Print Friendly and PDF

SIKINTILI BİR HAYAT- KİTAB'ÜL İBRİZ

Bunlarada Bakarsınız




Şeyhime (Allah kendisinden razı olsun) aşağıdaki âyetten sordum:
 “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim başlar ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz” (Tâ-Hâ, 124)
— Efendim, dedim. (Dar bir geçim diye tercüme ettiği­miz) Maişet-i Denk nedir? Çünkü bunu bir geçim sıkıntısı şek­linde tefsir edenler, konuyu büsbütün çıkmaza sokmuş ve müşkilleştirmiş olurlar. Çünkü inkârcılar arasında bir nice zengin­ler bulunuyordur. Hiç şüphe yok ki bu kefere ve benzerlerinin geçimleri dar değil oldukça geniştir. Âyet-i kerîmede ise Al­lah'ın zikrinden yüz çeviren herkesin sıkıntılı bir hayata uğra­ması gerekiyor, buyuruluyor. Ne buyurursunuz?
Şeyhim (Allah razı olsun) şu cevabı verdi:
— Âhirette zatların uğrayacağı şeyler şu dünyada iken akıl­larına gelir. Cenâb-ı Hak kâfirlerin ebediyen Cehennemde ka­lacaklarına hükmetmiştir. Bu bakımdan hiçbir an ve daki­ka geçmez ki kâfirin gönlüne üzüntü ve sıkıntı veren bir ves­vese gelmesin. Çünkü hatıra gelen vesveseler onun üzerinde­ki üzüntüyü harekete geçirmekte ve durumunu bulandırmak­tadır. Bunun en azı, «Sen doğru bir din üzere değilsin..» veya «Belki de sen yanlış bir yol tutmuşsun, doğru olmayan bir di­ne bağlanmışsın» şeklinde hatırından geçmesidir. İşte bu öyle bir haldir ki Cenâb-ı Hak kâfirlerin kalbine atar ve yaşayışlarını böyle gam ve kedere sokup sıkıntılı bir hayat yaşatır, isterse onlar zengin olsunlar veya saraylarda oturan hükümdarlar olarak bulunsunlar, fark etmez. Sıkıntı sürüp gider. O halde dar bir geçim veya hayat elde değil kalptedir. Çünkü elinde dünyalıktan çok şey bulunan kimse bununla beraber adım adım Allah'ın gazabına doğru yaklaştığını biliyorsa, işte onun hayatı sıkıntılıdır..
Şeyhimin bu cevabı son derece güzeldir. Kaadı Beyzavî Dayk-i Maişet terkibinin tefsirini yaparken şöyle demiştir :
«Bunun sebebi şudur: İnkârcının bütün üzüntüsü ve ta­hassürü, helak olup şu dünyadan ayrılma kaygusudur. Korku­su ise elindeki dünyalığın azalması veya yok olmasıdır. Mü'min böyle değildir, âhirete istekli olan mü'min, kâfirin aksine bir imân ve düşünce içindedir.
Evet, bu konuda fukahadan bir kısmı bana naklettiler ki:
«Bizler yedi yıl kâfirlerin esareti altında kaldık. Bu süre içinde devamlı bizimle açık oturumlar, münazaralar tertiplediler, sür­tüşme ve tartışmamız devam etti. Sık sık onları denedik, birçok zamanlar kendilerine müracaatta bulunduk, sonunda öğ­rendik ki, kâfirlerin çoğu şüphe içinde bulunuyorlar, bu da kalblerinde bir hastalık halinde sürüp gidiyor, tıpkı uyuz kim­se gibi, kendisini kaşıyacak adam arıyor.
İslâm talebesinden birini duydukları zaman hemen ona koşarlar da kendisinden bir şeyler sorarlar; karşılıklı görüşme­ler ve konuşmalar başlar. Onun tuzağına düşmemek için de başka çare kalmayınca sözü keserler de artık bir kelime fazla konuşmazlar. İşte bu, kâfirlerden orta tabakanın durumudur. Onların ileri gelenleri, söz sahiplerine gelince, uzun müd­det onları denemem ve birçok tartışmalara, karşılıklı konuş­malara kapı açmam gösterdi ki kâfirlerin ileri gelenleri kesin­likle sapıklık ve bâtıl üzere olduklarım biliyorlar. Allah ise kendi söz ve hükmünde yegâne gaalib olandır.
Onlarla sürekli münazaralarımızda bir gün dediler ki, «bi­zim falan yerde derya gibi bir ilim adamımız var, önceki kitap­ları bilir.»
Bunun üzerine o ilim adamına gittim, cidden sahili olma­yan bir deniz olarak kendisini buldum. Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'm naslarını hemen getirebiliyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin birçok hadîslerini biliyor. Ünlü şâir İmrü'l-Kays'-in şiirleriyle hayli meşgul olmuş. Kendisine dedim ki:
— Size en büyük üzüntümü ve beni uykusuz bırakan en büyük derdimi sormak için geldim.
— O üzüntü ve derdiniz nedir? Diye sorduğunda, cevap verdim :
— Ben İslâm ülkesinde bulunduğum sürece İslâm dininin hak olduğunu duyardım. Hıristiyanlığın da bâtıl bir din oldu­ğunu hep işitirdim. Ama sizin ülkenize geldiğimde durumum, aksine döndü. Burada ise Hıristiyanlar kendi dinlerinin hak, İslâmiyetin bâtıl olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden içimde bir şüphe doğdu. Bunu gidermek için Hıristiyanların en büyük ilim adamını sorup öğrenmek istedim, sizden söz ettiler, yâni sizi salık verdiler. Hiç kimse sizin büyüklüğünüz hakkında ak­si bir düşünce izhar etmedi. Allah ise câhil kimseye âlimden sormayı farz kılmıştır. Bu sebeple ben de sizden soruyorum, si­ze göre hak olan hangisidir?
Bu konuda beni aydınlatırsanız, sözünüzü alır ve onu kı­yamet günü kendimi müdafaada delil olarak gösteririm. Rabbimle benim aramdaki hususta onu bir belge ve hüccet olarak kullanırım. Çünkü ben câhilim, siz ise ilim sahibisiniz. Allah da câhil kimseye, âlimden sormayı ve âlimin de hak olanı ce­vap olarak söylemesini farz kılmıştır. Ayrıca o âlimin sadece câhilin sorusunu cevaplandırmakla kalmayıp bir de Allah için ona nasihatçı olması gerekmektedir.
Bunun üzerine o büyük ve ünlü Hıristiyan âlimi alnını aya­sına dayayarak uzun bir müddet hiç konuşmadan düşündü. Mecliste Hıristiyanlardan bir cemaat de bulunuyordu. Alim bir müddet sonra başını kaldırdı ve kulağıma eğilerek :
Din, İslâm dinidir, hak olan ancak odur. Allah ondan başkasını asla kabul etmez. Sen şimdi kalk bu meclisten ayrıl, etrafımızdaki Hristiyanlar bunu duymadan buradan sıvış., dedi.
Sonra bu zat diğer Hıristiyan din adamlarıyla yapmış ol­duğu münazaraları anlattı ki onları, konumuzun dışına çıkma­mak için nakletmiyorum. Biz sadece, Şeyhimizin bu konuda buyurduğunu kuvvetlendirmek için bunları birer misal olarak getirdik.
Nitekim ben de bir ara Yahudi ilim adamlarıyla ve hahamlarıyla görüşme imkânını elde ettim. Onların görüş ve iddiala­rını çürütmek için hayli deliller getirdim ve sonunda gördüm ki, onlardan bir kısmı bâtıl bir dine bağlı olduklarını kesinlik­le anladılar, ne var ki inadları ve kendi milletlerine karşı rüs-vay olmamaları için bâtılı bırakmadılar.
Bizim bu münazaramız çok uzun sürmüştü, İslâm fukaha ve kurrâ'ından bir cemaat, Yahudilerden de bir cemaat hazır bulunmuşlardı. Buna benzer bir karşılaşmam da Hıris­tiyan din adamlarıyla geçti, fakat onların yanında bir şey bu­lamadım.. Evet, bu konuda birçok hikâye ve kıssalar vardır. Onları okumak isteyenler Tuhfetu’l-Edîb Fi'r-Reddi Alâ Ehli's-Salîb adlı Abdullah Meyverkî'nin kitabına müracaat etsinler. Bu adam, önceleri Hıristiyan din adamlarından ve aynı zaman­da ilim sahibi bulunuyordu. Sonra müslüman oldu. Bu konuda ayrıca Abdülhakk el-İslâmî'nin de eserini tav­siye ederim. Bu zat ise önceleri Yahudi hahamlarından biri idi, sonra müslüman oldu. Ayrıca yine bu konuda Kurtubalı Ebûlabbas'ın Fi'r-Reddi Alâ'n-Nasara adlı kitabını da hatırlatmak isterim. Bu kitapta çok ilgi çekici şeyler vardır ve hacmi de yirmi formayı bulmak­tadır. Bu kitabı mütalâa eden kimse Kitab ehli olan Yahudi­lerle Hıristiyanları dikkatle izleyecek olursa, kalblerinde şüp­he hastalığı bulunduğunu ve onların kesinlikle sapıklık üzere olduklarını anlar.
Şeyhimizin vermiş olduğu güzel cevabından dolayı Cenâb-ı Hak kendilerinden razı olsun ve bizi onunla menfaatlandırsın!. (c.I, s.477-480)

Kaynakça
Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. - İstanbul : Demir Yayınları, 1979. - Cilt I-II.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar