MİFTAH-U MÜŞKİLÂT’İL-ÂRİFÎN…ÂDÂB-U TARÎKİ’L-VÂSILÎN
SÂDIKLARIN
MÜŞKÜLLERİNİN ANAHTARI
MÜELLİF: SELÎM
DÎVÂNE
SADELEŞTİREN: AHMED
SÂDIK YİVLİK
Manâ yönünden çok
kıymetli öğütler ihtiva eden seyr ü sülûk da karşılaşılan
güçlüklerin halli için bu
risaleyi yazarak hizmet eden Merhum ŞEYH SELİM DİVÂNE
hazretlerinden ve
sadeleştirerek kendisi faydalandığı gibi bizlerin de faydalanması
için gayret gösteren
Ahmed Sadık YİVLİK’den de ALLAH razı olsun. Onların
hocalarına, onlara, bu
sahada hizmet edenlere, okurlarımıza ve okurlarımızdan
ahrete intikâl edenlere
indinden rahmet eylesin.
Nâşir: Remzi
GÖKNAR
Sürub ismin dilde tekrar eylerim
Varlığım seninle ben var eylerim
Koma beni etmem derd ile âh
Yakarım dünyayı hep nâr eylerim
Aşk-ı pâkin boynuma zencirini
Takmışım Mansûr olup dâr eylerim
En'el Hakkı mahvedüb sende şehhâ
Hüvel Hak zikrini herbâr eylerim
Beni sende seni Hak'da mahvedüp
Hakkı sende seyyidim var eylerim
Cemâlinden
okuyub âyetlerini
Şerh
edüb lezzâtı tekrar eylerim
Vech-i
pâkin ismidir ümmülkitâb
Bu
SELİM ânı ezkâr eylerim.
ŞEYH' SELİM DİVÂNE
Miftâh-ı
Müşkülât-ıs Sâdıkin ve Adâb-ü Tarik-ül Vasilin" adındaki bu kitabın
matbuuna rastlayamadım. Mevcudun hepsi yazma istinsâhdır.
Bu eserin
müellifi, Hazreti SELİM kendisini divanelikle vasıflandırarak gizlediği için
dervişhân arasında adeta kitabın ismi zikredilmez de sadece SELİM DİVANE diye
anılır olmuştur..
Bendeniz de,
bir nüsha istinsah ederek mükerrer defalar okudum...
Ve..
Okudukça...
neş'em arttı..
Düşünüş ve
âlemi görüşüm değişti..
Arzu ettim
ki, bütün müslüman kardeşlerim de bu zevkden nasipdâr olsunlar.
Fakat ifade
tarzı oldukça eskiye ait olup anlaşılması müşkül olacağından sadeleştirmeyi
uzun zaman düşündümse de... bir türlü cesaret edemedim.
Lâkin
istifade edecekler mahdut kalacağı için de üzülüyordum.
Nihayet,
karınca kaderince muktezasınca hizmet hizmettir diyerek inâyet-i ilâhiyyeye
sığınarak teşebbüse geçtim ve kudretim nisbetinde esasa ve manaya bağlı kalarak
sadeleştirip kardeşlerimin istifadelerine sundum.
İstifade
edenlerin dualarını beklerim. İstemeyerek düştüğüm hatalarımdan dolayı da
atlarına sığınırım.
Rabbım bütün
kardeşlerimin neş'e ve neşvelerini ziyâde etsin. ÂMİN.
AHMED SÂDIK YİVLİK
Sadeleştirme Tarihi, 1995
MÜELLİFİN
KISA HAL TERCÜMESİ
SELİM BABA âşıklardan bir zât olup Kırımlıdır.
İstanbul'da tahsilini ikmal ettikten sonra, kadılık mesleğine
başlamışlardır.
Bosna
niyâtebinde iken mesleğini terk edip evvela ŞEYH MEHMED Efendi isminde bir
zâtdan, sonra Kadiriye şeyhlerinden Kesriye'li Şeyh Hüseyin Efendi'den feyz
almışlardır.
Vefatları
Hicri; 1170 küsur tarih/erindedir.
Kabr-i
âlileri Selanik vilâyetinin 145 kilometre kuzeybatısında Köprülü'dedir.
Bazı
ilâhileri hâvi olan "Burhân-ül Arifin" ismindeki meşhur risaleleri
ile ayrıca divânçeleri ve "Miftah-ı Müşkülât-ıs Sadıkin ve Adâb-ül
Tarik-ül Vasilin" isminde ârifân eserleri vardır ki, bunlar henüz
basılmamıştır.
Bu eserde;
-
Evliyaullahın âdâbının ne olduğu.
-
Evliyâullahın itikadının ne olduğu.
-
Sülûkunun (gittiği yolun) nasıl olduğu.
-
Tevhid görüşünün nasıl olduğu.
-
HAK ile oluşunun nasıl olduğu.
-
Halk ile muamelesinin nasıl olduğu.
- Ubûdiyet
ve ulûhiyeti kendi vücûdunda bulup birbirine perde yapmamanın nasıl olduğu.
-
Arif-i Billâh için HAK’ın sıfatının ne
olduğu. halk ve sıfatının ne olduğu.
-
Bunların ve halk sıfatlarının farkının
neden ibaret olduğu.
-
Ezel de nasıl ise öyle olur. sözünün neyi
ifade ettiği.
-
İbâdet ve mücahedenin faydasının ne
olduğu.
-
Peygamberlerin niçin gönderildiği.
- Hidâyetin
niçin emredildiği.
- Dalâletin
niçin nehyedildiği.
Konularında
bilgiler verilmiştir.
SADIKLARIN MÜŞKÜLLERİNİN ANAHTARI
Elhamdülillahi
rabbilâlemîn vessalâtü vesselâmü alâ resulinâ Muhammedin ve alihi ve sahbihi
ecmaîn.
Bu kitap
sadıkların ve müşkülâtlarının ve vuslat yolu âdabının anahtarıdır.
«Allah-ü
Teâlâ zahirde ve bâtında hak olanı söyler ve halkı doğru yola hidâyet eder» (Ahzab suresi / 5)
Bu âciz ve
zaîf ve miskin, meczup Şeyh Selim Divâne arzu ettim ki bir kitapçık yazayım ve bu
kitapta aşağıda ki hususları izah edeyim...
Evliyâullah'ın
âdabı, itikadı, sülûkî, tevhîd ve Hak ile oluşu ve halk ile muameleleri
nasıldır..?
Ubudiyet ve
ulûhiyeti kendi vücûdunda bulup birbirlerine perde etmemek nasıldır..?
Halk olarak
zuhur eden Hak ise halk nerede ve hangisidir..?
Ve... Arif-i
Billâh dediğimiz yani ALLAH'ı bilenler halkın sıfatı ile Hakk'ın sıfatını fark
ettiklerine göre, halkın sıfatı ne demek, Hakk'ın sıfatı ne demektir..?
Ve... Bazı
kimseler, "Herşey ezelde nasıl ise öyle olur, ibâdet ve mücahedenin
faydası yoktur.." derler.. Öyle ise Peygamberler ve mürşidler niçin
gönderilmiştir, bu ne demektir..?
Hidâyet ve
dalâlet hakikâtte Hakk'ın vücûdundan sâdır oluyorsa, niçin Hak Teâlâ delâleti
yasaklayıp hidâyeti emretmiştir..?
İşte bunların
hepsinin cevabı bir bir yazılmıştır.
Malum ola ki;
1-
Bir tarikate girip mürşide teslim olmaktan
maksad; evliyâullahın âdabı ile edeblenip, onun ahlâkı ile ahlâklanmak ve kötü
huyları terkedip hayvan sıfatlarından kurtulmak, iyi huylar ile huylanmak ve
irfan ile mâ'rifetullah'a vasıl olup dünya ve âhiret cehennemi azabından
kurtulmaktır.
2-
Evliyâullah'ın âdabı ise şu on sıfat ile sıfatlanmak ve
hallenmektir:
a)
Hakk'ın emir ve yasaklarını uygulamakta
samimi ve sadık ol!.. Yani, Tevhid-i bâride (Hakk’ın birliği yani TEK’liği
hususunda) yanlış itikad ve inançtan ciddiyetle sakın!..
b)
Halk ile olan işlerin ve muamelelerin
iyilik ve insafla olsun.
c)
Nefsin arzularına uyma, ona daima muhalif
ol ve onu mahveyle.
d)
Senden gerek yaşca ve gerekse ilim
itibariyle yüksek olanların hizmetinde bulun.
e)
Emrinde ve elinin altında olanlara şefkat
ve merhametle muamele et.
f)
Dostlarına daima nasihat et, çünkü Hadis-i
Şerif’de;
- «İnsanın
hayırlısı insanlara faydalı olandır.» buyuruldu.
g)
Düşmanlarına daima mülâyemetle ve
yumuşaklıkla mukabele et.
h)
İlim sahibi kimselere karşı daima mütevazi
ol.
i)
Dervişlere sehâvet et, ikramda bulun,
cömert ol.
j)
Cahillee karşı daima sükût ve yumuşaklıkla
muamele et.
İşte...
Bilesin ki!..
ALLAH
evliyalarının huy ve ahlâkı bunlardır.
Her kim bu
huy ve ahlâklarla ahlâklanırsa, Dünya ve Âhirette saadete nali olur, Dünyası
mamur olur ve kendi ahbap ve dostları da safa ve neş'ede olurlar.
Aleme
rahmet ve rahat böyle kimselerin yüzünden olur.
İşte böyle
bir Hak âşığı, en öfkeli ve hiddetli zamanlarında bile, af ile., hatta kötülük
yapana, iyilik yapmak suretiyle yani herkese daima insaf ve merhametle muamele
eder. Fakat kendisi kimseden insaf ve merhamet beklemez. Gerekenlere her türlü
iyiliği yapar, fakat kendini bu iyiliği hiç yapmamış gibi görür.
Evet canım
kardeşim!..
Bunları
anladın İnşallah!.
Öyle ise
şimdi de...
- Ehlullah
yani evlîya kime derler..? onu izah edelim:
Hiçbir âşık
tasavvuf ilmi bilmedikçe ehlûlal yani evliyâ olamaz. Öyle ise Ehlullah demek Ehl-i
Tasavvuf demektir.
Bir kimse
ehl-i tasavvuf ile oturursa Allah-ü Teâlâ ile oturmak gibidir...
Nitekim Peygamberimiz
Sallâllahü Teâlâ ve Selem Hazretleri;
- “Bir kimse Allah-ü Teâlâ ile oturmak isterse
ehl-i tasavvuf ile otursun..” buyurmuşlardır.
İşte bu
Hadis-i Şerifden anlaşılıyor ki, ehlullah ve ehl-i tasavvuf imiş.
Öyle ise.
Onu da
bilelim ki, dalâlet ve ilhâddan halâs olalım.
Yanlış itikad
sahibi olmayalım.
T asavvuf;
zâhir
ve bâtın itibariyle ehlullahın ebedi ile edeplenmektir.
Ancak böyle
bir edep sahibi olan kimseye derviş, ehl-i tasavvuf ve ehlullah demek lâyık
olur. Zira böyle bir kimse zâhir ve bâtın edebi ile edeplenmiştir.
Zahir
edebi: Abdest, namaz ,oruç gibi.. Allah-ü Teâlâ'nın emirlerini tutup
yasaklarından kaçmak, helâli helâl, haramı haram bilmektir.
Bâtın
edebi:; Yaramaz huylardan, ve hayvan sıfatlarından kurtulup iyi huy
ile huylanıp, elinden, dilinden kimsenin incinmeyip rahatsız olmaması, gönlünü
gıll-u gışdan yani kötü ve insafsız düşünce ve niyetlerden pâk edip, daima
Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda onu görüyor gibi güzelliğine hayran olmaktır.
Bilesin ki!.
Zahir edebi,
yani Şeriat edebi ile edeplenmeyip daima gaflette olan kimse ise, şeriatı belki
bir takım yalan sözleri süslü göstermek ve bir tuzak olarak bilir.
Ve...
Bâtın edebi
ile de edeplenmeyip halka karşı daima garaz, hased, kibir ve kin hissedip,
gönlünü fasid fikirlerden kurtaramayanlar derviş değildir... Belki de, bütün
Peygamberlerin ve evliyaların düşmanlarıdır. Zira...
- Erenlere
taş atan bizden, attıran bizden değildir...
Demişlerdir.
Öyle ise, derviş
olana zahir ve bâtın edebi ile edeplenmek lâzımdır.
Eğer bâtını
yapıp, zahiri yapmazsa... Tek kanatlı kuşa benzer ki... Tek kanat ile kuş
uçamaz.
Ve..
Bir de... Vücûd iki şeyden meydana gelmiştir...
Ki... Bunlardan biri ten diğeri can. Ten; zahîr,
can; bâtın
gibidir.
Eğer şeriat
emirlerini icra edersen, tenin şükrünü yapmış olursun..
Eğer bâtını
icra edersen, canın şükrünü yapmış olursun.. Bilesin ki!.
Tensiz can
olmadığı gibi zâhirsiz de bâtın olmaz. Kimseyi rencide etme!.
Halk ile
güzel muamele edip gayet terbiyeli ve edepli ol ve Allah-ü Teâlâ'ya hulûs ile
ibâdet et!.
İbadetin de
garaz olmasın ve makam için de olmasın..
Kendini hor
ve hakir gör..
Belki Hakk'ın
varlığı yanında kendini yok bilmelisin..
Daima acizlik
içinde ve niyazda olmalısın..
Gurur ve
davadan kaçmalısın..
Halk ile
riyakârlık edip keramet satmamalısın.. Zira, tarikate girmekten maksat
nefsin hilelerinden kurtulmaktır.
Kendini yüksek görüp beğenmek, gurur ve dava nefsin en büyük
hilelerindendir.
Eğer sen
riyakârlık edersen, yani kendini yapmacık hareketlerle olduğundan fazla
gösterirsen henüz nefsini müslüman etmemişsindir.
Ki...
Bil ki!.
Velî yani evlîya o âşıka derler ki:
Nefsin
gururundan... Yani, hilesinden, varlığından halâs olup nefsini zapt edip
müslüman etmiş olmalısın...
Ve..
Kendini kimseden büyük görmemelisin.. Sen nasıl isen...
herkes de öyledir.
Hakikâtte, kimse kimseden büyük ve küçük değildir. Ve...
Herkesin isteğine göre hareket edip, herkesin gönlünü alıp
helâllik istemelisin...
Ta ki..
HAK, senden hoşnud olup her yüzden cemâlini arz
etsin.
Muhammediyye sahibi, Kuddisessirruhu buyurur:
Bana ne savmaa ne mescid
Çü maksudumdur ol mürşid
Gerek her yüzden uram
Yüz görem anı mecaliden
Dediği buna işarettir.
Yani, Hakk'ın
rızasını isteyen halkın her yüzünü Hak bilip, herkesin gönlünü alıp, herkesten
helâllik dilemelidir.
Eğer sen Hak
âşığı isen, gerçekten Hakkı seversen kimseyi rencide etmeyip herkesi
sevmelisin..
Ve..
Herkesi, Hak gözü ile görüp...herkesin hakkını icra
etmelisin.
Herkesin hakkını icra etmekse... Hakkı nasıl seversen
herkesi de öyle sevmendir.
İşte... Taklit ehli ile Tahkik ehlî bundan belli olur.
Kardeşim bunları anladın İnşallah.
Öyle ise şunları da iyi anla!..
"GÖNLÜ
PAK ETMEK" NE DEMEKTİR?
Gönlü temizleyip pâk etmeye alet dört şeydir ve velilerin Hak yolunda
ilerlemeleri de bu dört şey iledir.
-
Gerek hayır ve gerek şer
Hak'tan gayriyi gönülden çıkarmak yani hayır ve şerri
Hak'tan
görmektir.
- Halktan düşmanlığı kaldırıp herkese muhabbet ve şefkat gösterip
kendini nasıl zannedersen halkı da öyle zannetmek.
- Murakabeye devam etmek ki, Hakk'a teveccüh de devam etmektir..
Yani, can gözünü açıp eşyayı ve halkı Hakk'a perde etmeyip daima müşahedede olmaktır.
Hakkı
kendinde müşahede etmek istersen, sen kendinden gidip cesedini ruh gibi
görmelisin..
Yani, kendini
yok edip Hakkı var etmelisin.. Güya sen yokmuşsun gibi...olup... Senin
vücudundan oturan, gören ve işiten Hak'tır diyerek, Hakk'a böyle yönelip böyle
görmeye çalışman gerekir.
Bir âşık,
yukarıda sayılan dört hususu, kendinde uygulayabilirse...
İşte o
zaman... Taklîdten kurtulup tahkike erer.. VE..
Günden güne
ilerleyip... Herşeyin hakikâtine ve aslına ulaşır.
Tevhid-i
Bâri'de..yani, ALLAH'ın BİR'liği hususundaki imanı kuvvet bulup, Hakk'ı
anlaması ve bilmesi gittikçe ziyâde olur, Hakk'a yakınlığı da artar.
Hakk'a
yakınlığın artması şöyle anlaşılır;
-
Halkı gittikçe daha fazla sever..
Zira, halkı
fazla sevmek Hakk'a yakınlığın fazla olmasından ileri gelir.
Bu dört
hususu kendinde meydana getirmedikçe bu makam kimseye müyesser olmaz.
Kendi zannına
göre;
- Hakkı
bildim ve Hakk'a vasıl oldum...
der ama
YALANDIR, ALDANMIŞTIR...
Zira, HAKK'ı bilince halkı sevmek iktiza eder.
HAKK'ı bilmek gayet
müşküldür, söz ile olmaz. Terke, Müşrid-i Kâmil'e ve Rahman'ın cezbesine
muhtaçtır.
Cezbeyi ise, yukarıda bildirilen dört husus meydana getirir.
Cezbeye
yetişemeyen âşık marifet mertebesinde kalır, Hakk'a vasıl olamaz... Zira, gaflet
ile mertebe kazanılmaz ve yol alınmaz, daima bir makamda durulur.
Belki...
gafleti ziyade olursa...makamdan düşer ve şeriat mertebesine iner.
Orada Hakkı
ararken...bir aşk zuhur eder ve eğer Mürşid-i Kâmile de rast gelmezse zuhur
eden o aşk halini yanlış anlayıp kâmil oldum zanneder kendini fenaya verir..
Yalnızca
nefs-i emmare mertebesinde kalıp haberi bile olmaz...
Allah
korusun kendini
amelsiz ve halsiz kuru söz ile ve bilmek ile evliyalardan zannedip,
gururlanıp... Allah-ü Teâlâ'ya asi olur.
Evliyâullah,
bizler
gibi gafil, nefis ve tabiat esiri değildirler... nefs'lerine tapmazlar,
ALLAH'a taparlar.
Amma
bizler...nefislerimize taparız...
Onlara asla
eşya perde olmaz, fakat bizlere olur. Zira, bizler vakit olur gaflet
edip...eşyayı Hakk'a perde ederiz..
Nitekim, Eşref
Sultan kuddisessirruhu buyurur: El tutuşup gidelim Hak'tan yana ive ive..
Aldamasun bizi bunda işbu ağu kare.. Yani...
- Çabuk
çabuk fikrullah ile eşya perdesini kaldırıp Hakkı müşahede edelim..
Eşyayı Hakk'a perde etmeyelim., yani, Hak ile kaim olalım,
gaflet etmeyelim...
Demektir.
Bundan anlaşılıyor ki..
Ehlulahın
süluku, yani Hak yolunda gidişi, asla gaflet etmeyip can gözünü yani kalp
gözünü açıp eşyanın perdeliğini kaldırıp, eşyada Hakkı müşahede etmekmiş.
Ve..
Eğer eşyayı Hakk'a perde edip... Hakk'ı göremeyip...eşyayı görürsen...
Bilesin ki!..
Hakk'ı
bilsen dahi fayda etmez, zira bilmek, görmek içindir.
Eğer
göremedin... bilemedin ise, sen de zahir halkı gibi gafil biri olursun.
Ama veliler,
gaflet etmeyip şuunât-ı bari ile ...Yani, Bari Teâlâ ne yüzden ve ne
ahvalden yüzünü gösterirse...
Görürler.
Evet kardeşim bunları da anladın İnşallah!..
Şimdi...
Havâtır
nedir..? Onu da anlayalım..
HAVATIR
NEDİR..?
Havâtır,
ibâdet esnasında zihne gelen şeylerdir.
Havâtır;
nefsanî, melekî ve rahmanî olmak üzere üç türlüdür.
1 - Nefsanî
havâtır: Zihne
gelen fasid fikirlerdir.
2-
Melekî havâtır: Namaz kılmak, oruç
tutmak, zikretmektir.
3-
Rahmanî havâtır: Hak'tan başka herşeyi
tamamen gönülden çıkarıp Hakk'ın her yüzden her zuhuru ve işini kendinde ve
halkta görebilmektir.
Meselâ: Şimdi
burada otururken seni kaldırır bir başka yere götürür,.. Gaflet etmeyip bunları
kendinden bilmeyip, Hak'dan bilmek lâzımdır.
Nitekim bazı evliyâullah kuddisessirruhu buyurur:
Hakikât sırr-ı esrarın cihanda ehl-i bal anlar..
Avam olan ne bilsün haleti aşk-ı vebal anlar..
Girer mi zannedersin her taharetsiz olan kalbe..
Gönül
halin beyan etsen basiretsiz hayal anlar..
Okurlar
levh-i mahfuzun kitabın ehl-i aşk olan
Kalan
zahirde billahi hemen kil ü kâl anlar
Beka
cam-ı serabından müyesser olmayan şahsa..
Cihan
zehrini nûş edüp ol biçâre bal anlar..
Tefekkür
edemi aşkı rumuzu âşık her dem..
Hakikât
remzini herkes ne bilsün hoş hayal anlar.
İşte böyle
âşık daima vuslat namazı kılar... Bu makamda olan âşıkın alâmeti odur ki,
hiçbir şeyi inkâr etmez ve hiçbirşeyi kötü görmez..
Çünkü, bilir
ki, Bari Teâlâ hiçbirşeyi abes halk etmemiştir. Cümlesi haktır,
doğrudur, cümlesi Hakk'ın dilemesi ile olmuştur ve herşey yerli yerindedir.
Bunların bize
çirkin görünmesi; bizim Hakk'ın hikmetini bil-mediğimizdendir.
Eğer Hakk'ın hikmetini
bilseydik, hiçbirşeyi çirkin ve noksan görmezdik.. Halkın kimini noksan, kimini
tamam görmezdik.
Belki cümle
işlerin ve halkın gerek hayır gerek şer bütün harekât ve sekenâtımn Hakk'ın
emri ve dilemesi ile olduğunu bilip, hepsini tamam görüp, halktan hayır ve şer
zuhurunda dilimizi tutup... Hak ile meşgul olurduk.
İşte böyle
âşık, Hakk'a vasıl olmuştur... Ve herşeyi Allah'ın ilminde olduğu gibi
gördüğünden sükût eder...
-Şu
şöyledir!.. Bu böyledir!.. Demez.
VE...
Hiçbirşeyi
boş görmeyip, herşeyin hakkını icra eder.
Şimdi...
Bu makamda
olan âşığın, alameti odur ki; her zaman ve her an ondan şeriata aykırı ve
sözlerinde ve hareketlerinde münasebetsiz fiiller meydana gelmez..
Herşeyi
Hak'dan bilip Hakk'ın kudretinin kemâlini gördüğünden dolayı hiçbirşeye
"böyle değildir!.." demez.
Bir kimse,
böyle bir âşığa yalan bile söylese... yalan olduğunu bildiği halde yine...
- Eyvallah,
gerçek söyledin, haklısın pirim...
Der. Zira
bilir ki, söyleyen Hak'tır.. Hak ise yalan söylemez..
Şimdi...
- Yalan
söyleyene gerçek söyledin denir mi..?
diye soracak
olursan cevabı budur ki;
- Evet
o kimse yalan söyledi... yalan ise dalâlettir. O âşık, anlar ki, yalan söyleyen
kimse Hakk'ın Mudil isminin mazharıdır...
Yani, o
kimseden Barî Teâlâ'nın Mudil ismi ile zuhur ettiğini görüp, Hakkı o
kimseden Mudil ismi ile tevhid eder. O ismin gereğine göre haklı oluşu, onun
yalan söylemesindedir.
Çünkü, Hakk'ın
bir ismi de «Ya Mudil» dir.
O, yalan söyleyen kimseden, Hakk'ın Mudil ismi ile
zuhur ettiğini görür.
Veliler işte bu derece uyanıktırlar. Bizim gibi gaflette
değillerdir.
Eğer sen, o
kimseye;
Dersen ve aslını bilerek dedinse... Hakk'ı yalancı
çıkarmış olursun.
Ey benim
canım!..
Eğer sen de
gaflette olmayıp, Hakk'ın herkesden zuhur edişini görürsen... Hak ile aşinalık ve
dostluğun gittikçe ziyâde olup... Hakk'ın türlü türlü ilim ve kudretleri senden
zuhur etmeye başlar...
Allah'ın
evliyalarından bazı âşıklar;
- Hakkı
talep eden kimseye lâzımdır ki, asla Hak'tan gaflet etmeyip gönlüne Hak'dan
başka ne gelirse mani ola.. Eğer âşığın gönlünde Hak'dan gayrı bir fikir üç
nefes alıp verinceye kadar durursa, o âşığın feyz yolu kapanır, Allah ilminde
terakki edemez. Zira gönülden ruhaniyet gider, felç olmuş organ gibi yola
gitmekten ve hareket etmekten kalır... buyurmuşlardır.
HAKTAN BAŞKASINI GÖNÜLDEN
ÇIKARMAK NASIL OLUR..?
Bunu
yapabilmek için, şuna veya buna olan bütün bağlılıklardan, halkı çekiştirmekten
ve halkın dostluk ve düşmanlığından hiçbirşev kalmamalıdır.
Eğer kalacak olursa...
HAK ile senin
arana soğukluk düşer.. HAK'tan gafil olup gönlün kararır ve kasavet gelir.
Neye baksan
herşey sana keder ve kasavet verir...herşeyi kederli ve neş'esiz görürsün...
Herşeyi karşı bir kırgınlık ve küskünlük duyarsın ve ona
darılacağın gelir...
İçeri girer darılırsın... dışarı çıkar...darılırsın.
Çünkü, gönül Bari Teâlâ'nın evi ve haremidir..
Hakk'ın evine haremine lâyık olmayanı koydun...
Halbuki Hakk'ın;
-
«Benim evime nâmahremleri koyma...»
diye tenbihi var ve aşikâr azabı olduğunu haber verdi.
Ey kardeş!..
Eğer zahirini
ve bâtınını, içini ve dışını Hak'tan başkasından temizleyip pâk ettinse..
İşte o
zaman...
Cenâbetlikten
halâs olup..vuslat namazını kılarsın..
Ve..
O vakit,
senin bütün ilmin, işin, sözün, harekât ve sekenâtın ibâdet ve taat olur.
Böyle olunca
sükûtda olup, Hakk'ın halktan zuhur eden çeşit çeşit kudretlerini görürsün...
Çünkü, iç
halini görmek için SÜKÛT, FİKİR ve DÜŞÜNCE en güzel ve en kolay yoldur.
Madem ki,
mâsivadan, yani ALLAH'tan başka herşeyden temizlenmiş bir gönül sahibi; ehl-i
basiret olur, yani kalp gözü açılır ve o gözle, her nefeste Bari Teâlâ'nın çok
çeşitli kudret eserlerini görür...
Ve...
Onun virdi
artık;.
Olur. Yani,
daima;
- «Ya
Rabbi benim ilmimi ziyade et..»
Der.
Böyle bir
zât-ı şerif, her nefeste türlü ilimler tahsil eder.. Çünkü, Hak Teâlâ, hergün
ve her anda bir şe'n, yani oluş içindedir.
Yani, Hakk'ın
her saat ve her anda her bir kimseden bir başka türlü hareketi, fiili zuhur
eder.
Yani, Bari
Teâlâ, herkesin fiilini ve hareketini, sözünü ve her halini her nefes ve her
anda bir başka türlü halk edip her nefes ve her anda başka bir hal giydirir...
Böylece,
bütün âlemin nefesi, gam ve neş'esi yeniden halk olunup âlem daima
yenilenmektedir.
Senin can
gözün, açık olmadığından gafletinden her saat, ve her anda Hakk'ın yeniden halk
ettiği hareketleri ve zuhuratları görmeyip, evvelki yaratılmışlar, evvelki
hareket ve evvel ki hal zannedersin...
Hakk'ın bu
yeniliklerinin çabuk oluşundan ve birbirlerine benzediğinden yeniden oldğunu
göremezsin...
Meselâ; sen
yine o adamsın, lâkin Bari Teâlâ, senden bir günde, bir saatte hatta bir anda
çeşit çeşit işler ve hareketler halk eder...
Sen ve ben
zannettiğinden... Hakk'ın senden ne türlü kudretlerinin zuhur ettiğini
göremezsin.
Fakat o zât-ı
şerif bunların mânâlarını bilir de kendini ve halkı görmeyip, onları yok bilip
kendinden ve halktan meydana gelen bütün hal ve hareketleri Hakk'ın yaptığını
görür ve bu suretle Hakk'ın hal ve hareketlerini, kemâlini ve kudretlerini
ispat etmiş olur.
Şimdi...
Sen, her zaman ve her anda Hakk'ın eserisin.
Çünkü, senin
nefesin, ömrün, hayatın, görmen, işitmen, harekât ve sekenâtın ve bütün halin,
Allah'ın çeşit çeşit oluşu ve kudretinin zuhurudur...
Bil ki!..
Her nefes
sana Hak'tan verilir ve Hakk'ın fiilini eseri olan bir nefes sana ve halka verilmeseydi
bu şe'n denilen herşey iptal olurdu.
Halbuki sen,
ve kâinat, Bari Teâlâ'nın kudreti ile her nefes ve her anda evvelki hali
değiştirip yeni bir hal giyersin...
İşte...
Her âşık,
Hakk'ın mütemadiyen değişen bu zuhurlarını ve bunda ki hikmetlerini görüp
tefekkür ederse, her nefes ve her anda yeni ilimler tahsil edip... daima
terakkide olur.
Mahlûkatından
bu fiilleri ve hareketleri yapan Hak'tır. Ama sen halk sanırsın, ben sanırsın.
Zira Bari Teâlâ;
«Ben size şah damarınızdan daha yakınım.»
buyurmuştur ki, bu söz herşeye işarettir.
Yani
- «herşey hepbirden «O»nun aynıdır.»
Bütün
bunları, çeşit çeşit hal ve hareketi Hak'dan görüp, bu fikir ve düşüncede
olmak, bu sırrı bilmeyenlerin bir senelik ibâdetinden çok hayırlıdır.
İşte onun
için Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde;
«TEFEKKÜR EDİNİZ!..
DÜŞÜNÜNÜZ!..»
Buyuruldu.
Fakat bu
tefekkür ve düşünüşün HAK'ın zâtı hakkında olması büyük hatadır.
Ancak Hakk'ın
herşeyde ve her anda ki zuhurlarını ve büyük hikmetlerini düşünmek ve tefekkür
etmek gerekir.
O halde canım..
-Tefekkür ne demektir..?
Biraz da onu anlatalım...
TEFEKKÜR NEDİR..?
Tefekkür; bâtılı terk etmek ve gönlü Hak yönüne
bağlamaktır.
Böyle tefekkürde olan kimsenin bütün bakışları ibret dolu
olur...
Ve..
HAK'ın zâtını, sıfatını ve kudretini halkda... yani,
bütün yaratılmışlarda görür...
Ve...
Bütün
eşya, Hak dili ile Hakk'ı zikredip Hakk'ın ilmini beyan eder.
Âşıkı
habibi fikrini terk etse ger bir nefes,
Yakar
firak oduna bin yıl belâyı aşk.
Söyler
olsam bu dilim zikrindedir,
Ebsem
olsam bu gönül fikrindedir...
Allah'ın
evliyalarının âdabını, sülûkünü -yani Allah'a gittiği yolunu- huy ve ahlâkını
anladın ise, şimdi de Tevhid-i Hakıkîye'yi yani veliler Allah-ü Teâlâ'yı
nasıl tevhîd ederler, onu anlayalım İnşallah!.
TEVHİD
NEDİR..?
Ey âşık-ı
sadık,
-HAK, diye
varlığa derler ve bâtıl diye de yokluğa derler.
Görülen
her varlık HAKK'ın varlığı ile vardır.
Yani, bütün
varlıklar Hakk'ın vücûdundan meydana gelirler ve yine Hakk'ın zâtına dönerler.
Nitekim, Peygamber
Aleyhisselâm;
- «Bütün
eşya hakikâtte Hakk'ın vücûdundan meydana gelir, yine Hakk'ın zâtına döner.»
buyurmuşlardır.
Buna mebde' ve mead sırrı derler. Yani, başlangıç ve dönülecek
yer demektir.
Niyazi
Sultan kuddisessırrıhu
buyurur:
-
Bunları bildir bana hem nedir mebde'i
mead..
dediği budur.
Şimdi, yerde
ve gökte, yer ile gök arasında Hak'dan gayri varlık yoktur. Zira, Bârî
Teâlâ;
«Allah-ü
Teâlâ, yer ile göklerin nurudur...»
buyurmuştur.
Nur
varlığa derler, varlık ise Hakk’ındır.
Zülumât
yokluğa derler,
Hak'tan
başka varlık YOK'tur!..
Nitekim, Eşrefzâde
Sultan kuddisessırruhu buyurur;
Eşrefoğlu Rumiye sorar isen Hak karidedir..
Diye yer gök arş ve kürsi dopdolu hep areler
Her ne deglü aşikâr etsem
hatasın arttırır Ol ayan iken anı örter delâil-i beyyinât
Her ne fevkulalâ tahteserâda vardürür
Zâtı vah iddir veli göründü nice bin sıfat
Zâtı birdir Vık evsafına
gayet yokdürür Gör bu fanusu ki anın şem'i oldu nur-ü zât
Nitekim Bari Teâlâ ve Tekaddes hazretleri:
«Hüve'l evvelü ve'l-âhirü ve'z-zahirü ve'l-bâtın»
«Evvel O' dur, Âhir O'dur, Zahir O'dur, Bâtın
O'dur»
(Hâdid Sûresi; Âyet 3)
buyurmuştur. Bu Âyet-i Kerime mealinden anlaşılıyor ki,
-
gizli olan «Odur, aşikâr olan da «O»
ise... «Ondan başka bir şey yoktur!. Hep «O» dur.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de;
«Fe eynemâ tevellû fesemme vechullah»
«Yüzünü nereye döndürür isen Hakk'ın yüzüdür»
(Bakara Sûresi; Âyet 115)
mealinde ki Âyet-i
Kerimede buyurulmuştur.
Niyazi Sultan kuddisessırruhu buyurur;
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost...
Bu makamda ârif-i billâh e'na Ebubekr'is Sıddîk radıyallahü
anh hazretleri,
-
«Ben bir şeyi görmedim illâ o şeyden evvel
Allah'ı gördüm..»
Yahut,
«... sonra Allah'ı gördüm..»
Ya da..
- «...evvel
ALLAH'I gördüm..» buyurmuştur.
Çünkü bütün
eşya, Bari Teâlâ'nın «CEMÂL» yüzünün per-desidir..
Ârif-i billâh
odur ki, gafleti kaldırıp eşyayı Hakk'a perde etmeyip can gözü ile daima Hakkı
temaşada olur.
Nitekim Sultan
Naci kuddisessırruhu buyurur;
Eşya
hicâb oldu can gözü bakmaz
Göster
cemâlin canım arzular seni..
Anlaşılıyor
ki, vuslatın mânâsı, gönlü
Hak'dan gayriden temizleyip pâk etmektir.
Eğer eşyayı
Hakk'a perde edip Hakkı görmeyip eşyayı görürsen Hakkı bilsen dahi ona vuslat
demezler, firkat, ayrılık derler.
Nitekim, Şems Sultan kuddisessırruhu hazretleri
buyurur;
Bihamdülillâh elerim Allah alub aklımı fikrullah
Dilimde zâtın esması bana üns oldu zikrullah
Gönül
ayinesin sofi eder isen eğer safî
Açulur sana bir kapu ayan olur cemâlullah
-
Gönül ayinesin sofî eder isen eğer safî..
dediği;
[Gerçi sen Hakk'ın tam mazharısın ve eğer gönülden Hak'dan gayriyi çıkarıp,
yaramaz huylardan temiz ve pâk olup eşyayı Hakk'a perde etmezsen, eşyadan
Cemâlulah'ı aşikâr görürsün.Gaflet edersen yalnız eşyayı görürsün Hakk'ı
göremezsin...] Demektir.
Zira Hakk'ı görmek eşyadan perdeyi kaldırmakla olur imiş.
Nitekim Hazreti Peygamber Aleyhisselâm;
«Erini
el-eşyâ Kemahû..»
«Ya Rabbi bana eşyanın hakikâtini göster..» (Hadisi Şerif) diye dua
buyurmuştur.
Yani;
«Ya
Rabbi can gözümden gafleti kaldır, daima Cemâlini temaşa edeyim...» demektir.
Eşya Hak'tır. Zira bütün eşya, hakikâtte Hakk'ın vücûdundan
meydana gelir.
Bârî Teâlâ' nın zâtı gayet lâtîf ve gizlenmiş
olduğundan olduğundan idrak olunamaz.
Hak zâtında
olan kudretinin kemâlini meydana çıkarmak ve görünmek istedi ve halk yüzünden
meydana çıktı, yani zâtı sıfatına tecelli etti.
Zâtı sıfatına
tecelli edip sıfat yüzünden göründü ise de, bizim sıfat zannettiğimiz zâttır.
Sıfatı
kaldırmalı zâtı görmelidir ki, Tevhid- ! Sahih olsun.
Zira Hak'tan
başka vücûd ve varlık ispat etmek şirktir.
Zira son
derece tenzihde ve naz ü istiğnada olup şanının büyüklüğünden dolayı eşyayı
kendi zâtına perde edip...
«Beni hiçbir zaman
göremezsiniz.»
buyurup âlemi
hayrete saldı...
Niyazi
Sultan kuddisessırruhu
buyurur:
Zerreler
zahir mi olurdu af itabı olmasa
Katreler
kanden yağardı hiç sehabı olmasa
Bahr-i
zâtın mevcinin hiç haddi payanı yok
Zahir
olmazdı cihan anın hubabı olmasa
Herkes
anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin
Kibriyayı
lenteranîden nikabın olmasa
Kim
bilirdi zülfün ile kaşların manâsını
İki
âlem gibi şerheden kitabı olması
Ukdesin
kim hailedeydi o kitabda zülfünün
Anın
insan denilen ahir ki babı olmasa
Haşri
inkâr eden mülhidler ilzam mı olur
Sal be
sal evrak-u eşçar inkılâbı olmasa
Kabri
vahdet köşesi haşri temaşagâh idi
Ey
Niyazi kimde kim cehlin azabı olmasa
Ey benim
canım kardeşim!..
Senden ve
benden ve cümleden sen ve ben diyen «O» dur. Çünkü, can yani ruh Zâtı Bâri'den
ayrı değil, ten ise onun sıfatıdır. Bârî Teâlâ zâtında olan kudretinin kemâlini
zuhura getirmek murad etti ve görmek için göz, tutmak için el, işitmek için
kulak yürümek için ayak lâzım oldu, senin ve benim vücûdlarımızı kendisine alet
olarak halk etti.
mealinde ki
Âyet-i Kerime gereğince sana ve bana tecelli edip diriltip gezdirdi. Murâd- ı
âliyyesi senin ve benim vücûdumdan neler zuhura getirmek istediyse - gerek
hayır ve gerek şer - zuhura getirdi.
Nitekim Bari
Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Âyet-i Kerime de, zahir manası ile;
«Sizi
benim için halk ettim...»
bâtın manası
ile;
«Sizin
vücûdunuzu zâtıma alet halk edip gözünüzden gören, elinizden tutan benim..»
buyuruyor.
Yani bu,
- «bütün fiil, hal ve harekâtı, bütün söz ve
tasarrufumu sizin vücûdunuzdan icra ederim..» demektir.
Nitekim Niyazi
Sultan kuddisessırruhu buyurur:
Men
arefle ma rameyte iz rameyte remzini
Fark ediver
mümkün ise bir sebili infirad..
Bizim
vücûdumuz Hak'dan bize emanet ve eğretidir. Emaneti sahibine ulaştıran azapdan
emin olur.
Nitekim Bârî
Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur'ân-ı Mecîd'in de;
«Biz
emaneti göklere ve arza ve dağlara arz ettik, onlar o emaneti yerine
getiremeyecekleri korkusu ile onu kabulden çekinip kaldırılmasını reca ettiler.
O emaneti insan kabullenmekle nefislerine zulm edip akıbetinden cahil oldular.»
mealindeki
Âyet-i Kerimede ki;
- «EMANET» den murad;
Hakk'ın varlığı ve ef'ali, sözleri,
zâtı, sıfatı, esması ve bütün tasarruflarıdır.
Zira yer,
gök, dağ, taş ve cümleri Hakk'ın varlığıdır. Lâkin esmasını, fiillerini,
sözlerini, zâtını, sıfatını ve bütün tasarruflarını insana yükleyip, bütün
kudreti ve tasarrufu ile insandan zuhur etti...
Görmez misin
ki, BârîTeâlâ'nın gerek kahrı ve gerek lûtfu, hasılı kelam bütün
tasarrufu zahir olarak da bâtın olarak da insandan zuhur eder...
Bârî Teâlâ,
gerek insan ve gerek hayvan terbiyesini insan yüzünden eder ve rızkını insan
yüzünden verir..
Bari
bunlardan hisse al!..
İnsan Hakk'ın
gören gözü, tutan eli, söyleyen dili, yürüyen ayağı imiş ve her bakımdan
Hakk'ın aleti imiş..
Dikkat
ederseniz Bârî Teâlâ'nın gerek keremi, gerek lûtfu ve gerekse gazabı
insandan zuhur etmektedir..
Çünkü, Hak
bizden söyleyip, bizden gördü ve bizden işitti, sözü, fiili... hasılı, bütün
tasarrufu bizim yüzümüzden zuhur etti..
Ve..
Böyle olunca
vücûdumuz, Bârî Teâlâ'nın «ızhar kudreti»
ile
tasarrufuna alet oldu.
Bizden bu
tasarrufu ve bu hareketi yapıp eden Bârî Teâlâ olup, bizdeki vücûd ve
varlığın bize Hak tarafından muvakkat zaman için verildiğini bilmeyip de,
Hakk'ın varlığını ve tasarrufunu kendi üzerimize alıp, asıl vücûdu ve tasarrufu
kendimizin zannedip cahilliğimizle nefsimize zulm ettik.
Ki... Ondan dolayı, Peygamberimiz
Aleyhisselâm;
-
«Nefsini bilen Rabbini bilir.»
Hadis-i Şerifinde buyurmuşlardır. Yani,
Biz Hakk'a
alet olup, bizim vücûdumuzu gerek hayır ve gerek şer olarak kullanan Hak olup, bizde
gerek kül olarak gerekse cüz olarak irâde yoktur..
Var olarak gördüğümüz cüz'i İrâde ve hareketlerimiz Hakk'ın
varlığı ile vardır.
Belki asıl
olarak onun da Hakk'tn olduğunu bilerek bütün varlığı Hakk'a verirsek nefsimize
zulümden ve cahillikten kurtuluruz.
A benim
canım!..
Zahir ilmine
gururlanma!..
Veyahut,
Akl-meaş denilen; yalnız gıdamızı düşünebilen aklınla idrak edemediğinden
dolayı bu sözlerimizi hulul ve it-tihâd anlama!..
Zira..
Hulul ve
ittihâd şeriatta nasıl küfür ise, hakikâtte dahi küfürdür.
Bari
Teâlâ, hulul ve ittihâddan münezzehtir.
Burada
beraber olmaktan maksat bir taraf olmaktır... Bu hususta aklı, ilmin ve hissin
yolu yoktur!.
Bu
vasıtalarla Hakk'a yol alınmaz, ancak mürşid-i kâmil huzurunda baş ve can feda
edip, onun himmeti ile nurânî ve zulmânî perdeleri birer birer geçmedikçe bu
sırlar bilinmez... Çünkü, keşfe ve cezbeye muhtaçtır.
Aman
Erenler!..
Mürşid-i
hakîkim, bu emanet vücûdumun sebeb-i hayatım olan Sultan'ül Ârifîn Hüseyin
Ağa Şeyh Sultan Hamdi kud-disessırruhu hazretleri cümle teallükâti ile size
emanet. Hiç bir şekilde şükrünü edaya kadir değilim.
Mürşidim
canım oldur
Söyler
dilim canım oldur
Kulum
sultan oldur
Hüseyin
Sultan huuu
Selim Divâneye meded
Andan irdi kalmadı derd
İsmin olsun dilimde vird
Hüseyin Sultan huuu
duamızı yapalım... sözümüze gelelim.
Şimdi...
-
Cümle vücûd hepbirden Hak'ındır...
sözünden sakın ola ki, "herşey hepbirden Tanrı
imiş..."
Yahut;
veyahut haşa,
- Hak
yoktur, halk vardır... gibi yanlış anlamayasın!..
Zahirde ve
bâtında, yani dış âlemimizde ve iç âlemimizde bütün tasarrufu yani herşeyi istediği
gibi yapan ve kullanan Hak olduğundan, halkın varlığı Hakk'ın varlığı yanında
serap ve hayal gibidir...
Çünkü, halkın
vücûd varlığı, muvakkat ve emanettir.
Muvakkat ve
emanet olan şey ise yok gibidir, çünkü sahibi değiliz. Zira, halk vücûdu ve varlığı
Hak'dan alır. Emanet sahibi olan Hak emanetini aldığı zaman sende ne vücûd, ne
varlık, nede tasarruf kalır.
Düğüne giden
bir kimsenin emanet aldığı elbiseyi düğünden dönüşte sahibine teslim etmesi
gibi...
Benim canım
kardeşim!..
Bu
meseleler, kâmil mürşidin himmetine ve cezbeye muhtaçtır.
Birçok
kimseler, bunları söz ile öğrenip; "Bildik!. Olduk.!." diyerek...
dalâlete düşmüşlerdir.
Çok uyanık olmak ve muhakkak bir mürşid-i kâmil
bulmak lâzımdır.
Zira...
Ne KUL
TANRI OLUR.. Ne de TANRI KUL OLUR!.
Bazı idraki kısa kimseler anlayamadıklarından dolayı;
-
Bizde ki irâde irâde-i
külliyedir ki, o da Hakk'ın iradesidir..
Derler. Gerçi cümle irâde Hakk'ındır, lâkin Bârî Teâlâ
irâdesini kimseye vermez.
Nitekim, senin istediğin birşey meydana gelse sen onun kendi
irâdenle meydana geldiğini zannedersin... Halbuki, o senin değil, Hakk'ın
irâdesiyledir. İrâde-i külliye insan-ı kâmil'de bile yoktur.
Malumunuz ki,
Resûlüllah Aleyhisselâm'ın dişi şehid oldu. İrade-i külliye olsa,
mübarek dişini şehid eder miydi..?
Evet!.
Eğer murâd-ı
âliyyesi seni galip etmekse düşmanın üzerine galip eder..
Eğer değilse,
düşmanı senin üzerine galip eder. Mülk «O» nun!. Kimden dilerse onun vücûdundan
tasarruf eder... Görünür.
Evet canım!..
- Külli
irade bendedir... diyen YANLIŞ ANLAMIŞTIR ve bir can DALÂLETE DÜŞMÜŞTÜR.
Eğer sende,
külli irâde olsaydı., hasta olmayı... ölmeyi ister miydin..???
Halbuki,
hasta olursun., ve vakti gelince de ölürsün.
İşte bundan
anlaşılıyor ki; insan da külli irâde yoktur. İnsan için gerek hayır ve gerek
şer bütün tasarrufu Hak'dan bilip Hak ile düşmanlık etmeyip, daima acizlikte ve
kullukta bulunmak kadar selâmet yoktur.
Ne ol bu
oldur
Ve ne bu
ol olur
Hakikatte
budur
Vahdetteki
yol
Evet canım!..
..halkın sonu
fena yani yok olmak, evveli Adem'dir yani yokluktur.
Hakk'ın
sonu ise beka yani sonu yoktur hep vardır, evveli ise kıdemdir yani başlangıcı
yoktur.
Hep
vardı!. Hep vardır!. Hep var!. OLACAKTIR.
Nitekim
"Muhammediyye" sahibi kuddisessırruhu hazretleri buyurur:
Hakikâtte
O dur mevcûd bu söze di mezem lâ iâ..
Ve
lâkin bil bu andandır ol bu ol kellâ
dediği buna
işarettir.
Şimdi bu
meseleyi tasavvuf ehlinden dinlemek suretiyle alırsan anlayamaz dalâlete düşersin...
Ancak mürşid-i
kâmil'in himmetiyle mümkün olur.
Çünkü, bazı
âşık, "herşey hepbirden Hakk’ın vücûdudur..." sözünü
yanlış anlayıp, ya Hakk'ı inkâr ederler yahut halkı inkâr ederler..
Meâzallahu
Teâlâ veyahut da Hakk'ın kudretini lâyıkıyle idrak edemediğinden, Allah korkusu
kalkıp diline ne gelirse onu söyler...
Bu hale sebep;
kendisi taklitte olduğundan Hakk'ı da haşa taklid anlar.
Eğer kendisi
kirden ve şüpheden halâs olup hakikâtin kemâline ermiş olsaydı, Hakk'ın birliği
ve bize yakınlığı kemâl derecede idrak olunur, gayet terbiyeli ve edebli
olurdu.
Bir âşık,
eğer Hakk'ın cezbesi ile, Hakk'ın bu yakınlığını ve beraberliğini anlayıp
uyanıklığa sahip olabilmişse onun alâmeti şudur:
- Bu
âşık, yalnız dahi olsa Hakk'ın bu yakınlığından asla gaflet etmeyip gayet
acizlikte ve niyazda olup edebinden ayak uzatmaya Hak'tan haya eder...
Bizler ise,
taklitte olduğumuzdan yalnız değil, hatta halk yanında bile edepsizlik edip
ayak uzatırız.. Padişahın meclisine riâyet etmeyiz.
Buna sebep;
yakınlığımız ve beraberliğimiz söz ile ve bilmek iledir, yoksa hal ile ve
görmek ile değildir.
Veyahut..
O âşığın
âşıklık ve zilleti son derece olup, hareketlerinde ve hallerinde, hatta nefes
alıp vermesinde Hakk'a muhtaç olduğunu, kendinin şiddetli ihtiyacını ve aczini
bilmeyip... Hakk'ın kemâl derecedeki kudretini kendi üzerine alıp yanlış
anladığından...
- halkın
varlığı Hakk’ın imiş, meğer halk Hak imiş... gibi yanlış anlayıp
dalâlete düşer.
Bu sözler,
"Sen Allah'sın!.." demek değildir.
Ancak Hakk'ın
zuhurunun ve kudretinin kemâlinin, zahir ve bâtın tasarrufunun halkın yüzünden
zuhur ettiğini ve halkta asla irâde olmayıp, gerek hayır ve gerek şer halktan
ne zuhura gelirse hepsinin Hakk'ın olduğunu bildirmek içindir.
Çünkü, Hak
olmadan halkın asla harekete mecali ve iktidarı yoktur!., yoksa,
"bu halk Tanrıdır!." demek değildir.
Bu hususu
yanlış anlayan can;
-Ben
Hakkım gaibde başka Tanrı yoktur, eğer ben kazanır kâr edersem veyahut bir
yerden istersem rızkım meydana gelir... yoksa aç kalırım., der..
Bu yanlış
anlayış ve itikadı, HAKK'ın herşeyi MUHİT olduğunu yani herşeyin Hakk'ın
ihatasında olduğunu ve herşeyin hepbirden Hakk'ın varlığı olduğunu idrak edip
kavrayamamasındandır.
Şimdi..
Bari
Teâlâ'nın ilmi yalnız herkesde ki ilimden ibaret değildir. Bari Teâiâ'nın kendi
zâtına mahsus olan bir ilmi vardır ki, onu ne peygamberler ne de evliyaları bilir.
- Allahu Teâlâ cümle varlıklarla beraberdir
ve yine cümle varlıklardan münezzehtir.
Dedikleri, bu
hususu bilmemekten bozuk ve fasid itikat meydana gelmesidir.
Bu itikadda
olan, Allah korusun!.. Hakk'ı bildim zanneder... Halbuki bilememiştir. Onun
için herkese mürşid-i kâmil lâzımdır.
Bu fasid
itikat sahibi muhallid, zındık ve fırak-ı dâlle güruhudur.
İşte bunların
hepsi, mürşid-i kâmile denk gelmedikleri için dalâlete düşmüşlerdir.
Ve..
Bazı zahir
ilim sahibi olan yaşlı kimseler de, ilimlerine mağlup olup., mürşid-i kâmil'e
teslim olmazlar...
İcap ettiği
derecede nefsin gururundan, ilmin varlığından vazgeçemeyerek, ahlâkını
temizleyip saflaştırmayıp, ruhunu da temizleyip parlatmadığı için, Hakk'ın
sırları onlara keşf ve zuhur etmemektedir.
Ancak tasavvuf
kitapları okuyup tasavvufî sözler ezberlemekle kendisini kâmil oldum zannedip,
gururda kalıp nefsin hilesine düşmüş olur.. Ve., marifet yani bilgi
mertebesinde kalır hakikâte vasıl olamaz.
Çünkü, hal
olmadıkça yalnız söz ile hakikâte vasıl olunamaz.
Bazı cahil
şeyhler, kendilerine bir miktar esrâr-ı ilâhiye açıldığı zaman... merkep izinde
birikmiş su görüp derya zannetmiş kimseler gibi., kendisini kâmil oldum
zannedip, nefsinin hilesine aldanır, hakikâte varamaz..berzah denilen iki
mertebe arasında ki geçitte kalır.
Zahîr ilmi
sahibi kimseler, de bazı tasavvuf kitapları okurlar, sözlerine zıt görürler..
Çünkü, akl-ı meaş dediğimiz kendi hayvani aklı ile o sözleri idrak
edemediğinden kusuru kendinden bilmeyip, belki ehlullahı yanlış yolda
zanneder...
Ve..
Cebriye ile
müridi fark edemediğinden, ehlullahı kaderiyye, cebriye, hulul ve ittihâdda
zannedip, hâşâ hakikâti ve esrâr-ı ilâhiyyeyi inkâr eder... Ve...şeriat
çerçevesinden çıkacağından korkar.
Fakat âşık-ı
sadıklar, Hak yolunda bütün korkuları bertaraf ederek, gece gündüz Allah'ın
aşkı ile mest olup akıl ve şuurları gider...hayran olurlar.
Beyt:
Ey yarı
canan ten ile canım senin olsun
Mezhep
ile din ile imanım senin olsun
Aşkınla
senin varlığımı hep sana verdim
Evrad
ile ezkar ile esmam senin olsun
Yüzünde
nur ile en varını gördüm
Buna
sebeb ol külli varım senin olsun
Divâne
Selim mahvolup ben çıksın aradan
Bilcümle
olan nam ile şanım senin olsun
diyerek...
Kendini mahvedip.. Makam-ı Mahmud'da Bârî Teâlâ'nın Cemâlini temaşaya gark
olmadıkça karar etmezler.
Benim canım!..
Bundan
maksad, Meâzallahü teâlâ ayıp görmek değil., veya erenleri noksan görüp kendimi
tamam görmek değil...
Fakat bu
yolda, büyük himmet ve çok sây ü gayret lâzımdır. Aynı zamanda ilâhî cezbe ile
mest ve hayran olan âşık-ı sadıklar ile sohbet lâzımdır.
- Himmetin
büyüklüğü imandandır!..
Burada
maksadımız; Hak yoluna girenlere teşvik ve gayret vermektir ki, teselli bulup
bir makamda kalmasınlar.
Zira bunlar,
nefsin hilesi ve gururudur.
Yolda kalmayarak makamsıziık makamına ereiim...
Yeter ey divâne!.
Çok gevezelik ettin..
Kendi sözümüze gelelim...
Eğer sen yanlış anlayıp;" ben Hakk'ım!.." dersen...
bilirsin ki, seni ve bütün bu mahlûku sen yaratmadın!.
Elbette, senin ve bu mahlûkun bir Hâlîk'i, bir yaratıcısı
vardır. Fakat mahlûktan zuhur etmiş kendini göstermiştir.
Nitekim Niyâzî Sultan kuddisessırruhu hazretleri
buyurur:
Deme ki Hakkı sende mevcûd ola ya bende
Ne şendedir ne bende sığmaz ol bir mekânda
Mekânı bi mekân nişanı bi nişandır
Yine zuhur eden ol mekânda ve zamanda
Hem can ve hem ten oldur, hem sen ve hem ben
oldur
Cümle görünen oldur uzakta ve yakında
Sanurmusun kim odur isteği ya budur
O bir kamu bir HÛ’dur gidende ve duranda
Niyâzî gözün aç bak herşey olupdürür Hak
Sanma ânı kim ol nihanda ve ıyânda
Evet!.
-
Bütün vücûd ve varlık Hakk'ın olup mahlûk
yüzünden zuhur edip görünen
Hâlîk'tir.
O halde hakîkâtte cümle vücûd ve varlık hep birden Hakk'ın
vücûdu ve varlığı ise...
-
«Nefsini bilen Rabbını bilir!..»
Hadis-i Şerifinin sırrı nedir...??
sırrı nedir..??
Ya kul hangisidir..? veyahut
Allahu Teâlâ hangisidir..?
Fark ediver diye Niyazi Sultan sormuştur... Bu ise keşfe
muhtaçtır, izahı harfe, sese sığmaz ve misal kabul etmez.
Fakat hakiki mürşidim, sebeb-i hayatım, ariflerin sultanı,
Hakk'a vasıl olanların gavs'ı, evliyalar çeşmesinin menbaı, Zât-ı Hakk'ın nuru Şeyh
Sultan Hamdi kuddisessırruhu hazretlerinin himmeti ile kudretim imkânında
beyan edeyim.
Şimdi Niyazi Sultan kuddisessırruhu hazretlerinin
sorusu budur, beyan olunur.
Müşkülüm var ise ey Hak dostları eylen reşad
Kim cevabın vere olsun Hak katında ber murad
Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok
Kesret içinde ne vahdettir ki âna yok adâd
Çokdur envai bu halkın bir insan üç bölük
Biri ehl-i hayme birisi karye biri bilâd
Üç bölükden üç bölük dahi bölünmüş ey hâce
Biri mü'min biri kâfir biri ehl-i inkiyâd
Kangısı Hak'dan ırak olmuş bunların söyle gel
Kangısı kadir ki Hak emrine eyleye inad
Hakk’ın iken her tasarruf bu abes sözler nedir
Nefis ve şeytan dediğin kimlerdir eder fesad
Dünye ve uhra dahi haşir ve neşir olmak nedir
Bunları bildir bana kim hem nedir mebde'i mead
Âhirette cennet ve nirân ve berzah kim denür
Bunların aslı nedendür oluser yevm-il tenad
Kahr ve lütfün illeti bir demenin aslı nedir
Bu ikinin vahdet midir acep râhı sedâd
Yani rahat aynı mihnet mihneti rahat mıdır
Cümleden razı mıdır Hak bir tariki ıttırad
Hak Teâlâ'dan yakın eşyaya bir şey yok denür
Leyk bildir kimdir Allah ve ya kimdir ibâd
Men arefle ma rameyte iz rameyte remzini
Fark ediver mümkin ise bir sebili infirad
Müşkülü çoktur Niyazi'nin velî biri de bu
Zahidâ anlasa Hakkı zühdünden olur kesâd
Niyazi Sultan
eylen reşad: irşad
edin
ehl-i
hayme: çadır
halkı
karye: ilçe, kaza
bilâd:
vilâyet
sebil-i infirad: tek geniş cadde sıradan
gelen
tariki
ittirad: beraberlik
yolu
yevm-ül tenad: kıyamet
günü
rah-ı
sedad: hatasız
yol
veyl: arkası sıra gelen.
Benim canım!..
Niyâzî
Sultan bu
nutk-u şerifi söylemiş, gördüm ki bu nutukta dört kitabın manasını toplamış,
hatta bütün ulûm-u evvel ve âhirini ilgilendiren, ihata eden sonsuz bir
deryadır...
Bir âşık
bunların her birinin cevabını ayrı ayrı farkederse bütün tehlikelerden ve
dalâletten kurtulup yeryüzünde Hakk'ın halifesi olur.
Aman, medet,
mürüvvet erenler!..
Bu âciz yüzü
karanın bu müşkülünü hâlleden sizlersiniz...
Arada yokum!.
Bilgiçlikten ve nefsimin hilesinden sizlere sığınırım, bu
günahkârı siz koruyun..
İçimden Hak'tan başkasını çıkarıp tabiat bağlarından, hevâ-ü
hevesten ve nefsin lezzetlerinden kurtarıp gönlümü gizli sırların nurları ife
nurlandırın.
Bir de sizlerden niyazım budur ki... Aşkımı ve derdimi
ziyadeleştirin..
Dilerim ki, niyazımın kabulü için bu yüzü karaya Hak istidâd
vere.. Suçumu ve noksanlığımı ikrar eder olduğum halde...dergâhınıza aciz,
niyaz ve yokluk ile yüz sürerim..
Bu niyazımı kereminizden kabul edin..
Sizin şanınıza düşen lütuf, kerem ve affetmektir.
Bizim şanımız ise daima cahillik, gaflet ve haddimizi
bilmemektir...
Aman erenler!..
Kötü ahlakamızı güzel ahlâka, cahilliğimizi Hak ilmine,
firkatimizi vuslata tebdil edin ki, can gözü ile daima Hakk'ın cemâlinin
temaşasına gark olalım.
Şimdi mürşidim Gavs-ül Vasılîn Sultan Hamdi kaddesellahü
teâlâsırrehu hazretlerinin himmetiyle bu soruların cevapları en doğru şekilde
açılır ve yazılır...
Lâkin bazılarının cevabı yukarıda bildirildi, bazılarının
cevabı da bundan sonra zikredilecektir.
Şimdi dikkatle dinle ve anla!..
Ne
halk Hak olur ve ne de Hak halk olur.
Çünkü, halkın öncesi yokluk ve sonu da fâni yani yok
olmaktır. Burada yokluk, ferdlik, teklik mânâsındadır. Çünkü yok var olmaz.
Evet, ne yok var olur ve ne de var yok olur.
Öyleyse, halkın öncesi yokluktur demek; ferdlik yani teklik
demektir.
Yani...
Sen yaratılmadan evvel ruhun ve cesedin yok değil
vardı... lâkin başka başkaydı.
Yani..
Ruhun başka, cesedin de - ateş, su, hava ve
topraktan meydana gelmiş - başkaydı.
Emr-i Bari yani Hakkın tecellisi; anâsır-ı erbaâ
denilen bu dört unsura geldi.
Müfred yani tek iken ateş, su, hava ve topraktan ibaret olan
bu dört unsur bir yerde toplanarak cesed dediğimiz vücûd meydana geldi...
Sonra da;
mealinde ki Âyet-i Kerimeden anlaşıldığı gibi o cesede ruh
üfleyip diriltti...
Vakti geldiğinde doğup dünyaya geldi.. Adem ofdu ve halk
oldu.
İşte böyle bir halka sen nasıl Halîk dersin..?
Ve..
Nasıl evvelce yoktu dersin?
Şimdi bundan iyi anla ki, sen kulsun, herşeyi doğru anlamaya
çalış. Yoksa Firavun gibi benlik davasına kalkışma!..
Halkın yine sonu fena, yani yok olmaktır..
Yani herşey yine geldiği yola gider. Evvelce bir yere
toplanmış iken, bu defa bu toplum bozularak yine müfredliğe yani TEK'liğe
gider.
Nitekim
evvelce her parçan vardı, fakat başka başkaydı.. Sonunda yine dağılıp başka
başka olur.
Lâkin HAKK'ın
evveli kâdimliktir, yani evveli yoktur, ezelidir. Ahiri baki liktir,
yani sonu yoktur sonsuzdur, hep vardır.
Şimdi cem'den
yani teklikten farka yani çokluğa dönelim..
Ubudiyet ile
Uluhiyet, yani kulluk ile Allah'lığı birbirine perde etmeyelim, birbirine
karıştırmıyalım.
Kulun aczini
ve Allah'ın kudretini beyan edelim;
Şimdi Hak
tebdil ve tağyir olmaktan yani değişmekten münezzehtir.
Ama halk
daima değişmekte, tebdil ve tağyir olmaktadır. Fakat hakikâtte değişen,
tebdil ve tegayyür eden yine Hak'tır. Zira sen mahlûksun, yaratıksın,
hadissin, yani sonradan olmasın..
Sen bilirsin
ki gözü ve kulağı, eli ve ayağı sen yaratmadın.. Bunları yaratan cümlenin
vücûdu olan zâttır.
Bu izahlardan
yanlış anlayıp da yine halk yaratmıştır... Diye dalâlete düşme!.
Yani Bârî
Teâlâ'nın kudreti ve zâtı cümle varlığın vücûdunda gizlidir. Zira cümle
mevcudatı tasarruf ve idare eden «O»durve bütün mevcudat «O»nun
vücûdudur, «O»nun varlığıdır. «O» BİR ve TEK ZÂT'tır.
Benim canım!.
- Bu halkı
Hak yaratmıştır..
tabiri
müptedilere yani acemilere anlatabilmek içindir. Hakikâtte ne yaratılmış ne
de yaratılacak var..
«Her an
bir başka şe'ndedir.»
mealinde ki
Âyet-i Kerime'den anlaşıldığına göre, bunların hepsi şuunât-ı Bârî yani Hakk'ın
şe'nleri, zuhuru, görünüşleridir.
Ve..
Hakk'ın hikmetleri
icabıdır. Bütün mevcudat «O» nun vücûdudur.
Ara yerde
kimse yoktur. Kendi aldı... Kendi sattı.. Kendi pazar etti..
Evet canım!..
Bütün
kâinat Hakk'ın vücûdu iken Hak yine cümleden münezzehtir.
Münezzehliği
şu demektir ki; bütün varlıklar «O»nun zâtının aletidir ve belki zâtıdır, cümle
varlığı nasıl isterse öyle eder.. Bütün mevcutlar ve varlıklar «O»nun varlığı
ve «O»nun vücûdu olduğu halde, «O»nu bilmekten, «O»nu tanımaktan acizdir. Kendi
işini ve kendi zâtını yine kendisi bilir, başkası bilemez.
Meselâ, el
ile tutarsın, ayak ile yürürsün, fakat neyi tutuğunu elin, nereye gittiğini
ayağın bilemez.. Ancak can bilir. Cümlenin canı ise Bârî Teâlâ'dır, bütün
varlıkları nasrl ve niçin kullandığını kendi bilir, başkası bilemez.
Görüyoruz ki,
Hak kuluna bir belâ verir, kul bunda ALLAH'ın hikmetini ve Hakk'm o kula o
belâyı vermekten murad ve maksâd-ı âliyyesinin hayır olduğunu bilmediği için
razı olmayıp şikayet eder...
Eğer kul
Hakk'ın murad ve maksadını bilseydi., o kul, belânın geldiğine sevinir.,
şikâyetçi olmazdı.
Çünkü Hak
kuluna düşman değildir. «O»nun verdiği belâ değil lütûftur. Niçin
olduğunu kul bilmez ama ALLAH bilir.
Nitekim,
«Sevmediğiniz birşey
sizin için hayırlı olabilir, sevdiğiniz birşey de sizin için şer olabilir..»
(Bakara Suresi, Âyet 216) buyurulmuştur.
İşte veliler
bu sırrı bildikleri için Bari Teâlâ, onları nasıl kullanırsa onlar
Hakk'ın hikmetine teslim olup rıza gösterirler. Hakk'ın hikmetini kimse
bilemez..
Ancak
yakînine vasıl olup gece ve gündüz ülfeti daima Hak ile olan ve beşeriyetleri
mahvolmuş kimseler her sırrı bilirler.
Nitekim,
«O'nun te'vilini ancak
ALLAH ve ilimde metin olanlar bilir.»
(Al-i İmran Suresi, Âyet 7)
mealinde ki
Âyet-i Kerime'de buyurulmuştur.
Hakikâtte
HAK'tan başka birşey yoktur. Lâkin zâtinin künhüne kimsenin aklı ermez. Onun
için Peygamberimiz Aleyhisselâm hazretleri;
«Nefsini
bilen Rab'bım bilir.» buyurdu, ALLAH'I BİLİR buyurmadı..
Bari
Teâlâ'nın zâtına akıl ermez diye... yazmaktan maksadımız; her sırrı künhü ile
bildim zannedip gururda olmayalım diye.. Zira gurur, nefsin hilesidir.
Bildim
dediğimiz ancak cahilliğimizin nişânesidir. Bizden bilen HAK'tır, bize ne kadar
bildirirse biz o kadar biliriz. Öyleyse daima aczde, niyazda, kullukta ve
yoklukta olalım.
- Sen
bütün mevcudatı kendinde toplamışsın, özünü bil!.
Çünkü, senden
başka ne Hâlîk var ne mahlûk var. Sende hem hudûs yani sonradan olanlar var,
hem de kıdem denilen ezelî varlıklar var.
Sende hem fena hem beka
var, hem kul var hem Tanrı var. Sende hem cesed hem ruh, hem zahir hem bâtın,
hem evvel hem de âhir var.
İşte cânım!.
Senin
dışında, yani senden hariçte hiç birşey yoktur.
- Ne
ki var âlemde, o var ademde...
demişler.
Fakat bunları,
kendi vücûdunda bulup Hâlîk'i mahlûka ve mahlûku Hâlîk'a, yani ulûhiyeti ve
ubudiyeti birbirine perde etmeyip, daima ubudiyette yani kullukta ol!. Kendini
daima âciz ve kudretsiz bil!. Erlik, mertlik ve keramet odur.
Yoksa.. "Ben
Tanrı'yım..." diye Firavun olmak değil., veyahut, "Ben
kulum gaipte Tanrım var.."diye de seni başka Hakkı başka bilip şirk
etmek değildir.
Kendi
vücûdunda hem Hakk'ı bul!. Hem seni bul!. Birbirine perde etme!.. Senin aslın;
ateş, su, hava ve topraktan halk olunduğu için mahlûksun, hadissin yani
sonradan olmuşsun, ezelî değilsin.
İşte bu
maddeler bir aray gelip terkip olunmadan evvelki ferdlik yani TEK'lik haline
bakacak olursak... Hak'sın, kadîmsin, yani ezelden beri varsın.
Bu
terkipten sonra yine tebdil ve tağyir yani değişme ve maddelerin ayrılması
yönünden fânisin, yani sonun yok olmak ve fena bulmaktır.
Canın ve
yukarıdaki anâsır dediğimiz maddelerin aslı Hakk'ın zâtının tecellisidir.
Anâsır
dediğimiz o maddelerin terkipleri devamlı değişir, ama can değişmez. Ne bir
yerden gelir, ne de bir yere gider.
Behey
Divâne!.
Bozulup
yapılan terkip sensin, gidip gelen de sensin.. Senin değişe terkip tarafına
halk yani mahlûk denilir.
Nitekim Hak
Celle ve Alâ hazretleri, Kur'an-ı Keriminde;
«Arzda olanların cümlesi
fânidir, celâl ve ikram sahibi olan Rabb'ın bakidir.»
(Rahman
Suresi, Âyet 26-27)
mealinde ki
Âyet-i Kerimesinde buyurduğu gibi, bütün mevcudatın dış yüzü mahlûktur, yani
fânidir, tebdil ve tağyir olur.
Fakat iç
yüzü Hak'tır, bakîdir ve hiç bir surette değişmez.
Şimdi benim
canım!.
Hakk'ı bulmak
kolaydır. Çünkü, cümlenin vücûdudur. Lâkin bunların içinde dönüp halkı bulmak
güçtür, Çünkü müstakil bir vücûdu yoktur.
İşte bundan
dolayı Niyazi Mısri Sultan kuddisesstrruhu hazretleri buyurur:
Hak
Teâlâ'dan yakın eşyaya birşey yoktur
Lîk
bildir kimdir ALLAH ve kimdir ibâd
Yani bu
beytte,
- Kendinde
hem Hakk'ı bul, hem de ubudiyetini, yani kulluğunu bul!.
diye tenbih
vardır, Şimdi..
Her kim hem HAKK'ı, hem halkı, hem fenayı hem bekayı, hem
hadisi hem kıdemi, hem kendisinin acizliğinin kemâlini ve hem de ALLAH'ın
kudretinin kemâlini kendi vücûdunda bulup, kulluğu ve ulûhiveti birbirini
görmeye mani perde etmezse, işte o kimse
sek ve
şüphelerden ve telvin denilen başka inançlardan kurtulur, tevhîd ehli olur.
Fakat
kulluğunu unutup, görmeyip ben Hakk'ım diye., tozu koz anlarsa... Hakk'ı yanlış
anlamış olur ve farka gelmemiş olur.
Farkı
olmayanlar ise...nefsin hilesine atdanıp kendisini evliya zanneder.
«Şeytan
onların kötü amellerini süslü gösterir.»
(Ankebût Suresi, Âyet 38)
buyurulmuştur.
Böyle yanlış
anlamış olan kimseler, insan-ı kâmil'in itikadını ve sülûku olan yolunu
bilmediklerinden kulluk, acizlik, yani tevazu ve yokluk hususunda ki
hallerinden onları bulanık ve acemi zannederler.
Telvinde
yani başka inançlarda kıyas edip insan-ı kâmil'in nazarından ve himmetinden
düşüp mahrum kalırlar.
Bundan
dolayıdır ki, insan-ı kâmil’l ne şeriat ehli ne de tarikat ehli bilir.
Her iki zümre
de insan-ı kâmil'i göremezler ve bundan dolayıdır ki, mürşidimiz Hamdi
Sultan ol deryadadır.
Tarikat ehli
olanlar, noksan ve telvinde olduğunu kıyas edip kendi telvinlerini sultanda
görürler...
Bir
kimse, Hakk'a vasıl olmayıp ancak şeriat mertebesinde kalmışsa o kimse Allah'ı
bilemez.
Bu hal
şirk-i hafidir, yani gizli şirktir.
Ve..
Bir
kimse de, Hakk'a vasıl olduktan sonra geriye, farka gelmezse onda kulluk yoktur.
Bu hal
dalâlet, ilhad ve zındıklık mertebesidir.
Tevhid ehli ise, cem'e
varmış yani Hakk'a vasıl olmuş ve farka geri gelmiş, yani kulluğuna dönmüş olan
kimselerdir.
Nitekim
Hüdayi Sultan kuddisessırruhu hazretleri buyurdu:
Şunun kim
cem'i yoktur irfanı yoktur
Şunun kim
farkı yoktur ilhâdı çoktur
Biri şol
türke benzer şehre gelmez
Biri şehir
adamı karyeye gelmez
Hakikâtde
kemâl ehli ol oldu
Ki hem
karyeye o hem şehre geldi
Demek oluyor
ki, asıl Tevhid ehli, cem'e varmış, farka geri gelmiş olup kulluğunu ve
ulûhiyetini birbirine mani olacak perde etmeyip, daima acizde yani tevazu ve
kullukta olandır.
Nitekim
Hazreti Ali Keremallahü Veche,
-
«Cem'i olmayan fark şirktir. Farkı olmayan cem ise
zındıklıktır. Asıl tevhid cem ve tefrikadır.»
buyurmuştur.
Evliyâullahdan bir âşık-ı sadık Bari Teâlâ'ya demiş ki,
- Ya
Rabbi ben yokum sen varsın..
Bârî Teâlâ
o kuluna
buyurmuş ki,
- «Ey
kulum, güzel beni tevhid ettin. Ya senin ubudiyetin kulluğun nerede..?»
İşte Hakk'a
vasıl olduktan sonra farka geri gelip ubudiyetini, kulluğunu bulup, Ubudiyetini
Ulûhiyetine perde etmemek her âşığın elinden gelmez.. Gayet müşküldür. Muhakkak
mürşid-i kâmil'e muhtaçtır.
Ey benim
canım!.
Nitekim Niyâzî
Sultan kuddisessırruhu hazretleri buyurur:
- «Zahid
anlasa Hakkı zühdü neden olur kesad...»
dediği
cem'den sonra farka işarettir.
Çünkü cem
makamında secde eden ile secde edilen, yani sacîd ile mescûd bir olur. Harf,
ses, söz ve kelâm kalmaz.
Bu makamda
yola giden salik şeriati icra edemez, ilhâda meyi eder..
Yani, "Bu
mertebeye vasıl olan âşığın zühtü.. - yani nefse muhalefetle daima
ibâdetle meşguliyeti - Hakk'a vuslat içindi.. Halbuki Hakk'a vasıl oldu,
muradını buldu.. " diye soracak olursan..
Cevabı şudur
ki;
- Hakkı
talep edenlerin hasenatı yani ibâdeti Hakk'a vasıl olan âşığa günahtır. Zira
Hakk'a vasıl olan âşığa gerek ibâdet ve gerek sülük - yani Hakk'a yolculuk -
olsun cümlesi şirktir.
- "Öyleyse
müntehilerin, yani Hak yolunun sonuna gelmiş olanların ibâdeti niçindir.. ?
"
dersen,
müntehiler ve İNSAN-I
KÂMİLLER, abd- i mahz'dır yani has, halis kul'dur.
Nitekim Niyazi
Sultan'ın;
Abd-i
mahzım tasarruf bilmezem..
dediği buna
işarettir.
Şimdi Abd-i
Mahz kime derler..?
Abd-ı
Mahz; elinden,
dilinden, gözünden kimse incinmeyip, ibâdetlerin her birini usul ve âdabı ile
icra eden, yaptığı ibâdetlerde garaz olmayan, yani Cehennem korkusundan veya
Cennet ümidinden ya da Dünya menfaati için olmayıp, halisan muhlisan ALLAH
için, Hakk'ın emrini yerine getirmek için yapan kimsedir. Zira, ibâdetinden
birşeyler ümid
ederse... ALLAH'a
şirk edip ibâdete tapmış olur.
İşte Hakk'ı
talep eden kimseler, ibâdeti Hakk'a vasıl olmak için yaparlar.
Halbuki, müntehiler,
yani Hakk'ın yolunun sonuna gelmiş olanlar, Hakk'a vasıl olduklarından bunların
ibâdetleri ancak Hakk'ın emrine uymak içindir.
Ebrar
dediğimiz, Hakk'ı talep edenlerin ibâdeti gibi Hak için veya Hakk'a vuslat
için ya da başka birşey için yapılan ibâdetler müntehilere günahtır.
Müntehilerin
ibâdeti, ancak Hakk'ın emrine imtisal için yani uymak içindir.
Bu makam çok
çok tehlikeli makamdır!.
Bazı can,
mürşid-i kâmil'e rast gelmediğinden bu makamda;
- Ben
Hakk'a vasıl oldum, ibâdet edersem şirk olur...
der, dalâlete
ve ilhada düşer. Halbuki bu, ibadet etmeyin!.. demek DEĞİLDİR!.
- İbâdetinde
garaz ve maksad olmasın, yaptığın ibâdeti görme!..
Demektir.
Nitekim Hasan
Basri kuddisessırruhu hazretlerinin buyurduğu gibi;
Âlimü'l
hakikati terku rüsyetil alem lâ terkü'l amel»
«Hakikât
odur ki, İbâdeti yapacaksın
Yaptığın
ibâdeti görmemektir..»
yani görmeyi
terk etmektir, yoksa ibâdeti değil!.
Nitekim
Hüdayi kuddisessırruhu buyurur:
Hakikât
sanma terk-i ameldir
Terk-i
rüyet-i ameldir ki güzeldir.
Hasılı kelam,
bir kimse şeriatı icra etmezse, o kimse yanlış anlayıp dalâlete, sapıklığa
ve ilhâda düşmüştür.
Vuslat-ı
ibitidaiye dedikleri ise; kesifliği bırakıp lâtifleşmektir, yani
dalâlet kesiflik, hidâyet lâtîfliktir.
Nefis ve
ahvalimizi muhasebe ederek dalâleti bırakıp hidâyet hareketi ile hareket ettikten
sonra senin yok olman ve Hakk'ın var olmasıdır.
Senin yok
olmanın mânâsı ise şudur; Suret ve sıfat senin değildir, Hakk'ındır. Senin yok
olman, bu suret ve sıfatları sahibi olan Hakk'a verip aradan çıkman ve bir de
senin sıfatlarını Hakk'ın sıfatlarında mahv eylemen demektir.
Yani, senin
statların beşeriyettir, yaramaz huylardır, hayvan sıfatlarıdır. Yaramaz
huylardan kurtulup bu huyları Hakk'ın sıfatı olan iyi huylara - İnsan-ı
Kâmil sıfatlarıdır - tebdil etmendir.
Nitekim Şeyh
Mahmudu Şebüsteri kuddisessırruhu hazretleri buyurur:
Edersen
hüsne tebdil ger sıfatı
Heman
tebdil edersin zâta zâtı
Yani yaramaz
huylarını iyi huylara tebdil edip, sendeki sureti ve sıfatı Hakk'a verirsen...
İşte o zaman, yok olursun, sende ki suret ve sıfat Hakk'ın zat ve sıfatı olur.
Eğer ahlâkını
tebdil etmezsen Hakkı bilsen de fayda etmez, zira nefsin gururu meydana çıkar,
herkesin hakkını yerine getiremezsin, halk da senden emin olmaz.
Vuslattan
maksad, Hakkı bilmek değildir.
Belki Hakkı
bilmek odur ki; hiçbir şeyi inkâr etmeyip, herşeyi Hak bilip, herşeyin hakkını
verip yerine getirmek ve bütün azalarından, elinden, dilinden, gözünden halkın
emniyette olmasıdır. Bu husus ancak, kalbin temizlenmesi, ruhun cilâlanmasi ve
nefsin ıslah edilmesiyle mümkündür.
Kalbin
tasfiyesi, temizlenmesi ise, Hak ve hakikat yoluna girmiş olan salîkin gönlüne
Hak tarafından gizli sırların gelmesidir.
İşte
Vuslattan murad da gizli sırlardır.
«Alahü
Teâlâ nuru ile dilediğini hidâyete erdirir.»
(Nur Suresi, Âyet 35)
mealinde ki
Âyet-i Kerime'de buyurulması buna işarettir.
Herkesin
hakkını yerine getirip herkes ondan razı olur. Ve herkeste Hakk'ın yüzünü görüp
daima Hakkı temaşada olmadıkça kimseye nur gelmez..
Ve..
Bu nur,
gelmedikçe de kimse hidâyet bulup Hakk'a vasıl olarak herkesin hakkını icra
edemez.
işte zındık
ve daimi azabda olan muhallit denilen kimseler bu sırrı bilmedikleri için,
ancak söz ve bilgi ile Hakk'a vasıl olduk zannederek nefislerinin gururuna
aldanmışlardır. Ehl-i hevâ ile ehlullahı ayıran bu gizli sırdır.
«Biz
onlara vuslat yollarını hidâyet ederiz.»
(Ankebut
Suresi, 69)
mealinde ki
Âyet-i Kerime Hakk'ın cezbesidir.
Şimdi...
Yaramaz
huylardan halâs olmayanlar HAKK'a vasıl değildirler. Vuslatları, yani Hakk'a
ermeleri sadece kendi zanlarından ibarettir.
İşte bundan
anlaşılıyor ki, bir kimse şeriatın emirlerini yerine getirmeyip, yaramaz
huylardan kurtulmamışsa, o kimsenin kalbi tasfiye olmamıştır..
Yani, kalbi
saflaşmamış, temizlenmemiştir..
Nefsi ıslah
olmayan böyle bir kimseden de bu sırlar meydana gelmez..
Gizli
sırların zuhur etmediği kimse ise, gururdan ve benlik davasından kurtulamaz,
yalancıdır.
İşte.. "Şeriatte evvelâ yalancı Mehdi zuhur eder!." dedikleri bu gibi yalancı
kimselerdir.
Bu kimselerin yalancı olmaları şeriat-ı Muhammediye'yi yerine getirmemeleridir.
Zira,
eğer gerçek Mehdî olsaydı şeriat-ı Muhammediye'yi aynen yerine getirirdi.
Madem ki
şeriatı icra etmedi..
- ««
Hakk'a vasıl oldum, hidâyet buldum...» demesi yalandır.
Mehdî'den
maksad, hidâyet bulmaktır.
İsa'dan
maksat ise, ruhun nefisten boşalıp ruh-ül kudse tebdil olmasıdır.
Yani, nefisle
kirlenmiş olan ruh temizlenip, pâk, mutahher, aziz bir ruha dönüşür.
İşte bundan
anlaşılıyor ki, yaramaz huylarından halâs olmayıp, şeriatın emirlerini yerine
getirmiyorsa... bu gibi kimseler; "Hakk'a vasıl oldum, erdim..." diye
vuslat iddiasında bulunurlarsa yalancıdırlar.
Çünkü, bir
kimse hidâyet bulmadıkça., yani doğru yola ulaşmadıkça Hakk'a vasıl olamaz.
Eğer hidâyet
bulmuş olsaydı şeriatı kabul edip emirlerini yerine getirirdi.
Mâ'rifetullah
dediğimiz Hak bilgisine böyle vasıl olup Ayn'el yakîn makam ındayken
kendini hakikâte vasıl oldum zannedip, Hakk'al yakîn makamında olduğunu
iddia eden âşıklara Bârî Teâlâ, hidayet edip bu makama getirmeyi murad
ederse;
«Allahu
Teâlâ dilediğini nuru ile Hak yoluna hidâyet eder.»
mealindeki
Âyet-i Kerime gereğince Hak tarafından o âşığın gönlüne hidâyet nuru
tecelli eder. İşte bu tecelliye, cezbe-i Hak, Sırr-ı hafi, Ruh'ü! kudüs
ve Ruh-u izafî derler.
Hazreti İsa'nın
gökten inmesi ve Mehdî'nin çıkması da şudur ki: Bu âşığa hidâyet yetişip kendi
vücûdu, ayıpları ve eksiklikleri aşikâr olur, açılır...
Kendi
hallerine baktığı zaman görür ki., erenlerin hallerinden hiçbiri kendisinde
yok...
Ve..
Ne şeriat
emirlerini, ne de tarikat emirlerini icra edip kalbini tasfiye etmemiş, ruhunu
cilalamamış ve nefsini temizlememiş olup., daima hevâ ve heveste ve
gaflettedir...
Ve..
Nefsin
gururuna son derece aldanıp köpeklik sıfatları ile halkın gönlünü yıkar ve bazı
kimselere de tilkilik sıfatı ile hilekârlık eder..
Ve..
Keşfi
açılınca görür ki., evvelki yaramaz huylarından ve hayvan sıfatlarından
kurtulmamış, ahlâkını asla düzeitememiştir..
Kendini kâmil
olarak görmesinin nefsinin gururu ve hilesi olduğunu anlayıp, uykudan uyanır
gibi gafletten uyanıp... Kendini böyle ayıp ve noksanlar içinde görünce..
İstiğfar ederek feryâd ü figân edip, şeriata gereği gibi yapışır.
Ve..
Nefsini
hesaba çekerek yaramaz huylarını günden güne iyi huylara dönüştürür. Halka
muhabbet edip eksikliğini kendinde ve tamamlığı halkda görmeğe başlar.. Zira o
zaman, Hak'dan başkasını göremez, kendini baştan aşağı isyana gark olmuş
görerek feryâd eder..
Ve..
Nihayet görür
ki., kendini Mehdî zannederken meğer Deccal'mış... Yani "Hidâyet
bulup, Hakk'a vasıl oldum.." demesi yalanmış.
Hallerinin hepsi,
nefsin hilesi ve gururuymuş ve kuru iddiadan ibaretmiş.
Bu hallerden
dolayı dertli olan Hak yolcusu salîk, daha önce yalancılık ile
velilik iddiasında bulunduğu için hakiki erenlerden haya ve edep edip,
yüzünü yerlere sürüp feryâd ü figân ederek onlardan yardım ve meded istemeye
başlar...
O gerçek
erenler de bu zavallının feryadına merhamet edip, kendilerini ondan
gizlemezler.. Gönlüne nazar edip evliyâullahın yolunu ve itikadını, inancını,
Tevhidini ve âdabını gösterip, onu tarik-i müstakîm yani Hak yoluna koyarlar..
Ve..
Erenlerin
himmetleri sebebiyle bu kimseye Hak tarafından hidâyet yetişip gizli sırların
tecellisi zuhur eder..
İşte o zaman,
o kimsenin beşeriyeti ve yaramaz huyları iyi huya dönüşüp, zâtı ve
sıfatı mahvolup, irâde, kudret, gurur ve dava kalmaz., ve meydanda
Hak'dan başka birşey de kalmaz..
Halka olan
muhabbeti gittikçe artar.. Halk ondan emniyette olup, herkes ondan hoşnut ve
razı olduğundan Hak tarafından sevilir ve mahbub-u Hak ve veliyyullahdan
olur. Yani ALLAH'ın evliyası olur.
O zaman, bu
kimsenin vücûdundan gerçek Mehdi zuhur edip şeriat-ı Muhammediye'nin
emirlerinin hepsini yerine getirir ve Hazreti İsa bu kimsenin gönlü göğünden
kalbe inerek Deccal'ı Mekke kapısında mızrak ile vurup, öldürür..
Mehdî imam
olup ve Hazreti İsa ona uyarak namaz kılar. Yani bu demektir ki, nefsi
ruh olur ve ruhu Ruh-ül kuds'e dönüşür..
Hazreti
İsa Mehdi'ye uyunca, yani Hak tarafından gizli sırlar tecellisi zuhur edince nefis ruh
olur ve ruh da Ruh-ül kuds olup hidâyete erer.
Mızraktan
murad, muhasebe,
Deccal'dan murad da nefistir. Çünkü nefis baş kaldırıp, bilmekle ve söz ile
hakikâte erdim., diye salîki aldatıp gurura ve davaya düşürmüştü..
Şimdi..
Madem ki ruhu
Ruh'ül kuds oldu., hidâyete erdi.. Kendisinin gaflette olup, nefsinin gururu ve
hilesi ve fasid yani kötü fikirlerle, bâtın dediğimiz iç âleminin kirli,
mülevves olduğunu öğrenip bildi.. O zaman, gönül kapısı önünde kendi
muhasebesini yapıp nefis
Deccalı'nı
katleder.
İşte o vakit,
salîk'in vücûdundan gerçek Mehdi zuhur eder ve Hazreti İsa nazil olup Mehdi'ye
uyar ve şeriat-ı Muhamme-diye'yi harfiyyen icra eder.
Bundan
anlaşılıyor ki, Hakk'al Yakîn makamına şeriatı icra etmeyenler vasıl
olamamışlardır.
Onlar
yalancıdırlar, yanlış yoldadırlar, temkin ve istikamet bulamamışlardır.
Zira temkin
ve istikamet bulan âşık, şeriatı inkâr etmez.
Gereği gibi
icra edip herşeyin hakkını vermezsen, daha şeriatın hakkını veremiyorsun
demektir, nerede kaldı ki başkalarının hakkını icra edesin..???
Ey Divâne biz yine kendi sözümüze gelelim..
-Ubudiyetini
bil!..
yani"
KULLUĞUNU BİL!.." demek, ancak zahiri görebilen halk gibi yanlış alayıp da
kendini başka Hakk'ı başka görüp şirk et!., demek değildir..
Ubûdiyyetten
yani kulluktan murad edilen, senin cüz' ve fâni olmandır.
Anâsır
denilen seni meydana getiren maddelerin aslına dönüşmesi ve senin tebdil ve
tağyir olmandır.
Ruhun
ruha, anasırın anâsıra dönüştüğü vakit, baki olursun... yani cüz' iken kül
olursun..
Can
Hakk'ın zâtından ayrı değildir.
Göz, kulak,
el ve ayak hep Hakk'ın aletidir ve olar da Hakk'ın zâtıdır. Senin ne tende ne
de can da alâkan var..
Bârî
Teâlâ, zâtında mevcut olan kudretinin kemâlini senin vücûdunda icra etmeyi
murad edip teni cana alet etti ve tenin sevk ü idaresini cana verdi.
İşte o ten
ile o cana bir isim kondu..
Hak senin
vücûdundan o isimle meydana çıkıp nasıl hareket etmek isterse sen de öyle
hareket edersin.
Meselâ Hadi ismiyle meydana çıkmışsa hidâyet
hareketleri ve güzel işler yaparsın..
Eğer Mudil ismi ile meydana çıkmışsa dalâlet
hareketleri ve sapıklıklar yaparsın..
İşte bu
isimle Hakk'ın senden zuhurunu, senden aşikâr olduğunu bilmeyip, Hakk'ın
varlığını kendi varlığın bilip ben yaptım zannedersen, şirk edersin.
Şimdi
Ubûdiyyetten murad, senin cüz'ülüğün idi.. Bunu anladınsa Ubudiyetini, yani
kulluğunu buldun. Öyleyse bundan sonra da Ulûhiyeti kendi vücûdunda bul!.
Yani Bari
Teâlâ senin vücûdunu kendisine alet edip, Hak senden senin isminle zuhur etmiş,
meydana çıkmıştır.. O vücûd sen değilsin Hak'tır.
Sen bunu
bilmediğin için ben zannedip şirk ettin.
Hak senden
senin isminle göründüğü için, evvel sensin, âhir sensin, zahir sensin, bâtın
sensin.. Yani gizli âyân sensin, kendini bilesin...
Sen ruh
yönünden ve anâsırın müfredliği yani TEK madde oluşu yönünden evvelsin.
O müfred
yani TEK olan anâsırın bir yerde toplanıp karışım olması yönünden âhirsin.
Resul
Aleyhisselâm Hazretleri'nin,
- «Gelişte
son fakat yaratılışta ilkim.»
mealinde ki
Hadis-i Şerifi buna işarettir. Ve..
Anâsır
yani seni meydana getiren maddeler yönünden zahirsin, ruh yönünden bâtınsın.
Kezâ..
Anâsır
yönünden fânisin, yok olucusun, ruh yönünden bâkî'sin.. yani ebedîsin.
Tebdil ve
tağyir olman yönünden halksın, ruh bedenden ayrılıp ruh ruha, anâsır anâsıra ve
her organın aslına dönüp bakî yani ebedî olduğun için Hak'sın.
Anâsır
cihetinden halksın.. Ruh cihetinden Hak'sın. Semî'sin, Bâsir'sin, Mürid'sin,
Murad'sın, Hayy'sın, Kay-yum'sun, Kahhar'sın, Rezzak'sın, Vehhâb'sın..
Sözün
hulâsası; bütün esması, ef'ali ve sıfatı ile Hak senden zuhur edip Hakk'ın
gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve Hakk'ın bütün
tasarrufu yani herşeyi yapması senin vücûdundan meydana gelir..
Nitekim
Hazreti Ali kerremallahü vecheh;
- «Sen
kendinin küçük olduğunu zannedersin, fakat bütün büyük âlemler sende
durulmuştur..» buyurur.
Sen bütün
kâinatı kendinde toplamışsın. Yani bütün kâinat sende mevcut. Hak ve halkın
cümlesi sende mevcut. Ama sen bunu bilemediğinden kendini küçük zannedersin..
Şimdi gafil
olma!.. ÖZ'ünü BİL!.
Hakkı
kendine ve kendini Hakk'a perde ve engel etmeyip daima yoklukta, aczde ve niyazda
ol!.
Bu niyazı
anladınsa.. HAK kimdir., farkedip dalâlet ve ilhâddan emniyette olup, İnsanı
Kâmil oldun.
İşte bunları
anladınsa.. bir başka türlü beyan edelim ki..
- Âşıklar
ve sadıklar Ubudiyeti ve Ulûhiyeti kendi vücûdlarında bulup En'el Hakkı
Hüvel Hakk'a yani «Ben Hakk'ım sözünü O Hak'tır» sözüne çevirip En'e
ile Hüve'yi birbirlerine perde ve engel etmesinler.
Ey benim
canım!..
En'el
Hakkı Hüvel Hakk'a.. yani «ben Hakk'ım süzünü O Hak'tır..» sözüne tebdil etmek
lâzımdır.
Çünkü,
senin vücûdun,Hakk'ın bir
azası yani
organı gibidir. Hakk'ın tüm
vücûdu değildir.
Şöyle ki;
denizden alınma bir bardak su gibisin, yani deniz değilsin ama denizden başka
birşey de değilsin.
İşte bunun
gibi, eğer sen "Hakk'ım.." dersen, senin ve benim yani cümlenin
vücûdu hep birden Hak'tır, yoksa yalnız senin ve benim vücûdumuz değil..
Eğer sen
Hakk'ım dersen, sanki bir el veya ayağın, ben tamam ademim diye adamlık iddiası
etmesine benzer. Bir el veya ayağa adam denir mi..?
Tabii ki
denilmez..
Fakat, bütün
organların hepsi yerli yerindeyse hepsine birden adam denilir.
İşte bunun
gibi yer, gök ve bütün hayvanlar ve insanların hepsi insanda mevcuttur.
Fakat muhtasar ve bilkuvve vardır, mufassal ve bütün teferruatı ile değil..
İşte... Mufassal
olan varlığa, yani kâinata Âfâk veya Âlem-i kebir yani büyük âlem
denilir.
Muhtasar
ve bilkuvve mevcut olana da Enfüs veya Âlem-i sağir, yani küçük âlem
denilir.
Öyleyse Âlem-i
Sâgîr'in ve Âlem-i Kebir'in cümlesi birden Hakk'ın vücûdudur, yalnız
Enfüs'ün yani Âlem-i sağir'in değil..
Çünkü sen
cüz'sün kül değilsin.
Âlem-i
Âfâk ve Âlem-i Enfüs'ün cümlesi küldür.
Görüyoruz ki Hakk'ın
her kudreti bir sıfattan zuhur etmiştir..
Meselâ,
kuşlar uçar, insan uçamaz ve insanda ki kudret de hayvanlarda yoktur..
Çünkü insan
mazhar-ı tâm'dır. Yani, Hakk'ın bütün kudretlerinin zuhuruna mahal
olabilecek mahiyettedir ve insanların da herbirinden bir başka kudret zuhur
etmiştir..
Kiminden
güzel yazı yazmak, kiminden şâir sıfat, senden ve benden günâgün çeşitli
kudretini zuhur getirmiştir...
Senden senin
vücudunu kullanır ve senin emrini bilir, benden benim vücudumu kullanır ve
benim emrimi bilir...
Bizim
Ubudiyetimiz ve cüz'lüğümüz bu kadarcıktır ki... sen benim halimi bilmezsin,
ben de senin halini bilmem..
Ama senin
kendi halini bilmen ve benim de kendi halimi bilmem Hakk'ın bilmesidir, senin
ve benim değildir..
Fakat biz
ona, "bizlik ile cüz'lük bitmesidir.." deriz. Zira..
-
"Bari Teâlâ cümle iledir" denmesi işte bu cüz' bilgisidir ki, senin halini
senden benim halimi benden bilir.
Şimdi..
Bârî Teâlâ' nın ilmi bundan ibarettir zannetme!.
Sadece kendisine mahsus olan ilmi vardır. Bu ilim sana
ve bana değildir...
Zira Bârî
Teâlâ, senin halini ve benim halimi bilir.
dedikleri, bu
manâdadır.
Lâkin bazı
âşıklar vardır ki, Hak ile ülfet ve Cinsiyet edip kül bilgisine de nail olup,
herkesin halini ve herkesin gönlüne geleni bilir...
İşte bütün
mahlûkatta olan vücûd ve hareket hepsi Hakk'mdır. Her varlıktan bir başka türlü
kudretini meydana çıkarmıştır, hepsi Hakk'ın kudretidir ve Hakk'ın ne kadar
kudreti varsa herkesden gizlidir.
Fakat bazı
velîlerden öyle kudreti zuhur eder ki, dünyada olan insanlar hepsi
birarayatoplansalar o hali yapamazlar, âciz kalırlar.
Öyleyse bütün
bunlara binâen Bârî Teâlâ, bu mahlûktan başka bir vücûdu olmaktan
münezzehtir ve Hakk'a mahlûktan başka bir varlık olarak inanan kimse şirktedir.
Eğer bu izahtan anlaşılmadıysa, bir başka türlü beyan
edelim...
Benim canım!.
- ...benim
ben dediğim Hak'tır..
demek, benim
ne bedende., ne de canda., alâkam var.. demektir.
Beden ve
ten Hakk'ın sıfatıdır, can ise zâtıdır.
Amma,
demek, bütün
vücûd hep birden Hakk'ındır demektir. Yoksa yalnız senin ve benim vücûdum
değil.
Çünkü Hak
Teâlâ, senin ne aynındır ne gayrındır.
Meselâ,
aynada görülen suret senin kendin değildir, suretindir... Ama o suret gayrın da
değil senindir.
Şimdi, Hak
senin aynın olmadığı gibi sen de Hakk'ın tamam vücûdu değilsin. Bir azası bir
organı gibisin.
Amma Hak senin gayrın değildir, sen de görülen suret
Hakk'ındır. Senin değildir.
«ALLAH adem'i sureti
üzerine halk etti..»
buyurulması
bu manadadır.
işte bunun
için Hakk'ın kudreti herşey de gizlidir. Herkesden ve herşeyden hareket eden
ve herşeyi işleyen Hak'tır.
...halk
Hak olmaksızın hareketten
ve fiilden acizdir.
Onun için
herkesde görülen suret ve yüz, Hakk'ın sureti ve yüzüdür, herkesin değildir,
zira herkes acizdir.
Bârî Teâlâ,
herkesi istediği gibi kullanır.
Binaenaleyh
Bârî Teâlâ, mahluktan başka vücûdu olmaktan münezzehtir.
Dikkat edersen...
-
«Kulun rızkını veren Hak'tır.»
derler. Hiç
şimdiye kadar Hakk'ın halktan başka bir vücûdu olup da kula rızık verdiği
yoktur. Herkes rızkını ALLAH'tan ister... Velâkin kul elinden zuhur eder..
Kimse dikkat edip araştırmaz ki... Bu hal ne haldir..??? Kul kimdir..? Allah-u
Teâlâ kimdir..??? kimse bilmez..
Ve..
Böyle
gaflette geçer giderler...
Bundan bari
anla ki.. Bârî Teâlâ, kullarından ayrı değildir, belki kullarının vücûdundan
zahirde ve bâtında tasarruf eden Hak'tır.
Fakat,
kullarını kendine perde ve alet etmiştir. Hakikâtte her işi işleyen Hak'tır.
Ama sen kör ve gafil olursan kul zannedersin.. Öyle sanma!..
Zira, sen
senin ardında kalmışsın, Hakk'ı göremiyorsun., bari karagöz oyunundan hisse
al!..
Arif-i
billâh, herşeyi «KÜNH» ile aslını bildiler... Onun için EN'EL HAKK'I HÜVEL
HAKKA tebdil ettiler.
Sürüb
ismin dilde tekrar eylerim
Varlığım
seninle ben var eylerim
Koma
beni etmem dert ile ah
Yakarım
dünyayı hep nar eylerim
Aşk ı
pakin boynuma zencerini
Takmışım
mansur olup dar eylerim
Enel
Hakk’ı mahvedüp sende şehha'
Hüvel Hak
zikrini her bar eylerim
Beni
sende seni Hak'ta mahvedüp
Hakkı
sende seyyidim var eylerim
Cemâlinden
okuyub âyetleri
Şerh
edüp lezzât-ı tekrar eylerim
Vech-i
pâkîn ismidir ümmül kitâb
Bu
Selim ânı eskâr eylerim
Şimdi..
Kendini aradan çıkarıp, varlığı HAKK'a vermelidir.
Biz arada yokuz, varlık «Onundur.
Kulluğu ve ALLAH'lığı bu izahtan anlamadınsa.. bir başka
türlü beyan edelim:
Sende Ulûhiyet var. Ubudiyet var, yani sende ALLAH'lık ve
kulluk var.
Burada
kulluktan yani Ubudiyetten maksad; senin cüz'i oluşundur., sen Hakk'ın bir
organı azası gibisin., tüm vücûdu değilsin.
Ulûhiyeten,
yani ALLAH'lıktan maksad ise; sende ki vücûd.ki cüz'iliğin-idi.. HAKK'ındır
senin değildir.
Cüz'i
olmandan dolayı kul'sun.
Kulluğun
dolayısıyla o cüz'iliğin ile de alâkan olmayıp sende ki cüz'i vücûdun, HAK'ın
bir yüzü olması nedeniyle HAK'sın.
İşte bu
hususu anladınsa..
Sen de hem
seni buldun hem HAKK'ı buldun..
Çünkü
senin vücûdun Hakk'ın bir azasıdır, bir organıdır. Sen yoksun, öyleyse sende ne
irade-i cüz'iye ve ne de irade-i külliye var, cümlesi HAKK'ındır.
Çünkü
herkeste ki vücut HAKK'ın vücududur. Öyleyse vücudun sahibi, vücudunu nasıl
isterse öyle kullanır, ve hangi azasını nasıl isterse öyle hareket ettiririn.
İşte
bundan bütün halkın aciz olup, tasarrufun HAKK'ın olduğu anlaşılmış olur.
Dolayısıyla
senin vücûdunda HAKK'ın bir azasıdır. Ve.. Senin her yönden azâ sahibine
ihtiyacın vardır. Sen zelilsin, âcizsin.. Aczîni unutma!. İtiraf et!.
Sen
zannettiğin vücûd sahibibin emirlerini tutup, yasak ettiklerinden daima sakın,
kullukta ve niyazda ol!.
Ey benim
canım!..
Hakikâtte
halk Hak'tan ayrı ve başka bir varlık değildir.
İşte bu
beyanlar, Bari Teâlâ'nın kudretinin kemâlini ve kulun elinde birşey
olmayıp, kemâl mertebede acizliğini ispat edip, kulun şanına lâyık olan hareketin
daima acizlikte, kullukta ve niyazda olması olduğunu bilmek içindir.
Bunları
yazmaktan maksad, bazı taklitçilerin ters anlayıp "ben
Hakk’ım.." diye Firavunluk davasına kalkışıp, Allah esirgesin
kulluklarını kaldırıp Hakk'ın emirlerini tutmamaları ve Hakk'ın şan ve şerefine
lâyık olmayan sözler söyleyip imansız gitmelerine sebep olmalarıdır.
Şunu iyi
anlamak gerekir ki; Bari Teâlâ halk eder demek; Hakk'ın zâtı sıfatına
tecelli eder demektir.
Yani sıfat
yüzünden görülen zâttır.
Nitekim Peygamberimiz
Aleyhisselâm Hazretleri;
- «Dünya
ve âhirettte ALLAH'tan gayrı yoktur.»
mealindeki
Hadis-i Şerif'de buyurmuşlardır.
Bundan da
anlaşıldığı gibi, bütün eşyanın herbirisi iki cihandır..
Her
eşyanın zuhuruna; Dünya, halk ve fâni derler. O ise Hakk'ın zâtı idi..sıfat
yüzünden görünmüştü..
Ve...
Bütün eşya aslına
dönünce, Hak, bakî ve Âhiret derler. Bu ise Hakk'ın sıfatıydı, zâtına rücû
etti, zâtına döndü demek olur.
İşte bunlardan ne demek istendiğini anlayıver...
Arif ol gayri değil oldur giden oldur gelen
Sureta gider görünür ne gelür ol ne gider..
Şimdi..
Bu
izahtan yanlış anlayıp, haşir ve neşri ve şeriatı inkâr etme!..
Bilhassa çok aziz tut ve
hakikâti şeriata tatbik et!.
Eğer uygun
gelirse o hakikâttir yoksa yanlışlık sendedir.. Çünkü, mâ'rifeti, bilgiyi ehil
olmayandan almışsın..
Onun için
ehil bir Mürşid-i kâmil ara ki, sana irfanı, ilm-i ilâhi'yi olduğu gibi
dosdoğru versin.
Aziz
Nefesî kuddisessırruhu
buyurur ki;
- Bir kimse halkın sıfatı ile Hakk'ın
sıfatını fark etmez ise o kimse yolunu şaşırmış ve azmıştır, halkı şaşırtır ve
azdırır..
Ey benim
canım!.
Halkın sıfatı demek;
ânasırın tabiatı
demektir.
Yani vücûdumuzu meydana getiren maddelerin karek-teri ve tabiatı
demektir ki, nefis dedikleri budur.
HAKK'ın
sıfatı demek;
ahlâk-ı hamide denilen güzel ahlâk, yani ruhaniyyettir.
Çünkü ruh
bütün ef'al-i kabiha denilen çirkin ve kötü hallerden ve işlerden münezzehtir.
Allah korusun
zina ve livâta edip, şarap içip, her türlü kötülüğü işleyip sonra da...
- Ben arada yokum, bunları Hak işledi...
diye nefsin
hevâ ve hevesini, kötü ve çirkin işlerini Hakk'a isnad etmemelidir.
Eğer senden bir noksanlık, bir hata meydana gelmişse, kendi
kusurun olduğunu idrâk edip Hakk'tan affını iste!.
Adem
Safiyyullah, küçük bir hata işledi, derhal hata ve eksikliğini kendi nefsinden
bildi, niyazda bulundu ve af edildi.
Şeytan ise,
Hakk'ın emrini tutmadı, kendisinin hata ve dalâletini Hak'dan bildi, onun için
tard edildi ve huzurdan kovuldu.
Gerçi hidâyet
ve dalâlet hakikâtte Hakk'ın fiilidir, fakat edep lâzımdır ve
edeb icabı da şöyle niyaz edilir;
- Yâ
izzet sahibi olan Rabb'ım, bu noksanlık bendedir ve benim anâsırımın hidâyete
istidâd ve kabiliyeti olmadığından delâlete kullandın..
diyerek noksanlık
ve hatayı kendinden bil!..
Fakat kendinde
zerre kadar hareket ve kudret olduğuna inanmayasın ki, ŞİRK ETMİŞ OLMAYASIN.
-
Bütün cüz'i irâde ve külli irâde Hakk'ındır.
Bundan yanlış
anlayıp cebriye ile sıfat-ı ilâhiye olan mürid birbirine karıştırılmasın..
Ehl-i zahirin
irâde.i cüz'iye ispat etmeleri Hakk'ın kudretini iyi bilmediklerindendir.
Öyleyse
bunları anladıktan sonra şunları da bilmelisin; Peygamber gönderip emirlerden
ve yasaklardan murad Hakk'ın rızasında bulunmaktır.
Hakk'ın
rızası ile dalâleti bırakıp hidâyet hareketleri ile hareket etmektir.
Hakk'ın bu
halk yüzünden zuhuru «Hadi» ve «Mudil» isimleriyiedir... Evlîyâullah'tan Hadi,
avam-ı nâs'dan ise Mudil ismi ile zahir olur.
Öyleyse
evliyâullah Hadi, avam-ı nâs ise Mudil isminin mazharı oluyor.
Gerçi hidâyet
ve dalâlet hakikâtte Hakk'ın varlığının tecellisidir hepsi «Ondan çıkar.
Fakat dalâlete
Hakk'ın rızası olmadığından Peygamberler ve mürşidler gönderilmiş olup, halkı
hidâyete davet etmişlerdir.
Bunları
anlayıp hidâyet hareketi ile hareket edip, şeriatın emirlerine riâyet edip dört
kapıdan baş gösteren âşığa aşkolsun..
Yukarıda,
irâde-i cüz'iye ve irâde-i külliye Hakk'ındır demiştik.
Şimdi burada
şu sual akla gelebilir;
- Madem
ki irâde-i cüz'iye ve irâde-i külliye Hakk’ın olup bende irâde yoktur, o zaman
nasıl hidâyet hareketi ile hareket edeyim.. ?
Evet cevabı
budur ki;
- İnsanda
kalb vardır ve kalbin iki tarafı vardır. Bir tarafı halkla olup çokluk âlemine
ve halka açılır.. Bu gaflete ve çokluk âlemine açılan taraf, kesafete ve
dalâlete meyi eden hayvan sıfatlarıdır, yemek, içmek, şehvet ve dünyalık
muhabbeti gibi..
Kalbin
diğer tarafı, HAKK'a ve Vahdet âlemine açılır ki, hidâyete meyi eder, lâtiftir,
ruhaniyet sıfatıdır.
Evet..
Herkeste kalp
vardır ve herkesin meyli iki tarafadır..
İşte..
Kalbi Hakk'a
açılıp Hak'la kaim olan âşıklarla ülfet ve sohbet edersen, onların gönlünden
senin gönlüne feyz ve hidâyet yetişir, senin kalbinin de halka olan tarafı
kapanıp Hakk'a olan tarafı açılır.. Zira gönül gönülden nem kapar..
Bakmaz misin
ki..
Kasavetli,
sıkıntılı bir adamın yanına vardığım zaman, kasavet ve sıkıntı onun gönlünden
sana sirayet eder, sende de hasıl olur..
Eğer, şad ve
neş'eli bir kimsenin yanına gidersen sen de şad olursun.. kasavetin gider neş'e
gelir.
Eğer başka
bir sohbet veya dünyaya ait bir sohbet olsa, meclise agirlik ve kasavet çöker
ve meclistekilerin de hepsinde gaflet zuhura gelir.. Hakk’ı unuturlar.
Ama
Evliyâullah sohbeti olsa veya Evliyâullah'tan bir zat mecliste bulunsa, o
meclise ruhaniyet gelip, orada olanların gönlünden dünyalık muhabbeti çıkıp gafletten
halas olurlar.. Fâsıklar bile, hep Hakk'a muhabbet ederler.
İşte
bunlardan anla ki..
Eğer sen
hidayet istersen ehlullah meclisine devam et!.. Erenlerin sohbetini dinle!. Ta
ki...senin gönlüne de hidayet gelsin..
Bari
Teâlâ' da
sana hidayet edip sen de ehlullahtan olursun.
Ama böyle
olmayıp da, fâsıklar, şakiler, heva ve heveslerine bağlı kimselerin meclisine
gider, onlarla sohbet edersen, ehlullahdan olsan bile fâsık, gafil ve ehl-i
hevâ ve hevesten olursun. Hakîkatte ezel ve ebed yoktur.. Ezel ve ebed tabiri
anlatabilmek içindir.
Eğer ezel
olsaydı Hak Teâlâ'nın ibtidası olması lazım gelirdi...
Bari
Teala, dalaletini hidayete tebdil edip, hidayet halk eder..
Eğer ezelde
nasıl idiyse öyle olmuş olsa.. Peygamberler ve mürşidler gönderilmezdi.. ezelde
saîd olan saîd, şâkî olan da şaki olurdu..
Fakat,
hakîkâtte hal böyle değildir., çok kere görüyoruz ki, bir şaki, bir fâsid
ehlullahdan birine bağlanıp, onun terbiye ve derslerine tabi olur ve Bârî
Teâlâ, onu şaki iken saîd ediverin.
Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de;
«ALLAH
dilediği hükmü kaldırır, dilediği hükmü yerinde bırakır ve dilediği hükmü
değiştirir, bütün kitapların esası olan levh-i mahvuz O nun katındadır.» (Ra'd Suresi, Âyet 39)
mealinde
buyurulduğu gibi, bu ezel tabiri Hakk'ı bilmemekten dolayıdır.
İşte bu
husus, ayak kaydırır ve tehlikelidir. Ancak Kader sırrını bilen kişi gerçek
halin ne olduğunu bilir.
Şimdi..
SENİN EZELİN NEDİR..???
Onu
bilelim...
Anâsırdan
olan cesedine ruh girip, kulluk üniformasını giyip, aklın kemâle gelip, şeriat
emirleri ile sorumlu olduğun gün senin ezelindir.
Eğer bir
mürşide teslim olup HAKK'ı bulursan ezel gününde "BELÂ" deyip ikrar
edersin ve eğer tarikata girmezsen, mürşide teslim olmazsan "Neâm!."
deyip Hakk'ı inkâr edersin.
Her ne kadar
BELÂ ve NEÂM kelimeleri aynı mânâda ise de Ehlulullah indinde ayrıdır.
Ehl-i vuslat
denilen Ehlullah olanlar, ezel gününde "BELÂ!,"
deyip HAKK'ı ikrar ettiler.
Ama kâfir
olanlar, "NEÂML" deyip HAKK'ı inkâr ettiler.
Kâfir diye
Hakk'ı örtenlere derler.
Burada
kâfirden maksadımız, Yahudi ve Nasara değildir, maksat Hakk'a vasıl
olmayanlardır. Zira onlar hem "Hakk'ı ikrar ederiz.."
derler, hem de şirk ederler, yani Hakk'a ortak birçok Hak tanırlar.
Eğer bir
kimse kemâl derecede Hakk'ı bilmiş ve an-lamışsa o kimse Hakk'm kazasına razı
olup belâsına sabreder. Kimseye ihtiyacını arz etmez.
Çünkü belâya
sabr etmek, Hakk'ı kemâl derecede bilmenin neticesidir.
Bazı makam
vardır ki, o makam zuhur eden belâya sabretmekle geçilir..
Bari
Teâlâ, o
makamda olana bir belâ, bir musibet verir., o kimse de ona sabreder ve Hak
Teâlâ; «Kulum sabretti.» diye o makamdan geçirip mahbûb edinir..
Yani, Hak
tarafından sevilmiş olur.
Ama HAK
yoldan sapmış olanların cahilliklerinden yanlış anlayıp;
- Sen
Hak'sın, Hakkı bildin ve Hakk'a vasıl oldun. Bundan sonra ne makam var ne de
olacağın birşey var.. Artık sen Hak'sın..
demeleri,
dümdüz yürüyüp makam falan tanımadıklarından, dalâletlerinden ve gizli sırları
bilmediklerinden dolayıdır.
Halbuki
bilmezler ki., makamdan murad, gizli sırlar zuhur edip ruhun cilâlanması,
kalbin temizlenip saflaşması,nefsin ıslâh edilmiş olması, hasılı bütün hayvan
huy ve sıfatlarından, halka hile etmekten, yalan söylemekten kurtulup, nefsi
ruh, ruhu da Hak olup Hakk'al yakîn makamında daima uyanık olup asla ona gaflet
zuhur etmemesidir.
Yoksa.,
amelsiz.. yalnız bilmekle hayvan sıfatlarından kurtulunmaz. Böyle olanlar
kendilerini aldatırlar ve asla Hak'tan haberleri yoktur ve herkesi taklid
zannederler..
Şimdi..
Bu hususları
güzelce anlayıp tam ve temiz bir inançla Hakk'ın belâ ve musibetlerine sabreden
âşık.Hakk'ın her sırrını öğrenir ve halkın belâ ve musibetlere sabretmeyip
türlü türlü belâlara müptelâ olduğunu görür., ve onlara acır.. Cenâb-ı Hak âşık
kullarını belâ ve musibetlerle imtihan eder.
Ârif-i
billâh denilen, Hakk'ı tanıyan, bilen kimselerle Evliyâullah denilen Hak
velîlerinin Hakk'ın cemâlini temaşa etmelerinde çok farklar vardır.
Ârif-i
billâh'ın görüşü ilimdir, Evliyanın ise ayrıdır.
Meselâ, Ârif-i
billâh,
— Hakk'ı
gördüm ve bildim!., der, fakat gaflettedir.
Ama Evliyâullah'ın
görmesi ayrıdır, yani yakınlık ve uyanıklıktır.
Şöyle ki...
meselâ onlar, cezbe ile Hak mertebesine yakınlık tahsil etmişlerdir ki, güya
zahirlerinde ve bâtınlarında vücudları kalmayıp, vücûdlarından her fiili
işleyen Hak'tır diye kendi vücûdalarını kemâl derecede yakınlıktan ve
uyanıklıktan mahvedip Hakk'ın vücûdunu görüp çok terbiyeli olur..
Hakk'ın
kendilerine yakınlığı hususunda bir nefes kadar bile gafil olmayıp yanlız
oldukları zaman bile kendilerini Hak'la beraber görüp, edeplerini muhafaza ve
devam ettirirler...
Her zaman
Hak'la kaim olup, her an Bârî Teâlâ'nın meclisinde ve huzurunda olduklarını
bilirler, asla gaflet zuhur etmez.. İşte bu Evliyâullah makamıdır.
A benim
canım!,
Birçok
canlar, Mürşid-i Kâmile rast gelmediklerinden Hakk'ı bilememişler, yanlış
anlayıp dalâlete düşmüşlerdir.
Bunları
yazmaktan maksadımız, onları uyandırmaktır.
Yani, Hakk'ın
kudretini kemâl derecesinde ve halkın zillet ve acizlikte kemâl derecede
olduklarını anlayamadılar..
Bütün hal ve
hareketlerinde, hatta nefes alıp vermekte bile Hakk'a muhtaç olduklarını
düşünemeyip, Hakk ve halkı farke-demediklerinden nefis ve benlik tesiriyle
En'el Hak, yani "ben Hakk'ım" der veya ALLAH korusun., tamamen inkâr
ederler... Kerameti de inkâr ederler..
Hakk'a
itikadları noksan olduğundan Bârî Teâlâ, onlara türlü türlü dertler verir.,
onlar da sabretmeyip edepsizlik ederler, hatta Hakk'a söğerler..
Ve..
Bir tarikata
mensup âşığa bir musibet gelse., o âşık da, o musibeti kendi noksanlığından
bilip sabretse ve Bari Teâlâ'dan o musibet karşılığında yüksek makam ve Hakk'a
yakınlık ümid etse, o edepsiz kimse hemen şeytan gibi bu âşığın karşısına çıkar
ve,
- Behey
divâne!. Behey ahmak!. Çektiğin zahmet yanma kalır.. Belki sen Tanrı'dan
büyüksün..
veyahut;
- Ne
makamın, ne de mertebenin ve yakınlığın aslı vardır...
diyerek o
âşığın itikadını bozmaya çalışır..
Halbuki
bilmez ki, Bari Teâlâ'nın her işinde birçok hikmet vardır, kul bilmez fakat
velîler bilirler..
Bu gibi
kişiler evliyaların da görmediğini bilmediğini zannederler.. Çünkü
Evliyâullah'ın ilmini ve halini kendileri ile kıyas ederler..
Böyle fâsid
ve bozuk itikâdda olanlara Bari Teâlâ, türlü türlü belâlar verir, onlar da
sabretmezler.. Sabretseler dahi Velîlerin sabrı gibi değildir.
Velîlerin
sabrı gibi, TESLİMİYET ve RIZA, FERAH ve SÜRÜR ile değildir.
Onların
sabrı, belki Hak'tan yüz çevirmek ve çaresizliktendir..
HAKK'ı
kemâl derecede bilenler, ancak velîlerdir.
Onlar
bilirler ki.. HAKK'ın kahrı içinde lütfü gizlidir ... İsterse cevr ü
cefâ etsin., olan iş ve fiil baştan başa Mah-bub'undur. Yani, Zâtı gibi
fiili de MAHBÛB'dur.
Mahbub'un
lûtfunu ve kahrını bir bilip Hakk'ın muhabbetiyle zehir dahi olsa içip., şeker
şerbeti bilirler.
Böyle
itikâdda olan, Hakk'ı bilmiş, Hakk'a vasıl olmuş ve beşeriyeti de yok olmuştur.
Hakk'ın
Ulûhiyeti katında böyle âşığın alâmeti ise, elinden, dilinden, kulağından,
gözünden, herkesin emniyette olması, kimseye zararlı değil herkese faydalı
olmasıdır.
Dil ile kulum diyenler kul değildir şöyle bil,
Olmayınca doğru çeşm ve doğru gûş ve doğru dil.
Şimdi böyle bir canın, halka düşmanlığı kalmaz, düşmanlık
yerine dostluk getirir ve her mahlûka Hak gözü ile bakar.. herkesin
isteğince hareket edip, gönül alır..
Herkesten himmet talep eder, kendini herkesten âciz, miskin
ve zelîl görüp, gururdan, iddiadan ve riyakârlıktan emni-yetfe olur.
Böyle âşığın sözünden, halinden, fiilinden
şeriata ve tarikata aykırı, muhalif hareket meydana gelmez, çok edepli olur.
Her andan ve zamandan hoşnut ve razı olur.
Bu âşığın mübarek yüzünü bir kere gören;
der, çünkü Evliyadır, ALLAH'ın sevgilisidir.
Şimdi bunları anladıktan sonra şunları dahi bilesin ki!..
Taklid ve Tahkiki fark edebilesin..
Eğer sen,
halkı taklid anlamayıp Hakk'a vasıl olup, Hakk'ı her yerde hazır gördünse,
Hakk'ı nasıl seversen halkı da öyle seversin ve HAKK'ın her yüzünden Cemâlini
görürsün..
Eğer gördüğün ve bildiğin taklid değilse, kimsenin gönlünü
kıramazsın..
Halk ne söylerse;
dersin, kimse ile muazara ve münakaşa etmezsin.
Çünkü, Hak Teâlâ yalan söylemez.
Ve..
Kimsenin itikadına karışmazsın, şeriatı da hak ile icra eder
dalâlete düşmezsin.
Hakk'a
yakınlığın ziyadeleştikçe edebini de ziyade edersin.
Eğer cezbe
gelip beşeriyetin kalktı, yok olduysa alâmeti şudur:
Artık sen bir daha kendini görmezsin., zira, cezbe ile eridin yok
oldun HAK var oldu.
Senden bir
daha asla dava, gurur ve riyakârlık, boşboğazlık gibi.., kötü haller haller
zuhur etmez.
Daima..
Hakk'ı kendi vücûdunda
bulup görürsün, sohbetin, zikrin ve fikrin hep kendinle olur..
Bu gibi
haller sende zuhur ettiyse.. Bilesin ki!.
Böyle âşık
telvinden, yani başka tesirlerden kurtulmuştur ve böyle bir kimse her
nasıl keramet göstermek isterse gösterebilir.
Çünkü,
kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini,sözlerini ve muradlarını Hak'da
mahvetmiştir.
Onun muradı,
Hakk'm muradı olmuştur.
Zira,
telvinden ve diğer tesirlerden kurtulup, onda asla beşeriyet kalmamıştır.
Gururdan, davadan ve bütün kötü huylardan emindir.
Telvinden
maksad, beşeriyettir.
Yani ucub, gurur, dava ve halkı taklidçi zannedip halka
hıyanet etmek ve ters bakıp rencide etmek v.b hep telvin makamıdır.
Bu
türlü ahlâkta olan can, Hakk'a vasıl olamamıştır, fakat kendi zannınca "Vasıloldum.." der.
Şayet Hakk'a
vasıl olsaydı..
Onda gurur, dava, halka hıyanetlik ve düşmanlık bulunmazdı.,
çünkü, kendini mahvetmiştir, vücûdundan bütün hareket ve sekenâtı eden Hak
olur. Kendinde zerre kadar kuvvet, kudret, irâde ve varlık olmayınca daima
acizde olmak icab eder..
Çünkü o can, kendi zannınca bildim sandığı bu sırrı
bilmediğinden daima gururda ve varlıkta olur.
Böyle bir kimse, Evliyâullah'ın sözlerini ezberleyip
söyler.. söylediği sözler, kendi haii değil erenlerin halidir ve ona Hakk'm
cezbesi gelip henüz beşeriyeti mahvoimamıştır..
Ve..
Daima benlikte,
gururda ve davadadır, elinden birşey gelmez. Keramet de gösteremez.
Beşeriyeti,
enâniyeti ve gururu mahvolup Hak'la var olmamıştır, telvindedir.
Keramet izhâr
edememek de telvinden dolayıdır. Zira..
Kulun
elinde birşey yoktur, her fiilin gerek zahir olsun gerek bâtın olsun faili yani
yapanı HAK'tır.
İşte bundan
anla ki, telvin ehlinin her işi nasıl takliddir.
- Ben
yok oldum Hak var oldu!.
der, yine de
taklid olduğundan Hakk'ın yakınlığını unutup Hakk'ı uzak zanneder ve benlik ile
Hakk'ın huzurunda gurur ve davada bulunur..
Şeriatın
emirlerini yerine getirmez, halkın eğlencesi olur., onun için de hiçbir sözünü
kabul etmezler.
Halbuki bir
âşık, Hakk'ın yakınlığından ve beraberliğinden bir nefes miktarı dahi gafil
olmayıp uyanık olsa, huzurda benlik, gurur ve dava etmez, şeriatın bütün
emirlerini hakkıyla yerine getirir. Çünkü şeriatı icra etmemek mutlaka
telvindir, şüphede olmak ve Hakk'ı bilmemekten ve fasid itikadda olmaktan ileri
gelmektedir.
Şarabı ve
kötü fiilleri nefsine uygun olduğundan Hak ve doğru görürsün de niçin namazı,
orucu, zikir ve fikri Hak ve doğru görmezsin..???
İşte bütün
bunlardan anlaşıldığına göre, sen nefsinin hilesine ve gururuna uyup dalâlete
düşmüşsün..
Çünkü nefis
hidayetten hazzetmez, bunların hepsi telvinden, yani beşeri huyların
mevcut olmasından,şüpheci olmaktan, Hakk'ı bilmemekten ve tanımamaktan ileri
gelir.
Eğer sen;
- Ben
Hakkım kendime secde etmem..
dersen, bunlar
Evliyâllah'ın sözleridir ve bu sözler "sen ALLAH'sın!." demek
DEĞİLDİR.
Bu gibi
sözleri yanlış anlayıp da dalâlete düşme!.
Senin sen
zannettiği «Odur, yoksa sen değilsin..
Senin..
Bâtın'ın, Hakk'ın bir yüzü..
Zâhir'in ise, Hakk'ın aletidir.
Senin
dilinden söyleyen, senin elinle tutan, hasılı kelam senin vücûdundan gerek
hayır ve gerek şer bütün hareketleri yapan ve vücûdunu kullanan HAK'tır.
Senin
«Onsuz hiçbir harekete mecalin ve kudretin yoktur, sen âcizsin..
Nitekim,
«HER NEREDE OLURSANIZ O
SİZİNLE BERABERDİR»
(Hadîd Suresi, Âyet 4)
mealinde ki
Âyet-i Kerime buna işarettir.
Eğer sen,
Hakkjın beraberliğini ve yakınlığını biliyorsan..
Görüp
bildiğin de hakikât ise..
Edebin,
terbiyen, hayan ve korkun ziyâde olup, daima Hakk'ın beraberliğini gönülden
çıkarmaz ve gaflet etmezsin. Hal sahibi ve gönül ehli diye işte bu aşığa
derler.
Yoksa..
SÖZ, BİLMEK VE GAFLETLE HAL OLMAZ!.
Eğer böyle
olsaydı ne kadar okur yazar canlar vardır ki, onlar Ehl-i tarik'in bütün
sırlarını bilirler, ama taklid'dir, yanlıştır.
Hal sahibi
olmak aşk ve muhabbet, terk ve uzlet ister, yoksa söz ve gaflet insana hal
olmaz!.
Hakk'ın
cezbesi zuhur etmedikçe bu yakınlık ve uyanıklık kimseden zuhur etmez.
Hiç olmazsa evvelce gelmiş âşıkların ve sadıkların
feryâdlarından ibret al!.
Bak!.
Eşrefzâde Sultan kuddissessıruhu nasıl
buyuruyor:
Nideyim sabredebilsem dil ü cân oda yanar
Velî âh eyler isem kevn ü mekân oda yanar
Boyadı yer yüzünü âh ile zarım tütünü
Bu firakım nârına cümle cihan oda yanar
Bak!.
Nesimî Sultan kuddissessırruhu nasıl buyuruyor:
Ger beni senin yoluna yetmiş kez öldürseler
Bin kez dahi ölmeye boyun vereyim canım
Ey benim
canım!..
Bu haller
bilmekle olmaz, ancak cümle muradlardan kurtulup Hakk'ın yoluna can koymakla
olur.
Böyle zât-ı şerifler bu sözleri bizim kadar bilmez miydi..???
- Hak bizimle beraberdir... dediğimiz odur..
Öyleyse...
Bunların
ayrılıktan şikayetleri böyle nedir? Bunu bari biraz düşün!, de ANLA!. EVET!.
HAKK'a
yakın olup beraber olmanın manası; hayvan sıfatları olan öfke, gazab, haset,
kin, kibir, gurur, şehvet ve davadan halâs olup halkı rencide etmemek, halkın
gerek iyiliğinden ve gerek kötülüğünden bahsetmemek, şikâyet etmemek Hakk'ı ne
kadar seviyorsan halkı da o kadar sevmek ve iyi huylar ile huylanıp Hakk'ın
sıfatları ile sıfatlanarak Hak'tan başkasını zahirinden ve bâtınından yani
içinden ve dışından çıkarmaktır.
Beyt:
Savm si
vayı kim tutar
Abdi
visale o yeter
Yani,
Hak'tan
gayrının orucunu tutan vuslat bayramına erer..
denilmesi;
her türlü gafletten uyanıp can kulağını aç, Hakk'ın sesinden başka ses işitme,
gözün Hak'tan başkasını görmesin, dilin Hak'tan başkasını söylemesin, zahirin
ve bâtının Hak ile olsun!, demektir.
Nitekim Eşrefzâde
kuddisessırruhu buyurur:
Ben ol
hayranı mestim kim beleşten bilmezem yârı
Gözüm her
kande kim baksa görünür suret-i Rahman
Aksi halde
zahir halkı gibi eşyayı Hakk'a perde edip, eşyayı görüp Hakk'ı görmezsen,
anlamış ve bilmiş olsan dahi firkatte, ayrılıkta ve gaflette olursun, asla yol
alamaz ve sırrullaha vasıl olamazsın..
demen..
Yalandır, kendi zannından ibarettir.
Bari Evliyadan haya et!. Gafletle vuslat olmaz.
Nitekim, Bari Teâlâ, buyurur;
«Sarhoş olduğunuz müddetçe namaza yaklaşmayınız»
(Nisa Suresi, Âyet 43)
Yani;
- «Sizler
dünya muhabbeti ile gaflet şarabını içip sarhoş olmuşken benim vuslatımı
ummayın, çünkü gaflet ile vuslat olmaz..» demektir.
Zira..
Vuslat
uyanıklığa, daim Hak'la olmaya ve Hakk'ı her nefeste kendi vücûdunda görmeye
derler.
Yoksa
gaflette olup, Hakk'a rıza gistermeyip, daima Hak ile kavga ve mücadele olup ,
halka muhabbet etmeyip, kimini azarlayıp kiminin gönlünü kırıp ve kimine tilki
gibi., hilekârlık edip aldatmaya çalışır isen... içinde yaramaz huylar türlü
türlü suretler meydana getirir.
Ameline,
fiiline ve yalancılığına göre kunduz ve tilki gibi kimi yırtıcı hayvanlar içini
kaplar..
Dünya
muhabbeti ve fasid fikirler kalbini kirletir ve herkes şerrinden yanına varmaya
korkar...
İçerin ve
dışarın hayvan dolu olduğu halde sen, bütün yaramaz huylardan temizlenmiş gözü,
kulağı, dili emniyette olan ve Hakk'ın yakınlığını görüp hatta göz açıp
kapayıncaya kadar bile Hak'tan gaflet etmeyen, gönlü parlak ve saf, fesad
fikirlerden uzak, dili gururdan ve davadan emin olup, içinde ve dışında Hak'tan
başkası kalmayıp, zât-ı ahâdiyetin ayni nuru olan âşık ve sâdıkların makam ve
mertebeleri ile hallerini kendine mal edersin...
Kendin hayvan
sıfatlarında olduğun halde, bu âşıklardan edep ve haya etmeyip,
- Bunlar
hep benim halimdir...
diye iddiada
bulunursun..
- YARAMAZ
HUYLARIN HİÇ DEĞİŞMEDEN, İÇİNİ DIŞINI HAK'TAN GAYRIDAN TEMİZLEMEDEN, HEP
GAFLETTE İKEN SÖZ VE BİLMEK İLE İNSAN MI OLDUN ZANNEDERSİN..???
Nitekim, Bari
Teâlâ, (Bakara Suresi, Âyet,256) da meâlen
«BİR KİMSE TAGUTU
ÖRTMEYİNCE HAKK'A İMAN ETMEZ!.»
buyuruyor.
TAGUT'tan maksad, tabiattır.
İşte NEFİS dedikleri de budur. Bir kimse, nefsin lezzetlerinden, hevâ ve
heveslerinden halâs olup kurtulmamış ise, o kimse nefsine ibâdet edip ALLAH'a
ibadet etmez!, demektir.
Nitekim ariflerin sultanı Yunus Emre kuddisessırruhu
hazretleri buyuruyor:
Sen
canından geçmedin, cânân arzu kılarsın,
Belden
zünnârı kırmadın, imân arzu kılarsın..
Yani, "senin
canın" dediği nefsin lezzetleridir.. Belki o sana canından daha
azizdir, ama senin düşmanındır..
Ondan
geçmeden Hakkı buldum zannetme!..
"zünnâr"dan murad, tabiattır.,
yani, yaramaz huylardan ve hevâ-ü hevesten geçmeden iman arzu etme!. Zira,
senin imanın tabiatındır, HAK değildir.
Şimdi..
Böyle söz ile
bilmek ile tabiattan kurtularak halâs olmayıp Hakk'a vasıl oldum., diye vuslat
eden yalancılar dahi., bir kâmilin terbiyesi altına girerek ahlâkını tebdil
edip... tarikatı aliyyede olsalar, evliyadan olurlardı..
Fakat bazı
yezidler var ki., bir yerde Hakk'ı arayan, mücahede ve yolunda sây ü gayret
eden bir aşık görseler hemen şeytan gibi yanına varıp;
- Behey
divâne!. Böyle zahmet ne çekersin? Salamıza bakalım.. Kimi ve neyi ararsın?
Aradığın yine sensin.. Yani Tanrı sensin!. Kimden korkarsın? Oruç ve namazı
neylersin? Kendi kendine azap mı edersin? Eline ne geçerse fırsatı kaçırma..
Şeriat nizam içindir.. (Meâzallah) ne Peygamberin aslı var ne de velilerin aslı
var!.. Şeriatı kuran yine senin gibi bir adam değil mi.. ?
diyerek, dertlenir gibi.. HAK yolcusunun yolunu vurup kendi
gibi yezid eder.
ALLAH
muhafaza buyursun, âmin.
Gerçi
aradığın şendedir.
Fakat
tabiat bendinden, nefsin lezzetlerinden ve yaramaz huylardan geçip Hakk'ın sıfatları ile sıfatlanmak ve benlik sıfatlarını yok
etmek için mürşid-i kâmil lâzımdır.
Bunu
bilmedikleri için, söz ile bilmek ile ahlâkı tebdil edip güzelleştimeden vuslat
olur zannederler.
Neuzü billahi teâlâ
veliyyüttevfik ni'mel mevlâ ve ni'merrefik temmettürrisâlete vettevfik
bihamdilillâh.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar