İLHAM DİLMAN’IN PSİKANALİZ ANLAYIŞI VE FREUD ELEŞTİRİSİ
Hazırlayan:
GÜLSÜM MEHDİYEV
Bilimsel yöntemlerle insanın tabiatını açıklamaya yönelik
girişimleri ifade eden psikolojinin yirminci yüzyılın ilk yarısından itibaren
günümüze kadar etkinliğini koruyan en önemli silahlarından birisi psikanaliz
öğretisidir. İlk olarak Freud tarafından ortaya konulan psikanaliz, esasında
bir psikoterapi yöntemi olmasının yanı sıra zaman içerisinde insanın iç
dünyasıyla ilgili tüm etkenleri belirli bir amaç doğrultusunda yorumlayan
çok-yönlü bir dünya görüşüne dönüşmüştür. Öyle ki, günümüzde psikanalitik
yöntemin sağlık ve eğitimden bilim, edebiyat ve sanata kadar hayatın her
alanında kullanıldığına tanıklık etmek mümkündür. İşte böylesi bir güce
kavuşmuş bir öğretinin eleştirilerden uzak kalması asla düşünülemezdi; nitekim,
başta öğretinin kurucusu olan Freud’un görüşleri olmak üzere genel anlamda
psikanaliz ve açılımları üzerine birbirinden farklı ve zıt değerlendirmeler
ortaya çıkmıştır. Kimileri psikanalizi psikolojinin zirvesi olarak görmekte
iken, kimileri de tarihsel bir yanılgı olarak telakki etmektedir.
Bu aşırı yargıların nedenlerinden birisi, belirli bir görüşün
olumlu veya olumsuz eleştirilere açık olmasının söz konusu görüşün tüm
bileşenlerinin de aslında bu eleştirilerin muhatabı olduğu ve dolayısıyla da
bir bütün olarak benimsenmesi veya reddedilmesi gerektiği gibi genel bir
kabulden kaynaklanmaktadır. Fakat Freud, bir taraftan insanlık tarihi, kültürel
birikim, toplumsal düzenle ilgili sert ve olumsuz üslup kullanırken, diğer
taraftan da insan tabiatını anlamayı kolaylaştırmaya yönelik psikoterapi
teknikleri geliştirmiştir. O halde, psikanaliz öğretisini doğru anlayabilmek
için tarafsız ve ölçülü bir yaklaşımın zorunlu olduğunu kabul etmek
durumundayız.
Psikanaliz felsefesi alanında bir uzman olan İlham Dilman
(1930-2003), psikanalize ilişkin tarafsız ve ölçülü yaklaşımın en saygın
savunucularından birisi olarak kabul edilmektedir. Berent Enç (1938-2003) ve Arda
Denkel’in (1949-2000) yanı sıra sınırlarımızın ötesindeki akademik çevrelerde
en çok tanınmış ve benimsenmiş üç çağdaş Türk felsefecisinden birisi olan
Dilman, psikanaliz öğretisine ilişkin aşırı ve parçacı söylemlerin yanlış
olduğunu ileri sürmüş ve bu noktadaki önyargısız felsefî eleştirilerin aslında
söz konusu öğretinin tam olarak anlaşılmasına hizmet etmesi gerektiğini
savunmuştur. Dilman’ın bu yaklaşımının son derece kapsamlı ve tutarlı bir
görünüm arz etmesi ve psikoloji araştırmalarında yeni açılımlara yol açmış
olması hasebiyle, onun bu noktadaki görüşleri üzerinde ayrıca durulması
gerektiği kanaatindeyiz. O yüzden bu çalışmamızda, Dilman’ın Freud eleştirisi
ve genel anlamda psikanaliz anlayışı üzerinde durmayı uygun gördük.
“İlham Dilman’ın Psikanaliz Anlayışı ve Freud Eleştirisi” adlı bu
çalışmamız, üç ana bölümden oluşmaktadır: “İlham Dilman: Hayatı, Eserleri ve
Görüşleri”, “İlham Dilman’ın Freud Eleştirisi” ve “İlham Dilman’ın Psikanaliz
Anlayışı”. Bu bölümlerden birincisinde Dilman’ın entelektüel biyografisi ve
eserlerinin genel bir tasnifi üzerinde duracak, ikincisinde Freud’un görüşleri
bağlamında psikanaliz öğretisinin temel bileşenlerine ilişkin Dilman’ın
eleştirilerini ayrıntılı bir şekilde ele alacak, üçüncüsünde ise bu
eleştirilerden hareketle Dilman’ın psikanaliz anlayışını belirlemeye
çalışacağız. Dolayısıyla, bu çalışmanın amacı, Dilman’ın Freud eleştirisini
ortaya koymak ve buradan hareketle onun psikanaliz anlayışını belirlemektir. Bu
amaç doğrultusunda, Freud’un din psikolojisi açısından özel önemi haiz
psikoseksüel gelişim ve kişilik teorilerinin yanı sıra dinin kökeni ve
mahiyetine ilişkin görüşlerine de zaman zaman yer vermek suretiyle Dilman’ın
ilgili eleştirilerinin daha anlaşılır bir şekilde ortaya koymayı deneyeceğiz.
Çalışmamız boyunca, hem Freud hem de Dilman’ın görüşlerini mümkün
olduğu kadar kendi eserleriyle sınırlı tutmaya çalışacak ve ikincil kaynaklara,
yalnızca konuya açıklık getireceğini düşündüğümüz
durumlarda müracaat edeceğiz. Diğer taraftan, Dilman’ın Freud eleştirisi ve
ancak bu eleştiriler sonucunda tam olarak anlaşılabilecek psikanaliz anlayışını
ortaya koyabilmek için yukarıda sözünü ettiğimiz aşırı ve genel eleştirilerin
ayrıntıları üzerinde durmayacağız. Çalışmanın amacına ulaşması durumunda, Freud’un psikanaliz
öğretisinin ne mutlak anlamda insan tabiatını açıklamayı başarmış bir teori ne
de tamamen tarihsel bir yanılgıdan oluşan asılsız görüşler olduğunun ortaya
çıkacağını ve böylece, Dilman düşüncesinin temelinde yer aldığı üzere daha
ziyade insan tabiatını anlamaya yönelik yardımcı bir teknik olarak görüleceği
kanaatindeyiz.
1.
İLHAM DİLMAN:
HAYATI, ESERLERİ VE GÖRÜŞLERİ
İlham Dilman, 1930 yılında İstanbul’da doğdu. Robert Koleji’nden
mezun olduktan sonra (1950) felsefe alanında yüksek eğitim görmek üzere
Cambridge Üniversitesine gitti ve 1953’de lisans, 1955’de de yüksek lisans
eğitimini tamamladı. Ardından ünlü İngiliz filozof John Wisdom’un yönetiminde
doktora eğitimine başladı. 1958 yılında psikanaliz felsefesi üzerine doktora
çalışmasını tamamlayarak Cambridge Üniversitesinden doktora derecesini aldı.
Daha sonra Türkiye dönmesine karşın 1961 yılında aldığı üniversite öğretmenliği
teklifi üzerine tekrar Büyük Britanya’ya dönerek Galler’deki Wales
Üniversitesinde (Swansea) okutman olarak göreve başlamıştır. Swansea’de
geçirdiği altı yılın ardından 1965-1971 yılları arasında sırasıyla Amerika’daki
Santa Barbara ve Oregon Üniversiteleri ve İngiltere’deki Hull Üniversitesinde
dersler verdi. Daha sonra kendisine kişisel bir kürsü tahsis edilen Wales
Üniversitesine dönerek emekli oluncaya kadar (1997) bu üniversitede
çalışmalarını sürdürdü. 2000 yılında yakalandığı kanser hastalığına ancak üç
yıl dayanabilen Profesör Dilman, 17 Ocak 2003’de yetmiş üç yaşında iken
İstanbul’daki evinde vefat etti.[1]
Londra’daki Kraliyet Felsefe Enstitüsü üyeliğine seçilmiş ve Batı
düşüncesi problemlerine bir Batılı düşünür kadar vâkıf olabilmiş ender yabancı
düşünürler arasında yer alan İlham Dilman, çağdaş felsefe ve disiplinler arası
çalışmalar alanında en üretken felsefecilerden birisi olarak kabul
edilmektedir. Felsefenin çeşitli konularında yazarın yayınlanmış yirmi kitabı
ve yüz civarında makalesinin bulunması işte bu üretkenliğinin bir
göstergesidir. Dilman, söz konusu çalışmalarında bir taraftan düşünce tarihi,
ahlak felsefesi, bilgi felsefesi, psikoloji ve edebiyat kuramları alanındaki
tartışmalara katılırken, diğer taraftan da sözgelimi Schopenhauer (1788-1860),
Dostoyevski (1821-1881), Freud (1856-1939), Wittgenstein (1889-1951) ve Wisdom
(1904-1993) gibi düşünürlerin görüşlerinin daha iyi anlaşılmasında önemli bir
çaba göstermiştir.
Wales Üniversitesinde göreve başladığında, Dilman’ın içinde
bulunduğu akademik çevre üzerinde Wittgenstein düşüncesinin açık bir etkisi söz
konusuydu. Kimi zaman “Swansea Wittgenstein Okulu” olarak da adlandırılan bu
akımın Dilman’ın düşüncesi üzerinde de belirleyici bir rolü olmuştur. Rush
Rhees, Peter Winch, D. Z. Phillips ve H. O. Mounce gibi Wittgenstein’cı
meslektaşlarıyla yaptığı tartışma ve ortak çalışmalar sonucunda Wittgenstein
düşüncesine olan ilgisi akademik bir hüviyet kazanmıştır. Nitekim,
Wittgenstein’ın görüşleri üzerine yazdığı Induction and Deduction: A Study
in Wittgenstein (1973), Studies in Language and Reason (1981), Language
and Reality: Modern Perspectives on Wittgenstein (1998) ve Wittgenstein’s
Copernican Revolution (2002) adlı eserler bu akademik ilginin birer
tezahüründen ibarettir. Dilman’ın bu eserlerinde Wittgenstein’dan tevarüs
ettiği en önemli husus, felsefî problemlerin dilimizin kendine özgü olağan
kullanımı içerisinde mütalaa edilmesi gerektiği ilkesidir. Bu ilke, psikanaliz
eleştirisinde dinî inançların anlamının söz konusu inançlara sahip insanlar
dışında tartışılmasının anlamsız olduğunu iddia edecek kadar güçlü bir yer
edinmiş durumdadır. Wittgenstein üzerine yazdığı son kitabında da, dilin olağan
kullanımının dışına çıkmaması gerektiği ve standart dil anlayışında yeni bir
Kopernik devriminin kaçınılmaz olduğunu iddia etmiştir. Fakat, gerek
Wittgenstein, gerekse de kendisiyle Sense and Delusion (1971) adlı ortak
bir esere imza attığı D. Z. Phillips gibi meslektaşlarından farklı olarak
Dilman, dilin gerçekliği öncelemesi gibi bir iddiadan ziyade bu iki kavram ya
da olgunun birbirinden ayrılamaz durumda olduğunu ileri sürmüştür.
Wittgenstein’cı düşüncenin
etkisiyle de olsa gerek ki Dilman, realizm, rasyonalizm, pozitivizm gibi genel
teorilere karşı şüpheci bir tutum sergilemesinin yanı sıra zorunluluk,
nedensellik, bilimsellik ve benzeri problemleri temellendirme çabalarından
ziyade sevgi, ahlak, maneviyat, kişilik, suç, pişmanlık, içsel çatışma ve kaygı
gibi gündelik hayatın temel duygulanımlarının felsefî çözümlemelerine yönelmiş
ve bu tarzda pek çok yazı kaleme almıştır.
Meslektaşı D. Z. Phillips ile birlikte yayınladığı Sense and Delusion
adlı ilk eserinde Tolstoy’un kahramanlarının iç dünyalarını konu edinerek, bu
yönde edebî örneklerin kendisi için felsefî metinlerden çok daha anlamlı ve
gerçekçi olduğunu ortaya koymuştur. Daha sonraları, edebî tema ve karakterleri
yoğun olarak kullandığı Love and Human Separateness (1987), Love: Its
Forms, Dimensions and Paradoxes (1998) ve Raskolnikov’s Rebirth:
Psychology and Understanding of Good andEvil (2000) adlı eserlerinde
Dilman, Dostoyevski, Proust ve Tolstoy gibi varoluşçu yazarların tasvirlerinden
hareketle belirli bir insanın psikolojik tecrübesini herhangi bir genel teori
çerçevesinde sınırlandırma ve mekanikleştirme girişiminin insan tabiatını
anlamamaktan kaynaklandığını ya da insan tabiatını anlamayı imkansız hale
getirdiğini savunmuştur. Nitekim, yaşamının son yıllarında kaleme aldığı Raskolnikov’s
Rebirth adlı eserinde Dilman, günümüz psikoloji öğretilerinin insan
tabiatını açıklama noktasında son derece yetersiz olduğunu ortaya koyarak
belirli bir psikolojik tecrübe ya da dönüşümün yalnızca kişinin kendi içsel
dinamikleri -ki Raskolnikov’un yeniden doğuşu tam da budur- içerisinde
değerlendirmesi gerektiğini ifade eder.
Dilman’ın eserlerinde edebî örneklere bu kadar geniş yer vermiş
olması, bazıları tarafından felsefî yöntemin ihlali olarak görülmüştür.
Sözgelimi Bocock, Dilman’ın kullandığı kaynakları eleştirerek özellikle
romanlardan yaptığı alıntıların bir ölçütünün olmadığını dile getirmektedir.[2]
Benzer ve hatta daha sert eleştirilere Hursthouse’un bir yazısında da rastlamak
mümkündür. Dilman’ın
neredeyse tüm eserlerinde romancılara ve özellikle de Dostoyevski’ye yoğun bir
göndermede bulunması, Hursthouse’a göre, felsefî estetizmin kötü örneklerinden
birisini oluşturmaktadır; şöyle ki, insanın tabiatı üzerine yazılmış bilimsel
bir eserde tamamen kurgusal olan edebî bir örnekten hareketle belirli
iddialarda bulunmak ya da bu örnekten destek aramak, söz konusu eserin bilimsel
değeri açısından bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.[3]
Ne var ki Dilman’ın felsefî yönelim ve arayışlarını göz önünde
bulundurduğumuzda, bu tür eleştirilerin tamamen geçersiz olduğunu açıkça
görebiliriz; çünkü Dilman’ın söz konusu edebî örneklere yönelmesinin esas
nedeni, zaten Hursthouse’un ifade ettiği anlamda “insan tabiatı üzerine
yazılmış bilimsel bir eser”in yetersizliği düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Dahası Dilman, insan tabiatının ancak kendi karmaşıklığı içerisinde anlamlı ve
anlaşılabilir olduğunu savunmaktadır ki varoluşçu edebî eserler de bu
karmaşıklığın en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Sidiropoulou’nun daha uygun
deyişiyle, “(edebî konuların ağırlıklı olarak işlendiği eserlerinde) Dilman,
edebî bir anlatıyı, bir insanın varlığını yaşama biçiminin ve ahlakî bakışının
radikal değişimi olarak felsefî açıdan yeniden kurar; böylece, iyi ve kötü üzerine
bir felsefî soruşturma örneği, bir kişinin iyilik ve kötülük karşısındaki
tavrının zamanla değişimi üzerinden sunulur.”[4]
Dilman’ın Platon’un eserlerini tekrar gündeme taşımış olmasını da
insan tabiatının günümüzün belirli bilimsel kalıplarına sığmayacak kadar
karmaşık bir olgu olması perspektifinden değerlendirmek gerekir. Morality
and Inner Life: A Study in Plato’s Gorgias (1979) ve Philosophy and the
Philosophic Life: A Study in Plato’s Phaedo (1992) adlı eserlerinde Dilman,
Platon’un diyaloglarında özellikle Sokrates’e referansla ortaya konulan
“felsefî yaşam biçimi”nin imkanını ele almakta ve bu bağlamda, bilgi ve değer,
değer ve mutluluk, ahlak ve özgürlük, inanç ve doğruluk gibi kavramları
tartışmaya açarak ahlakî düşünme biçiminin içsel yaşamın önemli bir boyutu
olduğunu ve bu boyutun psikoloji araştırmalarında asla ihmal edilmemesi
gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat bu, bilimsel ya da rasyonel düşünce
biçiminin gereksiz ya da yanlış olduğu anlamına gelmez; nitekim, Dilman’ın
kendi deyimiyle, ileriye doğru adım atmak için bir ayağımızı kaldırdığımızda,
öbür ayağımız zorunlu olarak yere basmak durumundadır; aksi takdirde asla
ilerleyemeyiz.”[5]
Bu benzetmede, ayaklardan birisi insanı ileri götüren ahlakî düşünce biçimini,
diğeri ise tutarlı ve sağlıklı bir zemine dayanmasını sağlayan bilimsel düşünce
biçimini temsil etmektedir.
Yirminci yüzyılda psikolojik anlamda insan tabiatını anlama ya da
açıklamaya yönelik en önemli ve kapsamlı girişim, şüphesiz Sigmund Freud’un
geliştirdiği psikanaliz öğretisidir. Psikanaliz, Freud’un yaşamının sonlarına
doğru ve ölümünden kısa bir süre sonra neredeyse yaşamın bütün alanlarına nüfuz
edecek kadar geniş bir şekilde yaygınlaşmayı başarmış ve hatta, Kernberg’in
deyimiyle, “bir dünya görüşü (weltanschauung) olma tehlike bölgesine girmiş
bulunan”[6]
ender öğretilerden birisidir. Bu öğreti, tabiî ve birincil olarak insanın içsel
yaşamını birtakım mekanistik ve genel ilkelere göre açıklamayı hedeflemiştir.
Böyle bir hedefi bulunan ve yirminci yüzyıl düşüncesinin diğer alanlarıyla
paralellik arz etmesi dolayısıyla muazzam bir yaygınlık gösteren bir öğreti
karşısında Dilman’ın sessiz kalması düşünülemezdi; nitekim daha ilk
yazılarından itibaren “dünya görüşü” anlamında psikanalizin Sokratesçi felsefî
yaşam biçimi açısından büyük bir tehdit unsuru olduğunu ve dolayısıyla da bu
akımın yörüngesinin doğru bir şekilde belirlenmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Daha sonraları, doğrudan Freud’un görüşleri üzerinde yoğunlaşmak suretiyle
meşhur üçlüsünü kaleme almış ve böylece, entelektüel açıdan bir anlamda
psikanaliz öğretisiyle hesaplaştığını belgelemeye çalışmıştır.
Dilman’ın Freud’un iddiaları üzerinden psikanalizi eleştirel bir
şekilde değerlendirdiği üçlüsü, Freud and Human Nature (1983), Freud
and the Mind (1984) ve Freud: Insight and Change (1988) adlı
eserlerden oluşmaktadır. Bu eserlerden ilkinde, psikanaliz öğretisinin temel
bileşenlerinden olan psikoseksüel gelişim, ikincisinde özellikle kişilik
bölünmesi ve bu bölünmenin yol açtığı problemler bağlamında kişilik teorisi,
üçüncüsünde ise bir psikoterapi yöntemi olarak psikanalizin değeri
tartışılmaktadır. Bu üçlü dışında Dilman, tüm yazılarında dolaylı veya dolaysız
şekilde özelde Freud’un görüşleri, genelde psikanaliz öğretisini konu edinmiş
bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı doğrultusunda Dilman’ın Freud eleştirisi ve
onun bu eleştiri üzerine inşa ettiği psikanaliz anlayışı üzerinde durmakta
yarar vardır.
Freud’un görüşlerine
yönelik olumlu veya olumsuz eleştiriler, onun felsefî ve bilimsel mirasının bir
bütün olarak benimsenmesi veya reddedilmesi gibi birtakım kesin ve genel
yargılara yol açmıştır. Bu yargıları
Dilman, popüler ve ortodoks Freud okumaları olarak nitelendirmekte ve kendi
geliştirdiği okuma tarzının popüler okumalardan tamamen farklı olduğunu ileri
sürmektedir.[7]
Buna göre, yukarıdaki aşırı yargıların nedeni, Freud düşüncesinin yalnızca
görünen veya yüzeysel yapısından kaynaklanmaktadır; kaldı ki bireysel
davranışların karmaşıklığını hakkıyla ortaya koyabilen hiçbir felsefi sistem
söz konusu değildir. Dahası, Freud’un söylemek istedikleri söylediklerinden çok
daha önemlidir. Sözgelimi, hazcı cinsellik anlayışı Freud’un görüşlerinin
görünen kısmını oluştururken, cinselliğin içsel çatışmalardaki rolünün
belirlenmesine yönelik bilimsel çabalar ise görünmeyen, daha doğrusu söylemek
istediği gerçeği temsil etmektedir. Peki, Freud söylemek istediklerini doğrudan
söyleyemez miydi? Dilman’a göre bu, önceden tasarlanmış bir strateji değildir;
şöyle ki döneminin felsefî kabulleri ve bilimsellik kaygısının Freud’un
söylemleri üzerinde açık bir belirleyiciliği bulunmaktadır ve ayrıca, onun bu
söylemlerine inanmış olması bile söylemek istediklerinin değerini düşürmez.
Dilman’ın Freud yorumu, eleştirmenler tarafından çoğu zaman
birbirinden farklı şekillerde değerlendirilmiştir; sözgelimi, R. Bocock,
Dilman’ın argümanlarını epistemolojik açıdan ikna edici bulmazken,[8]
M. Midgley, söz konusu argümanların Freud’un doğru anlaşılması noktasında
önemli bir “hizmet” olarak görülmesi gerektiğini belirtmektedir.[9]
Diğer taraftan, Dilman’ın Freud yorumunun aslında psikanaliz öğretisini bir
hüsnükuruntuya dönüştürdüğü dahi iddia edilmektedir. Bu iddiayı dile getiren
Craib, Freud determinizminin nevroz teorisi açısından bir zorunluluk olduğunu,
yani özgür irade açısından değerlendirildiğinde nevrotik semptomların
belirlenemeyeceğini ve dolayısıyla da herhangi bir terapi yönteminden söz
edilemeyeceğini göstermek suretiyle, Dilman’ın determinizme yönelik felsefî
itirazlarının anlamsız olduğunu ileri sürmektedir.[10] Benzer eleştirileri, Dilman’ın
ahlak- psikoloji ayırımı görüşüne de uygulamak mümkündür. Şöyle ki Freud’un
ahlaka yönelik olumsuz tutumunun nedeni, esasında onu dışsal bir baskı unsuru
olarak görmesi iken, Dilman, içselleştirilmiş bir ahlak görüşünü ortaya atarak
Freud’un argümanını daha karmaşık hale getirmekte, yahut da daha doğru bir
ifadeyle, amacından uzaklaştırmaktadır. Craib’in yukarıda ifade ettiği gibi,
determinizm psikanalizin zorunlu bir özelliğidir; bu özelliğin göz ardı
edilmesi durumunda herhangi bir psikanalitik öğreti veya argümandan
bahsedemeyiz. Bu anlamda Dilman’ın psikanaliz anlayışının Freud’un öğretisine
yakınlığının tartışmaya açık olduğu görülmektedir.
Dilman’ın psikanaliz öğretisindeki katılmadığı yönlerin Freud’un
felsefî kabulleri ve bilimsellik kaygısından kaynaklandığı yönündeki
eleştirilerine gelince, bunun nedeni aslında Dilman’ın kendi felsefî duruşundan
kaynaklanmaktadır. Bu felsefî duruşun arkasında, yukarıda ifade ettiğimiz gibi,
olağandışı tüm felsefî önermelerin olağan dilin işlevlerine dayandığını iddia
eden Wittgenstein ve onun İngiltere’deki en önemli savunucularından olan Wisdom
gibi isimler bulunmaktadır. Özellikle Freud’un dinin bir yanılsama olduğu
iddiası üzerine Dilman’ın yorumuna baktığımızda, dilin düşünce üzerindeki
belirleyiciliği görüşünün etkisini açıkça görebiliriz.
Dilman’a göre dinî inançlar bir yanılsama olamaz, çünkü Tanrı bir
nesne değildir, yani belirli bir mekan ve zaman içerisinde telakki edilebilecek
gerçek (real) bir varlık değildir.[11] Tanrının belirli bir mekan ve
zaman kategorisi çerçevesinde ele alınıp alınamayacağı esasında teolojik bir
tartışma olduğundan, burada daha çok dinî inançların nesnel bir içeriği olup
olmadığı sorusu öne çıkmaktadır. Dilman’ın çalışma arkadaşı ve aynı zamanda din
felsefesindeki anti-realist akımın kurucularından olan D. Z. Phillips’in bu
noktadaki tutumu çok daha açıktır; ona göre, “Tanrı” sözcüğü, bir şeyin adı
değildir.[12]
Bu demektir ki dinî inançlar, insan hayatına anlam katan dilsel işlevselliğinin
yanı sıra esasında belirli bir nesnel içerikten yoksun olağandışı iddialardan
öte bir şey değildir. Dilman, dinî çeşitliliğe ilişkin söylemlerinde de aynı
iddiasını sürdürerek, Tanrının gerçekliğinin sadece belirli bir dinin
müntesipleri için geçerli olabileceğini ve fakat bunun bir yanılsama olmadığını
ileri sürmektedir.[13]
İşte Dilman’ın Tanrının gerçekliğinin göreceli olduğu yönündeki iddiasını,
Wittgenstein’cı anti-realist düşünce geleneği içerisinde değerlendirmek
durumundayız.
Dolayısıyla, Dilman’ın psikanaliz anlayışının temelinde
Wittgenstein düşüncesinin büyük bir etkisinin bulunduğunu dikkate almak
gerekir. Fakat bu, onun psikanalize yönelttiği eleştirilerin tutarsız olduğu ya
da bütünüyle Wittgenstein’cı arka plana sahip olduğu anlamına gelmemelidir.
Dilman’nın psikanaliz eleştirisi, insanlığın tarihsel ve psikolojik tecrübesini
belirli bir teori çerçevesinde sınırlandırma ve mekanikleştirme girişimine
karşı geliştirilmiş çok daha kapsamlı ve kuşatıcı bir görünüme sahiptir.
Nitekim, Dilman’ın belirli bir kategori içerisinde mütalaa edilmesi zor olup
Antikçağdan günümüze kadar gerek düşünürler gerekse de düşüncelere dayalı
olarak ele aldığı epistemolojik, psikolojik, ahlakî vs. yönleriyle insan
problemini içeren diğer yazıları bunun açık bir göstergesidir.
Sözgelimi, Matter and Mind, Two Essays in Epistemology
(1975), Philosophy and Life: Essays on John Wisdom (1984), Quine on
Ontology, Necessity and Experience (1984), Mind, Brain and Behaviour:
Discussions of Skinner and Searle (1988), Existentialist Critique of
Cartesianism (1993), Free Will: an Historical and Philosophical
Introduction (1999) ve ölümünden sonra yayınlanan The Self, the Soul and
the Psychology of Good and Evil: Studies in Ethics and Moral Theory (2005)
gibi eserleri ve daha pek çok benzer makalelerinin temel söylemi, insan tabiatı
ve zihinsel süreçlerinin dinamik ve değişken bir yapı arz eden ve dolayısıyla
da belirli bir ilke tarafından öngörülemez bir olgu olduğudur. Bu yazıları
arasında bir anlamda felsefî duruşunun bir özeti olma özelliğini taşıyan Existentialist
Critique of Cartesianism adlı eserinin sonunda, insanın kendi geçmişinin
bir ürünü olduğu şeklindeki yaygın deterministik görüşe meydan okuyarak şöyle
der: “değişim gücü bireyin kendi elindedir ve yalnızca hatalarına ilişkin
geçmiş kayıtlarına bakarak nihaî anlamda onun bu gücünü görmezden gelmek son
derece yanlıştır.”[14]
Burada Dilman’ın söylemek istediği şey şudur: yardımcı psikoterapi teknikleri
veya kendini bilme yoluyla sağlıklı bir bireyin kendi geçmişinde normal olmayan
durumları -adına gerek Freud’cu anlamda Oedipus kompleksi, gerekse de genel
anlamda bilinçdışı ya da bilinçötesi travma denilsin- keşfetmiş olması, onun
geleceği üzerinde belirleyici bir etki bırakmaktan ziyade geçmişteki kendi
kendisine yabancı durumu veya eksik yönünü görmesine ve dolayısıyla da bununla
hesaplaşmasına yol açmaktadır; bu hesaplaşma sonucunda birey, “o” durumundan
“ben” durumuna geçerek Platon’dan Sartre’a kadar pek çok düşünürün ana teması
olan “felsefî yaşam biçimi”ni, yani kendisi olmayı (ben-bilgisi) gerçekleştirmiş
olmaktadır.
Yukarıdaki bilgi ve mütalaalardan hareketle, İlham Dilman’ın,
çağdaş Batı düşüncesi içerisinde insan problemini determinist felsefe veya
bilim savunucularının inhisarından kurtarmaya çalışan seçkin bir düşünür
olduğunu söyleyebiliriz. Bu girişimin başlatıcısı tabii ki Dilman değildir; bu
yönde öncelik, şüphesiz ki çağdaş Batı edebî geleneği içerisinde özel bir
konumu haiz varoluşçu akıma aittir. Dostoyevski, Tolstoy, Proust, Unamuno ve
Sartre gibi daha pek çok ismin başını çektiği varoluşçu yazarlar, bilimsel
anlamda insan tabiatına yönelik her türlü açıklamanın aslında onun kendi
kendisine yabancılaşmasına yol açmaktan başka bir işe yaramadığını değişik dil
ve tarzlarda ortaya koymuşlardır. Dilman’ın bu yazarlardan farkı, görüşlerinin
edebî bir tarzda değil, söz konusu yazarların tasvirlerini de göz önünde
bulundurmak suretiyle doğrudan felsefî veya bilimsel bir yönteme dayanmış
olmasıdır. Bu anlamda Dilman, özellikle de Free Will adlı eserinde
çağdaş felsefedeki mutlak determinizm ve mutlak özgürlük tezadına karşı
çıkarak, bir taraftan insan probleminin yalnızca determinist bir anlayışın
inhisarında olmadığını gösterirken, diğer taraftan “insanın özünün özgürlük”
olduğunu savunan Sartre’cı anlamda mutlak özgürlüğün de mutlak determinizm gibi
aşırı ve gerçekdışı bir tutum olduğunu ifade edecek kadar ölçülü bir
düşünürdür. Sonuç olarak, Dilman, son derece verimli geçen entelektüel yaşamı
boyunca kaleme aldığı yazılarında temel olarak insan problemiyle ilgilenmiş ve
bu problemin doğru anlaşılmasını engelleyen düşünsel “taşkınlıklar” ile
mücadele etmiştir.
2.
İLHAM DİLMAN’IN
FREUD ELEŞTİRİSİ
İnsan davranışları ve bunların zihinsel veya ruhsal bozukluklarla
ilişkisini anlama ve anlamlandırmaya yönelik çabaların izlerini tarihin her
döneminde ve bu dönemlerde ortaya çıkan neredeyse her kültürde gözlemlemek
mümkündür. Değişik kültür havzaları içerisinde yetişmiş ve kendi mitolojik,
dinî veya geleneksel dünya görüşünün belirleyiciliği altında bulunan felsefeci,
tabip, bilim ve hatta din adamlarının bu hususta mutlaka söyleyecek bir sözü
olmuştur. Fakat yeniçağ sonrası organik veya inorganik anlamda varlığı bir
bütün olarak geleneksel düşünce formlarından arındırma girişimiyle birlikte,
zihinsel bozuklukların da yalnızca ve yalnızca zihnin kendi işleyişinden
kaynaklandığı şeklindeki mekanistik bir görüş yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
İlk olarak Sigmund Freud tarafından sistematize edilen ve daha sonralar klinik
araştırmaları sonucunda “psikanaliz” olarak adlandırılacak olan bu görüş, kimi
yazarlarca “eski Yunan’daki felsefî düşüncesinin yeniden canlanması”,[15]
kimilerince
de tamamen “Freud ve devamcıları tarafından ortaya
konulmuş kendine özgü bir öğreti”[16]
olarak takdim edilmektedir. Fakat, bu iki uç yaklaşıma bakarak, eski Yunan
düşüncesiyle çağdaş psikanaliz öğretisi arasında zihinsel bozuklukların teşhisi
ve tedavisine yönelik hiçbir adım atılmadığı iddiasında bulunmak da gerçekçi
değildir. En azından, diğer pek çok kültür havzasının yanı sıra özellikle
Doğuda, zihinsel bozuklukların tam bir tasnifini sunmuş olan İbn-i Zekeriya
er-Râzî (865-925), kitapları tıp dünyasında kutsal olarak kabul edilen İbn-i
Sînâ (980-1037) ve melankoliyi ilk kez kuruntu, manik depresyon ve psikozlarla
açıklayan İbn Cezle (ö. 1100), Batıda ise siyasal erkin baskısından dolayı
biraz gecikmeli de olsa zihinsel özelliklerin mitolojik yorumunu reddederek
doğal olgularla ilişkilendiren Johan Weyer (1515-1588) gibi öncü tabiplerin
çalışmalarını göz ardı etmemek durumundayız.[17]
Ne var ki, çağdaş psikanalizin kurucusu olarak kabul edilen
Freud’un görüşlerinin geleneksel düşünce tarzından ziyade Aydınlanma sonrası
Kant (1724-1804) ve Hume (1711-1776) gibi filozoflar tarafından felsefe ve
teoloji, Laplace (1749-1827) ve Darwin (1808-1882) gibi düşünürler tarafından
da bilim alanında uygulanan “aklîleştirme” sürecinin psikoloji alanındaki bir
uzantısı olduğu yadsınamaz. Bu süreçte yer alan düşünürler arasında Freud’un en
çok etkilendiği isim, şüphesiz ki Darwin’dir. Psikanaliz öğretisi bağlamında,
özellikle dinin kökenine ilişkin görüşlerinde Darwin’in etkisinde kalan Freud, Totem
ve Tabu adlı eserinde şöyle der: “Psikanalitik totem görüşüyle Darwin’in
insan topluluğunun ilk durumuna ilişkin teorilerini birleştirecek olursak,
şimdiye kadar birbirinden kopuk olan olgular arasında açık bir ilişki kurmasını
sağlayacak bir varsayım belirmektedir.”[18]
Fakat tabii ki Freud, aynı zamanda içinde bulunduğu dönemin bilim
adamı ve tıp uzmanlarından da -ki bazılarıyla doğrudan görüşme imkanı bulmuş ya
da deneylerine katılmıştır- önemli bir bilgi birikimi tevarüs etmiştir. On
dokuzuncu yüzyılda anatomi, fizyoloji, nöroloji ve biyokimya alanında yaşanan
gelişmeler, zihinsel bozuklukların beyin işlevindeki aksamalardan
kaynaklanabileceği yönündeki yeni yaklaşımları destekler nitelikte olsa da,
Freud’un psikanaliz öğretisini sistematik hale getirmesinde bir taraftan klinik
gözlemden hareketle deneysel araştırma yöntemleri geliştiren Brücke, Mynert ve
Charcot gibi hocalarının, diğer taraftan da özellikle histeri olgusu üzerine
eğilerek daha sonralar serbest çağrışım tekniğini geliştirmesine yol açan
Liebeault ve Bernheim gibi hipnotistlerin belirleyici bir etkisi söz konusudur.[19]
Dolayısıyla, giriş mahiyetindeki bu genel bilgilerden hareketle, zihinsel
bozuklukların zihnin (veya beynin) kendi işleyişinden kaynaklandığı görüşünün
ve yönde ortaya atılan tedavi tekniklerinin insanlığın çok eski dönemlerinden
beri bilinen ve tartışılan bir şey olduğunu teslim etmekle birlikte, ilerleyen
kısımlarda ayrıntılı bir şekilde üzerinde duracağımız zihinsel süreçleri
psikolojik kurallara dayalı olarak açıklamaya çalışan ve insan davranışlarının
yanı sıra bütün bir tarih, kültür, din, sanat ve ahlak yorumunu libido eksenli
çözümleyici bir yönteme irca eden psikanaliz öğretisinin Freud’la başladığını söyleyebiliriz.
Freud’un psikanaliz öğretisi, kendisinden sonra olumlu ve olumsuz
anlamda pek çok tartışmaya yol açan ve üzerine sayısız yazılar kaleme alınmış
olan öğretilerden birisi olarak kabul edilmektedir. Kimileri Freud’u çağımızın
en ilerici bilim adamı ve filozofu ilan ederken, kimileri de onu bir kültür
karşıtı ve son derece yüzeysel bir düşünce sahibi olarak nitelemektedir.
Sözgelimi, Weinert, Freud’u bilim tarihinin üç büyük devrimcisinden birisi
olarak takdim ederken, Thornton, onun görüşlerini kokain etkisi altında
yazdığını ileri sürer.[20]
Yahut da, E. Jones bütün hayatını Freud’un görüşlerinin doğruluğunu ortaya
koymaya adarken, Popper, deneysel olarak yanlışlanamadığı için psikanaliz
teorisinin sahte bilim kategorisi içinde mütalaa edilmesi gerektiğini iddia
eder.[21]
Bu aşırı ve uç değerlendirmeleri bir tarafa bırakarak psikanaliz
öğretisinin psikoloji araştırmalarında önemli bir yeri haiz olduğunu teslim
etmek durumundayız.[22]
Fakat, psikanaliz öğretisiyle ilgili tartışmaları sağlıklı bir zeminde ele
alabilmek için söz konusu öğretinin temel bileşenlerini belirlemenin ve bu
bileşenlere yönelik değerlendirmeler ışığında birtakım sonuçlara ulaşmanın çok
daha isabetli ve tutarlı bir tutum olacağını söyleyebiliriz. Ayrıca,
psikanalizin teorik boyutuyla pratik boyutunu da birbirinden ayırmak gerekir;
İlham Dilman’ın ifade ettiği gibi, psikanaliz, aralarında organik bir
bağlılığın bulunmasının yanı sıra esasında insanı anlama ve “psikolojik
rahatsızlıkları” tedavi etme gibi iki farklı unsurdan oluşmaktadır.[23]
Dilman’ın psikanaliz eleştirisi işte böyle bir ayrıştırmacı yönteme
dayanmaktadır. Doğrudan Freud’un görüşlerini ele aldığı Freud and Human
Nature (Freud ve İnsan Tabiatı) ve Freud and the Mind (Freud ve
Zihin) adlı eserlerinde Dilman, psikanaliz öğretisinin temel bileşenlerini
tartışmaya açarak bu noktada kendi eleştirilerini dile getirmekte ve Freud’un
görüşlerinin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için onun ifade ettikleri
ile ifade etmek istediklerinin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini
ikna edici bir biçimde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, din psikolojisi
açısından özel bir önemi haiz psikanaliz ve din çevresindeki tartışmalar da
Dilman’ın yoğun ilgi duyduğu konular arasında yer almaktadır. O, bu noktada
Freud’un dinî pratiklerin nevroz ve dinin kendisinin de bir yanılsama olduğu
şeklindeki iki temel iddiasını tartışmaya açarak psikanaliz ve din ilişkisini
sağlam bir zemin üzerinde konumlandırmaya çalışmaktadır. Buradan hareketle,
diğerleriyle karşılaştırıldığında Dilman’ın Freud eleştirisinin çok daha yapıcı
bir karakter taşıdığını söyleyebiliriz.
2.1.
PSİKOSEKSÜEL
GELİŞİM TEORİSİ
Freud, kişilik gelişimi bakımından cinselliğin temel bir yaşam
güdüsü olduğunu ve bunun doğumdan itibaren etkin bir güç olarak tezahür
ettiğini ileri sürmüştür. O, Cinsellik Teorisi Üzerine Üç Deneme (1905)
adlı eserinde çocuk cinselliği kavramını ilk önce yetişkinlerdeki cinsel
sapmaları ve ergenlikteki değişiklikleri açıklamak için kullanmışsa da daha
sonra bu kavramı aslında yaşamın temel kaynağı olarak takdim etmiştir. Buna
göre, cinsel dürtünün genellikle ergenlikte ortaya çıktığı kanaati ağır bir
yanılgıdan başka bir şey değildir; bu bilgisizlikten kurtulmanın yolu, çocuğun
cinsel gösterilerinin derinliklerine inmek ve bu dürtünün gelişim evrelerini
tespit etmekten geçer.[24]
Fakat, Freud’un çocuk cinselliği kavramını basit bir seksüellik şeklinde
algılamamak gerekir; nitekim Freud’un anatomik anlamda cinsellik iddialarında
bulunmasının[25]
yanı sıra bu noktada herhangi bir objeye gerek duyulmaksızın çocuğun kendi
bedenine yönelişini[26]
de içine alacak şekilde bir “istek”ten söz etmiş olduğu açıktır. Freud, çocuğun
yalnızca cinsel nitelikli olmayıp aynı zamanda bedensel işlevlerden de
kaynaklanan üreme öncesi psikoseksüel gelişim evrelerini esasında birbirinin
devamı olan beş ayrı dönem şeklinde ifade etmiştir; oral, anal, fallik,
latent (gizli) ve genital dönemler. Freud’a göre, psikoseksüel
gelişimin bu beş evresinin kişiliğin gelişiminde ayrı bir önemi haizdir ve
kişinin ileri yaşamı ve karakteristik yapısı üzerinde belirleyici bir rolü
vardır. Haz merkezli bir yaşam enerjisi (libido) güdümündeki söz konusu
gelişimin başarıyla tamamlanması, sağlıklı bir kişilik görünümünün temel şartı
durumundadır. Psikoseksüel gelişimin belirli bir aşamasında söz konusu gelişimi
engelleyen bir etkenin bulunması (fixation) durumunda, herhangi bir
yapısal yetişkinlikten söz edemeyiz. Freud’a göre, her nevrozda belli bir
fiksasyon noktası vardır; örneğin histerili kişinin fallik, saplantılı nevrozun
ise anal dönemine kadar gerilediği söylenir.[27] Dolayısıyla, kişinin yaratıcı
ve üretken bir birey olması, gelişim aşamalarının her birini kusursuz bir
şekilde tamamlanmasıyla orantılıdır.
Dilman’a göre, psikanaliz öğretisinin en karmaşık ve sorunlu
kısmı, çocuk cinselliğinin ya da genel anlamda cinselliğin temel bir yaşam
güdüsü olduğu şeklindeki öncelikli iddiasıdır. Fakat gerçekte insanoğlunun
yaşamını belirleyen şey yalnızca libido mudur ya da en azından ilk bakışta
birbirinden farklı olarak görünen kimi gelişim biçimlerini Freud’un yaptığı
gibi yalnızca hazcı cinsellik anlayışına indirgemek mümkün müdür? Diğer
taraftan, sevgi, ilgi, bağlılık, tutku gibi temel insanî duygulanımları
görmezden gelmek ya da bunları bireye dışarıdan empoze edilen etkenler
(süperego) ışığında değerlendirmek ne derecede tutarlıdır? Dilman’ın cinselliğe
dayalı psikanalitik gelişim teorisine yönelik eleştirilerinin esas amacı işte
bu sorulara cevap aramaktır.
Freud, cinsel dürtünün genellikle ergenlikte ortaya çıktığı
şeklindeki yaygın kanaatin büyük bir yanılgıdan ibaret olduğunu ileri
sürmektedir; halbuki, ona göre, çocuğun cinsel gösterilerinin derinliklerine
indiğimizde, bu dürtünün daha önceki safhalarını açıkça gözlemlemek mümkündür.
Diğer taraftan, yetişkinlerde birtakım nevrozlara yol açan cinselliğin ergenlik
döneminde âniden ortaya çıktığını iddia etmek de çelişkili bir durumdur; o
halde, her bireyin doğuşundan itibaren sahip olduğu bir tarih öncesinin (id)
bulunduğunu ve fakat bunun çevre şartları (süperego) dolayısıyla bastırıldığını
kabul etmek zorundayız. Freud, çocuk cinselliği ile ilgili tespitlerini
pekiştirmek için bu ilkel davranış tiplerinin amaç ve nesnelerinin de izini
sürmeye çalışmaktadır; şöyle ki, çocuk cinselliğinin amacı, bir yaşam kaygısı
taşımadığına göre hazdan başka bir şey değildir; ilk başta kendi kendine
yöneliş şeklinde tezahür eden söz konusu davranışlar, psikoseksüel gelişimin
ilerleyen safhalarında öncelikli olarak aile bireyleri olmak üzere diğer
bireyleri nesne olarak edinmeye başlar ve fakat eşzamanlı olarak bastırılmak zorunda
kalır.[28]
Dilman’a göre, yukarıda özetle sunduğumuz Freud’un çocuk
cinselliği argümanının bazı zayıf noktaları söz konusudur. Esasında Freud’un
argümanının temelini oluşturan (1) yetişkinlerdeki cinsel davranış ve bu
davranışlara ait bozuklukların köklerinin çocukluk döneminde bulunduğu ve (2)
çocuklarda gözlemlenen bedensel hazzın cinsellik anlamına geldiği şeklindeki
iki temel unsur da tartışmaya açıktır.
Birincisi, yetişkinlerle çocukların davranışları arasındaki benzerliğin
(sözgelimi, okşama, sevme, ısırma vs.), çocuklardaki davranışların zorunlu
olarak cinselliğin bir ifadesi olduğunu düşünmek için yeterli değildir. Diğer
taraftan, bir yetişkinin cinsel ifadelerinin çocukluğundaki sevgi
gösterilerinin bir devamı olması bile bunun sadece biçimsel bir benzerlikten
başka bir şey olduğunu göstermez.[29]
Freud’un “bedensel haz” şeklindeki ikinci iddiası çok daha karmaşık bir yapıya
sahiptir. Bu karmaşıklığı çözmek için Dilman, Malinowski’nin çocuk cinselliği
eleştirisine başvurmaktadır.
Freud, cinselliğin çocuktaki en temel gösterisi olarak takdim
ettiği emme fiilinin birincil amacının beslenme olduğu şeklindeki itirazın
farkındadır; fakat, emme sırasında çocuğun sergilediği haz durumunun beslenme
ihtiyacından öteye bir cinsellik belirtisi olduğu iddiasını sürdürerek, “ilk
başta, erojen bölge sadece beslenme ihtiyacının giderilmesiyle sınırlı olsa da,
bu sırada çocuğun yaşadığı hazzın daha sonra tanıyacağı bir cinsel doyum
modeli” olduğunu ifade eder.[30]
Malinowski, beslenme güdüsü sırasında alınan hazzın başka bir güdüye yol
açabileceği iddiasını reddederek, çocukla anne arasındaki ilişkinin Freud
tarafından cinsellik şeklinde nitelendirilmesini imkansız olarak görmektedir.
Kaldı ki antropolojik açıdan ensest eğilimlerin çocuklukta değil de gençlik ve
ergenlik dönemlerinde görülmeye başladığı bilinmektedir.[31] Burada Malinowski, Freud’dan
farklı olarak hazzın güdüleri belirlemediğini, tam tersine, münferit güdülerin
haz duygusuna yol açabileceğini ileri sürmektedir; çünkü eğer öyle olsaydı, bir
bireyin haz duyduğu tüm durumları cinsellik olarak nitelememiz gerekirdi ki bu
da savunulması imkansız bir iddiadır.
Malinowski’nin bu çözümlemesinden hareketle Dilman, çocukla anne
arasındaki fiziksel teması bir cinsellik tezahürü olarak görmek için yeterli
nedene sahip olmadığımızı ve fakat bunun yanı sıra söz konusu fiziksel temasın
bir anlamı olması gerektiğini düşünmektedir. Bunun anlamı, ona göre, tüm
bedensel birleşme ve yakınlaşmalarda olduğu gibi karşılıklı bir duygu olan
sevgidir. Başka bir ifadeyle, çocuğun anne kucağında haz alıyor olması,
annesinin sevgisine karşılık vermesinden kaynaklanmaktadır. Freud’un yanıldığı
nokta, sevgi tezahürlerini cinsellik olarak nitelemiş olmasıdır. Nitekim tüm
bedensel temasların cinsel karakter taşıyor olması zorunlu değildir; aksi
takdirde, çocuğun anneye karşı duygularının ileri yaşlarda cinsellik şeklinde
ifade bulması gerekirdi ki, antropolojik çalışmaların da ortaya koyduğu gibi,
fiilî olarak hiçbir kültür böyle bir ifade şeklini onaylamamaktadır.[32]
Freud ise böyle bir kültürel uygulamanın bulunmayışını, bilimsel verilerden
ziyade -Dilman’ın ayrıca üzerinde durduğu ve evrenselliğini tartışmaya açtığı
Oedipus kompleksi şeklindeki- mitolojik temellere dayandırmaya çalışmaktadır.
2.1.1.1. Oedipus Kompleksinin Evrenselliği.
Çocuğun cinsel nitelikli isteklerinden suçluluk duyma veya bu
yöndeki iç çatışmalar gibi genel endişelerinin belirginleştiği fallik döneme
ilişkin mütalaaları, Freud’un basit bir cinsel davranış çözümlemelerin sınırını
aşarak tüm bir insanlık tarihini içine alan genel bir yargıda bulunmasına yol
açmıştır. Nevroz nedeni olup olmadığı tartışmaları sonucu esasında klinik
gözlemlerden hareketle ortaya atılan ve fakat daha sonra antropolojik bir
hüviyet kazanan Oedipus kompleksi (kız çocuklarda Electra kompleksi) şeklindeki
söz konusu yargı, tabiatı itibariyle evrensellik iddiası taşımaktadır: Bu
dünyaya gelen her insan, Oedipus kompleksiyle yüzleşir ve eğer bu kompleksle
baş edemezse kaçınılmaz olarak nevrozun kurbanına çevrilir.”[33]
Fallik dönemde ortaya çıkan Oedipus kompleksi sonrasında çocuk ıstırap ve
suçluluk duygusuna kapılarak annesine (kızlarda babaya) duyduğu isteği
bastırmak durumunda kalır ki bu da ileri yaşlarda yeni ve karmaşık iç
çatışmalara yol açar; bu anlamda Oedipus kompleksi, Freud’un kendi ifadesiyle,
“nevrozların nüvesi olarak görülebilir.”[34]
Psikoterapi açısından çocukluktan yetişkinliğe kadar bir bireyin
“doğum travması”, “okul sendromu”, “kimlik bunalımı”, “evlilik korkusu” gibi
pek çok bulanım safhasından geçebileceğine yönelik türlü iddialar bulunmaktadır.
Tüm bu iddialar insan tabiatının ne kadar değişken olduğunu ve hatta, Jung’un
deyimiyle, “sabahki ruh haliyle öğlenki ruh halinin bile aynı olmadığını”[35]
göstermektedir. İnsan tabiatının bu kadar değişken olmasına rağmen Freud’un
“nevrozların nüvesi” olarak niteleyebilecek ölçüde Oedipus kompleksi üzerinde
durmasının nedeni, Dilman’a göre, bireyin karşılaştığı tüm psikolojik
açmazların söz konusu kompleksten kaynaklandığına olan inancında yatmaktadır;
öyle ki, bireyde gözlemlenen nevrotik bir durumun söz konusu kompleksten
kaynaklanmadığı gösterilse ya da başka bir nedeni ortaya konulsa bile nihaî
anlamda yine ona göndermede bulunulması zorunludur; aksi takdirde herhangi bir
çözümden (tedaviden) söz edilemez.[36] Dolayısıyla burada Freud,
insan topluluğunun ilk biçimi olan aile kurumunun varolduğundan beri ve
varolmaya devam edeceği süre boyunca Oedipus kompleksi ve bu kompleksin yol
açtığı nevrotik durumların da varolmaya devam edeceğini ileri sürmüş
olmaktadır.
Oedipus kompleksinin “babadan nefret etme” ve “anneye ilgi duyma”
şeklindeki iki varlık şartı ataerkil bir aile kurumuna muhtaçtır. Bu yüzden
Freud, kendi görüşüne evrensellik görünümü kazandırmak için antropolojik
çalışmalara da yer vermek ve kültürlerin kökenine ilişkin destekleyici argümanlar
bulmak durumunda kalmıştır. Bunun bir başka anlamı, Oedipus kompleksini
oluşturan şartların bulunmaması ya da ortadan kalkması durumunda söz konusu
kompleksinin geçerliliğini yitireceğidir. İşte bu aşamada Dilman’nın kendisine
daha yakın bulduğu Malinowski’nin eleştirileri, Freud’un görüşlerinin bu zayıf
noktasını hedef almaktadır. Sözgelimi, anaerkil Melanezya toplumu Oedipus
kompleksi için gerekli şartları taşımadığı, yani anne ve babaya yönelik
duyguların Freud’un öngörülerinden uzak olması dolayısıyla herhangi bir
bastırma veya olumsuzlama gibi bir durum söz konusu değildir.[37]
Bu demektir ki Freud’un ortaya attığı Oedipus kompleksi, en azından
antropolojik açıdan, gerekli sosyal şartların bulunması durumunda geçerli olsa
bile nihayetinde evrensel bir karakter taşımamaktadır. Malinowski’nin
argümanlarını ikna edici bulan Dilman, bu eleştirinin daha da ileri götürülmesi
durumunda sadece Freud’un Oedipus kompleksinin evrenselliği iddiasının değil,
aynı zamanda onun kültür ve medeniyetlerin kökenine ilişkin tezlerinin de
yetersizliğini ortaya koyacağını ifade etmektedir.[38] Fakat bunun yanı sıra Dilman,
Oedipus kompleksinin evrensel olmayışının Freud tarafından geliştirilen
psikanalitik terapinin bütünüyle geçersiz ya da yanlış bir uygulama olduğu
anlamına gelmediğinin altını çizmektedir. İleride göreceğimiz gibi, Dilman,
Freud’un sözgelimi baskıcı ebeveyn-çocuk ilişkisinin psikolojik
rahatsızlıkların nedeni olabileceği şeklindeki bilimsel bulgularıyla bu
bulgular üzerine yaptığı determinist felsefî yorumları birbirinden tamamen
farklıdır ve dolayısıyla da onun görüşlerini doğru anlayabilmek için mümkün
olduğu ölçüde kendisinin ve döneminin felsefî kabullerinin bilincinde olmak
gerekir.
Dilman, Freud’un çocuk cinselliği ve Oedipus kompleksi bağlamında cinsellik
kavramını olağan dilin imkanları dışında ele alarak meseleyi çok daha karmaşık
hale getirdiğini ileri sürmektedir. Ona göre, sözgelimi, şiddet veya işkence,
Freud’un yaklaşımının aksine cinselliğin bir bileşeni olmaktan ziyade belirli
bir kişinin cinsel karakterinin dışavurumu olarak görülebilir. Diğer taraftan,
cinsellik, tıpkı düşünce gibi, belirli bir kişinin yaşamında rol alarak
değişime uğrar. O halde, bir kişinin erken dönem düşünce ve konuşma şekliyle
yetişkinlik dönemindeki düşünce ve konuşması arasında hiçbir mahiyet
benzerliğinin bulunmaması gibi, çocukluk dönemindeki bedensel haz ifadeleriyle
yetişkinlik dönemindeki cinsellik gösterimleri arasında da herhangi bir
eşitlikten söz etmek mümkün değildir.[39] Freud’un bu eleştirilerin
farkında olmaması düşünülemez; ne var ki mekanistik ve determinist felsefî
kabulleri, Dilman’ın eserlerini değerlendiren Craib’in de ifade ettiği gibi,
Freud’un düşüncesini sınırlamakta ve onu büyük bir yanılgıya itmektedir.[40]
Dilman ayrıca, Freud’un cinsellik teorisini mutlaklaştırmasını, onun ahlak
dilini kullanmamaktaki ısrarı şeklinde yorumlamaktadır. Freud’un ahlaka karşı
bu olumsuz tavrının temelde bilimsellik kaygısı ve felsefî önyargılar olmak
üzere iki belirgin nedeni söz konusudur.[41] Bilimsellik kaygısı bireyi
birbirinden uzak ya da bağımsız fragmanlardan ziyade bir bütün olarak ele
almayı gerektirirken, salt mekanistik ve deterministik felsefî yargılar da
ileri sürülen bilimsel iddiaların herhangi bir boşluğa yer bırakmamasını
öngörmektedir.
Psikolojik çatışma ve nevrozların temelinde Oedipus kompleksinin
yer aldığı iddiasından hareketle Freud, cinsel dürtüyü çocukluktan yetişkinliğe
kadar devam eden psikolojik gelişim sürecinin merkezine konumlandırmak
suretiyle tüm duygu ve duygulanımları bu bağlamda açıklama girişiminde
bulunmuştur. Dilman’a göre, cinsellik dışında bedensel temastan haz almaya yol
açan en önemli duygu sevgidir; ne var ki Freud, sözgelimi okşama, öpme ve
sarılma gibi sevgi ifadelerinin de cinselliğin dışavurumundan başka bir şey
olmadığı kanaatindedir. Buna karşın Dilman, totolojik açıdan
değerlendirildiğinde çocuğun sevgi ifadelerinin bağımlı olduğu kişilere karşı
beslediği cinsel duyguların bir ifadesi olabileceği gibi Freud’un saptadığı
cinsellik ifadelerinin de çocuğun sevgi ifadeleri olabileceği şeklinde
yorumlanmasının mümkün olduğuna işaret etmektedir. Bu öncelik sıralaması ilk
bakışta belki önemsiz olarak görülebilir; fakat, çocuğun psikolojik gelişimi
üzerindeki etkilerini göz önüne aldığımızda bunun basit bir totoloji örneği
değil, tam tersine çok derin felsefî açılımları haiz olduğu ortaya çıkmaktadır:
Çocuğun sevgisini cinselliğinin bir gösterisi olarak
değerlendirmek suretiyle Freud, sevginin bir bütün olarak cinsel karakter
taşıdığını düşünmüş olmaktadır. Bu, eleştiriye açık bir husustur. Bebeklik ve
sonraki dönemlerde çocuğun hayatı kendi bedeni, bedensel işlevleri ve
tepkileriyle sınırlıdır. Bu süreçte annesiyle irtibat kurmanın tek yolu
bedenidir. Annesi sürekli ona baktığı için o da bu himayeye bedensel tepkileriyle
karşılık vermektedir. Dolayısıyla bu tepkiler, kendisini emziren annesine bir
cevap olabileceği gibi bundan duyduğu haz ya da kendisine sunulanlara karşısı
memnuniyetinin ifadesi de olabilir. “Cinsel” olarak addedilen şey, çocuğun
tepkilerinde 42 ifade bulan işte bu duyusal sevgidir.
Klinik araştırmaları sonucunda nevrozların kökeninde cinsiyet
kompleksi olduğunu düşünen Freud, buradan hareketle hem tarihsel anlamda hem de
insanın doğumundan itibaren cinsel (bedensel) haz belirtileri sergilediği kanaatine
ulaşmış ve böylece tekrar psikoseksüel gelişimin libido ilkesine dayandığını
ilan etmiştir. Bu noktada Freud, olgudan geçmişe, geçmişten şimdiye şeklinde
bir muhakeme çizgisi benimsemesinin yanı sıra insanın esasında geçmişinin bir
ürünü olduğunu savunmuştur.
Dilman’a göre, Freud’un bu görüşleri tamamen haksız olmadığı gibi
tamamen haklı da değildir. Başka bir ifadeyle, onun tespitleri kimi durumlarda
doğru olabilir veya öyledir; ama bazı durumlarda da (sözgelimi, farklı sevgi
tezahürleri) asla kabul edilemezler. Her ne kadar Freud, kadınla erkek
arasındaki her türlü ilişkinin yalnızca cinsel kökenli olduğunu iddia etmiş
olsa da sevgi sözcüğünün farklı kullanımları ya da cinsellik ile sevginin her
zaman birbirini tamamlamıyor oluşu söz konusu iddiayı yadsımaktadır. Sözlük
anlamında sevgi, karşı nesneye duyulan isteği ifade etmektedir; fakat bu
isteğin, iki farklı cinsiyet arasında tezahür etmiş olsa dahi ebeveyn sevgisi,
çocuk sevgisi ve arkadaşlık sevgisi gibi örneklerde olduğu üzere cinsel
nitelikli olması zorunlu değildir. Diğer taraftan Dilman, Freud’un cinsellikten
hareketle sevgi tanımı ihtimalini öne çıkarmakta, fakat bu sefer de içinde
herhangi bir sevgi duygusu barındırmayan cinsel ilişki örnekleri dolayısıyla bu
ihtimali de geçersiz olarak görmektedir. Kaldı ki Freud’un sevgiyi (ya da
cinselliği) nevrotik saplantıların temeli olarak görmesi, bu kavramın
toplumların yaşamındaki birleştirici ve yaratıcı gücünün göz ardı edilmesine
yol açmaktadır. En geniş anlamıyla sevgi insan yaşamına anlam katan, kendisine
ve çevresine saygılı olmayı öğreten bir değer iken, cinsel karakterdeki sevgi
de ailelerin oluşumu ve insan soyunun devamını sağlayan eşsiz bir güç özelliği
taşımaktadır.[42]
[43]
Şüphesiz Freud de, sevgi sözcüğünün bu kadar geniş bir kullanım alanına sahip
olduğunun bilincindedir;[44]
fakat Dilman’ın sıkça dile getirdiği gibi, libido teorisinin geçerliliği ve
tutarlılığı adına sevgi kavramını bir bütün cinsel isteğe irca etmesi Freud
açısından bir zorunluluk arz etmektedir.
Sonuç itibariyle, Freud’un bireyin psikolojik gelişimini sadece
biyolojik bir dille (içgüdüler teorisi) açıklamış ve görüşlerini panseksüalist
bir temele dayandırmış olması, pek çok düşünür gibi doğal olarak Dilman’ın da
tepkilerine yol açmıştır; fakat Dilman’ı diğerlerinden farklı kılan özellik,
Freud’un görüşlerinin bir bütün olarak yanlış değil de kimi zaman haklı olmakla
birlikte daha ziyade eksik olarak nitelendirmesidir. Diğer taraftan, Dilman,
psikanalizin -daha sonra üzerinde ayrıntılı bir şekilde duracağımız- ahlak
eğitimi konusundaki tereddütlerini gündeme getirerek hazcı cinsellik anlayışı
ile sevgi kavramı arasındaki ilişkiyi tartışmaya açmaktadır. Ona göre insan,
hayvandan öte bir varlıktır ve bu varlığın gerçek tabiatını anlamak için
Freud’un yaptığı gibi dışsal etkiler sonucu oluşan nevrotik durumlardan ziyade
insanın kendi beninde varolan sevgi ve iyiliği öne çıkarmak gerekir; çünkü
(Freud’un bir araya getirmekten kaçındığı) ahlakî ve psikolojik kusurlar,
insanın olgunlaşmamış olmasından kaynaklanmaktadır.[45] Bu eleştiri, Freud tarafından
kısmen kabul edilebilir gözükmektedir; fakat ona göre bundan kurtulmanın yolu,
ahlak eğitiminden ziyade bireyi süperego’nun dayatmasına karşı korumaktan
geçer. Buradan hareketle, bir sonraki kısımda psikoloji-ahlak ilişkisiyle çok
daha yakından bağlantılı kişilik teorisi üzerinde duracak ve Dilman’ın felsefî
anlamda psikanalizin insan tabiatını anlamadaki başarısızlığına yönelik
eleştirilerini ortaya koymaya çalışacağız.
Freud, 1923 yılında yayınladığı Ego ve İd adlı eseriyle
birlikte, çeşitli zihinsel süreçlerin bilinçle ilişkisinin belirlenmesine
dayalı topografik kişilik teorisini bir tarafa bırakarak zihinsel aygıt
modelinin esas alındığı yeni bir kişilik teorisi ortaya atmıştır. Bastırılmış
psikolojik durumların çözümlenmesini amaçlayan topografik kuramın üç temel
kavramı söz konusuydu: bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı. Kabaca
ifade etmek gerekirse, şu anda farkında olduğumuz ve üzerinde düşünüp
konuştuğumuz şeyler bilinç, kısa bir duraksama sonucunda kolayca hatırlayabildiğimiz
şeyler bilinçöncesi ve her türlü dürtü ya da içgüdülerin hâkim olduğu farkında
olmadığımız şeyler ise bilinçdışı alanını oluşturur. Sosyal ve kültürel
engeller gibi çeşitli nedenlerden dolayı bilinç düzeyine ulaşamayan zihinsel
süreçleri ihtiva eden bilinçdışı, bireyin sahip olduğu tüm zihinsel süreç ve
etkinliklerin önemli bir kısmını kapsar.
Ne var ki aradan geçen uzun bir süre zarfında yapılan ileri klinik
araştırmalar, Freud’un gözlediği bazı durumların söz konusu topografik modele
uymadığını fark etmesine yol açmıştır. Sözgelimi, bazı hastalarda gözlemlenen
bilinçdışı suçluluk duygularını ve cezalandırılma isteklerini topografik modele
göre açıklamak mümkün olamıyordu; çünkü bu modele göre ahlakî değerlere ilişkin
duyguların içgüdülere karşıt güçlerin bulunduğu bilinç düzeyinde yer alması
gerekiyordu.[46]
İşte bu gibi sorunları aşmak ve bilinçdışı nosyonunu daha da açıklığa
kavuşturmak için Freud yeni bir kişilik teorisi geliştirmek durumunda
kalmıştır. Bu yeni kişilik teorisine göre zihinsel veya ruhsal aygıt
(mental/psychic apparatus), kişinin davranışları üzerinde nihaî bir
belirleyiciliği haiz olan üç temel bileşenden oluşmaktadır: id, ego ve süperego.
Freud’un kişilik teorisini oluşturan üç ayrı bileşeni, birbiriyle
kesin çizgilerle ayrılmış bir bölünme şeklinde düşünmemek gerekir; nitekim bu
bileşenlerin her birisi, birbirinden farklı zihinsel süreçlere tekabül
etmektedir. İd, sınırsız içgüdüsel istekler arayışında olan haz ilkesi; ego bu
istekleri fiziksel gerçekliklere göre tanzim eden gerçeklik ilkesi; süperego
ise söz konusu istekleri tümüyle ortadan kaldırmayı amaçlayan ya da belirli bir
kalıba sokmaya çalışan ahlak ilkesine göre çalışmaktadır. Başka bir ifadeyle,
id kişiliğin biyolojik, ego psikolojik, süperego da toplumsal yönünü oluşturmaktadır.[47]
Dolayısıyla, Freud’un teorisi, kişiliğin üç ayrı parçadan oluşmasından ziyade
üç ayrı kaynak tarafından yönetildiğine ve kimi zaman da bunların arasında
ortaya çıkan çatışmalara sahne olduğunu vurgulamaktadır.
Bu anlamda kişilik teorisi, insan tabiatını tanımlama noktasında
psikanaliz öğretisinin temel taşlarından birisini oluşturmaktadır. İlk kez
Freud tarafından dile getirilerek sistemleştirilen id, ego ve süperego
şeklindeki kişilik bölünmesi, nevrotik saplantıları çözümlemek üzere ortaya atılmış
yapay bir ayırım olmasının yanı sıra daha sonraları, Murray tarafından “kişilik
bilimi” (personology) olarak adlandırılan[48] ve kişilik psikolojisi alanına
sığmayacak kadar geniş ve çok yönlü araştırmalara yol açmıştır; fakat, birtakım
kavramsal çelişkileri haiz olması ve insan özgürlüğünü yadsıyan determinist bir
görünüm arz etmesi dolayısıyla Dilman tarafından felsefî anlamda geçerliliği
tartışmaya açık olan ve içinde döneminin (ve kendisinin) birtakım belirgin
önyargılarını barındıran bir teori olarak nitelendirilmiştir.
Freud, kişiliği, yukarıda gördüğümüz gibi, psişik enerji (libido)
ve kalıtsal içgüdülerin en büyük haznesi niteliğini taşıyan id,
ihtiyaçla eylem arasında aracı rolüyle kişinin faaliyetlerini belirleyen ego,
id ile ego arasında özel bire konuma sahip olup esasında vicdan denilen bir
denetim mekanizması gibi çalışan süperego gibi üç temel parçaya
ayırmaktadır. Aynı zamanda kişiliği oluşturan temel unsurlar olarak da
görülebilmelerine karşın esasında birbirinden bağımsız alanları temsil
etmelerinden dolayı bu yaklaşımın, Dilman’ın ifade ettiği gibi, “kişilik
bölünmesi” olarak adlandırılması daha uygundur. Daha açık bir deyimle, Freud’un
kişilik teorisinde id veya süperego, ego’nun bir görünümü yahut da uzantısı
olmaktan öteye her üçü de kişiliğin birbirinden bağımsız parçalarını
oluşturmaktadır. Psikoseksüel gelişim açısından baktığımızda ise, önce ve ilk
olarak id, ardından ego ve son olarak da süperego varlık kazanmaktadır.
Freud, klinik deneylerden hareketle rüya ve nevroz durumlarında
kişide bilinçdışı süreçlerin var olduğunun gözlemlenebileceğini ileri
sürmüştür.[49]
Salt
içgüdülerin hâkim olduğu bilinçdışı safhası, çocuğun kendi
üzerinde denetiminin bulunmadığı ve yaptıklarının bilincinde olmadığı dönemdeki
tepkilerinden oluşmaktadır. Kişinin düşünce ve dil yeteneklerini kazanmasıyla
birlikte bilinçdışı süreçler bir ifade aracı olarak ortaya çıkan ego’yu
kullanmaya başlar. Fakat esasında kişiye yaşam veren enerji kaynağı olması
hasebiyle id, vicdan denen sosyal ve kültürel sansür niteliğini taşıyan
süperego’nun uyarıları karşısında ego tarafından bastırılır ki nevrotik
durumların nedenini de burada aramak gerekir. Dilman’a göre, id anlayışı
birtakım temel zorluklara yol açmaktadır. Şöyle ki, Freud’un bilinçdışı tanımı,
yetişkinlik dönemine geçen bir bireyin erken zihinsel faaliyetlerini tamamen
terk etmediği görüşüne dayanmaktadır; fakat, bireyin sahiplenmemesine (tabiatı
gereği farkında olmamasına) karşın bu zihinsel süreçler bilinçli zihinsel
faaliyetlerin temelini oluşturmaya devam eder. Başka bir ifadeyle, istek, ilgi,
değer gibi şimdiki tepkilerimiz, çocukluk dönemindeki tepkilerimizin tekrar
canlanmasından başka bir şey değildir. Dilman’a göre bu noktadaki asıl sorun,
Freud’un bilinçdışı kavramına dayanan zihin anlayışı bizim mevcut
algılarımızdan farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Onun zihniyet dediği şey,
aklî bir temeli olan muhakeme biçimlerinden ziyade rüya, bunalım, hayal
kırıklığı, zihinsel yorgunluk gibi durumlarda ortaya çıkmaktadır. Halbuki bizim
olağan kullanımımızda zihinsel faaliyetler, nesneler hakkındaki düşünme
biçimlerimizi ifade etmektedir. “Neden-sonuç”, “geçerlilik” ve “ispat” gibi
çıkarımsal unsurlar, yetişkin zihniyetinin vazgeçilmez parçalarını oluşturmakta
ve merkezinde de “akıl” bulunmaktadır. O halde, kastedilen anlamın
geçerliliğini kaybettiği olağandışı (hastalıklı) durumlar hâriç, bir yetişkinin
zihinsel faaliyetlerinin primitif zihniyetin bir uzantısı olduğunu düşünmek
tutarlı görünmemektedir.[50]
İd kişiliğin bilinçdışı alanlarını temsil ederken, süperego da
bilinç alanını ifade etmektedir. Oedipus kompleksinin çözümlenmesi sonucu
ortaya çıkan süperego, gelişim safhası olarak da id ve ego’dan sonraki
dönemlere tekabül eder ve dolayısıyla da genital safhalardan önce edinilen
bilinçdışı davranışlar üzerindeki ahlakî bir denetim mekanizmasını temsil eder.[51]
Ahlak kavramını olumsuz ya da insanın kendisine ait olmayan bir şey anlamında
kullanan Freud, süperego’yu “her türlü ahlakî kısıtlamaların temsilcisi ve
kusursuzluk arayışının savunucusu” ilan eder; buna göre süperego, kişiliğin
esasında kendisine yabancı bir parçası olup psişik yapının normal işleyişini
engellemektedir.
Freud’un ego anlayışı, kişiliği oluşturan diğer parçalarla
kıyaslandığında çok daha karmaşık bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır.
Öncelikli olarak, ego, “ben” içerisindeki bir “ben” olarak tezahür etmektedir;
Dilman, bunu kavramsal bir yenilik olarak görmekle birlikte otonomluğu
reddedilen bir “ben” inşası olması hasebiyle de çelişkili olduğunu ifade
etmektedir. Nitekim Freud, ego ile id ilişkisini metaforik bir dille şu şekilde
ortaya koyar: “Ego ile id arasındaki ilişki, biniciyle at arasındaki ilişkiyle
karşılaştırılabilinir. Lokomotif gücünü at sağlar; buna karşılık binici hedef
belirleme ve güçlü hayvanın hareketini yönlendirme üstünlüğüne sahiptir.”[52]
Ego’nun bu “zavallı” görünümü, süperego ile ilişkisinde de açıkça görülebilir;
ego’nun id açısından yaşadığı zorlukları dikkate almaksızın yeni kurallar tesis
eden süperego, ego’nun attığı her adımı izleyerek söz konusu kurallara uymadığı
zaman aşağılık ve suçluluk duygularıyla cezalandırır. Böylece id tarafından
zorlanan ve süperego tarafından kısıtlanan ego’nun ne anlama geldiği sorusuna
Freud’un cevabı, onun bir “köle”den başka bir şey olmadığı yönündedir.
Ego’nun mutlak anlamda bir “köle” olup olmadığını irdeleyen
Dilman, Freud’un “at-binici” benzetmesine karşın başka bir analoji sunmaktadır.
Buna göre, şöyle denilebilir:
“Birleşik Devletler başkanının her şeye karar verdiğini ve her
şeyi kontrol altında tuttuğunu düşünmeyin. Bunu yapabilmek için çevresindeki
insanları inandırmak, Senatoyu ikna etmek, Kongrenin desteğini almak
durumundadır. Kendi görüşünü kabul ettirebilmesi için birtakım kurnazlıklara
başvurması, yerine göre taviz vermesi ya da mazeret göstermesi gerekir. Bunlara
dikkat etmeyerek çoğunluğun onayını almadığı sürece hiçbir şey yapamaz.”
Bu örnekte başkan, başkalarının dediğini yapan, kendi iradesini
kullanmaktan aciz birisi olarak görülebilir; tersten okuduğumuzda ise güçlü
irade sahibi, kendi görüşlerinden asla vazgeçmeyen birisi olarak da
değerlendirilebilir. Fakat her halükarda, Senato ve Kongrenin onayını alması ve
başkalarının görüşlerini dikkate alması ya da sadece onların dediğini yapması,
mutlak anlamda onun otonomluğunu reddetmek için yeterli değildir. Şimdi,
Freud’un ego tasvirini de bu şekilde ele almak gerekir; binici, atı istediği
şekilde yönlendirmekten aciz olsa dahi onun “lokomotif enerjisi” olmaya devam
eder.[53]
Freud, psikanalitik terapisinde önemli bir yeri bulunan kişilik
bölünmesi teorisinin amacının, bireyin nevrotik saplantılarının kökenine inerek
iç çatışmalarını anlamak olduğunu ileri sürer: “tüm çabalarımızın amacı,
bilinçdışını bilince dönüştürmek, kısıtlamaları ortadan kaldırmak ve hafızadaki
boşlukları doldurmaktan ibarettir.”[54] Bu demektir ki, terapi
sonucunda süperego’dan daha bağımsız hale getirilerek güçlendirilen ego, aynı
zamanda id’in bilinçdışı durumlarını da bilinç düzeyine taşıyabilecektir.
Burada, Dilman’a göre, Freud’un en büyük yanılgısı, ahlakı ve ahlakın
“yürütücü” organı olan vicdanı süperego’nun talepleriyle özdeşleştirmiş
olmasıdır. Halbuki süperego’nun dayatmasıyla belirli bir fiilden vazgeçmekle
herhangi bir dayatma olmaksızın vicdanın sesiyle hareket etme birbirinden
farklı şeylerdir.[55]
Bu konuda Dilman’ı haklı bulan Murray’in ifade ettiği gibi, ahlakın dışarıdan
gelen ya da empoze edilen bir şey olması bile, onun mutlak anlamda kötü bir şey
ve bireyin kendini gerçekleştirmesi önünde bir engel olduğu anlamına gelmez.
Bireyin gelişimini etkileyen ya da onu birey yapan unsurlar arasında dış
kaynaklı olanların (sosyal) büyük bir üstünlüğü söz konusudur; sosyal
etkenlerin yokluğunda belirli anlamda bir bireyden söz etmek mümkün
olmayabilir.[56]
Kaldı ki insanoğlu, konuşma, düşünme, çevresiyle ilişki kurma becerilerini de
dışarıdan temin etmektedir; bu anlamda sadece dış kaynaklı olduğu için ahlakı
bir dayatma unsuru olarak görmek, konuşma gibi daha önce sahip olunmayan bir
özelliğin sadece dış kaynaklı olduğu için reddedilmesi gibi saçma bir şey
olurdu.[57]
Dahası, ahlakın dış kaynaklı olması, onun sadece bir dayatma olduğu anlamına da
gelmez; Freud’un süperego teorisinin zayıf noktalarından birisi, bir sonraki
kısımda üzerinde duracağımız gibi, özgür iradeyi görmezden gelmesi ve dış
kaynaklı bütün değerleri birey tarafından asla içselleştirilemez bir şey olarak
kabul etmesidir.
2.2.2.
Determinizm ve
Özgür İrade
İzleri antikçağa kadar gidebilen uzun bir düşünsel geçmişi haiz
olan determinizm, evrensel, insanî, bilimsel, felsefî, mantıksal ve daha pek
çok boyutunun yanı sıra esasında tüm olguların belirli bir nedensellik ilkesine
göre hareket ettiğini ve dolayısıyla da olup biten her şeyin belirli ilkelerle
açıklanabileceğini savunan felsefî bir yaklaşımdır. Fakat, kendinden sonraki
dönemi en çok etkileyen isim olması hasebiyle David Hume’un (1711-1776)
görüşleri, determinist düşünce tarihinin temel taşı olarak kabul edilmektedir.[58]
Hume, însan Zihni Üzerine Bir Araştırma (1751) adlı ünlü eserinde
zorunluluğun zıddı anlamında özgürlüğün imkansız olduğunu ifade ederek hiçbir
şeyin, bilinsin veya bilinmesin, nedensiz olarak varolmadığını savunmuştur:
“...hiçbir şey, varoluşunun bir nedeni olmaksızın varolamaz ve tesadüf, tam
anlamıyla incelendiğinde yalnızca olumsuz bir sözcüktür, yani tabiatın herhangi
bir yerinde bulunup da herhangi bir gerçek güce sahip değildir.”[59]
Nesnelerin tabiatına ilişkin bu açıklamada nedensiz bir durumun (tesadüf)
imkanının bir bütün olarak inkar edilmesi, etkileri Freud’a kadar uzayan çağdaş
bilimsel düşüncenin yapısı üzerinde derin bir iz bırakmıştır. Nitekim, Hume
gibi Freud da, Psikanalize Giriş Dersleri"nde şöyle der:
“...içinizde fiziksel olayların belirsizliği ve özgür iradeye yönelik bir inanç
vardır; fakat, tamamen bilimdışı olan bu inancı zihinsel yaşamı belirleyen bir
determinizm inancıyla değiştirmek zorundasınız.”[60]
Freud’un psikolojik determinizmi, psikoseksüel gelişim teorisi
açısından bireyin özellikle ilk altı-yedi yılını, kişilik teorisi açısından da
bilinçdışı alanını kapsamaktadır. Burada, bilinçli fiillerinde kişinin bir
zorunluluk içinde olmasından ziyade farkında olunmayan fiil ve tutumların
determinist işleyişine dikkat çekilmektedir. Bu anlamda, Honderich’in
belirttiği gibi, Freud’u daha az, yani mutlak olmayan bir determinist olarak
görebiliriz.[61]
Ne var ki, Freud’un bilinçdışı dediği alan, kişiliğin önemli bir parçası
konumundaki id’in tabiatını ortaya koymakta ve çocukluktan yetişkinliğe kadar
uzayan psikolojik gelişim sürecindeki içsel çatışmaların temelini
oluşturmaktadır. O halde, önermesel düzeyde özgür iradeyi reddetmesine karşın
bilinçdışının bilinç alanına dönüştürülmesi durumunda belirli bir özgürlükten
söz edilebileceği ve fakat kişinin esasında geçmişinin bir ürünü olarak kalmaya
mahkum olduğu gibi karmaşık ve kimi zaman çelişik iddialara sahip Freud’un
determinizmini, Dilman’ın ifadesiyle, yalnızca şu şekilde formüle edebiliriz:
“hiç kimse tamamen özgür değildir.”[62]
2.2.2.I. Kendini Bilme ve Psikanalitik Terapi.
Dilman, Freud’un “zihinsel yaşamın determinizmin konusu olduğu”
görüşünü felsefî bir tartışmadan ziyade psikanalitik terapi bağlamında ele
aldığımızda meselenin daha doğru bir şekilde anlaşılacağı kanaatindedir.
Psikanalitik terapi, kendini değiştirme arayışı içinde olan bireylere yönelik
yardımcı bir terapi yöntemidir. Bu yöntemin önkoşulu, psikanalize tâbi tutulan
hastanın (analysand) sürece aktif katılımıdır. Terapi sırasında hiçbir
müdahalede bulunmaksızın hastanın, kendisine dışarıdan yönelerek gerçekte
kendinin kim veya nasıl olduğunu görmesi amaçlanır. Freud’un kendi ifadesiyle,
“bizim yaptığımız tek şey, hastanın kendisi için en iyi çözümü bulmasıdır.”[63]
Burada kastedilen çözüm ya da hastanın kendisini bilmesi, bilinçdışını (id)
bilinç düzeyine çıkarmak ve baskılara (süperego) karşı koymaktan başka bir şey
değildir. Fakat burada temel bir soru ortaya çıkmaktadır: terapi sırasında
hastanın karşılaştığı ben (ego), gerçekten kendisi midir?
Dilman’a göre, hastanın kendisine “ben kimim?” sorusu yerine “sen
kimsin?” ya da “o kimdir?” gibi sorular sorması, aslında bireyin kendisine ne
kadar yabancı olduğunun bir göstergesidir. Sosyal hayatın bir parçası olarak
bireyin aile veya diğerlerinin baskılarına maruz kalmış olması muhtemeldir;
fakat ego’nun keşfedilmesi, yani kendisi hakkında bilgi sahibi olması kendini
bilme değildir. Çünkü “kendisi hakkında bir şey öğrenme” ile “kendisi olmayı
öğrenme” birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Bireyin kendini bilmesi, kendi
düşünce, duygu ve isteklerini bilmesi demektir; bunları bildiğinde ise,
kendisini değiştirmeyi de başarmış olacaktır. Oysa ki terapinin sağladığı
bilgiler, bireyin kendisini “o” olarak görmesi ve dolayısıyla da düşünce, duygu
ve isteklerinden başkası olarak bahsetmesi, onu “iyileştirmek” için yeterli
değildir.[64]
Bireyin bilinçdışını (id) bilinç düzeyine çıkarmayı ve baskılara
(süperego) karşı koymayı amaçlayan psikanalitik terapinin bireyin kendini
bilmesini sağlamaktaki başarısızlığının bir diğer nedeni, bireyin otonomluğunu
tanımıyor olmasıdır. Başka bir ifadeyle, zihinsel yaşamın determinizmin konusu
olması, bireyin otonomluğunu tehdit etmektedir. Bunun nedeni ise, Freud’un
süperego’yu ya da dış kaynaklı etkenleri bir bütün olarak olumsuzlama
eğiliminde olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki, çözünme sırasında süperego
kişiliği oluşturan bağımsız bir parça iken, kişiliğin bütünleşmesi sırasında
ego’nun bir parçası olabilir; daha doğrusu, “ego, id’in olduğu her yerde
olabileceği gibi süperego’nun olduğu her yerde de olabilir.”[65]
Bu ise, dışsal olan her şeyin birey için bir tehdit ya da psikolojik
rahatsızlık kaynağı olmadığı, tam tersine, ego tarafından bilinçli olarak
benimsendiği zaman kimi dışsal ilkelerin (ahlak) kişiliğin özgürlüğünün bir
teminatı olabileceği anlamına gelmektedir.
2.2.2.2. İrade Özgürlüğü ve Ahlakî Olgunluk.
Bireyi “iyileştiren” şey, kendisinin ne olduğunu öğrenmesi, yani
kendini bilmesidir; kendini bilme ise, yalnızca özgür iradeyle gerçekleşir.
Dilman’a göre, özgürlük, “amaçsız olma”, “bağımlı olma”, “istediğini yapamama”
gibi daha pek çok durumun tersi anlamında birbirinden farklı şekillerde
tanımlanabilir. Kendini bilme bağlamında ise özgürlük, dışsal ya da içsel her
türlü etkilerden arınmış olarak iradeyi özgürce kullanabilmektir. Bu anlamda
hapisteki bir insan bile özgür sayılabilir; yahut da hiçbir dışsal etki altında
olmayıp da duygularıyla hareket eden birisi de bağımlı olarak görülebilir.
Dolayısıyla özgürlük, “doğru olduğunu düşündüğü şeyi, şartların elverdiği
ölçüde, yapabilmektir.”[66]
Diğer taraftan, birey, Freud’un öğretisinin temelini oluşturan ilkede olduğu
gibi, geçmişinin ürünü değildir yahut da tam olarak böyle değildir; kendi
otonomluğumuzu inkar ederek hiçbir sonuca varamayız.[67] Birey, kendini bilme yoluyla
kendi gelişimine katkıda bulunabilir ve esasında tamamen dış kaynaklı olan
ahlakî değerleri benimseyerek (kendisinin yaparak) kişiliğini olgunlaştırmış
olur. Dahası birey, Freud’un kastettiği anlamda erken dönem içgüdüsel
tepkilerini toplumunun ahlakî değerleriyle eğiterek bütün ilişkiler ağını
belirleyen bir hayat tarzı oluşturmuş olur.[68]
Fakat çoğu filozof ve psikolog, insanın kendini bilmesini göz ardı
ederek alışkanlık ve tepkilerinden hareketle bir karakter tanımlaması yoluna
gitmektedir. Ne var ki, nesne-özne ilişkisi şeklindeki klasik bilgi tanımıyla,
değişim anlamındaki kendini bilme tamamen farklı şeylerdir. Freud’un din
anlayışının eleştirisinde de göreceğimiz gibi, Dilman’a göre, bireyin iç
çatışmalara yol açan dinî sorunlarını psikanalitik terapi bağlamında çözmek
mümkün değildir; bu ve benzeri çözümlerin anahtarı, hastanın kendi elindedir;
analist (terapiyi gerçekleştiren kişi) sadece hastanın kendi otonomluğunu fark
etmesine yardımcı olur ki, zaten yardımcı bir yöntem olarak adlandırılması
buradan gelmektedir.
Sonuç olarak, Dilman’a göre, kötülük duygusu, bunalım, endişe,
korku vs. gibi psikolojik rahatsızlıklar, kişiliğin olgunlaşmamış ya da
benliğin çözünmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Tüm bu olumsuz durumlardan
kurtulmanın yolu, Freud’un ileri sürdüğü gibi, kişilik bölünmesinin farkına
varmaktan (kendisi hakkında bir şey öğrenme) değil de yalnızca özgür
irade sayesinde benlik bölünmesini ortadan kaldırarak kişiliğin olgunlaşmasını
sağlamaktan (kendisi olmayı öğrenme) geçer.
Psikanalizi nevrotik sorunların basit bir tedavisi olmaktan öteye
en genel anlamıyla bir dünya görüşü ya da felsefî bir sistem haline dönüştürme
gayreti içinde olan Freud’un bir diğer ilgi alanını da, doğal olarak,
psikoseksüel gelişim ve kişilik teorileriyle ile ilintili olarak kişinin
toplumsal yönü ve bu noktadaki kültür, gelenek ve din gibi oluşum veya
kurumların söz konusu kişi üzerindeki etki ve sonuçlarının belirlenmesi
oluşturmaktadır. Freud’un kültür algılayışını, esasında bu kurumun lokomotifi
konumundaki ahlakî değer ve öğretiler, din algılayışı ise bu değer ve
öğretilere kaynaklık eden dinî gelenekle karakterize etmek mümkün görünmektedir.
Buradan anlaşılacağı gibi, kişinin toplumsal yönüyle ilgili Freud’un psişik
çözümlemelerinin (psikanaliz) temelinde öncelikli olarak din olgusu
yatmaktadır.
Freud’un dine dair
görüşleri içerisinde şu iki temel iddia üzerine kuruludur: din, (1) ego’nun
normal işleyişini engelleyen bir saplantıdır ve (2) tarihsel anlamda bir
yanılsamadır. Dilman’ın sıkça ifade ettiği gibi, Freud’un bilimsel görüşleriyle
felsefî kabulleri bütün öğretisi boyunca iç içe geçmiş durumdadır; fakat,
birbiriyle yakından ilişkili olması hasebiyle yukarıdaki iddiaların hangisinin
bilimsel ve hangisinin “bilimdışı” olduğunu belirlemek son derece güçtür. Diğer
taraftan, Freud’un dinle ilgili tartışmalarında (Oedipus kompleksi bağlamında)
bireyden topluma ya da klinik deneylerden teorik yorumlara doğru ilerleyen bir
çizgi söz konusudur.[69] Bu düşünsel çizgi, Freud’un
dine dair iddiaları arasındaki bağıntıyı daha da karmaşık hale getirmekte ve
birtakım zorunlu sonuçlara yol açmaktadır. Nitekim, Saplantılı
Davranışlar ve Dinî Pratikler (1907) adlı yazısında, “dindarlığı bireysel
nevroz, dini ise evrensel nevroz”[70] şeklinde tasvir
etmek durumunda kalmıştır.
[Nevroz Açıklama
Psikoloji biliminde nevrozların yani normal olmayan davranışların çeşitli sebepleri vardır. Bireyin anormal davranış göstermesine: bedensel ve psikolojik ihtiyaçların giderilememesi, zorlanma ve stres, bireyin psikolojik yapısındaki içsel çatışmalar, gelişim bozuklukları, çeşitli bedensel ve kalıtımsal hastalıklar ile aşırı kaygı gibi nedenler sebebiyet vermektedir. Psikoloji biliminde nevroz hastalarına nevrotik denmektedir. Nevroz hastaları diğer normal insanlar gibi toplum içinde yaşamlarını sürdürürler. Nevrotik insanlar çoğunlukla anormal davranışlarda bulunduklarının farkındalardır. Nevrozlar ileri derece kişilik bozulmasına sebebiyet vermezler. Nevrotiklerin çoğu hastanede tedavi edilecek düzeyde değillerdir fakat bir doktora görünmek bu hastaların psikolojik gelişimi için faydalı olabilir. Nevrotik davranışlar kişiden kişiye büyük farklılıklar göstermektedir. Nevroz hastaları gündelik işlerle uğraşmaktan çok onlardan kaçmak isterler, bu durumu bireyin savunma mekanizmalarına bağlamak mümkündür. Nevrotik insanlar hem kendi davranışlarını hem de çevresindeki insanların davranışlarını çözümlemeye çalışmaktadırlar, bu da bir nevi kısır döngüdür. Nevrotik insanlar daha çok egoist davranma eğilimindedirler. Bu hastalar sürekli bir fizyolojik ve psikolojik doyumsuzluk hakimdir. Psikoloji biliminde nevrozlar fobinevrozları, histeri nevrozları, nevrasteni nevrozları ve kaygı nevrozları olmak üzere dört başlıkta incelenmektedir. ]
Dini psikoseksüel gelişimin fallik evresinde ortaya çıkan Oedipus
kompleksiyle açıklayan ve dinin kökenine ilişkin görüşleriyle bu iddianın
tarihsel izlerini ortaya koymaya çalışan Freud’un asıl amacı, dinî pratiklerin
ego’nun normal işleyişini engelleyen saplantılı davranışlar olduğu iddiasını
pekiştirmekti. Çünkü nihayetinde Freud, bir felsefeci ya da din tarihçisi
olmaktan öteye özellikle zihinsel bozukluklar üzerine çalışan bir doktordu.[71]
O halde, bir iddia uğruna bütün bir insanlık tarihini ya da insanlığın bilimsel
anlamda sınırlandırılması mümkün görünmeyen son derece karmaşık ruhsal
tecrübesini açıklamaya yönelik böylesi bir girişimin türlü tepkilerle
karşılaşması kaçınılmazdır. Din (zorunlu bir sonuç olmaktan öteye) gerçekten
ego’nun normal işleyişini engelleyen bir saplantı mıdır ve yine din, tarihsel
anlamda gerçekten bir yanılsama mıdır? Dilman’a göre, bu soruların cevabı, Freud’un
felsefî tutarsızlıklarının yanı sıra büyük ölçüde psikanaliz öğretisinin amaç
ve sınırlarıyla ilişkilidir. Başka bir ifadeyle, Freud’un yanılsama iddiası
bilimsellik kaygısının zorunlu bir sonucu gibi görünse dahi, psikanalizin kendi
sınırları içerisinde böyle bir sonuca varmak asla mümkün görünmemektedir. O
halde, Freud’un dine dair her iki iddiasında da bir aşırılık ya da kendisi
tarafından belirlenen sınırların yine kendisi tarafından aşılması söz
konusudur.
2.3.1. Dindarlık Bir Nevroz mudur?
Freud, dinî iddiaların epistemik içeriği ile ilgili doğrudan bir
yargıda bulunmamasına karşın, bu husustaki ilk çalışmalarından birisi olan Saplantılı
Davranışlar ve Dinî Pratikler (1907) adlı yazısında, saplantılı
davranışlarla dinî pratikler arasında tespit ettiği birtakım benzerliklerden
hareketle söz konusu pratiklerin birer nevroz olduğunu ileri sürmüş ve “nevrozu
bireysel dindarlık, dini ise evrensel saplantı nevrozu” şeklinde tasvir
etmiştir.[72]
Freud, din üzerine kaleme aldığı daha sonraki yazılarında köken ve fonksiyon
gibi dinin farklı veçheleriyle ilgili diğer tespitlerine karşın din ile nevroz
arasındaki paralellik görüşünden asla vazgeçmemiştir. Bu husus, Freud’un dinin
mahiyetine ilişkin tutumu üzerinde belirleyici bir unsur özelliğini
taşımaktadır. Aslında Freud, Saplantılı Davranışlar ve Dinî Pratikler
adlı yazısını kaleme almasının bir yıl öncesinde (1906), zihinsel bozuklukların
kökeninde bulunan psikolojik süreçlere ilişkin önemli bir varsayım
geliştirmiştir. Çağdaş psikanalitik psikopatoloji anlayışının temelini
oluşturan bu varsayımın ana bileşenlerinden birisi de nevroz teorisiydi[73]
Genel anlamda, ego’nun işleyişini tam olarak yerine getirememesi düşüncesine
dayanan nevroz teorisi histeri, saplantı nevrozu ve korku gibi üç temel
bileşenden oluşmaktaydı. İşte Freud’un dinî pratikleri açıklamada kullandığı
saplantı nevrozu, kişinin, bilinçli direncine karşın bilinçdışı tarafından
motive edilerek zorla bilinç düzeyine girmeye çalışan düşünce ve eylemleri
ifade etmektedir. Zihinsel bozuklukların kökenindeki süreçlerden birisi olan
saplantı nevrozu, bireyi zihinsel ve duygusal dengesizliğe iterek psişik yapı
üzerinde derin iz bırakmaktadır. Psikanalitik terapinin amacı, terapiye tâbi
tutulan kişinin bilinçdışı alanına inerek söz konusu saplantıyı oluşturan etkenleri
tespit etmek ve hastayı bu etkenlerle yüzleştirmektir. Buna göre, tespit edilen
etkenlerin gücü azaldıkça hasta da aynı ölçüde saplantılı davranışlardan
uzaklaşmış olacaktır. Fakat burada, etkenlerin niteliğinden ziyade yol
açtıkları bozukluklar öne çıkarılmaktadır ki Freud’un dini evrensel bir
saplantı nevrozu olarak takdim etmesinin nedenini de burada aramak gerekir.
Dilman’a göre, saplantılı bir durumdan saplantıya yol açan
etkenin, psikanalitik terapide olduğu gibi, tamamen reddedilmesi teorik açıdan
büyük bir yanılgıdır. Sözgelimi, son derece kibar bir kişiliğe sahip hastanın
diğer insanlarla ilişkilerde kendisini güçsüz hissetmesini ele alalım. Terapist
ona kendisindeki bu zayıflık duygusunun kibarlığından kaynaklandığı gerçeği ile
yüzleşmesi gerektiğini söylediğinde, hasta, kibarlığının yol açtığı zayıflık
duygusunu ortadan kaldırmaya yönelecektir; fakat, buna rağmen, gerçekten
benimsenmiş bir özellik olduğu için de kibarlığını asla kaybetmeyecektir.
Benzer bir şekilde, dinî inançlarının yol açtığı korku ve kaygılarıyla terapiye
tâbi tutulan birisinin kaybedeceği şey, söz konusu (eğer gerçek ise) inançları
değil de korku ve kaygıları olacaktır. İşte Freud’un yanıldığı temel
noktalardan birisi budur.[74]
Freud, doğru bir tespitte bulunmakta ve fakat yanlış bir sonuca varmaktadır.
Psikanalitik terapinin kendi sınırlarını aştığını gösteren bir
diğer husus, dinî inançların benimsenmeden yorumlanabilir olduğunun peşin
olarak kabul etmesidir. Sözgelimi, samimi bir dindarın bazı dinî sorunları
olduğunu ve bu yüzden de terapi almak istediğini varsayalım. Burada, hastanın
dinî görüşleri kendisine yabancı olan ve bu yüzden de onun sorunlarını
içselleştiremeyen bir psikanalistin söz konusu hastaya yardımcı olamayacağı
gayet açıktır; en iyi durumda, sorunların kendisi için tam olarak anlaşılabilir
bir hale gelinceye kadar beklemesi olacaktır. Çünkü psikanalitik terapinin
amacı, yalnızca patolojik belirtileri ortaya çıkarmaktan ibarettir. Bu
belirtileri ortaya çıkarmak içinse, bazen hiçbir yorumda bulunmaksızın sadece
“aktif’ dinleme bile yeterli olabilir. Dinleme süreci, patolojik belirtilerin
ortaya çıkışına kadar devam edebilir ve sonuçta, belki de yalnızca dinî
inançlardan kaynaklanmadığı ve hatta psikanalizin sınırlarının ötesinde tıbbî
bir rahatsızlık olup olmadığı bile tespit edilebilir. Kısacası, psikanalistin
tamamen tarafsız olması gerekir ki, bu tarafsızlık da aslında ahlakî bir
tutumdur.[75]
Burada Dilman, psikanalizin sınırlarına dikkat çekerek ilgili terapinin
kendiliğinden bir çözüm bulma yöntemi değil de, kişinin kendi çözümünü
bulmasını sağlayan yardımcı bir yöntem olduğunu vurgulamaktadır.
Psikanalitik terapinin tarafsızlığı ile belirtilerin doğru
yorumlanması hususlarını bir arada değerlendirdiğimizde, Dilman’a göre, dinî
pratiklerin bir nevroz olmasını gerektirecek herhangi bir durum söz konusu
değildir. Kaldı ki, Dostoyevski’nin kahramanlarında olduğu gibi, bazen Tanrıya
inanmanın kendisi bile iyilik için bir zemin oluşturabilir. Yalnız bunu ifade
ederken Dilman, Hıristiyanlığı ya da herhangi bir başka dini bir terapi biçimi
olarak görmediği gibi Freudcu psikanalitik terapiyi de genel olarak
psikoterapinin tek biçimi olarak düşünemediğinin altını çizmektedir.[76]
Çünkü insanın kendini bilmesi ve dolayısıyla da kendisi olması ne
psikoterapinin nihaî anlamda belirleyiciliği ne de dış kaynaklı bir etkenin
dayatmasına bağlıdır; bunu gerçekleştirmenin tek yolu, içsel kesinliktir. Psikanalitik
terapi böylesi bir içsel kesinliğe yol açabilen yüzleşmeye yardımcı olduğu
ölçüde değer kazanır; diğer taraftan, böylesi bir yüzleşme sonucu kesinlik
kazanan dinî inançları saplantılı bir davranış olarak görmek psikanalizin
sınırlarını aşmış olmak demektir.
2.3.2. Din Bir Yanılsama mıdır?
Kendisini “inançsız bir
Yahudi” olarak tanımlayan Freud, dini, her şeyden önce faydacı bir temele
dayanan toplumsal sürecin bir parçası ve nihayetinde bir yanılsama
(illusion) olarak telakki etmiş ve bu yanılsamanın insanlığın yanı sıra birey
üzerinde de son derece olumsuz bir etkisinin bulunduğunu iddia etmiştir.[77] Burada yanılsama zorunlu olarak bir yanılgı anlamına gelmese de,
zaman içerisinde tarihsel gerçeklikler insanoğlu tarafından tamamen saptırılmış
ve böylece, tıpkı çocukların dinledikleri masalları gerçek zannetmeleri gibi
bir yanılsamaya dönüşmüştür:
Bir yanılsama ile bir yanılgı aynı şey değildir ya da bir
yanılsamanın ille de bir yanılgı yani gerçekleşmesi imkansız ve dolayısıyla da
gerçekliğin zıddı olması zorunlu değildir. Sözgelimi, genç bir kız, bir prensin
çıkagelip kendisiyle evleneceği yanılsamasına düşebilir ve bunun gerçekleşmesi
de imkan dahilindedir. Böylece, yanılsama dediğimiz şey, gerçeklikle
ilişkisinin göz ardı edilip bir isteğin icrasının ön plana çıkarıldığı bir
inançtır.[78]
O halde, belirli bir entelektüel düzeye gelmiş çocuklara artık
dinledikleri masalların doğru olmadığını söylemek zorundayız.[79]
Bu zorunluluğun nedeni, tabii ki insanları basitçe bir yanılsamadan kurtarmak
değildir; asıl endişe, söz konusu yanılsamanın saplantılı davranışların
temelindeki etkenlerden birisi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda,
Freud’un nevroz teorisiyle yanılsama iddiası arasında organik bir bağlantının
varlığını kabul etmek durumundayız.
Dilman’a göre, Freud’un yanılsama iddiasının kendi kendisini
çürüten birtakım tutarsız yönleri vardır. Öncelikli olarak, Oedipus
kompleksinin evrenselliği bağlamında üzerinde durduğumuz gibi, Freud’un söz
konusu kompleksin varlığına ilişkin iddialarına karşın Malinowski’nin
argümanlarını daha ikna edici bulan Dilman, bu eleştirilerin (sözgelimi,
antropolojik veriler ışığında ilkel toplumlar arasında anaerkil bir sosyal
düzenin bulunması gibi) daha da ileri götürülmesi durumunda sadece Freud’un
Oedipus kompleksinin evrenselliği iddiasının değil, aynı zamanda onun kültür ve
medeniyetlerin kökenine ilişkin tezlerinin de yetersizliğini ortaya koyacağını
ifade etmektedir.[80]
Freud’un ilgili tezlerinin temelinde ise yanılsama iddiasının yer aldığı
açıktır; bu demektir ki, yanılsama iddiası, her şeyden önce bilimsel ya da
tarihsel karşıt argümanları cevaplamak durumundadır. Fakat Dilman, antropolojik
anlamda tutarsız olmanın bile psikanalitik öğretinin kavramsal “taşkınlığı”
olarak görülebileceğini kabul ederek bundan daha ciddi felsefî ve psikolojik
sorunlara yol açabilecek diğer tutarsızlıklara yönelmektedir.
Freud, genel anlamda ahlak, din, kültür vs. gibi sosyal düzen
araçlarının (süperego) insanın tabiatına zıt olduğunu ve dolayısıyla da insanın
kendi gerçek tabiatını ortaya çıkarmak için bu araçların baskısına karşı
koyması gerektiğini iddia etmektedir. Bu bağlamda Dilman, nihaî anlamda belirli
bir kültürün ürünü olan dinî inançları, yalnızca bu özelliğinden dolayı bir
yanılsama ve haliyle de olumsuz bir şey olarak değerlendirmenin tutarlılığını
tartışmaya açmaktadır. Öncelikli olarak, “İsrail halkı neden şu şekilde bir
dinî inancı benimsemiştir?” yahut da “Neden şu şekilde bir dinî inanç şu
zaman diliminde ve şu halk tarafından geliştirilmiştir?” gibi sorular
“Neden psikanaliz şu zaman diliminde Viyana’da ortaya çıkmıştır?” gibi bir
sorudan pek farklı değildir. Çünkü bu sorular, kültürel gelişimin tarihsel
nedenleriyle ilgilidir ve nihayetinde ilgili görüşlerin felsefî doğruluk
değerini tehdit edecek bir unsur olarak görülemezler. O halde,
Belirli kimseler tarafından inanılan belirli bir Tanrının şu dine
ait olduğu, şu dinin de - karmaşık bir tarihsel, sosyal, fiziksel ve coğrafî
şartları haiz bir kültürün ürünü olması anlamında- şu kültüre ait olduğunu
iddia etmek, söz konusu Tanrının insan olduğu, yani insanlar tarafından
türetildiği anlamına gelmez. Buradan, sözgelimi Hıristiyanların inandığı
anlamda Tanrının gerçekliğinin, Freud’un iddia ettiği gibi, bir yanılsama
olduğu sonucu çıkmaz.
Çünkü Tanrı inancı ve genel anlamda tüm dinî inançlar, belirli bir
dilin ürünüdür ve dil düzeyinde ifadesini bulan değerlerin yanılsama ya da
uydurma olması kesinlikle mümkün değildir. Burada Dilman, dinî inançların
gerçekliğinden ziyade gerçekliğin dilsel tabiatına dikkat çekmektedir: “Herhangi
bir Tanrının varlığını kabul veya inkar gibi bir niyet içerisinde değilim.
Kastettiğim şey, belirli bir dinin Tanrısının gerçekliğinin söz konusu dine ait
olan ve bu dinin kabul ettiği Tanrıya inananların elinde olduğudur.”[81]
Dilman’ın bu felsefî hamlesi, Freud’un yanılsama iddiasının da aslında bir
yanılsama olduğunu iddia etmektedir; çünkü ona göre, bilim adamı, inançlarının
ötesine geçmeyi başarmış bir kimsedir ve bu yüzden de varlığa ilişkin olumlu ya
da olumsuz her türlü yargılardan kaçınmak zorundadır.
Diğer taraftan, Freud’un yanılsama iddiası, yetişkinlerin dinî
tutumlarıyla çocukluk dönemine ait içgüdüsel tepkiler arasındaki
benzerliklerden beslenmektedir. Dilman, yetişkinlerdeki Tanrıya bağımlılıkla
çocuklardaki babaya bağımlılığın biçimsel bir benzerlikten öteye herhangi bir
anlam taşımadığını ileri sürmektedir. Burada iki temel yanlış anlamadan söz
edilebilir: birincisi, iki benzer davranış biçiminin sonuçları itibariyle aynı
olması ve ikincisi de Tanrının bir başkası gibi zaman ve mekana bağımlı bir
varlık olması. Sözgelimi, bağımlılığın birisine bağlı kalıp kendi iradesini
asla kullanamama gibi bir anlamı olmasının yanı sıra başkasına karşı duyulan
karşılıksız bir sevgi şeklinde de yorumlanabilir. Şimdi buradaki bağlılık, her
iki anlamıyla da, ötekisinin fiziksel varlığını gerektirmektedir. Halbuki Tanrı
bir nesne değildir; belirli bir zaman ve mekan içerisinde var değildir. O,
insanın içinde, “kalbinde”dir.[82]
Bu anlamda Tanrı inancı, psikolojik çözümlemeye tâbi tutulamayacak manevî bir
inançtır ve Tanrıya bağımlı olmakla diğer insanlara bağımlılık arasında
herhangi bir yapısal özdeşlik söz konusu değildir; dolayısıyla da tutum
benzerliklerinden hareketle dinin bir yanılsama olduğunu iddia etmek tutarlı
görünmemektedir.
Şimdi, “Din gerçekten
ego’nun normal işleyişini engelleyen bir saplantı mıdır?” ve “Din, tarihsel
anlamda gerçekten bir yanılsama mıdır?” gibi bu esas sorulara dönecek olursak,
Dilman’a göre, dış kaynaklı olmasının yanı sıra içsel kesinlik ifade eden bir
tutumu nevroz olarak görmek mümkün olmadığı gibi yine yalnızca dış kaynaklı
olmasından dolayı belirli bir dinî inanç ya da inançlar bütününü bir yanılsama
olarak değerlendirmenin kendisi de bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
Şöyle ki belirli bir inancın gerçek tutuma dönüşmüş olması durumunda psikolojik
yorumlara duyulan ihtiyacın imkanı ortadan kalkmış olacaktır; çünkü
psikoterapinin varlık şartı, bireyin sergileyeceği iç çatışma ya da
tutarsızlıklardır.[83] O halde, psikanalizin
sınırlarını aşmış olan Freud’un her iki iddiasını da felsefî “taşkınlık” olarak
görmek durumundayız.
3.
İLHAM DİLMAN’IN
PSİKANALİZ ANLAYIŞI
Üzerine çok farklı felsefî yorumların yapıldığı psikanaliz,
en genel anlamıyla bilinçdışı engel ve baskılara karşı bireyin zihinsel
süreçlerini korumayı amaçlayan bir psikoterapi teorisidir. Esasında Freud’un
görüşleri üzerine inşa edilen psikanaliz, kurucusunun ölümünden (1939) sonraki
yetmiş yıllık süre zarfında hem teorik hem de teknik anlamda birtakım
değişimlere maruz kalmıştır; Jung (analitik psikoloji) ve Adler (bireysel
psikoloji) gibi Freud’dan ayrılarak kendi psikoloji okullarını oluşturan
teorisyenler olduğu gibi Freud’un izinden giderek ve fakat birbirinden farklı
psikanaliz anlayışlarının ortaya çıkmasına yol açan Hyman Spotnitz (modern
psikanaliz), Heinz Kohut (kendilik psikolojisi), Jacques Lacan (Lacan’cı
psikanaliz) gibi isimler de bu değişimde önemli rol oynamışlardır.[84]
Bu teori ve teknikler arasında, birtakım yapısal farklılıkların bulunmasına
karşın bireyin “geçmişinin ürünü olduğu”, yani geçmiş tecrübelerinin şimdiki
psişik yaşamı üzerindeki etkilerinin önemi noktasında herhangi bir fikir
ayrılığı söz konusu değildir.
Dilman, her şeyden önce, psikanalize yönelik -felsefî ya da
psikoterapik- herhangi bir beyanda bulunma girişiminin mutlaka Freud’un tespit
ve görüşlerini hesaba katması gerektiğini düşünmektedir. Başka bir ifadeyle,
zaman zaman Melanie Klein gibi bazı psikanaliz yorumcularının ortaya attığı
yeni açılımları dikkate almasının yanı sıra Dilman’ın psikanaliz anlayışının
temelinde Freud’un görüşleri yer almaktadır. Çünkü ona göre Freud, yirminci
yüzyılın en büyük ve özgün psikologudur: “O [Freud], neredeyse tek başına,
insan ve insanlar arası ilişkiler etrafındaki problemler yumağı üzerine yeni
bir düşünce biçimi geliştirmiştir. Öyle ki bu düşünce biçiminde
karşılaşacağımız herhangi bir tutarsızlık konusunda bile mutlaka söyleyecek bir
fikri vardır.” Fakat, Freud’u bu denli yüceltmesinin yanı sıra Dilman, onun
düşünsel mirasının yalnızca felsefî anlamda eleştirel bir değerlendirme
sonucunda doğru anlaşılabileceğini kesin bir dille ifade etmektedir. Burada
felsefî anlamda eleştirel bir değerlendirmeden kasıt, ortaya atılan görüşleri
bir bütün olarak reddetmek değildir; tam tersine, “bir şeyler söylemek zorunda
olan birisi tarafından geliştirilmiş olan bir düşünceyi (felsefî olsun ya da
olmasın) daha doğru bir şekilde ifade edebilmeye yönelik bir arayıştır. Böylesi
bir eleştiri, Freud’un gerçek kastını sorgulamaktan ve dile getirdiği
söylemlerin anlamını açıklamaktan kaçınmamalıdır.”[85]
Freud’un söylemleriyle gerçek kastı arasındaki farklılığı ortaya
çıkarmanın imkanına gelince, Dilman’a göre, bu noktada öncelikli olarak
Freud’un içinde bulunduğu dönemin felsefî kabulleri ve bilimsellik kaygısını
dikkate almak durumundayız. Sözgelimi, Freud’a “insanın geçmişinin ürünü
olduğunu” ve bunun da temelinde hem hazcı hem de üremeci içgüdülerin yer
aldığını, insan tabiatının hiçbir boşluğa yer bırakmayacak kadar öngörülebilir
bir zihinsel süreçler yumağı olduğunu ve dahası, ahlak, kültür, medeniyet ve
din gibi sosyal düzen araçlarının hiçbir nesnel temelinin bulunmadığını
söyleten şey, Aydınlanma ile birlikte revaç bulan ve yirminci yüzyılın ilk
yarısında Batı düşüncesini şekillendiren biyolojik evrim, bilimsel determinizm
ve Feuerbach’cı anlamda materyalist idealizmden başka bir şey değildir. Bu
açıdan bakıldığında, insanın geçmişinin ürünü olduğunu iddia eden Freud’un da
aslında kendi döneminin ürünü olduğu açıkça görülebilir. Fakat, Dilman’a göre,
Freud’un kendi dönemine sığmayacak ve bu dönemin felsefî önyargılarının
sınırlarını aşacak kadar yenilikçi ve yapıcı bir yönü daha vardır. Şöyle ki
Freud, “zihinsel rahatsızlıklar ve bunların tedavisine yönelik belirli
yöntemlere ilişkin anlayışımızı tamamen altüst etmiştir.”[86] Freud, tamamen altüst ettiği
telkin ve hipnoz gibi geleneksel psikoterapik teknikler yerine, iç
çatışmalardan kaynaklanan zihinsel rahatsızlıkların tedavisinde tarihte bir ilk
olarak psiko-nevrotik semptomların giderilmesine yönelik psikanalitik bir terapi
tekniğini geliştirmiştir. Bu tekniğin geleneksel tekniklerden en temel farkı,
hastanın kendi kendisini tedavi etmesi ve dolayısıyla da kendisiyle
yüzleşmesine imkan tanımasıdır; başka bir deyimle, bu tekniğin esası, hastaya
herhangi bir çözümü empoze etmek yerine, onun kendi gerçeğini kavraması ve
bilinçdışındaki çatışmalarını bilinç düzeyine çıkararak bunları “dondurması”
yahut da yok etmesine yardımcı olmaktan ibarettir.
Bu tespitlerden hareketle, Dilman’ın psikanaliz anlayışının, bir
taraftan Freud’un döneminin felsefî kabulleri ve bilimsellik kaygısından
arındırılmış görüşleri, diğer taraftan da sosyal araçların ben-bilgisi
üzerindeki belirleyiciliği ve psikanalizin sınırı gibi eksik bıraktığı ya da
“söylemek istediği” hususlar üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Bir önceki
bölümde Freud’un söylediklerine ilişkin eleştirileri ayrıntılı bir şekilde ele
almış olmamızdan dolayı burada yalnızca Dilman’ın, esasında psikanaliz
öğretisine katkı sağladığını düşündüğü dış kaynaklı sosyal araçların ben-bilgisi
üzerindeki belirleyiciliği ve psikanalizin sınırlarıyla ilgili görüşlerini
mütalaa edeceğiz.
Psikanaliz, kendisini değiştirme arayışı içerisinde olan bireylere
yönelik yardımcı bir terapi yöntemidir; bu yöntem, bireyin sürece doğrudan
katılımını öngörerek onun kendi bilgisine ulaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Fakat, “kendini bilme” terkibi içerisindeki “bilme” fiilini epistemolojik
anlamda bilgi edinme sürecinden ayırmak gerekir. Birisini bildiğimi söylediğim
zaman, onun hakkında belirli türden bilgilere erişmiş olmaktan ziyade
varlığının farkında olduğumu ortaya koymuş olurum. Aynı şey, Dilman’a göre, ben
bilgisi için de geçerlidir; kendini bilme, isteklerinin, düşüncelerinin ve
duygularının farkında olmak ve bunları denetimi altında tutabilmektir, kısacası
kendisi olmaktır.
Freud’un kendi ifadelerine bakacak olursak, onun yaklaşımının da
esasında yukarıdaki düşüncelerden farklı olmadığı, yani bireyin kendisini en
iyi şekilde gerçekleştirmesinden başka bir şey istemediği söylenebilir.[87]
Ne var ki, Dilman’a göre, Freud’un “en iyi ben” fikriyle “kendisi olma” durumu
tamamen farklı ve hatta zıt şeylerdir. Freud psikanalizi bağlamında birey
bilinçdışını bilinç düzeyine çıkarmak (iç çatışmalara yönelik nedensel
çözümleme) suretiyle kendisini “en iyi” şekilde gerçekleştirirken, bir taraftan
da doğal insanî süreçlere karşı kendisini kapatmış olmaktadır. Nitekim,
psikanaliz sürecinde bireyin keşfetmesi gereken şey, bilinçdışı ya da unutulmuş
deneyimlerden ziyade varlık şartı olan ilişkiler ağı içerisindeki konumu ve
dolayısıyla da kendi varolma tarzıdır.[88] Freud, psikanaliz aracılığıyla
bireyin bir kez daha kendisiyle yüzleşme imkanına kavuşabileceğini
düşünmektedir. Bu sefer birey, ilk olarak çocukluk döneminde yüzleştiği
duygulanımların ve maruz kaldığı baskıları oluşturan şartların neler olduğunun
farkına vararak artık bunlardan kurtulması gerektiğini anlayacaktır. Dilman,
Freud’un bu tespitlerini tamamen reddetmemekle birlikte eksik ve yıkıcı olarak
addetmektedir. Ben-bilgisine ulaşabilmek için bireyin, tecrübeleri oluşturan
şartlardan kurtulmak yerine bunların farkına varması ve kendi varolma tarzını
belirlemesi gerekmektedir. Şöyle ki, kişilik bölünmesi son tahlilde bir çözüm
değildir; asıl olan, bu bölünmüşlüğü tekrar bir bütünlüğe kavuşturmak suretiyle
kendisi olabilmektir.[89]
Bireyin tüm faaliyet, düşünce ve duyguları yalnızca belirli bir
çevre ya da topluluk içerisinde anlam kazanmaktadır. Bu yüzden de, kendisini
bilmesi için çevresini bir bütün olarak reddetmek yerine bu ilişkiler ağını
içerisindeki konumunu belirlemek ve yapıp-ettiklerinin farkına varmak
durumundadır. Başka bir ifadeyle, kişiliğinin beslendiği toplumsal ortamı
yadsımak yerine bunun kendi varlık şartı olduğunun bilincine varmak zorundadır.
Çünkü, “hayatının anlamının kaybolması durumunda birey, tüm varlığını borçlu
olduğu kültür ve geleneğinin değerlerinden gerek entelektüel gerekse manevî
anlamda artık beslenemeyecektir. Bu beslenme olmaksızın da, tüm ilişkileri
altüst olacak ve kendisi ya da ötekilere ilişkin algıları yok olacaktır. Ruh
diye bir şey kalmayacak ve muhtemelen şöyle diyecektir: ‘Kim ya da ne olduğumu
bilmiyorum.’”[90]
Burada Dilman, Freud’un kişilik bölünmesinin insanı nihaî mutluluğa götürmediği
gibi aynı zamanda varoluşun zorunlu bir şartı olan çevre etkenini de yanlış
değerlendirdiğini ima etmektedir. Nitekim, iyi ve kötü tartışması açısından
baktığımızda, ahlak ve kültür gibi sosyal düzen araçlarının, insanlar arası
ilişkiler sürecinde ortaya çıkmış olmasının yanı sıra aynı zamanda beşerî
hayatın da bir ölçütünü oluşturduğunu görürüz.[91] Şimdi, sözgelimi, bireyin
içsel çatışmasının fallik döneme kadar götürülebilir olması, annesiyle olan
ilişkisinin zorunlu olarak kötü olduğu anlamına gelmez; burada kötü olan ya da
ben-bilgisini engelleyen şey söz konusu ilişki değil de bireyin bu ilişkinin
yapıcı yönünün farkına varamamış olmasıdır.
Bu bağlamda üzerinde durulması gereken bir diğer husus, Freud’un
bireyi mutlak anlamda geçmişinin ürünü, yani her zaman bir “çocuk” olarak
kalmaya mahkum bırakılmış bir varlık olarak görmesidir. Halbuki, Dilman’a göre,
ben-bilgisi olgun bir karakterde bulunabilen ve kazanılan bir özelliktir:
“çocuksu çatışmalardan kurtulamamış olmak, bireyin karakterinin olgunluktan
yoksun olduğu anlamına gelmektedir.”[92] Dolayısıyla, bireyin içsel
çatışmalarının çocukluk dönemine ait olduğunu tespit etmek, aslında o bireyin
olağan gelişim sürecinden geçmediğinin bir göstergesidir. Fakat, Freud’un
determinist muhakeme yöntemi, bireyi her zaman bir çocuk ya da çocuk ruhlu bir
yetişkin olmaya zorlamaktadır. Beşerî hayat ve ilişkileri düzenleyen en önemli
yeti konumundaki irade gücünün Freud tarafından yadsınmasını da bu bağlamda
değerlendirmek gerekir.
Sonuç itibariyle, Dilman’a göre, bireyi ve davranışlarını
bütünüyle çevresinden soyutlayarak açıklamaya çalışmak psikanaliz öğretisi
açısından ciddi bir soruna işaret etmektedir. Çevre, olgun-olamayan bir
karakter karşısında olumsuz bir gücü simgelerken, olgun bir karakter açısından
da bir hareket ettirici özelliği taşımaktadır. Şüphesiz ki insan, sadece
geçmişinin ürünü olmadığı gibi mutlak anlamda çevresinin de ürünü değildir.
Kişilik, a priori olarak iradî-olmayan dış gelişim ve iradî-olan iç gelişim
etkenleri şeklindeki bu iki aşırı düşünce arasında yer almaktadır.[93]
Dilman’ın bu kişilik tanımı, psikanalizin olgun-olmayan karakter
çözümlemesinden genel bir karakter yargısına ulaşmasının tutarsızlığına işaret
etmek suretiyle aynı zamanda bu öğretinin sınırını da gündeme taşımaktadır.
Zihinsel/ruhsal rahatsızlıklar ya da daha doğru bir ifadeyle,
zihinsel süreçlerin olağan işleyişinin dışına çıkması durumları, diğer pek çok
terapi tekniğinde olduğu gibi psikanalizin temel konusunu oluşturmaktadır.
Psikanalitik terapi tıbbî bir müdahale değildir; daha ziyade, hastanın aktif
katılımını öngören yardımcı bir iyileştirme (olağanlaştırma) yöntemidir. O
halde, burada birtakım temel sorular akla gelmektedir: (1) Tüm insanlar
zihinsel açıdan rahatsız mıdır? (2) Eğer öyleyse, zihnin olağan işleyişinden
kasıt ne ya da bu işleyişi belirleyen şey nedir? (3) Eğer öyle değilse, o zaman
belirli bir durumdan hareketle genel anlamda insan tabiatına ilişkin yargıda
bulunmak mümkün müdür? Psikanalizimin sınırlarını belirleyen şey, işte bu
sorulara verilecek cevaplardır.
Freud’dan farklı olarak Dilman’ın ilk soruya cevabı, doğal olarak
“hayır” şeklindedir; çünkü o, bireysel gelişimin temelinde cinselliğin değil,
en iyi halde cinsel görünümlü sevgi ve ilginin yer aldığına inanmakta ve
dolayısıyla da Oedipus kompleksinin evrenselliği fikrini reddetmektedir. Buradan
hareketle, Dilman’ın üçüncü soruya cevabının da olumsuz olduğunu tahmin etmek
zor olmasa gerek. Ona göre, özellikle de dinî inançlar bağlamında ifade ettiği
gibi, kişisel inançların gerçek olması durumunda psikolojik açıklamaların
imkanı ortadan kalkmaktadır.[94]
Başka bir ifadeyle, herhangi bir terapi tekniğinin devreye girebilmesi için
bireyin zihinsel işleyişinde birtakım bozuklukların olması gerekir. Diğer
taraftan, psikanalitik terapi, olay merkezlidir (case-oriented) ve terapide
hastanın aktif katılımı öngörüldüğü için herhangi bir benzerlik ya da
genellemeden söz edilemez.
Freud’un bu iki temel eleştirinin farkında olmadığı gayet açıktır.
Fakat, Dilman’ın sıkça vurguladığı gibi, Freud’un determinist bilim anlayışına
olan güçlü bağlılığı yukarıdaki türden genellemeler yapmasını bir anlamda
zorunlu kılmıştır; nitekim, Psikanalize Giriş Derslerinde özgür iradeyi
kabul edenlere yönelik olarak şöyle der: “tamamen bilimdışı olan bu inancı
zihinsel yaşamı belirleyen bir determinizm inancıyla değiştirmek zorundasınız.”[95]
Dolayısıyla, Freud’un psikolojisi esasında tüm zihinsel süreçleri belirli bir
kalıba indirgeyen “psikolojizm”den başka bir şey değildir ve Dilman’a göre,
aynı zamanda psikanalizmin de sınır noktasıdır.[96] Bu çizgiden öteye psikanalizin
ifade ettiği her şey, felsefî bir taşkınlık yahut da teorik bir yanılsama
olarak görülmek durumundadır; çünkü insanoğlunun ilgi ve isteklerinin anlamlı
olup olmadığını belirleyecek şey psikolojik çözümleme değil, varoluşun temel
dinamiği konumu haiz olan özgür iradedir. Dahası, Dilman’a göre insan tabiatı,
zengin, değişken, çok yönlü ve teleolojik bir olgudur; bu olguyu, paradoksal
bir şekilde insanın kendisini dikkate almayan belirli bir ilke ya da örnek
merkezli bir teoriye göre açıklamak, insan tabiatını anlamamak demektir.
Psikolojinin temel konu ve yöntemleri arasında mütalaa edilen
psikanalizin kurucu Sigmund
Freud, dinî pratiklerle nevroz durumları arasında bir benzeşimden söz etmesinin
yanı sıra genel anlamda din olgusunu bir yanılsama olarak nitelendirmiştir.
Psikoloji literatüründe bu iddialar üzerine birbirinden uzak ve kesin sonucu
haiz pek çok görüş ortaya atılmıştır; bu aşırı ve genel tutumlardan farklı
olarak İlham Dilman, daha uzlaştırıcı bir yöntem izleyerek psikanaliz
araştırmalarında yeni bir açılım sağlamıştır.
Bu çalışmamızın amacı, psikanaliz problemine diğerlerinden farklı
bir açılım getiren Dilman’ın Freud eleştirisini ortaya koymak ve buradan
hareketle onun psikanaliz anlayışını belirlemekti. Fakat, Dilman’ın -belirli
zamanlarda İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde konferanslar vermiş olmasına
rağmen- Türkçe’de herhangi bir yazısının henüz yayınlanmadığı ve dolayısıyla da
Türk akademik çevreler tarafından pek bilinmediği olgusundan hareketle “İlham
Dilman: Hayatı, Eserleri ve Görüşleri” adlı birinci bölümde yazarın entelektüel
biyografisi ve düşüncesinin ana hatlarını üzerinde durduk.
“İlham Dilman’ın Freud Eleştirisi” adlı ikinci bölümde, Dilman’ın
psikanaliz öğretisinin temel bileşenleri konumundaki psikoseksüel gelişim ve
kişilik teorileri ve bu bağlamda dinin bir yanılsama olduğu iddiasına yönelik
eleştirilerini inceledik. Bu
eleştirilere göre, çocuksu içgüdülerin tamamını cinsel dürtüyle açıklamak ya da
ahlakı ve ahlakın “yürütücü” organı olan vicdanı süperego’nun talepleriyle
özdeşleştirmenin hiçbir düşünsel ve deneysel temeli söz konusu değildir.
Diğer taraftan, yine hiçbir temeli bulunmayan Oedipus kompleksinin evrenselliği
iddiasından hareketle dinin bir yanılsama ve pratiklerinin de bir saplantı
olduğunu iddia etmek, determinist bir anlayışın zorunlu sonucu olan felsefî
“taşkınlık”tan başka bir şey değildir.
Dilman, diğer eleştirmenlerden farklı olarak, Freud eleştirisinin
psikanaliz öğretisini tamamen ortadan kaldıracağı şeklinde bir iddiada
bulunmamaktadır. Ona göre, tam tersine, Freud’a yönelik eleştirileri psikanaliz
öğretisinin daha doğru bir şekilde anlaşılmasına hizmet etmektedir. “İlham
Dilman’ın Psikanaliz Anlayışı” adlı üçüncü bölümde, öncelikli olarak Freud
okumalarından hareketle Dilman’ın psikanaliz anlayışını belirlemeye çalıştık.
Bu anlayışa göre, psikanaliz insan tabiatını anlamlandırmaya yönelik son derece
önemli bir girişimdir; fakat, sağlıklı bir bireyi psikanalitik bir çözümlemeye
tâbi tutmak, bu öğretinin sınırlarını aşmak demektir. Diğer taraftan, Dilman,
Freud’un aksine, kişiliğin oluşumu üzerinde belirli bir etkisi bulunan dış
kaynaklı sosyal araçları sadece süperego şeklindeki kişilik bileşeni ile
açıklamanın mümkün olmadığını ve dahası, ben-bilgisinin gerçekleşmesi durumunda
bu araçların karakter gelişimi üzerinde olumlu ve önemli bir etkisinin
bulunduğunu savunmaktadır.
Sonuç olarak, Dilman’nın Freud eleştirisinin esas amacının,
psikanaliz öğretisinin sınırlarını belirlemek ve nihaî anlamda psikanaliz de
dâhil olmak üzere herhangi bir öğretinin insan tabiatını belirli bir teori
çerçevesinde mekanikleştirme girişiminin başarılı olamayacağını göstermek
olduğu söylenebilir. O halde, insanı, kendi gelişimine katkıda bulunabilen ve
bunun için de ben-bilgisine ulaşması gereken bir varlık olarak görmek
durumundayız. Bu noktada psikanaliz ve benzeri yardımcı terapi tekniklerine
düşen görev, insanın kendini bilmesi ve dolayısıyla da kendisi olmasını
sağlamak için gerekli psikolojik desteği esirgememektir. Böylesi bir teknik,
insan hayatına yön veren dış kaynaklı sosyal düzen araçlarını reddedemeyeceği
gibi, gerektiğinde bunları bireyin kendisini gerçekleştirme aracı olarak da
kullanabilmelidir.
ADASAL Rasim, Ruh
Hastalıkları (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1975)
ALEXANDER F., EISENSTEIN S.,
GROTJAHN M., Psychoanalytic Pioneers, (New Jersey: Transaction
Publishers, 1995)
BARTEMEIER L. H.,
“Psychoanalysis”, New Catholic Encyclopedia, (Washington D.
C.: The Catholic University of
America, 1967), cilt 11, s. 953-956
BOCOCK Robert, “Freud and Human
Nature”, The British Journal of Sociology, cilt 36, sayı 1, (Mart 1985),
s. 139-140
BOEHNLEIN James K. (ed.), Psychiatry
and Religion: The Convergence of Mind and Spirit, (Washington, D. C.:
American Psychiatric Press, 2000)
BROWN J. A. C., Freudand the
Post-Freudians, (England: Penguin Books, 1974)
CRAIB Ian, Experiencing
Identity, (London: SAGE, 1998)
DİLMAN İlham, “Life and
Meaning”, Philosophy, cilt 40, sayı 154, (Ekim 1965), s. 320-333
,
“Psychoanalysis as Ultimate Explanation of Religion”, Can Religion ExplainedAway?,
ed. D. Z. Phillips, (London: Macmillan Press, 1999), s. 106-127
,
“Psychology and Human Behaviour: Is There a Limit to Psychological
Explanation?”, Philosophy, cilt 75, sayı 292, (Nisan 2000), s. 183-201
,
“Reason, Passion and The Will”, Philosophy, cilt 59, sayı 228, (Nisan
1984), s. 185-204
,
“The Unconscious”, Mind, cilt 68, sayı 272, (Ekim 1959), s. 446-473
, Existentialist
Critiques of Cartesianism, (London: Barnes & Noble Books, 1993)
, Free
Will: An Historical and Philosophical Introduction, (London and New York:
Routledge, 1999)
, FreudandHuman
Nature, (Oxford: Basil Blackwell, 1983)
, Freudand
the Mind, (Oxford: Basil Blackwell, 1984)
, Freud:
Insight and Change, (Oxford: Basil Blackwell, 1988)
, Morality
and Inner Life: A Study in Plato’s Gorgias, (London: Macmillan, 1979)
, Philosophy
and the Philosophic Life: A Study in Plato’s Phaedo, London: Mamillan,
1992)
, Raskolnikov’s
Rebirth: Psychology and the Understanding of Good and Evil, (Chicago: Open
Court, 2000)
ERSEVİM İsmail, Freud ve
Psikanalizin Temel ilkeleri, (İstanbul: Assos Yayınları, 2002)
EYSENCK Hans Jurgen, Decline
and Fall of the Freudian Empire, (New Jersey: Transaction, 2005)
FORRESTER John, The
Seductions of Psychoanalysis: Freud, Lacan and Derrida, (Cambridge: Cambridge
University Press, 1994)
FREUD Sigmund, Two Short
Accounts of Psycho-Analysis: Five Lectures on Psycho- Analysis and the Question
of Lay Analysis, (London: Penguin Books, 1991)
FREUD Sigmund, Penguin Freud
Library, ed. James Strachey, (London: Penguin Books, 1991), 1-13 cilt:
, Introductory
Lectures on Psychoanalysis, cilt 1
, New
Introductory Lectures on Psychoanalysis, cilt 2
, Three
Essays on the Theory of Sexuality, cilt 7
, Group
Psychology and the Analysis of the Ego, cilt 12
, The
Future of an Illusion, cilt 12
, Moses
and Monotheism, cilt 13
, Totem
and Taboo, cilt 13
, Obsessive
Actions andReligious Practices, cilt 13
GEÇTAN Engin, Psikanaliz ve
Sonrası, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1996)
GÜROL Ender, SigmundFreud,
(İstanbul: İz Yayıncılık, 2002)
HENDRICK Ives, Facts and
Theories of Psychoanalysis, (New York: Routledge, 1999)
HONDERICH Ted, On
Determinism and Freedom, (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005)
HUME David, An Enquiry
Concerning Human Understanding, (Indianapolis: Hackett Publishing Company,
1993)
HURSTHOUSE Rosalind, “Truth and
Representation”, ed. Oswald Hanfling, PhilosophicalAesthetics, (New
York: Wiley-Blackwell, 1992) s. 239-296
JUNG C. G., Modern man in
Search of a Soul, (New York: Routledge, 2001)
KERNBERG Otto F., “Dinî Tecrübe Üzerine Psikanalitik
Perspektifler”, çev. Ali Ulvi Mehmedoğlu, Ankara Üniversitesi ilahiyat
Fakültesi Dergisi, (Ankara: 2006), cilt 46, sayı 1, s. 175-199
KÖSE Ali, Freudve Din, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2000)
MALINOWSKI Bronislaw, Sex and Repression in Savage Society,
(New York: Routledge, 2001)
MEISSNER William W., Freud and Psychoanalysis, (Notre Dame:
University of Notre Dame Press, 2000)
MIDGLEY Mary, “Freud and Human Nature & Freud and the Mind”, Philosophy,
cilt 60, sayı 234, (Ekim 1985), s. 241-243.
MURRAY Henry Alexander, Explorations in Personality,
(Oxford: Oxford University Press, 2007)
NEU Jerome (ed.), The Cambridge Companion to Freud, (New
York: Cambridge University Press, 1994)
PALMER Michael, Freud and Jung on Religion, (London and New
York: Routledge, 1997)
PHILLIPS D. Z., “Religious Beliefs and Language-Games”, The
Philosophy of Religion, ed. Basil Mitchell, (Oxford: Oxford University
Press, 1989), s. 121-142
POPPER Karl, “Science: Conjectures and Refutations”, Philosophy
of Science and the Occult içinde, ed. Patrick Grim, (Albany: State
University of New York Press, 1990), s. 104-110.
ROAZEN Paul, Freud: Political and Social Thought, (Edison:
Transaction Publishers, 1999)
ROBINSON Paul, Freud and His Critics, (Berkeley: University
of California Press, 1993).
SIDIROPOULOU Chryssi, “İlham
Dilman”, Felsefe Tartışmaları, 30. kitap, (İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, 2003), s. 1-4
TAUBE Mortimer, Causation
Freedom and Determinism, (London: Hesperides Press, 2006)
THORNTON E. M., The Freudian
Fallacy, (New York: Blond & Briggs, 1984)
WEINERT Friedel, Copernicus,
Darwin, Freud: Revolutions in the History and Philosophy of Science, (New
York: John Wiley & Sons, 2008)
WITTGENSTEIN Ludwig, Estetik,
Ruhbilim, Dinsel İnanç Üzerine Dersler ve Söyleşiler, çev. A. Baki Güçlü,
(Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1997)
49 Freud’da bilinçdışı alan, kişiliğin ilk
döneminde (çocuklukta) mutlak geçerliliği ifade etmesinin yanı sıra
yetişkinlikte de tabiatı gereği farkında olunmadan ve şartlara bağlı olarak
kişiliğin bir parçasını oluşturmaya devam etmektedir. Fakat, burada,
bilinçdışının bilinç düzeyinde tanımlanması gibi bir çelişki söz konusudur ve
bu noktadaki iddialar, deneysel temeli haiz olgulardan ziyade felsefî içerikli
bir tartışma görünümü arz etmektedir. Dilman’ın ifadesiyle, zihnin belirli bir
parçasının bilginin konusu
[1] Dilman’ın hayatı ve kişiliği ile
ilgili geniş bilgi için öğrencisi Chryssi Sidiropoulou’nun şu yazısına bkz.:
“İlham Dilman”, Felsefe Tartışmaları, 30. kitap, (İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, 2003), s. 1-4.
[2] Robert Bocock, “Freud and Human
Nature”, The British Journal of of Sociology, cilt 36, sayı 1, (Mart
1985), s. 139-140.
[3] Rosalind Hursthouse, “Truth and
Representation”, ed. Oswald Hanfling, Philosophical Aesthetics, (New
York: Wiley-Blackwell, 1992) s. 287-295.
[4] Chryssi Sidiropoulou, “İlham
Dilman”, s. 2.
[5] İlham Dilman, Morality andInner Life, (London:
Macmillan, 1979), s. 190.
[6] Otto F. Kernberg, “Dinî Tecrübe
Üzerine Psikanalitik Perspektifle^’, çev. Ali Ulvi Mehmedoğlu, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (Ankara: 2006), cilt 46, sayı 1,
s. 179.
[7] İlham Dilman, Freud and the Mind, (Oxford: Basil
Blackwell, 1984), s. 3.
[8] Robert Bocock, “Freud and Human
Nature”, s. 139-140.
[9] Mary Midgley, “Freud and Human
Nature & Freud and the Mind”, Philosophy, cilt 60, sayı 234, (Ekim
1985), s. 241-243.
[10] Ian Craib, Experiencing identity, (London: SAGE,
1998), s. 145.
[11] İlham Dilman, “Psychology and
Human Behaviour: Is There a Limit to Psychological Explanation?”, Philosophy,
cilt 75, sayı 292, (Nisan 2000), s. 199.
[12] D. Z. Phillips, “Religious Beliefs
and Language-Games”, The Philosophy of Religion, ed. Basil Mitchell,
(Oxford: Oxford University Press, 1989), s. 127.
[13] İlham Dilman, “Psychoanalysis as
Ultimate Explanation of Religion”, s. 127; Dilman’ın bu iddiasıyla
Wittgenstein’ın “birisinin inandığı bir şeye benim inanmamamın bir çelişki
doğurmayacağı” iddiası arasında da apaçık bir eşitliğin bulunduğunu belirtmekte
yarar vardır (bkz: Ludwig Wittgenstein, Estetik, Ruhbilim, Dinsel İnanç
Üzerine Dersler ve Söyleşiler, çev. A. Baki Güçlü, (Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları, 1997), s. 91.
[14] İlham Dilman, Existentialist
Critiques of Cartesianism, (London: Barnes & Noble Books, 1993), s.
172.
[15] John Forrester, The Seductions
of Psychoanalysis: Freud, Lacan and Derrida, (Cambridge: Cambridge
University Press, 1994), s. 2.
[16] F. Alexander, S. Eisenstein, M.
Grotjahn, Psychoanalytic Pioneers, (New Jersey: Transaction Publishers, 1995),
s. xxvi.
[17] Budizm’den İslamiyet’e kadar pek
çok farklı kültür ve din havzalarında insan davranışlarının psikolojik izahına
ilişkin tutumlarla ilgili geniş ve tatmin edici bilgi için bkz.: James K.
Boehnlein (ed.), Psychiatry andReligion: The Convergence of Mind and Spirit,
(Washington, D. C.: American Psychiatric Press, 2000); bu bağlamda Türkçe bir
kaynak için R. Adasal’ın Ruh Hastalıkları (Ankara: Ankara Universitesi
Basımevi, 1975) adlı kitabının “Psikiyatrinin Kısa Tarihi” adlı kısmına
bakılabilir (s. 571579).
[18] Sigmund Freud, Totem and Taboo,
(The Penguin Freud Library içinde; bundan böyle PFL), (London:
Penguin Books, 1991), cilt 13, s. 202.
[19] William W. Meissner, Freud and
Psychoanalysis, (Notre Dame: University of Notre Dame Press, 2000), s. 8.
[20] Friedel Weinert, Copernicus,
Darwin, Freud: Revolutions in the History and Philosophy of Science, (New
York: John Wiley & Sons, 2008); E. M. Thornton, The Freudian Fallacy,
(New York: Blond & Briggs, 1984).
[21] Karl Popper, “Science: Conjectures
and Refutations”, Philosophy of Science and the Occult içinde, ed.
Patrick Grim, (Albany: State University of New York Press, 1990), s. 104-110.
[22] Freud’un görüşleriyle ilgili
akademik niteliği haiz tutarlı eleştiriler de yok değildir. Sözgelimi Paul
Robinson, Sulloway, Masson ve Grünbaum gibi Freud eleştirmenlerinin görüşlerini
tartışmaya açarak, kendi deyimiyle “eleştirmenlerin eleştirisini” sunmayı
amaçlamaktadır; bkz.: Freud and His Critics, (Berkeley: University of
California Press, 1993).
[23] İlham Dilman, Freud: Insight
and Change, (Oxford: Basil Blackwell, 1988), s. 1. Teori-pratik ayırımı,
psikanaliz araştırmalarında baştan beri kabul edilen bir ayırımdır; Dilman’ın
böyle bir ayırımı tekrar gündeme getirmesinin nedeni ise, ileride de
göreceğimiz gibi, Freud’un görüşlerinin doğru anlaşılması ya da onun felsefî
görüşleriyle bilimsel bulguları arasındaki zıtlıkları giderme kaygısından
kaynaklanmaktadır.
[24] Sigmund Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality,
(PFL içinde), cilt 7, s. 88.
[25] Ali Köse, Freud ve Din, (İstanbul: İz Yayıncılık,
2000), s. 8-9, 3. not.
[26] J. A. C. Brown, Freud and the Post-Freudians, s. 20.
[27] Ender Gürol, Sigmund Freud, (İstanbul: İz
Yayıncılık, 2002), s. 27.
[28] Sigmund Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality,
s. 88 vd.
[29] İlham Dilman, Freud andHuman Nature, (Oxford: Basil
Blackwell, 1983), s. 27.
[30] Sigmund Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality,
s. 98.
[31] Bronislaw Malinowski, Sex and Repression in Savage
Society, (New York: Routledge, 2001), s.
192.
[32] İlham Dilman, Freud andHuman Nature, s. 32-33.
[33] Sigmund Freud, Three Essays on the Theory of Sexuality,
s. 149.
[34] Sigmund Freud, Introductory Lectures on Psychoanalysis,
s. 380.
[35] C. G. Jung, Modern Man in Search of a Soul, (New
York: Routledge, 2001), s. 59.
[36] İlham Dilman, Freud and Human Nature, s. 50.
[37] Bronislaw Malinowski, Sex andRepression in Savage
Society, s. 60.
[38] İlham Dilman, Freud and Human
Nature, s. 60-61. Freud’un tarih ve antropoloji araştırmaları, uzmanlar
tarafından ciddi eleştirilere tâbi tutulmuş ve hatta kimi zaman hiçbir bilimsel
değeri haiz olmayan metinler olarak görülmüştür; sözgelimi Hans Jurgen
Eysenck’e göre, Freud’un teorileri (özellikle tarihsel araştırmaları) sadece
güzel olmamakla kalmayıp, aynı zamanda saçmalıklarını giderecek hiçbir somut
delile de sahip değildir (Decline and Fall of the Freudian Empire, (New
Jersey: Transaction, 2005), s. 192); Fakat Dilman, bir taraftan Freud’un
görüşlerinin antropolojik açıdan sıhhatini değerlendirme gibi bir eğilim
içerisinde olmaması, diğer taraftan da esasında onun ne dediğinden ziyade demek
istediği şeyi keşfetmeye çalışmasından dolayı olumlu veya olumsuz anlamda bu
tür tartışmalardan uzak durmaya özen göstermektedir.
[39] İlham Dilman, Freud andHuman
Nature, s. 34-35.
[40] Ian Craib, Experiencing Identity, s. 143.
[41] İlham Dilman, Freud and Human Nature, s. 40.
[42] İlham Dilman, aynı eser, s. 66.
[43] İlham Dilman, aynı eser, s.
77-78.
[44] Sigmund Freud,Group Psychology and the Analysis of the
Ego, (PFL içinde), cilt 12, s. 141.
[45] İlham Dilman, Raskolnikov’s
Rebirth: Psychology and the Understanding of Good and Evil, (Chicago: Open
Court, 2000), s. 118.
[46] Engin Geçtan, Psikanaliz ve Sonrası, (İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1996), s. 27.
[47] Engin Geçtan, aynı eser, s. 48.
[48] Henry Alexander Murray, Explorations
in Personality, (Oxford: Oxford University Press, 2007), s. 4.
olamayacağını söylemek,
bizi Kant’ın “kendinde şey” ya da “numen” şeklindeki metafizik bir
tanımlamasına götürmektedir (bkz.: İlham Dilman, “The Unconscious”, Mind,
cilt 68, sayı 272, (Ekim 1959), s. 451).
[50] İlham Dilman, Freud and the
Mind, s. 101-102.
[51] William W. Meissner, Freud andPsychoanalysis, s.
180.
[52] Sigmund Freud, New Introductory Lectures on
Psychoanalysis, s. 109.
[53] İlham Dilman, Freud and the Mind, s. 109-110.
[54] Sigmund Freud, Introductory Lectures on Psychoanalysis,
s. 486.
[55] İlham Dilman, Freud and the Mind, s. 115.
[56] Henry Alexander Murray, Explorations in Personality,
s. 136.
[57] İlham Dilman, Freud and the
Human Nature, s. 97-98.
[58] Mortimer Taube, Causation,
Freedom and Determinism, (London: Hesperides Press, 2006), s. 130.
[59] David Hume, An Enquiry
Concerning Human Understanding, (Indianapolis: Hackett Publishing Company,
1993), s. 63-64.
[60] Sigmund Freud, Introductory
Lectures on Psychoanalysis, s. 136.
[61] Ted Honderich, On Determinism
and Freedom, (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005), s. 32-33.
[62] İlham Dilman, Free Will: An
Historical and Philosophical Introduction, (London and New York: Routledge,
1999), s. 181. Bir başka yerde Dilman, Freud’un determinist tutumuyla ilgili tartışmaların,
onun felsefî düzeydeki görüşlerinin belirsizliğinden kaynaklandığını ileri
sürmektedir; oysa ki Freud’un asıl amacı, zihinsel faaliyetlerin olası,
tesadüfi, keyfî, öngörülemez ve geçmişle irtibatlı olmayan etkenlerle açıklama
yönündeki tüm girişimleri engellemekti. Bu anlamda Freud determinizmi ile
mutlak nedenselliği birbirinden ayırmak gerekir (Freud and the Mind,
bölüm 9).
[63] Sigmund Freud, Introductory Lectures on Psychoanalysis,
s. 484-485.
[64] İlham Dilman, Free Will, s. 185-186.
[65] İlham Dilman, Freud and the Mind, s. 137.
[66] İlham Dilman, aynı eser, s. 168.
[67] İlham Dilman, “Reason, Passion and The Will”, Philosophy,
cilt 59, sayı 228, (Nisan 1984), s.
199.
[68] İlham Dilman, Raskolnikov’s Rebirth, s. 98.
[69] Paul Roazen, Freud: Political and Social Thought,
(Edison: Transaction Publishers, 1999), s.
129.
[70] Sigmund Freud, Obsessive Actions andReligious Practices,
(PFL içinde), cilt 13, s. 40.
[71] Carl Gustav Jung, “Sigmund
Freud’un Anısına”, (Sigmund Freud içinde), ed. Ender Gürol, s. 208.
[72] Sigmund Freud, Obsessive
Actions and Religious Practices, s. 40. Ayrıca, Freud’un bu yazısındaki
saplantılı davranışlarla dinî pratikler arasındaki itinalılık, titizlik,
suçluluk ve pişmanlık gibi sekiz benzerliğin ayrıntılı yorumları için bkz.: Ali
Köse, Freud ve Din, s. 69-77.
[73] William W. Meissner, FreudandPsychoanalysis, s.
212-213.
[74] İlham Dilman, “Psychoanalysis as
Ultimate Explanation of Religion''. Can Religion be ExplainedAway?, ed.
D. Z. Phillips, (London: Macmillan Press, 1999), s. 108.
[75] İlham Dilman, Freud: Insight
and Change, s. 121-122.
[76] İlham Dilman, “Psychology and
Human Behaviour: Is There a Limit to Psychological Explanation?”, s. 200-201.
[77] L. H. Bartemeier,
“Psychoanalysis”, New Catholic Encyclopedia, (Washington D. C.: The
Catholic University of America, 1967), cilt 11, s. 955.
[78] Sigmund Freud, The Future of
an Illusion, (PFL içinde), cilt 12, s. 212-213.
[79] Sigmund Freud, aynı eser,
s. 228.
[80] İlham Dilman, Freud and Human
Nature, s. 60-61.
[81] İlham Dilman, “Psychoanalysis as
Ultimate Explanation of Religion”, s. 126-127.
[82] İlham Dilman, “Psychology and
Human Behaviour: Is There a Limit to Psychological Explanation?”, s. 199.
[83] İlham Dilman, “Psychoanalysis as Ultimate Explanation of
Religion”, s. 126.
[84] Ives Hendrick, Facts and
Theories of Psychoanalysis, (New York: Routledge, 1999). Yazar,
psikanalitik teori ve kavramlarını ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduktan sonra
tüm yönleriyle psikanalitik akımları ele almakta ve özellikle Amerika’daki
uygulamalarıyla ilgili zengin bilgiler sunmaktadır.
[85] İlham Dilman, Freud and the Mind, s. 8-9.
[86] İlham Dilman, Freud: Insight and Change, s. 7.
[87] Sigmund Freud, Introductory Lectures on Psychoanalysis,
s. 484-485.
[88] İlham Dilman, Freud: Insight and Change, s. 154.
[89] İlham Dilman, Existentialist Critiques of Cartesianism,
s. 155-157.
[90] İlham Dilman, “Life and Meaning”, Philosophy, cilt
40, sayı 154, (Ekim 1965), s. 325.
[91] İlham Dilman, Raskolnikov’s Rebirth, s. 121.
[92] İlham Dilman, Freud and Human Nature, s. 193.
[93] İlham Dilman, Existentialist Critiques of Cartesianism,
s. 161-162.
[94] İlham Dilman, “Psychoanalysis as Ultimate Explanation of
Religion”, s. 126.
[95] Sigmund Freud, Introductory
Lectures on Psychoanalysis, s. 136.
[96] İlham Dilman, “Psychology and
Human Behaviour: Is There a Limit to Psychological Explanation?”, 201.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar