Dünden Bugüne Türklerde Din Ve Dil…Cengiz Özakıncı
"Biz
Cehaletimiz yüzünden Din'i bu hale getirdik.
Din
de bizi bu hale getirdi"
M.
Akif Ersoy
Dil,
kişi oğlunun en önemli organıdır.
Varsayalım,
bir anda yeryüzündeki tüm kişioğullarının dilleri tutulsun. Böyle bir durumu
gözünüzün önüne getirin. Bu bir karabasan olacaktır kuşkusuz. Çünkü uyurken
yaşadığımız karabasanların pek çoğu da, olanca gücümüzle bağırdığımız, ancak
sesimizi kimselere duyuramadığımız düşlerdir. Kan ter içinde uyanır, gördüğümüzün
bir düş olduğunu anlayınca, seviniriz...
Meryem
Ana'nın yaşadığı toplumda ORUÇ, (BAÇAG) yalnızca gün boyu yemekten içmekten
kesilerek değil, gün boyu hiç kimse ile konuşmamak biçiminde tutuluyordu.
Oruçlu kişi dilini yok sayıyordu. Deyim yerindeyse, 'dilini yutuyor'du.
Meryemoğlu İsa da: "Kişiyi kirleten ağzından girenler değil, ağzından
çıkanlardır," demiş. Bu da onun ağızdan çıkan sözlere, dile verdiği
önemi gösteriyor. Ağızdan çıkan sözcükler, kişinin kirlenmesine neden
olabiliyor.
Dil,
en kaba tanımıyla, bir iletişim aracı. Duyguların, düşüncelerin başkalarına
iletilmesinin aracı. Ancak, elinizdeki incelemede, bir dildeki sözcük
türetiminin 'bir tür düşünce üretimi' olduğu konu edilmektedir.
Dil'in,
kişioğlunun tüm düşünsel üretiminde, bilimde, dinde, tüm düşünsel etkinliklerde
baş görevi üstlendiğini; dilin bulanıklaşmasının, düşünsel gerilemeye; dilin
açık-seçikliğinin ise düşünsel gelişmeye yol açtığını, bu çalışma boyunca
göreceğiz.
Uzun
dönem süren Dil bulanıklığı, ulusumuzun düşünsel ortamının da bulanmasına
neden olmuştur. Ulusumuzun dilini bulandıran etkenlerin başında ise,
köklü-yerli sözcüklerin atılarak, yerlerine köksüz-yabancı sözcüklerin
konulması gelir. Ulusumuzun dili, öteki ulusların dillerinden alınan çok sayıda
yabancı sözcükle bulanmıştır. Bu olgu, hangi dönemde nasıl başladı, nasıl
bugünlere gelindi, dilimiz nasıl bozuldu? Bu sorulara yanıt ararken, gördük ki,
dilimizin bulanmasında ilk
büyük
etki geçmişte Arapça, Farsça sözcüklerin dilimizde yaptığı bozgunculuktur.
Arapça-Farsça sözcüklerin dilimize neden, niçin doluştuğunu; bunun yol açtığı
sonuçları irdelediğimizde, gördük ki, dinin yararına denilerek yapılan
kimi Arapça-Farsça sözcük alımları, dini anlamanın önünde engel
oluşturmuştur.
Bu
araştırma, DİL ile DlN'in karşılıklı etkileşimini, bir ulusun DlL'i bulandıkça,
o ulusun DİNSEL yanılgılara da düşeceğini, bu nedenle, eğer dinsel
bozunumlardan korunmak
isteniyorsa, en başta ulusumuzun dilinin anlığının yeniden sağlanması
gerektiğini göstermeye çalışacaktır.
Son
yıllarda, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla başlayan ulusal öbekleşmeler,
DİN-DİL sorununu sıcak bir biçimde gündeme getirmiştir. musallık ile
dinsellik, birbirlerinin karşıtı sayılıyor. Eğer bir toplum, ulusal değerlere
dayalı bir düzen kuracaksa, dine aykırı bir yola sapmış; yok eğer dinsel
değerlere dayalı bir düzen kuracaksa, ulusal değerlere aykırı bir yola sapmış
sayılıyor. Sanki ulusal değerlere dayalı bir düzen kurulursa, o toplum dinden
çıkmış olacak; yok eğer dinsel değerlere dayalı bir düzen kurulursa, o toplum
ulusal değerlerden sıyrılmış, arınmış olacak imiş gibi, gerçeğe aykırı bir
çarpık varsayımlar yumağı, oradan oraya savrulmaktadır. iletişim organlarından
yayılan bilgilere göre, eğer bir toplum, Arap yazısını kullanmaya geçerse, o
toplum, Araplar'ın, Iranlılar'ın gözünde DİNİ SEÇMİŞ sayılıyor. Sanki YAZISI
ULUSALCILIĞI OLANAKSIZ KILAN BÜYULÜ BİR YAZIYMIŞ GİBİ! ...
Azerbaycanlı dinsel başkan, Allaha şükür Paşazade; "Latin yazısı şeytanın yazısıdır! Arap yazısı
Kur'an, Allah yazısıdır. Latin yazısına geçmeyin. Arap yazısına geçin!"
diye düşünceler yumurtluyor. Görüleceği üzere, yazı seçimi bile, dinsel
bir zorunlulukmuş gibi, Tanrı buyruğu imiş gibi ele alınmaktadır. Arap
yazısına kutsallık yükleyenler, Arapça sözcüklere de kutsallık yüklemekte, bir
ulusun dilindeki köklü-yerli sözcükleri o ulusun dilinden atıp, yerlerine
Arapça sözcükleri sokmayı, sanki bir Tanrı buyruğuymuş gibi göstermektedirler.
DİL-DİN
ilişkilerinin gerçekte ne olduğunun bilinmesi, bugün güncel bir önem
taşımaktadır. Elinizdeki bu çalışma, DİN-DİL ilişkilerinin ulusumuzun
geçmişinden bugününe nasıl bir çizgi izlediğini, ulusumuzun dilinin hangi
dinsel kaygılarla nasıl bozulduğunu, bu bozulmanın ulusumuzun dinsel
kavrayışını nasıl bulandırdığını, söz konusu etmektedir.
Araştırmalar
sırasında, ulusumuzun dilinin dinsel kaygılarla bozulduğunu; bozulan dilin,
dinsel kavrayışı da bozduğunu görüyoruz. "DİL, DİNDEN GİTIİ.... DİN,
DİLDEN GİTTİ..." sonucuna varıyoruz. Öyle ki:
BİR
DİN SORUMLUSU, EĞER DİNİ YANLIŞ ANIAMAIARDAN KORUMAK İSTİYOR İSE, DİLİMİZDEN
ARAPÇA-FARSÇA SÖZCÜKLERİN ATILIP, YERLERİNE ÖZ TÜRKÇELERİNİN KONULMASI İÇİN
ÇALIŞMALIDIR. TÜRKLERİN MÜSLÜMANLIĞI YÜREKLERİNDE DU- YUMSAYABİLMELERİNİN
ÖNÜNDEKİ BİRİCİK ENGEL, TÜRK DİLİ'NE SOKULAN ARAPÇA-FARSÇA SÖZCÜKLERİN TA KENDİLERİDİR.
Bunun nasıl böyle olabildiğini incelememizin sonunda birlikte göreceğiz...
Yalnızca
bir giriş tadımlığı olarak, Türklerin kimi Arapça sözcüklere yanlış anlam
yüklemekten dolayı din anlayışlarının da bozulduğu saptamasını, Mehmet Akif' Ersoy'da
da gördüğümüzü belirtelim. Mehmet Akiff, ülkemizdeki tüm dini
odakların dine bağlılığını onayladıkları, müslüman bir düşünür. Akif' şunları
söylüyor:
"Biz Müslamanlar, ben öyle
görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki, Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden
isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir... Zavallı
bizler!.." Sana emeksizce yaşamak,
çalışmaksızın amacına erişmek hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor?.
Müslümanlık galiba!? Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah'ın sevgili kullandır!...
"Hani Müslümanlık bir uhuvvet husule getirecekti? Nerede? Bugün
Müslümanlar kadar müteferrik, müteşettit bir millet var mı? Her tarafta
Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor.
"Müslümanlık bize dünya için bir hayat-ı tayyibe va'd ediyordu. Neye
vermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden... Müslümanların hepsi cahil-
Arab'ı cahil, Türk'ü cahil, Kürd'ü cahil, Arnavud'u cahil... Hepsi cahil.
Hepimiz igvaata kapılıyoruz. (Kandınlabiliyoruz)" "Hani, müminler
kardeş idi?" "0 halde nedir Müslümanların bu hali? 350 milyon mu,
400 milyon mu, Cihanda bu kadar Müslüman var, şarkta var, garpta var... Şimalde
var, cenupta var... Hepsi hirman içinde yaşıyorlar." "Biz diyoruz ki, 'Müslümanız
o halde Allah bize tevfik vermelidir'... Demek sen Müslümanlığınla
Allah'ı minnet altında bırakmak istiyorsun?! Ne kadar cüret! Ne kadar hamakat
(ahmaklık)!" "Doğrusu, dünya dünya olalı, gafletin cehaletin,
körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş, ne işitilmiştir! Doğrusu, cehlin
bu derecesi de mutlaka tahsil ile elde edilmek lazım gelecek!" "Ah, biz
alık Müslümanlar!" "Nasıl olmuş da bu kadar azim bir kitlenin umumu
birden kötürümler gibi, hisden, hareketten mahrum kalmış?"
Görüleceği
üzere, Akif'in Müslümanlara söylediği bu sözler, öyle yenilir yutulur türden
değildir. Üstelik Akif şimdiki Müslüman eleştirmenleri gibi, diyeceklerini
kitaba yazıp, kendisi saklanan türden biri değildir. Yukarıdaki sözler, onun
camilerde cemaatin yüzüne karşı yaptığı konuşmalardan alınmıştır. Akif, Müslümanların
yüzyıllarca süren bir uyuşukluk içinde mayışıp kaldığını, Müslümanların yüzüne
karşı, üstelik camide haykırmıştır. Akif, bunun neden böyle olduğunu da
anlamaya çabalamıştır. Nedenlerden birini sezgileriyle yakalamış, ancak üzerine
gitmemiştir. Bakın neler söylüyor:
-
"(Kur'andaki) "Kanaat" (sözcüğünü), "Tevekkül"
(sözcüğünü), sabır (sözcüğünü)... HEPSİNİ YANLIŞ ANLADIK... "Sabır"
(sözcüğünün anlamı) nedir?.. Bize göre 'Sabır', suret-i mutlakada 'katlanmak'
demektir. Neye katlanmak? Her şeye!.. Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere!
Mesela zelil (aşağılık) olmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye; özetle
insanlık onurumuzu lekeleyecek musibetlerin hepsine!.. YARABBİ! KUR'AN NE
SÖYLÜYOR, BİZ NE ANLIYORUZ! SABIR KATLANMAK DEĞİL, GÖĞÜS GERMEK (Önlemek)TİR.
Neye göğüs germek? Sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıztırabına mahkum
olmamak için, ÖNCEDEN HER TÜRLÜ ŞEDAİDE, HER TÜRLÜ MEZAHlME, MERD- CESİNE,
İNSANCASINA GÖĞÜS GERMEK... Hele "TEVEKKÜL"? Hiç bizim anladığımız
mahiyette mi? ''TEVEKKÜL", Kur'an'ın gösterdiği, Hadis'in gösterdiği
"TEVEKKÜL" (sözcüğünün anlamı), bütün esbaba sarıldıktan (Tüm yollan
denedikten) sonra olan tevekküldür."
BİZ CEHALETİMİZ YÜZÜNDEN DİNİ BU HALE
GETİRDİK. DİN DE BİZİ BU HALE GETİRDİ. ISLAM DİNİ, BİR MİSKİNLİK (UYUŞUKLUK)
DİNİ OLDU!"
(Bkz:
Mehmet Akifin Kur'an'ı Kerim Tefsiri-Mev'ıza ve Hutbele- ri-s. 117 vd.)
Son
sözler, üzerinde oldukça düşünülmesi gereken somut bir gerçeğin dile
getirilişidir. "DİNİ BİZLER BU HALE GETİRDİK. DİN DE BİZİ BU HALE
GETİRDİ" diyor Akif!..
Akif'in
çığlığında, DlN'in DİL ile karşılıklı etkileşiminin yol açtığı bozunumlar,
Kur'an'da geçen kimi sözcüklerin anlamının süreç içerisinde kaymaya uğramasının
dini yanlış anlamaya yol açtığının vurgulanması var... Ben ise, "DİLİMİZİ
DİN BİLGİÇLERİ BOZDU, DİN İSE, BOZUIAN DİLİMİZ YÜZÜNDEN BOZULDU", diyorum...
Elinizdeki bu araştırma, dilimizin bozulma sürecini, bu bozulmaya yol açan
etkenleri konu edecek. Sonra da dini doğru anlamanın, ancak dili
özleştirmekle, sağlığına kavuşturmakla gerçekleşebileceğini, somut belgeleriyle
ortaya serecektir.
"KUTSAL
SAYHANIN GÜLÜNÇLEŞTİRİLMESİNİ ÖNLEME KAYGISI "NIN, ARAPÇA, FARSÇA SÖZCÜKLERİN
TÜRKÇEYE GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
-
I -
Bütün
toplamların dillerinde, ilişki kurdukları toplamların dillerinden sözcükler
bulunur. Sözgelimi, kimi Ingiliz denizcilik terimleri, bu dile Arapça'dan
geçmiştir.1 Endülüs Emeviler dönemindeki Arap-Ingiliz ilişkileri
bize bu gibi sözcük alıntılarını açıklar. Ancak, İngiliz anne-çocuk
ilişkilerinde Arapça sözcüklere yer yoktur. Türkçe'de ise, Arapça, Farsça
sözcükler, Türk anne-çocuk ilişkilerine değin girmiştir. Bu durum, sözcük
alış-verişinin yalnızca küçük oranda kanadığını, Araplarla ilişkileri sonucu
Türklerin dilinin önemli oranda yabancılaştığını düşündürmektedir.
Kişi,
durup dururken yabancı sözcükleri kendi diline doldurmaz. Tersine, kişi,
yabancı dilleri önce küçümser. Kendi dili ona yeryüzünün en sevecen, en sıcak,
en kolay, en doğru dili gibi gelir. Eğer çevresinde anlayamayacağı bir dille
konuşulmaya başlanırsa, kişi ilk elde bunu doğaçtan yadırgar;
itici, sevimsiz bulur. Tepkisini, bu yabancı konuşmaları abartılı öykünmeler
yaparak gülünçleştirmek yoluyla dışavurabilir. Sözgelimi: "Fang, fing,
fonglar!" der. Ya da kızar. Anlayamadığı bir dille konuşulmaya başlanıldığında,
o ortamdan sıkılır. Bunun içindir ki; yabancı sözcükler bir toplumun anne-çocuk
ilişkilerine kolaylıkla giremez. Anne çocuk ilişkilerinde doğaçtanlık egemendir
ki, hiçbir ana yabancı sözcüklerle doğaçlama yapmaz...
Bir
toplumun anaları, kendi öz çocuklarını yabancı bir dilden almış sözcüklerle
sevip okşamaya başlamışlarsa, bu d^urumda, ya- hancı toplum ile
ilişkiler, ANA DİLDE, [ANNENİN DİLİNDE) bir yabancılaşmaya yol açmış
demektir. Bir Türk kadını, çocuğuna, Türkçe: "YARAMAZ!" diyeceği
yerde, Arapça: "HAYLAZ" diyor ise; Türk evinde konuşulan sözcükler
önemli ölçüde Arapça, Farsça ise; bu durum yalnızca uluslararası alış-verişle,
ya da inanç birliği ile açıklanamaz. Çok doğru yapıp başlangıçta Müslüman
olmayı Arap olmaktan ayrı sayan Türkler, Müslüman olur olmaz Araplaşmış
değillerdir. Corci Zeydan, "MEDENİYET-İ İSLAMİYE TARİHİ"nde:
"Türkler (başlangıçta) daima Türkçe konuşurlardı. Bazan Arapça'yı
öğrenirler, fakat tekebbür saikasıyla (büyüklük taslayarak) Arapça konuşmak
istemezlerdi. Hatta Türkler kendi dillerini Araplara öğretmek için sözlükler
bile meydana getirmişlerdi. Abbasiler Devrinde, anası Türk olan Halife
Mu'tasım'ın çağrılısı olarak Bağdat'a gelen Türklerin, kısa bir zamanda
erklerini artırarak egemenliği sağlamaları, Türk Dilinin sürümünü arttırmış,
Araplarda, Farslarda Türklere yaranmak için Türkçe'yi öğrenmek isteği
uyanmıştır."2 diyor. Gerçekten de Türklerin Araplarla ilişki
kurdukları ilk dönemde, ulusal kişiliklerini korumaya özel bir önem verdikleri
görülür. Dillerini koruma konusunda oldukça duyarlıdırlar. öyle ki bir Türk
boyu, öteki Türk boylarının dillerinde bulunmayan yabancı bir sesi (H) kendi
dilleri kattılar diye, Türk sayılmamaya başlanmıştır: "Xotanlılarla
Kençekliler, kelimenin önünde bulunan "E"leri "H"ye
çevirirler. Türk dilinde bulunmayan bir harfi kattıkları İÇİN, biz onları Türk
saymıyoruz!" diyor Kaşgarlı Mah- mud.3 Diğer Türkler "baba"ya "ATA"
deken, bunlar kalkıp "HATA" demeye başlamışlar! Bu nedenle, öteki
Türkler bunları Türklükten atıvermiş!.. Türklerin, uzak geçmişte ulusal
kişiliklerini, dillerini bu ölçüde koruyan bir toplum oldukları kesin olduğuna
göre, Müslüman olduktan sonra bile uzun yıllar bu davranışlarını sürdükleri
bilindiğine göre; nasıl olup da sonradan "ANALARININ DİLLERİ BİLE ARAPÇA, FARSÇA EGEMENLİĞİNE
GİRMİŞ BİR TOPLUM"! dönüştükleri, üzerinde durulmaya değer bir
konudur. Nasıl olup da Türk anası, kendi çocuğunu Arapça, Farsça sözcüklerle sever,
okşar, oynatır, uyutur olmuştur! ..
Burada,
bir dilden öteki dile olağan düzeyi aşmayan ölçüde bir sözcük karışımı değil,
"ANANIN DİLİNİN YABANCILAŞMASI" gibi önemli bir dönüşümden söz
ediyoruz. Bunu yalnızca "Arapların dinsel inançlarının Türklerce
benimsenmiş olmasının doğal sonucu" olarak göremeyiz. Nedeni şu ki,
yapılan ilk Kur'an çevirilerinde Arapça, Farsça sözcük oranı neredeyse yüzde
yarımdır (250'de 1). Türkler, benimsedikleri dinin Arapça kutsal yazılarını,
neredeyse bire bir oranında Türkçe'ye çevirmişlerdir. 1000 yıllarında yapıldığı
uzmanlarınca saptanan bir Kur'an çevirisi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri
Müzesinde 73 numara ile korunmakta olup, Karahan Türkçesiyle bütün eksiksiz bir
çeviridir. Kur'an'daki bütün Arapça dinsel terimler, deyimler, bu çeviride
Türkçeleştirilmiştir.4 Bu Türkçeleştirmenin ne ölçüde başarılı
olduğu değil, salt Türkçeleştirilmiş olması konumuz açısından önemlidir. Demek
ki Türkler, benimsedikleri dinin Arapça Kutsal-yazılarını en başında kendi
dillerine bütünüyle Türkçe sözcüklerle çevirecek denli, kendi dillerine de,
benimsedikleri dini anlamaya da önem vermiş kişilerdi. İyi de, sonra neler
olmuş olabilir ki Türk analarının dili bile Arapça'ya, Farsça'ya dönmüştür!..
Bunun
kaynaklarını, nasıl gerçekleştiğini anlayabilmemiz için bir ipucu olabilir
düşüncesiyle, 1050 yıllarında Araplara Türkçe öğretmek için yazılan
"Divan-ı Lûgat-it-Türk"ten bir alıntı veriyorum: (Böyle
"yüzkızartıcı" bir alıntı seçtiğim için bağışlayınız, konumuz bunu
gerektiriyor.)
[SİK:
Erkeklik aygıtı... Kaşgarlı Mahmud der ki: Tanrı'nın kitabına karşı saygı ve
ululama olmak üzere -Türklerden bilgisiz erkek ve kadınlar yanında -Kur'an
okuyan kişi: "ve atet külle vahidetin minhünne SİKkiynen..."
"ma yefteh Allahü lilnasi min rahmetin fela mümSİKe leha ve mavümSİKü...
" ayetlerini okurken, sesini kısmalıdır. Çünkü, onlar bu ayetlerin
anlamını bilmediklerinden, kendi dillerindeki anlama alırlar ve GÜLERLER,
Bu yüzden günaha girerler. Yine bunun gibi: "in haza illa ehTİLAKun"
ayeti okunurken dahi sesin kısılması gerekir; çünkü Türk dilinde TİLLAK kadının
kadınlık aygıtıdır. Bunculayın -bilgisiz- Oğuzlar yanında: "min el
müzki AM nahnü... " ayeti okunurken, Arapça'da soru edatı olan "AM"
kelimesi de yavaş sesle okunmalıdır. Çünkü onların dilinde ".AM".
kadınlık organıdır. Kelimenin anlamına vakıf olanlara nasıl okunursa okunsun,
zararı yoktur." (l.nci cilt-s, 334)
Burada,
açıkça, "KUTSAL SAYILAN"IN GÜLÜNÇLEŞTİRİLMESİNİ ÖNLEME KAYGISI"
görülmektedir. Kutsal ortamda kullanılan şu ya da bu sözcüğün, gülünç ya da
utanç verici anlamda kullanılan başka sözcükleri çağrıştırması, yalnızca kimi
Arapça sözcüklerin Türkler üzerinde yaratacağı bir etki değildir; Kur'an'da
geçen kimi sözcükler, doğrudan Arapların kendilerine de kullanım amacından
başka yan anlamlar çağrıştırabilir. Bu durum, bütün diİlerde yaşanır. Kişi
gülünçleştirmek isterse, buna nasıl engel olunabilir? Kişioğlu yeryüzünün
neresinde olursa olsun, nece konuşursa konuşsun, gülünçleştirmek istediği
kişinin "ağzına öykünerek" onun konuşmalarını gülüşme konusu
yapabilir. Ortaoyununda sıkça yapılırdı bu. Meddahlar, konuşma biçimlerini
abartarak, gülüşmeyi sağlıyorlardı. Günümüzde bile böyle yapılıyor. Demek ki
bir Türk, benimsediği dinin Arapça Kutsal Yazılan okunurken duyduğu kimi Arapça
sözcükler kendisine Türkçe'deki kimi gülünesi, kimi utunalası sözcükleri
çağrıştırdığında; gülebilir, kutsal ortamı bozabilir; ancak bu durum, o Türk'e,
bu Arapça yazıların Türkçe çevirisi okunurken de ortaya çıkabilir. Bu, din
görevlileri açısından olduğu ölçüde, inanırlar açısından da istenmeyen,
önlenmesi gerekli sayılan bir durumdur. Son kertede doğal bir kaygıdır. Kimse,
kutsalıyla dalga geçilsin istemez. Bu, yalnızca din alanında değil, başka
alanlarda da böyledir. Öğretmen öğretirken; öğrenci, öğretmenin sözlerini
gülünçleştirirse, öğretmen doğal olarak karşı çıkar; böylesi bir durumun
oluşmaması için önlemler alır. işte, Türkler Müslümanlığı benimsedikleri ilk
yıllarda, Arapça Kutsal Yazıların bütününü Türkçe'ye çevirmiş olmalarına
karşın; sonraki yıllar içerisinde giderek bu çevirilerdeki Arapça, Farsça
sözcük oranının artması, bir ölçüde. "KUTSAL SAYILAN SÖZLERİN
GÜLÜNÇLEŞTIRILMESINI ÖNLEME KAYGISl"nın bir ürünü oluyor. Kur'an'ın sözcük
dağarcığı, (Kur'an sözlüğündeki sözcük sayısı) 2500'e yakındır. İlk Türkçeye
çevirisinde bu 2500 Arapça sözcüğün 2490'ına Türkçe karşılık bulunmuşken, bu
sayı, süreç içerisinde yavaş yavaş azalmış, bugün ise, Kur'an çevirilerindeki
Türkçe kökenli sözcük sayısı, yüzde 20-30 lara düşmüştür. Bu durumu açıklamak
üzere birçok nedenler sayılmıştır. Söz konusu ettiğimiz neden üzerinde pek
durulmamıştır. Ben, bunun da bir neden olduğu düşüncesindeyim.
Bir
sözcük, 'güldürücülerin dillerine dolanmaya görsün! O sözcük artık Erdem
Öğretilerinde kutsal konularda kullanılamaz olur. İşte, ilk Türkçe Kur'an
çevirilerinde kullanılan pek çok Öztürkçe sözcük, Türk yaşantısının doğal akışı
içerisinde, Türk 'güldürücülüğü'nün ya da Türk Sövgücülüğü'nün özel deyimleri
konumuna girmiş; bu sözcükler giderek yalnızca o alanlarda kullanılır olmuş;
sonuçta artık Kur'an çevirilerinde ya da 'Erdem Öğretileri'nde kullanılamaz
olmuştur. Bu olguya örnek olarak, 15.nci yüzyılda yapılmış bir Kur'an
çevirisinden şu alıntıyı verebiliriz:
"Dakı
ol vakt kim YARAK eyledi anlara YARAKLARI-Y-LA..." O
yüzyılda Türkçeye çevrilmiş bir başka Dinsel Erdem Öğretisinden:
"Bes
Resul Aleyhisselam çeri YARAĞIN YİDİ, ashap külli YARAKLANDILAR!6"
Bir başka Dinsel Öğreti'den:
"Her kimse kim müezzin avazın
işitse, ana cevap tizcek verip andan yana varmağa YARAKLANMASA. ... "7
O
yıllarda, camilerde namazdan önce el-yüz-ayak yıkanacak olan yerlere de NAMAZA
YARAKLANMA YERİ
8 deniyordu. Demek ki bu sözcük, bin yılı
aşkın bir süre boyunca - 18. yüzyıla
değin-Türkler arasında en ufak bir utanç verici çağrışım dahi uyandırmıyordu.
Türk, bu sözcüğü duyduğunda, başka yüz kızartıcı nesneler düşlemiyordu. Bu
sözcük, TEMİZ idi, 18. yüzyıla dek de temiz
kaldı. Ancak, günümüzde bu sözcük Kur'an çevirilerinde, Erdem Öğretileri'nde
gündelik konuşmalarda kullanılamaz olmuştur. Çünkü, bu sözcük Türk
sövgücülüğünün özel bir deyimi olup çıkmıştır. Bu nedenle eskiden bu sözcüğün
kullanıldığı durumlarda, şimdi Arapça'sını kullanıyoruz: HAZIRLIK,
TEÇHİZAT!
Bir
öztürkçe sözcük, Türk sövgücülerce kapıldığı için, yerine Arapça'sı
kullanılmaya başlanmış. Peki niçin Arapça'sı?..
Niçin onun yerine bir başka Türkçe sözcük kullanılmamış?
1000 yıl önceleri, secde etmek
anlamına gelen öztürkçe "YÜKÜNÇ" sözcüğü, kimi Türklerce "YÜKÜNÇ
ETMEK" kimi Türklerce "YÜKÜNÇ KILMAK" diye
söyleniyordu. Oğuzlar KILDI demiyorlar. Çünkü KILMAK oğuzlarca kadınlarla
çiftleşmek anlamına da kullanılıyor. Bu nedenle Oğuzlar, YÜKÜNÇ KILMAK (Namaz
kılmak) demiyorlar, YÜKÜNÇ ETMEK diyorlar. Bir Oğuz'a "YÜKÜNÇ KIL"
denildiğinde, utanıyor, yüzü kızarıyor. YÜKÜNÇ ET denildiğinde ise,
kutsallığı bozulmuş olmuyor. Ancak, öteki Türklerde durum tersi. KILMAK sözcüğü
Oğuzlardan başkalarınca kadınlarla çiftleşmek anlamına da kullanılmadığı için,
öteki Türkler, KILMAK sözcüğünü dinsel alanda da kullanabilmektedirler. (Bkz:
Divan'ı Lugat-it Türk-Cl, s 171)
Benzer
biçimde, Türkler kendi dillerindeki kimi sözcükleri Dinsel alana özgü sayıp
onu başka alanlara bulaştırmamak gibi bir eğilimi, YALAVAÇ-YALAFAR örneğinde de
göstermişlerdir. Arapça RESUL sözcüğü, genel anlamda ELÇİ, GÖNDERILMIŞ
anlamlarına geliyor. Kur'an'da RESUL sözcüğü, Tanrı'nın Elçisini adlandırdığı
gibi, kişiler arasındaki elçiliği de nitelendirmek üzere kullanılmıştır. 1000 yıl önceki Türkler, kendi dillerinde kişinin
kişiye gönderdiği elçi anlamına gelen "YALAVAÇ" sözcüğünü Tanrı'nın
kişioğullarına gönderdiği Elçilere de ad olarak kullanmaktan çekinip,
kutsal sayılan ile, kutsal sayılmayan arasındaki nitel ayrılığı dilde
gösterebilmek üzere, kişiden kişiye elçiler için "Ya- lavaç", Tanrı'dan
kişioğullarına gönderilmiş elçiler için ise "YALAFAR" sözcüğünü
kullanmışlardır. Türkler YALAFAR sözcüğünü, sonradan - ancak yine kendi öz
dillerinden - kutsal kavram gereksinimiyle türetmişlerdir. O yıllarda Türk
dilindeki "KIRGAG" sözcüğü, Hakanların elleri altındaki görevlilere
kızmasını dile getiriyordu. Türkler Tanrı'nın kullarına kızması ile, Hakan'ın
çevresindekilere kızmasını birbirinden ayırdetmek üzere, Tanrı'nın kızmasını
"KARGAK" sözcüğüyle adlandırmış, yine kutsal olan ile olmayan
arasındaki ayrılığı kutsal alanda kullanılmak üzere özel yerli sözcükler
türeterek, dillerine yansıtmışlardır. (Bkz: Age-c 11, s 288)
Demek
ki Türkler, bin yıl önceleri kendi dillerinde kutsal alana özgü deyimler,
kavram adları üretebiliyorlardı. Kutsal alana
özgü deyimleri Arapça'dan ya da başka dillerden almak için özel bir çaba
içerisinde değillerdi. Şimdi ise, kutsal alana özgü bütün sözcükleri
Arapça'dan, Farsça'dan edinmiş durumdayız. Bu ise, belli bir dönemeçten
geçirildiğimizi gösterir. Dilimize tutkun- loğumuzun, bir evrede, bir biçimde yıkıldığını
gösterir.
Gündelik
alanda çok örselenen kimi sözcüklerin Kutsal alanda kullanılmasının yakışık
almadığı durumlar, bütün dillerde yaşanabilir.
Böyle
bir durum Tanrı Elçisi Muhammed'in başına da gelmiştir. Kur'an'da Bakara
Suresi, 104. ayetinde: "Ey iman edenler, RAİNA demeyin UNZURNA deyin
ve dinleyin..." buyruğu yardir? Arapça RAİNA-UNZURNA sözcükleri,
Türkçe'deki GÖRMEK-GÖZETMEK sözcükleri gibi yakın anlamlıdırlar. Kimi
yorumculara göre, RAİNA sözcüğü "KUTSAL SAYILANI
GÜLÜNÇLEŞTlRlClLER"ce aykırı bir anlama çekildiği için, Kur'an'da onun
yerine yakın anlamlı bir başka Arapça sözcük kullanılması buyrulmuştur. . Ancak
başka, (yabancı) bir dilden sözcük önerilmemiş. Öyle ise, Türkler niye aykırı
anlama çekilen bir Türkçe sözcük yerine, yakın anlamlı bir başka Türkçe sözcük
koymamışlar da, gidip Arapça'sını koymuşlar? Kim- bilir, Arapça'sı koyulursa,
bu Arapça sözcükler sövgücülerin dil kemirgenliğinden korunabilir, diye
düşünmüşlerdir. Ancak, şurası kesin ki, YARAK sözcüğü yerine DONATIM
ya da GEREÇ gibi Türkçe sözcükleri değil de, kalkıp Arapça HAZIRLIK,
TEÇHİZAT sözcüklerini kullanmamızı, bize Araplar buyurmuş değildirler.
Savımızı
tanıtlayan bir başka olgu, başına benzeri bir iş gelen "BAĞIRSAK" sözcüğümüzdür.
BAĞIRSAK sözcüğü, 1000 yıllarındaki Kur'an çevirilerinde, 'Erdem
Öğretileri'mizde, Arapça MERHAMET, RAHMANİYYET kavramlarının eşanlamlısı
olarak, son kertede yaygın biçimde kullanılıyor, yaşıyordu. O yıllarda, biri BAĞIRSAK,
öteki BAĞURSUK olmak üzere, söylenişleri benzer, anlamlan ayn iki sözcük
vardı. BAĞURSUK, bildiğimiz sindirim aygıtının adıydı.10 BAĞIRSAK
ise, ana karnındaki çocuğu besleyen göbek BAĞ"ı, yaşam BAĞ'ı
kavramlarıyla da, göğüs, BAĞIR (Bağnna basmak) olgularıyla da ilintili
bir sözcüktü ki, Arapların RAHM, RAHİYM sözcükleri de işte bu kavram alanını
dile getirmektedir. Arapça'da RAHİM, Türkçe'deki BAGIRSAK gibi, bebeğin ana
karnındaki yaşamını göbek bağı yardımıyla, güven içinde sürdürdüğü yere
gönderme yapan, türev bir sözcüktür. Ayrıca "Bağrına Basmak" ile de
ilintilidir. BAĞIRSAK KİŞİ deyimi, "merhametli insan" anlamıyla, 1000 yıllarındaki
Türk 'Erdem Öğretileri'nde çok kez kullanılmış, erdem alanına özgü kılınmış,
özel bir deyimdi. (İşte: Kutadgu Bilig). İlk Kur'an çevirilerimizde de bu sözcük
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİYM'in Türkçe karşılığı olarak kullanılmıştır: "OL
BAĞIRSAK TANGRININ ADIYLA!.."
Sonraları
bu sözcük, Kur'an çevirilerimizden de,
'Erdem Öğretileri'mizden de yok oluvermiş! Kanımızca bunun nedeni,
"BAĞIRSAK" sözcüğünün, benzer tınılı BAĞURSUK sözcüğünü çağrıştırması
olup, bu çağrışımın da "KUTSAL SAYILANI GÜLÜNÇLEŞTİRİCİ" bir işleve
açık olmasıdır. Bugün artık BAĞURSUK sözcüğü unutulmuş, sindirim
aygıtını nitelemek üzere BAĞURSUK yerine BAĞIRSAK sözcüğünü kullanır olmuşuz;
bu yüzden bu sözcüğü bir Erdem niteleyici olarak kullanamamaktayız. Ancak,
bunun yerine de başka, yakın anlamlı bir Türkçe sözcük bulmak ya da yeni bir
öztürkçe sözcük türetmek yerine gidip Arapça'sını almışız! Böylece erdem
alanının özel deyimlerini kapıp onları kendi alanlarına özgü kılan 'dil
kemirgenleri'nden "korunmuş" bir sözcük edinmişiz: MERHAMET!..
İşte,
böyle böyle, Arapça, Farsça sözcükler Türk analarının bebekleriyle
ilişkilerine değin sokulmuştur. Artık Türk anası, bebeğinin mamasını YARKLAYAYAMAZ!
Olsa olsa-Arapça bir biçimde
-
HAZIRLAYABİLİR.
Türk çocuğu, sınavlarına - Türkçe bir biçimde
-
YARAKLANAMAZ!
olsa
olsa - Arapça bir biçimde - HAZIRLANABİLİR. Türk anası, öz çocuğuna
karşı-Oztürkçe bir biçimde BAGIRSAK olamaz! Arapça bir biçimde MERHHAMETLİ
olur...
Cengiz
der ki: "TÜRKLER
İSLAMİYET'İ BENİMSEDİKTEN SONRA, SALT İSLAMİYET'İN ETKİSİYLE, SALT BU DIŞ
ETKİYLE, ARAPÇA FARSÇA SÖZCÜKLER TÜRKÇE'YE BOL BOL GİRMİŞTİR." gibi
bir açıklama, üstünkörü, yüzeysel bir açıklamadır. Çünkü; "Nasıl?" sorusuna
yanıt vermez..."Ne oldu?" sorusu, "Nasıl oldu?" sorusuyla
ardarda gelir. Nasıllık bilinmeden, olgu çözümlenmiş sayılmaz...
Sözcüklerin
de bir yaşamı vardır. Sözcüklerin de başlarına iyi ya da kötü işler gelebilir.
Gençliğinde el üstünde tutulan kimi sözcükler, yaşlandıklarında itilip
kakılmaya başlanabilirler. Başlangıçta seçkinlerin dudaklarında dolaşan
sözcükler sonraları yalnızca ayak takımının diline düşebilir. Nasıl 'hayatı
kayan' insanlar varsa, işte öyle 'anlamı kayan' sözcükler vardır. Bir sözcük,
seçkinlerin konağında yaşarken, günün birinde dilenci çetelerince kaçırılıp,
eli kesilir, gözü oyulur; sonra da dilendirilebilir. Gözlerini, seçkin konağında
açan bir sözcük, yaşamını Hacı Hüsrev'de ya da Sulukule'de sonlayabilir. Kendi
doğdukları ülkede görklü olmayan sözcükler; yabancı bir ülkeye gittiklerinde,
yıldızlan parlayabilir; yabanellerde en büyük saygıyı görebilirler!
Sözcüklerin
yaşam çizgisinin değişmesinde; güldürücülerin, sövgücülerin azımsanmayacak bir
etkisi vardır. Bunlar kendi amaçlarına uygun özgün sözcükler yaratmak yerine,
analarının dillerinden kimi an sözcükleri aşırır; sonra da bu sözcüklere analarının
.»yüzleri kızarmaksızın kullanamayacakları başka anlamlar yükler; sonunda
analarını artık bu sözcükleri kullanamaz duruma
düşürürler. Onların aşırıp kirlettikleri kimi sözcüklerin yerine, başka an
sözcükler bulma işi, inanın kolay değildir. Bulunan an sözcüğün yeniden
kirletilmesini önleme kaygısı da vardır. İşte bu kaygı, kirletilmiş Türkçe
sözcükler yerine Arapçalarının alınıp konulmasında etkili olmuş olabilir.
Dilimize
sokulan bunca Arapça-Farsça sözcüğün tümü de bu kaygı ile dilimize alınmış
değildir; bunu biliyoruz. Bunun bir çok nedeni var. Ancak, bu nedenlerden biri,
şimdiye dek gizli kalmışsa bunu açığa çıkarmak da görevimizdir.
ARAP DİLİNİ KUTSALLAŞTIRMA ÇABALARI'NIN ARAPÇA FARSÇA
SÖZCÜKLERİN TÜRKÇEYE GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
-
II-
Ayı, yavrusunu severken, vura
vura öldürürmüş! Kimi ulusçuların ulus sevgisi, ayının yavrusunu sevmesine
benzer.
Bağnaz ulusçuluk, ulusların
kimi üyelerinde görülen bir tutarık. (manyaklık)tır. Bu kişiler kendi
uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi
uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek
için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en eski, en
yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi,
Araplar da vardır.
Aşın
Arap
Ulusçuları, Arapça'nın öteki dillerden yüce bir dil olduğunu kanıtlayabilmek
için; "Tanrı’nın kişioğullarına -özellikle!- Arap Dili'yle
seslendiğini" öne sürerler. Bu onların "en sağlam" (?)
gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu Müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır.
Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır. Hepsini değil! Örneğin
Müslüman Türk Bilgin Biruni, Arap Dili'nin, yazısının yüceliğini yadsımıştır.
Ona göre Arap yazısı, Bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir
matematik kesinlikten yoksundur.1 Ben, Biru- ni'nin bu gerekçesini
doğru bulmuyorum. Arap Dili'yle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel
yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli
olan, Biruni'nin sağlam bir Müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap
dilinin, yazısının kutsallığına inanmayışıdır; Arap Dili'nin öteki dillerden
üstün, yüce oluşuna inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.
Gerçek şu ki; "Tanrı'nın
kişioğullarına Arap Dili'yle seslendiği, bu nedenle de Arap Dili'nin kutsal bir
dil olduğu" düşüncesine kapılmak için, Arap Ulusçusu olmak dahi gerekmez.
Bilinç düzeyi yetersiz bütün Müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler.
"Bilinç düzeyi yetersiz Müslüman" nitelemesini özellikle kullanıyorum.
Çünkü, eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları Kutsal-Yazı'da
böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın Kutsal
Bildirgesinde (Kur'an), Tanrı'nın pek çok topluluğa, çeşitli dönemlerde, pek
çok Elçi gönderdiğini; Tanrı'nın bu Elçilere özel bir dille değil, kendi
uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu,
bilirlerdi. TANRI ELÇİSİ (Tanrının Elçisi) Musa, Arapça konuşmuyordu. TANRI
ELÇİSİ Isa, Arapça konuşmuyordu. TANRI ELÇİSİ Yusuf, Arapça konuşmuyordu. TANRI
ELÇİSİ Nuh, Arapça konuşmuyordu. TANRI ELÇİSİ lbrahim, Arapça konuşmuyordu. TANRI
ELÇİSİ Muhammet ise Arapça konuşan ilk, tek Elçi olduğuna göre, öteki Elçilerin
tümünün de dilleri başka başka idi. Tanrı, TANRI ELÇİSİ Muhammed'in dışındaki
bütün Elçilere, onların kendi toplumlarının konuştuğu dillerle bildirimde
bulunduğuna göre; Arap Dili'nin, Arap yazısının, "Tanrı onu diğer
dillerden üstün saydığı için yeğlediği bir dil" olmadığı açıktır.
Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler.2
Ancak, yine de Arap yazısının dilinin kutsal olduğu; kişioğlunun Tanrı'ya
yalnızca bu dille seslenmesi gerektiği; eğer Tanrı'ya Arapça'dan başka bir
dille seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç yapmış sayılacağı düşüncesi
bilgisi yetersiz Müslümanlarda egemendir.
İşte,
Türk Dili'ne Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış
olmuştur: ARAP DİLİNİ KUTSALLAŞTIRMAK!..
Bir
önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile
özel bir önem verdiklerini Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl
geçmesine karşın, (XI. yy.
da
bile) dillerinin katışıksızlığını büyük ölçüde korumuş olduklarını;
benimsedikleri dinin Kutsal Bildirgesini bütünüyle Türkçe'ye çevirdiklerini,
belirtmiştim. Türklerin yabancı dillere karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını
da sergilemiştim. "Sonra ne oldu ki bugün Türklerin dilleri böylesine
yoğun bir biçimde Arapça-Farsça sözcüklerle doldu?" sorusunun
yanıtlarından biri de, Türklere Arapça'nın kutsal bir dil olduğu savının
benimsetilmesidir. Bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk olanların etkisi
büyük olmuştur. Sözgelimi Ünlü Türk Dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap
Dili'nin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.
Ali
Şir Nevai'ye göre:
"Arap
DİLİ, seçkinlik
ve yüksekilik bakımından dillerin en ilerisidir. Bu nokta üzerinde hiç
kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kur'an'ı bu dille
indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile
söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli
düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir."3
Ali Şir
Nevai, Farsça'nın biricik yazı dili olarak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle
Farsça'yı kötüleyip, Türkçe'yi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapça'ya gelince
Farsça'ya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akan
sular durmuştur. Nevai, Arap Dili'nin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak,
Kur'an'ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta
Kur'an ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu kutsal buyruklara da, TANRI
ELÇİSİ Muhammed'e de, o Arap Dili ile sövdüklerini unutuvermiştir.
"Peygamberimizin hadisleri bu dil ile söylemiştir." derken, dinden
dönenlerin de Arapça konuşarak döndüklerini unutuvermiştir. Nevai, bir yandan
Farsça'nın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçe'nin üstünlüğünü savunurken; öte yandan
Arapça'nın Türkçe'den de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir.
Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, "Arapça'nın kötülenmesini,
Farsça'nın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır."4 Arapların öteki
uluslara, Arapça'nın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları
'cahillikle'le, 'kafirlik' ile suçlandıran Ibn Kuteybe'ye karşı çıkan Biruni,
gerçekte Arapların daha "cahil" olup, İslam’a ayak diremede öteki
uluslardan daha "şiddetli" olduklarını Kur'an'dan alıntılarla
kaplamıştır.5 Biru- ni'ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük
taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür...
Gelgelelim,
yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Bir toplumdaki bilgililer
de, bilgisizlerden az oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden
oluşan Türkler, Arap Dili'nin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi zamanla
süreç içerisinde benimsemişlerdir. Bu yanlış düşünce onlara kimi Arap- larca
benimsetildiği gibi Türk olan kimi "aydınlarca" da benimsetil-
miştir. Sonuçta, Türkler, pek çok Arapça sözcüğü.dillerine dolamış, bu
sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. KENDİ
DİLLERİNDE VAR OLAN KİMİ SÖZCÜKLERİ ATIP, YERİNE ARAPÇASI'NI GETİRMİŞLERDİR. Anlamını
bilerek, yüreklerinde duyumsayarak kullandıkları: "Ol Bağırsak
Tangrı'nın Adıyla!.." sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları,
kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna
inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri:
"Bismillahirrahmanirrahiym" sözünü kullanmaya başlamışlardır.
Türkler, kendi dillerince; 'Yaratgan,
türütgen, bağırsak Tangrı" dediklerinde; bu sözler onların
anlaklannda köklü, yaşayan kavramları diriltiyordu. Tagnrı'ıun "Bağırsak"
olduğunu söyleyen Türkler; "Bağırsak" sözüyle, nesneye yaşam veren,
kişioğluna da, yaşayan bütün diri varlıklara da devinme gücü veren, onların
yaşaması için bütün gereksinimlerini sağlayan; tıpkı ana karnındaki bebeğe
yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen,
büyüten, türeten bir Tangrı'yı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine
Arapça: "Rahman, Rahiym Allah" sözlerini geçirince, Türk'ün
imgeleminde bir boşluk oluşuyor, kökü belleğinde bulunmadığı
için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna
güvenerek avunuyordu: Kutsal, ancak yabancı! İmgelemde bir etkisi yok!...
Bir Arap, "RAHİYM ALLAH" dediğinde, bu soyut sözcüklerin somut kökü
onun belleğinde düşsel görüntüler olarak var bulunduğu için anlamı anında
gözünde düşleyebiliyor, gelgelelim, bu soyut Arapça sözlerin Arapça'daki somut
kökleri Türk'ün belleğinde olmadığı için Rahiym Allah sözleri Türk'ün
imgelemini devindirmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, tangrı'nın Arapça
Seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için,'Arapça söylemekle
'Tangrı'ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneftiyor!..
900 yıl önce, Türkler, kendi öz
dillerindeki "İDHİ" sözcüğünü konuşmalarında kullandıklarında;
imgelemlerinde "Eğitici", "Öğretici",
"Bildirici", "Buyurucu" "Doğru Yolu Gösterici",
Ana- Baba'nın kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden
uzaklaştırıp iyiliklere yönelten soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler Türkçe "İDHİ"
sözcüğü yerine Arapça "RAB" demelerinin Tangrı'yı sevindireceğine
kandırıldıktan sonra; "Idhimiz Yarlığı!" diyecekleri yerde;
"Rabbimizin fermanı" demeye başlamış. Ancak, Arapça "RAB",
sözcüğünü kullandığında, Türk'ün düşünde, öz dilindeki "İDHİ" sözcüğünün
çağrıştırdığı anlam yüklü imge, uyanmamıştır. "RAB"
sözcüğünü duyduğunda, Arap'ın imgeleminde oluşan kesin anlam; RAB sözcüğünü
duyunca Türk'ün imgeleminde oluşamıyor! Çünkü Türk'ün dilinden kendi öz
sözcüğü olan "IDHI" koparılıp atılmış, unutturulmuş, yerine Arapça
"RAB" sözcüğü konulmuş; böylece ışıltılı, yaşayan bir Türkçe kavram
atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur.
Sonuçta; Türklerin Tangrı ile ilişkileri, kutsallık uğruna bu- landırılmıştır.
Kişioğlunun
kendisini Tangrı'nın önünde duruyor varsayarak, O'na karşı saygısını
davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapça'da 'Es-Salat',
Farsça'da "Namaz" adı verilir. Bu edime girişen kişinin,
elini-yüzünü-ayaklarını yıkaması giyimini düzeltmesi, kendisine çekidüzen
vermesi gerektiği denli; AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞI DUYACAK, NE DEDİĞİNİ BİLECEK
ÖLÇÜDE AYIK OLMASI da gerekir. Öyle ki, Kur'an'da, içkili (esrik) olanların,
[ne dediklerini bilecek denli] ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir
davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur.7 öyle ise, Türklerin
Tanrı'ya anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bilmeden yakarmaları
Tangrı'ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek...
Bizi
bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dil'dir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden,
kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde
yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun
nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Müslüman olduktan
sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapça'yı, sonra nasıl, ne için
dillerine soktukları sorusuna yanıt
arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından birinin de "ARAPÇANIN KUTSALLIĞINA
İNANDIRILMIŞ OLMASI" olduğunu görüyoruz.
Gerçekten
de bu etken,'Türk Dili'ne Arapça-Farsça sözcükler doluşmasında, öteki
etkenlerden daha çok iş görmüş olmalıdır. Yan etkileri de ötekilerden çok
olmuştur. Yan etkileri derken; "Türklerin düşünsel gelişiminin
kösteklenmesi" gibi, oldukça ölümcül bir etkiden söz ediyorum. Bunu
ilerideki bölümlerde ayrıntısıyla göreceğiz.
Şimdi,
bu "Arap Dili'ni, Arap yazısını kutsallaştırma" edimi; "Türkler
anlamasalar bile, Kutsal-edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü Tagnrı
kendisine Arapça'dan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapça'dan başka
bir dille istenirse, vermiyor!" kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir.
Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi
yakıştırılmıştır. İşte, anlamı: "Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyüten
Allahım! Bu bendekini küçült!" diye verilen Arapça bir yakan,
"SİVİLCE DUASI" adıyla sunulmakta; etkisinin ise bu sözlerin Arapça
söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!...6 Kişioğlunun
yıldığı sayrılıklıklarında, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tanrı'ya
yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tagnrı'ya yalnızca
Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakarırsa,
Tanrı'nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması doğal değildir. Kişioğlunu Tanrı'ya
kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde
niçin bu denli çok Arapça-Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. "BORÇTAN
KURTULMA DUASI", "OKUYAN ZENGİN OLUR, DUASI", "DIŞ AĞRISI
İÇİN DUA", KARINCA - BEREKET DUASI" adlan verilerek Türklere Arapça
söylemeleri koşullamasıyla belletilen bu yakarılar, dindarlara "Eğer
Türkçe söylenirse Tanrı bu yakanları işleme koymaz. Kesin sonuç almak
istiyorsanız, bu "dua"ları Arapça yazın, söyleyin" denilerek
öğütlenmiştir. Oysa, bir Türk, bu yakanları Arapça'yı gereği gibi seslendirerek
yapamaz. Arap Dili'nde öyle sesler vardır ki, -bunlara boğaz sesleri
denir-ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına
yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi
çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça
sözcüğün anlamı da değişir; öyle ki, kimi Arapça sözcüklerde ses başkalaşınca,
anlam sövgüye bile dönüşebilmektedir. İşte: Türkçe'deki SEVMEK ile SÖVMEK
gibi... Arapçada da böylesi yakın sesli, aykırı anlamlı sözcükler vardır. Bir
Arap, Türkçe konuşurken nasıl "SEV" diyeceği yerde, "SÖV diyebilirse;
bunun gibi, bir Türk de: "FAĞFlR LENA" (Bizi yarlığa, koru) diyeceği
yerde, "FAKFIR LENA" (Bizimle ilişkini kes, bize boşver!) diyebilir.
Çünkü, Arapça'da bulunan - G - sesi, özel bir sestir. Türk Dili'nde bu ses
yoktur. Bir Türk, özel bir eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini
birbirine karıştıracaktır.
Görüleceği
üzere, Türk'ün Tagnrı'ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeceği
Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapça'yı tüm
vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın
dayanağı yoktur. Türkçe sözcüklerin Tagnrı'yı ululamakta yetersiz olduğu savı
da çürüktür. Arapça'da "Allahü Ekber!" denildiğinde kullanılan
"Ekber" sözcüğü, Arap ilkokullarında gündelik toplama çıkartma
işlemlerinde de kullanılmakta olup; Arapça'da 4 sayısının 3 sayısından büyük
olduğunu belirtmek için dahi "EKBER" kullanılmaktadır. Oysa bu
Arapça sözün Türkçe karşılığı olarak kullanılan "ULU" sözcüğü, Türkçede
sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılamaz. Işte, biz: "4 sayısı 3
sayısından "ULUDUR" diyemiyoruz, çünkü "ULU" sözcüğü özel
anlamlı (çoğu zaman tinsel) bir büyüklüğü niteler. Arap için, bir yandan:
"4 sayısı 3 sayısından "EKBER"dir; öte yandan: "Allah
'EKBER"'dir! Arapçadaki EKBER sözcüğünün, Arapça'da yalnızca Yaratıcı'nın
büyüklüğünü dile getiren özel bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük
Türklere, sanki Arapça'da yalnızca Yaradan'ın büyüklüğünü dile getirmekte
kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap Dili üzerinde uzmanca bilgisi
bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır.
Duyuru
(Ezan)
Türkçe okunduğu yıllarda; "Allah Ekberdir, siz nasıl Arapça EKBER yerine
Türkçe ULU diyebilirsiniz? ULU sözcüğü küçültücüdür," diye karşı
konmuştur! Oysa, Türkçe "ULU" sözcüğü, Arapça "EKBER"
sözcüğünden küçültücü değildir. Tersine, yücelticidir.
İşte
böyle böyle, Türk Dili'ne Arapça sözcükler doldurulmuştur. Türkçe'ye
sokuşturulan Arapça sözcükler, Arap Dili'nde taşıdıkları anlamlan da
değiştirerek Türkçe'ye sokulmuştur. Türk Dili'ne sokulan o Arapça sözcüklere
de, kullanımdan uzaklaştırılıp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık
edilmiştir.
Türk
analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler durup
dururken Türklerin dillerine girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce,
kimi Arap, kimi Türk olan kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden
bir engel koydular.
Türklerin
Tanrı'ya Türkçe seslenmesinin Tanrı'yı kızdıracağını .Söyleyerek, Türkleri bu
yalana inandırdılar. Türkler, Tanrı'nın yalnızca
Arapça seslenişlere ilgi gösterdiğine, kandırıldılar. Tanrı'nın yalnızca
Arapça dilekçeleri, Arapça yakanları işleme koyduğunu söyleyen bu 'tilkiler'e
inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süre ağızlarını Arapça sözcüklerle
açtıklarında düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren
"kargalar" konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelemleri
bulandırılmış, anlama anlatına yetileri devingenliğini, diriliğini,
türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.
O
'tilkiler'in torunları, şimdi de iş başında.
O
'kargalar'ın torunları şimdi de kandırılmakta...
Dilimizdeki
Arapça-Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte bu delikten dilimize girmiş
bulunuyor.
BİLGİÇLİK,
SEÇKİNLİK-ÜSTÜNLÜK TASIAMA'NIN ARAPÇA - FARSÇA SÖZCÜKLERİN TÜRK DİLİ'NE
GİRMESİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE
-
III -
Kişioğlu,
genellikle kendini başkalarından üstün tutmak ister. Kişiler arasında açık ya
da üstü örtük, bir üstünlük yarışı vardır. Başkalarınca beğenilmek için
bezenirler. Bu itki, kişioğlunun yaşamını kolaylaştıran pek çok yan ürün de
vermiştir. Uluslara- rasında, uzaya egemen olma yarışı olmasaydı, yaşamı
kolaylaştırıcı pek çok nesne, bugün üretilmiş, kullanımımıza sunulmuş olmayacaktı.
Üstünlük yarışıyla gerçekten yararlı nesneler üretildiği gibi; [-yararlı
nesneler üretmenin tek nedeni bu değil; bunu biliyoruz-] elinden yararlı işler
yapmak gelmeyen kişioğulları da, göstermelik, yanıltıcı bir üstünlük;
"yalancı-üstünlük" sağlama çabasındadırlar. Gerçekte "sıradan"
olanların, kendilerini başkalarına "üstün" imiş gibi benimsetmeleri;
yapmacık-bilgin, yapmacık-değer, yapmacık- üstünlük olgularını doğurmuştur.
Türklere
Arapça'nın tüm dillerden "üstün bir dil", Arap yazısının da tüm
yazılardan "üstün, kutsal bir yazı" olduğu yanlışı, doğru imiş gibi
benimsetildikten sonra; kendilerini ortalama Türklerden üstün göstermek isteyen
kimi Türklerden, Arap dilini ilkokul düzeyinde bile bilmeyenler, şuradan
buradan dillerine doladıkları bir kaç Arapça sözcüğü konuşmalarının arasına
sıkıştırarak; bilgiçlik-üstünlük-seçkinlik taslamışlardır. Agah Sırrı Levend:
"Anadilini
küçümseme, şairlerden ve bilginlerden küçük yazıcılara değin yayılmıştır.
Kışlalar ve okullar gibi resmi kurum- larda iaşe defterleriyle gWılük erzak
listelerinde; "Ekmek, et, un, pirinç, dan, odun" gibi maddeler:
"man-ı aziz, guşt, dakik, erz, er- zen, hatab" gibi (Arapça-Farsça)
kelimelerle karşılanmıştır. Bilgiç görünmek merakı, yazıcıyı da halktan ve halk
dilinden ayırmıştır. Eskilerin "tasalluf' kelimesiyle belirttikleri Bilgiç
görünme merakı, bilginden yarı-aydına geçince, konuşma dili klişe haline gelmiş
birçok kelimeler, tamlamalar, bileşik isimler ve sıfatlarla dolmuş, söz
arasında bunları kullanmak moda haline gelmiştir." diyerek, bu durumu
özetler.
Kişilerinin
ezici çoğunluğu Müslümanlığı benimsemiş olan bir toplumda, Arapça bilmek,
doğaldır ki çok önemlidir. öteki yabancı 'dillerden önce Arapça'yı bilmek
gerekebilir. Ancak, bu dili bilmek, bu dili bilmeyen Türk çoğunluğa, bu dille
yazılmış dinsel yazılarda nelerin söylendiğini en doğru biçimde Türkçe olarak
bildirmek için gereklidir; yoksa, bu dili bilmeyenlere gösteriş yapmak için, bu
dili bilmeyenlere bu dille seslenmek için değil! Aşağıdaki duyuru, 3.2.1991'de Zaman Gazetesinde yayımlanmıştır.
Bu duyuruda, üyelerinin yüzde doksanının Arapça bilmediği bir topluma, yüzde
yetmiş beşi Arapça sözcüklerle seslenen şöyle bir yazı ile karşılaşıyoruz:
SALİH EFENDİ HAZRETLERİ DE UFUL ETTİ
Salih Efendi öyle güzellikler ma 'kesi bir vücud-u nurani idiy ki; vtcdan-ı pak'i her an hamiyet, sadtıkat, vefa, mürüvvet ve celâletle bir nabız gibi atar; dimağ-ı tdrâkı envâr-ı hikmet, esrâr-ı hakikat ve ezhâr-ı fikirle zonklar ve irfan ufkunda her lahza marifet şafakları birbirini takip ederdi.
[ 3.2.91 Zaman Gazetesi. (% 76 Arapça, % 24
Türkçe) Bu M. Fethullah Gülen adlı kişi, bir süre önce, Türkçe GÜLEN soyadını,
Arapçaya çevirip DAHHAK olarak da kullanmış olabilir. Çünkü "lslamcı"
Sızıntı dergisinin takma adlı bir yazarının adı, M. Fethullah DAHHAK idi.
Arapça DAHHAK'ın Türkçe anlamı ise GÜLEN'dir. M. Fethullah DAH^HAK'ın soyadı
Türkçe'ye çevrilince M. Fethullah GÜLEN oluyor. ]
Böyle bir duyuru, kişiye ister istemez şu soruyu sorduruyor: Eğer Tanrı, son Elçisini Araplar'dan değil de Ingilizler'den seçseydi; son Kutsal Bildirge Arapça değil de İngilizce olsaydı, ne olacaktı?.. Bu sorunun yanıtı bellidir. Böyle olsaydı, Türk din adamları birer "İngilizce uzmanı" imiş gibi görünecekler, İngiliz Dilini yeryüzünün en üstün dili olarak yüceltecekler, böylesi duyurularını da şöyle yapacaklardı:
Evet,
gerçekten de Tanrı, son Elçisini Ingilizlerden seçip, son bildirgesini
Ingilizce yapsaydı; Türklerin bu kez de Ingilizce'yi kutsallaştırmaları, Türk
dincilerinin de kendilerini din bilgini olarak yutturma çabasıyla, yazılarını
sözlerini bol bol Ingilizce sözcüklerle doldurmaları söz konusu olacaktı. Şimdi
karşılaştığımız pek çok ad, böylesi bir durumda Ingiilzce'den devşirme
olacaktı. Fethullah yerine OPINOVGAD, Nureddin yerine LAYTOYRILICIN, Carullah
yerine NEYBUROVGAD, Necmeddin yerine STAROVRILlCIN gibi adlar verilecekti Türk
çocuklarına...
Bir
başka olasılık da, Türklerin başlangıçtaki tutumlarını sürdürerek, dillerini
korumuş olmaları, ancak yine Müslüman olmalarıdır. Eğer durum böyle
olmuş olsaydı, o duyuru da bugün şöyle olurdu:
SAYGIDEĞER
SALİH BEYDE
SÖNÜMLENİP
GİTTİ...
Salih
Bey güzellikler yansıtan öyle bir ışıltılı bir varlık idi ki; onun arınmış özü,
her an koruyuculuk, doğruculuk, bağlılık, erdemlilik, ululukla bir damar gibi
atar; onun kavrama yetisi, yönverici ışıltılarla, gerçeğin gizleriyle, düşünsel
parıltılarla zonklar; anlama yetisi çevreninde, her an, bilgi-bulgu
aydınlıkları birbirini izlerdi. ŞimdİYaradan'ın Gücü'nün bu seçkin yapıtı, bu
salt ışınsal yaratı, bizleri yeri doldurulamaz giderilemez gibi görünen yoğun
bir acıyla, üzüntü içinde bırakıp, şu güçlükler sıkıntılar yurdundan, Tanrı'nın
koruyuculuğunun apaçık görülür olduğu, tinlerin (ruhların) uçuştuğu alana göç
edip gitti. Uzun uzadıya yazmaya içimdeki üzüntü elvermiyor. Tanrı ’nın koruyuculuğuyla
muştulanmış (müjdelenmiş) olan bu ölünün yüce adını, olgun, eksiksiz bir
saygıyla, ululayarak anar; saygıdeğer özlerini koruyarak anımsar, anımsatır;
çocuklarına, sevdiklerine, yakınlarına, başsağlığı dileklerimi sunarım.
Şimdi
okuyucu, bu duyurunun Zaman Gazetesi'nde yayımlanmış olan yoğun Arapça
doldurulmuş özgün metnini yeniden okusun; dönsün o yazının şu Türkçe
çevirisini yeniden bir okusun, ikisini karşılaştırıp hangisini anladığını
düşünsün isterim... Türkler, Müslüman olduktan sonra kendi dillerini bugüne dek
korumuş, işlemiş, geliştirmiş olsalardı, kanımca çok iyi ederlerdi. Böyle
olabilseydi, bir yandan Türklerle Tanrı'nın öte yandan Türklerle Türkler'in
arasına bir dil engeli sokulmamış olurdu. Din değiştirmenin, dil değiştirmeyi
zorunlu kılmadığı kanısındayım...
Sözcükler,
kişiler arasında duygu, düşünce alışverişi için vardır. Sözcükler bunu sağlamak
amacıyla kullanılmıyorsa; amacı anlaşmak, anlatmak olmayan bir sözcük
kullanımının amacı ne ola ki, diye sorarız. "Salih Efendi Hazretleri de
uful etti" diye başlayan duyurunun amacı, okuyanlara duygu, düşünce aktaımak
mıdır? 1991 yılında, 60 milyon Türk'ün yaşadığı Türkiye'de yaklaşık 59 milyon
800 bin kişinin anlayamacağı ölçüde ağır bir Arapça ile bütün Türklere
seslenmenin amacı; anlatmak, anlaşılmak olmasa gerekir! Böylesi duyurular,
seçkinlik, üstünlük, bilgiçlik taslamanın yanı sıra. Müslüman yurtdaşlarımızı,
"Arapça sözcükler kullanarak konuşmanın, bir müslümanı yücelteceğine"
de özendirmektedir. Oysa Kur'an'da: Jöyioğullannın dillerinin, renklerinin
başka başka olmasının TANRl'NIN İŞLERİNDEN olduğu; kişioğullarının birbirleri-
rte üstünlüğünün, dillerine, renklerine bağlı olmadığı..." açık seçik
bildirilmiştir. (Bkz: Rum Suresi, 22. ayeti.)
öyle ise, Arap Dili'ni öteki dillerden üstün sayan kimi Türk din
adamları, Kur'an'ın bu bildirimini çiğniyorlar demektir.
Burada
bir 'işte' olarak verdiğimiz duyuru, türünün tek örneği değildir. Böylesi pek
çok örnek vardır. Bu duyuruyu yayımlayan din adamına özel bir olgu sanılmasın. Ayrıca,
bunu da şuracıkta belirtmeliyim ki, o ağır Arapça yüklenmiş duyuruyu bugünkü Türkçe'ye
çevirdiğimde ortaya çıkan anlam, beni çok etkilemiştir. Ne olurdu bu duyuru
böylesi bir Türkçe ile yayımlansaydı, diye üzüldüm. Çünkü, ortaya gerçekten
ince bir duygu, gerçekten güzel bir anlam çıktı. Ben bu duyuruyu günümüz
Türkçe'sine çevirmekle, onu çok sayıda Türk'ün anlamasını sağladığım
düşüncesindeyim. Yalnızca yanlış yapan kişileri değil, yanlışın kendisini
eleştiri konusu ettik. Böylece, 'BİLGİÇLİK TASIAMA ÇABALARl’nın da Türkçe'ye
Arapça-Farsça sözcükler doluşmasında küçümsenmeyecek bir etkisi bulunduğunu
gösterebildik...
Toplumumuza genellikle dinbilgiçlerince
benimsetilen Arapça- Farsça sözcükler kullanarak konuşma özentisi, geçmişte çok daha gülünesi olgular da
yaşatmış. Şemsettin Sami'nin sözlüğünde BALYEMEZ sözcüğü üstüne yapılan açıklama,
bunlardan biridir. Osmanlı Döneminde, Italya'dan BALLIEMEZ adıyla damgalı
(Murat Bardakçı'nın açıklamasında: BALLO MESSO) savaş topları getirtilmiş.
İtalyanca BALLIEMEZ sözcüğü, Türk ağzında, söylene söylene BALYEMEZ olmuş. Oysa
İtalyanca BALLIEMEZ sözcüğünün Türkçe "Bal" ile, "Yemek"
ile bir ilgisi yok, yalnızca İtalyanca bir ad. Balyemez anlamına da gelmiyor.
İtalyanların BALLİEMEZ'i Türkler arasında BALYEMEZ TOPU diye ünlenince, bir
bilgiç yazıcı, bu topa Türk Dili'nden bir ad verildiğini sanarak, Türkçe
sözcükleri de aşağılık sayıp, Türkçeyi böylesi bilimsel ürünleri adlandırmaya
yakıştıramadığından, Türkçe "Balyemez" sözcüğünü yansı Arapça yarısı
Farsça'ya çevirerek "Asal (Bal) -nemi-hored" (yemez) yapmıştır. Bu
yazıcı, o topları, o günden sonra "Balyemez" sözcüğünü yarısı Arapça
yarısı Farsça olan "ASALNEMIHORED TOPLARI" diye adlandırmış,
sayımlarda o topları bu ad altında yazmıştır. Bu
durum, geçmişte Arapça-Farsça'nın üstünlüğüne inanan Türklerin kendi dillerini
ne denli aşağıladıklarının çarpıcı bir örneği olarak anımsanabilir. Arapça'yı,
Farsça'yı tüm dillerden yüce sayan dinbilgiçleri, yaydıkları bu yanlış
anlayışın bu gibi utanılası gülünesi sonuçlarını gördüklerinde, biraz yüzleri
varsa, kızarabilir...
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar