PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLMESİ - KİTAB'ÜL İBRİZ
Şeyhimden
işittim, buyurdu ki:
—
Allah Teâlâ kullarına peygamberler gönderdi, onlara bu peygamberlere
uymalarını emrettiyse bunun tek bir sebebi vardır, o da kulların Allah
Teâlâ'yı tanıyıp bilmesi. Onun birliğini anlayıp tasdik etmesi, hiçbir şeyi
Ona ortak koşmamasıdır. Kulun yaşayışında ve anlayışında bu gerçekleştiğinde
artık o Allah katında sevgili ve azizdir.
İleride
Şeyhimin, tâatten maksadın bir kapının açılması ve Hakk'ın nurunun zatlar
üzerine oradan içeri girmesi olduğuna; günahlardan men'edilmesinden maksadın
ise, bâtıl karanlıkların girdiği kapıların kapanması bulunduğuna dair sözleri
nakledilecektir.
Kim
tâat ve ibâdetleri elde eder, aykırı olan şeylerden kaçınırsa, gerçekten o zat
üzerine Hakk'ın nurunun kapılarını açmış olur, aynı zamanda bâtıl karanlığın
kapılarını kendine kapamış duruma gelir. Kim de tâat ve ibâdetleri terkeder,
muhalif olan şeyleri işlerse, bâtıl karanlığının kapılarını kendine açmış,
Hakk'ın nurunun kapılarını kapamış olur. Kim de hem ibâdette, hem de isyanda
bulunursa, yâni bu ikisini beraber yürütürse, nefsine iki kapıyı birden açmış
olur.
O
halde kul hangi makamda bulunduğuna dikkat etsin, hangi kapının kendisine
açıldığına baksın. Sonra pişmanlık hiçbir yarar sağlamaz.
Ancak
ne var ki insanların çoğu dış görünüşü itibariyle tâatte bulunmanın yeterli
olduğunu sanır ve kendilerine bu sebeple Hakk'ın nurunun kapılan açılacağını
zannederler. Nasıl ki zahirde ibâdet ve tâatlere aykırı fiillerde bulunmak şer
kapısını açmaya kâfi gelir sanılıyorsa... Halbuki hakikat böyle değildir; bu
hususlarda zahirin bâtına uyması lâzımdır. Bu itibarla diyoruz ki:
İnsanlar dört kısma ayrılır:
·
Bir
kısmının zahiri ve bâtını Allah ile beraberdir. Onun emirlerine uymakla
zahiri, gafleti gidermekle bâtını Allah ile bağlantı halindedir. Böyle olanlar
Allah katında sevgili olanlardır.
·
Bir
kısmının zahiri de, bâtını da Allah'tan başkasıyla beraberdir. (Böyle olmaktan
Allah'a sığınırız). Zahiri muhalefet içindedir, bâtını gaflet içinde kalıp
Örtünmüştür. Böyle olanların durumu yerilmeye lâyıktır.
·
Bir
kısmının da zahiri Allah ile beraberdir, bâtını ise Allah'tan başkasıyla
beraberdir. Zahiri tâat ve ibâdet içinde, bâtını gaflet içinde bulunuyor.
Bunun sebebi şudur: İbâdeti Rabbisine ulaşmamış, o sadece bir âdet kabilinden
yerine getirilmiştir. O kadar ki kişinin zatı bu âdetle ünsiyet kurmuş ve
büyük bir alışkanlık sağlamıştır. Artık o ibâdeti mihaniki olarak yapıyor,
şer'in hükmüne göre derin anlamıyla yerine getirmiyor.
·
Bazen
bu sebebe bir sebep daha ilâve edilir ki o da, halk arasında ibâdetle tanınmak
hevesidir, zühd ile bilinmesi, iyi bir yolda bulunmanın ölçüsünü vermesidir.
Halkın gözünden düşmemek için ibâdetinde bir noksanlık veya yanlışlık yapmaktan
çok korkar. Bakarsın ki gece ve gündüz demeden ibâdet eder, halkın yanında
derecesi artsın, itibarı yükselsin diye bu konuda çok hırslı davranır.
İşte
böylesinin ibâdeti sadece Allah'tan uzaklaşmayı artırır. Bazen Cenâb-ı Hak bu
kısma girenleri bir velînin yanında toplar da o velî bunların hastalığını
teşhis eder de onları tedavi etmeye çalışır, zahirî ibâdetlerinin bir kısmını
terketmelerini emreder. O da içindeki bu hastalık iyice yer yaptığından bu emre
uymaz ve böylece helak olanlarla beraber helak olup gider.
Buna
benzer bir durum da Bayezid Bestamî kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretleriyle
arkadaşları arasında geçmiştir. Şöyle
ki, Bayezid Bestâmî bir arkadaşına nafile oruç tutmamasını emretmişti. Adam bu
emrin derin anlamını kavrayamadığı için orucu ter-ketmemiş ve böylece o büyük
zata muhalefet etmişti. Diğer arkadaşları onun bu hareketine üzülerek:
«Yazıklar olsun sana! Sana önderlik eden, elinden
tutan zata isyan mı ediyorsun?!» diyerek
sitemde bulunmuşlardı.
Bunun
üzerine uyarı olarak ilave olarak Bayezid Bestamî Hazretleri onlara:
«Allah'ın rahmet nazarından düşen, dışını Allah'tan başkasıyla birlikte
tutan, içini Cenâb-ı Hakk ile beraber bulunduran adamı da kendi haline
bırakın!.»
Buyurarak gerekli bir uyarıyı daha yapmıştı. Çünkü bir adamın zahiri
muhalefet içinde, bâtını ise Cenâb-ı Hakk'ın murakabesinde bulunabilir. Rabbisi
onun iki kaşı arasında ve düşünce düzeyinde bir an gaib olmadığı halde onun
isyan ettiğini görürsün. Aslında onun günahı gözünde büyür ve üzerine bir dağ
gibi çöktüğünü görür. Bu sebeple de o hep üzgün ve içi yanıktır.
Bu
hal Allah katında, derece bakımından daha üstün bulunan halden daha yeğdir.
Çünkü Allah'ın kullarından kasdettiği iç yanıklığı ve bir de O'nun huzurunda
aşağılanıp tam bir mahviyet içinde bulunmaktır. Bu hal üzere bulunan adama belirtilen
mahviyet ve aşağılanmak sağlanmış, bir üst derecede bulunana ise
sağlanmamıştır.
Şeyhimizin,
insanlara karşı gösteriş içinde bulunan münafıklarla ilgili daha önce geçen
sözlerine bir kez daha müracaat etmenizi tavsiye ederim.
«Allah'ı görürcesine ibâdet et, sen O'nu görmüyorsan,
mutlaka O seni görüyordur..»
mealindeki hadîsin açıklanmasında bu konuya geniş yer verilmişti. Bununla
üçüncü kısma giren kimselerin aşağılığını anlamış olursun. Bizi hayırlı işlere
ve düşüncelere muvaffak eden Allah'tır. O kendi minnet ve fazl-u keremiyle
başarıyı sağlayandır. (c. II, s.10-12)
ŞEYTANLARIN, KÂFİRLERİN RUHLARIYLA OYNAMASI
Şeyhim
(Allah ondan razı olsun) bir defasında ise bu konuda şöyle buyurdu:
—
Kâfirlerden öyleleri var ki öldüklerinde ruhları Berzah âlemine yükselmekten
men'edilir, şeytanlar ona musallat olur, onlara vesvese veren iblisler etrafını
çevirir ve onunla evlenmeğe ve oynamağa başlarlar. Tıpkı çocukların topla
oynadığı gibi onlar da dünyada şeytanlara oyuncak olan kâfirlerin ruhlarını
hapsedip öylece oynayıp eylenirler.
İş
bununla da bitmez, Allah'ın azabından güç getirilmeyecek ölçüde onlara azâb
ederler, yerden yere çarpıp, topraktaki bedenleri çürüyünceye kadar,
topraklaşıp silininceye dek buna devam ederler. Bedenler çürüyüp toprak olunca,
ruhları artık Berzah'ın alt kısmına gidip yerleşmek üzere yükselirler. İşte kim
göklerin onlara açılmamasını bu mânaya hamlederse, o zaman doğru bir hüküm
vermiş olur.
Ahmed
bin Mübarek diyor ki:
Şeyhimizin
bu konu hakkında birkaç defa çeşitli ifadelerle açıklamada bulunması birbirine
ters düşmektedir. Bilâkis hepsi de (mâna ve hüküm yönünden) tek bir söz ve
ittifak sağlanmış bir hüküm niteliğindedir. Gerçi bunları birbirine bağlayıp
bir arada anlatmamız uygun olurdu. Ne var ki biz bu hususu Şeyhimizden
işittiğimiz bölümlere göre ayırıp işlemeyi uygun bulduk.
Eğer
bu konuda şöyle bir itirazda bulunursan: «Birkaç defa anlatılan bu meselede
daha çok, Berzah'ın alt kısmının sema-i dünya'da olmasını gerektirmektedir.
Halbuki sana bunun alt kısmının esfel-i sâfilîn (en aşağı tabaka)da bulunduğu
açıklanmıştır. Bu da bir önceki söze uygun düşmektedir. Çünkü bu söz, Berzah'ın
alt kısmının yedi kat yerin dibinde bulunduğunu gerektiriyor, bundan bir önceki
söz ise onun dünya semâsında olduğunu gösteriyor.»
Biz
buna cevap olarak deriz ki:
Bir
önceki sözün daha aşağı tabakaya hamledilmesi, yüksek tabakalara yükselen
bahtiyar zatlara nisbetledir. Yani onlara nisbetle bunlar en aşağı, aşağıların
aşağısı bir tabakadadırlar, demektir. Bunların en aşağı tabakada eyleşecekleri
mânası ise şakilere nisbetledir. Bu bakımdan iki mâna arasında bir ihtilâf
vâki olmamıştır. Nitekim bu husus erbabına kapalı değildir.
Yine
itiraz edip desen ki:
«Efendim,
senin dediğin doğrudur ama, yukarıdaki açıklama, kâfirlerin ruhlarının dünya
semasındaki esfelde (en aşağı tabakasında) bulunduğunu gerektiriyor, buradaki
açıklama ise onların ruhlarının belirtilen esfelde değil, alt tabakalardaki
en aşağı tabakada olmasını gerektiriyor. Böylece iki açıklama arasında farklı
bir durum vardır.»
Biz
yine cevap olarak deriz ki:
Kâfirlerin
ruhları çok farklıdır, nitekim yukarıda buna temas etmiştik. Onlardan bir
kısmı bu sözü edilen esfeldedir. Bir kısmı da Berzah'ın dışından yükselip
Cehenneme doğru dal budak salan bölümdedir. Bir kısmı da iki esfel arasındadır.
Bir kısmı üçüncü arzdadır. Nitekim Şeyhim (Allah ondan razı olsun) bir defa bu
hususta bana şöyle demişti:
«Üçüncü
arzda daracık evlerde birkaç kavim gördüm, yakıcı bir ateş, derince kuyular ve
sürüp giden azablar içinde bulunuyorlardı. Onlardan hiçbiri konuşmuyor.
Alevler onları yükseltip alçaltınca belki ancak bir kelime ağızlarından
çıkıyordu. Bir ara onlara dikkatle baktığımda ismiyle şahsıyla tanıdığım bir
adam gözüme dokundu, dünyada iken onu iyi tanırdım. Seslendim, ismiyle çağırdım
ve: Yazıklar olsun, sana ne oldu da buralara düştün? Bana cevap vermek
istediyse de yakıcı bir alev onu yükseltip alçaktı, böylece cevap verme imkânı
bulamadı.»
Tahminime
göre Şeyhimin bu açıklamasına karşı şöyle dediğimi sanıyorum:
—Efendim, sizin belirttiğiniz bu yer, Berzah'ın kısımlarından bir
kısımdır. Çünkü Berzah yedi kat yerleri delip geçmiştir, aşağıların aşağısına
kadar uzanmıştır. Bu hususta ne buyurursun?
Şu
cevabı verdi:
—Doğru söyledin.
Allah
daha iyisini bilir, böyle dediğini sanıyorum. Bu kitaba nakledip yazdıklarımın
hiçbir bölümü hakkında şüphem yoktur. Sadece bu söz, yani Şeyhimin bana «doğru
söyledin» cevabı hakkında biraz şüpheliyim. Onu da açıklıyor, gerekli tembihi
yapıyorum, tâki Berzah'ın mertebesi bilinmiş olsun. Allah daha iyisini bilir.
Ahmed
bin Mübarek diyor ki :
Şeyhimin
üçüncü arzda gördüğü adam, dünyada iken müzminlerden biri idi.
KÂFİRLERİN RUHLARI HİCAP ARKASINDA BULUNDUĞU İÇİN
MÜ'MİNLERİN RUHLARINDAN İSTİFADE EDEMEMEKTEDİRLER
Şeyhim
(Allah ondan razı olsun) buyurdu ki:
—Rabbimiz (Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin) hayret veren irâdesinden biri
de kâfirlerin ruhlarını perdesiz olarak hicap gerisine atmış, böylece
müminlerin ruhlarından yararlanma imkânları kalmamıştır. Çünkü müminlerin
ruhlarının etrafı aydınlatan, gözleri kamaştıran nurları vardır. Dünyadaki
hiçbir ışık, hiçbir ateş böylesine bir aydınlık meydana getiremez. Hattâ
diyebiliriz ki, bu aydınlatıcı maddelerin hepsinin de ışığı onların
nûrundandır.
Müminlerin
ruhlarındaki nurun bu kadar parlak olmasına rağmen kâfirlerin ruhları onlardan
yararlanamamaktadır, az veya çok bir ışık alamamaktadır. Kâfirlerin ruhları
sadece kendi karanlıkları içinde kalmaktadır ki bu karanlığın “nasıl” lığını ve
“nice” liğini anlatmak mümkün değildir. İşte kâfirlerin ruhları içinde
bulundukları kesif karanlıktan dolayı müminlerin nurlarına nisbetle hicap
gerisinde bulunuyorlardır. Ağzı kurşunla kapatılmış bir hokkaya konulmuş gibi;
aslında ne hokka ne de kurşun vardır, sadece Cenâb-ı Hakk'ın iradesidir ki kâfirlerin
ruhuna mü'minlerin ruhlarından ışık gelmez.
Mü'minlerin
ruhlarına gelince, onlar birbirinden yararlanırlar; bir kısmı diğer bir
kısmının nuruyla sulanır. Birbirlerine şefaatçi de olurlar. Hatta mü'minlerden
bazısının ruhunda, zâtının işlediği günahların eserini ruh üzerinde açıkça görebilirsiniz.
Sonra da bu izler, Allah katında aziz olan ve o ruha yakın bulunan diğer ruh
sebebiyle ortadan kalkar.
(c.II,
s.480-483)
Kaynakça:
Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. - İstanbul : Demir Yayınları,
1979. - Cilt I-II.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar