ALİ HAVVÂS [Havas] BERLİSÎ kuddise sırruhu
Mısır’da yetişen evliyânın
büyüklerinden. Doğum târihi ve yeri hakkında bir bilgi yoktur. 941 (m. 1534)
senesinden sonra vefât etmiştir. Ümmî idi. Okuma-yazması yoktu. Kur’ân-ı kerîm
ve hadîs-i şerîfler üzerinde, âlimleri hayrette bırakan pek kıymetli açıklamalarda
bulunurdu. Söylediği bir şey aynen olurdu, işleri hakkında ona danışmaya
gelenlere, daha durumlarını söylemeden, onlara yanına ne için geldiklerini
söylerdi. Onlara yap, yapma, sabret veya yolculuğa çık gibi lâzım gelen
tavsiyeyi yapardı. Danışmaya gelen şahıs, Ali Havvâs Berlisî’nin bu sözlerine
hayret eder,
“Ona benim durumumu kim söyledi?”
derdi. Ali Havvâs hazretlerinin
müzmin hastalıklar, cüzzam, felç gibi hastalıklar için garîb tedâvi usûlleri
vardı. Tavsiye ettiği şeyi kullananlar, ondan şifâ bulurlardı. Ali Havvâs,
sucu, ahcı gibi insanlara fâideli san’at sahiblerine çok hürmet ederdi.
Âlimlere ve devlet ileri gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayağa kalkar,
onların ellerini öperdi.
“Bu bizim onlara karşı dünyâdaki
edebimizdir. Âhırete varınca, oradaki edebimizi Allah Teâlâ bize öğretecektir” buyururdu.
Büyük zâtlardan Muhammed bin Anan
şöyle dedi:
“Mısır’ın ve köylerinin dörtteüçü Ali
Havvâs hazretlerinin tasarrufu altında idi. Hâl sahibleri, onun izni olmadan
Mısır’a giremezlerdi. Dünyânın muhtelif bölgelerinde iş başında olanları,
kimin ne zaman sultan olacağını ve ne zaman bu işten düşeceğini Allah Teâlâ’nın
izni ile bilirdi.”
Ali Havvâs’a ( radıyallahü anh ) birgün
birisi uğradı. Gelen kişi, ma’nevî terakkî ve ilerleme hâlinde idi. Ali Havvâs
ona bakıp;
“Ondaki bu hâller yakında koybolur”
buyurdu. Nitekim dediği gibi oldu. O
şahsın yanına hâl sahiblerinden bir zât uğramıştı. O şahıs, o zât oradan
ayrılınca, onu küçültücü sözler söylemişti. Hakkında konuştuğu hâl sahibi o
zât, tekrar onun yanına dönünce, o şahıs, ayaklarını ona doğru çevirdi. O ânda,
ondaki bütün iyi hâller kayboldu. Ali Havvâs buyurdu ki:
“Evlâdım, edeb olmayınca, insanda
böyle iyi hâller kalmaz.”
O şahıs, hayâtı boyunca, bir daha
önceki hâllerine kavuşamadı.
Ali Havvâs, önceleri dolaşarak, sabun
ve temizlik malzemeleri satardı. Sonra zeytin satmaya başladı. Zeytinciliğe
birkaç sene devam etti. Daha sonra bu işi de bırakıp, sepet örmeğe başladı.
Vefâtına kadar bu işi yaptı. Ali Havvâs’ın birgün gözleri şişmişti. Bununla
beraber, yine sepet örmeğe devam ediyordu. Onu sevenlerden birisi ona bir
miktar para getirip;
“Efendim, buyurun bunları
harcarsınız, gözleriniz iyileşinceye kadar istirahat edersiniz” dedi. Ali Havvâs onun paralarını
almadı ve;
“Şu hâlimle kendi kazancıma
güvenemiyorum, başkasının kazancına nasıl güvenebilirim?” buyurdu.
Ali Havvâs Berlisî, zâlimlerin ve
onlara yardımcı olan kimselerin yemeklerini yemezdi. Onların verdiği parayı,
kendisinin ve çoluk-çocuğunun ihtiyâçları için harcamazdı. O paraları, dul
kadınlara, iş yapamıyacak durumda olan yaşlılara, çalışıp gücü yetmiyenlere ve
zor durumda olanlara taksim edip, verirdi. Allah Teâlâ nın izni ile, herkese
simalarına, makamlarına göre değil, kalblerindeki duruma göre muâmele ederdi.
Birgün, Ali Havvâs’ın yanına nûr yüzlü birisi uğramıştı. Ali Havvâs ona doğru
baktı ve şöyle buyurdu:
“Allahım! Bizi kötü hâle düşmekten
muhafaza buyur.” Sonra
şöyle devam etti:
“Şüphesiz, Allah Teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, nûru
onun kalbine koyar. Fakat dış görünüşü bakımından diğer insanlardan birisi
gibidir. Allah Teâlâ , bir kulu hakkında hayır murâd etmezse, o şahsın kalbinde
bulunanı yüzüne çıkarır. Kalbini ise karanlık kılar.”
Ali Havvâs ( radıyallahü anh )
mescidleri süpürür ve helaları temizlerdi. Süprüntü ve çöpleri, münasip yerlere
kadar yüklenip götürür, onları oraya atardı. Bu işleri, her Cum’a günü Allah
rızâsı için yapardı. Allah Teâlâ , Nil nehrinin hizmetini Ali Havvâs’a ihsân
etmişti. Nil nehrinin taşması ve azalması, toprakları sulaması, onun duâsı ile
olurdu. Bütün bunları, Allah Teâlâ ya kalben teveccüh etmek sûretiyle yapardı.
Zamanın büyük zâtlarından Muhammed bin Anân’a sultan veya daha başka devlet
kademelerinde işi olan birisi geldiği zaman, onu Ali Havvâs’a gönderir ve;
“Buralarda onun tasarrufu vardır.
Bizim tasarrufumuz yoktur. Senin ihtiyâcını ancak o giderir” derdi.
Birgün Muhammed bin Anân’a bir kadın
gelip;
“Oğlumu asmak için Kantarat-ül-Hacib
denilen yere götürdüler” diyerek hâlini arz etti. Bunun üzerine Muhammed bin Anan;
“Hemen Ali Havvâs’a ( radıyallahü anh
) gidin” dedi. O
şahsın annesi, derhâl Ali Havvâs’ın yanına gitti. Durumu ona anlattı. Ali
Havvâs hazretleri o kadına;
“Sen onun yanına git İnşâallah o îdâm
edilmeden, sultânın adamlarından biri gelir” dedi. Kadın oğlunun yanına gitti. Ali Havvâs’ın
dediği gibi, oğlu asılmak üzere iken, sultânın adamlarından birisi gelip,
kadının oğlunu serbest bıraktı.
Muhammed bin Anan, bir gece
rü’yâsında, Mısır üzerine büyük bir belâ indiğini gördü. Bir talebesini
gönderip, rü’yâsını Ali Havvâs’a bildirdi. Ali Havvâs şöyle buyurdu:
“Müjde haberi yok. Fakat bereket
olacağı umulur.”
Bir müddet sonra Canbolat isminde
birisi geldi. Ali Havvâs’ı yakaladı. Onu bağlayıp, çok hakaret etti ve Mısır
sokaklarında, elleri bağlı olduğu hâlde dolaştırdı. Muhammed bin Anan, öğle
namazını kıldıktan sonra, Mısır üzerinde olan o belânın kalkmış olduğunu gördü.
Yanındakilere;
“Gidiniz, bakınız! Ali Havvâs ne
durumda?” dedi. Onlar Ali Havvâs’ın bu acıklı hâlini gördüler. Bu durumu
Muhammed bin Anân’a haber verdiler. Muhammed bin Anan durumu öğrenince;
“Allah Teâlâ ya hamdolsun ki, bu
ümmet içerisinde, ümmetin belâ ve musibetlerini yüklenecek olanları da yarattı
dedi ve şükür secdesine vardı.
Ali Havvâs, meyva ağaçları çiçek
açtığı zaman, onlara zarar verecek bir durum olunca, o gece uyumaz, göz yaşları
döker, Allah Teâlâ ya, meyvalara zarar verecek o hâlin kalkması için
yalvarırdı.
Ali Havvâs, müezzinin okuduğu ezanı
duyduğu ân, olduğu yerde sarsılır, Hak teâlânın heybet ve azametinden
titreyerek, erir gibi olur ve huzûr-i kalble tam bir huşû’ içinde müezzinin
da’vetine icabet ederdi.
İmâm-ı Şa’rânî şöyle anlatır:
“Ali
Havvâs ( radıyallahü anh ) ile on sene beraberliğimiz oldu. Fakat bu on sene
bana bir saat gibi geldi. Onun pek kıymetli sözleri vardır. Bunların çoğunu “El-Cevâhir
ved-Dürer” isimli kitabımda yazdım.
Ali Havvâs’ın kendisine sorulan
suâllere verdiği cevaplara, büyük âlimler hayran kalmıştır. Onun verdiği
cevaplara hayranlıklarını ifade eden âlimlerden ba’zıları şunlardır: Hanefî
mezhebi fıkıh âlimlerinden Şihâbüddîn Şiblî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden
Şihâbüddîn Remlî, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerinden Nâsıruddîn Lekânî, Hanbelî
mezhebi fıkıh âlimlerinden Şihâbüddîn Fütûhî.”
Sâlihlerden birisi, bir sene hacca
gitmek için, gelip Ali Havvâs’tan izin istedi. Ali Havvâs ona, hacca
gitmemesini, orada kin ve düşmanlıkla karşılaşacağını bildirdi. Bunun üzerine o
zât, Ali Havvâs’ın nasihatini dinlemiyerek, hacca gitmek üzere Mekke’ye doğru
yola çıktı. Mekke-i mükerremeye girdiği zaman, günlerden Cum’a idi ve İmâm
hutbe okuyordu. Ayağa kalkarak, orada bulunanlara;
“Ey Mekke ahâlisi! Cum’anız bâtıldır.
Zîrâ, Cum’anın şartlarından biri de, hutbe dinleyenlerin en az kırk kişi
olmasıdır. Burada ise, ancak uzaktan gelen yolcular vardır” dedi. Öğle vakti
şiddetli sıcak dolayısıyla, halkın Kâ’be duvarlarının gölgesine sığınmış
olduklarını fark etmedi. Onun bu sözleri çevrede duyulunca, büyük bir gürültü
oldu ve hutbenin yeni baştan okunmasına karar verildi Bu olay sırasında
Kâ’be’de bulunanlar arasında Kutub ve Ebdallerle birlikte, kimsenin tanımadığı Allah
Teâlâ nın velî kulları da bulunuyordu. Bu sebepten dolayı, bu zât, hac
farizasını yerine getirip Mısır’a döndüğü vakit, Ali Havvâs onun üzerinde buğz
ve adavet izleri taşıdığını, çehresinin donmuş, rûhsuz bir buz parçası gibi
olduğunu gördü. O zât Ali Havvâs’a;
“Hacca gitmememi, gittiğim takdîrde
kin ve düşmanlık taşıyarak döneceğimi söylemiştiniz. Şayet ben bu sene hacca
gitmeseydim, Mekke ahâlisinin bu hac mevsimindeki Cum’aları bâtıl olurdu” dedi. O ânda bir şey söylemeyen Ali
Havvâs, sonra;
“O adam bu karşılığı verince anladım
ki, olay sırasında orada hazır bulunan Kutub ve Velîlerin mevcûdiyeti, ilâhî
buğz ve adavet izlerinin bu zât üzerinde yerleşmesine sebep olmuştur” buyurdu. Daha sonra Ali Havvâs, bu
kişi için;
“Hoş olmayan bir hâlde bu adamın
ölmesinden korkuyorum” derdi.
Ali
Havvâs muhtaç olup, Allah Teâlâ’dan bir istekte bulunacaklara şöyle tavsiyede
bulunuyordu: Çarşamba günleri ikindi vakti, Melik Zâhir’in Câmii’ne gidiniz.
Orada sedir ağacı vardır. Onu sulayınız ve şöyle hitâb ediniz:
“Ey
Allah Teâlâ’nın velileri! isteklerimizin yerine gelmesinde yardımcı olunuz. Allah
Teâlâ da sizlerin isteğini yerine
getirir.” Gerçekten sıkıntıda olup da, Ali Havvâs’ın nasihatlerim tutanların
istekleri, Allah Teâlâ’nın katında kabûl olurdu. Ali Havvâs’ın bu tavsiyelerini
duyan bir âlim;
“Nasıl
olur da bu şeyh, putlara tapan kavimler gibi, halkı o ağaca gönderip taptırıyor
ve konuşturuyor?” diye söyledi. Bu sözü Ali Havvâs’a bildirilince, o şöyle
buyurdu:
“Ben
bu sırrı ifşa etmemek için, bu insanları ağaç sulamak behânesiyle oraya
gönderiyorum. Hâlbuki, Çarşamba günleri ikindi namazında o ağacın altında
velîler toplanır, namaz kılarlar. Haceti olanlar ağaca seslendikleri zaman, bu
seslenişleri orada bulunan velîler topluluğunca duyulur ve o kişilerin
hacetlerini yerine getirirler. Ağaç, velîler ile haceti olanlar arasında bir
vâsıta veya bir işâretten başka birşey değildir. Zîrâ o inkâra, şu yönü iyice
bilir ki, Allah Teâlâ, ağacı, insanların hacetlerini yerine getirecek bir
durumda yaratmamıştır.”
Ali Havvâs, bir takım istek ve hacet
sahiblerini, Ezher Câmii kapısında turp satan bir kişiye gönderirdi. Bu zât da,
kendisine gönderilen kişilerin işini hemen görürdü. Birgün Ali Havvâs
hazretlerinin yanına, boğazına sülûk yapışan bir kişi geldi. Bu sülûk, kan
emmekten balık iriliğine ulaşmıştı. Ali Havvâs, derhâl onu câmi kapısında turp
satan zâtın yanına gönderdi ve ondan bir demet turp satın alarak, yemesini
tavsiye etti. O kişi hemen gidip, ondan bir demet turp aldı. Bu turptan biraz
yedi ve aksırmaya başladı. Bu aksırma ile sülûk, boğazından düştü. Ali Havvâs
hazretleri, dükkânını erken saatlerde açar, ikindi vaktine kadar çalışır, vakit
olunca da;
“Şimdiden sonra gece kıyâmı için
hazırlanmalıyım” diyerek, dükkânını kapatırdı. Ali Havvâs, sabah erken vakitte
dükkânın kapısını açarken şöyle duâ ederdi:
“Ey Allahım! Kullarına yararlı bir iş
yapmaya niyet ettim.” İnsanların ihtiyâcı olan; yağ, un, tahin, pirinç, bakla,
sepet gibi şeyleri satardı. Alışverişte müşterilerden birinin kendisine
inanmadığını anlayınca, tartı ve ölçüyü fazla tutardı. Müşterisinin kendine
inandığını ve güvendiğini anlayınca da, o kişinin hakkını altın tartar gibi,
tam tamına tartar verirdi. Bir kimse kendisinden bir dirhemlik birşey satın
alır, parasını vermeyi unutur veya vermezse, evine kadar o müşteriyi ta’kib
eder, hakkını ister ve şöyle derdi:
“Bizler, bu davranışımızla insanlara
hakların büyüklüğünü, ehemmiyetini gösteriyoruz ki, onlar ödemede ihmalkâr
olmasınlar. Kıyâmet gününde kendilerini mihnet altında bırakmamak için
hakkımızı istemekle, kendilerine karşı samimî davranmış oluyoruz. Çünkü dünyâda
iken göz yumduğumuz haklarımızı, kıyâmette nefslerimiz taleb edebilir.”
Ali Havvâs, önceleri kumaş
ticaretiyle uğraşan bir zâtı gördü. Bu zât, ticâreti bırakıp, şeyhlik yapmaya
başlamıştı. Ali Havvâs ona; sen ilk san’atına ve işine dön. Zira bu, senin için
daha iyi, kalbin için de daha temiz bir iştir” dedi. Fakat o zât, bu nasihati
dinlemedi. Kendi bildiğine göre hareket etti. Bunun üzerine, Ali Havvâs, bu
kişinin dünyâyı sevmesi, fakat ondan mahrûm olması için duâ etti. Allah Teâlâ Ali Havvâs hazretlerinin duâsını kabûl etti. O
kişi, öyle bir duruma geldi ki, kazancından ne yiyebildi, ne de sadakasını
verebildi. Kendisine verilen emrin sırrını anlamadığı için, bütünü ile telef
oldu. Bu kimse, her ticâret kervanında onbeşbin dinarlık mal götürüp
getiriyordu. Halk ona cimri sûfi diyordu.
Ali Havvâs, bir fakirin;
“Allah için eski bir elbise, Allah
için ufak birşey, Allah için az döküntü hurma, Allah için yeni birşey verin”
diye seslendiğini duyduğu zaman, o fakirin
üstünde bulunan eski elbiseleri çıkarır, ona yeni elbise giydirir ve şöyle
derdi:
“Ben bu kişinin bu şekilde feryadını,
ya’nî Allah için şunu bunu verin diye seslendiğini duyunca, utancımdan
etlerimin eridiğini hissettim. Şayet bu kimse üstümdeki herşeyimi isteseydi,
hepsini ona verirdim. O ânda duyduğum tadı kimse duyamaz.”
Bir
kimse Ali Havvâs’a;
“Bana
izin veriniz, sizin için bir türbe hazırlıyayım. Vefât ettiğiniz zaman oraya
gömülürsünüz” dedi. Fakat Ali Havvâs bunu kabûl etmedi. Ali Havvâs vefât ettiği
zaman, Kâhire’deki Hâkim Câmii’nde cenâze namazı kılındı. Bu sırada çok
şiddetli yağmur yağdı. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, kardeşi Efdalüddîn’e;
“Ali
Havvâs hazretleri nereye gömülecek söyler misiniz?
“diye
sordu. O da;
“Fetihler
kapısı dışında Şeyh Berekât’ın zaviyesine defn olunacaktır” dedi. Tabutun oraya
götürülmesine Şeyh Şerâfüddîn Sagîr adında bir zât karşı çıktı ve İmâm-ı
Şafiî’nin kabrinin yakınlarına bir yere defn edilmesini söyledi.
Efdalüddîn, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye; Sakın birşey söyleme. Bu kalabalığa,
Hazreti Süleymân’ın emrindeki cinler dahî katılsa bu cenâzeyi denilen yere
götüremez” dedi. O sırada kalabalığın arasından bir takım sacları kazınmış genç
ve güçlü kimseler ortaya çıkarak, tabutu
kaptıkları gibi, doğruca ilk gömülecek yer olan Fetihler kapısına götürüp,
oraya defnettiler.”
Ali Havvâs’a;
“Avvâmın, ma’nâsını anlamadan
Kur’ân-ı kerîm okumaları hakkında ne dersin?” diye sorduklarında;
“Okudukları Kur’ân-ı kerîmin her
harfi için onlara on sevâb vardır” buyurdu.
Ali Havvâs buyurdu ki:
“Bir kimse Allah Teâlâ nın yardımına
kavuşursa, ömrünün çok az miktarı, başkasının ömrünün bin senesine bedeldir.
Eğer bir kimse, Allah Teâlâ nın yardımına kavuşamazsa, bin sene bile yaşasa,
bütün ömrü, yardıma kavuşanın ömrünün zerresi bile olmaz.”
“Dünyalık istemek için vâlinin
kapısına giden Sâlih bir kimse ne kötüdür. Eğer başkasının bir işine yardımcı
olmak için gitmiş ise, çok iyi bir kimsedir.”
“Ziyâretçinin, ziyâret ettiği kimseyi
ziyâreti, Allah Teâlâ ile meşgûliyetine mâni olacaksa, gitmemesi, Allah Teâlâ ya
karşı olan edebdendir.”
“Ziyâret eden, ziyâret ettiği kimsede
gördüğü ayıp ve kusurları kimseye söylemeyip, onda gördüklerini
saklıyabilecekse, ziyârete gitmesi edebdendir. Eğer gördükleri ayıp ve
kusurları muhafaza edemeyip başkalarına söyliyecekse, ziyâreti terketmesi daha
iyidir.”
“Sevdikleriniz ve başkalarından,
kendileri için ayağa kalkılmasını arzu etmiyenleri gördüğünüzde onlar için
ayağa kalkınız. Kim kendisi için ayağa kalkılmasını istiyen kimse için ayağa
kalkarsa, bilmeden ona kötülük etmiş olur, hakkı olmadan ona hürmet etmiş olur.”
“Tasavvuf büyükleri, kabirlerinden
talebelerine yardımcı olurlar.”
“Talebenin, çirkin de olsa, kalb
hastalıklarını, bağlı olduğu zâta anlatması gerekir. Çünkü bağlı olduğu zât,
ona o hastalığın çâresini gösterir. Eğer talebe, tabiatında bulunan utanma
hissinden dolayı hastalığım hocasına söylemezse, o hastalığı ile vefât etmesi
muhtemeldir.”
“Allah Teâlâ kullarından birisine cinleri göstermeyi murâd
edince, o kimsenin gözünden perdeyi kaldırır. O kimse cinleri görür. Allah
Teâlâ ba’zan cinne, bize görünmesini
emreder. Onları baş gözü ile görürüz. Cinler ba’zan kendi sûretlerinde, ba’zan
beşer (insan) sûretinde, ba’zan da başka sûretlerde olurlar. Cinler, melekler
gibi istedikleri şekle girebilirler.”
“Allah Teâlâ nın sana verdiği hâlden
kaçma. Çünkü hayır, Allah Teâlâ nın, senin için seçtiğindedir. Allah Teâlâ ,
kullarını kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır. Bu sebeble kuluna, ancak
onun iyiliğine olan şeyi verir.”
“Düşmanlarına, onlara bildirmeden
iyilik yapmak, kişinin kemâlindendir. İşte bu, Allah Teâlâ nın ahlâkı ile
ahlâklanmaktir. Çünkü Allah Teâlâ, düşmanı olarak bildirdiklerine de devamlı
iyilikte bulunmaktadır.”
“İslâmiyetin başlangıcı teslimiyet,
îmânın başlangıcı ise rızâdır. En kıymetli amel edebdir. İmânın âfeti,
inkârdır. Amelin âfeti, tenbelliktir. İlmin âfeti, iddia sahibi olmaktır, irfan
sahibinin âfeti, kendini kabûl ettirmeğe çalışmasıdır. Aklın âfeti, zulüm
yollarına düşmesidir. Sevginin âfeti, şehvet yolunu tutmasıdır. Sabrın âfeti, Allah
Teâlâ dan başkasına şikâyette bulunmaktır. Zenginliğin âfeti, tama’dır.
Azîzliğin âfeti, kibirdir. Cimriliğin âfeti isrâftır. Tevazu’nun âfeti, Allah
Teâlâ dan başkasının önünde eğilmektir. Dünyânın âfeti, şiddeti istektir. Sözün
âfeti, noksanlıktır. Adâletin âfeti, intikam duyguları taşımaktır.”
“Dîn âlimlerinine dil uzatmaktan
sakının. Çünkü onlar, Allah Teâlâ nın isim ve sıfatlarının kapıcılarıdır.
Velîleri inkârdan sakının. Zîrâ onlar, Allah Teâlâ nın zâtının kapıcılarıdır.”
“Fıkıh âlimleri talebeye muayyen bir
mezhebe; hakîkat âlimleri de bir velîye yapışmağı emr ederler. Bu, yolu
kısaltmak içindir. Çünkü dînin menbaı elin ayası, müctehidlerin mezhebleri ve
velîlerin tarîkatleri parmaklar gibidirler. Bir mezheb veya tarîkatle meşgûl
olma zamanları, parmakların bogumları gibidir. El ayasına ulaşmak istiyen, önce
parmakların boğumlarına temâs eder.”
“Âlimlerin
her sözü, İslâmiyetin asıllarından bir asla dayanır. Çünkü bu söz, ya bir
âyete, bir hadîse, bir esere veya aslı sahîh olan sahih bir kıyâsa dayanır.
Lâkin sözlerin ba’zısı; âyetlerin, haberlerin ve eserlerin ma’nâsı açık
olanlarından alınmıştır. Sözlerin kimisi yakın, kimisi daha yakın, kimisi uzak,
kimisi daha uzak olur. Hepsinin de aslı İslâmiyettir. Çünkü onlar, İslâmiyetin
nûrunun şuâlarından alınmıştır.”
“Ey Oğlum!
Bilmiş ol ki, sünnet, Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini açıklayan beyânlardır.
Çünkü, Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ), bize Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini,
mübârek sözleri ile bildirendir. Kurân-ı kerîmde, Necm sûresinin 3 ve 4. âyet-i
kerîmelerinde meâlen:
“O boşuna konuşmaz. Hep, vahy olunanı
söyler” Nisa
sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen;
“Allahın kitabına ve Resûlün
hadîslerine müracaat edin!” buyuruluyor.
“Âlim, müctehidlerin ve mukallidlerin
sözlerini kitâb ve sünnetle karşılaştırıp herbir sözün kaynağını bilmeyince,
bize göre onun ilimdeki makamı kâmil olmaz. Bilince de işte burada avvâm
mertebesinden çıkar ve âlım ismine hak kazanır. Âlimler için ük makam
burasıdır. Sonra buradan derece derece yükselir, hattâ Kur’ân-ı kerîmin bütün
hükümlerini ve edeblerini Fâtiha sûresinden çıkarır. Sonra buradan da yükselir.
Kur’ân-ı kerîmin bütün hükümlerini, müctehidlerin ve kıyâmete kadar onların
mezheblerindeki âlimlerin bütün sözlerini, dilediği herhangi bir harften
çıkarır. Sonra bundan daha ileri ve olgun olan bir dereceye yükselir. Bize göre
kâmil âlim, işte budur.”
“Bütün velîlere göre müctehid
imâmların hiçbir sözü, İslâmiyetin dışına çıkmaz. Nerede kaldı ki, Kitâb,
Sûnnet ve Sahabenin sözlerinin esâsını bildikleri hâlde, keşfleri doğru olduğu,
rûhen Resûlullahın ( aleyhisselâm ) rûhu ile berâber olup delîllerden
durakladıklarını O’na arz edi, keşf sâhipleri arasında bilinen şartlarla uyanık
ve karşı karşıya;
“Yâ Resûlallah, bu senin sözlerinden
midir?” diye sordukları halde, kendilerinin İslâmiyetten çıkmaları nasıl mümkün
veya söz konusu olsun? Aynı şekilde, Kitâb ve Sünnetten anladıklarını,
kitaplarına geçirmeden ve onlarla amel etmeden herşeyi Resûlullahdan (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) sorarlardı ve;
“Yâ Resûlallah! Biz bu âyetten böyle
anladık, filân kimsenin bildirdiği şu hadîs-i şerîfinizden şöyle anladık. Siz
bunu uygun buluyor musunuz, bulmuyor musunuz?” derlerdi. Onun sözü ve işâreti
ile amel ederlerdi. Müctehidlerin, bildirdiğimiz keşflerinde ve rûhen O’nunla
birlikte bulunduklarında bir kimse duraklarsa, ona deriz ki, şübhesiz bu,
evliyânın kerâmetleri cümlesindendir. Müctehid imamlar evliyâ olmasalardı,
hiçbir zaman yeryüzünde bir velî bulunmazdı. Şüphesiz, mertebeleri,
müctehid din imamlarının makamlarından daha aşağıda olan çok evliyânın, Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem ile birçok defa bir araya geldikleri ve asrının
ileri gelenlerinin bunu doğruladıkları meşhûrdur.”
“Müctehidlerin ve onlara uyan büyük
âlimlerin her sözünün senedi, Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, sonra
Cebrâil aleyhisselâma varır. Sonra da, zâhirî ve bütün sened yoluyla her türlü
noksanlıktan münezzeh olan Allah Teâlâ ya ulaşır.”
“Kulun îmânı, dînimizin büyüklerinin
yolunda ilerlemekle kemâle kavuşur.
“Sünnet bize Kur’ân-ı kerîmdeki
icmâlleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest
bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi
ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu bilemezdi.
Aynı şekilde hiçbir kimse, kıbleye dönüldükte, yapılan duâda, iftitahda ne
söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû’ ve secde tesbihlerini,
ta’dîl-i erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde,
bayram namazlarının nasıl kılınacağını, cenâze ve istiskâ namazlara gibi daha
bir çok şeyleri kimse bilemezdi.”
“Ey kardeşim, tehâret, ancak bedenin
uzuvlarının zâhiren, bâtınen; temizlik, güzellik, paklık ve nûrluluğunu
arttırmak için emir olunmuştur.”
“Allah Teâlâ yı zikr etmek, dil zikri
ve huzûr (gönül) zikri olmak üzere iki çeşittir.”
Namaz kılanın, rükû’dan kalkarken “Semi’allahü
limen hamideh” demesi, rükû’un yakınlık mertebelerinin ilki olmasındandır.
Kırâatte, ayakta durduğu müddetçe, Allah Teâlâ nın, kulunun hamdini kabûl edip
etmiyeceğini bilmekten uzaktır. Rükû’a eğilince, secdelerin huzûruna yaklaşmış
olur.”
“Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem nafile sadakayı emretmesi, bedenlerimize gelecek
belâların geri çevrilmesi, giderilmesi içindir. Çünkü farz olan zekât, mal ve
rûhu temizleyici; nafile sadaka da, maddî ve ma’nevî kir, pislik ve
kötülüklerden temizleyicidir. O hâlde nafile sadaka vermeyip, farz olan zekâtın
noksanlarını tamamlamıyanın bedeni, vücûda eziyet veren hastalıklara düçâr
olur.”
Emre uyarak farz olan zekâtını
vermiyen, câhillerin en câhillerindendir. Çünkü Allah Teâlâ nın ona zekât
vermeği emretmesi, ihsânı ile, malını arttıracağını dilemesindendir. O hâlde
zekât verenin, verdiği zekât için kendi nâmına sevinmesi, memnun olması
gerekir, üzülmesi, dertlenmesi değil.”
“Müslümanın
içinde; hainlik, kin, hîle, aldatma, çekememezlik, kıskançlık ve müslümanlardan
birine karşı kibir, büyüklenme, böbürlenme bulunduğu hâlde kıldığı namazları
kabûl olmaz. Zîrâ namaza, cemâate gelip de, içinde bunlardan biri bulunan, bu
namazda, kalbini, Hak teâlânın huzûrunda toplayamaz. Hadîs-i şerîfte;
“Birbirine buğz ve düşmanlık eden iki
kimse barışmadıkça amelleri göğe çıkmaz” buyuruluyor.
“Ramazan orucu, bir seneden diğer seneye
kadar, şeytanın insan vücûduna giriş yollarını kapatmak için emrolunmuştur.
Eğer oruçlu, orucu kusursuz olarak eda ederse, şeytan ona vesvese ve diğer
hilelerle zarar veremez.”
“Kulun haccının kabûlü ve üzerine rızâ
hil’atı konmasının alâmeti, hacdan Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin
ahlâkı ile dönmesi, hemen hiç günâha yaklaşmaması, kendini Allah Teâlâ nın
hiçbir mahlûkundan yüksek görmemesi ve ölünceye kadar, dünyâ işlerinden
hiçbirisine dalmaması, zahmet etmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti
ise, hacdan dönüşte evvelki hâli üzere bulunmasıdır.”
“Mescidler, Allah Teâlâ nın huzûr
meclisleridir. Allah Teâlâ nın huzûrunda cemâatten önce gidip oturmak, hiçbir
suç ve günah işlemeyen, günahtan uzak veya yaptıklarına pişman olarak kesin
tövbe etmiş, velâyet mertebesine kavuşmuş, amellerini gizli tutan, Hak teâlâ
tövbelerini kabûl etmiş olan bâtınî keşf sahibi gibi, ancak Allah Teâlâ ya
yakın olanların işidir.”
“Geçim sıkıntısı çeken fakir, yön
belirtmeden Allah Teâlâ dan helâl rızk istesin.” (Ya’nî yön ta’yin etmek;
“Allahım benim rızfam için falanı
vâsıta kıl” gibi düşüncelerdir.)
“Birşey yapmak istiyorsan, sana
yakışanı yap. İnsanlar, birşey vermediğin için seni cimrilikle itham
etmesinler, bu yüzden sana karşı çıkmalarına meydan verme. Çünkü velî olmanın
şartlarından biri de şudur Bu gibileri, yanlarında bin dinar olsa da bunu bir
fakire verseler, verdikleri paranın onların nazarındaki kıymeti, toprak
üzerinde bulunan bir çakıl taşından daha kıymetsizdir.”
“Ramazan orucu tam bir aydır. Ya
yirmidokuz gün veya otuz gün olur. Oruç; Hazreti Âdem’in, Cennetteki ağacın
meyvesinden koparıp yemesinin kefaretidir. Hak teâlâ, buna keffâret olarak oruç
tutmasını emretmiştir.”
“Şayet biriniz kendisini ilâhî
huzûrda hissederse, yalnız kendi nefsi için duâ etmemeli, başkası için de
himmet ve çabasını esirgememelidir. Yapacağı duâların çoğu, mü’min kardeşleri
için de olmalıdır.”
“Ramazân-ı şerîfin son on gününde,
gece ibadetinden geri kalmayınız. Hattâ bütün Ramazan gecelerini ibâdetle
geçiriniz. Çünkü Kadir gecesi bu aydadır.”
“Farz, vâcib gibi dini her emir, Allah
Teâlâ ile birlikte bulunmaya vesiledir.
Günah, mekrûh gibi nehy edilenler ise, Allah Teâlâ ile kul arasında birer perdedirler.”
“Şuna yemîn ederim ki, talebeler Allah
Teâlâ nın dünyâyı yarattığı günden yok edeceği güne kadar, hocalarının
huzûrunda kor hür ateş üzerinde otursalar, doğru yola girmeleri için yol
gösterip, engelleri ortadan kaldıran hocalarının haklarını ödeyemezler.”
“Allah Teâlâ nın kendisine yakın öyle
kulları vardır ki, şayet bunlardan biri, şaki ve âsi olan bir topluluğa uğrayıp
selâm vermiş olsa, o âsi topluluk Allahın azâbından korunmuş olur. Yine
insanların hacet ve isteklerini yerine getirmek için, Allah Teâlâ , kendine
yakın ba’zı kullarını bu iş için vazîfelendirmiştir. Bu gibi vazîfeliler,
insanların istek ve hacetlerini gizlice görürler ve onların sıkıntılarını
zâhiren yerine getirmek için, bulundukları yerlerdeki sâlih ve velî kişilere
gönderirler. Bu sûretle içinde bulundukları gizliliği saklayarak, cenâb-ı
Haktan, gördükleri bu işten ötürü korunmalarını niyaz ederler. Yine Hak
teâlânın öyle kulları vardır ki, yollarda ve çarşılarda insanlara sebil olarak
su içirirler. Bu gibi kişilerin elinden bir yudum su içmiş olanlar, eninde
sonunda Allah Teâlâ ya ulaşan yollardan bir yola intisâb ederler.”
“Dünyâ ve âhıret ihtiyâçlarının kul
üzerinde eksilmesi veya duraklamasının yegâne sebebi, o kişinin tövbe ve
istiğfarlarını yapmaması ve bırakmasıdır.”
“Çoğunlukla bolluk ve ni’metler
içinde bulunanlar, bu ni’met değişmedikçe bunun kıymet ve değerini
anlayamazlar.”
“Allah Teâlâ nın kulları elinde
bulundurduğu ni’met ve rızıklarda, bir takım değişiklikler olmaktadır.
Zamanımızda hiçbir kimse, eski kanâat sâhibleri gibi, Allah Teâlâ tarafından kendisine ihsân edilen rızka kanâat
etmemekte, kendisine yeterli bulmamaktadır. Bir kimse bir velînin yoluna
girdiği zaman, onun sözlerini dinlemeli, onun nasihatlerine karşı çıkmamalıdır.
Çünkü velî, talebesini ona fâide sağlayacak bir işte kullanıldığı gibi, en
kestirme yolu da gösterir. Talebesinin kendisine zarar verecek bir işi
yapmasına da mâni olur.”
“Allah Teâlâ kullarına, bilinen rızıkların dağıtımını sabah
namazından sonra, ma’nevî rızıkların dağıtımını da ikindi namazından sonra
yapar. Bu iki vakitte uyumak, bunun için sizlere yasak edilmiştir.”
“Rızık, sahibini istek ve ısrarla
arar ve onu bulmaya çalışır. Rızkın sahibi de, rızkını arar. Lâkin bu arama işi
nöbetledir. Birisi durunca, diğeri harekete geçer, İkisi aynı anda birbirlerini
aramazlar.”
“Allah Teâlâ nın sevgili kullarından
bir fakîr, namaz ânında nasıl Allah Teâlâ ile birlikte bulunuyorsa, yemek esnasında da Allah
Teâlâ’nın huzûrunda ve O’nunla birlikte bulunmadan ve yemek yemenin tat ve
lezzeti ile münâcaatan lezzetini aynı anda birleştirip duymadan, olgunluğa
erişmiş sayılmaz. Zîrâ kemâle erişenlerde, bu iki lezzet ve duygunun biri,
diğerini etkileyip gizleyemez. Bu durum ve tutumda olan kimseler, bir anda iki
lezzeti tattıklarından, Allah Teâlâ ya şükürde bulunurlar.”
“Bu dünyâ evinde, kendi ihtiyâcından
çok birşeyi Allah Teâlâ dan istiyenlerin, uzağı görüşü körleşmiş demektir. Bir
kimse, Allah Teâlâ nın kendisine vermiş olduğu zarurî hacetlere karşılık, O’na
şükürde bulunacak bir gücü gösteremezse, ihtiyâcından fazla istemiş olduğu
şeylere karşı Allah Teâlâ ya şükürde bulunabilir mi?”
“Allah Teâlâ nın rızâ ve hoşnutluğunu
kazanmak için, dünyâ ni’metlerinden aza kanâat eden kullarının amelleri az olsa
da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnut olur.”
“Zulüm ve eza gören din kardeşinin
kalbini, sabır tavsiye ederek güçlendiren bir kimse, ona yardım etmiş sayılır.”
“Allah için kardeşini ziyâret etmeye
gidecek bir kimsenin yürümeye gücü varken, binecek bir vâsıta bulmak için
ziyâreti geciktirmesi doğru değildir.”
“Dünyâda Allah Teâlâ dan haya
edenlere, kıyâmet gününde Allah Teâlâ onları azarlamaktan ve gazâb etmekten haya
eder.”
“Allah Teâlâ ya kavuşturan yola
da’vet edenler, fâsık kimselere dahî kaba ve fana olmamalılar. Onlara rıfk ile
muâmele edip, ihsân ve kerem göstererek gönüllerini hoş tutmaklar ki,
kendilerine yönelsinler. Ancak bu meyil gerçekleştikten sonra nasihatte
bulunsunlar.”
“İki hasımdan birinin önce davranıp
selâm vermesi, aralarındaki düşmanlığın silinip yok olmasına sebep olur. İki
düşman kimseyi barıştıracak en kestirme yol selâmlaşmadır.”
“Suç işleme
tat ve lezzeti bir insanın kalbinde yer ettiği sürece, Allah Teâlâ için yaptığı tâatinin ona bir faydası yoktur.
Çünkü, koyu karanlığa benzetilen şehvet ve günahlar, tâat nûrunun kalbe
girmesini engellemiş olur. Rabbin meclisinde oturmak için, bu nûrun kalbe girip
yerleşmesi gerekmektedir.”
“İyi amel yapmanın şartlarından biri
de, yapmış olduğu amelle, Allah Teâlâ nın yarattığı diğer insanlardan daha
üstün olduğu zannına kapılmamaktır. Kişi, ameliyle kendisini diğer insanlardan
daha farklı görmüş olursa ve bu sebeple Allah Teâlâ ya şükür ederse, güzel ve
iyi amel çerçevesinden çıkmış olur.”
Şeyh
kimdir? diye sordular.
“Bütün
kitaplar kaybolsa, şeriatın bütün emir ve yasaklarını en ufak ayrıntılarına
kadar açıklayıp ortaya koyamayan kimse şeyh olamaz. Böyleleri Allah'a karşı
pervasızca şeyhlik iddisında bulunan bir yalancıdır,” buyurdu.
“Kibir, gurûr ve övünme gibi
duygular, insanın içinde çuvaldız gibi saplıdırlar. İnsanın kibirlenmesi,
kendinde gördüğü faziletlerden ileri gelir. Ancak bir kimse, Hak yolundan bir
yola intisâb ettiği takdîrde, bütün bu faziletlerin, kesinlikle ve gerçek
olarak Allah Teâlâ da bulunduğunu anlar. Kendisinde bulunan herşeyin, Allah
tarafından emânet olarak verildiğini görür.”
“Sırat köprüsünde yürümek haktır. Bu
yürüyüş, dünyâ evinde, ya’nî burada yapılmaktadır. Burada yürüyüşünü
İslâmiyetin emir ve yasaklarına uygun olarak yapan kimse, âhıret günü çok ince
olan Sırat köprüsünden geçmeyi kolayca başarmış olur. Akıllı bir kimse, dünyâ
hayatındaki amel ve fiillerinde, söz ve akidelerinde doğru yürüyen, nefsini her
türlü suç ve kabahat işlemekten alıkoyan bir suç işlediği zaman, vakit
geçirmeden tövbe ve istiğfar eden, yaptığına derhâl pişman olan kimsedir.
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 193
2) Tabakât-ül-kübrâ cild-2, sh. 150
3) Mizân-ül-kübrâ
4) Uhûd-ül-kübrâ
5) Şezerât-üz-zeheb cild-8, sh. 233
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh.
978
7) El-Cevâhir ved-dürer
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar