönüp yerleşti.[23] [24]
Bugün Kazablanka şehrinin yakınlarında bulunan Aynülfıtr’da Benî Amgar Zâviyesi
şeyhi Ebû Abdullah Muhammed eş-Şerif vasıtasıyla Şaziliyye tarikatına intisab
etti. Bu yıl içerisinde Medine’ye gerçekleştirdiği seferde Delâilü’l-Hayrât
isimli meşhur 24 eserini
kaleme aldı.
Cezûlî’nin Delâilü’l-Hayrât
eserini yazmasına sebep olarak iki farklı olay nakledilir. İlk rivayet şu
şekildedir: Namaz vakti şeyh Cezûlî abdest almak için bir kuyunun başına varır,
fakat su çekecek bir şey bulamaz. Bu esnada yanına gelen bir kız çocuğu ona kim
olduğunu sorar, Cezûlî de kendisini tanıtır. Bunun üzerine kız : “ Sen ki
insanlar arasında medh-u senâ edilen bir adamsın, bir kuyudan su çekemedin” der
ve kuyuya tükürür. O anda kaynayan su kuyudan taşar, Cezûlî o sudan abdestini
alır ve kıza bu mertebeye nasıl ulaştığını sorar. Kız: Kuru kumlu çöllerde
gezerken eline, eteğine vahşi hayvanların sarılıp hürmet ettiği Hz.Muhammed
(salla'llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz’e çokça salât-u selâm getirmekle bu
dereceye ulaştım” der. Bu olaydan sonra Cezûlî bir salavât kitabı oluşturmaya
yemin eder ve Delâilü’l-Hayrât eserini meydana getirir.[25]
İkinci rivayet
şu şekildedir: Bir gece şeyh Cezûlî’nin eşi yataktan çıkıp kaybolur. Döndüğü
zaman Cezûlî nerede olduğunu sorar. Hanımı da Medîneye yolculuk ettiğini
söyler. Cezûlî bu durumu nasıl elde ettiğini sorunca hanımı, bir salavât
okuduğunu ve ona sürekli devam ettiğini anlatır. Kendisine o salâvatı
öğretmesini isteyen Cezûlî olumsuz yanıt alır. Fakat hanımı ondan bütün
salâvatları bir araya getirmesini, eğer onların içerisinde kendi çektiği
salâvat varsa bunu Cezûlî’ye haber vereceğini söyler. Uzun çalışmalar sonucu
salâvatları toplayan Cezûlî’ye eşinin cevabı “ Kitabın bir kaç yerinde o
salâvat var” olur.[26]
Cezûlî şeyhi
Muhammed eş-Şeriften aldığı işaretle bir süre halvete girdi, ibadet ve
tefekkürle meşgul oldu. Bu inziva hayatı tam on dört yıl sürdü.[27] Halvetten çıktından
sonra günden güne etrafındaki mürid sayısı arttı ve bu sayı on binleri buldu.
Müridlerin sayısının bu denli artmasından endişelenen bölge valisi isyana sebep
olabileceği düşüncesiyle Cezûlî’yi bölgeden sürdü. Cezûlî birçok müridiyle
Şeyzame bölgesine giderek Efûgâl köyüne yerleşti. 16 Rebiulevvel 870[28]te sabah namazını kılarken
secdede vefat etti ve burada yaptırdığı camiye defnedildi.[29]
Muhammed b.
Süleyman’ın kurucusu olduğu Cezûliyye tarîkati Şaziliyye’nin alt kollarından
birisidir. Abdüsselam b. Meşiş’in (ö. 625/1228) manevî kimliği İmam Şazilî’de
temayüz etmiştir. Süleyman el-Cezûlî ise Şaziliyye içerisinde müceddiddir. Çünkü
imam Cezûlî, Mağrib’de Şaziliyye esaslarının belirlenmesi ve yaygınlaşmasında
öncü rol oynamıştır. Bundan sonra da Şaziliyye artık Cezûliyye adıyla
anılmıştır. Merakeş’te tasavvuf Cezûlî’den önce ve Cezûlî’den sonra olmak üzere
iki kısma ayrılmıştır.[30] Cezûliyyenin mensubu olduğu
Şaziliyye’de farklı bir yere sahip olmasının temel sebepleri şunlardır:
Şeyh Cezûlî müridlerine sürekli zikri ve peygamber
efendimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
salavat getirmeyi tavsiye ediyordu. Bu amaçla Delâilu’l-Hayrât eserini
yazmıştı. Müridlerine sürekli bunu tavsiye ederdi. Kendisi de halvet günlerinde
Kur’an-ı Kerim ve Delâilu’l-Hayrât okumaya özen gösterirdi. Cezûlî
bunları tarîkatin temel prensipleri olarak belirlemişti.[31]
[32]
Şâzeliyye’den
daha iddialı bir şekilde şeyh Cezûlî zahirî ve batınî ilimlerde tam donanımlı,
âlim bir şeyhten tevbe almayı ve onun yanında sülûku 32 tamamlamayı zaruri görmüştü.
Müridin şeyhine karşı edebi konusunda belirli kurallar
vardı. Bunlar beş oturma, beş ayrılık, beş zikir, beş sohbet edebi olmak üzere
toplam yirmi taneydi.[33]
Müridde bulunması gereken şugüzel ahlaklar öne
çıkarılmıştı: Yaratan’ı sevmek, az uyumak, sabır, soğuk veya sıcaktan şikâyeti
terk, öfke ve kinden kaçınmak, mal ve makamda zühd ehli olmak ve miras
kaygısından kurtulmak.[34]
Cezûlî’nin en önemli hasletlerinden birisi de cihada önem
vermesidir. İşgaller sırasında onun çağrıları toplum tarafından kabul
bulmuştur. [35]
Cezûlî’nin Delâilu’l-hayrât
eserinin yanı sıra Hizbü’l-felâh, Hizbü’l- Cezûlî adlı iki evradı daha
mevcuttur. Son evradı Hizbü sübhâni’d-dâ’imî lâ yezâl ismiyle de halk
arasında yaygınlık kazanmıştır. Şâzeliyye’nin bir şubesi olması dolayısıyla bu
tarikatın bütün özelliklerini taşıyan Cezûliyye, şeyhin vefatından sonra
Tebbâiyye (Abdülazîz b. Abdülhak et-Tebbâ„ (ö. 914/1508)), Îseviyye (Muhammed
b. Îsâ el-Muhtâr (ö. 930/1524)), Vezzâniyye (Abdullah b. İbrâhim eş-Şerîf
el-Vezzânî (ö. 1089/1678)), Tayyibiyye (Mevlây et-Tayyib’den (ö. 1181/1767))
Hansaliyye (Saîd b. Yûsuf el-Hansalî (ö. 1114/1702)) gibi kollara ayrılmıştır.[36]
Dönemin önemli
şahsiyetlerinden ve cezûliyye tarikatı müntesibi ve şeyh Abdülaziz ed-Debbâğ
hakkında ilerleyen bölümlerde geniş bilgi verilecektir. Burada Cezûliyye
tarikati hakkında genel bilgi verilmiştir
Derkâviyye
tarikatının ilk kurucusu, bir İdrîsî şerif olan Ali b. Abdurrahman
el-Cemâl’dir. Fakat şeyhinden sonra otuzlu yaşlarda posta geçen, tarikat âdâb
ve erkânını tarif ve tesbit eden, müridler arasında beraberliği sağlayan Ebû
Hâmid Mevlâ el-Arabî ed-Derkvâvî (ö. 1239/1823)’nin etkisi göz önünde
bulundurularak tarikat onun adıyla anılmaya başlanmıştır. Tarikat usul
bakımından Şâzeliyye’nin bir kolu niteliğindedir. [37]
Derkâviyye’nin
intisap âdâbı şu şekilde belirtilmiştir: Şeyh müridin elini tutarak Nahl
sûresinin 91. âyetini[38] okur ve sabah akşam 100’er
defa, “Eşhedü en lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve
lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr” sözleriyle zikretmesini söyler.
İntisap cehri zikirle bitirilir. Müridlere tavsiye edilen konular arasında raks
eşliğinde ferdî veya toplu zikretmek, açlığa dayanmak, şehevî arzuları oruç
tutarak yenmek, makam ve mevki sahibi kişilerden uzak durmak, takvâ sahibi
kişilerle birlikte bulunmak gibi esaslar vardır. Derkâvî dervişleri Hz. Mûsâ’yı
taklit ederek asâ kullanır, boyunlarına iri taneli tesbih geçirerek dolaşırlar.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer’e benzemek için eski elbiseler giydiklerinden kendilerine
“ebû derbâle” de denilmiştir.[39]
Derkâviyye,
Türklerin hakimiyyet bölgesinde bulunan Cezâyir topraklarına kadar girerek
taraftar bulmuştur. Çok çeşitli gruplara hitap eden Mevlây Arabî ed- Derkâvî,
Mağrib’in siyasî hayatında önemli rol oynamıştır. Fas sultanı Mevlây Süleyman
derkâviyyeyi desteklemiş bu tarikatı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı
amaçlamıştır. Bu girişimler ilerleyen yıllarda derkâviyyenin sarayda önemli
roller almasına neden olmuştur.[40] Derkâviyye bundan sonra da sık
sık siyaset içerisinde yer almış, gerek iktidarın yanında gerekse iktidara
karşı yapılan isyanların yanında göze çarpan unsurlardan olmuştur.
Tarikata
ait ilk tekke bizzat Derkâvî tarafından Bû Berîd bölgesinde kurulmuştur.
Tekkelerin yerleri tesbit edilirken devlet merkezine uzak olan bölgelerin
seçilmesine özellikle dikkat edilmiştir.[41]
[42]Bu yerlerin tercih edilmesinde
devlet elinin uzanamadığı veya zayıf kaldığı yerlerde halka hizmet ve ilim
götürme gayesi etkili olmuş olabilir. Derkâviyye vadilerde bulunan kasaba ve
kent halkının, özellikle Berberî kabilelerinin desteğini almıştır. Mağrib’in
Güneydoğu ve Orta Atlas Dağları ile Azmur gibi dağlık bölgelerinde önemli rol
oynamıştır. Mağrib hükümdarlarından hem Mevlây Abdurrahman b. Hişam
(ö.1276/1859) hem de Mevlây Yusuf (ö.1346/1927) Derkâviyye 42 tarikatının
müntesiplerindendir.
Derkâviyye’nin
kolları şunlardır: Bûzîdiyye ( Muhammed b. Ahmed el- Bûzîdî (ö. 1229/1814));
Bedeviyye ( Ahmed el-Bedevî (ö. 1310/1892));
Gummâriyye
(Ahmed b. Abdülmü’min); Harrâkiyye (Abdullah b. Muhammed el-Harrâk (ö.
1261/1845)); Kettâniyye (Muhammed b. Abdülvâhid el-Kettânî); Bû Azzâviyye
(Muhammed b. Ahmed et-Tayyib el-Bû Azzâvî (ö. 1914));
Mehâciyye
(Sîdî Bû Azzâ el-Mehâcî); Aleviyye (Ahmed el-Alevî (ö. 1934)); Medeniyye
(Muhammed Hamza el-Medenî (ö. 1846));Rahmâniyye (Muhammed b. Mes„ûd b.
Abdurrahman (ö. 1295/1878)); Yeşrûtiyye (Ali Nûreddin el-
Yeşrûtî (ö.
1308/1891)).[43]
Tarikatın
kurucusu Muhammed el Hıfnî’dir. Mısır’ın Bilbîs şehrinin Hafnâ köyünde
doğmuştur (ö. 1101/1690). Hafnâvî ve Hafnevî nisbeleriyle de anılır. On dört
yaşında babasıyla birlikte tahsil için Kahire’ye giderek Ezher’e kaydolmuştur.
Şemseddin Muhammed el-Büdeyrî, Îd b. Ali en-Numrusî ve Abdullah b. Sâlim
el-Basrî gibi âlimlerden icâzet almış, Şâfiî fıkhı başta olmak üzere usûl-ü
fıkıh, tefsir, hadis, kelâm, mantık, nahiv, aruz gibi ilim dallarında geniş bir
birikime sahip olmuştur.44
Hifnî bu
ilimlerdeki başarısının ardından öğrencisi olduğu Ezher’de bu kez müderris
olarak görev yapmaya başlamıştır. Bu yıllarda zahirî ilimlerin yanısıra
tasavvufa da ilgi duymaya başlayan Hifnî, kendisine bir şeyh bulma arayışı
içerisine girmiş ve neticede Mukrî diye tanınan Şeyh Ahmed eş-Şâzelî (ö.
650/1258 ) ye intisap etmiştir.
İlerleyen
zamanda 1133 / 1721 yılında Kahire’ye gelen, Halvetiyye tarikatının Şâbâniyye
kolunun Bekriyye şubesinin kurucusu Kutbüddin el-Bekrî ile tanışan Hifnî bu
şeyhe intisap etmiştir ve seyrü sülûkünü onun yanında tamamlamıştır. 1171/1758
Ezher şeyhliğine getirilmiş, 1181/ 1767’de Kahire’de vefat etmiştir. Hıfniyye
daha sonra, Ticâniye, Derdîriyye, Ezheriyye ve Mervâniyye olarak dört kola
ayrılmıştır.45
Bu tarikatlar
içerisinde özellikle Ticâniyye sömürgeci devletlere karşı gerçekleştirmiş
olduğu mücadeleyle ve bünyesinden çıkardığı ilim, fikir önderleriyle Afrikada
en çok dikkat çeken tarikatler arasında yer almıştır.
Mısır ve Fas
coğrafyasında derin tesirleri bulunan Hıfniyye tarikatın önde gelen isimleri:
Ahmed b. Muhammed es-Sakalî (ö.1177 /1764), Muhammed Arabî b. Muhammed eş-Şarkî
(ö.1234 / 1819)’dir.
Tarîkatin
kurucusu Muhammed b. Muhammed b. Ahmed b. Nasr ed- Der’î, (ö.1085/1674)’dir.46
Tarikatın merkezi Fas’ın güneyinde bulunan Wad Dra’a kasabasıdır. Tarîkat
bulunduğu bölgede üst düzey politik etkilere sahip 47
olmuştur.
Tarîkat
mensupları devlet yetkililerinin baskı ve zorbalıklarına karşı sert tepki
gösterdikleri için hükümet güçleriyle pek anlaşamamıştır.[44]
Tarikatın kurucusu Muhammed b. Nâsır Cuma namazlarında sultan adına hutbe
okumayı reddetmesine rağmen Mevlây Reşid siyasi olarak zaten sıkıntılı bir
süreçte olduğu için bu duruma pek ses çıkarmamıştır. Mevlây İsmail iktidara
gelince tarikatın ikinci şeyhi Ahmed Halife sultana karşı tepkiyle
yaklaşmıştır. İktidar ve tarikat arasında çekişmeler devam etse de bu çatışma
boyutuna ulaşmamıştır. İlerleyen zamanlarda durum farklılaşmış, tarikatın
beşinci şeyhi, 1175 / 1761 yılında iktidara gelen Muhammed b. Abdillah’ı
kutlamaya gitmiştir. Bundan sonra da Nâsıriyye ve iktidar arasında çatışmaya
rastlanmamıştır. Hatta tarikat Mağrib kasabalarına hızla yayılmış ve
desteklenmiştir. Dolayısıyla Nâsıriyye en güçlü tarikatlerden birisi konumuna
gelmiştir.[45]
Nâsıriyye ilmî
alanda da üst düzey bir etkiye sahip olmuştur. Nâsıriyye zâviyeleri nitelikli
eğitim kurumlan olma özelliği taşımıştır. Bulunduğu bölgenin en seçkin
kütüphaneleri bu tarikatın bünyesinde kurulmuştur.[46]
Senüsiyye,
İdrisiyye tarikatının devamı niteliğinde bir tarikattir. Senüsiyyenin kurucusu
olan Muhammed b. Ali es-Senüsî, Darkaviyye, Kâdiriyye, Şâziliyye ve Ticâniyye
gibi pek çok tarikatten icazet almıştır. Ama en çok etkilendiği kişi İdrisî
tarîkati şeyhi Ahmed b. İdris el-Fâsî olmuştur.[47]Bu
tarîkatlerle bazı ortak yönleri bulunmasına rağman Senüsiyye kendine özgü
yapısını her zaman muhafaza etmiştir.[48]
1837 yılında
Mekke’de Ebükubeys dağında açtığı zâviyede irşad faaliyetine başlayan Muhammed
b. Ali es-Senüsî, Fas’tan Yemen’e kadar geniş bir alanda etkili olmuş, dört
sünnî mezhep ile tarikat mensupları arasında orta yolu bulmaya, mezhep ve
tarikatları birleştirmeye çalışmıştır. Filibeli Ahmed Hilmi Senûsiyye’yi
mezhep, tarikat, siyaset ve içtimâiyye gibi dört unsuru bir araya getiren bir
cemiyet olarak tanımlar. Osmanlı belgelerinde Senûsiyye için kullanılan
terimlerden biri “cem„iyyet-i rûhâniyye”dir.[49]
Kur'an ve
sünnete bağlılık, ilme önem verme, bid'at ve hurafelerden kaçınma, itidal
üzerine hareket etme Senûsiliğin en başta gelen prensipleri arasında
zikredilebilir. Bu tarikatın bir başka özelliği ise siyasi alanda İslam
birliğini savunması ve yaşadıkları coğrafyalarda meydana gelen yabancı
işgallere karşı cihad hareketine kalkışmasıdır.[50]
Özellikle
zamanın işgalci devleti Fransa’nın saldırılarına karşı çöl şartlarında
gösterdikleri destansı direniş takdire şayandır. Tasavvufun donuk bir
müslümanlık olmadığını aksine, hayatın içinde her alanda, gerektiğinde savaş
meydanlarında en önde nasıl durulacağını çok güzel bir şekilde göstermişlerdir.
Batının sömürgesine
karşı sert bir tavır sergileyen, bir asra yakın bağımsızlık mücadelesine
liderlik eden Senûsiyye, bölgedeki yerel yöneticiler ve İstanbul’daki hilafet
merkeziyle doğrudan temas kurmuş, Osmanlı devletinin ideallerine sadık kalmış,
Osmanlı yetkilileri de tarikatın faaliyetlerine gereken ilgi ve desteği
esirgememiştir.[51]
Senûsiyye
tarikatinin önde gelen meşayıhını şu şekilde sayabiliriz: Muhammed b. Ali
es-Senûsî ( ö.1275/1859), Muhammed Mehdi es-Senûsî (ö.1320/1902), Mesut b.
Tayyib ed-Debbâğ (ö.1311/1894), Ahmed b. Talip b. Sevde el-Murrî (ö.1321/1903),
Ahmed eş-Şerif es-Senûsî (ö.1352/1933).
Ebü’l-Abbâs
Ahmed b. Muhammed b. Muhtâr b. Sâlim et-Ticânî (ö. 1230/1815) tarafından
kurulmuştur. Kendi ifadesine göre soyu Hz. Hasan’a ulaşır. Ticânî on altı
yaşında babasını ve annesini veba salgınında kaybetmiştir. Kur’an, hadis,
Mâlikî fıkhı ve edebî ilimleri Tilimsân’da okuduktan sonra Fas’a gidip burada
Kadirî, Şâzelî, Nâsırî tarikatlarının zikir halkalarına katılmıştır.[52]
Ahmed
et-Ticânî’nin bırakmış olduğu bir eser yoktur, başta Ali Harâzim olmak üzere
halifelerinin yazdığı kitaplar aracılığıyla fikirleri günümüze ulaşmıştır. Es-Sırru
’l ebhur fi evrâdi’l-Kutbi ’l-Ekber, Cevheretü ’l- Hakâik fi ’s-salâti alâ
Hayr-ü-halâik, Cevheretü ’l-Kemâl fi ’s-salât alâ Seyyidi’l-Irsâl,
Hizbü’l-muğni gibi eserlerinden onun Muhyiddin İbnü’l- Arabî’nin kutub,
kutbü’l-aktâb, hâtemü’l-velâye, hakîkat-i Muhammediyye gibi fikirlerinin
etkisinde kaldığı, kendisini bu makamların vârisi olarak gördüğü, bu sebeple
ulemâ tarafından tenkit edildiği, onlara sert cevaplar verdiği öğrenilmektedir.[53]
Çoğu tarikatta
müridler kendi şeyhlerinin derecesini yükseltmek için onları bu makamlara layık
görmüş, onların Kutbü’l-Aktâb, Hatmü’l-Velâye olduğunu söylemişlerdir. O yüzden
bu konular gerek sufî çevreler içerisinde gerekse sûfîlere tepkili yaklaşan
gruplar içerisinde sürekli tartışılmıştır.
Ticânîler
seçkin bir islâm toplumu oluşturmak istemişlerdir. Bu yüzden mânevî değerlere
büyük önem vermişlerdir. Fakat çoğu zaman ulema ticânileri suçlamış, onların
islama aykırı bir yaşam sürdüklerini iddia etmiştir. Hatta Ticânîler’in İslamı
sulandırdıklarını ve kendilerine özgü bir İslam anlayışı geliştirdiklerini
düşünmüşlerdir. Bazı ulema daha da ileriye giderek ticânîleri tekfirle bile suçlamıştır.[54]
Ticânîler
kendileriyle diğer Müslümanlar arasında, Müslüman ve kâfir arasındakine benzer
bir fark görürmüştür. İnsanları tarîkatlerine intisab etmeye çağıran ticânîler
Müslüman olsun veya olmasın kendileri dışındaki herkesi aynı kefeye koymuştur.[55]
Kurucusunun
Vezzân’da ikamet etmesinden dolayı bu ismi almıştır. Fas’ın kuzeyindeki Cibâle
kabilesinde hâkim konuma gelmiştir. Tarikatın kurucusu kabul edilen Abdullah b.
İbrahim Şerif, Mevlây Reşid ve kardeşi Mevlây İsmail’in takdirini kazanmıştır.[56]
Tarîkat diğer
Afrika tarikatları gibi ister istemez zamanının siyasi düşüncesiyle etkileşim
içinde bulunmuştur. Bu etkileşim genelde iyi yönde olmuş ve tarikatın gelişip
yayılmasına zemin hazırlamıştır.
Filâlî
hanedanlığının desteği ile tarikat hızla yayılmıştır. İlerleyen zamanlarda
Tayyibiyyen ve Tihamiyye olarak iki kola ayrılmıştır. Tarikatin silsilesi
Gazvânî ve Cezûlî’ye ulaşmaktadır.[57]
Tarikatte
mürid gücü yettiği derecede Kur’an-ı Kerim, Ahzâbü’ş-Şâzilî, Hızbü’n-Nevevî,
el-Vazifetü’z-Zerrûkiyye, es-Salâtu’l-Meşîşiyye ve Delâilu’l- Hayrâttan
bolca okumalıdır. Şer ve kötülük erbabı ile alakasını kesip hayır erbabı ile
ünsiyet kesbetmelidir.[58]
Tarikatın önde
gelen isimlerini şu şekilde sıralanabilir: Abdullah b. İbrahim eş-Şerif
(Ö.1089/1678), Muhammed b. Abdillah eş-Şerif (Ö.1120/1708), et-Tilhâmî b.
Muhammed (Ö.1122/1715), Tayyib b. Muhammed ( Ö.1181/1767), Ahmed b. Tayyib
(Ö.1194/1780), Muhammed b. Abbas el-Cezûlî (Ö.1221/1806), Ali b. Ahmed
(Ö.1226/1811), el-Hâc Arabî (Ö.1266/1850), Abdüsselam b. El- Arabî
(Ö.1310/1892), Muhammed b. Abdüsselam (Ö.1313/1895).
BİRİNCİ BÖLÜM: ABDÜLAZİZ ED-DEBBÂĞ’IN HAYATI
VE TASAVVUFÎ YÖNÜ
Abdülaziz
ed-Debbâğ 1090/1679 yılında Fas’ta doğmuş, Malikî bir sufîdir.[59] Tam künyesi Abdülazîz b.
Mes'ûd b. Ahmed ed-Debbâğ el-Hasenî el- Bekrî’dir. Doğum tarihi konusunda
914/1508 tarihinde doğduğuna dair de görüşler vardır fakat yaygın kanaat
zikrettiğimiz tarih doğrultusundadır. Abdülaziz ed-Debbâğ hakkında en kapsamlı
bilgiyi veren kaynak müridi Ahmed b. Mübârek b. Muhammed b. Ali Ebu’l-Abbas
es-Sicilmâsî el-Lemetî (ö.1155/1749)’nin yazmış olduğu ve araştırmamıza konu
olan “el-İbrîz” adlı eseridir. Bu eserin müellifi Ahmed b. Mübârek
1090/1679 tarihinde[60] doğmuştur dolayısıyla eğer
ed-Debbâğ’ın doğum tarihini 914 alırsak araya iki yüz yıla yakın bir zaman
farkı girmektedir. Bernd Radke’nin de Abdülaziz ed- Debbâğ’dan bahsederken onu
18.yy. sûfisi olarak nitelemesi[61] bu tarih üzerindeki
kanaatimizi güçlendirmektedir. Ayrıca İbrîz’in içerisinde bazı olaylar
zikredilirken verilen tarihlerde Debbâğ’ın doğum tarihinin 1090 olma
olasılığını iyice kuvvetlendirmiştir. Mesela müellif Ahmed b. Mübârek şeyhi
Debbâğ’la tanışmasını anlatırken “ Benim Abdülaziz Hazretleri ile buluşmam
Hicrî 1125 yılının Recep ayında oldu”[62]
ifadesini kullanmıştır. Bir başka yerde de kitabı yazma sebebini zikrederken “
Hicrî 1129 yılı Recebinde idi. Cenâb-ı Hak, işittiklerimin yararı umumileşsin,
menfaati tamamlansın diye kaydetmemi bana ilhâm etti”[63]
demiştir. Bütün bu veriler ışığında Debbâğ’ın doğum tarihini 1090 olarak vermek
mümkündür.
Abdülaziz
ed-Debbâğ el-İbrîz adlı eserinde zamanın gavsı olarak tanıtılsa da
hayatı hakkında fazla bilgiye yer verilmez. Kaynaklarda genelde el- İbrîz
adını taşıyan eseri zikredilmekle yetinilir. Ancak el-İbrîz’’ de de hayatı
hakkında tatmin edici bir bilgiye rastlamak mümkün değildir.
Abdülaziz
ed-Debbâğ’ın babası Mes’ud ed-Debbâğ’dır. Kendisi Seyyid el-Arabî el-Feştalî
(Ö.1090/1679) hazretlerinin talebesidir. El-İbrîz’de Seyyid el- Arabî
zamanın velîlerinden, güç ve himmet sahibi bir kimse olarak tanıtılmakta,
Muhammed b. Nâsır ve Mübarek b. Ali’den ders aldığı zikredilmektedir.[64]
El-İbrîz’de
şöyle bir anektod geçmektedir: Seyyid Arabî’nin kız kardeşi Alî Kamarişî adında
oldukça zengin bir kimseyle evlendi ve bir kız çocukları vardı. Bu adam vefat
ettikten sonra eşi Meknaset-i Zeytun halkından bir adamla evlendi. Bundan sonra
da o kız çocuğu el-Arabî’nin yanında kalmaya başladı. El-Arabî yeğeninin hem
çok seviyor hem de onun terbiyesiyle bizzat ilgileniyordu. Bir gün sohbet
sonrası el-Arabî Mes’ud ed-Debbâğ’ı yanına çağırdı ve kız kardeşinin kızını[65] kendisiyle evlendirmek
istediğini söyledi. Mes’ud ed-Debbâğ el-Arabî’nin bu fikrini memnuniyetle
karşıladı. El-Arabî kızın mehrini ve çeyizini kendisi yaptı, Mes’ud ed-Debbâğ’a
hiçbir yük vermedi.[66]
Abdülaziz
ed-Debbâğ bu olaydan bahsederken el-Arabî’nin bu cömertçe teklifine babasının
çok sevindiğini söyler. Zaten daha önce de el-Arabî’nin Mes’ud ed-Debbâğ’ı çok
sevdiğini ve rastladığı zaman bir şeyler verirdiğini belirtir. Nikâh akdi
tamamlandıktan sonra el-Arabî hazretleri yeğenini çeyiziyle birlikte Mes’ud
ed-Debbâğ’a göndermiş, bir zaman sonra el-Arabî hazretleri Debbâğ’a el-Udul
semtindeki dükkânına gelmesini söylemiştir. Mes’ud ed- Debbâğ dükkân’a
vardığında ona iki mevzûn[67] [68]
vermiş ve bu her gün böylece 72 devam
etmiştir.
El-Arabî’nin
yeğeni Fâriha’nın Zevvağa mevkiinde bulunan, babasından miras kalmış, ziraate
elverişli büyük bir arazisi vardır. El-Arabî bir gün Mes’ud ed-Debbâğ’a “Senin
yanında olan kız artık reşide oldu. Zevvağa mevkiindeki arazisini satmak üzere
seni vekil atıyorum. Hemen git, o araziyi sat, hiçbir şey geriye bırakma”
demiştir. Mes’ud ed-Debbâğ hanımına gidip bu durumu anlatınca hanımı hemen
vekâletini vermiştir. Fakat hanımının baba bir kız kardeşinin de arazi de hakkı
olduğundan Mes’ud ed-Debbâğ gidip ondan da vekâlet istemiş ama olumsuz yanıt
almıştır. Bunun üzerine Debbâğ sadece hanımının hissesini satmış geriye kalan
bölümü Fâriha’nın kız kardeşi üç sene boyunca ekip biçmiştir. Daha sonra
bölgeye gelen zalim bir kabile o araziye el 73 koymuş ve o kadın bir daha araziden
faydalanamamıştır.
El-Arabî ömrü
boyunca Debbâğ ailesine yardımcı olmuştur. Hatta Abdülaziz ed-Debbâğ annesinin
“Efendimiz el-Arabî hazretleri vefat ettikten sonra tencerede pişen güzel bir
yemek yiyemedik. Allah ona rahmet etsin, her gün bize yemek hazırlardı. Yatsı
namazını kendi mescidinde kıldırdıktan sonra kapımız çalar, mümkün olduğu
oranda işlerimizi görürdü. Vefatına kadar bize böyle yardımcı olmaya devam
etti” dediğini söylemiştir.[69] [70]
Abdülaziz
ed-Debbâğ El-Arabî’nin doğmadan önce kendisi hakkında ailesine bilgiler
verdiğini söyler. El-Arabî bir gün Fâriha’ya “ Sizin aranızdan bir çocuk
meydana gelecek, hem de erkek olacak; ismi de Abdülaziz’dir. Velayet babında
onun kadri pek yücedir” demiştir.[71]
Bir başka
seferde de Fâriha el-Arabî’nin şunları söylediğini anlatır. “ Seyyid el-Arabî
hazretleri bana dedi ki: Rasûlüllah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi rüyamda gördüm, şöyle buyurdu :
“İleride yeğenin Fâriha’dan büyük bir velî dünyaya gelecektir.” Bunun üzerine
“Ya rasûlallah! O büyük velînin babası kimdir?” dedim. Buyurdu ki “ Mes’ud
ed-Debbâğ’dır.” Abdülaziz ed-Debbâğ el- Arabî’nin babasıyla yakın ilişki
içerisinde bulunmasını ve onu çokça sevmesini bu rüyaya bağlar. El-Arabî 1090
yılında veba salgınından dolayı vefat etmiştir. Ölmeden önce Mes’ud ed-Debbâğ’ı
ve eşini yanına çağıran el-Arabî, onlara bir emanet verir ve şunları söyler:
“Bu Allah’ın bir emanetidir sizin yanınızda, oğlunuz Abdülaziz dünyaya gelince
bu emaneti ona veriniz.” Emanet, bir fes rengi serpuş ve bir de etrafı
çevirmeli siyah postaldır. O devirdeki ilmiye sınıfının genelde bu tarz
giyindiği göze çarpar. Fâriha bu emanetleri alıp korur.
İlk çocukları
kız olur, ardından bir erkek çocuğa hamile kalır. Abdülaziz ed- Debbâğ belirli
bir yaşa gelince annesi bu emanetleri ona verir. Debbâğ emanetleri alışını
şöyle anlatır. “ Annemin elinden emanetleri aldım. Serpuşu başıma, postalı
ayağıma geçirdiğimde fazla duygulandım ve gözlerim yaş ile doldu. O zaman Seyyid
el-Arabî hazretlerinin bana ne demek istediğini anladım, işaretini bildim.
Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun.” Debbâğ emanetleri alıp giydiği tarihi
hicrî 1109 olarak söyler.[72]
Mes’ud
ed-Debbâğ’ın vefat tarihi ile ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak
Abdülaziz ed-Debbâğ Mansur b. Ahmed ile tanışmasını anlatırken, Mansur’un
kendisine anne ve babasının olup olmadığını sorunca her ikisinin vefat ettiğini
söylediğini beyan eder. Mansur b. Ahmed ile görüşmesinin 1128[73] yılında yaşanan büyük güneş
tutulmasından bir ay önce gerçekleştiğini bildiğimize göre baba ve annesinin bu
tarihten önce vefat ettiğini söyleyebiliriz. Annesinin vefatıyla ilgili olarak
Debbâğ hicrî 1111 senesini işaret eder ve annesinin vefatından sonra babasının
başka bir kadınla evlendiğini anlatır.[74]
[75]
Debbâğ’ın
çocukluk dönemi hakkında bildiğimiz şey ise bir dönem ‘79 dokumacılık yaptığıdır. Babasının kendisini
ve kardeşi el-Arabı yi dokumacılıkta nakış ve motif süslemeleri yapan kişinin
yanına götürdüğünü ve orada Seyyid Muhammed el-Lehvac ile görüştüğünü dile
getirir.[76] Ayrıca küçük yaşlarda
Abdülkadir et-Tâzî’nin yanında serpuş dokuyup motiflemiştir. O zamanlarda
yaşanan bir olayı Abdullah b. Mübârek el-İbrîz’de şu şekilde anlatır: “
Şeyhimin kendi el yazısını el-Hâc Abdülkadir et-Tâzî Hazretleri’nin tezgâhında
çalışan adamın yanında gördüm. Şeyh hazretleri küçük yaşlarında Abdülkadir
et-Tâzî Hazretlerinin yanında serpuş dokuyup motifleyenlerle beraber çalışıp
hizmet edermiş. Daha önce de bu tür bir hizmeti başka bir adamın yanında da yapmış,
bu kimsenin adının Muhammed b. Ömer ed-Dilay olduğu söylenir. Bu zat Hacca
gidince Şeyhimiz bu kez Abdülkadir Hazretlerinin yanına gelip hizmete koyulmuş.
Bir gün serpuşlardan birini eline alarak üzerine şu ibareyi yazmıştır: “Bir
olan, eşi, ortağı olmayan Allah’a hamdolsun. Efendimiz Muhammed b. Ömer bugün
Allah’a dönüp yönelmiştir. Bunu söyledi ve yazdı: Abdülaziz b. Mes’ud
ed-Debbâğ. Hicri 1118 yılında. Cenâb-ıHak ona lütfuyla muamelede bulunsun.
Âmin!”
Seyyid
Abdülkadir Hazretleri diyor ki: Abdülaziz Hazretlerinin serpuş üzerine bir
şeyler yazdığını gördüm ve sordum:
Bir şey yazmıyorum, dedi ve kalemle yazdıklarının üzerini
çizdi.
Bundan önce de
onun birçok keramet ve keşiflerine şahid olmuştum. Yazdığı cümlelerin üzerine
çizgi çekmekle beraber okunuyordu. O zaman anladım ki Şeyh Muhammed b. Ömer
Hazretleri Hicaz’da vefat etmiş. Nitekim hacılar döndüğünde o zatın serpuş
üzerinde belirtildiği gibi öldüğünü söylediler.”[77]
Abdülaziz
ed-Debbâğ’ın iki oğlu, bir kızı ve doğmadan vefat eden bir bebeğinin olduğu
bilinmektedir.[78] Büyük oğlunun ismi Ömer’dir
onun hakkında îbrîZde çok fazla bir bilgi yoktur.[79]
Diğer oğlunun ismi Seyyid İdris’tir. Ağır bir hastalığa yakalanması sonucu
annesi çok üzülmüş, fakat Debbâğ keşf’te bulunarak bu hastalıktan dolayı vefat
etmeyeceğini ve iyileşeceğini söylemiş, nitekim öyle de olmuştur.[80] Kızının İsmi ise Fatıma’dır.[81] Oğlu için anlattığımız olay el-îbrîzde
kızı için de anlatılmıştır. Aynı durum ikisinin de başına geldi mi yoksa
rivayet farklılığı mı bilinmemektedir.
Abdülaziz
ed-Debbâğ’ın 1132/1720 yılında 41 yaşında vefat ettiği bilinmektedir. Ancak
nasıl vefat ettiğine dair kaynaklardan elimize ulaşan bir bilgi mevcut
değildir. Kabri bugün Merakeşte olup ziyarete açık konumdadır.
Kurucusu
Ebü’l-Hasen Nûruddîn Alî b. Abdillâh b. Abdilcebbâr eş- Şâzilî’dir. 593/1197
yılında Sebte (Ceuta) şehri yakınlarındaki Gamâre’de doğmuştur.[82] Mürşidi Ebû Muhammed
Abdüsselâm b. Meşîş (Beşîş) el- Hasenî’nin (Ö.625/1228) emriyle irşad faaliyetine
başladığı İfrîkıye’deki Şâzile (Şâzele) beldesine nisbetle Şâzilî diye tanınır.[83]
Şâzilî seyyid
neseplidir, ilme düşkünlüğünden dolayı çok fazla kitap okuduğu ve gözlerini
kaybettiği rivayet edilir.[84] Birçok yer gezmiş ve asrın
tanınmış şeyhleriyle görüşmüştür.[85] Bir hac yolculuğu esnasında
650/1258 yılında Humeysira’da vefat etmiş[86]
ve oraya defnedilmiştir.[87]
Şâziliyye
öncelikli olarak Kahire, Tunus, İskenderiye gibi şehir merkezlerinde
yaygınlaşmış, daha sonra kırsal kesime doğru açılmıştır. Tarikat adına faaliyet
gösteren şeyhlere bağlı olarak geniş halk toplulukları ve ulemâ üzerinde etkili
olmuşlardır. Zamanla Hint alt kıtasında, Malezya, Endonezya, Afrika, Avrupa ve
Balkanlarda yaygınlık kazanmıştır. Bunların yanında Arabistanın kuzeyinde
Suriyede ve güneyinde Yemende yaygın bir şöhreti vardır. Kuzey bölgesindeki
inanışa göre Şâzilî bu bölgede koruyucu bir velîdir. Güneydeki şöhretine göre
ise bu bölgede kahve üretimini teşvik eden kişidir. Bu sebeple Şazilî
kahvecilerin pîri olarak bilinir.[88]Şâziliyye Osmanlıya son
dönemlerinde Şeyh Muhammed Zafir el-Medenî (ö.1321/1903) vasıtasıyla gelmiştir.
II. Abdülhamid Han (ö.1918) Şeyh Zafir’e intisab etmiştir.[89]
Onun için Beşiktaş’ta Ertuğrul Tekkesi olarak da bilinen tekkeyi yaptırmış,
tekkenin zengin bir vakıf gelirine sahip olmasını temin etmiş, kendisi de sık
sık buradaki âyinlere katılmıştır.[90]
Günümüzde
Şâzilîlik, varlığını devam ettiren, müntesipleri bulunan ve batılı
araştırmacıların ilgi gösterdiği tarikatlardan birisidir. Şâzili şeyhlerinin
gayretleriyle Müslüman olan batılıların sayısı da oldukça fazladır.[91] Avrupadaki ilk entelektüel
şâzilîlerden birisi İsveç asıllı ressam Gustaf Agelii (ö.1917) dir. Tarikata
intisap ettikten sonra Abdülhâdî ismini alan Aglii İbn Arabî (ö.638/1240)’nin
düşüncelerini ve eserlerini neşretmek için Mecelletü’n-Nâdî isimli bir
dergi çıkarmış ve bu derginin işleriyle bizzat kendisi ilgilenmiştir.[92] Bir başka önemli
isim Rene Guenon (Abdülvahid Yahya (ö.1951))’dur. Guenon yaptığı çalışmalarla
batıda bir ekol haline gelmiştir. Onun düşüncelerini benimseyen gruba
Guenonioen’ler demek de mümkündür.[93]
Bunların yanında lan Dallas (Abdülkadir Sûfî)[94],
Martin Lings ( Siracüddin Ebubekir (ö.2005)), Mustafa (Michel) Valsan (ö.1974),
Frithjof Schuon (İsa Nureddin (ö.1998), Titus (İbrahim) Bruckhard (ö.1992), Leo
Schaya (ö1985) isimlerini de batıdaki entelektüel şâzilîler arasında
sayabiliriz.
Şâziliyye
rûhânî eğitime ağırlık veren bir tarikattır.[95]
Tarikatda mârifet, seyahat, zikir, tevekkül gibi kavramlar önemli yer tutar.
Şâzilî tarikatinin beş temel esası vardır:
Zâhiren ve bâtınen Allah’tan korkmak,
Söz ve fiillerde sünnet-i seniyyeye tam bağlılık,
Saâdet ve musibet anında insanlardan bir şey beklememek,
Büyük-küçük her meselede Allah’ın iradesine tam
teslimiyet,
Sevinçte de, kederde de daima Allah’a sığınmak.[96]
Kollar
arasında çeşitlilik olsa da Şâzilî tarikatlarında intisap genel olarak şu
şekildedir: Mürid biattan önce tövbe eder. Mürid ve şeyh dizleri birbirine
değecek şekilde oturur ve birbirlerinin ellerini tutar, birbirlerine doğru eğilirler;
şeyh, Feth sûresinin 10. âyetini[97] ve Salâtü’t-tefrîciyye’yi
okur. İntisaptan sonra oradakilerle beraber dua edilir. Tarikatın bazı
kollarında bu törenin ardından mürid kendisine öğretilen bu törene has bazı
lafızlarla bir müddet zikreder, daha sonra şeyh virde devam etmesi hususunda ve
başka konularda tavsiyelerde bulunur. Vird sabah ve akşam namazlarının ardından
okunur. Kollara göre Vâkıa sûresi ya da Mülk sûresinin veya
Salâtü’l-Meşîşiyye’nin okunmasıyla başlayan vird 100 defa estağfirullah, 100 salavat,
tevhid ve bazı kollarda 100 defa “elhamdü lillâh ve’ş-şükrü lillâh” tesbihiyle
sürer.[98]
Şâziliyye yüze
yakın koluyla islâm dünyasındaki en yaygın tarikatlerden biridir.[99]Bir sonraki bölümde eserini ve
görüşlerini ele alacağımız Abdülaziz ed-Debbâğ da bu kollardan Hızıriyye’nin
kurucusu konumundadır.
Hızır inancı
halk arasında yaygın bir inanç olmasına karşın, böyle bir kişinin varlığı
konusunda ilim ehli arasında çeşitli tartışmalar süregelmiştir.
Bazılarına
göre Hızır hayal gücünün insan suretinde tasavvur ettiği bir melektir, güzel
yüzlü, güzel kokulu, yeşil elbiselidir.[100]
İbnü’l Cevzî (ö. 751/1350) onun yaşadığını kabul etmeyerek “ Şayet Hızır
hayatta olsaydı, mutlaka Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile buluşurdu. Şayet Resul-i Ekrem
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
buluşsaydı bu vârit olurdu” demiştir.[101]
İbn Arabî’ye
göre o âlem-i misâlde müşâhede edilen bir yapıya sahiptir. Onun melekî sureti,
beşerî sureti üzerine galiptir. Bu yüzden gözlerden gizlidir. Eğer bu âlemde
yaşamış olsaydı peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’den önce vefat etmesi
gerekirdi, demiştir.[102]
Sûfîlerin çoğu
Hızır’ın bu dünyadaki varlığını kabul etmiştir. İmam Nevevî (ö.676/1277)
“Ulemânın cumhuruna göre Hızır, hayatta ve mevcuttur. Ehl-i salah, ehl-i marife
ve sûfîler arasında bu hususta ittifak vardır” demiştir.[103]
Birçok
sûfi Hızır’ın hayatta olduğunu, onunla karşılaştığını ve ondan ders aldığını
söylemektedir. İbrâhim b. Edhem (ö.161/777-78) çölde yolculuk yaparken bir
adamla karşılaşmış ve ondan ism-i âzam öğrenmiştir. Bu isimle dua edince
Hızır’ı görmüş, Hızır ona “Bu ism-i âzam’ı sana kardeşim Dâvud talim etmişti”
demiştir.[104] İbrahim b. Havvâs (ö.
291/904) çölde Hızırla
karşılaşmış ve
“Hangi davranışım sebebiyle seninle karşılaştım” diye sorunca, Hızır “ Annene
karşı iyi davranman sebebiyle” demiştir.[105]
İbrahim b. Havvâs Hızırla bir başka karşılaşmasını da şu şekilde anlatmıştır:
“Çölün bir yerindeydim. Dikkatimi yoğunlaştırarak oturmuştum. Hiçbir şey
yemeden uzunca bir süre geçti. Tam bu sırada bir de baktım ki havadan Hızır
(a.s.) geçmekte. Onu görür görmez başımı önüme eğdim ve gözlerimi yumdum, ona
bakmadım. O beni görünce yanıma oturdu. Başını kaldırıp dedi ki : “Yâ İbrâhim,
bana bakmış olsaydın, yanına gelmeyecektim.”[106]
Hızırdan dua
ve ders aldığını söyleyen sûfîler de olmuştur. Örneğin Ebû Muhammed Cerîrî
(ö.321/933), İbrâhim Mâristânî’nin şöyle dediğini rivayet eder. “Rüyamda
Hızır’ı gördüm. Bana parmaklarıyla da sayarak on maddelik bir dua öğretti.”[107]
Abdülaziz
ed-Debbâğ da Hızırdan ders aldığını söylemiştir, bundan dolayı Hızîriyye
tarikatı ona nispet edilmiştir. Debbâğ her Cuma Seyyid Ali b. Harzehem’in
türbesinde, türbedarla birlikte kaside-i bürde okuduğunu, bir gün türbenin
bahçesinde bir adam gördüğünü, onun keşf ehli olduğunu anladığını ve ondan vird
istediğini söylemiştir. Başta o şahıs vird vermeye yanaşmamış, onu duymazlıktan
gelmiştir, fakat daha sonra o virdi terk etmeyeceğine dair söz verirse ona vird
verebileceğini söylemiş, bunun üzerine Debbâğ kendisine söz vermiş ve o zâttan
günde 7000 defa okunacak şu virdi almıştır. ““Allahümme Ya Rabbi! Bicâhi
Seyyidinâ Muhammed bin Abdillâh sallallâhü aleyhi ve sellem icma' beynî ve
beyne seyyidinâ Muhammed ibni Abdillâhi fi'd-dünyâ kablel-âhireti.” Aradan
hayli zaman geçtikten sonra Seyyid Ömer vefat etmek üzereyken Debbâğ’a
kendisine vird veren kişinin hızır olduğunu söylemiştir.[108]
Hızır’ın
Peygamber mi yoksa evliya mı olduğuna dair tartışmalar da süregelmiştir. Debbâğ
Hızır’ın peygamber olmadığını, Allah’ın kendisine ikramda bulunduğu bir kul
olduğunu söyler. Ona tasarruf yetkisiyle imdatta bulunulduğunu, kullar arasında
ona yetki tanındığını belirtir. Hızır’ın bütün bu makam ve derecelere şeyhsiz
ve sülûksüz eriştirildiğine değinir.[109]
Abdülaziz
ed-Debbâğ devrinde Mevlânâ Arabî el-Kâdirî’nin de derslerine katılmıştır. Bu
nedenle Trimingham Debbâğ’ın kurucusu olduğu tarikata Kâdiriyye isminin de
verildiğini söyleyerek, Fas’ta Bâbu’l-Futûh’ta kutupluğa ulaştığını belirtir.[110]
Hızır hakkında
dinî, edebî ve kültürel alanlarda çeşitli bilgiler mevcut olmasına rağmen,
“Hızıriyye” başlığı atında ulaşabildiğimiz kaynaklar oldukça az miktardadır. Hızıriyye
tarikatının kurucusu Abdülaziz ed-Debbâğ kabul edildiği için, onun görüşlerinin
açıklanmasıyla Hızıriyye tarikatının görüşleri de açıklanmış olacaktır.
Debbâğ
vefatından sonra geriye yazılı bir eser bırakmamıştır. [111]Onun
hakkında bilgilerimizin çoğunu müridi Ahmed b. Mübârek’in kaleme almış olduğu el-İbrîz
adlı eseri oluşturur.[112] Ahmed b. Mübârek zaman
içerisinde şeyhine sorduğu soruların cevaplarını, ondan duyduğu hikmetleri ve
onun hayatına dair bazı kesitleri not etmiş ve bunları kitap halinde sunmuştur.
Kitapta Ahmed b. Mübarek şeyhinin düşüncelerinin yanı sıra bazı konularda kendi
görüşlerini de söylemiş, görüşlerine dayanak olması açısından islâm âlimlerinin
bazılarının görüşlerini de aktarmıştır.
El-İbrîz
üç bölümden oluşur. [113]Bu bölümleri gerekli konu
başlıkları içerisinde ayrıntısıyla inceleyecek olsak da genel çerçeveyi şu
şekilde kısaca anlatabiliriz. İlk bölümde Abdülaziz ed-Debbâğ’ın doğumundan
önce yaşanan hallerden, onunla alakalı olarak gerçekleşen bazı kerametlerden ve
Debbâğ’ın faziletlerinden bahsedilir.
İkinci bölümde
Debbâğ’ın velâyet makamına ulaşması, şeyh arayışı, karşılaştığı ve tanıştığı
mübarek şahsiyetler, Hızırla karşılaşması ve ondan vird alması, kendisine
fethin ulaşması bölümleri incelenmiştir.
Üçüncü bölümde
Debbâğ’ın kerametlerinden ve tasavvufi konulara dair görüşlerinden bahsedilir.
Özellikle bu bölümde konular açıklanırken Debbâğ’ın ümmî[114]
olduğuna sık sık vurgu yapılır. Bu bölüm kendi içerisinde on iki bâb’a ayrılır.
Bu bâbların ilkinde Debbâğ’ın kendisine sorulan bazı hadisler hakkında yaptığı
yorumlar, Nübüvvet, rûh, ilim, risâlet gibi konularda yaptığı açıklamalar
aktarılır. İkinci bâb’da Debbâğ’ın bazı ayetlere getirmiş olduğu yorumlar konu
edilir. Özellikle Süryanice kelime kökenlerine dayanarak bu ayetlere yaptığı
yorumlar dikkat çeker. Hurûf-ı Mukattaa’yı da bu bölümde geniş bir şekilde
açıklar. Süryanicenin önemi, nerelerde kullanıldığı, bu dili kimlerin bildiği
ayrı ayrı incelenen konular arasındadır. Üçüncü bâb’da kulların zatlarındaki
karanlık, makam için ilim tahsil eden kimsenin durumu, türbelere gösterilen
hürmet, kulu Allah’tan uzaklaştıran sebepler, günah çeşitleri ve cezaları
işlenir. Dördüncü bâb Salihlerin divanına ayrılmıştır. Beşinci bâb Debbâğ’ın
çelişkili konulara getirdiği açıklamaları içerir. Altıncı bâb terbiye şeyhinin
özelliklerin in anlatıldığı bâb’dır, ayrıca zikrin yararları, esmâ-i hüsnâ ve
hakkında söylenen güzel sözler aktarılır. Yedinci bâb’da şeyhlerin bazılarının
sözlerinin zor anlaşılması, bunlara getirilen açıklamalar, tayy-i zaman, tayy-i
mekân ve bunlar hakkında çeşitli görüşler aktarılır. Sekizinci bâb’da Hz.
Adem’in yaratılışı, Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’den
önce dünyaya gelmesi ve yaratılışındaki güzellik konuları incelenir. Dokuzuncu
bâb fethin tanımını, çeşitlerini, zulmani ve nurânî feth arasındaki farkı,
filozofların durumunu nu içerir. Onuncu bâb berzah âlemi ve sıfatlarının,
rûh’un oradaki konumunun ayrıntılı bir şekilde ele alındığı bölümdür. On
birinci bâb cenneti açıklar. On ikinci ve son bâb ise cehennemi, sıfatlarını,
cehennemde insanlar ve cinlerin durumunu anlatır.
El-İbrîz
hakkında elimizde Türkçe olarak yapılmış çok fazla çalışma yoktur. Genel olarak
İngilizce ve Arapça eserlerde konuya değinilmiştir. Bernd Radke “Sufism in
The 18th Century: An Attempt At a Provisional Appraisa” isimli makalesinde el-İbrîz'in
içeriğinden ve etkisinden övgüyle bahseder.[115]
Başka bir makalesinde ise el-İbrîz’in Arapların son zaman sûfizmi
üzerinde büyük bir etki yaptığını ve üzerinde daha fazla çalışılması gereken
bir eser olduğunu iddia eder.[116] İctihad ve Neo-Sufizm
konularını ele aldığı makalesinde ise el-İbrîz’i Neo-Sufizm’in kutsal
kitabı olarak görür.[117] Radtke’nin bu
kadar övgüsüne karşılık el-İbrîz’e özellikle Türkiye’den çokça eleştiri gelmiştir.
Bu eleştirileri çalışmanın son bölümünde geniş bir şekilde ele almaya
çalışacağız.
El-İbrîz’in
ulaşabildiğimiz ilk baskısı 1316 tarihinde, Mısırda, El - Matbaatu'l Mimniye’de
taş baskı basılmıştır. Kitabın hamişinde Şa’râni(ö. 973/1565)’ye ait “Dürerü’l-
Gavvas âlâ Fetavâ Seyyidi Ali el-Havvas” ve “el-Cevâhir ve
’d-Dürer”isimli eserler bulunur. Günümüze kadar eser Arapça olarak çeşitli
yayın evleri tarafından basılmıştır. Son baskıları 2010’da Beyrut[118] ve Kahire[119]’de
yayınlanmıştır.
Bir yazma
nüsha İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Koleksiyonu, Osman Ergin
Türkçe Yazmaları bölümünde, 42 arşiv numarasıyla rik’a hatlı şekilde bulunur.
Bir diğer Osmanlıca nüsha da Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonunda, 06 Mil Yz
A 5580 arşiv numarasında ve talik hatla yazılmış şekilde bulunur. Fakat bu
yazma, eserin tamamını ihtiva etmez, sadece nübüvvetin vasıfları ve huruf-u
mukatta„a kısmı tercüme edilmiştir.
Eserin
İngilizce çevirisini John O’Kane ve Bernd Radtke, Pure Gold From The Words
Of Sayyidî ‘abd al-Azîz al-Dabbâgh[120]ismiyle basmışlardır.
Fransızca
tercümesini ise Zakia Zouanat 2001 yılında Paroles d’or: Kitâb al-İbrîz
ismiyle yayınlamıştır.[121]
Eserin
Abdullah Arığ, H.Mehmet Yeniler[122] ve Celal Yıldırım[123] tarafından
neşredilen Türkçe baskıları mevcuttur. Abdullah Arığ tercümesi tek cilttir,
kitabın tamamı değil bazı bölümleri çevrilmiştir. Kitabın ön sözünde Mehmet
Zahit Kotku’nun ismi vardır ama 13.02.1997 tarihli Antalya konuşmasında damadı
ve Mehmet Zahid Kotku’dan sonraki Postnişin olan Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan o
önsözü yazan kişinin Mehmed Zahid Kotku değil Gökhan Evliyâoğlu olduğunu dile
getirir.[124] Celal Yıldırımın yapmış
olduğu tercüme iki ciltten oluşan tam metin tercümesidir. Bu çalışma
hazırlanırken yer yer Celal Yıldırım’ın tercümesinden de faydalanılmıştır.
İKİNCİ
BÖLÜM: ABDÜLAZİZ ED-DEBBÂĞ’IN TASAVVUFİ
GÖRÜŞLERİ
Kur'ân’da
farklı kalıp ve terkiplerle kullanılan “…” kökü geniş bir anlam yelpazesine
sahiptir. Örneğin, “reşed” sadece ahiretle ilgili durumları ifade ederken;
iyilik/salah ve dinde istikamet anlamına gelen “rüşd”, dünya ve ahiretle ilgili
işler /fiiller için kullanılır. [125]Mürşid
sözlükte “doğru/hak yola ileten kimseyi” ifade etmektedir.[126]
Tasavvufta mürşid şeriat, tarîkat ve hakîkat ilimlerinde yüksek dereceye
ulaşmış kimsedir. Sâlikleri iyileştiren onlara şifa verendir.[127] Sırat-ı Müstakimi gösteren,
delaletten önce hak yola iletendir.[128]
Mürşidlik tasavvuf yolunda rütbelerin en yükseğidir, mürşid, Allah’ı
kullara, kulları da Allah’a sevdirmeyi hedefleyen kimsedir.[129]
[130]Debbâğ mürşidi, Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin ahvalini bilen ve O’nun nûruyla sulanan, bu sayede
Resûlullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin izi üzere olan zâttır ki Cenâb-ı Hak ona kemâl
mertebesindeki imanla ve irfan safasıyla yardımda bulunmuştur, diye 134 tanımlamıştır.
Mürid kelimesi
arapça “r-v-d” kökünden türemiştir ve “ravd (w)”, talep anlamına gelmektedir.
Aynı kökten türeyen irade kelimesi sözlükte, isteme/dilemeyi (meşiet) ifade
etmektedir.[131]Tasavvufta: Nefsini dünya
nimetlerinden alıkoyan kimseye denir. Korku ve ümit arasında amel eden, kalbi
Allahtan başka her şeyden ölmüş olan kimsedir. [132]Keşf
mertebesine ulaşmadan önce riyazet ve mücâhede ile meşgul olandır.[133]
İnsan-ı kâmil
olma yolunda en önemli iki unsur bu ikisi yani mürid ve mürşiddir. Mürid olmak
isteyen kimse mürşidini bulur ve bu yolda ilerler. İsteyen herkesin bu yola
girmesi, mürid olması mümkün müdür, sorusuna Debbâğ; “bu bir kabiliyet
meselesidir, buna kabiliyeti olanların girmesi gerekir” diye cevap verir. Bu
yola girecek kişi düşüncesine bakmalı, yönü daha çok nereye meyilliyse oraya
gitmelidir. Yani kimin düşüncesinde Allah sevgisi, O’na doğru meyletme ve O’nun
celâl ve kibriyâsından korkup O’nun yüce azamet ve saltanatını iki kaşın
arasında bulundurma gücü üstün geliyorsa o mürid olmaya meyillidir[134]. Debbâğ bu durumu şu örnekle
açıklar:
Bir çocuk
topluluğunu gözlemleyen kimse hangi çocuk neye kabiliyetli yaratılmışsa onu
kavramadaki yeteneğinin üstün olduğunu görür. Mesela: Kader çizgisinde o
çocuklardan birinin kâtip olması mukadderdir, biri hacamatla kan almak, diğeri
polis olmak üzere kader çizgisine yazılmış ve bu yetenekle yaratılmıştır.
İlk çocuğa
kalemi nasıl tutacağını gösterirseniz basit bir çabayla bunu kavrar, ama
hacamat için ustura nasıl tutulur, bıçak nasıl asılır bilemez.
İkinci çocuk
usturanın nasıl kullanılacağını basit bir uyarıyla kavrar, ama bıçağın nasıl
tutulacağını, kalemin nasıl kullanılacağını sık sık tembih etseniz de
anlayamaz.
Üçüncü çocuk
ise bıçak nasıl asılır gösterirseniz hemen kavrar, fakat diğer çocukların
yaptığı ustura tutma ve kalem tutma işlerini beceremez. Çünkü her bir çocuk ne
için yaratılmışsa ona doğru kabiliyet taşır, yaptığı o şey ona kolay gelir.
Bu örnekler
gibi, kafası ticarete çalışan bir çocuğu babası ziraate yönlendirmeye çalışsa o
konuda çocuktan başarı elde edemez. Çünkü kabiliyeti ziraat için elverişli
yaratılmamıştır. Ama onu ticaret alanında çalıştıracak olsa en üst düzeyde
verim sağlar. Her şeyin kabiliyeti o şey üzerindeki düşüncenin ağırlığına göre
sağlanmıştır. Herkes kendi kafasındaki fikri en iyi şekilde bilir. İnsanı
başarıya ulaştıran ise Allah’tır.[135]
Mürid olmaya
kabiliyeti olduğunu anlayan kişi öncelikle kendisine bir mürşid bulmalıdır.
Mürşid ararken onun gerçekten mürşidi kâmil olup olmadığına bakılmalı ve sonra
intisab edilmelidir. Abdülaziz ed-Debbâğ mürşidin görevinin irşad, müride doğru
yolu göstermek, müridin gönlündeki korku ve endişeleri gidermek olduğunu
söyler. Müridin İnsan-ı kâmil olabilmek için çıktığı yolda mürşid ona yardımcı
olur. Müride fethler vâki olduktan sonra onun doğru yoldan sapmaması için yol
gösterir.[136]
Mürid seyr-u
sülûk yolunda ilerledikçe hem nefsinin, hem de şeytanın hilelerine maruz kalır.
Müridin azmi arttıkça, karşılaştığı tuzaklar da çetinleşir. Bu yolun tehlikesi
bilindiği için, daha önceden bu yoldan geçmiş olan birisinin müride rehberlik
yapması zorunlu görülmüştür. Bayezîd-i Bistâmî “ Şeyhi olmayanın şeyhi
şeytandır”[137] sözünü bu konuyla bağlantılı
olarak dile geçirmiştir. Eğer kişi bu çetrefilli yolda rehbersiz yürümeye
çalışırsa, şeytanın tuzaklarına kanması çok kolaydır.
Tasavvuf
yolunda görevleri yerine getirmekte rehber olacak bir mürşid bulmak mürid
açısından önem arz eder. Mürid aramalarının sonucunda mürşide ulaştığı vakit
onun aradığı kimse olduğunu anlar. Debbâğ’a göre mürid ve mürşidin ruhları
elest bezminde tanışmış ve aşinalık kazanmıştır.[138]
Mürid eğer asıl şeyhine değil de başka bir mürşide gitse ilerleyen vakitte asıl
mürşidi karşısına çıktığı zaman onu tanır ve ona döner. Debbâğ buna da bir
örnek getirir:
Babasıyla
küçük bir çocuğu düşünün Allah bu ikisini ayırır. Başka bir adam o çocuğu bulup
yanına alır. Onu terbiye edip büyütür. Böylece o çocuk büyüdükten sonra da
kendisini terbiye eden başka bir adam olmadığını görür ve bu yönde düşünür.
Kendisini yetiştiren bu adama “baba” der ve bütün sıcaklığıyla ona sarılır.
Başka birçocuk hakiki babasına nasıl ilgi gösterirse o da öyle ilgi içinde
bulunur.
Çocuk adamın
yanında yedi yıla yakın bir zaman kalır. Sonra o çocuğun asıl babası gelir.
Çocuğun büyüdüğü evin avlusunda bir saat boyunca çocuğa bakar ve sonra ayrılır.
Çocuğun bütün
damarları asıl babasıyla ilgilenmeye başlar. Babası sandığı diğer adama karşı
olan sevgisi içinden silinir. Artık hiç kimse babası için kalbinde ayırdığı
yere giremez.
Ahmed b.
Mübarek bu örnekten sonra “Müridler hamam taslarına benzerler, kim önce kaparsa
tas onun olur.” sözünü hatırlatır.[139]
Yani elest bezminde mürid hangi mürşidle tanışmışsa onun asıl mürşidi elest
bezminde tanıştığı o kimsedir.
Mevlâna ve
Şems’in elest bezminde tanışması da burada bir örnek olarak zikredilebilir:
Mevlâna bir gün kendisine melekût âleminin yollarının açıldığını ve miraç
etmenin nasip olduğunu söylemiştir. Dördüncü kat göğe geldiğinide oranın
karanlık olduğunu görmüş ve o makamın sakinlerinden bunun sebebini sormuştur.
Onlar da: “Bizim güneşimiz fakirler sultanı Şems-i Tebrizî’yi ziyarete gittiği
için karanlıkta kaldık” demişlerdir. Mevlâna oradan ayrılıp, tekrar döndüğünde
büyük güneşsin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüğünü
belirtmiştir.[140]
Mürid
mürşidini bulduğu zaman tasavvuf yolunda onun her dediğini yapmalı, sözünden
çıkmamalıdır. Bu da ancak sevgi ve muhabbetle olur. Debbâğmüridin mürşide karşı
sevgisinin yüksek derecelere çıkabileceğini söyler ve şu örneği verir:
Kasaplardan
birinin çok sevdiği oğlu ölmüştü. Zihni sürekli oğluyla meşgul oluyordu. Bir
gün o kasap biraz koyun, keçi almak için Bâb-ı Fütûh[141]
denilen kapıya gitti. Tam bu esnada aklında yine oğlu dolaşmaya başladı.
Bu halde dolanırken oğlunu apaçık bir şekilde karşısında buldu. Oğlu ona doğru
eğilip yanında durdu. Bundan sonrasını kasap şöyle anlattı:
Oğlumla
konuştum, evlâdım, dedim, şu satın aldığım koyunu tut, bir başka koyun daha
satın alayım. Az bir zaman hissimden ayrılır gibi olmuştum, derken yakınımda
bulunan kimseler bana bakarak “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordular. Bunun
üzerine tekrar hissime döndüm ve oğlum da ortadan yok oluverdi. Oğluma karşı
içimde duyduğum vecd ve heyacanı ancak Allah bilir. O çok mukaddes ve çok
yücedir.[142]
Tasavvuf
yolunda mürşid sevgiye en layık kişidir öyle ki şeyh baba gibidir. Neticede
baba ulvî ruhlar âleminden süflî dünya âlemine gelmemize sebep olan zâttır.
Mürşitler ise bu dünya âleminden ahiret âlemine çocuğundoğmasına vesile olan
manevi babadır. Böyle olunca, onların hakkı hiç mi hiç ödenmez.[143] Bu sebepten sevgiye ve
muhabbete fazlasıyla layıktırlar.
Debbâğ
muhabbetin farklı seviyelere çıkabileceğini belirtir ama dikkatli olunması
gerektiğini bu muhabbetin yararı olduğu gibi zararının da olabileceğini söyler.[144]
şeyhini çok
seven bir müridden bahseder. Bu mürid şeyhini o kadar çok sevmektedir ki bir an
olsun onun hissinden ayrı kalamaz. Şeyh evde bir işle meşgul olsa onu bilir,
şeyh evinde kızına “Fatıma” diye bağırsa o da evinde “Fatıma” diye bağırır,
Şeyh başına sarığını doladığı zaman mürid de evde başına ona benzer bir şey
dolar.[145]
Bu şuna
benzemektedir. Bir adam güzel bir kıza âşık olsa, onun sevgisiyle öyle bir hale
bürünse ki birisi sevgilisinin adıyla seslense, mesela “Fatıma” dese o adam
dönüp buyur demez mi? Debbâğ kendisinin de böyle bir olaya şahit olduğunu
sevgilisinin adı çağırılınca, âşığın “evet” dediğini dile getirir ve ekler
“Böyle gayr-i ciddî hususlarda muhabbet bu ölçüye varırsa, ya ciddî hususlarda
nasıl olur?”[146]
Nitekim meşhur
aşk efsanelerinin karakterleri Leylâ ile Mecnûn, Ferhat ile Şirin, Kerem ile
Aslı herkes tarafından bilinmektedir. Leylânın aşkıyla çöllere düşen Mecnun,
Şirin’in aşkıyla dağları delen Ferhat kimse tarafından yadırganmazken,
kendisini Allah’a yaklaştırmak için rehberlik eden bir şeyhe müridin duymuş
olduğu sevgi nasıl yadırganabilir.
Ariflerden
bazıları “Şeyh müridiyle beraber müridin zâtında sâkin olur” sözünün
açıklamasınıDebbâğ’a sormuşlar, o da şu cevabı vermiştir: “Bu doğrudur. Çünkü
müridin sevgisi kuvvetlendikçe şeyhini kendine doğru çeker, öyle ki belirtilen
hal üzere olurlar. Böylece müridin zâtı şeyhinin meskeni olur. Herkes kendi
meskenini süsler. Yani şeyh müridin zâtında sâkin olunca, tesiri onda belirgin
hale gelir.[147]
Bu gebe kadın
örneğiyle de açıklanabilir. Mürid şeyhini kemâl ölçüsünde sevince şeyh onun
zâtında karar kılar. Bu şekilde mürid gebe bir kadına benzer. Gebe kadın bazen
sağlıklı bir şekilde ayını tamamlayıp doğumunu yapar. Bazen de anormal bir şey
olur ve çocuğu düşürebilir. Bazen de bu düşükten sonra kendini kaybedip tekrar
ayılabilir. Ama bu ayılma bazen bir ay, bazen bir yıl veya daha fazla bir zaman
sonra olabilir. Müridin durumu da buna benzer. O şeyhini içinde taşıdıkça bazen
muhabbeti katıksız ve devamlı olur, böylece şeyhin emri müridin zâtında zâhir
olur ve bu hal kendisine fetih yapılıncaya kadar böylece sürüp gider. Bazen de
şeyhine olan muhabbeti başta sağlam iken sonraları kesintiye uğrar, bu
kopukluğun sebebi de bir takım engellerdir. Bu engellerden dolayı müridin şeyhi
hakkında düşüncesi değişir ve şeyhin mürid üzerindeki sırları kesilir.[148]
Mürşid
müridini iyi tanımalıdır ki ona göre uygulamalarda bulunsun. Debbâğ mürid ve
mürşidin birbirinden bir şey gizlememesini tembih etmiştir. Ahmed b. Mübarek
bir gün şeyhinin uzunca bir süre kendisiyle ilgili her şeyi müridine
anlattığını ve müridlerinden kendisine her şeyi anlatmalarını istediğini
söyler. İşledikleri günahları bile söylemeleri gerektiğini dile getirir.
Karşılıklı sohbet eden dostların birbirinden bir şey gizlememeleri gerektiği
görüşünü savunur.[149] [150]
Debbâğ’ın bu
görüşü eleştirilebilir. Bazı âlimler kişinin işlediği günahları gizlemesi
gerektiğini belirtmiştir. Nitekim Buhârî’de geçen bir kutsi hadiste Allah’ın
kıyamet günü günahlarını gizleyen kula “Ey kulum! Günahlarını dünyada
halktan gizlemiştin; şimdi de onları bağışlıyorum”15 diyeceği
nakledilmiştir.
Müridi tanıyan
şeyh onu kendi usullerince terbiye eder. Terbiyeden maksat, zâtı durulamak ve
onu bönlükten ve gevşeklikten temizlemektir. Sırrı taşıyacak duruma getirip,
kemal mertebesine eriştirmektir.[151]Mürşid
bu terbiyeyi sohbetlerle, vird ve zikirlerle yapar. Mürid sohbetlerde susmalı,
güzel söz bile söylememeli tamamen kendisini mürşidine vermelidir. Debbâğ bu
konuyu da bir örnekle açıklar: Müridin mürşid huzurundaki durumu, deniz
kenarında durup rızkının kendisine gönderilmesini bekleyen kimsenin hali gibi
olmalıdır. Oltasını denize atan kimse bütün dikkat ve sükûnetiyle oltasına
gelecek balığı bekler. Mürşid de kulağını şeyhine verir, onun sözlerinden
rızıklanmaya çalışır; irade ve isteğini kullanarak sözlerden daha fazla
yararlanmaya gayret eder.[152] [153]
Sohbete
giderken imkân varsa gusül abdesti, yoksa taze namaz abdesti alınmalıdır. İzin
isteyerek içeri girilmeli ve girdikten sonra sebepsiz yere şeyhin yüzüne
bakılmamalıdır. Sohbet bittikten sonra fazla beklenilmeden edeple dışarı 157 çıkılmalıdır.
Her mürşidin
terbiye metodu farklı olabilir. Ahmed b. Mübarek Debbâğ’ın terbiye metodu
hakkında şunları söyler: Şeyh hazretleri seni kötü bir hal üzerinde görse, bu
hal kötüdür onu terk et demez, fakat seni ondan uzaklaştırmak için, dolaylı
yoldan seni o şeyden soğutur. Her şeye rağmen o kötü yolu terk etmezsen, sana
şefkat ve merhamet gösterir, bulunduğun durumu önce sana biraz güzel gösterir,
sonrada yavaş yavaş seni evirip çevirir, bir de bakarsın ki daha önce üzerinde
bulunmadığın bir hal üzere bulunuyorsun.[154]
Zikir sözlükte
(bir şeyi) koruma, muhafaza etme (hıfz) anlamına gelmektedir. Zikir, aynı
zamanda “bir şeyin dilde dolaşması”nı ifade etmektedir.[155]
Tasavvufta bir şeyi anmak hatırlamak anlamına gelir.[156]
Tasavvufta Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan
kurtuluş anlamında kullanılır.[157] Sehl b. Abdullah: zikir,
ilmin ortaya koyduğu Allah’ın seni müşâhede etmekte olduğu gerçeğini anlaman,
senin de kalbinle O’nu kendine yakın olarak görüp O’ndan hayâ etmen, sonra onu
gerçek manada nefsine tercih etmendir, demiştir.[158]
Debbâğ’a göre
zikir zâtı temizleyen şeydir. Ona göre zikrin zât üzerinde ibadetten daha çok
ağırlığı vardır. Burada kastedilen zât habis olan zâttır. Habis olan zât
karanlık suyuyla sulanmıştır. Zikir ise ona nûr şerbetini içirir; ama içindeki
karanlıktan dolayı zât o nûru kabul etmez. Karanlık zâtı asıl tabiatından
döndürmek, onu yoldan çıkarmak için çaba gösterir. Debbâğ bunu bir kadını erkek
tabiatına veya bir erkeği kadın tabiatına sokma gayretine benzetir. Ama ibadet
bu şekilde değildir. O daha çok zâtın dış kısmının meşguliyetidir.Debbâğ bunu
da keser ve balta ile hizmete benzetir. Bunda meydana gelen ağırlık sadece zâtın
duyduğu yorgunluk ve bitkinliktir.[159]
Allah (c.c.)
Kur’an-ı Kerîm’de “Ey iman edenler! Allah’ı çokça anın (zikredin). O’nu, sabah
akşam tesbih edin.” buyurarak kendisinin zikredilmesini emretmiştir.”[160] Başka bir ayette ise
“(Resûlüm!) Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı da dosdoğru/gereğine uygun
olarak kıl. Çünkü namaz hayâsızlıktan/utanmazlıktan ve kötü sayılan şey(ler)den
alıkoyar. Allah’ın zikri (namaz) elbette ibadetlerin en büyüğüdür. Allah
yaptıklarınızı bilir”[161] buyurarak namazın
hedefinin zikir olduğunu ifade etmiştir.[162]
Kişi zikrini
tek başına yapabilir, bunun yanı sıra tasavvufta toplu olarak yapılan zikir
meclisleri de mevcuttur. Bu meclisler her tarîkatte aynı değildir. Bu zikirler
Kuûdî, Kıyâmî, Hafî, Cehrî olabilir. Yapılış tarzına göre farklı isimler
alabilirler.
Bu zikirlerden
yapılış tarzına göre en fazla dikkat çekeni Cehrî ve Kıyâmî zikirlerdir. Zikrin
cehrî yapılmasını bazı âlimler uygun görmemiştir. Gerekçelerine delil olarak
ise: “Rabbini, içinden yalvararak, korkarak, yüksek olmayan (hafif) bir sesle
sabah ve akşam zikret/an, gafillerden olma!”[163]
âyetini ve Ebû Musa el-Eş’ari’den rivayet edilen “ Biz bir gazve’de Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
beraberdik. Ne aşağı ne de yukarı ilerliyorduk. Sadece sesimizi yükselterek tekbir
getiriyorduk. Bu esnada Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize yaklaştı ve “ Ey insanlar, kendinize
acıyınız. Siz sağır veya yok olana dua etmiyorsunuz. Sizin dua ettiğiniz
varlık, size binitinizin boynundan daha yakındır”[164]
hadisini öne sürmüşlerdir.
Bir kısım
ulemâ da cehrî zikrin yasak olmadığı aksine faziletli olduğunu savunmuştur.
Onlar da görüşlerine delil olarak: Ebû Hureyre’den nakledilen “Allah Teâla
buyurdu: Ben kulumun hakkımdaki zannı üzereyim. Beni andığında onunla beraber
olurum. O beni içinde anarsa ben de onu içimde anarım. O beni bir toplulukta
anarsa, ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir
karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben
ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim”
hadisini sunmuşlardır.[165]
Cehrî zikir
genelde sağa sola ya da öne arkaya doğru hareketler yapılarak icra edilir. Bu
hareketlere Debbâğ ve onu gibi düşünen kimseler tarafından eleştirel bir gözle
bakılmıştır. Debbâğ zikrederken vecde gelip sallanmanın sahâbe, tâbiîn ve
tebe-i tâbiîn devirlerinde olmadığını, daha sonra bu tür hareketler çıktığını
söyler. Sebebini ise şöyle açıklar: “Allahın kendisine fetih yapılan velî
kullarından dört ya da beş zât bazen melekleri bazen de Allah’ın meleklerden
olmayan kullarını zikrederken görüyorlardı. Meleklerden bazısı hem diliyle, hem
zâtiyle zikirde bulunuyor, zâtları bu sebeple sağa sola sallanıyor, öne arkaya
doğru harekette bulunuyordu. İşte bu beş velîden biri melekleri bu hal üzere
görünce hayret etmişti ve zâtı da bu durumdan üzüntü duyuyordu. Sonra da zâtı
meleğin zâtı gibi hareket etmeye başlıyor ve vecd keyfiyeti böylece zahirî bir
hareketle belirgin hale geliyordu. Ne var ki velînin zâtı meleğin zâtını bu
hususta kopya ederken kendisinden meydana gelen bu tür hareket ve sallantıları
fark etmiyordu. Çünkü bu sırada Hakk’ın müşâhedesinde gark olmuş bir hali
vardı. Hiç şüphe yok ki durumu böyle olan kimseler zayıftır. Yani kendini bu
halden kurtarabilecek kuvveti yoktur. Velînin durumunu gören mürid ve
arkadaşları onun gibi hareket etmeye başladılar. Böylece velînin zâtı
meleklerin zatına, müridlerin zâtı da şeyhlerinin zâtına uydular. Dış görünüşe
kapılıp bazı hareketler yaptılar. Sıdk ve bâtın ehlinden olan o velîler vefat
edince, dış görünüşe bağlı kalanlar zikir halinde o hareketleri yapmaya devam
etti. Bir kısmı da bu hareketlere bir ahenk katarak bir takım âletler kattılar;
bu konuda hayli külfete girip ayin şekilleri meydana getirdiler. Sonra gelen
her kuşak öncekileri örnek alarak devam etti. Ben iyice bildim ki bu tür
hareketlerin sebebi şeyhlerdeki zayıflıktır. Yâni o ilk beş velînin zâfa
uğraması neticesi dış görünüşlerini disipline etmeyi gerektirmedi.”[166]
Kişi zikir
esnasında bu tür hareketlerin yanı sıra farklı tecrübeler de yaşayabilir.
Mesela bir gün salihlerden bir zâtın zikir meclisinde renginin değiştiği,
durumunun farklılaştığı görülmüş ve kendisine bunun sebebi sorulmuş; O zât “
Bilmiş olun ki aranızda Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bulunuyor.” demiştir. Debbâğ o
adamın Rasûlullah’ı fikrî müşâhedeyle gördüğünü söyler. Bu tür müşâhedeyi
Rasûlullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
efendimizle ilgisini ancak kemâl mertebesine yükselten kişininsağlayabileceğini
belirtir.[167]
Dilin
zikrinden başka zâtında zikri olduğunu belirten Debbâğ bu zikirlerden en
ağırının ism-i a’zâm olduğunu ifade eder. Ona göre İsmi a’zâm yüz ismi
tamamlayan bir isimdir, doksan dokuz isme dâhil değildir. Ama bu en büyük ismin
manasının çoğu doksan dokuz isimde vardır. Bakır kaptan gelen tınn sesi gibi
bir sesin zâttan geldiği duyulur. Böyle bir zikir zâta çok ağır gelir. Zât
günde en fazla bir ya da iki kere bu ismi zikretmeye güç yetirebilir. Bunun
sebebi ise ism-i a’zâm ile zikrin tam bir müşâhede gerektirmesinden dolayıdır.
Zât bu ismi anmaya başlayınca bütün âlemi bir heybet ve celâlin kapladığını
belirten Debbâğ, varlık âleminin bu ismin heybetinden korktuğunu, bu ismi
zikretme kuvvetinin İsa (a.s.) peygamberde olduğunu ve günde on dört kere bu
zikri yaptığını belirtir.[168]
“Bir yere
varmak, ulaşmak” anlamına gelen “v-r-d” kökünden türeyen “vird”, sözlükte
“suyun kaynağı”, “Kur’an tilavetinden bir bölüm “ ve “sıtma hastalığının
isimlerinde biri” olmak üzere farklı anlamları ifade etmektedir.[169] Tasavvufî
ıstılahta vird düzenli bir şekilde belli zamanlarda okunmak üzere ayet, hadis
ve esmâlardan derlenmiş olan dualara verilen isimdir. Çoğulu “evrâd”dır. Her
tarîkatın kendi evrâdı vardır. Evrâd toplu veya ferdî olarak, yüksek veya alçak
sesle okunabilir. [170]Bunların yanı sıra vird nafile
namaz kılma, tefekkür ve ağlama anlamlarında da kullanılmıştır.[171] Nasrabâzî (Ö.367/978)
tasavvufun aslını maddeler halinde sayarken virdin de bu maddelerden birisi
olduğunu belirtmiştir. [172]Sûfîler günlük hayatlarında
hatta yolculukta bile evrâdlarını terk etmemeye özen göstermişlerdir. Nitekim
Cüneyd Bağdâdî’nin (ö. 297/909) ölüm döşeğinde bile virdini bırakmadığı
bilinmektedir.[173]
Debbâğ virdini
Seyyid Ali b. Harzehemin (ö.559/1164) türbesindeyken Hızır’dan almıştır.[174] Virdi aldıktan sonra Seyyid
Ömer b. Muhammed el- Hevârî’ye virdin yararlarını sorduğunu ve onun da
kendisine bunları izah ettiğini nakletmiştir. O yararlar şunlardır: Allah bu
ümmeti tertemiz bir şeriatla korumuştur. Bu şeriat zahiren yerine getirilirse
bâtında imanı korur. Sadık olan şeyh hakkın müşâhedesiyle doludur. O kadar ki
mürid şeyhiyle karşılaşmadan önce “Lâ ilâhe illallah” dese bunu dili söyler,
kalbi bu durumdan gafildir. Şeyh ise bu kelimeyi bâtınıyla söyler. Bunu
müridine telkin ettiği zaman şeyhin durumu müridine yansır ve mürid sürekli
ilerler. Bu durum şeyhinin makamına yükselene kadar devam eder. Seyyid Ömer bu
durumu şu örnekle açıklamıştır: Bir zamanlar ünlü bir hükümdarın çok sevdiği
bir oğlu varmış. Çocuk ağır bir hastalığa yakalanmış. Hükümdar bütün doktorları
etrafına toplayıp hasta olan oğlunu tedavi etmelerini aksi takdirde çok ağır
şekilde cezalandırılacaklarını söylemiş. Doktorlar bütün bildiklerini ortaya
koymuşlar ve en son çocuğun et yememesine karar vermişler. Ama çocuk inatla et
yemeye devam edeceğini söyleyip onların teklifini reddetmiş. Doktorlar hem
çocuğun durumuna üzülmüş hem de kendileri için endişe etmeye başlamışlar.
Doktorlar bir kez daha gidip çocuğa et yememesi konusunda uyarıda bulunmuşlar
ama bu sadece çocuğun inadını kuvvetlendirmiş. Doktorlardan birisi oradan
ayrılmış güzel bir boy abdesti alıp Allaha yalvarmış, yakarmış. Çocuk iyileşene
kadar et yememeye niyet edip çocuğun yanına gitmiş ve “Ey sevgili veliaht, et
size zararlıdır, onu iyileşinceye kadar yememelisiniz” deyince çocuk hiç itiraz
etmeden bunu kabul etmiş ve çok geçmeden de sağlığına kavuşmuş. Diğer doktorlar
bu işe bir anlam verememiş ve durumun aslını o doktora sormuşlar, doktor da
olan biteni onlara anlatmış.
İşte böyle
irfan ehli kimseler, perde ardında kalan kimselere nazar ettiklerinde
aralarında kendi sırlarını taşımaya güç yetirebilen tertemiz bir zât görürler.
Sonra da terbiye, zikri telkin ve benzeri hususlarda hep onunla birlikte
olurlar. Sırrı kaldırmaya güç yetiren bu zât aslında şeyhin maksudu ve
muradıdır.[175] [176]
Konuya açıklık
getirmesi bakımından bir başka hikâye de şu şekilde nakledilmiştir. Eski
zamanlarda bir köle kendisinin hürriyetine kavuşturulması için hayır ehli
kişilerden yardım istemişti. Aradan bir sene geçmesine rağmen başvurduğu o
hayır sahibi kişi köleye bir cevap vermemişti. Sonra bir gün bu hayır sahibi
kimse ve köle, kölenin efendisinin yanına gittiler ve hayır sahibi kişi kölenin
hürriyetine kavuşturulmasını istedi. Kölenin efendisi hiç ikiletmeden köleyi
âzâd etti. Köle bu durumdan fazlasıyla memnun kaldı ama aklında bir soru vardı.
Hayır sahibi kişiye dönüp kendisinin bir sene önce de âzâd edilebileceğini ama
hayır sahibi olan o kişinin neden bu kadar beklediğini sordu. O zât “biz
kendimiz bir işi yapmadan başkasına gel şunu yap demeyiz” dedi. Sen bana
geldiğinde yanımda âzâd edecek bir kölem yoktu bir yıl boyunca para biriktirdim
ve bir köle aldım, sonra da onu âzâd edip efendine geldim. Eğer ben bunu
yapmasaydım efendinin beni kabul edeceğini sanmıyordum dedi.[177]
Virdin ayet,
hadis ve esmâdan olabileceğine dikkat çekmiştik. Debbâğ ilâhî isimleri vird
edinme konusunda özellikle bir noktaya değinir. Eğer vird ârif bir şeyhten
alınmışsa bunun kişiye zarar vermeyeceğini, ârif olmayan bir şeyhten alındıysa
kişiye zarar vereceğini belirtir. Esmâ-i Hüsnâ’nın Hakk’ın nurlarından iki tane
nuru bulunduğunu, kişi bir ismini anmak istediğinde, eğer o ismin nuru
beraberinde bulunuyorsa onunla zikretmesi kişiye zarar vermeyeceğini, eğer o
isimle beraber nuru bulunmuyorsa, şeytanın da hazır olacağını ve o kula zarar vermeye
sebep hazırlayacağını söyler. Çünkü isimin nûru kul ile şeytan arasında bir
perde vazifesi görmektedir.[178]
Şeyh ârif bir
zât olursa müridine bir isim verdiği zaman onu nuruyla beraber verir ki bu nur
kul ve şeytan arasında bir perde olur. Bu durumda şeytanın bir zararı olmaz.
Bunun yararı ise şeyhin esmâyı verirken olan niyetine göredir. Dünyaya erişme
niyetiyle verilmişse mürid ona ulaşır. Ahiret niyetiyle verilmişse ahirete
ulaşılır. Ma’rifet-i İlâhiye niyetiyle verilmişse de ona ulaşılır. Bunun aksine
ismi veren zât kendisi perde ardında kalmışlardansa, o müride sadece ismi
verebilir, ismin nurunu veremez. Bu durumda da mürid helak olur.[179]
TASAVVUFÎ AHLÂKA DAİR GÖRÜŞLERİ
Kâinatta var
olan her şey bir amaç dâhilinde yaratılmıştır. Başıboş, amaçsız olarak dünyada
varlığını sürdüren hiçbir şey görülemez. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan
insanın da dünyada var oluşu bir gayeye bağlıdır. Bu gayeyi Allah Kur’an-ı
Kerimde “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”[180] ifadesiyle tanımlamıştır.
Dolayısıyla insan olmanın ve yaratana layıkıyla kul olmanın gereği ibadet
etmektir.
Kişi ibadet
ettikçe üzerine Hakk’ın nurunun kapıları açılır ve bâtılın karanlığının
kapılarıkapanır. İbadet etmeyen kimseye ise bâtıl kapıları açılır ve nur
kapıları kapanır. Hem ibadet eden hem de isyanda bulunan kişiye hem hak hem de
bâtıl kapısı açık olur. Bu bağlamda kişi hangi makamda olduğuna dikkat etmeli
ve kendisine hangi kapının açıldığının farkına varmalıdır.[181]
İnsanlar dış
görünüş itibariyle ibadet yapmakla kendilerine nur kapılarının açılacağını
zannetseler de zâhirin ve bâtının bu konuda birbirine uyması gerekir. Bu
itibarla Debbâğ insanları dört kısma ayırır: İlk kısım insanların hem zâhiri
hem de bâtını Allah ile beraberdir. Bunlar Allah katında sevgili olanlardır.[182] [183]
İkinci
kısımdaki insanların zâhiri de bâtını da Allah’tan gayrısıyla beraberdir.
Durumu böyle olanlar yerilmeye layık görülür.
Üçüncü kısım
insanların zâhiri Allah ile beraber olsa da, bâtını Allah’tan başkasıyla
beraberdir. Zâhiri ibâdet ve tâatle meşgulken bâtını gaflet içinde bulunur.
Bunun sebebi ise ibadetinin Allah’a ulaşmamış olmasıdır, o ibadetleri sadece
âdet olarak yapmıştır. Hatta o dereceye varmıştır ki bu ibadetler onun için
sadece bir alışkanlıktan ibarettir, ibadetin asıl gayesi ve manasından
bihaberdir. [184]Bir başka sebep olarak da şunu
söyleyebiliriz: Bu kişi halk arasında ibadetiyle tanınmak veya halkın gözünden
düşmemek için ibadetin ritüellerine azami derecede özen gösterir. Gece ve
gündüz demeden ibadet eder ama bundaki tek gayesi halk içindeki itibarını
yükseltmektir. Bu tarz ibadetler sadece Allah’tan uzaklaşmayı artırır.[185] Debbâğ Allah’ın bu kimseleri
bazen bir velînin etrafında topladığını ve velînin bu kimseleri tedavi etmeye
çalıştığını söyler. Bu tedavi ise onlara zâhiri ibadetlerin bir kısmını
yapmamalarını söylemekle olur. Bu emre uyanlar kurtulur ama içerisinde
hastalığın iyice yer edindiği kimseler ise emre itaatsizlik eder ve bu yüzden
helak olanlardan olur.[186]
Bize göre de
kişiye “ibadet etme!” demek şeriata aykırı bir emirdir. Fakat kişi ibadetini
yukarıda belirtildiği gibi gösteriş ve riya için yapıyorsa, yaptığı o ibadet
kendisine sevap kazandırmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerîm de “Vay haline! (Şöyle)
namaz kılanların ki onlar, namazlarından (onun öneminden, gayesinden ve
vaktinin geçtiğinden) gafildirler. Hem de onlar, gösterişçidirler.(İyi tanınmak
veya çıkar sağlamak için namaz kılarlar)191 buyrulmaktadır.
Debbâğ’ın
burada yasaklanabilir dediği “bazı ibadetler”den kastettiği şey nafile ibadetler
olmalıdır. Farz ibadetler için böyle bir emir geçerli değildir. Mürşid müride
nafile ibadeti ertelemesini söyleyebilir. Mürid de yola çıkarken zaten o
kimsenin hakiki şeyh olduğunu biliyorsa, onun şeriata aykırı emirde
bulunmayacağını bilir ve şeyhin sözlerine uyar.
Debbâğ
ibadetin sırf Allah için olabilme şartının ondan mükâfat ve sevap beklememeye
bağlı olduğunu bildirir. Eğer kişi karşılık bekleyerek bir ibadet yaparsa araya
vesvese girer ve kendi kendine acaba yaptığım ibadeti Allah kabul etti mi,
etmedi mi? Kabul edecek mi, etmeyecek mi? diye sormaya başlar. Sadaka vermişse
acaba verdiğim kişi buna ehil mi, eğer ehilse belki orada ondan daha ehil
olanlar bulunabilirdi, belki Allah’a onu kabul etmede daha yakın ve müstahak
sayılanlar çıkabilirdi diye düşünür. Debbâğ içerisinde bu şekilde bir vesvese
olan ibadette Allah’ın hiçbir payı olmadığını iddia eder. Ona göre Allah 192 için yapılan bir amele
şeytanın yaklaşamaz.
Debbâğ’a göre
kişinin sadakayı Allah’a yaklaşmak kastıyla vermesi, karşılık bekleyerek
yapılmış olacağından sakıncalıdır.[187]
[188] Bu konuyla alakalı Debbâğ
şöyle bir menkıbe anlatır:
“Salihlerden
güzel yüzlü bir derviş vardı. Kış günü üzerinde onu soğuktan koruyacak bir
elbisesi yoktu. Bu durum beni düşündürüyordu. Ona karşı derin bir şefkat ve
merhamet hissi taşıyordum. Çok zaman halk ona elbiseler verdi ama bazı kimseler
gelip o elbiseleri çaldılar. Bir gün bir elbise alıp ona gittim, maksadım onu
soğuktan korumaktı. Genelde bir tahıl değirmeninin etrafında olurdu. Kendisini
orada buldum ve konuştum. Giymesi için ona elbiseyi verdim ama kabul etmedi.
Ben o elbiseyi Allah bir hacetimi yerine getirsin diye ona sadaka olarak
vermiştim ama bu niyetimi Allah’tan başka bilen yoktu. Elbiseyi kabul etsin
diye hayli dil döktüm ama ısrarla kabul etmek istemedi ve bana:
-Şu hacetin
yerine getirilmesi için verilen bir sadakayı kabul edemem dedi ve o hacetimi
söyledi. Sonra da ben ancak sırf Allah için verilen bir elbiseyi giyerim diye
ilave etti. Elbiseyi onun yakınına bırakıp ayrıldım. Değirmenciye o elbiseyi
dervişe giydirmesini vasiyet ettim. Aradan günler geçtiği halde o elbiseyi
giymediğini öğrendim. Bu bir mahlûk iken Allah’tan başkası için olan bir şeyi
kabul etmiyorsa, ya Allah kendisinden başkası için bir niyete bağlı olan ameli
nasıl kabul eder?”[189]
Râbiatu’l-Adeviyye
(ö.185/801) Allah’a şu şekilde münâcâtta bulunmuştur: “ Rabbim! Eğer
cehennemden korktuğum için sana tapıyorsam beni cehenneme at ve orada yak! Eğer
cennete girme emeliyle ibadet ediyorsam cennete girmeyi bana haram kıl! Yok
eğer yalnızca senin için sana tapıyorsam o zaman da bâki olan cemâlini benden
esirgeme!”[190]
Bir başka
örnek olarak da Debbâğ amellerine güvenen âbidi gösterir. Bu âbid ölümünün
yaklaştığını anlayınca Allah’ın huzuruna çıkmaktan, geçmişte yaptığı amellerden
çok korkar. Daha sonra işlediği ameller aklına gelir ve gönlü ferahlar. Allah
âbidin bu düşüncesine göre onu amellerinden soyar ve âbid bu şekilde ölür.[191] Debbâğ, amelin sırf Allah
için yapılması ve sevap olarak bile bir karşılık beklenilmemesi gerektiğini
söyler.
Debbâğ’ın
düşüncesinde halis ibâdetin tanımı âriflerin ibadetinde gizlidir. Ârif:
Allah’ın kendi zatını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği
kimsedir. [192]Âlimden farkı ilmi, bir
çalışma neticesinde değil de, irfan ve ilham sayesinde elde etmesidir.[193]
Ârifler sadece
Allah için ibadet ederler, sırf O’na olan saygı, ta’zim, huzurunda eğilme duygu
ve düşüncesi içerisinde ibadetlerini yerine getirirler. Çünkü ârifler bilir ki
bütün ömrünü ibadetle geçirse bile Allah’ın haklarından birini dahi yerine
getiremez. Bu durumda zaten kendi nefisleri için bir ecir bekleyemezler. Ârif
kimseler bilir ki kendilerinden çıkan fiiller Allah tarafındandır. Bu durumda
fiilin Allah’tan olduğunu bilen, o fiil karşısında bir ecir bekleyemez.[194]
Ârifler bu
şuur içerisinde ibadetleri hem zahiren hem de bâtınen hakkıyla yerine getirir.
Mesela ârif namaz kılarken onun sadece zahiri bedeni değil aynı zamanda ruhun
zâtı da onunla birlikte namaz kılar, onunla birlikte rükû’ ve secde yapar. [195]
Debbâğ hem
ruha, hem de zâhiri zâta baktığını namaz kılarken hangisinin yere daha yakın
olduğunu görmek istediğini ancak koruyucu meleğin buna izin vermediğini söyler.[196]
Debbâğ’ın
düşüncesine göre ruhun namazı her durumda kabul olur. Zâhiri namazın meşru’
kılınmasının sebebi ise çoğu insanın ruhî namazı kılamamasından dolayıdır. [197] Bu durumda aklımıza şöyle bir
soru gelebilir. Mademki ruhun namazı her durumda kabul oluyor ve ârifler de
ruhuyla namaz kılabiliyor, o zaman ârif namazın zahirini terk edebilir mi?
Debbâğ’a göre bu imkânsızdır. Çünkü ârif’in zâtı her zaman Peygamber Efendimizi
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) müşâhede
eder ve rûh’u da Cenâb-ı Hak’ı müşâhede eder. Bu iki müşâhede de ona namaz ile
şeriatın esrarı ile emreder. Hem nasıl olur da Resûlullah’ın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) zatının esrarıyla
sulanan bir zât onun yaptığını yapmaz.[198]
Ayrıca âriflerin şeriatın zâhirini de korumaları gerekir.[199]
Kişi ârifler
gibi ibadet yaptığı zaman bunun gerçekten halis ibadetler zümresinde olup
olmadığını anlayabilir mi? Debbâğ’ın sisteminde bu sorunun yanıtı olumludur.
Yapılan her amelin ecri, ecirlerin de nurları vardır. Nurlarında zât ile
bağlantısı bulunmaktadır. Ameller sırf Allah için halis bir şekilde yerine
getirildiğinde onların ecirlerinin nurları zât üzerinde parlamaya başlar ve zât
bunu fark eder. Basîret sahibi kişi bu nur ile amelinin kabul olduğunu ve
sevabının da ne kadara ulaştığını bilir. İnsanların çoğu amellerinin
karşılığının sadece ahirette bilinebileceğini zanneder. Ama Debbâğ’ın
düşüncesinde bu mahcupların yani perde arkasında kalmış olanların düşüncesidir.
Keşfleri açık olan kimseler bu karşılıkları dünyada görür. Ameli salih
olmayanların ise zâtlarına nur yansımaz. Onlar sadece bir yorgunluk
hissederler. Sevap olarak da bir karşılık alamazlar.
Ona göre kişi
bir amel işlediği zaman bunun Salih bir amel olup olmadığını kalbine
danışmalıdır. Eğer onda bir nur ve rahatlama hissederse salih amel olduğuna
kanaat getirir ama eğer bir yorgunluk ve bıkkınlık hissederse bu salih bir amel
değil, sadece boşuna yorgunluktur.[200]
[201]
Ona göre salih
amel işlemenin bir yolu da o amelden maksadın ne olduğunu ve o amelin bâtınî
yönünü bilmektir. Debbâğ kendisine ameller ve ibadetler konusunda sorular
geldikçe bunları yerine göre bâtıni veya zahirî manasıyla açıklar. Mesela Ahmed
b. Mübârek kendisine namazlardaki tekbirlerin anlamlarını sorduğunda şu şekilde
açıklamıştır:
Namazdayken
birinci rekâttaki ilk tekbiri getiren kimse, özellikle Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) birinci yerde ve gökte
olan varlık âlemini, Allah’ın kudret ve azametini de müşâhede eder. Aynı
rekâtta ikinci tekbiri getirdiğinde ikinci yerdeki varlık âlemini, üçüncü
tekbiri getirdiğinde ise üçüncü yerdeki varlık âlemini ve Allah’ın kudretini
müşâhede eder bu durum diğer tekbirlerde de aynen devam eder.[202]
Ona göre
ikinci rekâttaki tekbirlere gelindiğinde ise; birinci tekbirde kişi ilk günde
(âlemin yaratılmasında) yaratılanları görür. İkinci tekbirde ikinci gün
yaratılanları, üçüncü tekbirde üçüncü gün yaratılanları görür ve bu altı tekbir
boyunca da sırasıyla her tekbirde bir âlemi görecek şekilde devam eder.[203]
Müridi Ahmed
b. Mübârek günlük namaz dışında kurban bayramında ilk gün öğle namazından
dördüncü gün sabah namazına kadar getirilen tekbirlerin anlamını da şeyhi
Abdülaziz ed-Debbâğ’a sormuştur. O ise insanın yaratılış aşamalarıyla
tekbirleri açıklamıştır. Birinci tekbirde zâtın nutfe, sonra kan pıhtısı hali
müşâhede edileceğini, ikinci tekbirde, insanın bir şekil alması, kemâl ölçüsünü
bulması, ruhun ona üflenmesi müşâhede edileceğini ve üçüncü tekbirde ise
suretin bozulması, toprağa dönmesinin müşâhede edileceğini bildirmiştir.[204] Geri kalan tekbirlerle ilgili
olarak bir açıklama yapılmamıştır.
Kurban
bayramında getirilen tekbirler Hanefilerde, kurban bayramının arefe günü sabah
namazıyla başlayıp, dördüncü gün ikindi namazıyla bitmektedir[205]. Ahmed b. Mübarek’in
sorusunda ise tekbir bayramın birinci günü öğlen başlayıp, dördüncü gün sabah
namazında bitmektedir. Bu görüş mâlikî mezhebine aittir.[206]
Ahmed b. Mübârek’in bu cümlesinden yola çıkarak Ahmed b. Mübârek ve Abdülaziz
ed-Debbâğ’ın malikî olduğu söylenebilir. Nitekim tabakat kitaplarında Ahmed b.
Mübârek malikî fakihi olarak zikredilmektedir.[207]
Debbâğ
ibadetlerle ilgili bu batınî açıklamaların yanı sıra zahirî olarak da fıkhî
hükümler vermiştir.[208] Ahmed b. Mübârek önde gelen
usûlcülerin kitaplarını da okuduğunu ve Debbâğla ancak bunları okuduktan sonra
konuşabildiğini söyler. Bu eserleri ise şu şekilde sıralar; İmamülharemeyn’in Burhan,
İmam Gazalî’nin el-Mustasfa, İmam Ebû Velid’in Fusûl, İmam Ali
bin İsmail’in Şerh-i Burhan, İmam Ebû Abdillah b. Hâc el-Abderî’nin Şerh-i
Mustasfa, Tâcüddin Sübkî’nin Cem’ul-Cevâmi’[209] eserleri. Ahmed b.
Mübârek’in bu eserleri zikretmesinin sebebi, şeyhinin her ne kadar ümmî
olduğunu söylese de, bu bilgilerden de haberdar olduğunu bildirmek istemesi
olabilir.
Sonuç
itibariyle diyebiliriz ki Debbâğ ibadetlerin kabul edilebilirliği hakkında,
sırf Allah için yapılması ve amelin salih olması konularına öncelik vermiştir.
İbadetlerin batınî yönünü geniş bir şekilde açıklamasının yanı sıra zahirî yönü
üzerinde açıklamalarda bulunmuştur. İbâdetler konusunda ayet ve hadisler
ışığında fıkhî hükümler vermesi, her ne kadar ümmî denilse de zahirî ilimler
alanında da bilgili olduğunu gözler önüne sermektedir.
Zühd, Arapça
“z h d” fiilinin mastarıdır. Lügatte bir şeye meyletmemek, rağbet etmemek, yüz
çevirmek, ilgisiz davranmak, terk etmek manalarına gelir.[210]Zühd
hoş hallerin, güzel mertebelerin temelidir.[211]
Süfyan es-Sevrî (ö. 161/778) zühdü “Dünyaya karşı zâhit olmak, kanaat sahibi
olmak şeklinde tanımlamıştır.”[212] Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909)
“Zühd, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır”[213]
demiştir. Yahya b. Muaz’a (Ö.258/872) zühd sorulduğunda “Zühd lüzumlu olanı
terk etmektir” demiştir.[214] Aslında zühd dünyadan tamamen
el etek çekmek değildir, dünya sevgisinden tamamen kurtulmaktır.
Dünya geçici
konağımız, zühd bu durumun farkına varmaktır. Debbâğ zühdle ilgili bir meselede
“insanların en aptalı, yıkılıp yok olan şeye kendini sıkı sıkıya bağlayandır,
yani dünyaya ve ondaki nesnelere bağlanıp kalan kimsedir” demiştir. Ona göre
insanların en akıllısı, kendisi hiç yok olmayacak, daim var olacak olan varlığa
yani Allah’a sıkı sıkıya bağlanandır. Çünkü yok olacak olan kendini bâki olana
bağlayıp o yolda ölürse, fâni bu sayede bâki olmuş olur.[215]
Dünyanın Allah
katındaki değersizliğini anlatan bir hadiste şöyle buyrulur: “Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile ölü
bir davar yavrusunun yanında durup ona bakan bir süvari kafilesi içerisinde
idim. Rasûlullah “Bu, sahibine değersiz göründüğü için mi onu attılar, ne
dersiniz?” buyurdu. Onlar da: “Değersizliğinden atmışlardır ey Allah’ın
Rasulü!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah: “Dünya, Allah katında, şunun sahibi
yanındaki değersizliğinden daha değersizdir ” buyurdu.”[216]
Debbâğ’a göre
kişi dünyaya meylettiği zaman mal biriktirme, çok kazanma arzusu içerisine
girer. Böyle bir istek içerisinde olan kişi kendisini diğer insanlardan
ayırmaya ve üstün görmeye başlar bu ise ahlaken çirkin bir davranıştır. Bu
şekilde davranan insanlar dikkatleri üzerlerine çekerler ve halkın kalbini
meşgul ederler ve onları Allah’ı hatırlamaktan alıkoyarlar. Yaptığı hareketin
çirkin sayılmasının sebebi budur. Aynı zamanda ruh böyle bir yaşam tarzından
nefret edip kaçar. Çünkü böylesine bir yaşayış ruha ağır gelir. Ruh insanın bu
farklı durumunda zatı doğru yola getiremez ve onu lâyık olduğu şeye ulaştıramaz.
Aralarında engel ortaya çıkar ki bu da ruhun helakine sebebiyetverir.
Debbâğ’a göre
insan ne kadar dünyadan uzaklaşmak istese de onu dünyaya çeken, ev yapmasına,
ağaç dikmesine, mal toplamasına neden olan bir şey vardır, o da insanın
vücudundaki kandır. Kan zâtı aslı olan toprağa doğru çeker ve zat bu kan ile
fâni şeylere doğru yönelir. Kanın bu yönelişi gafletin kaynağıdır. Bu gaflet
aynı zamanda Allah’tan mahcup bulunmanın da sebebidir. Debbağ eğer bu kan
vücutta bulunmasaydı insan fâni olan hiçbir şeye meyletmezdi düşüncesini
savunur.[217] [218]
Takvâ sözlükte
korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek,
korkmak, çekinmek, uzak durmak anlamındaki vikâye mastarından türemiştir.[219]
Istılahta ise
takvâ Allah’tan gelen bir nûr üzere, Allah’a, sevâbını Allah’tan bekleyerek
itâat yoluyla amel etmektir. Allah’tan bir nûr üzere, Allah’ın cezasından
korkarak günahları terk etmektir.[220]
Takvânın aslı, yasak olan şeylerden uzaklaşmak ve nefs ile zıtlaşmaktır. Kul,
nefsin hazlarından uzaklaştığı ölçüde yakîni idrak eder.[221]
Takvâ nedir sorusuna Muhâsibî er-Riâye adlı eserinde “Allah’ın
hoşlanmadığı şeylerden uzaklaşarak sakınmaktır”[222]
şeklinde cevap vermiştir. Ebu Abdullah Ruzbârî (ö. 369/979) ise takvâyı
“Seni Allah’tan uzaklaştıran şeyden uzak kalmandır" diye tanımlamıştır.[223]
Debbâğ kulu
takvâdan uzaklaştıran sebeplerin 366 tane olduğunu iddia etmiş, bunlardan
sadece yirmi tanesini saymakla yetinmiştir.
Sâlihlere verilen hediyedir.[224]
Bu hediyeden maksat sâlih kimseler öldükten sonra türbelerine adak adamak, para
bırakmaktır. Ona göre adak veya para Allah için verilmediği, yalnız bir
ihtiyacın giderilmesi için verildiğinden dolayı kulu Allah’tan uzaklaştırmaya
bir sebeptir.
Sâlihlere Allah ile tevessül etmek ve bu şekilde
ihtiyacının giderilmesini onlardan beklemektir. Türbeye ziyarete gelen kimse
şöyle der “Bunları takdim edip Allah’a umut bağlayarak sana geldim, ey efendim
hacetimin yerine getirilmesini sağla”.[225]
Bu tevessülü inkâr değildir. Debbâğ sâlih kimselerle Allah’a tevessül etmeyi
kabul eder ama burada Allah ile sâlih kimseye tevessül edilmiştir.
Üzerinde kazası vacip olan farz namazlar varken sâlihleri
ziyâret etmektir.[226] Namazda bulunan nûr zaten
kişiye merhamet eder, namazı terk edip sâlih kişiyi ziyaret etmek önceliği
karıştırmaktır. Burada dikkatimizi çeken kişinin mağfiret dilemek amacıyla
Allah’a değil de, sâlih kimseye yönelmesinin olumsuz görülmesidir.
Canı, rızkı ve başka varlıklarından yana zâlimlerden
korkmaktır. Kişinin kendi kendine “Şu zâlime karşı gelmeyeceğim. Çünkü
başkaldırdığımda ya beni öldürür, ya da rızkımı keser veya başka zararlarda
bulunur” demesidir.[227] [228]
Burada da olumsuz görülen davranış rızkın veya malın Allah’tan geldiğini unutup
onun kesilmesinden korkarak zâlime boyun eğmektir. Kişi hakiki fâilin Allah
olduğunu bilmeli ve ona bu hususta güvenmelidir.
Rızık ve benzeri bir menfaat elde etmek için zalime
yaklaşmaktır.
Bu düşünce de
tevhid inancına ters düştüğü, Allah’ın tek rızık verici olduğu unutulduğu için
kulu Allah’tan uzaklaştırıcı sebepler arasında zikredilmiştir.
Kâfirlere yardımcı olmak, onların dünya işlerini düzene
koymak için katkıda bulunmaktır. Zalime yol gösterip ona yardımcı olan kişi
şüphesiz eninde sonunda zarara uğramıştır. Süfyan-ı Sevrî hırsızlık yapan bir
adamı uykusundan uyandırmak isteyenlere engel olmuş “Bırakın uyusun,
uyandırmayın, bir müddet ondan da, onun şerrinden de rahat ve huzur içinde
kalalım” diyerek onun vereceği zarara engel olmaya çalışmıştır.[229] Peygamber efendimizin içkiyle
alakalı hadisi de bu konuda zikredilebilir. Efendimiz içki konusunda, içki
yapanı, yaptıranı, içeni, taşıyanı, kendisine taşınanı, dağıtanı, satanı,
parasını yiyeni, satın alanı ve kendisi için satın alınanı lanetlemiştir.[230]
Müslümanlara nasihat etmemektir. Onlara zarar verecek bir
şeyi gördüğünde haber vermemesi, yarar verecek bir şey gördüğünde onun için
hazırlanmalarını söylememesi de bu cihettendir.[231]
Müslüman Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker yapan kimsedir.
Mal ve serveti Allah’a ibadet ve tâatten tatlı bulup
dünyaya meyletmektir.[232] [233]
Böylesine bir düşüncenin ruha da zarar verdiği yukarıda zikrettiğimiz zühd
bahsinde de belirtilmektedir.
Dünyayı çok basit ve aşağılık bir şeyle elde etmeye
çalışmaktır.
Burada
kastedilen dünyalık kazançlarını haram ve kötü yollardan kazanan kimselerin
durumudur. Hâlbuki önceki ümmetler dünyayı cihad, helal kazanç gibi şeylerle
kazanmaya gayret etmişlerdir.
Kulun amellerini ve ibadetlerini Allah’ın kendisine
merhamet etmesi arzusu ile yapmasıdır. Nefsinin menfaati ve bir takım arzuları
için ibadet etmesi da bu bahse girer.[234]
İbadetler sadece Allah için yapılır, sevap kazanmak için yapılan ibadetler bile
sonuçta bir karşılık bekleyerek yapıldığı için hoş karşılanmamıştır.[235]
Allah’ın muhterem saydığı yerde günah işlemektir. Mescid
ve camiler buna örnektir.[236] Kişi bu tür yerlere giderken
oranın mübarek oluşunu idrak edebilirse zaten kendi kendine engel olup, “Burası
Allah’ın kutsal saydığı yer burada bu kötülüğü yapamam” diyebilir.
Lûtîliktir. [237]
Lutîlîk Lût kavminin helak olmasına neden olan olay yani homoseksüelliktir.
Kur’an’da bu konudan şu şekilde bahsedilmiştir: “Lût’u da (gönderdik). (O
da) vaktiyle, kavmine demişti ki: “Sizden önceki âlemlerden hiç kimsenin
yapmadığı bir fuhşu mu yapıyorsunuz? Siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere
varıyorsunuz. Doğrusu siz haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.
Kavminin
cevabı: “Onları (Lût ve yandaşlarını) kasabanızdan çıkarın. Herhalde onlar,
fazlasıyla temiz olan insanlarmış!” demekten başka olmadı. Biz de onu ve ehlini
(aile ve taraftarlarını) karısı hariç kurtardık. Çünkü o, (gizli küfrü
sebebiyle) geride kal(ıp helak ol)anlardan oldu. O sırada üzerlerine (felaket
getiren) bir yağmur yağdırdık. işte bak, günahkâr suçluların sonu nasıl oldu!”[238]
[239]
Debbâğ’a göre
Allah’ın lûtîliği haram kılmasının sebebi, kişinin nutfesiyle beraber
meleklerin de düşmesidir. Nutfe dübüre akıtılınca meleklerin hepsi ölür çünkü
burası cinsi temas yeri değildir. Bu durum yüksek bir yerden kaya parçasının
üzerine düşen güvercin yavrularına benzetilmiştir, böyle bir yükseklikten düşen
yavruların hiçbiri sağ kalmaz. Meni tenasül uzvuna akıtılınca, onunla beraber
iki grup halinde melek iner; bir grubu baba menisiyle diğer grubu anne
menisiyle ilgilidir. Bunların toplamı 366 tanedir.
Yarı yarıya
denk grup halinde bulunurlar ama erkeğin menisiyle birlikte olanlar, kadının
menisine nispetle on fazladır. Âdem peygamberin Havva validemizin aslı olmasına
nazaran erkeğinki ile olan meleklerin sayısı daha çoktur.
Bu durumu
kandil fitilinden süzülen yağ damlasına da benzetebiliriz. Kandil yağ dolu
olursa aşağı inen damla ışık vererek iner ama yere ulaşmadan ışığını kaybeder.
Bu bakımdan meniyi rahimden çıkarmak için bir takım sebeplere başvurmak câiz
değildir. Çünkü Allah’ın o nutfeden bir çocuk oluşturup oluşturmayacağını
bilemeyiz. Böyle yaparak birçok meleğin helak olmasına teşebbüs edilmiş
olabilir. Zinanın haram kılınmasının sebebi meleklerin helak olma durumu
değildir. Soyun kopmasından ve neslin karışmasından dolayıdır.
Hiçbir suçu olmadığı halde kişinin hanımını dövmesidir.246
Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde kadına verilen değer gayet açıktır. Kur’an’da
“...Geçimsiz,
kafa tutan, aldatmalarından endişelendiğiniz kadınlara gelince; onlara (önce)
nasihat edin (günahı da hatırlatın), sonra (yola gelmezlerse) kendilerini
yataklarında yalnız bırakın, daha sonra (yine edepsizliğine ve gayr-ı ahlâkî
davranışına devam ederse), disiplini için hafifçe /sembolik olarak vurun. Eğer
size itaat eder (eş olarak saygı gösterir)lerse, artık aleyhlerine başka bir
yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür (haksızlıktan hoşlanmaz) ”247ayeti
vardır ama bu kadınları dövün manasında değil uyarın manasındadır. Bu uyarı
hafifçe vurmak şeklinde olabilir ama dayak şeklini alamaz. Peygamber
efendimizin hanımlarına veya kölelerine vurduğuna dair hiçbir rivayet elimizde
bulunmamaktadır. Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmeti olarak kişi Peygamber efendimizin
yolundan gitmek istiyorsa onu örnek almalıdır.
Çoluk çocuğa verilen nafakayı başa kakmak ve bu hususta
minnet etmektir. “Ben size şu kadar mal veya para harcadım” gibi sözler sarf
etmektir.248 Çocuklara bakmak zaten ebeveynlerin görevidir bunu
yapıp bir de başa kakmak hoş karşılanmayan bir durumdur.
Haset etmektir.249 Nitekim Kur’an’da Allah
(c.c.) “(Resûlüm!) De ki: “Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü
zaman gecenin (içinde
işlenenlerin)
şerrinden, düğümlere üfleyen (büyücü)lerin şerrinden ve hased et(meye
başla)dığı zaman hasetçinin şerrinden, tanyerini ağartan Rabbe sığınırım”250
buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte de Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) “Ateşin odunu yediği gibi
hased de hasenâtı, sevapları yer, mahveder”251 diyerek hasedin
ne kadar kötü bir şey olduğunu belirtmiştir.
Günah olduğunu bildiği halde günah işlemeye yeltenmektir.[240] Debbâğ bu
kimseleri kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayan kişiler olarak tanımlar. Onlar
kendisine rızık ve çeşitli nimetler verilmesine rağmen bir veya daha fazla gün
Allah’ı hatırlamamışlar, bir günah işleme imkânı olunca hemen ona yönelmişler
aklını ve kâmil vasıflarını o günah için kullanmışlar ve o günahtan zevk
almışlardır. Böyle kimseler kıyamet günü bir defada ateşe gömülür gider. Uyuzun
kaşınmaktan duyduğu tatlılığı duyarak o ateşte yanar, dünyadan günahtan zevk
aldığı nispetle şiddetli ölçüde yanar.[241]
[242]
Haram yoldan dünyalık toplamaktır.
Anne ve babaya karşı gelmektir.[243]
Ana-babaya karşı gelen kimseden dünya kopup uzaklaşır. Bir topluluk içerisinde
konuştuğunda Allah dinleyicilerin kalbini ondan çevirir ve kimse onu dinlemez.
Allah onun sözünden bereket ve nuru söker alır, böylece toplum arasında
sevilmeyen bir kimse olur. Divan ehlinden olan evliyalar ona rahmet nazarıyla
bakmazlar ve ebediyen onu gözetmezler. Yavaş yavaş o kimseden iman nûru
eksilmeye başlar.[244]
Kur’an’da anne
babaya itaat hakkında “Allah’a kulluk edin, hiçbir şeyi (yücelterek
ilâhlaştırıp veya tapınak haline getirip) O’na ortak koşmayın. (Sonra
sırasınca) ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yakın arkadaşa, yolda/sokakta kalmışa ve ellerinizin altında bulunan
(hizmetkâr)lara iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri
sevmez.”[245]“De
ki: “Geliniz size Rabbinizin haram ettiği şeyi ben okuyayım: O’na hiç bir şeyi
ortak/denk tutmayın, anaya babaya da iyilik edin, fakir düşmek (korkusun)dan
çocuklarınızı (herhangi bir şekilde) öldürmeyin...”258
buyrulmaktadır.
Toplum içerisinde makam sahibi olup da mahcup olan yani
Allah’ın feyzinden, inayetinden uzak olanlarla senli benli olmaktır. 259
Dört büyük halife
arasında ayırım yapmaktır. Yani onlardan bazısını sevmek ve bazısına kızmaktır.
Bu şekilde bir ayrım yapmak Allah’tan kopmaya sebep olur. Bu dört halifeden her
biri Peygamber Efendimizin farklı bir hasletini taşır.
Yukarıda yer
verdiklerimizin dışında yeri geldikçe Debbâğ kulu Allah’tan uzaklaştıran,
takvâdan alıkoyan bazı sebepleri zikreder. Mesela, açıktan günah işlenen bir
meclise girmek yasaklanır. Adamın biri elinde Delâil-i Hayrâfla bir içki
meclisine girse ve akşama kadar orada Delâil okusa, bir müddet sonra
adam o içki meclisindekilere meyletmiş görünür. Çünkü o mecliste, iman nûru
karanlığa bürünüp acı duymaya başlar ve şeytan orayı istila eder.[246] [247]
Bu herkes için böyle değildir elbette, Allah’ın merhamet edip korudukları
vardır ama bunların sayısı da oldukça azdır. Avret yerlerini açmak, açılması
haram olan yerleri teşhir etmek ve bundan zevk almak da kalbin Allahtan
uzaklaştığına, ilâhî saltanatın boşalıp yıkılmasına delalettir.[248]
Zâtın
Allah’tan kopması, bütün gözlerin önüne set çekip kendini Allah’tan
uzaklaştırması, Allah’tan başkasıyla damarlarının sevinç ve ferahlık duyması ve
bu sevinçle dolup taşması, başkasıyla meşgul olup Allah’ı unutması evliyaya
göre gusül sebebi olarak da görülmüştür.[249]
Debbâğ kulu
Allah’tan uzaklaştıran sebeplerin yanı sıra, kişinin imanını artıran onu
Allah’a yaklaştıran sebeplere de yeri geldikçe İbrîz’de yer vermiştir.
Kabir ziyaret etmek, sırf Allah rızası için sadaka vermek, insanı günahkâr eden
yeminlerde bulunmamak, başkasının bakılması haram olan yerine bakmaktan
sakınmak, böyle bir durumda gözü kapamak, insanların günahlarıyla ilgilenmemek,
ilim adamlarına saygı göstermek bu sebeplerden bazılarıdır.[250]
Debbâğ, takvâ
konusunda örnek şahsiyetler arasında 17.yy. fıkıh âlimi ve evliyadan Seyyid
el-Arabî el-Feştalî’yi zikretmektedir. Feştalî Abdülaziz ed- Debbâğ’ın babası
Mesud’un hocası ve aynı zamanda eşinin dayısıdır. Debbâğ’ın doğumundan önce
vefat etmiş ama Debbâğ’ın geleceğini ve onunla ilgili bazı olayların zuhûr
edeceğini ailesine bildirmiştir. El-Arabî’nin takvasıyla ilgili anlatılan bir
olay şöyledir: “Bir gün Seyyid el-Arabî hazretleriyle birlikte Kareviyîn
mescidinde oturuyorduk; sohbetimiz hayli tatlı geçti, bu arada müezzin ezan
okumaya başladı. Seyyid el-Arabî hemen yerinden kalktı, dışarı çıktı, bir
müddet kaybolduktan sonra dönüp geldi. Merak edip nereye gittiğini sordum.
Soruma cevap vermedi. Israrla sormaya devam edince; “Çok soru sorarsın” dedi ve
“Camiden biraz uzaklaştım, Rabbime kulluk görevimi yapmam için birkaç adım
yürüdüm. Çünkü daha önce camiye attığımız adımlar Rabbim için değil, seninle
sohbet içindi. Şimdi ise çıkıp O’nun için adım atıp yürüdüm.” diyerek asıl
maksadını açıkladı. Onun bu anlayış ve takvasına hayran kaldım.[251]
Şükür lügatte
teşekkür etmek, yapılan iyiliği övmek, iyiliğin kıymetini bilmek, nimeti anmak,
nankör olmamak vb. manalarda kullanılmıştır.[252]
Istılahta ise şükür, kendisine nimet veren kimseye teşekkürü haber vermek ve
ona karşı övgü ifadeleri kullanmak,[253]
ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek itiraf etmek,[254]
Allah’ın verdiği nimetleri veya kendisinden uzaklaştırdığı sevimsiz şeyleri
gereği gibi düşünmek anlamlarına gelir.[255]
Ebu Said Harrâz (ö.277/890) şükrü, nimeti vereni tanımak ve onun
yetiştiriciliğini ikrar etmek olarak açıklar.[256]
Kur’an’da
birçok ayette insanın şükretmesi gerektiğinden bahsedilmiştir. Mesela, “Sonra
(bu defa içten tevbe edince), biz de belki şükredersiniz diye, sizi
affetmiştik”[257],
“Sonra, şükredesiniz diye, ölüm (hal)inizin ardından sizi yine diriltmiştik”[258],
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz/helal olanlarından yiyin;
eğer sadece O’na kulluk ediyorsanız, Allah ’a şükredin”[259], “Allah sizi, hiçbir şey
bilmezken annelerinizin karnından çıkarmıştır.
Şükredesiniz
diye size işitme (duyusu), gözler ve gönüller vermiştir”2'4 ayetlerden
bazılarıdır.
Mücâhede lügatte,
savaşmak, nefs-i emmârenin kötülükleriyle savaşmak anlamına gelir.[260] [261]
Istılahta ise nefsi bedensel güçlüklere ve her halü kârda isteklere karşı
koymaya zorlamak,[262] nefsi ezmek, etkisiz hale
getirmek, hatta ölmeden önce öldürmek, çile çekmek[263]
anlamlarına gelir.
Debbâğ’a şükür
ve mücâhede yollarından hangisinin daha efdal olduğu sorulmuş o da şükür
yolunun asıl olduğunu söylemiştir. “Çünkü şükür, her türlü menfaat ve
gösterişten uzak olarak sadece Allah için ibadet etmektir; nefsanî zevklerden
uzaklaşıp, acziyetini ve kusurunu anlayarak, Rabbine karşı Onun hakkını tamamen
yerine getirememenin bilinci içerisinde halis kulluk yapmaktır” demiştir.[264] [265]
Ona göre şükür
yolunda ilerlemek Allah’a ve Rasulüne uzanan halin ilkidir. Fakat fetih ve
keşiflere ulaşmanın ilk yolu değildir. Riyâzet yolunda ilerlemek ise fetih ve
keşiflere ulaşmak ve makamlara erişmek içindir. Şükür yolunda yürümek kalblerin
seyri, mücâhede yolunda yürümek ise bedenlerin seyridir. Şükür yolundaki fetih
kulun bir çabası olmadan bir anda gelir. Kul tevbe makamında günahlarından
arınmaya çalışırken kendisine fetih ihsan edilir. Bunların yanı sıra her iki
yol da doğrudur. Ama Debbâğ’a göre şükür yolu daha doğru ve katıksızdır.
Aslında her iki yol da riyâzete uyum sağlamıştır. Ancak birinci yolda kalb
riyâzetiyle Allah’a bağlanılmış, onun kapısında beklemek lüzumlu görülmüştür;
bu sayede bütün söz ve davranışlarda Allah’a sığınılmış ve gafletten uzak
kalınılmıştır.
Kısaca ifade
edecek olursak Debbâğ’a göre şükür riyâzetle beraber kalbi Allaha bağlamaktır.
Her ne kadar bu durumda olan kimsenin dışı ibadetle meşgul gibi gözükmese de,
içinin Allah’a bağlı olması asıl maksadı gerçekleştirmiştir. Bu yolda olan
şahıs oruç tutar, iftar eder, namaz kılar, uyur, bedenî riyâzete ters düşen
diğer görevleri yerine getirir.[266]
Riyâzet fetih
ve mertebelere ulaşmak içindir. Kendisine fetih ihsan edilen bazı kimseler
fetihten sonra ilk niyetinde sabit kalır, âlemlerde müşaâhede ettiği
hususlardan kalbin ilgisini keser. Keşiften, su üzerinde yürümekten, mesafelerin
kısalmasından hoşlanır. Bu kimseler için artık bu tip durumlar amaç olarak
görünür. Bu kimseler daha işin başlangıcında kalbi Allahtan boş olan
kimselerdir. İşin sonunda da bu kimselerin ameli boşa çıkar.[267] [268]
Bu durumu izah etmek için Debbâğ şu âyeti dile getirir: “De ki:
“(Yaptıkları) işler itibariyle, en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim
mi? ” Bunlar, kendilerinin iyi bir iş yaptıklarını ”282 sandıkları halde, dünya
hayatında çalışmaları boşa giden kimselerdir.
Bazı kimseler
de fetihten sonra değişikliğe uğrar. Allah onlara yardım ve merhamet eder.
Böylece kalbi Allah’a bağlanmış olur ve O’ndan başkasını bilmez. Fetihten sonra
meydana gelen bu durum şükür yolunda işin bidayeti sayılır.[269]
Şükür yolunda
ilerlemek, kalblerin seyretmesidir, yolda niyet halistir, yoldaki fetih ânidir,
kulun bilgisi yoktur, sadece rabbânîdir. Mücâhede yolunda yürümek bedenlerin
seyridir, niyet halis olmayabilir, karışıktır, fethe ulaşmak ve bir şekilde
fethi elde etmek istenir. Şükür yolunda fethe ulaşan kimseler ârifler, Allah’ın
dostluğunu kazanan, ona yakınlık sağlayan mümin kimselerdir. Mücâhede yolunda
fethe ulaşanlar çeşitli olabilir mesela Hristiyan veya Yahudi din adamları
riyazet yoluyla bazı istidraçlar sergileyebilir.[270]
Tevekkül
lügatte, güvenmek, vekil edinmek, belbağlamak, itimat etmek, gibi manalara
gelir.[271]Istılahta ise tevekkül vaat
edilene güvenme, her halükarda yalnızca Allah’a sığınma, kalbin Hakk’a itimadı,
anlamlarında kullanılmıştır.[272] [273]
Kuşeyrî tevekkülü insana göre dünyalığın az olması veya çok olması 287
durumunun eşit
olması olarak tanımlamıştır.
Debbâğ
kulun her durumda sadece Allah’a güvenmesi gerektiğini vurgular. Onun
düşüncesinde eğer bir kimse bir olaya karşı tedbir alır ve Allahtan yüz
çevirirse, helak olur. Zira burada onun helaki tedbirinde gizlenmiştir. Kendi
aldığı tedbirlere güvenen kimse, onlarla bir amaca ulaşmaya çalışır ve bunun
için bütün gücünü harcar. Tedbirine o kadar dalmıştır ki Allahtan gaflete
düşer. Bundan dolayı Allah o kimseyi nefsiyle baş başa bırakır. Soğuktan ve
sıcaktan etkilenir, vücudundaki yaralar ona zarar verir.[274]
[275] Eğer bu kimse Allahtan yüz
çevirmezse, Allah da onu huzurundan azletmez. Bu sayede o kimse hiçbir acı
duymaz, hiçbir şeyden üzüntü hissetmez, isterse üç uçlu demir diken üzerinde,
isterse sivri şişler üzerinde yürüsün acı hissetmez ve zarar görmez.
Tevekkül etmek
Allah katındaki yüksek ve sevilen makamlardan birisidir. Âl-i İmrân suresindeki
“...O halde onları affet, onlar için mağfiret dile ve (umûma ait) iş
hakkında onlara danış, artık karar verdiğin zaman da, Allah’a güvenip dayan
(onu yap). Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları sever”[276]
ayetinin buna delalet ettiği bildirilmiştir.[277]
Tevekkül eden
kimse hiçbir fiil yapmadan her şeyi Allah’tan bekleyen kimse değildir. Debbâğ
bunu dilencilerin elindeki keşküle benzetir. Dilenci elindeki keşkülü uzatıp
bir şeyler istemedikçe Allah ona rızık vermez. Sebeplere başvurup keşkülü
uzatınca da layık olduğu miktarda nimetle rızıklandırılır.[278]
İbn Acîbe bu
bağlamda tevekkülü üç’e ayırmıştır. İlk mertebe avâmın mertebesidir. Bu bir
insanın şefkatli bir vekile güvenmesi gibidir. Havâssın tevekkülü bir çocuğun
annesine güvenmesi gibidir. Havâssü’l havâssın tevekkülü ise meyyitin gassala
teslim olması gibidir.[279]
Sebeplere
başvuran kimse dikkatini Allah’a yöneltmelidir. Nasıl ki dilenci dilenirken
kendi eline ya da açtığı çanağa bakmaz, o çanağa bir şeyler koyan insanlara
bakar, tevekkül sahibi kul da sebebe değil Allah’a bakar. Bu düşünceyle hareket
eden bir kul artık Allah’ın izin verdiği sebeple verir alır. Onun nazarında
sebeplerin az ya da çok olmasının hiçbir farkı yoktur. Çünkü veren Allah’tır. O
halde kul rızık talebinde en uygun yolu takip etmelidir.[280]
İhsân lügatte,
bir şeyi iyi, güzel sağlam, kaliteli yapmak, yararlı bir iş işlemek, iyilik
etmek anlamlarına gelmektedir.[281] Istılahta ise basiret nuru
ile rububiyet makamını temaşa hali üzere kulluğu gerçekleştirmek, yani hakkı
kendi sıfatlarıyla sıfatlanmış olarak görmek olarak tanımlanır.[282] Kâşânî (Ö.730/1329) ihsan
için, “Bütün hakikatleri birleştiren bir isimdir, çünkü o, rubûbiyet ve
ubudiyetin bilgisine kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde ulaşmak demektir”
tanımlamasını yapar.[283] Peygamber Efendimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadis-i
şerifte ihsânı “Allah’ı görür gibi ibadet etmektir”[284] diye tanımlamıştır.
Debbâğ bu
hadisi şerifi ve ihsan anlayışını şu örnekle açıklar; bir adam düşün, çöle
giriyor ve kimseyi göremiyor, zengin bir kimseyi ismiyle çağırıyor: “Ey
efendim! Bana şunu ver, beni şu işte çalıştır, çünkü sana muhtacım...”. Bu adam
şaka maksadıyla bu şekilde konuşmaktadır. Onu bu halde görenler de onunla alay
eder ve ona güler.[285]
Bu adamın
kendi düşüncesinde bu tür şaka mahiyetinde bir istekte bulunması, aslında ciddi
bir istektir ve kendisi de o zengin kimsenin kapısında beklemektedir, bu durum,
bir sapıklık ve şaşkınlıktır. Eğer o adam bahsettiği zengin kimsenin huzuruna
çıkıncaya kadar bir şey istemez ve tam huzura çıkınca diliyle bir şey isteyecek
olursa, isteğini söylemeden önce o adamın huzurunda eğilir, kol kanadını yerlere
kadar indirir ve mümkün olan her türlü aşağılanmayı gösterir. Ne kadar baş eğme
usulü varsa bunların hepsini sergiler. İşte o zaman adı geçen zengin kimse bu
adamın dileğini yerine getirir.[286]
İsteyen adamın
aklında kendisinin isteklerini söylediği için bir şeyler aldığı düşüncesi
vardır, hâlbuki huzurdaki eğilmeden dolayı kendisine ikramda bulunulmuştur. Dış
organları ile içerisindeki bu aşağılanmayı ifade etmiştir. İşte o anda adamın
içinde adı geçen zenginden başkasının bulunması mümkün değildir.
Debbâğ’a göre
hadiste söylenen ve bu örnekle açıklamaya çalışılan durum şudur: Kim Allah’a
O’nun huzurunda bulunma bilinciyle ibadet eder, kullukta bulunursa, şüphesiz
ibadetini çok güzel bir şekilde yerine getirmiş olur. Bu bilinçle ibadet
etmeyen kimsenin ise ibadeti tam manasıyla kâmil değildir. İbadetin huzurlu ve
gafletten uzak olup olmadığı kulun içine bakarak bilinebilir; eğer içi fani
şeylere meşgulse o birinci adam gibidir. Eğer içi sadece Allah’a yönelmişse bu
ikinci adam gibidir. [287]
Rüya sözlükte
uykuda bir şeyi görmek[288], düş, uyku halinde zihinde
beliren düşünceler ve olaylar[289] anlamlarına gelir. Sûfîler
rüyayı bir nevi keramet olarak tanımlar; mahiyet olarak kalple ilintilidir,
kalbe gelen hâtır ve muhayyile ile tasavvur edilen bir haldir; uykuda bütün his
ve şuur hallerinin tamamen yok olmadığı bir sırada görülür. Rüya, insanların
kalplerinde yaratılan ve karar kılan şeyin tahayyül ve tasavvur yoluyla idrak
edilmesidir.[290] Kur’an’da Hz. İbrahim’in,
oğlu İsmail’i rüyada iken kesme emri aldığı ve gördüğü rüyaya göre amel ettiği[291], Hz. Yusuf’un on bir yıldızı,
ayı ve güneşi rüyada kendisine secde ederken gördüğü[292],
Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Mekkenin fethine dair rüya gördüğü[293]
belirtilir.
Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Müminin
rüyâsı nübüvvetin kırk altı cüz’ünden biridir”[294]buyurmuştur.
Peygamberliğin ilk altı ayında görülen rüyaların hak olduğu gibi müminlerin
gördüğü sâdık rüyaların da hak olduğu belirtilir, bu aynı zamanda rüyanın bir
bilgi edinme yolu olabileceğine de işaret olarak yorumlanmıştır.[295]
Gazzâlî,
Peygamber efendimizden sonra vahiy gelmeyeceğinden gayb âlemiyle ilişkinin rüya
ile kurulduğunu belirtir.[296] Evliya menkıbelerinde rüya
çokça yer alır. Şeyhler ölen insanların ahiretteki akıbetleri hakkında rüya
yoluyla bilgi verirler. Şeyhler müridin rüyasına girerek öldükten sonra dahi
ona bilgi aktarabilir. Bunun bir örneği de Debbâğ’da görülür. Ahmed b. Mübârek
bir gece Debbâğ’ın rüyasına girdiğini ve ona çeşitli bilgiler verdiğini söyler.[297] Rüyaya verilen
değer aşırıya kaçtığı zaman “Rüyayı bırak, rü’yete bak” denilmiştir.[298] Sufiler rüyaları tasdik eder,
rüyanın mümin için bir müjde, bir uyarı olduğunu söyler.[299]
Rüyâlar,
“âlem-i misâl”e dayandırılmaktadır, Âlem-i misâl, gayb âlemiyle şühûd âleminin
arasında bulunur, bu bağlamda rüyâ sûfilerce “gaybî hakikatin misâl âlemi
vasıtasıyla şehadet âlemine rumuzlarla yansıması” olarak değerlendirilmektedir.[300]
Rüyanın
nübüvvetin kırk altı cüz’ünden biri olması farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Nübüvveti kırk altı cüz’e ayırıp bunlardan birini rüya olarak niteleyenler bir
görüş sunmuşlardır. Üim ehlinin bir kısmı da, Allah’ın uykuda Resûlullah’a altı
ay vahyettiğini ondan sonraki süreç içerisinde uyanık halde vahyettiğini
savunmuşlardır. Böyle düşünüldüğünde altı aylık uyku halinde gelen vahiy,
nübüvvet devresini içerisine alan yirmi üç seneyle böldüğümüzde kırk altı
sayısı çıkar, bu durumda rüya-i sâliha nübüvvetin kırk altı bölümünden bir
bölüm olmuş olur, demişlerdir.[301] îbrîZde bu yorumun
uyku halinden sonra uyanık halde gelen vahyin müddeti açısından, uyku halinde
gelen rüyanın süresi hakkında farklı rivayetlerin bulunmasından, uyku halinden
sonra istisnasız vahyin hep uyanık halde gelip gelmediği konusunda yaşanan
ihtilaftan dolayı reddedildiği belirtilmiştir.[302]
[303]
Hadiste sahih
rüyanın nübüvvetin cüz’ünden olduğu belirtilmektedir. Peki, rüyanın sahih olup
olmadığı nasıl anlaşılabilir? Debbâğ bu konuyu iki dilenciyi örnek göstererek
açıklamaya çalışır. Her iki dilenci de on dinar aramaktadır. Onların bu
istekleri karşılanır, ikisi de buna çok sevinir. Ama onlardan biri o verilen
ihsân için değil de ihsânın sahibi için sevinç duyar, neşesi hep onun adına
olur, ihsan sahibi onun gönlünde büyük yer edinir, bu duygu onun gece ve gündüz
tek meşgalesi olur. İşte bu hak adına kendini huzurda ayakta tutar ve kalbini
ona bağlayıp kalır.
Diğer dilenci
ise sadece verilen altınlara sevinir. Onunla ihtiyacını karşılayacağını düşünüp
huzur duyar. Bir altın bulunca kalbi ve kafası onunla meşgul olur, isteğini
yerine getirip altını bitince tekrar dilenmeye koyulur. “Allah’ım bana bir on
altın daha ver” diye yalvararak kalbini hep ihtiyaç konularıyla doldurur. Onun
“Yâ Rab!” demesi kalben değildir, sadece dille ifade edilen bir isimdir. Kalbi
o ismin manasından tamamen boştur. İşte bu adam bâtıla saplanıp kalan kimsedir.
Birinci adamın
gördüğü rüya Allah’tandır, çünkü kalbi Allah’a bağlıdır. İkincisinin gördüğü
rüya ise şeytandandır, çünkü kalbi paraya asılı kalmıştır. Hakikatte ikisinin
rüyası da Allah’tandır. İkincisine şeytanın izafe edilmesi, 317 onun şeytana rıza
göstermesinden ve onu sevmesindendir.
Sadık rüya ve
kâzib rüya arasındaki farka gelince: Debbâğ sadık rüyanın sahibinin kalbi
uykuda iken Allah’ın müşâhedesinde bulunduğunu söyler. Kâzib rüya bunun
tersidir; sahibinin kalbi, evhamla gelir, evhamla geçip gider.
Uyku halinde
bu kalpler Allah’ın müşâhedesinden mahcuptur. Nitekim uyanıklık halinde de aynı
mahcubiyet vardır.
Bazen mahcup
bulunan kimselerin rüyası da doğru çıkabilir. Bu kişiler mahcup oldukları halde
nasıl sadık rüya görebilirler sorusu akla gelmektedir? Nitekim Kur’an’da Mısır
hükümdarıyla ilgili “(Bir gün Mısır’da) hükümdar: “Ben (rüyamda) yedi semiz
ineği yedi zayıf (ineğ)in yediğini ve yedi yeşil başak ile kuru olan (yedi)
başak görüyorum. Ey ileri gelen (tâbirci)ler! Eğer siz rüya tâbir ediyorsanız,
benim rüyamı açıklayın.” dedi”[304]
[305]
ayeti geçmektedir. Bunun nasıl olabileceği kendisine sorulan Debbâğ şöyle cevap
verir: “Gönlü karanlıkta olan hükümdarın bu tarz bir rüya görmesi doğrudur. Ama
bu Yusuf peygambere ait bir hikmet taşımaktadır. Bu rüya Yusuf peygamberin
tanınmasına ve zindandan kurtulmasına sebep olmuştur. Bundan anlaşılan şudur ki
başkasıyla ilgili olduğu zaman bir kâfirin rüyası da doğru çıkabilir. Dikkatle
üzerinde durulursa hükümdarın bu rüyasının bütün Mısır halkıyla alakalı olduğu
da görülebilir, sadece kendisini ilgilendiren bir rüya değildir.”[306]
Gene Yusuf
suresinde geçen zindan arkadaşları bu bağlamda akla gelmektedir. Kur’an’da “(Yusuf’un)
kendisiyle beraber (hükümdarın sakîsi ve aşçısı olan) iki delikanlı da
(zehirlemeye teşebbüs suçundan) zindana girdiler. Onlardan biri: “Ben (rüyamda)
kendimi şarap (için üzüm) sıkarken gördüm.” dedi. Diğeri de: “Ben başımın
üzerinde bir ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm.” dedi. “Bunun
tâbirini bize haber ver, çünkü biz senin iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz.”
(dediler). (Yusuf da onlara şunları) söyledi: “Size kendisiyle rızıklanacağınız
bir yemek gelecek, o daha size gelmeden önce onun ne olduğunu size haber
veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a inanmayan
ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim.”[307] buyrulmuştur. Burada
her iki rüyada anlatan kişinin kendisiyle ilgili görünmektedir. Nitekim Hz.
Yusuf’un yorumladığı gibi de rüyalar zamanı gelince meydana gelmektedir. Bu
bağlamda sadık rüyanın sıhhatiyle alakalı bir problem ortaya çıkmaz mı? Bu
soruya da Debbâğ ilk soruya verilen cevaba benzer nitelikte bir cevap
vermiştir. Ona göre bu rüyalarda da Hz. Yusuf’un hakkı vardır. Nitekim bu
yorumları sayesinde hem meşhur olmuş, hem de zindandan kurtulmasına imkân
hazırlanmıştır. Üstelik bu olaylar hükümdara karşı yakınlık kurmasına yol
açmıştır.
Debbâğ’ın
tasavvuf anlayışına göre kalbi küfür karanlığında bulunan kimsenin rüyası,
başkasıyla ilgili değilse sadık rüya olamaz. Veya gören kişinin hak dini kabul
etmesine bir şahid, bir belge olursa o takdirde tasdik olunabilir. Veya tevbe
etmesine, hakikati bulmasına sebep olacak anlamda bulunuyorsa o zaman sadık
rüya olabilir.
Kulun kalbi
Allah’a bağlı değilse ve üzücü rüyalar görürse, bu rüyalar onu meşgul eder aynı
zamanda Allah’tan kopmasına neden olur. Rüyayı gören kişi sürekli onun
gerçekleşeceğini düşünür ve kendisine bu yolda çizilen kadere doğru yol alır.
Çünkü Debbâğ’a göre bir şeyden korkan kimse er geç o şeyle 326 karşılaşır ve o şey ona
musallat kılınır. İşte bu da zararlı olan rüyadır.
Kötü rüya ile
alakalı Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir hadisinde “Sizden biriniz hoşlanmadığı
bir rüya görünce, sol tarafına üç defa tükürsün; şeytanın şerrinden de üç defa
Allah’a sığınsın; yattığı tarafından da öbür yanına dönsün”[313]buyurmuştur. Debbâğ
bunu kişinin şeytandan uzaklaşması ve Allah’la bağ kurabilmesi için yaptığını
söyler. Ona göre kişinin kötü rüyadan sonra sol tarafına dönüp üç defa
tükürmesi şeytanın sol taraftan yaklaşmasından dolayıdır.[314]
Bu tükürmelerin birincisi zâttandır, ikincisi ruhtandır, üçüncüsü kulun
Allah’tan yardım dilemesindendir. Kişinin sola dönmesinin emredilmesinin sebebi
ise, ilk uykunun rüyasının hükmünü boşa çıkarmaktır. Böyle davranan kişi uykuya
yeniden başlamış gibi olur. Allah’ı anarak uyumaya başlar. Soluna dönmeyen
kimse ise birinci uykusuna devam eder.[315]Hayır,
sağdan, şer soldan gelir. Nûru güçlü olan omuzdaki yazıcı melek sağ taraftadır.
Nûru zayıf olan melek ise sol taraftadır. Cehennem sol tarafta bulunur. Cebrail
(a.s.) peygamber efendimize (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hep sağ taraftan gelmiştir. Bedir ve Uhud’da
şehitlerin naa’şları dehşet verici görünmesine rağmen Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sağ tarafına baktığı
zaman onları ölü değil, atlarına binmiş mücahitler olarak görmüştür. Arş sağ
taraftadır. Yeryüzü arş’a nisbetle sol taraftadır. Müminlerin yaşadığı
topraklar sağ tarafta bulunur. Cinlerin yaşadığı topraklar ise sol taraftadır.
Sağ tarafta olan ağaç damarları ve kökleri Allah’ı tesbih eder. Sol
taraftakiler manevî tesbih konusunda donuk ve hareketsizdirler. Hak sağ
taraftan, bâtıl sol taraftan gelir. Kısaca ne kadar hayır varsa sağdan, ne
kadar şer varsa soldan gelir.[316]
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bir defa da namazla beraber bunu yapmayı (üç defa tükürmeyi)
emretmiştir. Buradaki namaz kılmanın sırrını Debbâğ, kişinin gördüğü rüyadan
dolayı zatına giren karanlığı silmek olarak açıklar. Çünkü o rüya onu üzüntü ve
sıkıntıya sokmuştur bu ise namaz ile çıkar. Kişinin zatı da böylece üstün
duruma gelir. Kötü rüya gördükten sonra bir başka edep hareketi de
ayete’l-kürsi okumaktır fakat Debbağ bununla ilgili bir hadis senedini tespit
edemediğini belirtir. Üçüncü edep ise gördüğü rüyayı kişinin 331 kimseye anlatmamasıdır.[317] [318]
Genel durum
itibariye Debbâğ’ın düşüncesinde rüya iki kısma ayrılır: havâtır ve idrakler.
Bu yakaza haline benzer. Kişi uyanıkken gönlüne bir takım havâtır gelir ve
aklıyla idrak edip hisleriyle duyduğu bazı idrakleri olur. Uyku da bunun
gibidir. Rüyasında gördüğü bazen kalbine doğan havâtırdır, bazen de bir şeyi
görmesiyle meydana gelen idraklerdir.
İlk olarak
idrakleri inceleyecek olursak, Debbâğ’a göre bunların bir bölümünün zât’a bir
bölümünün de ruh’a izafe edildiğini belirtmek gerekir. Hakikatte bakan ruhtur,
ruhun bakışı basiretle ilgilidir. Zât ruhun basiretiyle bakacak olursa, bu
bakış ruha izafe, basirete nisbet edilir. Eğer zatın nazarıyla bakacak olursa,
zatın önceki görmüş olduğu maddi şeyleri görür. Bu bakış zâta nisbet edilir. Bu
da şöyle açıklanabilir: Ruhun iki türlü işitmesi, iki türlü gözü, iki türlü
yürümesi ve iki türlü nazarı vardır. Bunlardan ilki ruh henüz zatta mahcup olmadan
önce kendisine nisbet edilen duyulardır. İkincisi ise zâtta mahcup olduktan
sonra kendisine nisbet edilen duyulardır ki bunlar vücudumuzdaki kulaklar,
gözler, kalb ve ayaklardır. İlki daha kapsamlıdır. Mesela kişi ilk işitme
duyusuyla doğuyu ve batıyı duyabilir, oralardan haber alabilir, ilk bakışıyla
yedi kat yerin altını görebilir, ilk yürümesiyle bir adımda doğudan batıya
ulaşabilir, ilk nazarıyla zâtı ve arş arasında hiçbir mesafe bırakmadan bütün
malumatlara bir anda ulaşabilir.[319]
Ruhun
nazarıyla ve zâtın nazarıyla görülen rüyayı Debbâğ şöyle örneklendirmektedir.
“Zeyd’i bir adamın yaraladığını düşünelim ve Zeyd de bu durumu daha önce
rüyasında aynen görmüş olsun. Eğer bu olayı ruhun nazarıyla gördüyse rüya aynen
çıkar. Eğer zâtın nazarıyla gördüyse, aynısı çıkmaz, mesela onu bir ağaç
parçasının yaraladığı şeklinde görür. Ruhun nuruyla gördüğü rüyada Zeyd isabet
eder çünkü bu durumda safa ve taharet vardır. Ruhun nuruyla görülen rüyada
isabet olur. Zâtın gördüğü rüya ise böyle değildir. Zâtın nuru isabet edemez.
Eşyayı bulunduğu hal üzere anlatamaz ama onu benzer bir şekilde anlatabilir.
Mesela rüyasında deveyi kurbağa, kuşu taş, adamı ağaç şeklinde görebilir.”[320] Bir başka misalde bebekler
örnek gösterilir. Debbâğ’a göre bebeklerin gördüğü rüyalarda ruhun üstünlüğü
vardır. Bebeklerin süt emme devrinde gördüğü rüyaları eğer büyük adam görse
erir.[321]
Rüyada meydana
gelen karanlığı Debbâğ on dereceye ayırır, bunlar:
Kişinin mekruh olan şey üzerine gaflet etmesiyle meydana
gelen karanlıktır. İnsanın yanılarak sol eliyle yemek yemesi bu duruma örnek
olarak gösterilebilir. Kişi bu şekilde bir hatada bulunursa üzerine hafif bir
karanlık girmeye başlar. Kul uyandığı zaman da bu karanlık onun zâtında
bulunur, gördüğü rüyalara hafif tesir edip onları değiştirebilir. Debbâğ bunu
şöyle bir örnekle açıklar: “Bir adam rüyasında cenneti görse ve girmek
istemese, bu adam vacip olmayan bir iyilikte bulunmak istemiş ama sonra bundan
vazgeçmiştir. Bu tabirin veçhesi şudur: iyilik cennete girmeye sebep olan bir
davranıştır. Kişi cennete girmek istemiş ama vazgeçmişse bu o kişinin iyilik
yapmak istediği ama bundan vazgeçtiği anlamına gelir. Rüyanın hakikati ise şu
şekildedir: Rüyada iyilik yapmak isteyip de ondan vazgeçtiğini gören kişi,
zatına giren hafif karanlıktan dolayı rüyayı değiştirilmiş şekilde görmüştür.”[322]
Harama karşı gösterilen bir gaflet neticesinde ortaya
çıkan karanlıktır. Oruçlu bir kimsenin yanılarak orucunu bozması bu duruma
örnek olarak gösterilebilir. Bu adam orucunu kasti olarak değil yanılarak
bozduğu için kendisine bir günah yoktur. Ama yanılarak yapmış da olsa bu
davranışından dolayı kişide bir karanlık meydana gelir ve bu karanlık ilk
maddede zikredilen karanlıktan daha koyu düzeydedir. Bundan dolayı rüyayı
etkileme kuvveti daha fazladır. Debbâğ bu maddeyi rüyasında cennete girmek
isteyip de cennete alınmayan bir adam örneğiyle açıklar. Böyle bir rüyanın
yorumu şudur: Adam farz-ı kifâye’yi yapmak istemiş fakat vazgeçmiştir.
Görüldüğü gibi karanlık bu rüyada ilk maddede anlatılandan daha
fazla bir şekilde rüyayı etkilemiştir. [323]
[324]
Mekruh olan bir şeyi kasıtlı olarak işlemekten dolayı
ortaya çıkan karanlıktır. Sol el ile bilerek yemek yiyen kişi bu maddenin
örneğidir. Bu tür hareketler zâttaki karanlığın derecesini ilk iki maddeden
daha fazla artırır ve rüya üzerindeki değiştirme etkisi bu iki maddeden daha
fazladır. Bu maddenin rüya örneği ise, rüyasında evine şeytanların girdiğini
gören adamdır. Bunun yorumu adamın karısının zina ettiği ve bazı erkeklerin
onun yanına girip çıktığı şeklindedir. Bu tabirin veçhesinde şeytanlar zinayı
temsil eder. Şeytanların eve girmeleri cinsi münasebetin delaletidir. Evin
temsil ettiği şey ise kadındır. Karanlık bu mertebede çoğalmış ve güçlenmiştir.
Ama bu güçlenme daha ziyade tabiri yapılan şeyde görünmektedir. Buradan da karanlığın
bazen tabirde bazen de tabiri yapılan şeyde güçlü olduğu anlaşılır.
Haram olan şeyi kasten işlemekten dolayı meydana gelen
karanlıktır. Bunun örneği kişinin kasten orucunu bozması ya da kasten zina
etmesidir. Rüyasında önünde yaşlı bir Müslümanın yürüdüğünü gören kimsenin
rüyası da bu derecedeki rüyaya örnek olarak gösterilebilir. Bu rüyayı gören
kişi günahkârdır ama imanı sahihtir şeklinde tabir edilebilir. Bu tabirin
yorumundaki yaşlı Müslüman günahkâr kişinin imanını temsil eder. Yaşlı kişinin
öne geçmesi ise günahkâr olduğunu göstermek içindir.[325]
Hafif yollu akidelerde[326]
cehl-i basit[327]’ ten zât üzerine çöken
karanlıktır. Mesela, rüyasında ölü bir adam gören ve onun da ölü olduğunu bilen
bir kimsenin, ona halini sorması, ölünün de yaptıklarının fenalığından
bahsedip, halinden şikâyetçi olması bu dereceye örnek olarak gösterilebilir. Bu
rüyanın tabiri yapılırken, rüyayı gören kişinin dindar olduğu ve ahiretinin
huzurlu olduğu, ileride üzerindeki günahlara tövbe edeceği yorumu yapılabilir.
Bu tabirin veçhesi şöyledir: Uykuda alınan öğütler mutlaka etki eder. Allah bu
öğütleri kötü yolda olan kulu geri çevirmek için hazırlamıştır. Kulun ölüyle
konuşması onun gücü dâhilinde olmadığı, bu ancak Allah tarafından manâ âleminde
meydana getirildiği için bu tür öğütler geçerli görülmüştür.[328]
Hafif yollu akideyle alakalı, cehl-i mürekkeb[329]’den meydana gelen
karanlıktır. Mesela bir adam rüyasında kendisini cehennemde zakkum yiyor ve
kaynar irin içiyor görürse bunu rüya sahibi harama dalıyor, helal ve haram sınırını
gözetmiyor olarak yorumlanabilir. Bu yorumun veçhesi ise şöyledir: Haram
cehenneme kapı açar, cehennemde zakkum yiyip, irin içmeye sebep olur. Bu
rüyadaki karanlık tabir cihetiyle, zakkum ile irin, ikisi de insana tiksindi
veren şeydir, mal ise sevilen bir şeydir, bu şekilde bir şey zıddıyla
açıklanmıştır, diye yorumlanır.[330]
Ağır sayılan akideyle ilgili cehl-i basit’ten meydana
gelen karanlıktır. Ağır akideye aykırı olan şeylere iman eden kimse buna örnek
olarak gösterilebilir. Kendisini cehenneme girmiş olarak gören kimse bu
dereceye örnek olarak sunulur. Bu durumu O adam ana-baba haklarını çiğnemiş,
onlara isyan etmiş veya bunlara benzer bir günah işlemiş diye yorumlanabilir.
Yorumun veçhesinde; Ana-Baba hakkı çok büyük günahtır, ilahi haklardan sonra gelir,
bu hakları çiğnemek insanı cehenneme sürükler denilir.[331]
Ağır ölçüde olan akideyle ilgili cehl-i mürekkeb’den
meydana gelen karanlıktır. Buna örnek olarak, insanın kendi fillerinin
yaratıcısı olduğuna ve bu inancıyla doğru yolda olduğuna inanan kimse
gösterilebilir. Bu kişi rüyasında bir meleğin onu cehenneme attığını görebilir.
Bu şekilde gördüğü bir rüya Allah’ın kaderi onu ileride cehenneme sürükleyecek
bir günaha yol açacak şeklinde yorumlanabilir. Yorumun veçhesi ise şöyledir:
Melek kadere işarettir. Cehennem de günah ve isyanlara işarettir. Bundaki
karanlık meleğe işaret edildiği için hayli kapalıdır.[332]
[333]
İnsanın kendi
fiilerinin yaratıcısı olduğu fikri mutezilenin düşüncesidir. Mutezilenin beş
temel esasından birisi olan adalet ilkesine göre insan hürdür ve kendi
fiillerini gerçekleştirebilir. Eğer insan kendi fiillerini yapma gücüne sahip
değilse o zaman yaptığı şeylerden dolayı ceza çekmesi veya mükâfat görmesi anlamsız
olur.
Mutezilenin
düşüncesine destek olarak öne sürdüğü ayetlerden bazıları şunlardır: “De ki:
“Ey insanlar! Rabbinizden size hak (Peygamber ve Kur’an) gelmiştir. Artık kim
doğru yola gelirse, ancak kendisi için doğru yola gelmiş olur. Kim de (haktan)
saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ben sizin üzerinizde bir vekil (ve
bekçi) değilim.”[334]
“Doğrusu size, Rabbinizden basiretler (deliller ve hakikati anlama kabiliyeti)
geldi. Artık kim (hakikati) görür (ve iman eder)se lehine, kim de (ondan) kör
kalırsa aleyhinedir. (De ki:) “Ben de sizin üzerinize bir koruyucu değilim (ancak
bir tebliğciyim).”[335]
“De ki: “Hak (olan bu Kur’an) Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen de
küfre sapsın (kâfir olsun).”[9] Şüphesiz biz (kâfir olan bu) zalimlere,
duvarları kendilerini (çepeçevre) kuşatan bir ateş hazırladık. Şâyet onlar
(susuzluktan feryat ederek) yardım isterlerse, (kendilerine) erimiş maden gibi
yüzlerini kavuran bir su ile yardım edilir. O ne kötü bir içecektir ve (o ateş)
ne fena ”350
dayan(ılıp
oturul)acakyerdir!
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında cehl-i basit sahibi olan ve bu
cehilden meydana gelen karanlıktır. Mesela, Peygamber efendimizde (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) olmayan bir sıfatının,
var olduğuna inanan ve bunun yanlış bir inanç olduğunu bildiği takdirde geri
dönebilecek anlayışta olan kimse gibi. Bu derecede zât üzerindeki karanlık
diğer karanlıklardan fazladır. Yaşlı bir insanın rüyada yeniden gençleştiğini
görmesi bu duruma örnek olarak verilebilir. Bu rüya, O kimsenin büyük bir
servet elde edeceği ama bunu Allah yolunda harcamayacağı şeklinde yorumlanır.
Bu yorumun veçhesine gelince: Kişinin yaşlılık hali fakirliğine, gençleşmesi
zenginleşeceğine delalettir.[336] [337]
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında cehl-i mürekkeb sahibi olunan ve bu
yüzden zâtta meydana gelen karanlıktır. Peygamber efendimizde olmayan bir
sıfatın, onda var olduğuna inanıp, bu inancının da doğru olduğuna inanan kimse
bu dereceye örnek olarak verilebilir. Rüyasında arkasından bir gencin
yürüdüğünü gören kimse de bu derece rüya bazında örnektir. Bu rüya, rüyayı
gören adamın Lût kavminin işlediği kötülük gibi bir kötülük işlediği şeklinde
yorumlanır. Bu derecedeki karanlık diğer derecelerin üzerinde bir karanlığa
sahiptir. Çünkü Lût kavminin işlemiş olduğu kötülük, diğer kötülüklerden daha
fena ve daha büyük bir kötülüktür.[338]
Nefs,
sözlükte, hayat, ruh, can, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, kişi, hevâ ve
heves, ceset, kan, beden manalarına gelir.[339]Kur’an’da
nefs kelimesi, öz varlık, zât[340], ruh[341]
gibi manalarda kullanılır. Tasavvufta ise nefs, kişinin kötü huyları ve çirkin
sıfatlarına verilen addır.[342] [343]
[344] [345]
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bir hadisinde ^y> <—^y> ö*
(“Kendini bilen rabbini bilir”351
buyurmaktadır. Bu sebeple her Müslüman nefsini bilmeye çalışmalıdır. Sûfiler
nefsi yedi mertebeye ayırır. Kişinin hangi mertebede olduğunu anlaması ve ona
göre davranması için bu mertebeleri bilmesi gerekir.
Nefs-i Emmâre:
Kötülüğü emreden şımarık nefistir. “Hiç şüphesiz nefis daima kötülüğü
emredicidir”35 âyeti bu mertebeye delalet eder. Bu mertebedeki
nefs bir çocuğa benzetilebilir. Çocuk, aklı ermediğinden dolayı her istediğini 359 yapmaya çalışır. Haram veya
helal farkı gözetmeksizin her şeyi talep eder. Nefs-i emmâre de tıpkı bu çocuk
gibi isteklerde bulunur.
Nefs-i
Levvâme: Kınayan nefs anlamına gelir. Sûfîler Kur’ân’da
“Daima
pişmanlık gösteren ve kınayan nefse yemin ederim”[346] âyetinin bu mertebeye
delalet ettiğini savunur. Bu mertebede kişi yaptığı kötü işlerden dolayı ara
sıra pişmanlık duyar ama bu kötülükleri terk etmiş değildir.
Nefs-i
Mülheme: : İlhâma eren nefs manasındadır. Bu makamın delaleti “Her bir nefse
ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü, hem de ondan
sakınmayı/ korunmayı ilham eden (onlara bilme kabiliyeti veren)e andolsun ki! O
(nefsi)ni (günahlardan) tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir.
Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.”[347] âyetidir. Bu
mertebedeki nefsin basireti açılır. İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlar. Âlemin
ve eşyânın zahirinin ötesindeki hakikatlerini idrak eder. Bu mertebedeki sâlik,
yaptığı zikrin tesirini bütün uzuvlarında hissettiği gibi bütün varlıkların
Allah’ı zikir ve tesbih içinde olduğunun şuuruna da varır.[348]
Nefs-i
Mutmainne: Güzel huylarla bezenen nefs mertebesidir. Fecr suresindeki “Ey
Ummana ermiş nefis”3661 âyeti bu mertebeye işaret eder. Bu
mertebede kişi tevekkülünü ve ibadetini artırır.
Nefs-i Râdiye:
Razı olan nefs anlamındadır. Nefs bu makamda Allah’tan gelen herşeye koşulsuz
razıdır. “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine” [349]
ayeti bu mertebeye işaret eder. Nefs-i razıye sahibi, boş konuşmaz, şüpheli
şeylerden uzak durur, zikirle meşgul olur. Allah’ın çeşitli kerametlerine
mazhar olur. Bu nefsin sahibine “ehl-i kemâl” denir.[350]
Nefs-i
Merdıye: Allah’ın da kuldan razı olduğu nefs mertebesidir. Nefs-i Razıye
makamında kullanılan ayet bu mertebe için de geçerlidir. Bu mertebeye ulaşan
kimse Allahtan gayrısını düşünmez olur, gayeleri Allah’a yakın olmaktır. Onun
yarattığı bütün eşyadaki hikmetleri düşünür ve O’nun taksimine daime razı
olurlar. Bu sebepten dolayı marifet kapısı da onlara daima açıktır.[351]
Nefs-i Kâmile
(sâfiye): Bu nefsin son mertebesidir. Bu makamda kişi bütün güzel sıfatları
üzerinde toplar. Artık Allah’ın halifesi olma sıfatına tam manasıyla taşır.
Nefsini
tanıyan kul onu terbiye etmeye, öldürmeye çalışır. Debbâğ nefsin ölmesini
“Kulun bütün fillerinin Allah için olması” diye tanımlar. Fiiller Allah’tan
başkası için olursa, bu nefsin hayatta olduğuna işarettir. Kulun nefsinde
vesvese hissetmesi de nefsin ölmediğine bir işaret olarak kabul edilir. Vesvese
ne kadar kuvvetli olursa, nefs o derece kuvvetli olur. Vesvesesi olmayan
kişinin nefsi de yoktur. Vesvesesi olan kişinin ise amelleri Allah için değil
nefsi içindir. [352]
Debbâğ’ın
düşüncesinde nefsi öldürmenin ilacı marifetullah ve müşâhedetullah’tır. Kulun
kalbi bunlarla mâmur olduğu zaman artık hiçbir şeyin Allah olmadan hareket
edemeyeceğini kavrar. Her hareketin muharrikinin Allah olduğunun, kula dilediği
kadar nimet verenin yalnız Allah olduğunun ve ahiret yurdunun sahibinin Allah
olduğunun farkına varır. Kul bütün bunların farkına varınca Allah’tan başkasına
nazar etmez ve böylece nefsi ölmüş olur.[353]
Ruh sözlükte,
can, nefs, cebrail[354], insan ve hayvandaki hayati
madde[355] olarak tanımlanır.
Tasavvufta ise mücerred insan latifesi, insandaki bilen ve idrak eden
latifedir.[356] Şiblî (ö. 334/946) ruhları
latif varlıklardır, hakikati görünce meylederler diyerek tanımlar. Vâsıtî ruhu
iki kısma ayırmıştır, bunlardan biri yaratıklara can veren, diğeri kalpleri aydınlatan
ruhtur. Allah’ın “Resûlüm! İşte biz sana böylece, emrimizden bir ruh
vahyettik”[357]ayetini,
ikinci türden; yani gönülleri aydınlatan ruhtan saymıştır.[358]
Ruh konusu
üzerine kelamcılar, felsefeciler ve sûfiler başta olmak üzere birçok grup
tartışma yapmıştır. Bazı sûfiler konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alırken,
bazıları ise fazla değinmemiştir. Değinmeyen sûfilerin bu kararı almasında “(Resûlüm!)
Sana ruh(un ne olduğun)u sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrinden
(yarattığından bir şey)dir. Size (ona ait) ilimden ancak pek az bir şey
verilmiştir”[359]
ayeti etkili olmuştur. Nitekim Sühreverdî (ö. 632/1234) ruh hakkında konuşmanın
zor bir iş olduğunu, akıllı kimselerin bu konu hakkında fazla konuşmadığını
belirtmiştir.[360] Cüneyd-i Bağdâdî: “Ruh, Allah
Teâlâ’nın, gerçek yönüyle bilinmesini zatına ait kıldığı şeydir. Ruh hakkında,
“O, mevcut olan bir şeydir” demekten öte bir şey söylemek câiz değildir”[361] demiştir.
Debbâğ da
aklın ruhu kavrayamayacağını belirtmiştir. Ancak henüz ruhu bilmeden âlemleri
görme ve bilme keşfi meydana gelirse, ondan sonra ruh hakkında bir şeyle
bilinebileceğini savunmuştur.[362]
Debbâğ
Kur’an’ın yedi harf üzere inmesini, yedi nûr olarak açıklar. Bu nûrlar
nübüvvet, risâlet, ademilik, rûh, ilim, kabz ve bast harflerinin nurlarıdır.
Ruh’un nûru da kendi içerisinde yedi cüz’e ayrılır.
Nurlardan zevk almaktır. Ruh bu nur ile kâinatta Allah’ın
efalinin nurlarından zevk alır ve ulvî âlemde bulunan envarın feyzini tadar.
Kendisine takdir edilen ölçüde bu zevkten yararlanır. Ruhun bu zevki bazı
hususlarda zâtın zevkinden farklıdır.
Ruhun zevki nurânî olduğu için nurla ilişki kurar. Zâtın
zevki ise gözle görülen eşyayla ilgi kurar. Mesela zât balın tatlılığının
zevkini hisseder. Ruh ise balın tadını manevi yönden hisseder.
Ruhî zevkte ittisal şart değildir. Ruh her şekilde zevk
alabilir. Ancak zâtın zevki ittisal gerektirir.
Ruhun aldığı zevk belli bir yerde değildir, bütün
cevherine sirayet eder, bu cevherler zahirî de olsa batınî de olsa ruhun
hissettiği zevki duyar. Zâtî zevk böyle değildir, mesela dil tatmaktaki zevki
belli bir ölçüde hisseder.
Ruhun zevk alması diğer duyularla da olur. Mesela ruh balı
gördüğü zaman onun tatlılığının zevkini alır. Bazen sadece lafızları duyması
bile ona zevk verir. Mesela: Ruh bal kelimesini duyduğu zaman, balın bağlı bulunduğu
nurun zevkini almaya başlar. Böylece onun zevkini kendinde bulunan ve balda var
olan nur sebebiyle hisseder.[363]
Taharettir. Taharet ruhun safâsından ibarettir, safâ ruhun
yaratıldığı hal üzere kalmasıdır. Hissî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır. Hissî
olanı, taharet nur olduğuna göre, nurun tamamının safa üzere bulunmasıdır.
Manevî olanı, iki marifetin bir araya gelmesinden ibarettir. Bunlar bâtıni
marifet ve zahirî marifettir. Bâtıni marifet canlı, cansız tüm mahlûkatta
bulunur. Daha sonra Allah merhamette bulunduğu kullarında bunu zahirî marifete
çevirir. Bu hale bürünen kişi artık tüm cüzleriyle Allah’ı bilir.[364] Bu marifetin en üst derecesi
olarak bilinir.
Temyizdir. Bu nurla eşya zihin haricinde bulunduğu hakikat
üzere ayırt edilir. Bu temyizde öğrenim gerekmez, sadece o şeyin sesini duymak,
onu görmek, sesini işitmekle mümkündür. Bu şekilde o diğer eşyadan rahatlıkla
ayırt edilebilir. En güçlü nur Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın
nurudur. Resûlullah’ın temyiz nuru bütün âlemi delip geçer ve varlıkları aşar.
Gökleri, melekleri rahatlıkla bilebilir. Bununla ezelî ve öncesiz olan ilim
arasında bir itişme yoktur. Öncesiz olan ilmin sınırı yoktur. Çünkü Hak’ın
öncesiz ve sonsuz olan ilminde âlemler sadece bu sayılanlardan ibaret değildir.[365]
Basirettir. Basiret anlayış ve kavrayışın ruhun bütün
cüzlerine işlemesi demektir. Ruh zâtı sevince ve aradaki hicap kalkınca zâta bu
basiretle yardımcı olur. Böylece o zât tıpkı ön tarafını gördüğü gibi her
tarafını görebilir. Böylece ruh için olan her şey zât için de olmuş olur.
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bu nura sahiptir, onda hicap kalkmıştır. Nitekim bir hadis-i şerifinde “Saflarınızı
dümdüz tutunuz ve birbirinize sımsıkı yapıştırınız. Zira ben sizi arkamdan da
görüyorum”[366]buyurmuştur.
Gaflet etmemektir. Gaflet etmemek, cehalet sıfatlarının
yok olması demektir. Başka bir deyişle ilme karşıt olan vasıfların
silinmesidir. Bu durumda ruh bir şeye yöneldiğinde başka bir şeyden gafil
olmaz. Çünkü her şeye ayrı ayrı yönelmesine gerek yoktur.[367]
Debbâğ’a göre
ruhların bir kısmının ilmi çok, bir kısmının ise azdır. İlim yönünden en
kuvvetli olan Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın nurudur. Bu
bakımdan O âlemde bulunan her şeyden haberdardır. Rasullullah’ın ruhu ve zâtı
tam bir kaynaşma içerisinde olduğu için, ruh ona gaflet etmemekte yardımcı
olmuştur. O kadar ki varlık âleminde her şeyden haberdar olmuştur. Ancak zâtın
haberdar olmasıyla ruhun haberdar olması farklı şeylerdir. Ruh her şeyi bir
defada bilebilir ama zât bunu kademeli olarak yapar. Nitekim Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde
onunda bir insan olduğunu, unutabileceğini, unuttuğu zaman kendisine
hatırlatılması gerektiğini belirtmektedir.[368]
Sirayet (yayılma, nüfuz etme) kuvvetidir. Ruh bu kuvvetle
canlı, cansız varlıkları engel tanımadan geçer. Ruh zâtla uyum içinde olunca
ona bu kuvvet verilir, böylece zât da ruhun yaptıklarını yapabilir. Bu konuda
bir peygamberin başına gelen olay şöyle anlatılır. “ Kavmi bir peygamberi
öldürmek istediğinde onlardan kaçıp bir ağacın kovuğuna sığınmıştı. Sirayet
kuvvetiyle ruhu zatına yardımda bulunmuştu, aralarında muhabbetle uyum vardı.
Aslında ağaç yok değildi. Onun zâtı ağacı yarıp içine girmişti.”[369] İsra ve Miraç olayı bu
kuvvettendir. İsra ve Miraç ruhun ameliyesidir.
Ruhun maddeyle alakalı elem verici şeyleri
hissetmemesidir. Açlık, susuzluk, sıcak, soğuk gibi durumları hissetmez. Ruh
maddeyi delip geçtiği zaman da bu maddelerden zarar görmez. Pislik dolu bir
yerden geçtiğinde ne onun pis kokusunu duyar ne de ondan bir zarar görür. Ama
melek böyle değildir o kötü kokudan tiksinir. [370]
Debbâğ İbrîz’de
ruhun sırlarından bahseder. Bunların sayısının üçyüz altmış altı tane olduğunu
söyler ama açıklamaz. Genel olarak bu sırların durumundan bahseder. Ruh zâta o
sırlardan birisiyle yaklaştığı zaman zâtın devamlı ağlayacağını, bir başka
sırla yaklaştığında devamlı güleceğini, başka bir sırla yaklaştığında da
devamlı bağırıp çağıracağını belirtir.[371]
[372]
Bu bağırmayla
alakalı Ahmet b. Mübârek şeyhi Abdülaziz ed-Debbâğ’la yaşamış olduğu bir anıyı
anlatır. Bir gün Ahmed b. Mübârek şeyhiyle beraber otururken yanlarına bir adam
gelir ve sohbet esnasında bağırmaya başlar. Debbâğ o adamın bu durumuyla ilgili
olarak; halinin önemli bir hal olduğunu ama şeytanların o adamla oynayıp
namazını bozacak duruma getirebileceklerini belirtir. Bu durumun izahı da şöyle
yapılmaktadır. Kalplerin Allah’a dönen yüzü, onların kıldığı namazdır. Namaz ve
diğer ibadetler kalbin bu yönünü 387
sağlamak için
meşru kılınmıştır.
Debbâğ’a göre
şeytan bir kimsenin bu yüzü elde etmek üzere olduğunu görürse, onun kalbine
nüfuz etmekte ve onun yönünü bozmaya çalışmaktadır. Durum böyle olunca yukarıda
zikredilen bağırma durumuna kulun yönünün çevrilmesi, kişinin kendini önemli
durumda hissetmesi ve gurura kapılması, Allahtan kopması gibi bir takım
fesatlar karışabilmektedir. Kişi bu fesat neticesinde kendisini bir şey
zanneder ve çevresindeki insanlar da aynı düşünceye kapılır.[373]
İlk dönem
sûfîlerinden itibaren mutasavvıfların bir kısmı bu tarz bağırma durumlarına
itibar etmemişlerdir. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî ile ilgili olarak şöyle bir
menkıbe anlatılır. Cüneyd, sohbet esnasında cezbeye gelerek nâra atan bir
genci, “Böyle yapacaksan bir daha benim meclisime gelme” diyerek uyarmış, bunun
üzerine genç titrediği ve damarları şişip gerildiği halde cezbesine hâkim
olmaya çalışmıştır; ancak sonunda cezbesi dayanılmaz bir hal almış, kendine
hâkim olamayarak bir nâra atmış ve ruhunu teslim etmiştir.[374]
Şeyh
Zerrûk’tan nakledilen bir olay ise şöyledir: “Fakir dervişlerden oluşan bir
topluluk Fas’ta bir arada gecelemek istemiş, yanlarında da a’mâ olan,
doğruluğuyla bilinen bir kimsenin olmasını arzu etmişlerdi. Dervişler gece hep
beraber zikrederken a’mâ olan zât “ Ey dervişler. Şeytan aranızda dişi bir keçi
şeklinde dolaşmaktadır, aranızda kırmızı yaşmaklı kimdir? Şeytanın onu
kokladığını ve çok kötü bir biçimde ona sokulduğunu görüyorum.” dedi ve
ardından bir nâra attı. Sonra da “ Şeytan o adamı süstü, hatta boynuzları o
adamda kayboldu” dedi. Şeyh daha lafını bitirmeden o kırmızı yaşmaklı adamın
nârası duyuldu. Sonra a’mâ şeyh “ Aranızda falan elbise sahibi kimdir? diye
sordu. Şeytanın ona geçtiğini ve kokladığını görüyorum” dedi ve bir nâra daha
attı. Sonra da “Andolsun ki şeytan onu süstü ve de çirkin bir vuruşla ona
dokundu” dedi. Bu esnada elbisesi tarif edilen adamın da nârası duyuldu.”[375]
Ahmed b.
Mübârek bu olaydaki dervişlerin daha önce attıkları nâradan dolayı kendilerini
bir şey sandıklarını ama a’mâ şeyhin bunun iyi bir şey olmadığını onlara
öğrettiğini söylemiştir.
Bazı
tarikatlar cezbeyi ve ardından gelen nârayı benimsemişlerdir. Ancak bu tür hal
ve hareketlerin riyaya sebep olmaması için gizli tutulmasını istemişlerdir.
Nitekim Mevlevî dedeleri sohbet esnasında cezbeye kapılıp bağıran kimseye,
“Kanını içine akıt”[376], Rifâîler ise, “Yan fakat
tütme” demişlerdir.[377]
Bazı zâtlar bu
fesatlara uğramayıp ruhtan sırları alabilir. Zâtın sahip olduğu bu sırlar kişi
öldüğü ve kabirde çürümeye başladığı zaman onu ruhuyla beraber terk eder. Ruh
sırlarla beraber berzah âlemine gider. Bazen o sırlar kabirle bitişik halde
olur ve öylece kalır, berzahtaki ruhuna doğru yükselir. Bu genelde velîlerde görülmektedir.
Böylece zâtın imanının nuru bir sütun gibi o velînin üzerinde kalır. Daha önce
nasıl zâtla bitişik duruyorsa yine o şekilde kabirde durur.[378]
Debbâğ çoğu
zaman Fas kabristanında gezerken, kabirlerden kamış gibi göğe doğru yükselen
nurları gördüğünü ve orada velî bir zâtın yattığına kanaat getirdiğini
belirtir.[379]
Ruhun sırları
ve cüzlerinden sonra Debbağ ruhun zâta sokulması meselesine değinir. Bu olayı
bir örnekle açıklamayı tercih eder. Ruhu zâta sokmak isteyen melekler, büyük
bir paşayı zindana sokmak için gönderilen hükümdarın küçük kölelerine
benzetilir. Kölenin ve paşanın büyüklükleri karşılaştırıldığı zaman paşayı
zindana sokmanın oldukça güç olduğu aşikârdır. Ama köleyi bu vazife için
görevlendiren hükümdarın paşa üzerindeki üstünlüğü de tartışmasız fazladır.
Tıpkı bunun gibi melekler de ruhları zâta sokarken hayli zorlanırlar ama
ruhlarda üzerlerindeki kudretin bilincindedir.[380]
Debbâğ’ın ruh
konusunda bir başka iddiasına göre insanlar yeryüzüne inmeden önce ruhlar
yeryüzüne inmiştir. Ruhların yeryüzüne indiği bölgeler uğradıkları yerlere ve
inişlerine göre üç kısma ayrılır. Birinci kısma müminlerin ruhları grup
şeklinde, ikinci kısma kâfirlerin ruhları parça parça ve üçüncü kısma her iki
gruptan ruhlar inmiştir.[381]
Birinci kısmın
indiği topraklarda ancak Müslümanlar yaşar. İkinci kısmın olduğu toprakta ancak
kâfirler yaşar ve üçüncü kısmın indiği toprakta en son inen zümrenin durumuna
göre insanlar yaşamını sürdürür. Eğer son inen Müslüman ruhuysa Müslüman, kâfir
ruhuysa kâfir toprağı olarak kalır. Kendisine fetih yapılan kimse bugün
kâfirlerin yaşadığı topraklara baktığı zaman ileride oranın Müslüman toprağı
olup olmayacağını bilir. Bunun sırrı da elest bezmindeki hitapta saklıdır.
Fetih sahibi kimse o hitaptan sonra inen ruhlara ve ardından inen ruhlara
bakar; eğer inen tâife kâfirlerdense ve onlardan sonra da kâfirler inmişse o
toprakları Müslümanların ele geçiremeyeceğini anlar. Eğer ilk inen gruptan
sonra Müslüman ruhları inmişse, o topraklara Müslümanların hâkim olacağını
bilir. Debbâğ’a göre bir yerin Müslüman hâkimiyetine girip girmeyeceğini
anlamanın bir başka yolu ise, kendisine fetih yapılan zâtın müşrik diyarına
bakmasıdır. O zat baktığı yerde Allah dostu görürse oranın islâm diyarı
olacağını bilir.[382] [383]
Debbâğ’a göre
ruhlar ve zâtlar dünyaya yerleştikten sonra, ölüm anında beden kalır ve ruh
berzah âlemine yükselir. Velî kimsenin ruhunun ne durumda olacağı yukarıda
anlatılmıştı. Debbâğ müminlerin ruhlarının berzahta, etrafında nurdan bir
aydınlık bulunur şekilde olacağını, dünyada hiçbir ışığın bu derece aydınlık
veremeyeceğini söyler. Ona göre Müminler berzah âleminde birbirlerinden
yararlanabilecekler, birbirlerine şefaat edebileceklerdir ama kâfirler
müminlerin etrafındaki nur yüzünden onlara yaklaşamayacak ve 398 onlardan yararlanamayacaklardır.
Kâfirlerin
ruhlarına gelince onlardan bazılarının berzah âlemine yükselmekten men edilir.
Berzaha yükselemeyen ruhlara şeytanlar musallat olur ve onlarla çocukların
topla oynadığı gibi oynar. Ona göre bu ruhlara Allah güç getirilemeyecek ölçüde
azap eder, topraklaşıp bedenleri silininceye kadar buna devam eder. Bedenler
artık çürüyüp yok olunca ruhlar Berzahın en alt katına gider.[384] Debbâğ Âraf sûresindeki '“Âyetlerimizi
yalanlayıp da ona (inanmayıp) büyüklük taslayanlar var ya! Göğün kapıları onlar(ın
ruhların)a açılmayacak ve halat iğne deliğinden girinceye kadar onlar cennete
giremeyeceklerdir. işte günahkârları böyle cezalandırırız”[385]ayetinin de bu
bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini belirtir.
Debbâğ
hayvanların ruhlarını anlatırken, onların bir kısmının cehennemde azap
vesilesi, bir kısmının da cennette cennet ehlinin nimeti olduğunu savunur.
Köpek ve yırtıcı hayvanlar eğer dünyada cehennem ehliyle beraber olmuşsa orada
da cehennemde bulunacaktır, kâfirler bunun için ayrıca azap çekecektir der.
Dünyada beraber değillerse ahirette de beraber olmayacaklarını belirtir.[386]
Debbâğ bu
şekilde düşünerek genel görüşten uzaklaşmıştır. Nitekim Nebe suresinin son
ayetinde geçen: “Çünkü biz, sizi yakın bir azapla uyardık. O gün kişi,
ellerinin önden gönderdiği şeylere bakacak ve kâfir de: ‘“Keşke ben (bu azabı
görmeyip) toprak olsaydım!” diyecektir.” cümlesini kâfirlerin, hayvanların
toprak olduğunu gördükten sonra söyleyecekleri rivayet edilmiştir.[387] Dolayısıyla hayvanlar
düşünemeyen yaratıklar oldukları için onlar adına bir azap veya mükâfattan
bahsetmek uygun olmayacaktır. Hayvanlar ahirette toplanacaklar daha sonra
Allah’ın emriyle toprağa dönüşeceklerdir.
Sır, gizli,
gizli şey,[388]gizli iş veya söz,[389]gizem, esrar[390] anlamında kullanılan
kelimedir. Istılahta sır, duyuların idrâk edemediği gizli manalara[391]hakkın gâib hale getirip halka
bildirmediği şeye[392] denir. Kâşânî sırrı, zahirî
idrakten gizli olan batınî bir mana olarak tanımlar.[393]Muhakkikler
sırrın tarifini, şuurda gizli olan manâ diye yapar. Havâstan olan kişilerin
inzivaya çekilerek safâ-yı kalbe ulaşmalarına da sır denir.[394]
Sır herkese
verilen bir şey değildir. Sır verilen kimseleri İsmail Ankaravî “Ahfiyâ” yani
gizli olan sevgili kullar diye tanımlar ve bunları iki kısma ayırır. İlk kısım
insanlar arasında isimleri olmayan, şöhretsiz ve kerametsiz kimselerdir. Bu
kimseleri herkes tanıyamaz. Halkın içerisinde deli gözüyle bakılır ama halden
anlayan kimseler onların değerini bilebilir. Ankaravî bu hususta Mevlana’nın şu
sözünü hatırlatır:
Bir de
velîlerden öylelerini tanırım ki
Ağızları
yumulmuştur, hiç dua etmezler.
Peygamberlerden
bir başka taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler.
Bu zâhir
halkına nereden meşhur olacaklar?
Bunca
kerâmetleri vardır da yine de ululuklarını kimsenin gözü görmez.
Hem
uludurlar, kerâmetleri vardır, hem Allah hareminde gizlenmişlerdir.
Onların
adlarını abdâl bile işitmemiştir.[395]
İkinci kısım
halk arasında şöhret kazanmış kimselerdir. Bunların en önemli özelliği
insanların akılları ölçüsünde konuşurlar. Mevlana bunlar hakkında da şunları
söylemiştir:
Asıl
şaşılacak şeye gelince:
ovalardan,
o çöllerden yüzbinlerce adam geçiyor,
gölgelik
için can veriyorlar.
Başlarını
kilimlerle örtüyorlardı da, onların gölgesini bile görmüyorlardı iyi görmeyen
çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuh!
Allah ’ın
kahrı, gözleri bağlamış, yoksa gözleri bağlı adam,
Ay ’ı
görmez de Sühâ ’yı görür.
Halk çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar
bu pörsümüş meyveleri yağma etmek için birbirlerine girmekteydi.
dallar,
meyveler, yapraklarsa an be an
“Keşke
kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu! ” diyorlardı.
Her ağaçtan
“A bahtsız kişiler! Bize gelin, bize ” diye ses geliyordu.
Fakat
Allah’tan da ağaçlara “ Onların gözlerini bağladık;
onlara
sığınacak yer yok! ” sesi gelmekteydi.[396]
Muhammed b.
Alî el-Ensârî el-Herevî (ö. 481/1089) ise sır ehlini üç dereceye ayırmıştır:
Birincisi himmetleri yüce, yönelmeleri saf ve sülûkları doğru olan kişilerdir.
Onların kim oldukları bilinmez. Her nerede olurlarsa Allah’ın gizli
güçleridirler.
İkincisi,
kendileri bir makamda veya işteyken başka bir makama işaret eden kimselerdir.
Bu kimseler kendilerini halktan gizler. Bir edep ve zarafet içerisindedirler.
Üçüncüsü,
Hakkın kendilerini kendilerinden bile esirgediği zümredir. Allah onlara bir nur
göstermiş ve bu nurla onlara kim olduklarını unutturmuştur. Bu mertebe velâyet
ehlinin en ince makamlarından birisidir.[397]
Sır ruh gibi
insan bedenine tevdî edilen bir latife olarak da tanımlanır. Kalp, ruh, sır
sıralamasında sır ruhtan sonra gelir ve daha latiftir. Kalp marifet, ruh muhabbet,
sır temaşa mahallidir.[398] Şehâbeddin Sühreverdî sırrın,
ruh ve nefis gibi, bir zatı ve vücudu olan, kendi başına müstakil bir şey
olmadığını söyler. Nefis temizlenip saflaşınca, ruhun nefsin zulmetinden
kurtulup kurbiyet vatanına doğru yükseleceğini, kalbin de bu durumda daha âli
makamlara göz dikeceğini belirtir. Bu esnada kalbin yeni bir sıfat kazanacağını
ve bunun adının sır olduğunu dile getirir.[399]
Debbâğ sır
konusunu açıklarken Abdüsselam b. Meşiş’in salâvatında geçen jslsaJl ^jJ 4js j sözünden yola çıkar. Burada
geçen hakâyık kelimesinin halkın esrarı olduğunu ve 366 bölüm olduğunu söyler.
Debbağ’a göre bu irade mahlûkatta Allah’ın iradesine uygun ölçüde zahir
olmuştur. Mesela bitkilerde yarar sağlama sırrı vardır. Yani bu hakikat o bitki
ile ilgi kurmuştur.[400]
Debbâğ’a göre
yeryüzündeki sır taşıma sırrıdır. Müşâhede ehlinde olan sır sayesinde onlar bir
an olsun Allah’tan gaflet etmezler. Sıddîklerdeki sır doğruluk sırrıdır. Keşif
ehlinde olan ma’rifet-i Hak sırrıdır. Resûlullah Efendimizde tüm bu sırlar
mevcuttur, bu sırlar başkalarının ulaşamayacağı bir makama yükselmiştir. Bütün
mahlûkatın Resûlullah Efendimizin şerefli nurundan yardım beklemesi de bu
sebeptendir. Bu seviyeye erişen başka hiçbir mahlûk yoktur.[401]
Debbâğ
sâlihler ve âriflerin divanına girdiği zaman kendisine sır verildiğini ve
sırlarla alakalı kıssalar nakledildiğini bildirir.[402]
Onlardan bazılarını da müridi Ahmed b. Mübârek el-İbrîz'de anlatır.
Bu kıssalardan
birisinde şeyhinden sır alan Huz kabilesinden bir müridin bu sırrı saklayamayıp
kabilesine anlatması sonucu öldürüldüğünden bahsedilir.[403]
Bir diğer kıssa da gene sır alan bir müridin sırrı saklayamamasından dolayı
öldürüldüğü anlatılır. Debbâğ olayı anlatan kişinin ağzından şu şekilde
nakleder:
“Benim bir
müridim vardı, tam on iki yıl hizmetimde bulundu. Bu sebeple onu fazlasıyla
seviyordum. O kadar ki kızımı ona nikâhlamayı düşünüyordum. Her Cuma üç gün
kaybolurdum, deniz kenarında oturup kendi âlemimle baş başa kalırdım. Bir ara
benim ortadan kaybolmam bayrama tesadüf etti. Yedi oğlum, üç kızım bulunuyordu.
Ayrıca bir de hizmetçim vardı. Eve döndüğümde o müridimin bütün ev halkını
giydirdiğini ve her birine gereken eşyayı aldığını gördüm. Buna çok sevindim.
Rağbetim ona karşı arttıkça arttı. O da bunu anlayınca kendisine sır vermemi
istedi ve ısrar etti. Dayanamadım, istediği sırrı verdim. Ama bunu istemeyerek
verdim. Kırk gün ancak devam edebildi. Halk ondan işittiği esrarı anlayamadığı
için aleyhinde delil topladılar ve idam ettirdiler.”[404]
Şu şekilde bir kıssanın daha anlatıldığından bahsedilir:
“Benim de bir
müridim vardı, tam dokuz sene hizmetimde bulundu. Bu hizmetinden dolayı onu çok
seviyordum. Edep ve terbiyesi, beşerî münasebetleri de iyi sayılırdı. Aynı
zamanda bizim muhitteki komşularımızdan sayılırdı. Ailem hizmet edemeyecek
kadar hasta yatıyordu. Bu müridim, güzel karısını alıp bize gelir, karımın
yapamadığı, güç yetiremediği hizmetleri görürdü. Bu sebeple de o müridimi çok
severdim. Bir gün bazen bulunduğum yerlerden bir yerde dururken ansızın o
müridim elinde Mushaf tutan küçük kızıyla bana geldi. O anda çocuğun elindeki
Mushaf’ı fark
edememiştim. Çocuk ayaklarımın arasına kapandı, derhal geri çekildim ve:
Ne istiyorsun, bu büyük bir dehalet[405]
ve yalvarmadır!
Ey Efendim, bana sır vermeni diliyorum, dedi.
Buna tâkat
getiremezsin, çünkü sır çok ağır bir haldir, büyük bir istektir, ancak Allah’ın
güç ve kuvvet verdiği kimse ona güç yetirebilir... İnsanların üçte ikisi bu
sırrı taşıyana “Ne iyi! Ne iyi!” derler; ama helak olması ve burnu üzere ölmesi
bu yüzdendir. Dedimse de,
Ey efendim!
Sen bana sır ver, ben ona güç yetirebilirim diyerek ısrar etti. Onun hizmetine,
karısının bize olan yardımına ve aramızdaki tanışıklığa, kızının ayaklarıma
kapanmasına baktım ve istemeyerek ona sır verdim.
Bu mürid
sırrı zâtsız almıştı. Zâtsız sır alan herkes helak olur, yani o sır onu öldürür
ya da öldürtür.( Debbâğ zâttan maksadın şeyhin zâtı ve onun esrarı olduğunu
söyler. O zât, şeyh vefat etmedikçe müride geçmez. Velî olan bir zât, sır
vermeye güç yetirir ama zât vermeye takat getiremez. Zât’ı ancak Allah
verebilir. )[406]
Netice o
mürid şeyhinden sırrı alıp ayrılıyor, şeyhinden üç gün ayrı kaldıktan sonra bu
kez şeyhinin aleyhinde konuşmaya başlıyor. Durumu şeyhe bildiriyorlar. Şeyh
hazretleri gözünü ondan çevirip kendini onun hakkında âmâ yapıyor, derken
üzerine belâ inmeye başlıyor. Böylece manevi bir karanlık içine gömülüyor. Ne
yapacağını, nereye gideceğini şaşırıyor, derken bir kafileye katılıp deniz
yolculuğuna çıkıyor, kendini önce tanıtmıyor, sonra Hristiyan oluyor. Onun
başına gelen bu kötü iş, sır konusunda çok acele etmesinden, henüz vakti ve
saati gelmeden kapıyı açmasındandır. Böylece İslamiyet’ten mahrum kalma
bedbahtlığına düşmüştür. Allah’tan müminler için selamet dileriz.”[407] [408]
Eserde bunlara
benzer beş tane daha kıssadan arka arkaya bahsedilir. İlerleyen sayfalarda da
yeri geldikçe sır alan müritlerle ilgili çeşitli kıssalar anlatılmıştır.
Hepsinde de sırrı taşımaya güç yetiremeyenlerin sonlarının kötü olduğundan
bahsedilir.
Debbağın
düşüncesinde sır, bir kimseden alınıp başkasının yanına emanet verilebilir.
Debbağ emanet bir sırrın kendisine verildiğini, daha sonra o sırrı zamanı
gelince sahibine aktardığını belirtir. O bir kimsenin şeyhinin sırrına varis
olabilmesi için aklının, huyunun ve kanının uyması gerektiğini söyler. Başka
türlü bir veraset olamaz. Eğer varislik kuvvetle olsaydı hükümdarlar varis
olurdu, hizmetle olsaydı hizmetçiler varis olurdu, bu olmaz der.
Debbâğ, sır konusundan bahsederken fethe de değinir. Eğer bir
kimseye sırla beraber fetih de verilirse kişi onunla sırrını güçlendireceğini,
fetih yapılan
kişinin
gözünün önünden perdeler kalkacağını bildirir. Bu kuvvete sahip olan kişinin
yeryüzündeki her şeyi görebileceğini, kulağının her şeyi duyabileceğini,
burnunun her şeyi koklayabileceğini, dilinin her maddeyi ağzına dokundurmadan
tadabileceğini söyler.[409] Kısacası sırla beraber fetih
yapılan kimse iki kat kuvvetli olur. Hicapla beraber sır verilen kimse ise bu
kadar kuvvetli değildir. Sadece sırrın kuvvetini taşır.
Ona göre fetihsiz
bir sırrın zâtta bulunması durumunda ise Allah’ın vasıflarının benzerinin onda
meydana geleceğini bildirir. Böyle bir kimse Hakla uyum sağlamış görünür,
ahlakı ve sıfatları övgüye değer derecede güzelleşir.[410]
Müşâhede,
kelime olarak görme, perdenin açılması ve temaşa anlamlarına gelen Arapça bir
kelimedir. Tasavvufta ise hakkın gönüllerde hazır olması,[411]
Hakkı perdesiz,[412]töhmetsiz ve birlik deliliyle
görmek, [413]Allah’ı kalp ile görmek olarak
tanımlanır. Cüneyd “Müşâhede kendini kaybederek hakkı bulmandır” demiştir. Ebu
Osman Mekkî (ö. 297/910) ise “Müşâhede; araya setr ve inkıtâ„ hali girmeden
tecelli nurlarının ard arda salikin kalbine gelmesidir, peş peşe çıkan bir
şimşek farz edilmesi gibi.” demiştir.[414]
Tasavvuf
literatüründe müşâhede ehli üç kısma ayrılır: Birincisi: Başlangıç halinde
bulunan müşâhededir. Bunlar eşyayı düşünce gözüyle müşâhede edenlerdir.
İkincisi:
Müşâhedede yolu yarılayanlar, bunlar hakkın elinde ve onun mülkünde olanlar
diye tarif edilir. Bu aşamada meydana gelen müşâhede kulun sırrında ve vehminde
Allahtan başka bir şey bırakmaz.
Üçüncüsü:
Müşâhedenin son basamağıdır. Mekkî bunları şöyle tarif eder: “ Ariflerin
kalpleri sağlam bir müşâhedeye erince Allah’ı her şeyde müşâhede etmeye
başlarlar. Müşâhedeleri O’nun huzurunda ve O’nunla olur.”[415]
Debbâğ da
müşâhedeyi üç kısma ayırır. Ona göre müşâhede marifete göredir. En yüksek
marifet sahibi Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimiz olduğu için onun müşâhedesine hiç
kimse güç yetiremez. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimize marifet, dostuyla beraberken
yanlarında üçüncü bir kimse yokken hâsıl olmuştur. Bu bakımdan Rasûlullah
(s.a.v) yaratılmışların ilkidir.[416]
O’nun ruhu
zâtına girince, orada, rıza ve muhabbetle sâkin olmuştur. Böylece ruh onun
zatını kendi sırlarıyla desteklemiş, kendi marifetini ona vermiştir. O’nun zâtı
manevi basamaklarda kademe kademe yükselmiş, kırk yaşına kadar bu yükselme
devam etmiştir. Kırk yaşına bastığı zaman zât ve ruh arasındaki perdeler
kaldırılmış ve O’na kendisinden başka kimsenin güç yetiremeyeceği bir müşâhede
hâsıl olmuştur. [417]
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bazen Yüce olan zâtın müşâhedesinde olur. Bu müşâhedenin keyfiyeti
bilinmez. Dünyada onun benzeri yoktur. Bu, cennet ehlinin lezzetidir ve
cennette bulunur. Bazen de zâtın kahredici kuvvetini müşâhedede bulur. Bu
müşâhede de ise korku ve dehşet vardır. Bazen de zâtın mümkinâtta bulunan
kuvvetini müşâhede eder. Bu müşâhedede yüce zât görünmez sadece fiilleri olur.
Bu üçüncü müşâhedede şer’i hususlara uyulur, halka gereken şeyler öğretilip
Hakka ulaşması sağlanır.[418]
Debbâğ bu
müşâhede çeşitlerini birer örnekle açıklar. İlk müşâhedeye örnek olarak kahır
ve hışımla meşhur bir hükümdarı verir. Bu hükümdarın silahı vb. birçok öldürme
aleti olduğunu varsayar. Hikâyeye göre bir gün bu hükümdar bütün öldürücü
aletleri bırakıp atından inerek kendi memleketinden bir adam çağırır, onunla
neşeli bir havaya girer, derken onunla senli benli olur ve artık ikisi gönüldaş
olurlar. Bu adamın neşesi ve mutluluğu ölçülebilir mi? İlk müşâhede bunun
gibidir, bu müşâhedenin sahibi sükûnet ve huzur içerisindedir. Bununla beraber
müşâhedenin lezzeti damarlarına ve hücrelerine kadar sirayet etmiştir. Onun
kılını alıp baksak onda bile bu lezzetin belirtileri görülür.[419]
İkinci
müşâhedeye örnek olarak hükümdara karşı çıkan birisi gösterilebilir. Bu adam
nasıl bir korku ve dehşet içerisinde bulunursa, bu müşâhedeye sahip olanlar da
aynı korku ve dehşeti hisseder.
Üçüncü
müşâhedeye ise Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Doğrusu kalbime örtümsü bir duman gelir;
bu sebeple o gün Allah ’a yüz defa istiğfar ederim ”[420] hadisini
örnek gösterir. Debbâğ’a göre birinci ve ikinci dereceye herkes güç yetiremez.
Ancak üçüncü derece müşâhedeye güç yetirenler olabilir. Rasululah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) efendimiz üçüncü
dereceye inince bunu kusur sayar ve Allah’a istiğfar eder.[421]
Bu
sınıflandırmanın yanı sıra Debbâğ, hissî müşâhededen de bahseder. Bunu
açıklarken salihlerden oluşan bir zikir meclisinde bulunan kişiyi örnek verir.
Bu kişinin zikir esnasında rengi değişmiş, vücudu farklı bir hal almıştır.
Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman “Bilmiş olun ki Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aramızda bulunuyor”
demiştir.[422] Bunu söyleyen kişinin
müşâhedesi Debbâğ’a göre hissî müşâhededir. Bu tür müşâhede ancak Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
ilgisini kâmil ölçüde tamamlayan kişilere mümkün ve müyesser olur.
Kişinin
Allah’ı müşâhede etmesi konusunda Debbâğ öncelikle Resûlullah’ın müşâhede
edilmesi gerektiğini söyler. Ona göre Resûlullah’ı müşâhede etmek ayna gibidir.
Resûlullah’ı müşâhede ne kadar parlak olursa Hak’ı müşâhede de o nispetle
parlak olur.[423]
Debbâğ
kendisinin de Hakk’ı müşâhede etmek istediğini bunun için Allah’ın velî
kullarından birisinden dua etmesini istediğini söyler. Ama bu zât onun buna güç
yetiremeyeceğini söyleyip ona bu düşünceden vaz geçmesini söyler. Debbâğ ısrar
edince ona, bütün âlemleri bir yüzük yapıp gözünün önüne getirmesini ister,
buna güç yetiremeyince de Allah’ı müşâhede etmenin bundan daha zor olduğunu
söyler ve onu bu düşüncesinden vazgeçirir.[424]
Fetih
suresindeki “(Resûlüm!) Biz, sana apaçık bir fetih (ve zafer yolu) açtık.
(Bu) senin (zelle olan) günahından, geçmiş ve gelecek olanı Allah’ın
bağışlaması, sana nimetini tamamlaması ve seni (böylece) doğru bir yola
iletmesi ve yine Allah’ın sana şanlı bir zaferle yardım etmesi içindir”[425]
[426]
ayetinde geçen fetihten maksadı Debbâğ ilâhî müşâhedeye mazhar olmak
olarak yorumlar. Şöyle ki; Allah’ın ezelî ilminde tüm insanların Allah’ı
tanımayacağı hükme bağlanmıştır. Eğer bütün herkes Allah’ı bilip tanısaydı iki
âlem değil bir âlem yaratılırdı. Allah gene iki âlem yaratmayı ezelî iradesiyle
belirleyip hükme bağlamıştır. Böylece insanlarla kendisi arasına hicaplar
koymuştur. Bu sayede insanlar Allah’ın hem kendi fiilini, hem de kendi zâtını
müşâhededen alı 441 konmuştur.
Eğer yerdeki
perde kalkıp insanlar işledikleri fiillerin hepsinin Allah tarafından
yaratıldığını müşâhede etseler, Allah’ın bütün bu filleri yaratan olduğu,
kendilerinin bu fiiller için birer zarf olduğunu bilseler, hiç biri Allah’a
karşı günah ve isyanda bulunmazdı. Çünkü günah ve isyan ancak perde
ardındakilerde meydana gelir. Debbâğ Kur’an’daki şu ayetleri de bu konuyla
ilişkilendirir:
“O, gökleri
ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükümran olandır. Yere gireni, ondan
çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni hep O bilir. Nerede olsanız sizinle
beraberdir. Allah (bütün) yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”[427]
[428]
“Ve hiç
şüphesiz, insanı (biz) yarattık ve nefsinin/duygusunun ona ne vesvese ver(ip
düşündür)düğünü biliriz. (Çünkü ilmimizle) biz ona şahdamarından (kendisinden)
daha yakınız.”[429]’
“(Resûlüm!)
Kullarım sana beni soracak olurlarsa (bilsinler ki) ben, şüphesiz onlara çok
yakınım. (isterse gönlünden geçirsin.) Bana dua edenin duasına icâbet eder
(kabul eder)im. O halde onlar da benim davetimi kabul ed(ip bana itaat
et)sinler ve bana iman(da sebat) etsinler. Tâ ki bu sayede doğru yola
(kurtuluşa) ulaşmış olsunlar.”444
“Göklerde
olanları ve yerde olanları Allah ’ın bildiğini görmedin mi? Hangi üç (kişi)
arasında bir fısıltı (ile konuşma) olmayagörsün, mutlaka O (Allah) bunların
yanında dördüncüsüdür. Beş (kişi) arasında (bir fısıltı) olmayagörsün, mutlaka
O, bunların (yanında) altıncısıdır. Bundan daha az (iki) ve daha çok ve nerede
olsalar yine O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra (Allah) kıyamet günü onlara
yaptıklarını haber verecektir. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[430]
“Hâlbuki
sizi de, (bu) yaptığınız (ve taptığınız) şeyleri de Allah yaratmıştır (hiç
yaratılan, yaratılana tapar mı?” deyince, onlar kızdılar:) “O nun için bir bina
yapın da onu (içinde yakılan) çılgın ateşe atın.” dediler.”[431]
Müminler fail
olanın Allah olduğunu bilseler de, bu inanç bazen hazır, bazen gaib olur. Bunun
sebebi Allah ile aralarındaki hicaptır. O halde müminlerin bu konudaki inancı,
sadece gayba olan imandan ötürüdür, müşâhede ve hakikati açıkça görmekten
değildir. Allah kime merhamet ederse aradaki bu hicabı kaldırır ve kendisini
müşâhedeyle imkânda bulunur. Bu durumda olan kimse ancak Haktan gelen ve ona
giden Hak şeyleri görür. İşte bu fethi mübîn’dir. [432]
Müşâhede
konusunda Debbâğ bazen derecesi küçük olan velînin derecesi büyük olandan daha
kuvvetli olabileceğini söyler. Büyük velî Hakkı müşâhedede kuvvetlidir ama
halkı müşâhedede küçük velînin kudreti daha büyüktür. Bu duruma Hz. Musa ve
Hızır a.s. örnek verilebilir. Çocuğun öldürülmesi, geminin delinmesi ve duvarın
tamir edilmesi durumlarından Hz. Musa habersizdir. Çünkü o bunlardan daha
kuvvetli olanı, Hakk’ı müşâhede konumundadır. O yüzden halkı müşâhede konusunda
Hızır’dan zayıftır. Şüphesiz Hz. Musa’nın bu hadiselerle ilgili bilgisizliği
onun kemal mertebesinin zirvesinde olduğunu gösterir. Bunu Debbâğ bir misalle
açıklar:
“Hızır a.s.
ile Musa a.s., bir hükümdarın iki kuluna benzer. Onlardan birini hükümdar
bağrına basmış, onu yakın bir dost edinmiştir. Böylece o kulun hükümdarın
yanında oturmaktan ve onun yüzüne bakmaktan başka bir meşguliyeti yoktur. O
kadar ki, hükümdar bir yere çıkınca o da beraberinde çıkar, bir yere
girdiğinde, bir şey yediğinde veya bir şey içtiğinde o da onunla birlikte aynı
şeyleri yapar. Hükümdar konuşmak istediğinde ancak bu kulu ile konuşur.
Diğer kulunu
ise halkın işlerini görmekle, onlarla meşgul olmak üzere görevlendirmiştir. Bu
bakımdan ikinci kul halkla meşgul bulunur, onların işlerini düzenler,
hükümdarın emirlerini yerine getirir. Halk ile memleket meselelerini görüşüp,
konuşur; onların durumunu düzeltmek için uğraşır; bu yüzden uzun müddet
hükümdardan uzak kalır.
Şüphesiz birinci kul hükümdara daha yakındır ve onun esrarını
çok daha iyi bilir. Bununla beraber halkın durumundan, girip çıkanlardan çoğunu
bilmez. Çünkü uzun müddet halktan uzak kalmış, hükümdarın huzurunda
bulunmuştur. Bu hususta ikinci köle ondan daha bilgilidir.”[433]
İşte Hz.Musa ve Hz.Hızır’ın durumları da bu iki köleye benzer.
Fetih,
Arapçada açmak, açılmak, açılış anlamlarına gelir.[434]
Tasavvufta sâlik’e zuhûr eden kemâl halleri[435],
rabbinden kuluna açılan şeyler,[436]menziller kat edildikten sonra
kalp makamının genişlemesi ve kalp sefasının zuhûru[437]
olarak tanımlanır. Fetih üç çeşittir:
Feth-i Karîb:
(Yakın feth.): Nefsin menzillerini kat eden kula açılan kalp makamı ve bunun
zuhûr eden sıfat ve kemalleridir.[438]
Saff suresi 13.ayetin buna delalet ettiği belirtilir. “Hoşunuza gidecek bir
diğer husus da Allah’tan bir yardım ve yakın bir zaferdir. (Resûlüm! Bunları)
mü’ minlere müjdele! ”[439]
Feth-i Mutlak:
En yüce ve en mükemmel fetihtir. Ehadiyyet zatının tecellisi ve yaratılmışlık
şekillerinin, sıfatlarının sona ermesi ile cem denizinde gark olmaktır.[440] Bu hususa işaret eden ayetler
şunlardır: “Allah ’ın (vaadettiği) yardımı ve fetih (zafer) gelince.”[441]
“Biz de şarıl şarıl dökülen bir su ile semanın kapılarını açtık.”[442]
“İşte (Allah) kalplerindeki (sadakatleri)ni bildiği için onların üzerine huzur
ve güven indirip hem kendilerini yakın bir zafer ile hem de alacakları birçok
ganimetlerle mükâfatlandırdı.”[443]
Feth-i Mübîn:
Apaçık feth; kula açılan velayet makamı ve ilahi isimlerin nurlarının
tecellileridir. Bunlar kalbin sıfat ve kemallerini beyan ve tespit eder, nefsin
sıfatlarını siler. Fetih suresinin birinci ayeti bu konuya işaret eder. “(Resûlüm!)
Biz, sana apaçık bir fetih (ve zafer yolu) açtık”.[444]
Bu fetihlerin
kulda nasıl meydana geldiği konusunda Debbâğ, yapılan fetihle beraber kula bir
nur verildiğini ve o nurun insanın her tarafını kapladığını söyler. O kadar ki
o nurun soğukluğunu ve ruha girerken vermiş olduğu sıkıntıyı bir nevi ölüm
sekeratına benzetir. O nurun özelliğinden biri mahlûkatın sırlarını kula
açmasıdır. Bunun sonucunda kendisine fetih yapılan kul mahlûkatı müşâhede eder.
Canlı, cansız varlıkların hepsi bu müşâhedeye dâhildir. Kul Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
efendimizi de bu bağlamda müşâhede edebilir. Ama bunun için kulun
Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
zatının esrarıyla sulanması gerekmektedir.[445]
Bu sulanma, karanlık olan zâtın parıldayan nur ışınlarıyla delinip geçilmesi
gibidir. Her nur ışını zâttaki bir karanlığı giderir ve onun yerine aydınlık
koyar. Mesela sabır ışını kararsızlığı, rahmet ışını merhametsizliği yok eder.
Bu şekilde zâttaki karanlıklar kaybolur ve kişi Resûlullah’ı (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) müşâhede edecek
temizliğe kavuşur.[446]
Debbâğ fetih
yapılan kimseden fetih esnasında siyah bir cismin çıktığından bahseder. Zâttan
bu siyah cisim çıktıktan sonra nur konulur. O karanlık cisim zâttan ayrılınca
orada bulunan melekler ve diğer yaratılmışlar korkuya kapılıp, kulun halinden
endişe duyarlar. Çünkü fetih yapılan kulun o nuru taşıyıp taşıyamayacağını
bilemezler ve kula bir sıkıntı gelmemesi için Allah’a dua ederler.[447]
Ona göre
fethin nuru kula gelmeden önce şeyhin zâtında bulunur. Eğer varisleri bu nuru
almaya güç yetirirse şeyh vefat ettikten sonra alırlar ama güç yetiremezlerse
bu nur bir emanet olarak Cebrail (a.s.)’de kalır. Mürid nuru alacak seviyeye
gelince ona verir. Zâta fetih yapılmadan önce Cebrail (a.s.) üç gün onunla
beraber bulunur ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın zâtında
bulunan muhabbete onu alıştırır[448], onu fethe hazırlar.464
Kula fetih
yapıldıktan sonra önceki hali neyse o hal üzere kalır. Örneğin kasaplık veya
başka bir işle meşgulse bu hal üzere devam eder. Yani fetihten sonra bir başka
hale bürünmez. Çünkü fetih yapıldıktan sonra başka bir hale bürünmek
yapmacıklık olarak görülür ve bu fetih yapılan kimse için en az içki içmek
kadar ağır bir günahtır.[449]
Bu duruma
örnek olarak Şam’ın Remle denilen bölgesinde ve Fas’ın Maiz denilen bölgesinde
bulunan iki adam gösterilir. Bunlara fetih yapılmadan önce halkın dalga
geçtiği, çocukların arkalarından alay ettiği kimseler olduğu söylenir. Fetih
yapıldıktan sonra da bu kişiler aynı hal üzere kalmaya devam etmişlerdir.[450]
Fetih yapılan
kimselerden bahsederken Debbâğ sadece Hak ehline değil Bâtıl ehline de fetih
yapılabileceğini söyler. Ona göre bâtıl ehline içerisinde bulunduğu karanlık
üzere fetih yapılır. Sadece karanlık hakkında marifete sahip olur. Hak ehline
ise Hak konusunda marifet yapılır ve onlara marifet kapıları açılır. Bâtıl ehli
sadece bu âlemi yani hâdis olan şeyleri müşâhede edebilir. Mesela yıldızlardan
ve onların hareketlerinden bahsetmeleri bu cümledendir. Şu yıldız şununla
birleşirse şu meydana gelir gibi hükümler çıkarırlar. Onlar Allah’ın esrarından
hiçbir şey müşâhede edemezler. Melekleri, cenneti, kalemi, levhi ve bunlardan
meydana gelen nurları bilemezler.[451]
Kısaca kâfirler Cenab-ı Hakk’ın hicap gerisinde bulundurduğu kullardır. Onlar
ne Allah’ı ne de Allah’a ulaştırabilecek olan vesileleri bilirler. Onlara ancak
zarar veren, yarar sağlamayan fetihlerde bulunulmuştur. Filozofların yüce
âlemden haber vermeleri de bu bağlamda anılabilir. Onların muhakemeye
vardıkları her şey hatalıdır. Hadisleri daha çok yıldızlara nispet ederler ve
ondan hüküm çıkarırlar. Hâlbuki eşyada asıl ve tek fail Allah’tır.[452]
Allah’ın bu
kişilere fetih vermesinin sebebi onları kendisinden uzaklaştırmaktır. Onlara bu
tür harikulade olaylar verilip istidrac kapısı açılır. Bu sayede kendilerini
büyük bir yanılgının içine atarlar.[453]
Hak ehlinin
fethine gelince, Debbâğ’a göre bu fetih sayesinde onlar hiçbir hicabın arkasına
düşmez. Gelecekte olacak hal ve hadiseleri görürler. Hangi ayda ne olacağını,
hangi sene neler gerçekleşeceğini müşâhede ederler. Bunlarla karanlık ehli
böyle bir fetih konusunda eşit durumda bulunurlar. Bunun içindir ki “keşif
velayetin en zayıf derecesidir” denilmiştir. Çünkü keşf hak ehlinde görüldüğü
gibi bâtıl ehlinde de görülmektedir.[454]
Hak ehlinden
fetih sahibi olanlar birbirleriyle uzak bir mesafeden sanki yan yanaymış gibi
konuşabilirler. Ayrıca müminlerin nurlarını, melekleri, ölülerin ruhlarını,
berzah âlemini, Resûlullah’ın kabrini ve bu kabirden berzah âlemine uzanan
sütun gibi nuru görebilirler. Bu haldeyken uyanık bir vaziyette Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
efendimizi müşâhede edenler şeytanın kendileriyle oynamasından
kurtulmuşlardır. Çünkü kişi bu halde ilahi rahmetle birleşmiştir ki o da
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dir. Bu şekilde kişi Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
efendimizin zatıyla Allah’a bağlanır. O’nun marifetinde derece derece
yükselerek müşâhedeye erişir. Marifet sırlarını ve muhabbet nurlarını tadar.
İşte bu hak ehli ve bâtıl ehli arasındaki fethin farkıdır.[455]
Hak ehli ve
bâtıl ehline verilen ortak fetihle alakalı Debbâğ, İbrahim el- Havvâs ve bir
Yahudi arasında geçen olayı aktarır. Olaya göre bir Yahudi deniz yolculuğu
esnasında İbrahim el-Havvâs’la karşılaşır ve onunla arkadaş olur. Yolculuk
boyunca beraberce yer, içerler. Bir ara Yahudi, İbrahim el-Havvâs’a dönerek
denizde yürümesini ister, çünkü kendisinin buna güç yetirebildiğini dile
getirir ve yürür. Bunu gören Havvâs bir Yahudi’nin kendini alt ettiğini
söyleyerek üzülmeye başlar. Ellerini açıp Allah’a dua eder ve ardından Allah’ın
yardımıyla o da aynı Yahudi gibi suyun üzerinde yürür. Yolculuk bittikten sonra
adam İbrahim el-Havvâs’a dönerek onunla arkadaşlık etmek istediğini ama bunun
için bir şartı olduğunu söyler. Şartlara göre camiye ve havraya
gidilmeyecektir, ayrıca diğer insanların rahatsız etmemesi için şehir
merkezlerine de gidilmeyecek tenha yerlerde dolaşılacaktır. İbrahim el-Havvâs
şartları kabul eder. Böylece çöllerde dolanmaya başlarlar. Kuytu bir yerde
dinlenirken bir köpek ağzında üç ekmekle çıkagelir. Ekmekleri Yahudi’nin önüne
bırakır. Yahudi ekmekleri afiyetle yer ve İbrahim el-Havvâs’a bir lokma dahi
vermez. Aradan biraz zaman geçince elinde çeşitli yiyeceklerle güzel bir
delikanlı gelir ve elindekileri İbrahim el-Havvâs’a verir. Havvâs yemekleri
beraber yemek için Yahudi’yi de davet eder ama bu daveti karşılık bulmaz, o da
hepsini kendisi yer.
Yahudi İbrahim
el-Havvâs’a ikisinin dininin de hak olduğunu ama Havvâs’ın dininin daha ince
olduğunu söyler. Ondan İslam’a nasıl gireceğini öğrenir ve şehadet getirerek
Müslüman olur.[456]
Görüldüğü gibi
fetih ve olağanüstü haller bâtıl ehlinde de bulunabilmektedir ama bu bir
marifet veya onun doğru yolda olduğuna dair bir alamet değil, tam tersine
delalette olduğuna dair bir delildir.
Debbâğ’a göre
kendisine fetih yapılan kişiler aslında bir tehlike altındadır. Kişi eğer
kendisine yapılan fethi kaldıramazsa aklını kaybedebilir veya ölebilir. Örneğin
kendisine fetih yapılan bir adam eğer dükkânda alım satımla uğraşıyorsa bir
anda kendisine gösterilen âlemlerin dehşetiyle düşüp ölebilir. Halk da bu
durumda onun ansızın kalp krizinden öldüğü şeklinde yorum yapar. Hâlbuki o adam
fethi kaldıramadığı için ölmüştür. Debbâğ attarlar çarşısında gezerken
kendisinin de böyle bir olaya şahit olduğunu dile getirir.[457]
Bu yüzdendir
ki her kişiye fetih yapılmaz. Bu bazen Allah’ın rahmetini gösterir. Olur ki
fetih yapılan kişi ölebilir, aklını yitirebilir, hatta dinden dönüp Hristiyan
bile olabilir.[458]Bu konuyla alakalı Debbâğ
topladığı taşları yukarı atıp başını onlara hedef tutan bir adamı anlatır. Bu
adam Akabe-i Resîf denilen bir yerde eskicilik yapmaktadır. Bir gün Allah’ın
velî kullarından bir zât bu adamdan kendisine bir külah alarak iyilik yapmasını
ister ve külahın ücretini adama verir. Parayı alan adam denileni yapar bir
külah alır, dönüş yolunda şeytan aklını çeler ve külahın kendisinde kalması
gerektiğini, adamın nasıl olsa onu tanımadığını söyleyerek vesvese verir. Adam
şeytana kanar ve o velî zâta uğramadan döner. Velî kimse kandırıldığını anlar.
Ertesi gün o eskici adamı bulur başından külahı alır ve “ Şimdi bak Allah’tan
yana neler kaybettiğine” der. Bir anda adama fetih kapıları açılır. Kimsenin
bilmediği esrarlar gösterilir.
Adam bu hal
içerisindeyken yüzünü dükkânına doğru döndüğünde kendisinden fetih kaldırılır
ve aklı kendisinden alınır. Adam aklını kaybedince bunun sebebini başından
bilir ve onu cezalandırmak için sürekli kafasına taş atar.[459]
Debbâğ
kendisine büyük fetih yapılan ve yapılan bu fethin kaldırılmadığı kimselerin
geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığını söyler. Fetihten önceyaptıkları
sevaplar makbuldür, yaptıkları kötülüklerse iyilik ve sevaba döner. Fetihten
sonra da bu kişilerden günah sadır olmaz. Çünkü günah perde ardında kalanlardan
sadır olur. Büyük fethe mazhar olanlar ise her an Hakk’ı müşâhede halinde
bulundukları için, günah ve isyandan kendilerini alıkoyarlar. Tıpkı melekler
gibi Allah’ın emirlerine isyan etmez, emredileni yaparlar.[460]
Kabz sözlükte
“sıkıntılı olmak, daralmak, kapanmak, tutmak, tutulmak, ruhun dertli olması,
üzüntülü olmak, endişeli olmak” gibi manalara gelir[461]
[462] anlamlarına gelir. Bast ise
sözlükte “genişlemek, açılmak, neşeli olmak, sevinçli olmak, keyifli olmak,
zihni açık olmak, rahat ve huzûr içinde olmak” 478
manalarında
kullanılır.
Tasavvuf
ıstılahında kabz ve bast, havf ve recâ makamlarını geçen kulun ulaştığı
makamdır. Tasavvufa yeni giren mürid için havf neyse, ârif için kabz odur. Yeni
gelen mürid için recâ neyse, ârif için bast odur.[463]
Allah ârif kulunu kabz makamına ulaştırdığı zaman onu yeme, içme ve konuşma
gibi bazı mubahlardan alıkoyar. Bast’a erdirince ise kula bu filleri geri
verir.[464]
Kabz ile havf,
bast ile recâ arasındaki fark şudur: Havf ve recâ sahibinin endişe ve ümitleri
gelecekle ilgilidir. Kabz ve bast sahibi ise içinde bulunduğu vaktin esiridir.[465]
Kabz mı, yoksa
bast mı daha yüksek bir mertebedir? Sorusu sufîler arasında tartışma konusu
olmuştur. Bazıları Kur’an’da ve ayette kabz sözü önce zikredildiği, kabzda bir
erime ve kahrolma, bastta ise bir nazlanma ve lütf hali olduğu için kabzı daha
üstün görmüşlerdir.
Bazıları ise
bastın daha üstün bir makam olduğunu savunmuştur. Çünkü Kur’an’da ve ayette
kabzın önce zikredilmesi, ondan sonra gelenin faziletinin önceliğine işaret
etmek içindir demişlerdir. Ayrıca bastta sürûr (mutluluk), kabzda subûr (helak)
olduğunu belirtmişlerdir.[466]
Hâce Abdullah
el-Ensârî el-Herevî (ö.481/1089) kabz ehlini üç gruba ayırır: Birincisi:
Hakk’ın korumak için kendisine yönelttiği gruptur. Onları insanlardan saklayıp
kendisi için seçer.
İkincisi:
Allah’ın kendilerine telbîs elbisesi giydirdiği ve üzerlerine rüsum perdesini
indirerek kendisi için alıkoyduğu kullardır.
Üçüncüsü:
Hakk’ın onları kendilerinden alarak kendisine yönelttiği gruptur.
Bast ehlini de
üç gruba ayıran Herevî onları da şöyle sıralar: Birincisi: İnsanlara rahmet
olsun diye bast haline konunanlardır. Bu kimseler insanlarla birlikteyken
neşeli davranırlar ve onları ümitsizliğe düşürmezler. Böylece halk da onların
nuruyla aydınlanır.
İkincisi:
Manalarının gücünden ve kalplerinin Hakk’a teveccühündeki yoğunluğundan dolayı
bast edilen gruptur. Bunlar kabzın elinde bast halindedir.
Üçüncüsü: Yol
üzerindeki işaretler, hidâyet önderleri ve sâliklerin kandilleri olarak bast
haline konulan gruptur.[467]
Ruh meselesini
açıklarken Debbâğ’ın kur’an’ın yedi harf üzere inmesini nasıl yorumladığını
aktarmıştık. O yedi harfi yedi nur olarak almış bunları da kendi içerisinde
çeşitli bölümlere ayırmıştır. Kabz ve Bast harfleri de bu nurlardandır. Debbâğ
kabz ve bast harfinin yedi eczası olduğunu bildirip onları şöyle sıralar:
Kabz harfinin
birinci eczası: Zâta yerleştirilmiş bir duyudur. Bu duyu sayesinde zât bütün
cevherlerinde hayır ve iyilik konusunda lezzet duyar. İnsan nasıl baldan lezzet
alırsa, hayır ve iyilik konusunda da aynı şekilde lezzet alır. Şer olan
konularda ise elem ve acı duyar.
İkincisi:
İnsaftır. Kabz ancak bununla tamamlanıp kâmil bir dereceye yükselir.
Üçüncüsü:
Zıttan nefret etmektir. İnsan tabiatına zıt olan şeylerden kişi nefret eder.
Tıpkı siyahın, beyazla birleşmediği gibi o da zıt şeylerle birleşmez.
Dördüncüsü:
Hak sözü söylemekten çekinmemek ve utanmamaktır. Sonuç ne olursa olsun kişi
hakkı söyler kimseden çekinmez ve utanmaz. Allah yolunda hizmet ederken
kınayanın kınamasından asla rahatsızlık duymaz.
Beşincisi:
İlahî emirlere uymaktır. Eğer kişi kabz halinde şer’i kurallara uymazsa
Allah’ın gazabını üzerine çeker.
Altıncısı:
Zıdda karşı bir nefret hissedildiği gibi, cinse karşı da kâmil bir yöneliş yapmaktır.
Yedincisi: Bir
işte düzenli biçimde sürat göstermektir.[468]
Bast’ın
eczalarına gelince, birincisi: Kâmil ölçüde ferahlamaktır. Bu insanın içine yer
eden bir nurdur. Sahibinden hasedi, gururu, cimriliği ve insanlara karşı
düşmanlığı giderir.
İkincisi:
Zâtın kendisinde hayrın sükûnet bulması, şerrin bulmamasıdır. Bu kimse kendini
hayra ulaştıran şeyleri sever, şerre ulaştıranlardan ise nefret eder. Kim bu
nurla iyilik yaparsa o nur onu ebediyen unutmaz. Eğer onunla kötülük yaparsa, o
nur onu hemen unutur.
Üçüncüsü: Dış
duyuların feth edilmesidir. Bu dış duyularda meydana gelen lezzetten ibarettir.
Bu da onlardaki damarın yeterince açılmasıyla gerçekleşir. Bu lezzetle bast
tamamlanıp olgunlaşır.
Dördüncüsü: İç
duyuların fethidir.
Beşincisi:
Rıfat makamıdır. Bu şöyle açıklanabilir: Şahıs âdemî cüzlerle süslendikten
sonra kabz cüzleri ve bast cüzlerinin dördüyle süslenir. Bu hasletler muhakkak
büyük bir şey için verilir. Bu bakımdan kadri yüce olanın derecesininâdem
yanında büyük olduğu bilinir. Bir kişinin kadrinin büyüklüğü, derecesinin
yüksekliği bilinince, bast’ı tamamlanıp kemale ermiş demektir. İşte bu bast
eczasının rıf’at makamıdır.
Altıncısı:
Tecâvüzün ölçülü ve güzel olmasıdır. Kendisine zulmedeni affeden, kötülük
yapanı bağışlayan hüsn-ü tecavüzde bulunmuş sayılır.
Yedincisi:
Tevazu kanadını müminlere karşı yere sermektir. [469]
Cezbe,
sözlükte çekmek anlamında kullanılır. Tasavvufta ise Hakk’ın kulu kendisine
çekmesi ve kulu yüceltmesi,[470] Hakk’ın kendisine giden yolda
ihtiyaç duyulan her şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu
kendisine çekmesi ve yaklaştırması,[471]
Kulun aşkullah ve aşk-ı Resûlullah ile kendinden geçmesi[472]
olarak tanımlanır.
Sûfilerin
büyük bir kısmı seyru sülûkta ancak cezbeyle yol alınabileceğini söylerler. Bu
yola çıkanların bir kısmı önce cezbeye kapılır, sonra mürşide ulaşır bunlara
“Meczub-ı Sâlik” denir. Bir kısmı da önce mürşide ulaşır sonra cezbeye erişir.
Bunlara da “Sâlik-i Meczub” denir.[473]
Cezbeye gelip
akıl melkesi elinden alınan kimselere meczup denir. Debbâğ’a göre bu kişiler
divan ehli arasına katılamazlar ve tasarruf yetkileri de yoktur. Sadece deccal
çıktığı zaman tasarruf yetkisi meczuplara verilir. Divan başkanı onlardan
seçilir. Bununla beraber o divan başkanında temyiz edici bir akıl da yoktur. Bu
bakımdan tasarrufunda karışıklık doğar ve deccalin çıkmasına sebep olan da bu
karışıklıktır.[474]
Meczup olan
kişi de seyr-u sülûk yolunda olan sâlik de marifet sahibidir. Ama bu ikisinin
arasında fark vardır Debbâğ bunu şöyle açıklar: “Allah bir kişinin basiretini
açtığı zaman ona mele-i a’lâ’dan acaib halleri müşâhede ettirir, bu kişi öyle
şeyler görür ki onlar keyfiyet kapsamına girmez ve o kişi bunlara güç
yetiremez. Bunları gören kişi eğer meczupsa basiretinin gördüğü şeyin zâhirine
uyar. Basiretle görülen şeyler ise sayı kapsamına girmez. Bu bakımdan meczubun
davranışları kontrol altına alınamaz. Eğer bir meczubu aşırı neşeli görürsen,
bil ki o hurileri gördüğünden dolayı kendinden geçmiştir.”[475]
Sâlik ise
gördüğü şeyin zâhiriyle müteessir olmaz. Gördüklerine benzemeye çalışmaz.
Aksine o bir deniz gibidir üzerinde hiçbir şey zâhir olmaz. Bu bakımdan da
sâlik meczuptan daha kâmil bir mertebede bulunur. Onun mükâfatı meczubunkinden
daha fazladır.[476]
Debbâğ bazı
hallerde sâliklerin meczuplardan kaçındığını belirtir. Bunlardan ilki sâlik
olan zâtın meczupla yemek yememesidir. Çünkü meczup dilinin üzerine ne
geleceğine aldırış etmez.
İkincisi:
Sâlik olan zât meczupla birlikte yolculuk yapmaz.
Üçüncüsü:
Sâlik meczubun elbisesini giymez. Çünkü meczup pisliğe dikkat etmez.
Dördüncüsü:
Sâlik’in meczûbe bir kadınla evlenmesi helal değildir. Sâlike olan bir kadının
meczupla evlenmesi de helal değildir.[477]
[478]
Bunlara göre,
derece olarak sâlik üstün gibi gözükse de bazen meczup salike şeyhliğin
yollarını öğretebilir. Burada etkili olan cezbenin derecesidir. Cezbesi
kuvvetli olan kişi kendisine bile sahip çıkamaz, değil ki başkasına şeyhlik
öğretsin. Ama cezbesi az olan kişi başkasına yol gösterebilir, bu cezbe 494
onu etkilemez.
Vecd,
yapmacıklık ve zorlama olmaksızın kalbe vârid olan şey,[479]kalbin
işitmesi ve görmesi,[480] Allah tarafından kula gelen,
ona ferah veya hüzün kazandıran, onun durumunu değiştirip Cenâb-ı Hakk’a nazar
ettiren bir hal,[481] Hak’ta fâni olup
bekâyı müşâhede etme[482] olarak tanımlanır.
Cüneyd vecd’i
Hakk’a bağlanma sırasında kendi sıfatlarından neşe ile ayrılmak olarak
tanımlar.[483] Kehf suresinde geçen “Yaptıklarını
karşılarında bulmuşlardır”[484]
ayetinin vecd kelimesinin anlamına karşılık geldiğini söyler.[485]
Vecde gelen
insanlar sohbet, sema veya zikir esnasında kendinden geçerek bağırma veya
farklı hareketler sergileme gibi davranışlar gösterebilir. Bu çoğu sûfi
tarafından uygun bir hareket olarak karşılanmamıştır. Debbâğ’da bunu makbul bir
hareket olarak saymamıştır. O bu durumu ruh’un bazen içindeki nurla zât üzerine
yayılıp dağılması olarak açıklar.
Nur zât
üzerine yayıldığı zaman onda bir titreme meydana gelir. Bazen ruh içindeki
nurla taat halinde bulunan zât’a doğru uzanıp yardımda bulunur. Bazen de günah
halinde bulunan zât’a yardımda bulunur. Bu durumda yani zât günah işlerken ruh
zât üzerine yayılır ve nurunu ona uzatır. Bu sebeple de zâtta bir korku ve
Allah’a dönme duygusu başlar. Şu durumda ibadet halinde zâta uzanan ruhun
nurundan dolayı meydana gelen ıstırap ve titremeyi kişi kendi ibadetine
bağlamamalı, gurura düşmemelidir. Çünkü bu eğer bu titreme ibadetten dolayı
olsaydı başka hallerde de hissedilmemesi gerekirdi. Ama bazen bu titreme günah
işleme anında da duyulmaktadır. Kısaca ruhtan gelen bu nur, bir yulara benzer.
Zât başka yönlere kaydığı zaman derhal onu etkileyerek doğru yolu bulmasını
sağlar. Bu durum sadece Allah’ın hakkında hayır istediği kişilerde olur. Çünkü
bu nur hidayet sebeplerinden birisidir.[486]
Şatahat
kelimesinin kökeni hakkında, Arapça uzaklaşma, aşırıya gitme, artma, taşma, hareket
etme, debelenme gibi anlamlara gelen “şahata”[487]
kelimesinin avamcası olduğu yönünde görüşler vardır. Bu görüşü savunanlar
dayanak olarak şatahat ifadesinin sözlüklerde çok geçmemesini ve şatahatı
açıklarken aslında “şahata” kelimesinin anlamının verildiğini söylerler.[488]
Bir başka
görüşte ise şatahat kelimesinin “şath” kelimesinden geldiği savunulur. Arap
dilinde şath hareket etmektir, bir şeyin kıpırdamasına “şataha” denir. Un
elenen yere de aynı kökten “miştah” denilmiştir. Un elenen yere “miştah” denilmesinin
sebebi hareketin çokluğundandır.[489]
Tasavvufta
şatahat, sekr halinde söylenen sözlere[490],
iddia ve anlaşılmazlık barındıran, hakikat ehlinin iradesi haricinde
kendisinden sâdır olan hatâlarından olan ve keşf halinin verdiği bir intibahla
idrak edilebilen fakat ârifin, izn-i ilâhî olmaksızın ifşa etmiş olduğu sözlere
denir.[491]
Serrâc
şatahatı dar bir nehirden akan sel sularına benzetir. Su nehre sığmayıp
artınca, kenarlardan taşar. Vecd ehli mürid de vecdi artıp hakikat nurlarının
etkisiyle kalbine vârid olan şeyleri taşımaya tâkat getiremeyince duyguları
diline düşer.[492]
Cüneyd’in
“Cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yoktur.”
Hallâc’ın
“Ene’l-Hak” sözleri,
Yunus’un
“Çıktım erik dalına anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin
kozumu” şiiri şatahat’a verilen meşhur örneklerdendir.
Bazı
mutasavvıflara şathiyenin sorumluluğunu söyleyen kimseye yüklemez. Söyleyen
kişi o anda kendinde olmadığı için onu söyleten Allah’tır derler. Mesela
Bayezid-i Bistami'nin, "Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir"
ifadesi bir müminin, “Şüphesiz Allah, benim ben. Benden başka hiçbir ilâh
yoktur. Bana kulluk et. Ve beni anmak için dosdoğru namaz kıl”[493]
ayetinin tekrarlaması gibidir. Hâlbuki Bayezid-i Bistami'nin bu sözünü
işitenler O'nun kendisini kastettiğini düşünmüşlerdir.[494]
Debbâğ’ın da
şatahat ifadelerinin olduğu el- İbrîz’de görülür. Hicrî 1125 yılında
Recep ayının perşembeye rastlayan sekizinci gününde kendisine fetih yapıldığını
ve bu fetihten sonra kendisinde olağanüstü haller meydana geldiğini şu şekilde
aktarır: “ Keşkekten yükselen buhar gibi bir buhar benden çıktı, sonra bir anda
uzadım o kadar uzun oldum ki, herkesten daha uzun oldum. Sonra eşya bana keşf
olundu ve iç yüzü önüme serildi. Bütün köyleri, kasabaları, şehirleri, ovaları
gördüm. Hristiyan bir kadının çocuğunu kendi odasında emzirdiğini tesbit ettim.
Denizleri, yedi kıtayı ve bu kıtalarda bulunan canlıları, mahlûkatı; gökleri ve
sanki göklerin üzerine yükselmişim de içinde bulunan şeylere bakıyormuşum
şeklinde gördüm. Ansızın her yandan şimşek gibi parıldayıp gözleri kamaştıran
büyük bir nur geldi, başımın üzerinde durdu, altımı ve yanlarımı çevirdi. Ondan
bana büyük bir soğukluk dokundu, o kadar ki öldüğümü sandım. Davranmak istedim
yüz üstü düştüm, gözlerimi kapadım, o nura bakmak istemedim. Başımı
kaldırdığımda her tarafımın göz olduğunu, bütün organlarımın gözlerim gibi
gördüğünü, üzerimdeki elbisenin içimdeki sırrı örtmediğini müşâhede ettim. Ve
anladım ki yüzümün üstündeki uzun uyku ve ondan silkinip kalkmak aynı seviyede
bulunuyor.”[495]
Ahmed b.
Mübarek şeyhi Debbâğ vefat ettikten sonra bir gece rüyasına girdiğini ve ona
şöyle dediğini aktarır:
“ - Şüphesiz
ki benim zâtım kabirde perdelenmiş değildir; o şu âlemin her yerindedir. Beni
nerede arasan bulursun. O kadar ki mescidde bir direğin yanında bulunsan ve
benimle Allah’a tevessülde bulunsan, şüphen olmasın ki ben seninle beraberim.”
sonra Debbâğ âleme işaret etmiş ve “İşte ben bütün bu âlemin içindeyim, beni ne
yerde ararsan bulursun. Sakın ha bu durumda beni Rabbin zannetme. Çünkü senin
Rabbin şu âlemin çerçevesi içerisinde mahsur değildir, ben ise mahsur
durumdayım”[496] demiştir. Mübârek Debbâğın
hayattayken şöyle dediğini aktarır. “Bazen şu âlem benim karnımın ortasında
bulunur.” [497]
Ölüm / Mevt,
tasavvufta tabii ve ihtiyârî olmak üzere iki çeşittir.[498]Tabii
olan ölüm insan hayatının sona ermesi, yaşamanın zıddı olan ölümdür. İhtiyârî
olan ise nefsin hevâsını bertaraf etmek ve ondan kurtulmaktır.[499]
Sûfî şairler
bu durumu şiirlerinde şu şekilde açıklamışlardır:
“ Ten fânidir,
cân ölmez, gidenler geri gelmez
Ölür ise ten
ölür, canlar ölesi değil.” (Yunus Emre)
“ “Mûtû gable
en temûtû” sırrına mazhar olan
Gördü onlar
haşr u neşri nefha-i sûr olmadan” (Şemseddin Sivasî)
Sûfîler için
ölüm bir son değil sevgiliye kavuşmaktır. Mevlanâ öldüğü günü düğün günü ilan
etmiş ve “Şeb-i Arûs” olarak isimlendirmiştir.
Debbâğ insan
yaşamını ve ölümü belinden urgan bağlanıp yerle gök arasında tutulan insanlarla
betimler. Bu durumda bulunan insanlardan aklını kullananlar bir an olsun karar
tutmaz, kalpleri başkalarıyla meşgul olmaz, dikkatleri, bir düşecekleri yerde,
bir de urganı elinde bulunduran zâttadır. Ayaklarının dokunacağı yere, onun
uzak ve yakın bulunduğuna, yerin sert ve yumuşak olup olmadığına ve düştükleri
zaman durumlarının ne olacağına dikkat ederler. Sonra urganı elinde bulunduran
zâtın onu elinden bırakıp bırakmayacağına, aralarında sevgi ve muhabbetin
bulunup bulunmadığına, şefkatle bırakıp bırakmayacağına, yoksa nasıl yere
ineceğine aldırış edip etmeyeceğine kafalarını çevirip dikkatle bakarlar.
Sonra bu
düşünce içerisinde onun rızasını kazanmaya çalışırlar. Ama her hangi bir çare
elde etme imkânları yoktur. Çünkü bu durumda bir amel işlemeleri mümkün
değildir. Bu amel sadece kalp ürpermesi, gönlün baş eğmesi, dilin yalvarması ve
gözün korku ile bakması olabilir. Bunların yanında urganı elinde bulunduran zât
ihtiyar sahibidir. İsterse merhamet eder, isterse azap eder.
Aklını
kullanamayanlar ise bu durumda ne urganı elinde bulunduran zâta ne de
düşecekleri yere bakarlar. Unutkanlık onları sarar ve bulundukları durumda
eğleşmeye başlarlar. Evler, saraylar yaparlar, ziraat ve ticaret havasına girip
asıl sebepleri elinde bulunan Allah’ı unuturlar. O kadar ki bu durum içerisinde
asılı bulundukları urganı bile bilmezler.
Bahsedilen bu
urgan insan ömrüdür. Onun kopması ölüm olayıdır. Urgan kopunca düşülecek yer ya
cennet ya da cehennemdir. Urganı elinde bulunduran zât ise Cenâb-ı Allah’tır.[500]
Ölümün bir son
olmadığı, dert değil aslında kendisinin deva olduğu, dünyaya bağlanmanın insana
acı vereceği düşüncesi Debbâğın da ölüm hakkındaki temel düşüncelerini
oluşturur.
ölüm bahsinde
diğer düşüncelerden farklı olarak, divan ehlinin vefat ettikten sonra kendi
kendisini guslettiğini söyler. Ama bunun nasıl olduğu 517 konusunda bir bilgi aktarmaz.
Debbâğ ölüm
sonrasından bahsederken kabre gelen sorgu meleklerinin soruları Süryanice
soracağını belirtir. Süryanice bilmese bile herkes bu sorulara cevap
verebilecektir. Çünkü Süryanice[501] [502]
ruhların ve meleklerin dilidir.[503]
Keşf, lügatte
örtünün kalkması manasına gelir. Istılahta ise perdenin ardında bulunan gaybî
manalara ve şeylerin hakikatine vücûdî ve şühudî olarak vakıf olmaktır.[504]
Debbâğ, keşfi
açıklarken Seyyid el-Arabî el-Feştalî’nin ifadelerini kullanır. Feştâli keşfi “
Keşf sadece bir göz ucuyla bakmak ve sür’atle anlamaktır” diye tanımlamıştır.[505]
Ahmed b.
Mübârek el-İbrîz’de Debbâğ’dan çokça keşf hadisesi aktarır. Bunlardan bazıları
Debbâğ’a yönelik eleştirilerin de kaynağını oluşturan hadiselerdir ki
onlarçalışmamızın son kısmında ayrı bir bölüm olarak ele alınacaktır. Burada
diğer birkaç tane keşf hadisesini örnek olarak aktarmakla yetineceğiz.
Ahmed b.
Mübarek zirâi şeylerden veya hububattan bir şeyler satmak istediği zaman
Debbâğ’la istişare ettiğini, o ne zaman derse elindeki ürünleri o zaman pazara
çıkardığını söyler. Bir keresinde Debbâğ’ın kendisine “ Falan ayın beşinde
ürünleri sat” dediğini aktaran Mübârek, denilen vakitte, ayın beş ve altısında
ürünleri tam değerinde sattığını, ayın yedisi olunca şiddetli yağmur yüzünden
ürünlerin fiyatının düştüğünü bildirir.[506]
[507]
Bir başka
hadiseyi Mübârek şöyle anlatır: “Bir gün şeyh hazretleriyle birlikte otururken
bana dönerek “Benimle yarenlik ederken şu günahları işledin mi?” dedi ve o
günahları saydı. Bunun üzerine:
Efendim benim hakkımda böyle zan etmenize gerek yoktur.
Çünkü ben bunları işlemedim dedim.
Bunun üzerine
hafif tebessüm ederek
Yapmadığıma
dair yemin etmeme ve bunu iki üç kez tekrarlamama rağmen dördüncü kez yine “
Sana diyorum dikkat et!” dedi.
Bu sefer iyice
düşündüm, aklıma geldi, cidden onun bahsettiği günahı bir zaman işlemiştim.
Aradan yaklaşık on beş sene kadar zaman geçmiş bulunuyordu. O günahı da Fas’a
uzak olan bir bölgede işlemiştim. Bunun üzerine utandım. Benim utandığımı
anladı ve sordu:
Artık yapmadığına
yemin eder misin?
Hayır, dedim. Sonra
yaklaşıp elini öptüm ve sordum:
Efendim, bunları
nereden biliyorsunuz?
Hiçbir şey Cenâb-ı Hakk’a gizli kalır mı? Bunun gibi
Cenâb-ı Hakk sırlarını kime bildirirse ona da gizli kapalı bir şey kalır mı?
Sonra da o günahtan
önce de sonra da yaptıklarımdan bir kısmını sayıp döktü. Allah’a tevbe ettim ve
bir daha bu günahlara dönememek üzere derin 523
pişmanlık duydum.
Başka bir
hadise de şöyle nakledilir: “ Şeyhim bir gün sağ yanına yatmış uyuyordu. Ben de
ön kısmında oturuyordum. O esnada aklıma kötü bir şey geldi. Şeyhim hemen
gözlerini açarak:
Neler söylüyorsun?
Diye sordu.
Efendim, bir şey söylemedim, dedim.
Kalbinden neler söylüyorsun? diyerek tekrar sordu. Son
derece utandım ve Allah’a tevbe ettim.”[508]
“Bir gün dostlarla
beraber şeyh hazretlerinin evinde oturuyorduk. Hanımı evde değildi.
Arkadaşlardan birisi abdestini bozmak için helaya gitmek istedi. Oturduğumuz
yerin kapısı helâya karşı bakıyordu. Şeyhim süratle kalkıp odanın kapısını
kapattı. Bunu neden yaptığına bir anlam veremedik. Biraz sonra hanımının içeri
girdiği anlaşıldı. Az önce onun tuvalette olduğunu keşf yoluyla bildiğinden,
başkasının o sırada helâya gitmesine engel olmak için kapıyı kapatmıştı.”[509]
Ahmed b.
Mübârek bir başka olayı şu şekilde anlatır: “Şeyhimle evinde oturuyorduk.
Sohbetimiz uyku vaktine kadar devam etti. Bana “Uyu” dedi ve kendisi başka bir
odaya çekildi. Ben de üzerimi çıkarıp sırt üstü yattım. Yatağımda bir elin beni
gıdıkladığını hissettim, güldüm, o da güldü. Fakat odamda hiç kimse yoktu.
Şeyhimin odası alt katta bulunuyordu. Gülme sesinden o elin ona ait olduğunu
anladım.”[510]
“İhvandan bir
cemaat ile şeyhimizi ziyarete gittiğimizde bir müddet huzurunda bulunduktan
sonra ayrılıp kendi beldemize yöneldik. Yanımızda haramileri durduracak bir
silahımız yoktu. Şehirden uzaklaştık ve ıssız yerlere ulaştık. Buralarda
genelde hırsızlar ve yol kesiciler bulunurdu. Herkes uyudu sadece ben ve bir
arkadaşım uyumadık. Bir ara yakınımızda bir aslanın dolaştığını fark ettik.
Arkadaşlar eğer uyanırsa paniklerler ve başlarına kötü bir şey gelebilir diye
onları uyandırmamaya karar verdik. Sabah olunca yolumuza devam ettik. Pek yakın
bir yerde ölmek üzere olan bir tavşanda vardı.[511]
“Başka bir
zaman, şeyhimizin huzurundaykenbiraz uyumak istediğimi çünkü önceki gece
hayvanları korumak için hiç uymadığımı söyledim. Şeyhim “ Senin gece uyumaman
bir yarar sağlamaz. Falan gece yol kesiciler size geldiğinde o aslanın sizi
nasıl koruduğunu hatırlıyor musun?” dedi. O gece ne oldu? Diye sordum.
O gece falan vadiye geldiğinizde size katılan üç kişi
vardı ya, işte onlar dağa çıktıklarında dört adamla buluştular. Sizin oradan
geçtiğiniz onlara haber verdiler ve yedi kişi sizi soymak için takip etmeye
başladı. Gece siz uyuyunca bunu fırsat bilip yaklaştılar ama yanınızdaki aslanı
görünce şaşırıp kaldılar. Kendi aralarında aslanı öldürmeyi planladılar ama siz
uyanırdınız. Sizi soymayı düşündüler ama bu sefer de aslan saldırırdı. Bir
çözüm bulamayınca sizi bırakıp başka bir kafileye gittiler. Onlarda da bir şey
bulamayınca gene size saldırmak istediler. Ama bu sefer aslan arka taraftan
onlara engel oldu. İki aslanın var olduğunu zannederek “Bunlar nasıl insanlar.
Hangi yönden saldırsak karşımız aslan çıkıyor.” dediler. Bunun iç yüzünü
öğrenmek istediler, sonra da Allah onların kalplerini mühürledi.
Efendim ya o ölmek üzere olan tavşan neydi?
Aslan sizi korurken önüne bir tavşan geldi durdu, siz onu
görmediniz, aslan bir pençeyle onu öldürdü.”[512]
“ Biraz gıda
maddesi almak için şeyhimle istişare ettim. O da bana yağ al dedi. Ben de: “
Falan kadının yanında yağımın çok az kaldığından söz etmiştim. O da “Benim
yanımda yağ çoktur, sen istediğin miktarı al demişti. Böylece o kadından biraz
yağ almak istiyorum ama onu bana karşılıksız mı verecek, ödünç mü verecek
bilmiyorum.”
Sonra şeyhim
bir müddet sustu ve üç kere “Yağ satın al” buyurdu.
Nitekim yağ
satış zamanı gelince o kadın elindeki bütün yağları sattı ve bana kalmadı.
Elimde yağ alacak param da yoktu. Daha sonra Allah bana arzu ettiğimden daha
çok yağ temin etmemi sağladı. Bu da şeyhimin bereketiyle oldu.”[513]
Ru’yet baş
gözüyle görmek demektir, kalp gözüyle değil. Sûfîler “ O gün gözler vardır ki
onlar bakarlar”[514] ayetini ve Resûlullah’ın “
Kıyamet günü
Rabbinizi
dolunayı gördüğünüz gibi göreceksiniz”[515]
[516] hadisini bu manada 532
yorumlarlar.
Bazı
sûfîlere göre Allah ahirette görülecektir. Onu görenler kâfirler değil yalnızca
müminler olacaktır. “İyilik edenler ve iyi davrananlara daha güzeli ve
ziyadesi vardır. Onların yüzlerini (kendilerini mahcup edecek) ne bir toz
(leke) ne de bir hakirlik kaplar. İşte onlar cennet ehlidirler, onlar orada
ebedî kalacaklardır.”[517]
[518]
Ayetinde geçen ziyade kelimesini sûfîler ahirette Allah’ı görmek olarak
yorumlamışlardır. Onlara göre Allah’ı görmek aklen caiz, naklen vaciptir.
Debbâğ ru’yet
meselesini A’raf suresinin 143.ayeti ışığında açıklar.
“Musa
(ibadet için) tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi ona (hâtiften ilâhî kelâm
ile) konuşunca (Musa): “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım.” dedi.
(Allah): “(Sen dayanıp da dünya gözüyle) beni asla göremezsin. Fakat şu dağa
bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni göreceksin.” buyurdu. Rabbi(n cemâli) o
dağa tecelli edince, onu yerle bir ediverdi ve Musa baygın olarak yere düştü.
Ayılınca: “Seni tenzih ederim (sen yücesin, bu sözümden dolayı), sana tevbe
ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.” dedi.”[519]
Ona göre
Allah’ın zâtını müşâhede, efalini müşâhedesinden ayrılmaz. Yani Cenâb-ı Hakk’ın
yüce zâtını müşâhede, o müşâhedeye ehil ve lâyık olanlar için, efalinin
müşâhedesinden kurtulup sıyrılmaz, onlar için efalinden ayrı sadece zatî
müşâhede katıksız tecelli etmez.Yoksa Allah’ın efali aradan kalkmış olsa, bir
anda vücud yıkılıp mahvolur. Âlemin düzeni bozulur. Çünkü bütün varlıklarda
Allah’ın fiili vardır, o var olanın ana maddesidir. O mevcudun var olmasının
sebebi, onunla yüce zât arasında Hakk’ın fiilinin perde olarak bulunmasıdır.
Eğer Allah’ın fiili zâtlarda olmasaydı, bütün zâtlar yanar ve âlemde bulunan
her şey erirdi. [520]
Bazı sûfîler
bu ayetle ru’yetin bu dünyada vaki olmayışının, imkânsız olduğu anlamına
gelmeyeceğini belirtir. Bu kulun yetersizliğinden kaynaklanan bir durumdur.
Zira eğer ru’yet mümkün olmasaydı, Mûsâ (a.s.), peygamber olarak böyle bir
istekte bulunmazdı. Nitekim görme isteğinde bulunan Mûsâ (a.s.)’ya Yüce Allah,
“Beni göremezsin” demiş, “Ben görünmem” dememiştir. Bu da ru’yetin mümkün
olduğu, ancak kuldaki zaafiyetten dolayı bu dünyada gerçekleşmediğini
göstermektedir.[521]
Nûr-ı
Muhammedî veya Hakikat-i Muhammedî, Hak teâlâ’nın önce Hz. Muhammed’i (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yarattığı ve sonra
diğer bütün varlıkları onun nurundan yarattığı inancıdır.[522]
[523] Nitekim Debbâğ da Allah’ın
ilk yarattığı şeyin Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nûru olduğunu, sonra onu nurundan kalemin,
yetmiş hicabın ve ondaki meleklerin yaratıldığını bildirmiştir. Sonra levh,
levh henüz 539
kemâlini
bulmadan Arş, ruhlar, cennet ve berzah yaratılmıştır.
Debbâğ’a göre
Arş bir nurdan yaratılmıştır ki o nur da Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) nurundan yaratılmıştır. Böylece
Arş büyük bir yakuttan meydana gelmiştir. Bu büyük yakutun tam ortasında bir
cevher vardır. Yumurtaya benzer ve beyaz renktedir. Bu cevher de efendimizin
nuruyla yedi defa sulanmıştır. Daha sonra o cevher akmaya başlamış, su haline
dönüşmüş ve yakuttan olan arşın dibine doğru inmiştir.[524]
Sonra bu
nurdan arş’ı taşıyan sekiz melek yaratılmıştır. Bu melekler o nurun safasından
meydana gelmiştir. Geriye kalandan ise rüzgâr yaratılmıştır. Allah bu rüzgâra
suyun altına girmesini ve onu taşımasını emretmiş, böylece rüzgâr suyu taşımaya
başlamış ve onda bir soğukluk oluşturmuştur. Su tekrar eski haline dönmek
istese de rüzgâr buna izin vermemiştir. Donmuş taraflarını çatlatmaya başlamış
ve bu çatlaklardan kendine has bir koku gelmeye başlamıştır. Çatlaklar
çoğalınca yedi cihete gitmeye yüz tutmuş, yedi yere doğru yönelmiştir. Bundan
da yer küre meydana gelmiştir.[525]
Bunlardan
başka Allah yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekleri, ruhları ve cennetin bir
bölümü hariç geri kalanını, berzah âleminin üst yarısını Resûlullah’ın nurundan
yaratmıştır.[526]
Debbâğ Âdem
peygamber dünyaya indiğinde ağaçların meyvelerinin olgunlaşmadan döküldüğünü,
Allah’ın meyvelerin dökülmemesi için ağaçları Resûlullah’ın nuruyla suladığını
belirtir.[527]
Ona göre
kâfirler de Resûlullah’ın nurundan yararlanmışlardır. “Eğer anne rahminde
şekillenirken, süt emerken o nurla sulanmasalardı cehennem hepsinin üzerine
çıkıp onları yiyip bitirecekti” demiştir.[528]
Rûh-i
Muhammedî veya Kelime-i Muhammediyye gibi eş anlamlı terimler de kullanılan
Nûr-ı Muhammedî, bütün peygamber ve velîlerin ilimlerini aldıkları bir
kandildir.[529] Hz. İsa peygamber o nurdan
içince onun için gurbet makamı meydana gelmiştir. Hz. İbrahim peygamber içince
rahmet makamı ona verilmiştir. Hz. Musa peygamber içince Hakk’ı müşâhede makamı
onun için meydana getirilmiştir.[530]
Berzah,
sözlükte iki şey arasındaki engel anlamına gelir.[531]
Berzah aralarında bulunduğu iki şeyi bir yandan engeller, bir yandan
birleştirir.[532]
Tasavvufta
Âlem-i Şehadet ile Âlem-i Ervâh arasındaki, yani dünya ve ahiret arasındaki
perdedir.[533] Ölümle dünyadan ayrılan
ruhlar berzah âlemine gittikleri gibi, uyku halinde bedenden ayrılan ruhlar da
bu âleme giderler.[534]
Debbâğ
berzahı, alt kısmından dar, yukarı çıkıldıkça genişleyen ve zirvesine ulaşınca
üzerinde fener kubbesine benzer bir kubbe bulunan âlem diye tarif eder. Ağaçtan
yapılmış bir dibeği de örnek olarak sunar, nitekim o dibeğin altı dar, üst
tarafa doğru genişleyen bir yapısı vardır. Büyükçe bir dibeğin üzerine fener
konulsa berzah âlemine benzemiş olur.[535]
Berzah
âleminin bu en üst kısmında Resûlullah’ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ruh-ı şerifleri, zevceleri, kızları,
zamanındaki nesli, ondan sonra da onun soyundan hak üzere gelip geçenler ve
dört halifenin ruhları bulunmaktadır. Ayrıca Resûlullah’ın huzurunda Allah
yolunda şehit olanların, Resûlullah’a vâris olan kâmil velîlerin ruhları da bu
kısımdadır.
Berzah
âleminin her tarafında delikler bulunmaktadır. Bu deliklerde ruhlar bulunur.
Âdem (a.s.) yaratılmadan önce de bu deliklerin var olduğu bilinmektedir. Âdem
(a.s.)’ın ruhu berzahtan inip zâtına girince oradaki yeri boş kalmıştır. Bunun
gibi yeryüzüne inip bir bedene giren her ruhun yeri boş kalmaktadır. Ölümden
sonra ruh geri döndüğünde farklı bir deliğe girer. Eğer mümin ise daha güzel bir
mevkie, kâfir ise daha aşağı bir mevkie döner. Boş kalan delikler Allah’ın
yaratmış olduğu bir takım mahlûklarla bayındır hale gelir. Bu deliklerden bütün
ruhlar ayrıldığı ve orada hiç ruh kalmadığı zaman kıyamet kopmak üzeredir,
demektir. Berzah âlemine bakan kimse oradan ruhların ayrılıp ayrılmadığını
görebilir. Dolayısıyla bütün ruhların oradan ayrıldığını gören kimse kıyametin
vaktinin geldiğini de anlar. Resûlullah efendimiz ve yedi kutup bu vakti
bilmektedir. Debbâğ’a göre Resûlullah’ın kıyamet saatini bilmiyorum demesinin
sebebi o esnada ortaya çıkan farklı bir durumdan dolayıdır ama bu durumun ne olduğu açıklanmamıştır.[536]
Kur’an’da
kıyametin vaktiyle alakalı “(Ey Resûlüm!) Sana: “Onun gelip çatması ne
zaman?” diye, (kıyamet) saat(in)den soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak
Rabbimin yanındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O (kıyamet
vakti), göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ancak ansızın gelecektir.”
Sanki sen kesin biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak
Allah ’ın yanındadır; fakat insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmezler.”[537]
“(Resûlüm!)
Sana (kıyamet) saat(in)i: “Ne zaman onun gelip çatması?” diye soruyorlar. Sende
onu anlatma (bilgisi) nereden (olsun)? Onun son (bilgis)i, Rabbine (ait)tir.
Sen, ancak ondan korkanları uyarıcısın. Sanki onlar, o (kıyamet günü)nü
gördükleri gün, (dünyada) bir akşam veya bir kuşluk vaktinden başka kalmamış
gibi olurlar”[538]
buyrularak onun bilgisinin Rasûlullah’ta da bulunmadığı belirtilmiştir.
Cibrîl hadisi
olarak bilinen hadiste resûlullah’a kıyamet saati sorulduğunda “sorulan
sorandan daha bilgili değildir”[539] buyurarak onun vaktinin ne
zaman olduğunu bilmediğini ifade etmiştir.
Kemalüddin
Abdürrezzak el-Kâşânî, kıyamet bilgisinin sema ve yer ehline ağır geldiğini ve
bu sebeple onların böyle bir ilmi kavrayamayacağını belirtmektedir.[540]
Berzah
âleminin ruhlar gelmeden önce karanlık bir konumda olduğunu, Âdem babamız ve
diğer ruhlar geldikçe oranın aydınlanmaya başladığını belirten Debbâğ,
berzah’ın en karanlık yerinin de kâfirlerin ruhlarının bulunduğu en alt bölme
olduğunu belirtir. Oranın karanlık olmasının sebebi oraya yerleşen kâfirlerin
ruhlarının karanlığından kaynaklanmaktadır.[541]
Burada bulunan kâfirler cehenneme doğru dal budak salarlar ve sanki
cehennemdeymiş gibi bir hal alırlar. Mümin kimselerin bulunduğu bölümde ise tam
tersi olur, yani onlar da cennete doğru sarkarlar ve cennet nimetlerinden
faydalanırlar.[542]
Debbâğ’a göre
berzah ve cennet arasında bir takım nurdan ipler vardır. Bu ipler ancak ruhlar
bedenlerden çıkıp berzaha yükselince teşekkül ederler. İyi kimselerin iplerinin
cennete doğru uzandığı görülebilir. Bu iplerin kalınlığı kişinin ameline göre
farklılık arz eder. Kötü kimselerin ipleri de cehenneme uzar. Onların da
incelik kalınlık dereceleri değişkendir.[543]
Bunun gibi
dünyada da kişilerin zâtlarıyla berzah arasında ipler vardır. Basiret sahibi
kimseler bu ipleri görebilirler. O kişiye baktıkları zaman âkıbetinin hayır mı
yoksa şer mi olduğunu anlarlar.[544] Debbâğ güneşin ışığını
berzahtaki müminlerin ruhlarından aldığını söyler. Diğer yıldızlar da ışığını
güneşten almaktadır. [545]
Melek, farklı
sûretlere girebilen ve duyularla algılanamayan nûrânî varlıklar’a denir.[546]
Debbâğ
melekleri şu şekilde tarif eder: Her meleğin zâtında beş baş bulunur. Her başın
sağı, solu veüstü bulunur. Her başta dokuz ağız vardır. Yani her başta altmış
üç ağız bulunur. Her ağızda üç, beş veya yedi dil bulunur. Melek bir söz
söylediğinde sesi bütün bu dillerden çıkar.[547]
Meleğin zâtı
saf nurdandır, ona his ve akıl verilmiştir. Bu akıl sayesinde Allah’ı tanıyıp
bilir. Melek ilk yaratıldığında da kendisine fetih yapılmıştır dolayısıyla
doğuştan gelen bilgileri vardır.[548]
Hadislerde
meleklere inanmak iman dereceleri arasında sayılmaktadır. Debbâğ melekler Allah
ile yarattıkları arasında vasıta kılındıkları ve insanlara fayda sağladıkları
için onlara inanmanın vacip olduğunu belirtmiştir.[549]
Melekler
hakkında farklı bilgiler aktaran Debbâğ velîlerin kurmuş olduğu divanı önceden
meleklerin kurduğunu söyler. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten sonra divana
bu ümmetin velîleri geçmiştir. Bir velî dünyaya gelip kendisine fetih yapılınca
divandaki yerine geçmiş ve orada bulunan melek de o yerden ayrılmıştır. Divânda
saflarda halen bulunan melekler vardır, bunlar dünyada iken Resûlullah
efendimizi koruyan meleklerdir.[550]
Ayrıca dünyada
her şehirde yetmiş kadar melek vardır. Bunlar o beldede bulunan velîlere
yardımda bulunurlar. Daha çok insan suretinde bulunan bu meleklerin kimisi bir
hoca şeklinde, kimisi de bir fakir şeklinde insanların karşısına çıkabilir. Bu
sayede o melekleri halk arasında kimse tanıyamaz.[551]
Bunların yanı
sıra kurban bayramına özel yeryüzüne inen melekler de vardır. Bunlar kesilen
kurbanın ruhunu alır cennet veya cehenneme götürürler. Eğer kurbanı kesen
kişinin niyeti halisse, kurbanın ruhu cennete götürülür ve o kişinin sarayına
yerleştirilir. Eğer kesen kişinin niyeti halis değilse, o zaman kurbanın ruhu
cehenneme götürülür ve o kişi için bir azap olarak hazırlanır.[552]
Cinler,
görünmeyen latif cisimlerden ibaret bir cins mahlûk olarak tarif edilir.[553] Ateşten yaratılmışlardır ve
istenilen şekle girebilirler.[554]
Debbâğ cinleri
bir örnekle betimler: Çokça dumanı içinde belirsiz hale gelen simsiyah bir
ateşi düşünelim. Tıpkı toprak kap yapanların ateşi gibi bir ateş. Cinlerin
suretleri, yani yaratıldıkları suretleri dumanın gösterdiği şekillerdedir.
Şekilleri dumana geçince duman onlar için bir elbise olur.[555]
Cinler iman
etmekle mükellef varlıklardır. Onlar için de cehennem vardır. Ama cinler
ateşten yaratıldıkları için onlara cehennemde ateş değil, soğuk vardır. Bu
soğuğa zemherir denir.[556]
Nitekim cinler
dünya hayatında da soğuktan oldukça korkarlar. Yaz mevsiminde havada serin bir
rüzgâr estiği zaman yabanî eşekler gibi ürküp kaçarlar. Aynı zaman da tıpkı
şeytanlar gibi suya da giremezler. Eğer onlardan birisi yakalanıp suya sokulsa
hemen söner ve erir. Nasıl ki insan ateşte kül olur, su da onlar için aynı
etkiyi meydana getirir.[557]
Debbâğ cenneti
tarif ederken yapı bakımından berzah âlemine benzediğini söyler. Ama insanların
çoğu berzah âlemini görmediği için onu tarif etmenin de zor olduğunu belirtir
ve fazla ayrıntılı konuşmaz.[558] O cennetlerin sayısını sekiz
olarak belirtir. Bunlar sırasıyla Dârüsselâm( “O (öğüt alıp yerine getire)nlere,
Rableri katında ‘selam’ (denen cennet) yurdu vardır. O, yapmakta oldukları
(hayırlı işleri)nden dolayı onların dostudur”)[559], Cennet-i Naîm(“Beni
Na’îm cennetinin vârislerinden kıl”)[560], Cennet-i Me’vâ(“îman
edip de sâlih (Allah ’ın rızasına uygun) amellerde bulunanlara gelince: Onlar
için, (bu yapmış olduklarına karşılık) bir ağırlama/bir konaklama yeri olarak
(barınacakları) Me ’vâ cennetleri vardır”)[561], Cennet-i Huldf“O,
bizi lütfundan (ebedî) kalınacak yurda koyup yerleştirdi. Orada bize hiçbir
yorgunluk dokunmayacak, artık orada bize hiçbir bıkkınlık da gelmeyecektir”)[562],
Cennet-i Adn(“Rableri katında onların mükâfatları, içinde devamlı
kalacakları, alt tarafından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Bu (mükâfat), Rabbine (itaatle)
içi ürpererek saygı gösteren kimselere mahsustur”)[563], Cennet-i Firdevs(“Hakikaten
iman edip de sâlih ameller işleyenler(e gelince), onlara da konak olarak
Firdevs cennetleri vardır. Orada sürekli kalacaklardır. Oradan başka yere
gitmek istemezler”)[564],
Cenneti Illiyyîn(“Dikkat edin, iyilerin (amel) kitabı Illiyyîn’dedir”)[565]
ve Darülmezîd (“îyilik edenler ve iyi davrananlara daha güzeli ve ziyadesi
vardır. Onların yüzlerini (kendilerini mahcup edecek) ne bir toz (leke) ne de bir
hakirlik kaplar.
İşte onlar
cennet ehlidirler, onlar orada ebedî kalacaklardır.”)[566] olarak
isimlendirilir.[567]Ayrıca cennetin sekiz kapısı
vardır her kapının önünde o cennete has bir melek vardır. Bu sekiz melek arş’ı
taşıyan meleklerdir.[568]
Hepsini
sırayla açıklamaz yeri geldikçe bazılarına değinir. Mesela Firdevs cennetinde
bu dünyada görülen ve görülmeyen bütün nimetler vardır. Cennet ırmaklarının
kaynağı Firdevs’tedir.[569]
Orada bir tek
ırmaktan su, bal, süt, şarap olmak üzere dört içecek akar. Tıpkı gök kuşağındaki
renkler gibi bu dört meşrubat birbirine karışmadan akar. Bunların akışı müminin
isteğine göredir. Eğer o kimse ikisini içmek isterse ikisi akar, hepsini içmek
isterse dördü birden akar.[570]
Debbâğ
cennette ağaçların iki türlü olduğunu söyler. Büyük bir bölümü nurdan
yaratılmıştır, posası ve ağırlığı yoktur. Cennette Hz. Âdem (a.s.)’e yemesi
için izin verilen ağaç budur. Diğer bir kısmı ise dünyadaki ağaçlara benzer.
Âdem (a.s.)’a bunları yemesi için izin verilmemiştir, nitekim daha sonra bu
ağaçtan[571] yediği için de cennetten
kovulmuştur.[572]
Debbâğ
cennetteki nimetlerin dünyada bulunan hiçbir nimete benzemediğini belirtir.
Eğer insanlar o nimetleri görse onlara karşılık gelecek bir isim bulamaz, der.
Ama Allah gene de insanlar anlayabilsin diye onlara bazı isimler vermiştir.
Böylece insanlar dünyada o nimetler hakkında konuşurken anlaşabilirler. Debbâğ
bu durumu yeni konuşmaya başlayan bir bebek ve yetişkin arasındaki iletişime
benzetir. Bu hal yeni konuşan bebeğin suya bu, ekmeğe beb demesi gibi bir durumdur.[573]
Cennetteki
makamlar Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimize salâvat getirmekle artar. Çünkü
cennet Peygamber efendimizin nurundan yaratılmıştır. Nasıl ki bir çocuk
babasına içten bağlılık ve sevgi duyarsa cennette resûlullah efendimizin nuruna
öyle hayrandır.[574]
Cennet ehlinin
elbisesine de değinen Debbâğ onların nurdan kıyafetler giydiğini, bu
elbiselerinin ne eskidiğini ne de atıldığını, kulun bir saat içerisinde yetmiş
bin kadarını giyinebileceğini belirtir. Bu kıyafetler ona bir ağırlık
yapmayacağını çünkü nurdan yapıldığını söyler.[575]
Cehenneme
gelince, Debbâğ orada de cennette olduğu gibi ırmaklar vardır ama bu
ırmaklardan ateş akar. Bu ateş dünyadaki gibi parlak bir ateş değildir siyah[576], koyu bir ateştir.[577] Orada da cennette olduğu gibi
köşkler ve saraylar vardır ama bunlar tamamen ateşten meydana gelmiştir. Eğer o
ateşten bir parçası dünyaya çıkarılsa her yeri yakıp kül edebilir. Kişinin
dünyada işlediği kötülüğe göre ona cehennemde de köşkler yapılır. Kişi sevap
işleyip tevbe edince, cehennemdeki o köşk yıkılıp yerine cennette bir köşk
yapılır.[578]
Cehennemin
kapısında Hazîn meleği bulunur. O cehenneme uğrayan mümin, kâfir herkese
görünür. Onu gören müminler dehşete kapılmaz ama kâfirler onun korkusundan
ölecek gibi olurlar.[579]
Velâyet-Nübüvvet
meselesi, Hakîm Tirmizi’nin (ö. 295/898) Hatmu’l- Velâye isimli eseriyle
birlikte tasavvufî düşüncenin önemli bir konusu hâline gelmiş, İbnü’l-Arabî ve
daha sonra onun çizgisindeki sûfîlerle birlikte farklı boyutlar kazanarak sûfîlerle
zâhir ulemâsı arasındaki temel tartışma konularından bir tanesi olmuştur. Bu
tartışma içerisinde sûfîler, velîleri nebilerden üstün saydıkları gerekçesiyle
eleştirilere tâbî tutulmuş, hattâ bazıları mülhîd ve zındık görülerek tekfîr
edilmiştir. Hâlbuki nübüvvet ve velâyet makamları söz konusu olduğunda, her ne
kadar aralarında bazı aşırı görüş sahipleri bulunsa da sûfîler, genelde insanın
tekâmül mertebelerinin en üst basamağına başta Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) olmak üzere nebîleri
koyup, velîleri derece bakımından nebilerden sonra anmakta ortak kanaat
sahibidirler.[580] Debbâğ da bu
konuda bir velînin ne kadar yükselirse yükselsin, peygamberin yükseldiği makama
yükselemeyeceğini savunur. Hatta erişmekten ziyade yaklaşamayacağını söyler.[581]
Debbâğ
bu konuyu açıklarken peygamberlerin ismet sıfatından yararlanır: Velînin elinde
olan haber ancak Peygamber efendimizin
sayesindedir.
Çünkü bu habere sebep olan iman Allah Resûlu sayesinde o velîye ulaşmıştır.
Velînin zâtı diğer zâtlar gibidir. Ama peygamberin zâtı diğerlerinden
farklıdır, o günahlardan korunmuşluk üzerine yaratılmıştır.[582]
Peygamberlerin
uyacak bir şeriata, yararlanacak bir öğretmene ihtiyaçları yoktur. Hak zâten
onların zâtında yerleşmiştir. Bu sayede doğru yolda yürürler.[583]
Velî, peygamberde
olduğu gibi bazen dua eder kabul olur, bazen olmaz. Bazen haceti yerine gelir,
bazen de gelmez. Ayrıca velî insanlarda olduğu gibi bazen günah işler, bazen
sevap. Ama velî Allah’ın kendisine verdiği marifet ve fetihlerle diğer
insanlardan ayrılmıştır.[584]
Velîde bulunan
müşâhede onu günahlardan men eder. Ancak bu peygamberlerde olan ismet sıfatı
gibi değildir. Bu sebeple velâyet-nübüvvet itişip kakışmaz. Çünkü
peygamberlerde olan günahtan men etme doğuştan vardır, velîde ise bu durum
sonradan meydana gelir.[585]
Bu konuyla
alakalı olarak Bâyezid Bestâmî’nin “ Biz öyle denizlere daldık ki
peygamberler ancak onların sahillerinde duruyorlardı” sözü de kendisine
sorulmuştur. O da Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizin, bazen iğreti olarak bir kısım
manevî giyisisini bazı kâmil velîlere giydirdiğini söyler. Velî bu elbiseyi
giyince, Bâyezid Bistâmî’ye gelen hal ona da gelir. Hakikatte ise bu söylediği
söz peygamber efendimize nisbetledir. Aslında denizlere dalan Resûlullah
efendimizdir. Sahilde duranlar da velîlerdir.[586]
Bâyezid
Bestâmî’nin bu sözü ayrıca şatahat[587]
ifadesi olarak gösterilebilir. Debbâğ’ın yaptığı açıklama da bu sözü yorumlamak
mahiyetindedir.
Kerâmet,
peygamberlik iddiasıyla ilgisi olmaksızın Müslüman bir kişide hârikulade bir
olayın meydana gelmesine denir.[588] [589]
Kerâmet ve
Mûcizenin tanımları tam olarak ayrılmadığı zaman tartışmalar meydana gelmiştir.
Sehl b. Abdullah “Ayetler Allah’a aittir. Mucizeler peygamberlere, kerâmetler
de velîlere ve sâlih müminlere” diyerek bu ayrımı yapmıştır.
Ebû İshak
İsferayinî (ö.418/1027) “Mucizeler Peygamberlerin dâvalarında sâdık olduklarını
gösteren delilleridir. Peygamberliğin delilli olan bir şey ise peygamberlerden
başkasında bulunmaz. Nitekim muhkem bir akıl ve sağlam bir muhakeme, âlim bir
adamın ilim sahibi oluşunun delili olduğu için âlim olmayanlarda bulunmaz.
Evliyânın duanın nevinden kerametleri vardır, fakat peygamberlerin mucizeleri
cinsinden kerametleri yoktur” diyerek kerâmet ve mucize arasındaki farkı dile
getirmiştir.[590]
Ahmed b.
Mübârek eserinde Debbâğ’a ait birçok kerâmeti zikretmiştir. Ayrıca eserde
Abdullah b. Ali et-Tâzî’nin de Debbâğ hakkında aktardığı oldukça fazla kerâmet
vardır. Bu çalışmamızda Abdülaziz ed-Debbâğ’ın görüşlerini incelediğimizden
dolayı, kerametlerinden sadece birkaç tanesini örnek vermekle yetineceğiz.
Ahmed b.
Mübârek yaşadığı hadiseleri şöyle aktarıyor:
“Bir erkek
evlâdım ölmüştü. Bu sıralarda hocam Abdülazîz Debbağ hazretleriyle daha yeni
tanışmıştım. Ailem, çocuğumun ölümüne çok üzüldü. Çünkü daha önce de bir
çocuğumuz ölmüş, hanımım da hayatta kalan bu oğlumuzla teselli bulmaya
çalışmıştı. Hanımıma; “Seyyid Ahmed bin Abdullah’ın şöyle buyurduğunu işittim:
“Çocuklara ve gelecek olan husûslara ve inecek olan musibet ve belâlara baktım,
o çocuklara acıyıp merhamet ettim. Hangi çocuk ölürse, şüphesiz ki dert ve
musibetlerden kurtulup güvene kavuşmuştur.” Bizim de oğlumuz öldü. Buyurulan
husûs sana bir teselli olmalıdır dedim. Sabah olunca hocamla buluştum. Bana;
“Ey Ahmed!
Akşam hanımına şöyle şöyle dedin” diyerek, akşam hanımımla aramda geçen
konuşmayı nakletti. O zaman hocamın keşf yoluyla o akşam evimizde olan
konuşmayı duyduğunu anladım.”[591]
Yine başka bir anekdotta:
“Sultan
Nasrullah bana bir mektûp yazıp göndermişti. O sırada Bisem’de bulunuyordum.
Mektûpta, derhal Miknâs’a gidip Riyad Câmii’nde İmâm olmam emrediliyordu.
Hocamdan ayrılmak bana ağır geleceğini ve bu görevi lâyıkı ile yapamıyacağımı
düşünerek çok üzüldüm. Hocam bu durumu haber alınca; “Korkma! Zîrâ sen
Meknâse’ye gidecek olursan, biz de seninle beraber gideriz. Fakat sen hiç
üzülme, sana bir zarar gelmiyecek ve senden istedikleri de olmayacaktır”
buyurdu. Bunun üzerine, sultânın adamlarıyla yola çıktık. Meknâse’ye
vardığımızda imamlık görevinin başkasına verildiğini öğrendim. Oradan ayrılarak
hemen evime döndüm. Kayınpederim Muhammed bin Ömer bu durumu öğrenince, bana
şöyle bir mektûp yazdı: “Meknâse’ye geldin. Fakat sultan ile görüşmeden
ayrıldın. Senin dönmenden sonra başımıza neler geleceğini bilmezsin. Benim
düşüncem şudur: Hemen Meknâse’ye gelip sultanla görüşmelisin ve belirtilen
Câmide, verilen vazîfeye başlamalısın.” Ben de bu mektûbu hocama götürdüm ve
okudum. Bana; “Sen git evinde otur, hiçbir fenâlıktan korkma. Sana sultânın bir
zararı dokunmaz” buyurdu. Durum tamamen hocamın buyurduğu gibi oldu. Bu mes’ele
de öylece kapandı.”[592]
Bir başka anekdotta:
“ Karım
hamileydi. Şeyhim bunu öğrenince karnındaki erkek çocuktur, buyurdu. Ayın
dokuzu olunca karımda sancılar başladı. Hâlbuki onun doğum âdetinin normal
müddeti ayın başına rastlıyordu. Biz karımın artık doğum yapacağına kanaat
getirdik, sancılar tıpkı doğum sancısı gibiydi. Durumu şeyhime bildirince
“Korkmayın o doğum sancısı değildir, doğuma daha var” dedi. Nitekim dediği gibi
de oldu.”[593]
“Bir defa
yine ziyâretine gitmiştim. Yolculuğumu bir katır üzerinde yapmış, tehlikeli bir
yere gelince, bineğimden inip, öyle geçmeye çalışmıştım. O yeri yaya olarak
geçtikten sonra, tekrar bineğime bineceğim sırada, hayvan kaçtı ve yakalamam
mümkün olmadı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. O anda hatırıma hocam geldi. Ondan
meded umarak; “Ey hocam, Abdülazîz Debbağ!” dedim. Bu sırada Allahü teâlâ bazı
insanları yardımıma gönderdi. Onlar hayvanı yakalayıp bana teslim ettiler.
Hocamın yanına geldiğimde, gülerek bana; “Falan yerde Şeyh Abdülazîz’i ne yapacaktın?
Senin yanında olsaydım, herhalde sana yardımda bulunurdum” dedi. Ben de; “Ey
Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında, sizin için hiçbir fark
yoktur ve ikisi de mümkündür” dedim.”[594]
“Bazı tanıdıklarım bana, bir miktar parayı ödünç olarak, bir
miktar parayı da emânet olarak verdiler. Bir süre sonra gelip, emâneti
istediler. Emânet olan parayı verdim. Fakat borcumu o anda ödeyecek hiç param
yoktu. Satılacak bir eşyam da mevcût değildi. Borcum konusunda, kalben hocamı
hatırladım ve ondan alacaklıların şimdilik bu parayı istememeleri için yardım
talep ettim. Onlar emânet bıraktıkları parayı aldıktan sonra, benim borcumu
istemeden yanımdan ayrıldılar. Uzun müddet alacaklarını istemediler. Aradan
altı ay geçmesine rağmen uğramadılar. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu iş
hocamın bereketiyle olmuştu.”[595]
Debbâğ’ın
kendi ağzından da bir kerâmet nakleden Mübârek onun Seyyid Mansurla ıssız bir
adaya gittiğini, orada bir adamla karşılaşıp konuştuklarını ve dönüşte de su
üzerinde yürüdüklerini nakleder.[596]
Bir başka yerde de Debbâğ kendisine doğumundan ölümüne kadar tüm hayatının
gösterildiğini söylemiştir.[597]
Kerâmetler
aslında velîdeki ürperme ve vecdi artırır. Çünkü velî bu kerâmetlerin kendisi
için mekr-i ilâhî ve istidrâc olup olmadığından emin olamaz. Böyle bir durumla
karşılaşan velînin ayakları kayabilir ve hak katındaki derecesi düşürülebilir.[598]
Debbâğ velînin
sadece kerametlerinin aktarılmasına karşı çıkar. Onun insan vasıflarının da
aktarılması gerektiğini söyler. Ona göre bu tür kitapların yararından fazla
zararı vardır. Bu kitabı okuyan kişi evliyanın sürekli kerâmetini gördüğü için,
onu her istediği olan, hiçbir şeyden âciz kalmayan bir kimse olarak tahayyül
eder. Aynı zamanda bir velîden şeriat ve sünnete aykırı bir hal, söz ve
davranış da çıkmaz diye düşünür.[599]
Bu şekilde
kişi evliya hakkında büyük bir bilgisizlik içine düşer. Çünkü o evliyanın
rububiyet vasıflarıyla kuşandığını düşünür. Peygamber vasıflarının da onda
olduğunu zanneder. Hâlbuki Cenâb-ı Hak rububiyet vasfını Resullere bile vermemiştir.
O Kur’anda şöyle buyurur:[600] “(Kullarımın) iş(in)den
hiçbir şey sana ait değildir (sen sadece tebliğ edici ve uyarıcısın). O (Allah)
ya onların tevbelerini (Islâm’a girmekle) kabul edecek veya zalim (müşrik)
olduklarından onlara azap edecektir.”61
“(Resûlüm!)
Şüphesiz sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Fakat Allah dilediğini (iyi
niyet ve amellerine göre) doğru yola eriştirir. O, doğru yola erişecek olanları
daha iyi bilir.”[601]
[602]
Nuh peygamber
oğlunun kurtarılması için dilekte bulunduğunda Allah ona şöyle seslenmişti:
“Nuh
Rabbine şöyle seslendi: “Ey Rabbim! Benim oğlum da elbette benim ailemdendir.
Elbette ki senin (ailemi kurtarma) vaadin haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin.
(Allah) buyurdu ki: “Ey Nuh! O (oğlun, inanmayıp âsî olduğundan) senin ailenden
değildir. Doğrusu o(nun yaptığı), iyi bir iş değildir. O halde, bilgin olmayan
şeyi benden isteme! Doğrusu ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim.”[603]
Peygamberlerin
durumu bile böyleyken, günümüz insanları duası kabul edilmeyen, oğlu veya
karısı doğru yolda bulunmayan birisini gördüklerinde, bu adam velî değildir.
Çünkü velî olsaydı duası kabul olurdu ve çocuğuyla karısını doğru yola iletirdi
derler. Onlar zannederler ki velî başkasını doğru yola sokabilir. Hâlbuki daha
kendisini düzeltmeye gücü yoktur.[604]
Allah bu
durumla ilgili şu ayeti aktarıyor:
“Eğer sizin
üzerinize Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, asla hiçbiriniz temize
çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah (her şeyi) işitendir,
bilendir.”[605]
Kerâmet
kitaplarından velîyi okuyup onunla karşılaştığı zaman beklediği gibi çıkmayınca
şüphe eden müridlerin derecelerinin düştüğünü söyleyen Debbâğ, “Eğer o kimseler
o kitapları okumadan şeyhlerle karşılaşsalardı, günümüz adamlarının inkâr
ettiği sıfatları onlarda bulacaklardı” der. Ona göre bazen bir topluluktaki
bilgisizlik zamanın bütün velîlerini inkâr edecek seviyeye ulaşır. Çünkü onlar
kafalarında velîliği ve onun gerçekleşmesini bir takım usûl ve kâidelere
bağlamışlardır. Dönemlerinde yaşayan bir velîyi kendi ölçülerine göre tartıp inceledikleri
zaman uygunluk olmadığını görürler ve bu yüzden o adamda velîlik bulunmadığını
söylerler.[606]
Kerâmetler
genelde müridler tarafından iltifat görmüştür. Hakiki şeyhler kerâmete iltifat
etmez. Bâyezid’e “Filanca kişi bir gecede Mekke’ye gidiyor, diyorlar, ne
dersin?” diye sorulunca. “ Şeytân’da, Allah’ın lânetine uğramış bir varlık
olduğu halde, bir anda doğudan batıya ulaşıyor. Bunda şaşılacak ne var?”
cevabını vermiştir. “Falanca kişi suyun üzerinde yürüyor” denildiğinde de, “
Balık da suda yüzüyor, kuş da havada uçuyor” karşılığını vermiştir.[607]
Tayy-i zaman
ve Tayy-i mekân, yerin dürülmesi, zamanın kısalmasına denir.[608]Bu konu bir önceki başlık olan
“Kerâmet” bahsiyle bağlantılıdır. Zamanda ve mekânda yolculuk yapmayı bir nevi
kerâmet olarak gösterebiliriz.
Debbâğ’ın
müridi Ahmed b. Mübârek bu konuda bir saat denizde yüzdükten sonra sahile
arkadaşının yanına gelen adamın hikâyesini Debbâğ’a sormuştur. Hikâyeye göre
bir adam denizde bir saat yüzdükten sonra arkadaşının yanına gelmiş, onu
bekleyen arkadaşı: “Neden bu kadar geciktin? Neredeyse Cuma namazını
kaçıracağımdan endişe duymaya başladım” deyince, denizden çıkan arkadaşı: “ Ben
şu an Mısır’dan geliyorum. Orada şu kadar ay kaldım. Aynı zamanda bu süre
içerisinde evlendim, çocuğum oldu” demiştir. Bu olayın nasıl mümkün olabileceği
konusunu Mübârek, Debbâğ’dan açıklamasını istemiştir.
Debbâğ ise
buna cevap verirken öncelikle hiçbir şeyin Allah’ı acze düşürmeyeceğini
belirtir. Allah hikâyeyi anlatan adama başka bir zaman ve başka bir kavim
vermeye kadirdir; bütün bunları bir saat içerisinde denizin dibinde, denizi
görmekten onu alıkoyup araya hicap gererek yapabilir. Nitekim Allah kimi
şahısları meleği müşâhede etmekten alı koyup, melek ile beraber olmasına rağmen
onu görmesini engellemiştir.[609]
Eğer Allah
dilerse kişi için zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırması güç değildir.
Nitekim Kur’an’da Üzeyr[610] (as.)’ın, Kudüs’ün, M.Ö. 586
yılında Buhtunnasr (605-562) tarafından tahrip edilmesinden yıllar sonra,
götürüldüğü Bâbil esaretinden kaçıp tekrar geldiğinde yaşadığı olay anlatılır.
Üzeyr (a.s.) “Bu yıkılıp ölmüş şehir, tekrar eskisi gibi nasıl yapılıp
dirilecek?” demiştir. Kur’an’da bu olaydan bahsederken “Yahut o kimseyi
(görmedin mi) ki (binalarının) duvarları, (çöken) çatılarının üzerine yıkılmış
olan bir kasabaya uğradı da, (kendi kendisine): “Allah bunu (böyle harap bir
yeri), ölümünden sonra nasıl diriltecek?” dedi. Bunun üzerine Allah da onu, yüz
yıl ölü bıraktıktan sonra diriltti. “Ne kadar (ölü vaziyette) kaldın?” dedi. O
da: “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım.” dedi. (Allah:) “Hayır yüz yıl
kaldın, işte yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Bir de eşeğine bak; (onun
kemikleri kalmış. Böyle yapmamız) seni, insanlara ibret belgesi kılmamız
içindir. Şimdi o kemiklere bak, onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et
giydiriyoruz.” dedi. O, (merkep dirilip de eski halini alarak) kendisine apaçık
belli olunca, şöyle dedi: “Artık biliyorum ki Allah, şüphesiz her şeye
kâdirdir”[611]
ifadeleri kullanılmıştır.
Debbâğ’ın
yaşadığı bir olayı da ibrîz’de Seyyid Abdurrahman el-Mahûhî şöyle anlatır: “
Bir gün Şeyh Hazretleriyle beraber bulunuyordum. Orada Seyyid İdris ve Seyyid
Ahmed bin Mübârek de bulunuyorlardı. Şeyhimiz beni bir hâcet için kendi evine
gönderdi. Ben aceleyle eve doğru ilerledim. Şeyh hazretleri de bulunduğu yerde
kaldı. Evine vardığımda, bir adam Şeyhimin elbisesini yıkamak için onu
soyuyordu. Ben o adamla bu hususu görüşürken Şeyh hazretleri elinde kirli
çamaşırları olduğu halde evinden dışarı çıktı, kapıda bekleyen adama verdi.
Yollar oldukça
çamurlu idi, nalınla gelemezdi. Benden önce gelmesine de imkân yoktu. Çünkü ben
süratle koşarak şeyhimin evine ulaşmıştım.”[612]
Debbağ’a göre
salihler arasında uzaklık söz konusu değildir. Hatta Salihlerden biri batıda olsa,
Sudan’da veya Basra’da bulunan bir salihle görüşmek istese, derhal konuşabilir.
Üçüncü bir kişi onlara katılmak istese o da katılabilir. Dördüncü, beşinci
derken farklı ülkelerde bile olsalar bir cemaat halinde konuşabilirler.[613]
Salih Kişilerden Medet Beklemek, Onların
Adıyla Yemin Etmek
Debbâğ’a yemin
ederken “Falan efendinin hakkı için”, “Seyyid Abdülkadir Geylani hakkı için”,
“Seyyidim Ya’za ve Ebû Abbas Sebtî hakkı için”, “ Benim bağlı bulunduğum şu zât
hakkı için” ifadelerini kullanan ve “Allah’a tevessül edin” veya “Onun adına
yemin edin” denildiğinde de bunlardan yüz çeviren kimselerin durumlarının ne
olduğu sorulmuştur.
Debbâğ bu tür
kimselerin kalbindeki kuvvetli karanlıktan dolayı böyle yaptığını söyler. Çünkü
bu sebeple insanlardan bir kısmı Allah’tan kopmuş olur. Hâliyle bu insanların
zâtları da habisleşmiş olur. Allah dostları ise, büyük zâtları ve yaradanım
zikreden kişilerin zâtlarının temiz olmasını ister.[614]
Bu durumu
tevessül kavramıyla açıklayabiliriz. Tevessül, bir müslümanın işlediği sâlih
amelleri, Hz. Peygamber’i yahut velîleri vesile yaparak Allah’a yakın olmaya
çalışmasını ifade eden kavramdır. Genel olarak sâlih amellerin yanı sıra
hayatta olan iyi kulların duasıyla tevessülde bulunmanın câiz görüldüğü
hususunda ihtilâf yoktur[615]
Kişiden
istemek ve kişi vesilesiyle Allahtan bir şey istemek farklı şeylerdir. Örneğin
Allahtan kopanların ve karanlığı her geçen gün artanların haline bir delâlet
olarak Debbâğ türbelere para atan insanları gösterir. Onlar ellerindeki parayı
ihtiyaç sahiplerine, farkirlere vermezler gidip türbelere gömerler. “Muhakkak
bu yanlış bir anlayıştır. Çünkü bu Allah için verilmiş bir sadaka değildir,
eğer Allah için verilmiş olsaydı asıl ihtiyaç sahbine verilirdi”[616]der.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM: ABDÜLAZİZ ED-DEBBÂĞ’IN TARTIŞMALI GÖRÜŞLERİ
Debbâğ’ın Şeytanın Vesveselerinden Emin olması
Ahmed b.
Mübârek Debbâğ’ın şöyle dediğini aktarır: “ Cenâb-ı Hak bana fetihte
bulunduğunda Fas’ta bulunuyordum, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) efendimizin kabri şeriflerine
baktım, sonra da o kabirden yükselen nûr-ı şeriflerine nazar ettim, durmadan
bana doğru yaklaşıyor ve ben de devamlı olarak ona bakıyordum. Vaktâ ki bana
iyice yaklaştı, içinden bir adam çıktı, bir de ne göreyim, Resûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz.
Seyyid
Abdullah Bernavî Hazretleri de bana bu hususta şöyle dedi: “Ey Efendim! Cenâb-ı
Hak şüphesiz ki seni kendi rahmeti, varlık âleminin efendisi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile bir araya getirdi.
Artık şeytanın seninle alay edip oynamasından asla endişe etmiyorum.”[617]
Vesvese Kur’an
da A’râf suresinde: “Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret
yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz
size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan
olmayasınız diye yasakladı.”[618],
Tâhâ suresinde: “Nihayet şeytan onu vesvesesiyle (dışarıdan) fitleyip: “Ey
Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve yıpran(ıp çök)meyen bir saltanatı göstereyim
mi?” dedi.” ve Nâs suresinde: “(Resûlüm!) De ki: “insanların gönüllerine
vesvese veren (günaha teşvik eden, ibadetlerden alıkoyan, Allah’a sığındıkça
geri çekilen) o sinsi vesvese verici insan ve cin (şeytanlar)ın şerrinden
insanların Rabbine, insanların melikine (hükümdarlar hükümdarına ve sahibine),
insanların (Allah’ı olan) İlâh’ına sığınırım”[619] şeklinde geçer.
Debbâğ’a
vesveseyi nefsle ilişkilendirir. “Fiiller Allah’tan başkası için olursa, bu
nefsin hayatta olduğuna işarettir. Kulun nefsinde vesvese hissetmesi de nefsin
ölmediğine bir işaret olarak kabul edilir. Vesvese ne kadar kuvvetli olursa,
nefs de o derece kuvvetli olur. Vesvesesi olmayan kişinin nefsi de yoktur.
Vesvesesi olan kişinin ise amelleri Allah için değil nefsi için olur”[620] görüşünü savunur.
Bu bağlamda
Debbâğ’a söylenilen şeytanın vesvesesinden emin olması durumu, karşısındaki
kişinin onun nefsini öldürmüş olduğuna işaret etmesi şeklinde yorumlanabilir.
Ahmed b. Mübârek’in Ahirette Hesaba
Çekilmemesi
Ahmed b.
Mübârek bir gün Debbâğ’ın kendisine “ Dünyan için hiç korkma, ondan sana hiçbir
şey dokunmayacaktır. Ahiretine gelince, Allahımın huzurunda sana kefil olurum
kiahiret hususunda senden bir şey sorulmayacaktır, aynı zamanda hesaba da
çekilmeyeceksin”[621] dediğini aktarır.
Kur’an’ı
Kerim’de “Sonra andolsun ki o gün (siz, verilen) nimetlerden sorulacaksınız”[622]
diyerek tüm insanların hesaba çekileceği bildirilmiştir. Hatta “Kendilerine
(peygamber) gönderilenlere, (sapmalarının sebebini) mutlaka soracağız ve
gönderilen (peygamber)lere de (kendilerine uyup uymayandan ve tebliğ
vazifesinden) elbette soracağız”[623] ayetinde peygamberlerin
bile hesaba çekileceği belirtilmiştir. Bu ayetler ışığında kıyamet günü
herkesin hesaba çekileceğini söyleyebiliririz.
Mürşidin Cinsi Münasebet Esnasında Müridle
Beraber Bulunması
İbrîzde şöyle
bir olay anlatılır: “Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir
mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben
de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu, o
boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum.
Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer
hanımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin
ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzakta olsa sık sık bu ziyaretlerimi
yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:
“ İki karıyı
bir odada bir araya getirip ikisi ile cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında
ne dersin? “
Beni
kasttediğini anladım ve cevap verdim:
“ Efendim bunu
nasıl bildiniz? “
“ Ya dördüncü
boş yatakta kim yattı?
Diye sordu.
Bunun üzerine dedim ki:
“Efendim ben
onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım. “
“ Hayır, hiç
biri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. Kaldı ki, uyanık oldukları zaman
...”
“ O halde
bundan böyle buyurduğunuz gibi hareket edeceğim ve bu yaptığım düzensizlikten
dolayı Allah’a tevbe ederim. “ diyerek duasını taleb ettim”[624]
Bu uygun
görülen bir durum değildir. Gerçekten olmuş mudur? Yoksa şeyhin herşeyi
gördüğünü ifade etmek için söylenmiş bir söz müdür bilemiyoruz. Ama sonuçta bu
sözleri maksadı aşan sözler olarak nitelememiz gerekir.
Şeyh’in Suret Değiştirebilmesi
İbrîz’de
Debbâğ’ın hocalarından Abdullah Bernâvî (ö.1126/1714)’nin kadın suretine
bürünerek Abdülaziz ed-Debbâğ’ı kandırmaya çalıştığı, onun bu durumda nasıl bir
tepki vereceğini denediği anlatılır.[625]
Bu olayı
tecessüd terimiyle açıklayabiliriz. Tecessüd Arapça, cisimlenme demektir. Ruhun
cesedleşmesi. Batıdaki parapsikoloji çalışmalarında bu olaya, refleksiyon veya
materyalizasyon denir. Velî'nin ruhunun başka bir yerde bedenî olarak gözükmesi
durumudur. Bazen, ölen velî için de aynı durum söz konusu olmaktadır. Mânâ
varlıklarının maddeleşmesine, Kur'ân-ı Kerim'deki Hz. Cibril'in Hz. Meryem'e
tam bir insan gibi temessül etmesi (Meryem/17), Hz. İbrahim'e insan şeklinde üç
meleğin gelmesi (Zâriyat/24-29), Cibril'in Dıhye şeklinde vahiy getirmesi,
şehid olduktan sonra Mus'ab b. Umeyr'in kılığına giren bir meleğin, savaş
alanında sancak elinde savaşa devam etmesi gibi olaylar, tecessüdün varlığına
delil kabul edilir. Muhyiddin Arabî'nin şeyhlerinden 110 yaşındaki Fatıma'nın
tefekkür ederek okuduğu Fatiha suresinin manasının tecessüdle insan haline
gelip, kendisine hizmet etmesi de bu kabil olaylardan sayılabilir.[626]
Kıyamet Saatini Velîlerin Bilmesi
Debbâğ “berzah
âlemine bakabilen velîlerin oradaki deliklerin durumuna göre kıyametin vaktini
bilebileceğini söyler. Resûlullah efendimizin kıyameti bilmiyorum demesi o
esnada olan bir duruma göredir” demiştir.[627]
Kur’an’ı
Kerim’de kıyametten bahsedilirken: “(Ey Resûlüm!) Sana: “Onun gelip çatması
ne zaman?” diye, (kıyamet) saat(in)den soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak
Rabbimin yanındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O (kıyamet
vakti), göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ancak ansızın gelecektir.”
Sanki sen kesin biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar. De ki: “Onun ilmi
ancak Allah’ın yanındadır; fakat insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmezler”[628]diyerek
onun vaktinin bilgisinin Allah katında olduğu söylenmiştir. Nâzi’ât suresinde
de bunu destekler nitelikte “Onun son (bilgisi), Rabbine (ait)tir”[629]ifadesine
yer verilir. Bu ayetler ışığında kıyametin ne zaman kopacağına dair bilginin
sadece Allah katında bulunduğunu söyleyebiliriz ama onun alametleri Kur’an ve
hadislerde bizlere bildirilmektedir.
Dîvan Ehlinden Olan Kimselerin Kendi
Cenazelerini Kendilerinin Yıkaması
Debbâğ divan
ehlinin vefat ettikten sonra kendi kendisini guslettiğini söyler. Ama bunun
nasıl olduğu konusunda bir bilgi aktarmaz.[630]
Bu konuyla alakalı Hacı Bektaş Velî’nin bir menkıbesini hatırlanabilir. Menkıbeye
göre Hacı Bektaş Velî vefat etmeden önce müridi Sarı İsmail’i yanına çağırmış,
ona öleceğini ve kendisini yıkamaya boz atlı, yüzü yeşil örtülü bir kimsenin
geleceğini bildirmiştir. Ona yardım etmesini, kendisi yıkanırken su dökmesini
istemiştir. Dediği gibi de olmuş, Hacı Bektaş vefat ettikten sonra müridler
toplanıp ağlaşırken uzaktan bir atlı gelmiş, müridlere selam vermiş ve girip
onu yıkamıştıır. Hacı Bektaşın müridi Sarı İsmail bu kimse tam ayrılırken
yüzünü görmek istmiş, ona yalvarmıştır. Sarı İsmail’in ısrararına dayanamayan
zât yüzünü açmış ve örtünün altından Hacı Bektaş Velî görülmüştür. Bundan sonra
Hacı Bektaş müridine dönüp “Er odur ki ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi
yıkar. Sen de var buna gayret et.” demiştir. [631]
Bu menkıbede
de görüldüğü gibi evlîyadan olan kimselerin kendi cenazelerini yıkadığına dair
rivayetler çeşitli dönemlerde dile getirilmiştir.
Debbâğ’ın Kendisini Peygamber Derecesinde
Görmesi
“Debbâğ bütün
bu düşünceleriyle kendisini peygamber derecesinde görüyor ama bunu açıkça dile
getirmiyor” diye eleştirenler vardır.
Debbâğ
kendisinin bir velî olduğunu ve bir velînin ne kadar yükselirse yükselsin,
peygamberin yükseldiği makama yükselemeyeceğini savunur. Hatta erişmekten
ziyade yaklaşamayacağını söyler.[632]
Debbâğ
Resûlullah’a olan sevgisinden ve onun derecesinin ne kadar yüksek olduğundan
sık sık bahsetmiştir. Onun manevî derecesine başka hiçbir insanın
erişemeyeceğini belirtmiş, her konuda en üst mertebe olarak Resûlullah’ı
görmüştür. Bu Debbâğ’ın düşüncelerinin abartılı olduğunu belirtmek için ona
yöneltilmiş bir eleştiridir.
Abdülaziz
ed-Debbâğ, XVIII. yüzyılda Fas’ta yaşamış önemli bir sûfîdir. Onun yaşadığı
dönemde günümüzde de varlığını sürdüren Filâlî hanedanlığı hüküm sürmektedir.
XVIII. asra
genel hatlarıyla bakıldığında siyasi açıdan hareketli, tasavvuf ve tarikatler
açısından canlı bir dönem olduğu söylenebilir. Siyasi otoritelerin dini
gruplarla içli dışlı olduğu bu dönemde Abdülaziz ed-Debbâğ genel olarak
kendisini siyasi olayların dışında tutmaya özen göstermiştir.
Debbâğ
hakkında şu ana kadar kapsamlı bir akademik çalışma ortaya konmamıştır. Bu onun
hakkında kaynak olabilecek nitelikte bir eserin bulunmamasından olabilir.
Ailesi ve kendi hakkındaki bilgiler de oldukça sınırlıdır. Onun hakkında
ulaşabileceğimiz en kapsamlı eser çalışmamıza da konu edindiğimiz el-İbrîz'dir.
Bu eser de Debbâğ’ın kendi kaleminden dökülen bir çalışma değil, onun müridi
Abdullah b. Mübârek tarafından Debbâğ’ın görüşleri ele alınarak yazılmış bir
derlemedir. İbrîz'de fıkıh’tan, kelam’a, hadis’ten, tefsir’e kadar
birçok konuda Debbâğ’ın nitelikli bilgilere sahip olduğu göz önüne serilmiştir.
Döneminin
dikkat çeken âlimlerinden biri olan Debbâğ, ilimde bir metot olarak bilgi
edinme vasıtaları arasında akılla birlikte salih rüya ve ilhamı da kabul
etmiştir. Ahmed b. Mübârek Debbâğ’dan naklettiği çoğu bilginin kaynağı olarak
ilham ve rüyayı gösterir ama daha sonra onları diğer âlimlerin görüşleriyle
karşılaştırmaktan ve onların doğruluğunu kanıtlamaktan da geri durmaz.
Debbâğ’ın
düşünce sistemi içerisinde en çok tartışılan konu Tarikat-ı Muhammediyye
fikridir. Debbâğ kâmil meretebeye ulaşan sufînin rüyada, yakaza halinde veya
uyanıkken Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşebileceğini belirtir. Bu düşünce
sufînin kurtuluşunu garanti olarak gösterdiği, onun fiillerinin meşruiyetini
temellendirdiği ve mezheplerin otoritelerini sarstığı için yoğun eleştirilere
maruz kalmıştır. Nitekim Debbâğ kendisine fetih yapılan velînin hak ve sevabı,
doğruyu ve yanlışı bilebileceğini, onun her hangi bir mezhebe bağlı kalmasının
zorunlu olmadığını dile getirir. Hatta bütün mezhepler ortadan kalksa dahi,
velînin peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile olan kesintisiz irtibatından dolayı
şeriatı yeniden ihya etmeye güç yetirebileceğini savunur. Bernd Radtke bu
düşüncelerden dolayı el-İbrîz’i Neo-Sufizm’in kutsal kitabı olarak niteler.
Diğer birçok
görüşüne nazaran özellikle yabancı araştırmacıların incelemeleri Debbâğ’ın
Tarikat-i Muhammediyye fikrine odaklanmıştır. Bu çalışmada Tarikat-ı
Muhammediyye fikrinin yanı sıra Debbâğ’ın diğer görüşleride geniş olarak ele
alınmış ve onun düşünce dünyasının bu geniş profilden bakılarak
değerlendirilmeye tabi tutulmasına yardımcı olmak amaçlanmıştır.
Debbâğ
tasavvuf literatüründe anlaşılması zor olan kavramları açıklarken örneklerden
yararlanarak onları her seviyeden idrak düzeyine ulaşabilecek şekilde sunmaya
gayret etmiştir. Ama bazı konularda örnekler yerine sadece sembolleri
kullanmakla yetinir. Bu tarzı gerek kendisinin gerekse diğer mutasavvıfların
dilin yetersizligini aşmada sembolik ifadeler kullanmalarının sebeplerinden
birisi olan, hakikatin sırlarını ehil olmayanlardan gizleme çabası olarak
niteleyebiliriz.
Tarikatın
temel unsurlarından biri de mürşiddir. Girilen bu zorlu ve tuzaklarla dolu
yolda bir rehbere ihtiyaç duymak kaçınılmazdır. Mürşid daha önce bu yollardan
geçtiği, tuzak ve engelleri gördüğü için müride daha hızlı mesafe aldırabilir.
Debbâğ kendisinin mürşidi olarak Hızır (a.s.)’ı gösterir ve ondan ders aldığını
belirtir. Bu yüzden Debbâğ’ın takipçilerinin oluşturduğu yola “Hızıriyye” ismi
verilmiştir. Bu tarikatın uygulamaları hakkında elimizde fazla bilgi yoktur.
Debbâğ’ın düşünce ve uygulamalarından yola çıkarak Hızıriyye tarikati hakkında
çıkarımlarda bulunulabilir.
Ankaravî, İ. (t.y.). Minhâcu'l-Fukarâ. DemirbaşNo:197202796.
TBMM Kütüphanesi.
Attâr, F. (2007). Evliya Tezkireleri. (S.Uludağ, çev.)
İstanbul : Kabalcı Yayınları.
Baalbeki, R. (1995). el-Mevrid. Beyrut: Dârü'l-İlm
li'l-Melâyin.
Bosworth, C. (2005). Doğuştan Günümüze İslam Devletleri.
(H. Canlı, Çev.) İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Cebecioğlu, E.
(2014) Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara: Otto Yayınları.
Ceran, İ. (2004). Mevlây Muhammed, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi (DİA) (Cilt XXIX). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Cerrâhî, S.-M.-C. (2013). Istılahat-ı Sofiyye fî Vatan-ı
Asliyye. İstanbul: Kırk Kandil Yayınları.
Cürcâni, E.-H. (1983). et-Ta'rifat. Beyrut:
Dâru'l-Kütübü'l İlmiyye.
Çıtlak, F. (2015). 40Mektup. İstanbul: Sufi Kitap.
Dabbâgh, A.-A. (2001). Paroles d'or: Kitâb alIbrîz. (Z.
Zouanat, Çev.) Paris: le Relie.
(1969). Kitâbü'l-İbrîz. (A. Arığ, & H. Yeniler,
Çev.) İstanbul: Bahar Yayınevi.
(1979). el-İbrîz; Şeriat-Tarikat-Hakikat-Marifet. (C.
Yıldırım, Çev.) İstanbul:
Demir Kitabevi.
Derin, S. (2013). Kur'ân-ı Kerîm’de Seyr u Sülûk.
İstanbul: Erkam Yayınları.
Ebû Nuaym, A. (1988). Hilyetü'l-Evliyâ ve
Tabakâtü'l-Asfiyâ. Beyrut: Dâru'l-Kütübü'l İlmiyye.
el-Fâsî, M.-M. (1994). Mümtü'l-Esmâ fi'l-Cezûli ve't-Tüba
ve mâ lehüma Mine'l-İttibâ. Dâru'l-Beyza.
el-Fîruzâbâdî, M. (2005).el-Kâmüsi’l-Muhrt, Beyrut:
Muessesetu’r-Risale.
el-İsfehânî, E.-K. (t.y.). el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an.
(M. Kilani, Dü.) Beyrut: Dâru'l- Marife.
Elmalılı, M. (t.y.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Azim
Dağıtım.
Erginli, Z. (2006). Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü.
İstanbul: Kalem Yayınevi.
es-Sicilmâsî, E.-A. (2010). el-ibrîz. (A. el-Keyyâlî,
Dü.) Beyrut: Dâru'l-Kütübü'l- İlmiyye.
ez-Zebidî, M. (tarih yok). Tâcu'l-Arus min
Cevâhiri'l-Kamus. Dâru'l-Hidâye.
Gazzâlî, E.
(1939). îhyâ-u Ulûmi'd-dîn. Kahire: .
Gölpınarlı, A.
(2004). Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri. İstanbul:
İnkılap Yayınları.
Güngör, Z.
(2003). Sebîlü'r-Reşâd'dan: Senûsî Tarikatı Şeyhi es-Seyyid Ahmed
Senûsî(ö.1933)'nin Sivas Hutbesi. Tasavvuf îlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, IV(10), 243-348.
Güven, M.
(1999). Ebu'l-Hasan Şazili ve Şaziliyye. Yayınlanmamış Doktora Tezi. İstanbul:
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Herevî, E.
e.-E. (2007). Menâzilü's-Sâirîn. (A. Tek , Çev.) İstanbul: Emin
Yayınları.
Hücvirî, E.-H.
(1974). Keşfül-Mahcub. (S. Uludağ, Çev.) İskenderiyye: Mektebeti'l-
İskenderiyye.
İbn Düreyd,
E.-H. e.-E.-B. (1987). Cemheretü'l-luga. (R. Baalbeki, Dü.) Beyrut:
Dâru'l- İlmi'l-Melayin.
İbn Manzur,
E.-F. e.-E. (1414 H.). Lisânü'l-Arab. Beyrut: Dâru Sadr.
İbnü's-Sabbâğ,
M.-K.-H. (2001). Dürretü'l-Esrâr ve Tuhfetü'l-Ebrâr. Kahire.
İskenderî, A.
(1990). LetâifülMinen. (A. Mahmud, Dü.) Kahire.
Jamil, A.
(1965; 2000). The Tijaniyya A Sufi Order în The Modern World (Son Dönem
Tasavvuf Akımlarından Ticâniyye ve Tekrûr Hareketi. (K. Özköse, Çev.)
Oxford; Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Kara, İ.
(2010). Rene Guenon'un Eserleri ve Fikirleri Üzerine Mustafa Tahralı İle Bir
Konuşma. Tasavvuf îlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (Prof.Dr.Mustafa
Tahralıya Armağan), XI(25), 93-105.
Kara, M.
(2013). Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi. İstanbul: Dergah Yayınları.
Kâşânî, A.
(2008). Elf Makam. (A. Tek, Çev.) İstanbul: Emin Yayınları.
(2005). Letâifü'l-î'lam
fî işarati ehli'l-ilham. (A. Sayih, T. Vehbe, & A. Neccar) Kahire:
Mektebetü's-Sekafeti'd-Diniyye.
Kelâbâzi,
E.-B. (1993). et-Taarruf li-Mezhebi ehli't-Tasavvuf. (A. Şemseddin, Dü.)
Beyrut: Dâru'l-Kütübü'l-İlmiyye.
Konuk, A.
(2013). Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (haz. Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydın), İstanbul: Marmara İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay.
Kotku, M.
(1981). TasavvufîAhlak. Ankara: Seha Neşriyat.
(2011).
Nefsin Terbiyesi. İstanbul: Server İletişim.
Kuşeyrî, E.-K.
(1990). er-Risâletü'l-Kuşeyriyye fÎ ilmi't-Tasavvuf. (M. Zerik, & A.
Baltaci, Dü) Beyrut: Dâru'l-Cil.
Kübra, N.
(2013). Tasavvufî Hayat - Usûlu Aşere /Risâle ile'l-Hâim /Fevâihu'l-Cemâl. (M.
Kara, Çev.) İstanbul: Dergah Yayınları.
Küçük, O.
(2012). Kalbin Makamları - Letâif. K. Özköse içinde, Tasavvuf El Kitabı
(s. 52-59). Ankara: Grafiker Yayınları.
Leknevî, A.
(2006). Kur'an ve Sünnet Işığında Cehrî Zikrin Faziletleri. (M.Ergen,
çev.) Konya: Ensar Yayınları.
Münzirî,
(1417). et-Terğib ve't Terhib. Beyrut: Dâru'l Kütübü'l İlmiyye.
Muhâsibî, E.
(1970). er-Riâye li Hukukillah. (A. Ata, Dü.) Beyrut: Dâru'l-Kütübü'l-
İlmiyye.
Neccâr, Â.
(1992). et-Turuku's-Sûfiyyefi-Mısr. Kahire: Dâru'l-Meârif.
Özköse, K.
(2013). Mağrib'de Tasavvuf. Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları.
(2013).
Osmanlı Devleti ile Senûsiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler.
Gaziosmanpaşa Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, I(2),
11-39.
. Afrika'da Tasavvuf ve Tarikatlar.
Konya: Ensar Yayınları.
(2008). Modern Dünyada Sûfî Tecrübe - Tîcâniyye Tarikatı
Örneği.
Konya: Ensar Yayınları.
(2008). Libyada
Tasavvufî Hayat (Senûsiyye Tarikatı). Konya: Ensar Yayınları.
Radtke, B.
(1996). Sufism İn The 18th Century: An Attempt At A Provısıonal Appraısal. Die
Welt Des Islams, XXXVI, 326-364.
. İctihad ve Neo-Sufizm. Din Bilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, IX(3), 253-271.
(2009).
Neo-Sufizm Eleştirisi. Uludağ Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi,
XVIII(2), 361-371.
, O'Kane, J.
(2007). Pure GoldFrom The Words Of Sayyidî 'abd al-Azîz al- Dabbâgh.
Boston: Leiden.
Razûk, M.
(1996). Filâlîler,Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA) (Cilt
XIII). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Sami, Ş. (2011). Kâmûs-ı Türkî. İstanbul: Kapı
Yayınları.
Seccâdî, S.
(2007). Ferheng-i Istılahat ve Ta'birat-i Irfânî ( Tasavvuf ve irfan
Terimleri Sözlüğü). (H. Uygur, Çev.) İstanbul: Ensar Neşriyat.
Serrâc, E.-T.
(1960). el-Lüma'. (A. Mahmûd , & T. Surûr, Dü) Kahire:
Dârü'l-Kütübi'l- Hadise bi Mısr.
Sicilmâsî, A.
(2012). el-İbrîz min Kelâmi Seyyidî Abdülaziz ed-Debbâğ. Beyrut:
Mektebetü'l-Asrıyye.
Suyûtî, E.-F.
A. (2013). Te'yidü'l hakikati'l-âliyye ve teşyidü't-Tariki'ş-Şazeliyye (Yüce
hakikatler ve Şazeliyye Tarikatı). (F. İdiz, Çev.) İstanbul: Semerkand
Yayınları.
Sühreverdî, E.
(2013). Avârifü'l-Maarif. (D. Selvi, Çev.) İstanbul: Semerkand
Yayınları. Tarhunî, M. (1426). et-Tefsir ve’l-müfessirun fî Garbi Ifrikıya,
Demmâm: Dâru İbni’l- Cevzi.
Taberi, E.
(2001/1422).Tefsirü’t-Taberi, Câmiü’l-beyân an te’vili ayi’l-Kur’an. (thk.
) Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki) Kahire.
Tarhuni, M.
(1426 H.). et-Tefsir ve'l-Müfessirün fî Garbi Ifrikıyya. Dâru
İbni'l-Cevzi.
Trimingham, J.
(1971). The Sufi Orders İn İslam. London: The Clarendon Press.
Uludağ, S.
(2012). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kabakcı Yayınları.
Ürkmez, M.
(2009). Şems-i Tebrizî. Konya: NKM Yayınları.
Yıldırım, C.
(2014). el-İbrîz, Şeriat-Tarikat-Marifet-Hakikat. İstanbul: Demir
Kitabevi.
Yılmaz, H.
(2004). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler. İstanbul: Ensar Neşriyat.
. 300 Soruda TasavvufîHayat. İstanbul: Erkam
Yayınları.
Zuhaylî, V.
(1994). İslâm Fıkhı Ansiklopedisi. (H. Arslan, Dü., A. Efe, B. Eryarsoy,
H.
Ulus, A. Ural, Y. Yavuz, & N. Yıldız, Çev.) İstanbul:
Risale Yayınları.
[1] Razûk, Muhammed. “Filâlîler”, DİA.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994, XIII. 71.
[2] Bosworth,
Clıfford Edmund. İslam Devletleri Tarihi, E.Merçil, M.İpşirli (çev.).
Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1980, s. 49.
[3] Razûk,“Filâlîler”, DİA. XIII. 71.
[4] Nâsırî,
Ahmed b. Halid es-Selvâ. el-İstiksâ li-ahbâri duveli’l- Mağribi’l-Aksa,
ed-Dâru’l- Beydâ:Dârü’l-Kitab, 1997, VII. 6.
[5] Razûk,“Filâlîler”, DİA. XIII. 71.
[6] Bosworth, Doğuştan Günümüze İslam
Devletleri, Hande Canlı (çev.). İstanbul: Kaknüs Yay., 2005, s. 96.
[7] Nâsırî, el-İstiksâ, VII,43; Razûk,
“Filâlîler”, DİA. XIII. 72.
[8] Razûk,“Mevlây İsmâil”, DİA. XXIX.455.
[9] Nâsırî, el-İstiksâ. VII, 50-52; Razûk
“Filâlîler”, DİA. XIII. 72.
[10] Razûk, “Mevlây İsmâil”, DİA, XXIX, 456.
[11] Nâsırî, a.g.e.,VII, 59-114; Razûk,
“Filâlîler”, DİA. XIII. 72.
[12] Razûk, “Filâlîler”, DİA. XIII. 72.
[13] Razûk, “Filâlîler”, DİA. XIII. 72.
[14] Razûk, “Mevlây İsmail”, DİA. XXIX. 456.
[15] Özköse, Kadir. Mağrib de Tasavvuf,
Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yay., 2013, s. 459.
[16] Ceran, İsmail, “Mevlây Muhammed III”, DİA.
XXIX. 457.
[17] Özköse, a.g.e., s. 459.
[18] Uludağ, Süleyman. “Cezûlî, Muhammed b.
Süleyman”, DİA. VII. 515.
[19] Özköse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 338.
[20] Uludağ, “Cezûlî, Muhammed b. Süleyman”, DİA.
VII. 515; Özköse, a.g.e.. s. 345.
[21] Duvarlarda “Mevt” (Ölüm) kelimesinin yazdığı
söylenmiştir.
[22] Fâsî, Muhammed el-Mehdi. Mümtiü ’l-Esmâfi’l-Cezuli ve ’t-Tüba ve
mâ lehümaMine’l-İttibâ, Dâru’l-Beyza, 1994/1415,s. 20. ; J.Cornell, Vicent.
Realm of the Saint: power and authority in Moroccan sufism. Austin:
University of Texas Press, 1998, s. 170.
[23] Uludağ, “Cezûlî, Muhammed b. Süleyman”, DİA.
VII. 515.
[24] A.y.
[25] İbrahim, Tozlu (haz.). Delâilü ’l-Hayrât,
İstanbul. Semerkand Yay., 2011, s. 230.
[26] a.g.e., s. 229.
[27] Özköse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 347 ; Uludağ, “Cezûlî,
Muhammed b. Süleyman”, DİA. VII.
515.
[28] Vefat tarihi olarak bazı kaynaklarda
869,872,875 yılları da gösterilmektedir.
[29] Uludağ, “Cezûlî Muhammed b. Süleyman”, DİA.
VII. 515.
[30] Özköse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 338-339.
[31] a.g.e., s. 340.
[32] Fâsî, Mümtiü ’l-Esmâ fi’l-Cezuli ve’t-Tüba
ve mâ lehüma Mine’l-İttibâ, s.22-23.
[33] a.g.e.,s. 27.
[34] Özköse, a.g.e., s. 341.
[35] el-Fâsî, a.g.e., s. 5-6.
[36] Uludağ, “Cezûlî Muhammed b. Süleyman”, DİA.
VII. 515.
[37] Celyend, Muhammed. “Derkaviyye”, DİA.
IX. 179.
[38] “Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın (huzurunda verdiğiniz)
ahdinizi yerine getirin. Yeminleri, Allah’ı kendinize kefil yaparak
sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.”
[39] Celyend, “Derkaviyye”, DİA. IX. 179.
[40] Özköse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 460.
[41] Celyend, “Derkaviyye”, DİA. IX. 179.
[42] Özköse, a.g.e., s. 460.
[43] Celyend, “Derkaviyye”. DİA, IX. 179;
Özköse, a.g.e., s. 460.
[44] Özköse, Modern Dünyada Sûfî Tecrübe, s.
24.
[45] Özköse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 487-488
[46] Özköse, Modern Dünyada Sûfî Tecrübe, s.
25
[47] Özköse, Kadir. Libyada Tasavvufî Hayat
(Senûsiyye Tarikatı), Konya: Ensar Yay., 2008, s. 37.
[48] Özköse, Kadir. Afrika’da Tasavvuf ve
Tarikatlar, Konya: Ensar Yay., 2008, s. 81.
[49] Kavas, Ahmet. “Senûsiyye”,DİA. XXXVI.
536.
[50] Güngör, Zülfikar. Sebîlü'r-Reşâd’dan: Senûsi
Tarikatı Şeyhi es-Seyyid Ahmed Senûsi (ö. 1933)'nin Sivas Hutbesi, Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, c.IV, sayı:10, 2003, s. 343-344.
[51] Özköse, Kadir. Osmanlı Devleti ile
Senûsiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler, Gaziosmanpaşa Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, c. I. sayı: 2. s. 11.
[52] Özköse, Kadir. “Ticânî Ahmed b. Muhammed”, DİA.
XLI. 130.
[53] Özköse, “Ticânî Ahmed b. Muhammed”, DİA.
XLI. 131.
[54] Abun Nasr, Jamil. The Tijaniyya A suf order in the modern World,
Oxford, 1965, Kadir Özköse (çev.), (Son dönem Tasavvuf Akımlarından Tîcâniyye
ve Tekrûr Hareketi) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 2000, s. 29.
[55] Özköse, Modern Dünyada Sufi Tecrübe, s.
128.
[56] ÖzkÖse, Mağrib ’de Tasavvuf, s. 528.
[57] A.y.
[58] a.g.e., s. 529.
[59] DİA, “Abdülaziz ed-Debbâğ”, DİA. I. 188.
[60] Tarhuni, Muhammed b. Rızk.et-Tefsir ve
’l-müfessirun fî Garbi İfrikıya, Dâru İbni’l-Cevzi, 1426, I, 172.
[61] Radke, Bernd, Sufism in the 18th Century: An Attempt At a
Provısıonal Appraısal, Die Welt Des Islams. XXXVII, sayı: 3. s. 331.
[62] Debbâğ, Abdülazîz b. Mes’ûd b. Ahmed. Ahmed b. Mübarek b. Muhammed
Sicilmâsî (der.).el-İbrîz min Kelâmi Seyyidî Abdülaziz ed-Debbâğ,
Beyrut: Mektebetü’l-Asnyye, 2012, s. 8.
[63] a.g.e., s. 9.
[64] Debbâğ, el-İbrîz, s. 11.
[65] Kız kardeşinin ismi Raziye, yeğeninin ismi de
Fârihadır.
[66] a.g.e., s. 11.
[67] Mevzûn o günkü paraya verilen isimdir.
[68] a.g.e., s. 11.
[72] Debbâğ, el-İbrîz. s. 12.
[73] a.g.e., s. 23.
[74] a.g.e., s. 404,405.
[75] Başka bir yerde de kardeşinin ismi “İlâl”
olarak geçmektedir. Bkz. a.g.e., s. 23.
[76] a.g.e., s. 23.
[77] Debbâğ, el-îbrîz, s. 54.
[78] Abdülaziz ed-Debbâğ’ın kerametlerinden bahsedilirken, hanımın gece
vakti olağanüstü durumlar görmesi sonucu korkudan çocuğu düşürdüğü anlatılır.
Bkz. Debbâğ, a.g.e. s.53.
[79] a.g.e., s. 405.
[80] a.g.e., s. 32.
[81] A.y.
[82] İbnü’s-Sabbâğ, Muhammed b. Ebü’l-Kâsım el-Himyerî, Dürretü’l-esrâr
ve Tuhfetü’l-ebrâr, Kahire, 2001, s. 22; Özel, Ahmet Murat.“Şâzelî”, DİA.
XXXVIII. 385; Muhibbî el-Cerrahî, Safer. Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı
Asliyye. İstanbul;Kırk Kandil Yay., 2013. s. 366; Güven, MustMustafa Salim,E₺u’
l- Hasan Şazili ve Şaziliyye, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul. 1999, s. 59.
[83] Özel, “Şâzelî”, DİA. XXXVIII. 385.
[84] Neccâr, Amir. et-Turuku’s-Sûfiyye fi-Mısr, Kahire:
Dâru’l-Meârif, 1992, s. 131; Özel. “Şâzelî”, s. 386; Yılmaz, Hasan KamilAnahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004, s. 250; Kara,
Mustafa.'Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul:Dergah Yay., 2013, s.
236.
[85] Yılmaz, a.g.e., s. 250.
[86] İskenderî, Atâullah. Letâif’ülMinen nşr.
Abdülhalim Mahmûd, Kahire, 1990, s. 81.
[87] Özel,“ Şâzelî”, DİA. XXXVIII. 386;
Yılmaz, a.g.e., s. 251; Kara, Mustafa.Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı,İstanbul:Dergah
Yay., 2005, s. 149.
[88] Özel,“ Şâzelî”, a.y.
[89] Yılmaz,Anahatlarıyla Tasavvufve Tarikatler,
s. 253; Kara, Tasavvufve Tarikatlar Tarihi, s. 237.
[90] Özel,“Şâzeliyye”, s. 387.
[91] Kara, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı, s.
163.
[92] Güven, Ebu ’ l- Hasan Şazili ve Şaziliyye,
s. 397.
[93] Kara, İsmail. Rene Guenon ’un Eserleri ve Fikirleri Üzerine
Mustafa Tahralı ile Bir Konuşma, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi [Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya Armağan], 2010, cilt: XI. sayı:
25. s. 94.
[94] İsmet Özel tarafından “Gariplerin Kitabı”
(Şule yayınları, İstanbul, 2007) adıyla tercüme edilen eseri, Şâzilî dervişleri
ve Şâzilî adâbı konularında bilgi vermektedir.
[95] Yılmaz, a.g.e., s. 251.
[96] a.g.e., s. 251,252.
[97] (Resûlüm!) Sana (samimiyetle) biat edenler (ölünceye kadar sana
bağlılığa ve İslâm uğrunda savaşmaya söz verenler) ancak Allah’a biat etmiş
olurlar. Allah’ın (kudret) eli onların ellerinin üstündedir. Artık kim (bu
bağlılığı) bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a söz
verdiği şeyi yerine getirirse, O da ona büyük bir mükâfat verecektir. (
Çalışmamızda meal metinleri Hasan Tahsin Feyizli’nin Feyzu’l Furkân eserinden
alınmıştır.)
[98] Özel, “Şâzelîyye”, DİA. XXXVIII. 388.
[99] Tam liste için bkz. Güven, Ebu ’ l- Hasan
Şazili ve Şaziliyye, s. 303-363.
[100] Kâşânî, Kemâleddin Abdürrezzâk b. Ahmed, Letaifü’l-İ’lam fî
işarati ehli’l-ilham, Ahmed Abdurrahim Sayih (thk.), Tevfik Ali Vehbe, Amir
Neccar, Kahire: Mektebetü's-Sekâfeti'd- Diniyye, 2005, s. 368.
[101] Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed. Te’yidü
’l hakikati’l- aliyye ve teşyidü’t-Tariki’ş-Şazeliyye (Yüce hakikatler ve
şazeliyye tarikatı), Ferzende İdiz (çev.), Semerkand Yay., İstanbul. 2013,
s.179.
[102] Bkz. Konuk. Ahmed Avni, Fusûsu ’l-hikem
Terceme ve Şerhi, I,34,III, 130, IV,28.
[103] Süyûtî, a.g.e., s. 179.
[104] Kuşeyrî, Ebü'l-Kasım Zeynülislam Abdülkerim b.
Hevazin, er-Risaletü ’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t- tasavvuf, thk. Maruf
Zerik, Ali Abdulmecid Baltaci, Beyrut: Dâru’l-Cil, 1990, s. 392.
[105] Kübra, Necmüddin, Tasavvufî Hayat - Usûlu Aşere / Risâle
ile’l-Hâim / Fevâihu ’l-Cemâl, Mustafa Kara (çev.), İstanbul: Dergah Yay.,
2013, s. 42.
[106] Serrâc, Ebû Nasr Abdullah b. Ali et-Tusi, el-Lüma’, thk.
Abdulhalim Mahmûd, Tâhâ Abdulbâkî Surûr, Kahire: Dârü'l-Kütübi'l-Hadise bi
Mısr,1960, s. 224.
[107] Serrâc, a.g.e., s. 332.
[108] Debbâğ, el-İbrîz, s.19.
[109] a.g.e.,s. 454.
[110] Trimingham, J.Spencer. The Suf Orders İn
İslam, Oxford: The Clarendon Press. London, 1971, s. 277.
[111] Radtke, Bernd. Neo- Sufizm Eleştirisi, Yusuf Öztel (çev.),
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009. c. XVIII. sayı: 2. s.
365.
[112] İbrîz Arapçada “saf, halis” anlamına gelir. Sözlüklere baktığımızda
genelde altının sıfatı olarak 4^ j^üRsom altın) şeklinde kullanılır. Kelimenin
kökeni jjj fiilinden gelmektedir, baştaki hemze ve ortadaki yâ zaiddir. Ahmed
b. Mübârek hem ele alınan konuların, hem de konuların işleniş şeklinin değerini
göstermekaçısından kitaba bu ismi vermeyi uygun görmüştür.
[113] Bulabildiğimiz yazma nüsha eksik olduğu ve tam bir yazma nüshaya
ulaşamadığımız için bölümlerde farklılıklar gözlenebilir. Biz bu ayrımı
tezimizde esas aldığımız Beyrut baskısına göre yapacağız.
[114] Ümmî “okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş; az konuşan, konuşurken
hata yapan kimse” demektir. Ümme nisbeti halinde “annesinden doğduğu gibi
kalmış, tabiatı bozulmamış, sonradan okuma yazma öğrenmemiş”anlamına gelirken
ümmete nisbeti durumunda bağlı bulunduğu topluluğa mensup, onların
özelliklerini taşıyan, bilgi ve becerilerini bu çerçevede kazanmış kimseyi
anlatır. ( Mertoğlu, Mehmet Suat, “Ümmî”, DİA, XLII, İstanbul,1994, s.
309,310.)
[115] Radtke, Bernd. Sufısm İn The 18th Century: An Attempt At a
Provısıonal Appraısa, Die Welt Des Islams. sayı: 36, Leiden E.J.Brill 1996,
s. 326-364.
[116] Radtke, Bernd. İctihad ve Neo-Sufizm, Huriye Martı (çev.),
Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2009, c. IX, sayı: 3, s. 269.
[117] Radtke, Neo-Sufizm Eleştirisi, s. 366.
[118] Es-Sicilmasi, Ebü'l-Abbas Ahmed b. Mübarek b. Muhammed. El-İbrîz.
thk. Asım İbrahim el- Keyyali, Beyrut: Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2010.
[119] Es-Sicilmasi, Ebü'l-Abbas Ahmed b. Mübarek b. Muhammed, El-İbrîz,
thk. Ahmed Ferid el- Mezidi, Kahire: Darü'l-Afaki'l-Arabiyye, 2010.
[120] John O’Kane ve Bernd Radtke. Pure Gold From The Words Of Sayyidî
‘abd al-Azîz al- Dabbâgh, Leıden. Boston, 2007.
[121] Dabbâgh, Abd al-Aziz. Paroles d'or: Kitâb
alIbrîz, Zakia Zouanat (çev.), le Relie, Paris, 2001.
[122] Abdülaziz b. Mes’ûd b. Ahmed Debbâğ Hasenî
Bekri. Kitabü ’l-İbriz. Ahmed ibn Mübarek. Abdullah Arığ, H. Mehmet
Yeniler (çev.), İstanbul: Bahar Yayınevi,1969.
[123] Abdülaziz b. Mes’ûd b. Ahmed Debbâğ Hasenî
Bekri. el-İbriz: Şeriat-Tarikat Marifet- Hakikat, Celal Yıldırım (çev.),
İstanbul: Demir Kitabevi, II Cilt, 1979.
[124] Emperyalizm Tarih Boyunca Tasavvuftan Korkmuştur,
www.mecmerkezi.org/WebTV/48/Sayfalar/128/Iletisim/Uye-Kayit.aspx,
13.02.1997.
[125] İsfahani, Ebü'l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed b.
Mufaddal Ragıb. el-Müfredat fi garibi’l- Kur’ân, Muhammed Seyyid Kilani
(thk.), Beyrut: Dâru’l-Marife, ts. s. 209.
[126] Cürcâni, Ebü'l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ai.et-Ta'rifât,Beyrut:
Dâru’l Kütübü’l İlmiyye, 1983, s. 174.
[127] Kâşânî, Abdürrezzak. Letâifu’l-A ’lâm fı
İşârâti Ehli’l-İlhâm, Ahmed Abdurrahim es-Sâyih, Tevfik Ali Vehbe, Amir
Necâr (thk.), Kahire: Mektebetü Segafeti’d- Diniyye, 2005, s.449.
[128] Cürcâni, a.g.e., s. 208.
[129] Sühreverdi, Ebu Hafs Şehabeddin Ömer b. MuhammedAvarifü'l-maarif,
Dilaver Selvi (çev.), İstanbul: Semerkand Yayınları, 2013, s. 119.
[130] Debbâğ, el-İbrîz, s. 310.
[131] el-Fîruzâbâdî, Mecîduddîn Muhammed b. Ya‘kûb, el-Kamüsi’l-Muhıt,
Beyrut: Muessesetu’r- Risale, 2005, s. 284.
[132] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâm fiİşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 628.
[133] Kelâbâzî, Ebû Bekr Muhammed b. İbrâhim el-Buhari.et-Taarruf
li-mezhebi ehli't-tasavvuf Ahmed Şemseddin (thk.), Beyrut: Dârü’l
Kütübü’l-İlmiyye, 1993, s. 158.
[134] Debbâğ, el-İbrîz, s. 315.
[135] Debbâğ, el-İbrîz, s. 316.
[136] a.g.e.,s. 21,22.
[137] Yılmaz, Hasan Kamil. 300 Soruda Tasavvuf
Hayat, İstanbul: Erkam Yayınları, 2010, s. 107108.
[138] Debbâğ, a.g.e.. s. 240.
[139] Debbâğ, el-İbrîz, s. 358.
[140] Ürkmez, Melâhat. Şems-i Tebrizî,
3.Baskı. Konya: NKM Yayınları, 2009, s. 99.
[141] Fas’taki ünlü kapılardan birisidir.
[147] Debbâğ, el-İbrîz, s. 323.
[148] a.g.e., s. 324.
[149] a.g.e., s. 370.
[150] Buhârî, Mezâlim, 3.
[151] Debbâğ, el-İbrîz, s. 309.
[152] a.g.e., s. 360.
[153] Kotku, Mehmed Zahid. Tasavvuf Ahlak,
Ankara: Seha Neşriyat, 1981, s. 90.
[154] Debbâğ, a.g.e., s. 36.
[155] el-Fîruzâbâdî, el-Kamüsi’l-Muhıt, s.
396.
[156] Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012, s. 393.
[157] İsfahani, el-Müfredat figaribi’l-Kur’ân,
s. 179.
[158] Serrâc, el-Lüma’, s. 290.
[159] Debbâğ, el-İbrîz, s. 383.
[160] Ahzâb, 33/41-42.
[161] Ankebût, 29/45.
[162] Derin, Süleyman. Kur ’ân-ı Kerîm’de Seyr u
Sülûk, İstanbul: Erkam Yay., 2013, s. 112.
[163] A’râf, 7/205.
[164] Leknevî, Abdulhay. Kur’an ve Sünnet Işığında Cehrî Zikrin
Faziletleri, Mevlüt Ergen (çev.) Konya: Ensar Yay., 2006, s. 63.
[165] Münziri, Ebû Muhammed Zekiyyüddin Abdülazim b.
Abdülkavi. et-Tergib ve't-Terhib, Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l İlmiyye, 1417,
II, 252.
[166] Debbâğ, el-İbrîz, s. 386.
[167] a.g.e., s. 322.
[168] a.g.e., s. 380.
[169] İbn Manzûr, Lisanu ’l- Arab, III.
456-459.
[170] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
381,382.
[171] Kara, Mustafa. “Evrâd”, DİA. XI. 533.
[172] Kuşeyrî, er-Risale, s.438.
[173] a.g.e.,s. 309.
[174] Debbâğ, el-İbrîz, s. 19.
[175] Debbâğ, el-İbrîz, s. 262.
[176] a.g.e., s. 262.
[177] a.g.e..s. 379.
[178] Debbâğ, el-İbrîz, s. 384,385.
[179] a.g.e., s. 385.
[180] Zâriyât, 51/56.
[189] Debbâğ, el-İbrîz, s. 281.
[190] Attâr, Feridüddîn. Evliyâ Tezkireleri.
Süleyman Uludağ (çev.), İstanbul: Kabalcı Yay., 2007, s. 110,111.
[191] Debbâğ, a.g.e., s. 281.
[192] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
44.
[193] Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 6.Baskı. Ankara: Otto Yay., 2014, s. 52.
[194] Debbâğ, el-İbrîz, s. 282.
[195] a.g.e., s. 467.
[196] A.y.
[197] A.y.
[198] a.g..e, s. 457.
[199] a.g.e., s. 467.
[200] Debbâğ, el-İbrîz, s. 259.
[201] a.g.e. ,s. 259.
[202] a.g.e. , s. 407.
[203] a.g.e., s. 408.
[204] Debbâğ, el-İbrîz, s. 409.
[205] Zuhaylî, Vehbe. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi. Ahmet Efe, Beşir
Eryarsoy, H.Fehmi Ulus, Abdürrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız
(çev.), Hamdi Arslan (red.), İstanbul: Risale Yay., 1994, II. 469.
[206] Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, II,
470.
[207] Tarhunî, Muhammed b. Rızk. et-Tefsir ve
’l-müfessirun fî Garbi İfrikıya, Demmâm: Dâru İbni’l-Cevzi, 1426, II. 172.
[208] Debbâğ, el-İbrîz, s. 235,236.
[209] a.g.e., s. 236.
[210] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, III. 196.
[211] Serrâc, el-Lüma’,s. 72.
[212] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 115.
[213] a.g.e.,s. 116.
[214] Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 109.
[215] Debbâğ, el-İbrîz, s. 283.
[216] Tirmizî, Zühd, 13.
[217] Debbâğ, el-İbrîz, s. 279.
[218] a.g.e., s. 293.
[219] İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, XV. 401.
[220] Muhâsibî, Ebû Abdullah Haris b. Esed. er-Riaye
li-Hukukillah, Abdulkadir Ahmed Ata (thk.), 4.bs. Beyrut:
Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1970, s. 40.
[221] Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 112.
[222] Muhâsibî, a.g.e., s. 39.
[223] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 106.
[237] Debbâğ, el-İbrîz, s. 262.
[238] A’râf, 7/80-84.
[239] Debbâğ, a.g.e., s. 264,265.
[246] Debbâğ, el-İbrîz, s. 263.
[247] a.g.e., s. 272.
[248] a.g.e., s. 274.
[249] a.g.e., s. 276.
[250] a.g.e., s. 264.
[251] Debbâğ, el-İbrîz, s. 15-16.
[252] İbn Manzûr. Lisânü ’l-Arab. IV. 423;
Cürcânî. et-Ta'rifât. s.128; İsfahânî. Müfredat. s.265.
[253] Ankaravî, İsmail Rusuhî. Minhâcu ’l-Fukarâ.
TBMM Kütüphanesi, ys., ts., s. 189.
[254] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 174.
[255] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâmfiİşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 446.
[256] Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 117.
[257] Bakara, 2/52.
[258] Bakara, 2/56.
[259] Bakara, 2/172.
[260] Nahl, 16/78.
[261] Cürcâni, et-Ta'rifât, s. 204.
[262] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâmfiİşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 614.
[263] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
259.
[264] Debbâğ, el-İbrîz, s. 314.
[265] a.g.e., s. 314.
[266] Debbâğ, el-İbrîz, s. 314.
[267] a.g.e., s. 314,315.
[268] Kehf, 18/103,104.
[269] Debbâğ, a.g.e., s. 315.
[270] a.g.e., s. 315.
[271] Cürcâni, et-Ta'rifât, s. 70; İsfahani, el-Müfredat,
s. 531.
[280] Debbâğ, el-İbrîz, s. 268.
[281] İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, XIII. 115.
[282] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
181.
[283] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâmfiİşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 160.
[284] Müslim, Îmân, 1.
[285] Debbâğ, a.g.e., s. 157
[286] Debbâğ, el-İbrîz, s. 157,158.
[287] a.g.e., s. 158.
[288] İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, XIV,
297;Sami, Şemseddin. Kâmûs-ı Türkî, İstanbul: Kapı Yay., 2011, s. 676.
[289] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
300.
[290] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 365; Uludağ,
“Rüya”, DİA. XXXV. 309, 310.
[291] Saffât, 37/102.
[292] Yusuf, 12/2.
[293] Feth, 48/27.
[294] Buhârî, Tâbir, 26.
[295] Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvufve Tarikatler,
s. 296, 297.
[296] Gazzâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-dîn, Kahire,
1939, IV. 345.
[297] Debbâğ, el-İbrîz, s. 359.
[298] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
301.
[299] Kelâbâzî, et-Taarruf li-mezhebi
ehli't-tasavvuf, s. 63.
[300] Tatçı, Mustafa, Kurt Muhammed Efendi’nin
Tasavvuf Bir Rüyâ Tabirnamesi, Millî Folklor, sayı: 16, 1992, s. 32.
[301] Debbâğ, el-îbrîz, s. 130.
[302] a.g.e., s. 130.
[303] a.g.e., s. 132.
[304] Debbâğ, el-İbrîz, s. 132.
[305] Yusuf, 12/43.
[306] Debbâğ, a.g.e., s. 133.
[307] Yusuf, 12/36,37.
[310] Dârimî, Rüya, 10.
[311] Debbâğ, el-İbrîz, s. 133,134.
[312] a.g.e., s. 134.
[313] Müslim, Rüya, 5.
[314] Debbâğ, a.g.e., s. 134.
[315] Debbâğ, el-İbrîz, s. 135
[316] a.g.e., s. 134.
[317] a.g.e., s. 136.
[318] a.g.e., s. 144.
[319] Debbâğ, el-İbrîz, s. 145.
[320] a.g.e., s. 145.
[321] a.g.e., s. 194.
[325] Debbâğ, el-İbrîz, s. 146.
[326] Debbâğ akideyi ağır ve hafif akide olarak iki şekilde tanımlar.
Hafif akide cennetin ve cehennemin mevcudiyetinin kabul edilmesi, Allah’ın
ahirette görüleceği gibi konuları içerir. Bu akidelere inananlar hakiki
mümindir inanmayanlar ise ebediyen cehennemde kalıcı değildir. Yalnızca
günahının karşılığını görür. Ağır akide, Allah’ın varlığı, bizim fiillerimizi
yaratanın O olduğu, her şeyi işiten ve gören olduğu gibi konuları içerir. Eğer
kul bu bilgilerden habersiz olursa ebedî azaba uğrar. ( Debbâğ. el-İbrîz.
s. 147. )
[327] Cehl-i basit: Bilmemek ve bilmediğinin farkında
olmaktır. ( Cürcânî. et-Ta'rifât. s. 80)
[328] Debbâğ, a.g.e., s. 147.
[329] Cehl-i mürekkeb: Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmeyip kendini
âlim zannetmektir. (Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türk,. s.489; Cürcânî, a.g.e.,
s.80.)
[330] Debbâğ, a.g.e., s. 148.
[331] Debbâğ, el-İbrîz, s. 148.
[332] A.y.
[333] Gündoğar, Hamdi. Eş ’arîliğin İnsan Fiilleri ve Kesb Teorisine
Klasik ve Modern Dönemde Yapılan Bazı Eleştiriler, Uluslararası İmam Eş’arî
ve Eş’arîlik Sempozyumu Bildirileri, 21-23 Eylül 2014, 2015. c. II. s. 77-88.
[334] Yunus, 10/108.
[335] En’am, 6/104.
[336] Kehf, 18/29.
[337] Debbâğ, el-İbrîz, s. 148,149.
[338] a.g.e., s. 149.
[339] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VI. 233; İsfahani, el-Müfredat,
s. 501; Muhammed Murteza, Tacu ’l-Arus, XVI. 560.
[340] Âl-i İmrân, 3/28, 30.
[341] En„âm, 6/93.
[342] Kâşânî, Letaifü ’l-İ’lam fî işarati
ehli’l-ilham, s. 676; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 87.
[343] Bu sözün hadis olup olmadığı konusunda tartışmalar süre gelmiştir.
Sûfîlerin çoğu hadis olarak kabul etseler de, birçok muhaddis bu sözün hadis
olmadığı görüşünde ittifak etmiştir. (Bkz. Avcı, Seyit, Sûfilerin Hadis
Anlayışı, Bursevî Örneği, Konya: Ensar Yay., 2004, s. 270-274.)
[344] Yusuf, 12/53
[345] Kotku, Mehmed Zahid, Nefsin Terbiyesi,
İstanbul: Server İletişim, 2011, s. 324.
[346] Kıyâme, 75/2
[347] Şems, 91/7-10
[348] Küçük, Osman Nuri. Kalbin Makamları-Letâif, Özköse, Kadir (Ed.), Tasavvuf
El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları, 2012, s. 57.
[349] Fecr, 89/28
[350] Kotku, Nefsin Terbiyesi, s. 327.
[351] a.g.e., s. 328.
[352] Debbâğ, el-İbrîz, s. 276,277.
[353] Debbâğ, el-İbrîz, s. 277.
[354] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
298.
[355] Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, s. 673.
[356] Uludağ, a.g.e., s. 298.
[357] Şûrâ, 42/52
[358] Serrâc, el-Lüma’, s. 293.
[359] İsrâ, 17/85.
[360] Sühreverdi, Avarifü’l-Maarif s. 562.
[361] Debbâğ, a.g.e., s. 564.
[362] Debbâğ, el-İbrîz, s. 383.
[363] a.g.e., s. 74-75.
[376] Gölpınarlı, Abdülbâki. Tasavvuftan Dilimize
Geçen Deyimler ve Atasözleri”, İstanbul: İnkılap Yay., 2004, s. 175.
[377] Yılmaz, Hasan Kamil. “Cezbe”, DİA. VII.
504.
[378] Debbağ, el-İbrîz, s. 479.
[379] a.g.e., s. 479,480.
[380] a.g.e., s. 394.
[384] Debbağ, el-İbrîz., s. 475.
[385] Âraf, 7/40.
[386] Debbâğ, a.g.e., s. 499.
[387] Taberi, Ebû Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir
b. Yezid. Tefsirü ’t-Taberi, Câmiü ’l-beyân an te’vili âyi’l-Kur ’an.
thk. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Kahire, 2001/1422, IV, 54-56.
[388] Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen
Deyimler ve Atasözleri, s. 273.
[389] Sami, Şemseddin. Kâmûs-ı Türkî, s. 713.
[390] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
317.
[391] Kâşânî, Abdürrezzak. Elf Makam,
Abdürrezak Tek (çev.), İstanbul: Emin Yay., 2008, s.296.
[392] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
317.
[393] Seccâdî, Seyyid Cafer. Ferheng-i Istılâhât
ve Ta ’birât-ı İrfânî (Tasavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü, Hakkı Uygur
(çev.), İstanbul: Ensar Neşriyat. 2007, s. 420.
[394] Ankaravî, Minhâcu ’l-Fukarâ, s. 244.
[395] a.g.e., s. 245.
[396] Debbâğ, el-lbrîz, s. 245,246.
[397] Herevî, Ebû İsmâîl Abdullah b. Muhammed b. Alî
el-Ensârî. Menâzilü ’s-Sâirîn, Abdürrezzak Tek (çev.), İstanbul: Emin
Yay., 2008, s. 130.
[398] Cücârn,et-Ta'rifât, s.99; Uludağ, a.g.e.,
s. 317.
[399] Sühreverdi, Avarifü’l-Maarif, s. 576.
[400] Debbâğ, a.g.e., s. 397.
[405] Dehalet kelimesi burada büyük
ihtimalle “birine iltica etmek, sığınmak” anlamında
[409] Debbâğ, el-lbrîz, s. 465.
[410] a.g.e., s. 465.
[411] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
265.
[412] Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 135.
[413] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâm fi İşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 645.
[414] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 75,76.
[415] Serrâc, el-Lüma’, s. 101.
[416] Debbâğ, el-İbrîz, s. 169.
[417] a.g.e., s. 169.
[418] a.g.e.,s. 170,171.
[419] a.g.e., s. 171,172.
[425] Fetih, 48/1-3.
[426] Debbâğ, el-ibrîz, s. 247.
[427] Hadid, 57/4.
[428] Kaf, 50/16.
[429] Bakara, 1/186.
[430] Mücadele, 58/7.
[431] Sâffât, 37/96.
[432] Debbâğ, el-İbrîz, s. 248.
[433] Debbâğ, el-lbrîz, s. 454.
[434] İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, II, 536.
[435] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
135.
[436] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâmfiİşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 559.
[437] Seccâdî, Ferheng-i Istılâhât ve Ta ’birât-ı
İrfânî, s. 420.
[438] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
136; Seccâdî, a.g.e., s. 151.
[439] Saff, 61/13.
[440] Uludağ, a.g.e.,s. 136; Seccâdî, a.g.e.,
s. 151.
[441] Nasr, 110/1.
[442] Kamer, 54/11.
[443] Fetih, 48/18.
[449] Debbâğ, el-İbrîz, s. 347,348.
[450] a.g.e., s. 348.
[451] a.g.e., s. 448.
[452] a.g.e., s. 448,449.
[453] a.g.e., s. 453.
[454] Debbâğ, el-İbrîz, s. 449.
[455] a.g.e., s. 449.
[456] Ebû Nuaym, Ahmed b. Abdullah b. İshak
İsfahânî. Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Asfiyâ. Beyrut: Dâru’l Kütübü’l
İlmiyye. 1988, X, 330.
[457] Debbâğ, el-İbrîz, s. 457,458.
[458] a.g.e., s. 468.
[459] Debbâğ, el-İbrîz, s. 464.
[460] a.g.e., s. 467.
[461] İsfahani, el-Müfredatfîgaribi'l-Kur'ân,
s. 179.
[462] a.g.e., s. 122-123.
[463] Kuşeyrî, er-Risâle, s. 58.
[464] Serrâc, el-Lüma’, s. 419.
[465] Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 171,172;
Kuşeyrî, a.g.e, s. 58; Erginli, Zafer (Ed.). Metinlerle Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kalem Yayınevi, 2006, s. 506,507.
[466] Hücviri, Ebü'l-Hasan Data Gencbahş Ali b.
Osman b. Ali. Keşfü'l-Mahcub, Uludağ, Süleyman (çev.). İstanbul: Dergâh
Yay. 1974, s. 433.
[467] Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 136,137.
[468] Debbâğ, el-İbrîz, s. 67,68.
[469] Debbâğ, el-İbrîz, s. 68,69.
[470] Yılmaz, “ Cezbe”, VII. 504.
[471] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
89; Seccâdî, Ferheng-iIstılâhâtve Ta’birât-ıİrfânî, s. 87.
[472] Cerrahî, Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı
Asliyye, s. 65.
[473] Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen
Deyimler ve Atasözleri, s. 67,68.
[474] Debbâğ, a.g.e., s. 299,300.
[484] Kehf, 18/49.
[485] Serrâc, el-Lüma’, s. 375.
[486] Debbâğ, el-İbrîz, s. 270.
[487] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VII, 327; Muhammed
Murteza, Tacu ’l-Arus, XIX, 398.
[488] Yüce, Abdülhakim. “İslami Türk Edebiyatında Şatahat”,
İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu, İstanbul, 29-30 Nisan 2011, s. 183-193.
[489] Serrâc, el-Lüma’, s. 453; Seccâdî, Ferheng-iIstılâhâtve
Ta’birât-ı İrfânî, s. 437.
[490] Cerrahî, Istılahat-ı Sofiye fi Vata-ı
Asliyye, s. 366.
[491] Cürcânî, Ta ’rifât, s. 127.
[492] Serrâc, a.g.e., s. 453.
[493] Tâhâ, 20/14.
[494] Uludağ, “Şathiye”, s. 370.
[500] Debbâğ, el-İbrîz, s. 268.
[501] Debbâğ, el-İbrîz, s. 284.
[502] Debbâğ Süryanice üzerinde çok durur. Her dilin Süryanice ile
ilişkisi olduğunu söyler. Âdem peygamberin dünyaya geldiğinde Süryanice
konuştuğunu, küçük çocukların ilk konuşmaya başladıklarında Süryanice kelimeler
hecelediğini, kabir sualinin Süryanice olduğunu, Kur’an’da Süryanice
kelimelerin geçtiğini, divan ehlinin Süryanice konuştuğunu belirtir. ( Bkz. el-İbrîz
s. 192-199.
[503] Debbâğ, a.g.e., s. 195.
[504] Cürcânî, Ta’rifât, s. 184.
[505] Debbâğ, a.g.e, s. 14.
[512] Debbâğ, el-İbrîz, s. 39.
[513] a.g.e., s. 40.
[514] Kıyâme, 75/22,23.
[515] Ebû Dâvûd, Sünnet,19.
[516] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâm fı İşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 406.
[517] Yunus, 10/26.
[518] Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 44.
[519] A’raf,7/143.
[520] Debbâğ, el-İbrîz, s. 226.
[521] Konuk, Ahmed Avni. Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (Haz.
Prof.Dr. Mustafa Tahralı, Dr.Selçuk Eraydın) İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2013, IV, s. 214,215.
[522] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
280.
[523] Debbâğ, el-lbrîz, s. 392.
[524] a.g.e., s. 294.
[525] Debbâğ, el-İbrîz, s. 294.
[526] a.g.e., s. 295.
[527] a.g.e., s. 394.
[528] a.g.e., s. 395.
[529] Ögke, Ahmet. Hakikat-i Muhammediyye,
Özköse, Kadir (Ed.), Tasavvuf El Kitabı, s. 100.
[530] Debbâğ, a.g.e., s. 395.
[531] İbn Manzûr, Lisânü ’l-Arab, III, 8.
[532] Kâşânî, Letâifu ’l-A ’lâm fi İşârâti
Ehli’l-İlhâm, s. 231.
[533] Cürcânî, Ta ’rifât, s. 44.
[534] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.
73.
[537] A’râf, 7/187.
[538] Nâzi’ât, 79/42-46.
[539] Buhâri, İman, 37.
[540] Şimşek, Halil İbrahim. Kıyâmet Ve Alâmetlerinin Tasavvufî
Tecrübe Açısından Yorumlanışı,Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi,
2007, cilt: VIII, sayı: 19, s. 123142.
[541] Debbâğ, el-İbrîz, s. 473.
[542] a.g.e., s. 473,474.
[543] Debbâğ, el-İbrîz, s. 477.
[544] a.g.e., s. 477.
[545] a.g.e., s. 480.
[546] Cürcânî, Ta ’rifât, s. 229.
[547] Debbâğ, a.g.e., s. 230.
[548] a.g.e., s. 230.
[549] a.g.e., s. 303.
[557] Debbâğ, el-îbrîz, s.500.
[558] a.g.e., s. 485.
[559] En’am, 6/127.
[560] Şu’arâ, 26/85.
[561] Secde, 32/19.
[562] Fâtır, 35/35.
[563] Beyyine, 98/8.
[564] Kehf, 18/107,108.
[565] Mutafffn, 83/18.
[575] Debbâğ, el-lbrîz, s. 491.
[576] Tirmizî, Sıfat u Cehennem, 8.
[577] Debbâğ, a.g.e.. s. 488.
[578] a.g.e.. s. 497.
[579] a.g.e.. s. 496.
[580] Çakmaklıoğlu, Mustafa. “İbnü’l-Arabî’nin
Nübüvvet-Velayet Hakkındaki Görüşleri ve İbn Teymiyye’nin Bu Husustaki
Eleştirileri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:9
[586] Debbâğ, el-İbrîz, s. 409.
[587] Çalışmamızın 3.9 numaralı “Şatahat” başlığında şatahat ifadelerinin
neler olduğuna ve Debbâğ’ın söyledmiş olduğu şatahatlara değinmiştik.
[588] Cürcâni, et-Ta'rifât, s. 184.
[589] Serrâc, el-Lüma’, s. 395.
[590] Kuşeyrî, er-Risale, s. 353.
[595] Debbâğ, el-İbrîz, s. 40.
[596] a.g.e, s. 283-285.
[597] a.g.e, s. 404,405.
[598] Serrâc, el-Lüma’, s. 395.
[599] Debbâğ, a.g.e., s. 334.
[600] a.g.e, s. 334.
[601] Âl-i İmran, 3/128.
[602] Kasas, 28/56.
[603] Hûd, 11/45,46.
[604] Debbâğ, el-İbrîz, s. 334.
[605] Nûr, 24/21.
[606] Debbâğ, el-lbrîz, s. 336.
[607] Serrâc, el-Lüma ’, s. 400.
[608] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 345.
[609] Debbâğ, a.g.e., s. 404.
[610] Taberi, Tefsirü’t-Taberi, Câmiü’l-beyân an te’vili ayi’l-Kur’an,
IV, 578,579; Elmalılı, M.Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul:
Azim Dağıtım, II, 179.
[611] Bakara, 2/259.
[612] Debbâğ, el-İbrîz, s. 46.
[613] Debbâğ, el-İbrîz, s. 22.
[614] a.g.e, s. 259,260.
[615] Yavuz, Yusuf Şevki, “Tevessül”, DİA XLI. 6-8.
[616] Debbâğ, a.g.e., s. 260.
[617] Debbâğ, el-İbrîz, s. 480.
[618] A’râf, 7/20.
[619] Nâs, 114/1-6.
[620] Debbâğ, el-İbrîz, s. 276,277.
[621] a.g.e., s. 369,370.
[622] Tekâsür, 102/8.
[623] A’râf, 7/6.
[626] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 482.
[627] Debbâğ, el-lbrîz, s. 473.
[628] A’râf, 7/187.
[629] Nâzi’ât, 79/44.
[630] Debbâğ, a.g.e., s. 284.
[631]http://aregem.kulturturizm.gov.tr/TR,12024/tarihi-ve-menkibevi-1209-1271-yasami.html
(22.07.2016)
[632]
Bkz. “Velâyet ve Nübüvvet” başlığı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar