Print Friendly and PDF

ENFORMASYON ÇAĞINDA İMGENİN ÜRETİMİ VE İŞLEVSELLİĞİ

 

Enformasyonun Oluşturulmasında Ve Dönüştürülmesinde Bir Araç Olarak İmge

Hazırlayan: Mehmet Hacıosmanoğlu

“Bakış açısı farklılığın kendisi olduğu için, aynı olduğu varsayılan bir dünya hakkındaki bakış açıları en uzak dünyalar kadar farklıdır” der Deleuze. İmgeler bir nevi, bedenin ve zihnin gidebildiği uzak dünyalardan havadis getiren taşıyıcılar olmuşlardır, taşıdıkları enerji diğer imgeler ile çoklaşmıştır; başka dünyalara dönüşmüştür. Bugün, belki eskisine nazaran daha hızlı dönen dünyaya baktığımda, gözlerim önünde sanki hızlı bir treni andırırcasına geçen imajların akışını görüyorum. Hız, bütün ayrıntıları ve ayrıklıkları siliyor gibi, tek bir şeye dönüştürüyor gibi...

Günümüzün teknolojik alt yapısı, bu süreci daha da hızlandırmaya hedeflenmiş halde. İmajlar, halâ üzerlerinde enerji taşımaya devam ederken, biz bu enerjiyi enformasyon olarak düşünürsek, karşı karşıya kaldığımız enformasyon akışı bize farklı dünyaların deneyimlerini mi iletiyor yoksa bütün deneyimlerin aynılaştığı bir dünyanın içine mi sokuyor?

Kavramları hangi bağlamlarda kullanacağımı açıkladıktan sonra, imge üretimine dair süreçleri algı kapsamında ele alacağım. Algının dış dünya ile olan etkileşiminde, nesneyi ve mekânı; düşünmenin dinamiklerine dahil ederek görsellik ile olan ilişkimizin farklı boyutlarını inceleyeceğim ve toplumsal ilişkiler içinde imajların üretim ve etkileşim alanlarına, kültürel deneyimler çerçevesinde yaklaşacağım. Son bölümde ise enformasyon çağının sosyal ve iktisadi dinamiklerini belirginleştirerek, kültürel etkileşimlerde kapitalistik ve dönüştürücü bir özellik taşıyan enformasyonu, imajlarla olan ilişkimiz bağlamında problematize edeceğim.

Bedenin tahayyülü olan imgeler ve kitle iletişim araçlarından sanal ağ yapılanmasına kadar, enformatik kanallarda dolaşım içinde olan imajlar ile etkileşimimizin sosyolojik açıdan incelenmesinin, enformasyon çağına yönelik bir düşünme planı ortaya çıkarabileceğine inanıyorum.

ÖZET

Durağan bir anlamsallık ilişkisinin uzağında yaklaşmamız gereken imge kavramını, toplumsal ağları oluşturan tekil ve kolektif pratikler içinde düşünmek gerekir. “Başka bir deyişle, iletişim araçlarından ya da toplumsal kullanım ve bağlamlarından soyutlanmış imge diye bir şey yoktur.” İletişim teknolojilerine dayanan günümüzün enformasyon süreci, kültürel arası iletişimi küresel ölçekte hızlandırmıştır : “interaktif bilgisayar ağları, yeni iletişim biçimleri ve kanalları yaratarak, hayatı şekillendirerek, aynı zamanda hayat tarafından şekillendirilip katlanarak büyüyor.” Günümüzde enformasyon ve iletişimin, üretim süreçlerinde asli bir rol oynamaya başladığını belirten M.Hardt ve A.Negri, küresel enformasyonun alt yapısını bir demokratik mekanizmayla bir oligapolist mekanizmanın bileşimi olarak nitelendiriyorlar.

Görsel deneyimin de hızlandığı günümüzde, işlenmemiş bir ileti olarak bilgi’den (knowledge) farklılaşan enformasyonun (information) hem taşıyıcılarından, hem de sonuçlarından biri olan imge’nin üretim ve dağılım süreci katılıma daha açık hale gelmiştir. 

GİRİŞ

İletişim teknolojinde görülen ilerlemeler yoğun bir enformasyon akışına olanak sağlamıştır. Burada bilgi (knowledge) ve enformasyon (information) arasında bir ayrım yapmamız gerekmektedir: “Bilgi: mantıklı bir yargı ya da deneysel bir sonuç sunan, başkalarına sistemli bir biçimde bir iletişim aracıyla aktarılan olgulara ya da düşüncelere ilişkin örgütlü ifadeler dizisi”dir. Enformasyon ise bir veri iletim - bildirim sürecini (proses) tanımlar. Bu bağımsız ve teyit edilmemiş veriler hem enformasyonun kendisidir hem de enformasyon sürecidir. “Enformasyon ve bilgi hem örtüşen, hem de farklı olan kavramlardır. Bilgi, insan aklının kavradığı ve içselleştirdiği düşünce ve veriler ile ilgili bir kavramdır. Bilgi edinmek için beyine çok miktarda enformasyon yığılması gerekir. Toplum giderek katmanlaştıkça ve etkileşimler hızlandıkça enformasyona ulaşabilmek daha önemli hale gelir.”

Negri ve Hardt, modernleşme sürecini emeğin tarım ve madencilikten endüstriye göçüyle tanımlarken, postmodernleşme ya da enformatikleşme sürecini emeğin endüstriden hizmet alanına göçüyle tanımlar ve hizmetlerin sağlıktan eğlence ve reklama kadar geniş bir alanı kapsadığını vurgularlar. Manuel Castells, imalata dayalı bir endüstriyel toplumun ardından post endüstriyel topluma eşlik eden hizmet odaklı bir finans politiğe sahip olan “enformasyonel toplum”dan söz ederken, enformasyonel toplumun temelinde bilgiyi üretme ve işleme teknolojisini ayırmaz ancak, enformasyonun işlenmesinin altını çizer.

“Vardığımız sonuçlar, yenilik macerasının enformasyon teknolojisi devriminin gelişiminde kritik bir rol oynadığını doğruluyor; bilimsel / teknik bilginin gruplaşarak dağılması, kurumlar, şirketler ve kalifiye emek gücü Enformasyon Çağının temel özellikleri.”

Enformasyon sürecinde bahsedilen bu uzmanlaşma; Guy Debord için “gösterinin kökeninde yatan şey”dir, “Dolayısıyla, gösteri bütün diğerleri adına konuşan uzmanlaşmış bir etkinliktir.” Debord iletişimin monolotik boyutuna vurgu yapar ve gösterinin “imaj-nesneleri doğrudan doğruya biçimlendiren ileri bir iktisadi sektör olarak güncel toplumun esas üretimi” olarak maddeler.

Çağımızın enformatik ve kapitalistik karakteri, iletişim deneyimini katılıma açık bir boyuta ulaştırmıştır. “İnternetin kullanıcı sayısı 1996’da 20 milyonken, 2000’de 300 milyonu aşmıştır.” Bu iletişim deneyimi imge üretimi boyutunda ele alınacaktır. İmgenin hem üretim sürecinin hem de taşıdığı enformasyon bağlamının incelenmesinin amaçlanmasında, mevcut iletişim kanalları içinde aynılaşmayan alternatif bir imge üretiminin ve oluş koşullarının sorunsallaştırılması vardır.

İmaj kavramı, algılama sürecinin optik, işitsel ve kültürel süreçlerine işaret etmektedir. Bu bağlamda imajın üretim - dağılım süreci sosyal ve ekonomik etkileşimlerle devam eder. “Chipas’taki Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos, Lacandon ormanının derinliklerinden dünyayla ve medyayla internet üzerinden iletişim kurması” alternatif video yayın kanalları aracılığıyla yerel enformasyonların küresel bir ağ üzerinden kitlelere ulaşması (www.videoactivism.org) , “sosyal sorunlarla mücadele etmek ve olan biteni belgelemek üzere üretim ve dağıtıma daha geniş erişim imkanları” sunan yeni medya bağlantılı ağ sistemi, Raymond Williams’ın belirttiği “merkezi programlama ve şebekeleştirme otoritelerine” karşı alternatif enformasyon aktarımı sağlar.

Ağ sisteminin yataylığında oluşan görsel - kültürel katılımın “Ortak Kültür” (Common Culture, Raymond Williams) kavramı üzerinde bir çalışma tez kapsamı dışındadır fakat bahsedilen durumun bir uzantısıdır. Aynı zamanda John Berger’ın metodolojisine kayan imgeler üzerinde bir incelemeyi de çalışmamın kapsamı dışında tutuyorum. İmgenin enformasyon ağlarındaki ontolojisini incelemeye çalışırken odaklanmayı düşündüğüm ana sorunsal, egemen görsel-imgesel söylemden farklılaşabilecek alternatif bir görsel-imgesel söylemin enformasyon bağlamında sorunsallaştırılmasıdır.

ARAŞTIRMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ

İmge, İmaj, Görünüm ve Görünürlük

Enformasyon çağında imgenin üretilmesi ve işlevselliğini incelemeden önce imge ve imgeyle ilgili kavramların çerçevesini kurmak gerekiyor.

İmge ve imaj kavramlarını görü-görünüm (vision) bağlamında incelediğimizde, hem kendi alanlarında hem de birbirleriyle ilişki içinde işlediklerini söyleyebiliriz; görünüme (vizyona) dahil olan şeyin (visual) görünüşü, şartları ve işlemi (visibility), imge ve imaj (image) kavramlarının işleyişine yönelik bir bakış sağlayabilir.

İmgenin görsel olana (visual) ilişik çağrışımının ve algılama (perception) süreçlerinin sonucu zihinde oluşan görüntüye atfedilen anlamların değişebilirliği; doku, koku, tat, ses gibi algının kaynağı olan farklı dinamiklerin imgesel aktarımını farklılaştırmaktadır. Key Baynes, ozan Ted Hughes’ın hayvan avlama anısıyla şiirsel imgelem algılayışını belirtirken şairden bir alıntı yapıyor:

“Bir bakıma, sanıyorum şiiri bir çeşit hayvan olarak düşünüyorum. Onların da, hayvanlar gibi, kendi yaşamları vardır. Şunu demek istiyorum ki, onlar herkesten, kendi yazarlarından bile apayrı görünürler; onları sakatlamaksızın ya da -belki de- öldürmeksizin onlara bir şey eklemek ya da onlardan bir şey çıkarmak olanaksızdır. Ayrıca, onların belli bir zekâsı vardır. Öznel bir şey bilirler, bizim öğrenmeye can attığımız bir şey. Belki de benim ilgilendiğim, özellikle hayvan ya da şiir tutmak değil de sadece benim dışımda kendi kıpırtılı yaşamları olan şeylerdir.”

İmgenin oluşum sürecinin dinamiklerinden biri olan özne (özne kavramının detaylı incelemesini İmgenin Kurulumu bölümünde yapacağız) , topladığı görsel enformasyonu; algı sürecinde (the perception process) yorumlayarak, yeniden düzenlemeye ve iletişime açık hale getiriyor. Gordon Marshall, A Dictionary of Sociology kitabında iletişimin en az beş şekilde gerçekleştiğini belirtiyor:

“İnsanın iç iletişimi, kendi benliğiyle iç konuşmalarını kapsar. Kişiler arası iletişimin kapsamı, Erwing Goffman’ın analiz ettiği türden yüz yüze etkileşimdir ve bu kapsamda beden hareketleri ve mekânsal düzenlemeler gibi yan diller incelenir. Grup iletişimi grup dinamiğini içine alırken; kitlesel iletişimin alanı, genellikle yüklü bir para kazanmak için kitlesel kaynaklardan kitlesel yollarla kitlesel dinleyiciye gönderilen kaynaklardır. İletişimin beşinci ve gün geçtikçe büyüyen bir biçimine ise insan - ötesi adı verilmiştir ve insanın dışındaki canlı-cansız varlıklarla iletişimini kapsamaktadır.”

İmgenin iletişim sürecinde bağlantıda olduğu tekil ve kolektif dinamikler, günümüzün kitle iletişim teknolojisine dayanan “enformasyon sürecinde” (bkz. Bölüm 2.2) içeriği ve biçimleri sürekli değişen iletiler halindedir. Bu noktada imge kavramını imaj (image) kavramından farklılaştırmaya çalışacağız, çünkü; sözlük karşılığı olarak imge, ‘image’ ile, imgelem ise ‘imagination’ olarak karşılansa da, imge’nin zihinde oluşan özerkliği ile imajın ‘sûret - kopya veya benzerlik’ anlamıyla bir ileti formu olarak ele alınması çalışmamın bağlamına daha uygun düşecektir. Fakat bu farklılaştırma süreci iki kavramı birbirinden ayrıklaştıran bir süreç olmaktan ziyade; birbirleriyle benzer dinamikleri paylaşan ve farklılaştıran ilişkisellik süreci olacaktır. Çünkü imge de bir ileti formudur, ama yorumsallık içinde yaratmaya dayalı bir ileti formu ile, yine yorumsallık içinde kopyalamaya dayalı bir ileti formundan (imaj’dan) farklılaşabilir. Her iki kavramada ‘yorum’ maddesini iliştirmem; W.J.T. Mitchell’in belirttiği gibi sadece görsel bağlamlarından öte, çok sayıda duyuyu içeren bir kavrayışı ve yorumu gerektirdiklerindendir :

“İmajları, zamanda ve mekânda yer değiştirerek yayılan ve bu süreç içinde derin dönüşümlere uğrayan şeyler olarak düşünerek işe başlamak daha iyi olabilir.”

İmge ve imajın görsel olan ile ilişkilendirilmesi, görme edimine fizyolojik ve nörolojik temeli dışında duyumsal deneyimin (algının) katkısını da içerir ; insanoğlunun ilk dokunduğu nesnelerin ıslak mı yoksa kuru mu, sert mi veya yumuşak mı olduğunun cevabı, görme ediminin dokunma ediniminden daha fazla bilgi içerdiği anda zihinde verilmektedir; yani deneyimlerin bilgisi sonucu suyun ıslak olduğunu dokunmadan, suyu gördüğümüzde bilir ve suyun özelliklerini kendi varlığından soyutlamaya başlarız. (Burada soyutlama işlemini nesnelleştirici bir tarzda özne ve nesne arasında ikilik yaratarak nesne ve özneye bir töz yükleme işlemi olarak değil, etkileşim içinde bir kavram üretiminin dinamiklerinden biri olarak kullanıyorum. Çünkü daha sonra inceleyeceğim gibi psikotrop madde kullanımına bağlı deneyimler soyutlama işleminden daha farklı bir imgelem ilişkisi kurmaktadır.) Bu soyutlama işlemi, suyun imaj olarak zihnimizdeki veya bir resimdeki kopyasıyla, suya çeşitli kültürlerde atfedilen kutsal anlamlar etrafında kurulan imgesel ağın duyumsal dinamiğidir; imge ve imaj kavramlarının taşıyabileceği enformasyonu, yeni algılayışlarla değişime açık hale getirir ve bu kavramların bağlamını sürekli yineleyebilir. Yani tek başına imaj sadece kopya olmayıp, karşı karşıya kalındığında üretilen bir bağlamsallığa sahip olabilir. Joseph Kosuth’un 1965 tarihli “One and Three Chairs” adlı işinde, bir sandalyenin kendisini, kopyasını ve ansiklopedik bilgisini sergilemesini de nesnenin kendisinin, imajının (kopyasının) ve soyutlama öncesi niteliğinin aktarımını, görenin (viewer) deneyimleriyle bağlantıları kurulacak metinsel bir görünürlükle (visibility) ilişkilendirebiliriz.

Resim 1. Joseph Kosuth, “One and Three Chairs”, 1965

J.W.T. Mitchell’den yaptığım alıntıyı bir imaj tanımı bağlamında yeniden aktarırsam:

“Resimlerden, heykellerden, optik illüzyonlardan, haritalardan, diyagramlardan, projeksiyonlardan, halisünasyonlardan, manzaralardan, şiirlerden, modellerden, hatıralardan ve hatta fikirlerden imajlar olarak söz ederiz ve bu listedeki açık farklılıklar herhangi bir sistematik, üniter kavrayışı imkânsız hale getiriyor izlenimi bırakır. Farkına varabileceğimiz ikinci husus, bütün bunları “imaj” adıyla etiketlemenin, zorunlu olarak, hepsinde ortak bir özellik ya da özellikler bulunduğu anlamına gelmeyeceğidir. İmajları, zamanda ve mekânda yer değiştirerek yayılan ve bu süreç içinde derin dönüşümlere uğrayan şeyler olarak düşünerek işe başlamak daha iyi olabilir.”

Yukarıda belirttiğim soyutlama işlemi sonucu imge ve imaja ilişik referansların, “simülasyon çağında” artık kalmadığını düşünen Jean Baudrillard; kombinatuar işlemin, imgenin ve imajın göndergelerini “simülakr kavramı” içinde sildiğini söylüyor:

“Günümüzdeki soyutlama biçimlerinin haritacılık, sûret çıkarma, aynadan yansıma ya da kavramla bir ilişkisi kalmamıştır. Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da referans sistemiyle hiç bir ilgisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir. Bir başka deyişle harita öncesinde ya da sonrasında bir toprak parçası yoktur.”

Simüle edilmiş gerçekliği yani simülakr’ı, bu bağlamda J. Baudrillard’ın ayırdığı gibi imaj kavramından ve imajın göndergelerinden ayırmamız gerekiyor. Simülakr, “gönderenden yoksun ve nerede başlayıp nerde bittiği bilinmeyen, hiçbir şeyin durduramadığı bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin yerine geçebilen bir şey” iken, imajı kitle iletişim araçları içinde kopyalanmış bir ileti formu olarak düşünebilir, provokatif video örneklerinde olduğu gibi; bir referans sistemiyle (enformasyon) ilgisini kurabiliriz. Bu anlamda imaj kavramını enformasyona, simülakr kavramını ise sibernetiğe daha yakın bir kavram olarak ele almalıyız.

Son olarak değinmem gereken nokta; görünürlüğün (visibility) sosyal- kültürel süreçlerinin farklı boyutlarda da incelenmiş olduğudur.

Jeremy Bentham’ın panoptisist (panoptisizm; görme duyusunun öne çıkarılması, üstünlüğün vurgulanması anlayışı) tasarımını ele alan Michel Foucault, seyir’den öte bir denetleme mekanizmasının arkeolojisini yaparak optik süreci “tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak” olarak saptar:

“Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır. (...) Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında korucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır.”

Guy Debord ise modern toplumu, gösteriyi (seyri) üreten ve tüketen bir toplum olarak tanımlarken gerçek dünyanın basit imajlara dönüştüğünü, görmenin güncel toplumun genelleştirilmiş soyutlamasına denk düştüğünü ileri sürüyor. İmajlara yönelik bu tanımlama insanların, “pasif olarak gerçek hayattan ve gerçek ihtiyaçlarından kopuk imgeler, görüntüler ve seyirlik nesneler tüketmekte” olduğuyla ilişkili.

“Gösteri bir imajlar toplamı değil, kişiler arasında var olan ve imajların dolayımından geçen bir toplumsal ilişkidir. (...) Gerek enformasyon ya da propaganda, gerekse reklam ya da doğrudan eğlence tüketimi biçiminde olsun bütün özel biçimleriyle gösteri, toplumsal olarak hâkim olan yaşamın mevcut modelini oluşturmaktadır. O, üretimde önceden yapılmış seçimin her alanda onaylanması ve bunun sonucu olan tüketimidir.”

Bilgi, Enformasyon Ve Enformasyon Çağı

İletişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler sayısal tabanlı sistemler aracılığıyla, veri akışının dünya çapında önceki dönemlere kıyasla daha hızlanmasını sağlamıştır. Bilgisayar temelli sayısal veri akışları, iktisadi alanda; endüstriyel üretimden hizmet sektörüne doğru bir yönelimi beraberinde getirmiştir.

Negri ve Hardt, modernleşme sürecini emeğin tarım ve madencilikten endüstriye göçüyle tanımlarken, postmodernleşme ya da enformatikleşme sürecini emeğin endüstriden hizmet alanına göçüyle tanımlar ve hizmetlerin sağlıktan eğlence ve reklama kadar geniş bir alanı kapsadığını vurgularlar.24

Enformasyon sistemlerinin çevrelediği günümüz durumuna ilişkin tanımlamaları ele almadan önce, bilgi (knowledge) ve enformasyon (information) arasındaki farklılık üzerinde durarak bu kavramların açıklamasını yapmak istiyorum.

Çalışmamın kapsamında bu konu hakkında karşıma çıkan birçok makale, ilerlemeci bir bakış açısıyla bilgi toplumu (knowledge society) ile enformasyon toplumu (information society) arasındaki farklılığa dikkat çekmektedir. İçinde bulunduğumuz çağa ait bir tanımlamanın henüz bilgi toplumu tanımlaması için erken olduğunu, böyle bir tanımlamanın enformasyon toplumunun sonrasında gelebileceği tanımlanmaktadır.

Gordon Marshall, enformasyon toplumu tanımlamasında, “bilgi bolluğunu yönlendirme problemi”ne dikkat çekmektedir.

İlk başta böyle bir sözlük karşılığı içinde ortaya konulan problem, bilginin fayda sağlama açısından kullanılmasından önceki bir duruma işaret etmekte ve enformasyonun iletişimi sağlayan kanalları üzerinde durmaktadır.

“Enformasyon ve bilgi hem örtüşen, hem de farklı olan kavramlardır. Bilgi insan aklının kavradığı ve içselleştirdiği düşünce ve verilerle ilgili bir kavramdır: patlak lastiğin nasıl tamir edileceği, iyi bir dişçinin adı ve Fransızca konuşabilmek gibi. Bilgi edinmek için beyne çok miktarda enformasyon yığılması gerekir.”

Bu anlamda enformasyon, iletinin sınıflandırılmadan önceki veri halidir. Headrick, yeni bir enformasyonun bilgi birikiminde yerini bulabilmesi için tam olarak tanınması ve bir nesneyi temsil etmesi gerektiğini belirtir. “Bilgi: mantıklı bir yargı ya da deneysel bir sonuç sunan, başkalarına sistemli bir biçimde bir iletişim aracıyla aktarılan olgulara ya da düşüncelere ilişkin örgütlü ifadeler dizisi”dir. Enformasyon ise bir veri iletim - bildirim sürecini (proses) tanımlar. Bu bağımsız ve teyit edilmemiş veriler hem enformasyonun kendisidir hem de enformasyon sürecidir. İleti, kendisini başka bir sisteme bildirir ve içinde belli kodları taşır.

Enformasyon çağına ait tanımlamalarda en önemli nokta, sanayi sonrası üretim süreçlerine işaret etmesi olmuştur. Sanayi devrimi ile başlayan emek süreci, enformasyon çağında soyutlaşmış ve bilgisayarın sayısal yapısına göre düzenlemiştir. Negri ve Hardt, enformasyon ekonomisine geçişte emeğin niteliği ve doğasındaki gelişimi enformasyonun akışı doğrultusunda değerlendirirler:

“Robert Reich, bilgisayar ve iletişimle ilgili maddi-olmayan emek türüne simgesel-analitik hizmetler - yani problem çözme, problemi tespit etme ve stratejik aracılık faaliyetleriyle ilgili işler adını verir. (...) Bilgisayarlı biçki dikiş işi ve bilgisayarlı dokuma işi tam anlamıyla aynı somut pratiklerle, yani simgelerin ve enformasyonun manipülasyonuyla yürütülebilir. Kuşkusuz, araçlar her zaman için emek gücünü emeğin nesnesinden belli bir oranda soyutlarlar. (...) O halde üretimin bilgisayarlaşmasıyla emek soyut emek olmaya doğru yol alır.”

Enformasyon toplumu yerine enformasyon çağı kavramını kullanmamın sebebi, günümüz dünyasını homojenleştiren bir görüşten kaçınmak istememdir. Enformasyon çağı ile üzerinde gitmek istediğim nokta, iletişim kanallarının çoklaştığı bir durumu işaret ederek, imge - imaj akışını bu kanallar üzerinden incelemek istememdir. Çağ kavramını, dünya üzerinde yaşanılan zamanları aynılaştırmak ve tek bir zaman kavramı altında toplamak için değil, iletişimin erek simgesi haline gelmiş olan bilgisayar sistemlerinin her toplulukta eşit oranda kullanılmamakta olduğunu hatırlatarak, toplulukların enformatik bir akış ile etkileşimini vurgulamak için kullanıyorum. Dolayısıyla toplumların yaşadığı süreçlerin farklılıklarını gözetmek amacıyla “bir toplum” kavramından da uzak duruyorum.

Alvin Toffler, dünyayı etkileyen üç ana dalgadan bahsetmektedir; ilk dalga tarımın bulunmasıyken, ikinci dalganın sanayi devrimi ile başladığını ve içinde bulunduğumuz son dalgayı günümüz toplumunu ifade edecek şekilde enformasyon dalgası olarak analiz etmiştir. Daniel Bell çağımız toplumuna “sanayi sonrası toplum”, Mc Luhan “elektronik çağ” , Peter Drucker “bilgi toplumu”, Zbigniew Brzenski “teknetronik çağ”, M. Castells “ağ toplumu” tanımlamalarını kullanmışlardır.

Daniel R. Headrick, enformasyonun tarihi üzerinde çalışma yaptığı kitabında, enformasyonun tarihini modern öncesi dönemde insanların kullandığı iletişim biçimlerine dek daha eskiye dayandığına işaret ediyor ve bütünleyici bir zaman parçası yerine dönemlerden bahsediyor:

“Bazıları enformasyon çağının geçmişini 19.yüzyılın sonlarına, demiryollarının çoğaldığı, büyük işletmelerin kıtanın bir yanından ötekine yayıldığı döneme götürüyor; bazıları ise 19.yüzyılın ilk yarısında telgraf ve buharlı gazete matbaalarının ortaya çıkışına. 15. ile 18. yüzyıllar arasında matbaanın Avrupa uygarlığı üzerinde etkisini inceleyende var.

Bilim insanları aralarında anlaşamıyorsa, okur ne düşünsün? Enformasyon çağı gerçekten ne zaman başladı? Bunun kısa yanıtı şudur: Enformasyon çağının başlangıcı tarih boyunca insanların ulaşabilecekleri enformasyon miktarında ve bununla başa çıkmak için üretilen sistemlerinin artışında keskin hızlanmaların (isterseniz buna devrimler deyin) olduğu dönemler vardır. (...) kısacası çok sayıda enformasyon devrimi olmuştur.”

Resim 2. Sputnik Kalkış , 4 ekim 1957

Manuel Castelles, şu anki enformasyon teknolojisinin en yakın dinamiği olarak 1970’li yılların üzerinde duruyor. 1973’deki petrol krizinin kapitalist sistemin kürsel çapta yeniden yapılanmasını teşvik ettiğini, uzay yarışı ve nükleer silahlanma yarışında “teknolojik onarımın” öne çıktığını, 1970’ler ile 1957-60 Sputnik şokunun 1960’lardaki kitlesel teknolojik yapılanmayla ilgili bağlantısallığını kurarak, 1983’e değin yıldız savaşları programının enformatik alt yapılarına kadar süren, dönemlerin sinerjik etkileri üzerinde 34 duruyor.

“Nitekim Naisbitt, ilk Rus uydusu Sputnik’in uzaya gönderilerek başarıyla yörüngeye oturtulmasını yorumlarken “uzay çağı” yerine iletişime özgü bir kavramı, yani “küresel uydu iletişimi”çağını kullanırken bu noktandan hareket etmektedir: “ilk kez üzerinde yaşadığımız gezegende anında paylaşılabilen enformasyona sahibiz” (Naisbitt. 1984:57)”

Amitai Etzioni, enformasyon toplumunun evrimleşmesi sonucunda ortaya çıkacak bilgi toplumunu tanımlarken, “aktif toplum” kavramını kullanmış ve aktif toplumun özelliğini fikirbirliği oluşturma mekanizmalarının gelişmişliği sayesinde demokratik olarak diğer toplum türlerinden (pasif toplum, aşırı yönetilen toplum, sürüklenen toplum) daha ileri bir boyutta sınıflandırmıştır. Daniel Bell’in sanayi sonrası toplumu da bilgiye dayanan bir hizmet toplumudur. İyi yöndeki bu evrimci gelişmede de consensus önem taşımaktadır.

Bell, değişimi sadece tekno-ekonomik yapıda değil, toplumun tüm boyutlarında beklerken, enformasyona yüklenen anlam Naisbitt’in “büyük eşitleyici” kavramından, daha iyi bir toplum tasarımına uzanmaktadır.

Krishan Kumar, enformasyon toplumuna yönelik ilerlemeci akılcılığa karşı, sanayi sonrası toplum kuramlarının çeşitli yeni biçimlerde üretildiğini ileri sürerek eleştiri getiriyor:

“Daha önceki sanayi sonrası toplum kuramıyla yenileri arasındaki en büyük süreklilik, günümüz toplumunu enformasyon toplumu olarak nitelendiren görüşte ortaya çıkmaktadır. Daniel Bell, bu noktada yine, bu görüşün en sivri yandaşıdır. Bell’in sanayi sonrası toplum fikri, gelecekteki toplumun en önemli görünümü -değerin kaynağı, büyümenin kaynağı- olarak kuramsal bilgiyi öne çıkarır. Bell, daha sonraki yazılarında kuramsal bilgiyi daha keskin bir şekilde enformasyon teknolojisinin gelişimiyle ve bu teknolojinin toplumun her sektörüne uygulanma potansiyeliyle özdeşleştirmeye başladı. Şimdi yeni toplum, enformasyonu edinme, işlemden geçirme ve dağıtma konusundaki yeni metotlarıyla tanımlanmakta ve adlandırılmaktadır. Bell şimdi, bunun modern toplumun devrimci bir dönüşüme varacağından, daha önceki çözümlemelerinde olduğu denli emindir.”

Herbert I. Schiller’in eleştirisi ise enformasyon toplumu kavramının arkasında işleyen serbest piyasa sistemine yönelik oluyor:

“Schiller’e göre enformasyon toplumu olarak nitelenen olgu, aslında serbest piyasa sisteminin tükenmek bilmeyen yeni arayışlar isteğinin yapısal dönüşümlere yol açmasından başka bir şey değildir. İleri sanayi ülkelerinde mevcut olan endüstriyel temel üzerine bir de enformasyon boyutunun eklenmiş olmasının yeni bir toplumsal aşamayı oluşturmadığına, bu durumun olsa olsa serbest piyasa sisteminin gelişmesinin bir sonucu olduğuna dikkat çekerek, liberal görüşü eleştirmiştir.”39

Enformasyon çağı bağlamında ele aldığım kavramsal çerçeve, tez çalışmamın beşinci bölümünde odaklanacağım enformasyon sistemlerinin ve içinde bulunduğumuz dönemin ekonomik ve tarihsel arka planını oluşturmaktadır. Enformasyon çağı sonuçları üzerine bir problematik geliştirmek yerine, yaygınlaşan kitle iletişim kanallarında akışlar halinde bulunan imajlara yönelik bir çalışmayı daha uygun görüyorum. Enformasyon çağı kuramlarına doğrultulmuş eleştirileri, enformasyon sistemlerinin denetim ve sunum pratiklerine çekerek hem bir süreci ele almayı, hem de enformasyonu imajinatik bir veri olarak düşünüp, bu verinin dönüştürülmesi bağlamında düşünme planları ortaya çıkarmayı istiyorum. Kitle iletişim kanallarında enformasyon olarak iletilen imajlar üzerinden sosyal deneyim alanlarının nasıl kaybedildiğine ve yaratıldığına dair tespitler, bu düşünme planını kültürel dönüşüm pratikleri ile ilişkilendirecektir.

İMGE ÜRETİMİ

İmgenin Kurulumu, Algı ve Özne

İmgenin kurulumunu sanatın kökenine doğru bir araştırmayla ele almak yerine, görünüme dahil olma ve görme sürecinde inceleyerek; görsel olanı, algıyla ve özneyle çeşitli ilişkiler içinde ortaya koyabiliriz.

“ALGI. (Os.İdrak, Şuur, Teferrüs; Fr.Perception, Al.Perception, Wahrnehmung, Empfindung, Erfassung, İng.Perception, İt.Percepzione) Nesnel dünyayı duyular yoluyla öznel bilince aktarma. Algı, dış dünyanın duyular yolu ile gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Nesneler duyu örgenlerini etkiler. Bu etki bilince aktarılır. Ne var ki algı, arı duyumlardan ansal bir işlevi gerektirmesiyle ayrılır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi ansal bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken eski algılardan gerekli olanlarda çağrışım yoluyla eklendikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşırlar. Algı, gerçek anlamda, öznenin kendisi dışında olanı alması demektir. Bununla birlikte ruhbilimciler ruhsal edimlerle ilgili olarak, dış algı’ya karşı bir de iç algı’nın sözünü ederler.”

Bedenimizin dışında kalan şey ile onu algılayan biz, nasıl ilişkiler içindeyizdir? Algı kapsamımızın dışında olan ve algı perilerimize giren nesne, dolayısıyla görsel, beynimizde görüntüye dönüşmeden önce nedir? Görselliğin kendi varlığının öznenin algısında nasıl belirdiği, veya öznenin algısının maddeye göre nasıl biçimlendiği, veya bir karşıtlaştırma yerine madde- görüntü -özne’nin birbiriyle devinen (ve bir öz olmadan) etkileşiminin nasıl tasavvur edildiğini araştırarak, bu çalışma bağlamında özneye ait süreci araştıracağım. Batı felsefesine egemen olmuş olan düşün pratiği, özne ve nesne arasında yapılan keskin ayrım sonucu yaratılan ikilik içinde sürmüştür. Sadece özneye bağımlı ve nesneye bağımlı bir anlamlandırma etkinliği temelinde şekillenen görüşler, algının ve dolayısıyla bedenin düşünülmesini bir yere kadar dışarıda bırakmıştır. Algı sürecini, öznenin beden olarak da içinde olduğu bir oluşum, etkileşim ve geçişim üzerinden incelemeden önce, yukarıda bahsetmiş olduğum düşünsel birikimleri inceleyeceğim. Çünkü; kendi dışında olanın karşısında, imgeyi kuran öznenin deneyim süreci, imge ve madde ile bulunduğu etkileşimlerin farklılığı, algı süreçlerinin farklılığını da ortaya koyacaktır.

Öznenin, görsellik ve imge ile olan ilişkisi bağlamında geliştirilecek bir sorunsal, madde ve özne arasında ki sorunsallarla paralellik taşıyabilir;

“Bu suretle birçok çağdaş yazar bir Öteki’ye göndermede bulunan Görüntü/İmge ile kendisinden başka hiçbir şeye göndermede bulunmayan Görsel’i karşıtlaştırmaktadır.

Bu basit akıl yürütme daha şimdiden bir soruya meydan vermektedir. Aynı’nın Öteki’nin karşıtı olduğunu anlamak kolay ama böylelikle gündeme getirilen Öteki’nin ne olduğunu anlamak o kadar kolay değil.(...)”

Algılama aynı zamanda bir anlamlandırma süreciyse öznenin, madde / nesne ile olan ilişkisi bağlamında algılamanın ne şekilde gerçekleştiği sorunsalı, bilinç ve gerçekliğin ele alındığı görüşleri farklılaştırmıştır.

"Gerçekliği sadece bizim duyarsızlığımızın dışında, kendi başına var olan bir dış dünyaya indirgememeliyiz. Bizim duyarlılığımızın dışında kendi başına var olan şey maddedir. Oysa gerçeklik, insanın yaşantı ve anlayış yeteneğiyle katılabileceği sayısız ilişkileri kapsar. (...) Bu gerçekliği çok az sanatçının bireysel ve toplumsal görüşü belirler. Gerçekliğin bütünü özne ve nesne arasındaki bütün ilişkilerin toplamıdır; (...) Yalnız olayları değil, bireysel yaşantıların, düşlerin, sezgilerin, heyecanların, hayallerin toplamıdır".

Rene Descartes, madde ve ruhsal dünyanın kesin ayrımını yaparken iki ayrı tözün varlığını kabul ederek kartezyen bir felsefe kurmuştur. Felsefenin ilk ilkesi olarak kabul ettiği “Düşünüyorum, öyleyse varım / cogito ergo sum” ile ‘Ben’i, içselliğe bağlı bir düşünüm faaliyetinin içine yerleştirir.

“Öte yandan, eğer düşünmeye bir kez son vermiş olsaydım, imgelemiş olduklarımın tüm geri kalanı gerçekten varolmuş olsalardı bile, kendimin varolduğuna inanmak için hiçbir nedenim kalmazdı. Bundan benim bütün özü ya da doğası yalnızca düşünmek olan bir töz olduğumu, ve varlığım için herhangi bir yere gerek olmadığını, ne de hiçbir özdeksel şeye bağımlı olmadığımı anladım.”

Descartes, bedenini de kendi dışında var olan maddesellik gibi eksiklik içinde görüyor ve Tanrı kanıtı için doğa yerine, bir tamlığın uzantısı olan düşünceden hareket edip, düşünceyi ruhun Tanrı ile karşılaşma alanı olarak algılıyor.

“(...) benim kendimin olmuş olduğundan daha eksiksiz bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmaya karar verdim; ve açıkça anladım ki bu düşünce gerçekte daha eksiksiz bir doğadan geliyor olmalıydı. Gökyüzü, yeryüzü, ışık, sıcaklık ve binlercesi gibi dışımdaki bir çok başka şeyin düşüncelerine gelince, bunların nerden geldiklerini anlama konusunda fazla güçlük çekmedim, çünkü, onlarda onları bana üstün kılıyor görünen hiçbir şey olmadığını görünce, eğer gerçek olsalardı, doğamın belli bir eksiksizliğinin olması ölçüsünde ona bağımlı olduklarına, ve eğer gerçek olmasalardı, onları yokluktan elde etmiş olduğuma, başka bir deyişle, bendeki bir eksiklikten ötürü bende olduklarına inanabilirdim. Ama bu benim kendi varlığımdan daha eksiksiz bir Varlığın ideası için doğru olmazdı, çünkü onu yokluktan kazanmak açıkça olanaksızdı; ve daha eksiksiz olanın daha eksik olandan doğması ve ona bağımlı olması birşeyin hiçbirşeyden gelmesinden daha az çelişkili olmadığı için, onu kendimden elde etmiş olmam da eşit ölçüde olanaksızdı.”

Anlaksal doğayı cisimsel doğadan ayıran ve özneyi aşkın bir kavram’a doğru düşünme etkinliği sınırları içinde ele alan Descartes, madde ve bilincin arasındaki mesafenin bu aşkın bir kavram olan Tanrı’ya bağımlı olmasını, dolayısıyla bu mesafe içinde var olan imgelerin ve duyularımızın, us kullanılmadan özne ile töz arasındaki mesafede yetersiz kalacağını yazar:

“Ve bana öyle görünüyor ki, Tanrı ve ruhu kavrayabilmek için imgelemlerinden yararlanmayı isteyenler, sanki sesleri işitmek ya da kokuları koklamak için gözlerinden yararlanmayı isteyenler gibi davranırlar: ama aslında şu ayrım ile ki, görme duyusu bize nesnelerin gerçekliği konusunda ancak koklama ya da işitme duyularının verdikleri denli güvence verirken, öte yandan anlağımız araya girmedikçe ne imgelemimiz ne de duyularımız bize hiçbir zaman herhangi bir şey konusunda inanca veremezler.”

Immanuel Kant, özneyi toplumsal (akıl)ve toplum dışı (doğal) olma yönelimiyle dual bir varlık olarak ele alıyor. Toplumsal özneyi aklın doğrultusunda bir ahlâk yasası tasarımıyla doğadan ayırmıştır. Bu ayırma onun tinselliğini oluşturur. “Tinsel alan (yani kültür), insanların kendilerine koydukları ve bağlandıkları kural, değer, inanç gibi şeylere bağlı eylemleriyle belirlenir ve kurulur.” Tinsel olan akılsal olandır ve öznenin hem içinde olan

doğa’ya (içgüdü) hem de nesne’ye karşı mesafesini belirtir. Ama burada doğa ve tin arasında bir karşıtlık yaratmak yerine ikisinin gerçekliğinin bir ayrımını yapar. “Doğal gerçeklik Kant tarafından nesnelerin varoluşu olarak tanımlanır. Tinsel gerçeklik ise doğa yanında, ondan daha farklı, hatta doğa- dışı bir gerçekliktir. Kant, ahlâk felsefesinin temelini insana dayandırmış ve insanı hayvandan ayıran en önemli farkı, insanda hayvansal güdü ile aklın birbirinden ayrılmış olmasında bulmuştur.” Bu ayrımsama insanın özgür eylemini (seçim) gerçekleştirmeyi mümkün kılar ve insanın da tabii olduğu doğanın, kendi yasaları vardır. Bilginin kaynağında ki “Duyarlık ve Anlama yetisi” doğa’nın kendi yasalarına tabiidir. “Çünkü anlama yetisi bu yasalara bağlı olmadan düşünme işlevi yerine getirilemez. Oysa anlama yetisi, düşünme işlemlerinin kaynağını oluşturmaktadır. Kant, insanda görünüş alanına ait bütün olup bitenlere, insanın doğal varlık yanı (homo phaenomenon) adını verir; duyular, algı, duyu yaşamı, eğilimler, duygu yaşamı, kısa görünüşten ibaret olan psychique varlık, doğal varlık alanına aittir.” Yeniden, algılamayı bir anlamlandırma süreci olarak aldığımız da; öznenin, madde / nesne ile olan ilişkisi bağlamında Kant, zihnin belirleyiciliğine vurgu yaparken özneyi nesne karşısında aktif bir durumda düşünür ve nesnelerin algılanabilmesini insanın akılsallığı içinde görür. Nesne, aklın önünde edilgindir ve güzellik yargısını yansıtırken özneler arası bir yapı içinde işlevlik görür. “Güzel”, öznenin duygusu ile bağlantılıdır; nesnenin bağımsız bir özelliği değildir. Yani “ahlâkın, hakikatin ve anlamın merkezine yerleştirilen” felsefi özne, akılsal donanımıyla duyusallığın ötesinde, doğanın kendinde bir görüngüler toplamı olduğunu bilir ve ahlâksal tasarımlarda bulunur, ve özne ile madde arasında ki ilişkiyi toplumsallaştırır;

“İnsanda, yeryüzünde tek akıl sahibi yaratık olarak aklın kullanımına yönelen doğal yetenekler, tam olarak bireyde değil, ancak türde gelişebilirler. Bir yaratıkta akıl o yaratığın, kendisindeki çeşitli güçleri kullanırken izlediği kuralları ve niyetleri doğal içgüdünün sınırlarının çok ötesine uzatmasını sağlayan bir yetenektir ve aklın tasarılarının ufku sınırsızdır. Fakat aklın kendisi içgüdüsel işlemez, çünkü onun bir bakış aşamasından diğerine adım adım ilerlemesi bir çaba, deneme ve öğrenim gerektirir.(...)”

Hegel, öznenin kendisinin sınırının -dışının farkına varmasını (öz-bilinç kazanmasını) bilinç ile olabileceğini ama varoluşun kendisinin, kendi dışındaki dünyada gerçekleştiğini düşünür. İnsan varoluşu, doğa ile birlikte diğer özneler ile de bir etkileşim içindedir. “İstek”, “ben” kavramını bilince ulaştırır (öz-bilinç) ve nesne üzerindeki etkinliğiyle, dışında yer alan gerçekliği kendi gerçekliğine dönüştürür. Doğada güzellik (nesne), öznenin etkisiyle (sanatsal nesne olarak) aşılır. Sanat eserinin içerik ve biçimine gömülü olan güzellik, öznenin beğeni ve yargılarından yeniden bağımsızlaşır; bilince nesneler ile sunulur ve bilinç eksiksiz olana doğru ilerler. Bu bağlamda “güzel” kavramı; akılsallığın (hakikatin), algı alanına girmesi demektir ve bir güzellik olarak idea (varlıkta içkin olan akılsallık) dolaysızdır.

Hegel bilince sunulan güzel’i şöyle tanımlar:

“Dışsal varoluşu içerisinde hakikat bilince dolaysız olarak sunulduğunda ve kavram kendi dışsal görünüşüyle dolaysız olarak birlik içinde bulunduğunda; idea yalnızca hakiki değil, ama aynı zamanda güzeldir. Dolayısıyla güzel, ideanın duyusal görünüşe çıkması olarak tanımlanır.”

Sanat eserinin, “güzel” yöntemiyle akılsallığı (hakikati - tini) görünümün içine sokmasıyla insan etkinliği, sadece tinin bir yansıması olan “doğada güzel” olanı (nesneyi) aşar:

“Çünkü doğada değil, fakat ancak sanatta, ilk defa dışsal bir duyu nesnesi kendisini tin olarak görünüşe çıkarmaktadır. Tin sanatta ilk defa, öz- bilinçli olarak kendi kendisi ile karşılaşmaktadır. O, kendi öz-etkinliğinin ürününde kendisini tanır ve kendi kendisini belirleyen olarak özgür olduğunu bilir. Bu bakımdan güzel, düşünen olarak özgür olan insanın bu özgürlüğünün bir ifadesi olacaksa eğer; o sadece doğada bulunan bir şey olmaktan çok, insan tarafından özgürce yaratılmış olmalıdır. İnsan zihni önüne güzeli getirmek için insan tarafından yaratılmış olan nesneler sanat eserleridir.”

“Öz-bilinçler arası ilişki, tıpkı cogito ile dış dünya arasındaki ilişki” gibidir. Dolayısıyla insanın birbiri ve dünya ile ilişkisinin temelinde öz bir bilinç vardır, deneyim başka türlü kavranamaz. Descartes’in “ontolojik öznesine” ve Kant’ın nesne karşısında etkin ama daha çok “epistemolojik öznesine” karşın Hegel’in dünya ile bütün olarak tasarlanan öznesi bir öz-bilince sahiptir. “Bilinçdışından eksiksiz kendinin-bilgisine doğru ilerleyen yolculuğunda tin (akıl), salt görüsel (algısal) olan ve dışsal, duyusal gerçekliğe bağlı olan bir bilinç biçimi ile başlamak zorundadır ve bu da sanatın alanıdır. Fakat sanatın tikel duyusal görülere bağımlı olması, Hegel'e göre, henüz nesnenin kavramı aracılığıyla kendisine erişemediğini gösterir. Bu yüzden, tinin duyusal- olmayan kendini-bilme yolları, kendini kendine sunma tarzları da olmalıdır ve bunlar din ve felsefedir. Tin kendi hakikatini, ideayı, sanatta duyusal biçim içinde, dinde imgesel tasarım içinde ve felsefede kavramsal düşünce içinde kendisine sunar.” Bu bağlamda “fenomenolojik açıdan, bilinç açısından özne, nesneden ayrı bir şeydir.”

Özne’yi tarihsel bir konuma kaydıran Engels, Anti Dühring’in ikinci baskısına yazdığı “önsöz”de, Doğanın Diyalektiğini yazma amacını şöyle anlatır:

“Matematik ve doğabilimlerinde bu yinelemeyi yaparken, benim için söz konusu olan şey, doğada, sayısız değişikliklerin karışıklığı arasından, tarihte de olayların görünürdeki olumsallığını düzenleyen aynı hareket yasalarının; insan düşüncesi tarafından gerçekleştirilen evrim tarihinde iletken bir zincir oluşturarak, yavaş yavaş düşünen insanların bilinç alanına giren aynı yasaların: Hegel’in ilk kez olarak geniş bir tarzda, ama mistikleştirilmiş bir biçim altında geliştirdiği, ve bizim, öbür özlemlerimiz arasında, bu mistik zarftan ekip çıkarmak, ve bütün basitlikleri, bütün gelenekleri ile bilinç alanına sokmak istediğimiz yasaların, doğada kendilerini kabul ettiklerinden -bütünde hiçbir kuşkum olmadığına göre-ayrıntıda emin olmaktı. ...”

Tarihsel özne’yi bilinçle birlikte, doğanın ortaya koyduğu yasalara bağlı bir pratik içinde düşünen Engels, bilincin insanı doğadan farklılaştırarak tarihi oluşturduğunu düşünür:

“Ayrı pratik yararlıktaki etkinlikler için gerekli koşulların bilinci doğdu, sonra da iyi durumdaki topluluklarda ve bu bilinçlilikten hareketle, onlara egemen doğa yasalarını kavrayış gerçekleşti.”

Bilinç, yani zihnin diyalektiği dünyanın, doğanın ve tarihin hareket biçimlerinin aynı zamanda yansımasıdır.58 Öznel düşüncenin ve nesnel dünyanın aynı yasalara tabii olması her ikisini birbiri içinde görerek, deneyimlerin sonuçlarının çelişmeyeceği kabulü vardır. Tarihsel öznenin elde ettiği bilgi, diğer canlılara oranla eksik olan algı farkını kapatır. Yani öznenin algısı, düşünce etkinliği içinde üretilen bilgiyle tarihsel bir alanda yerini bulur. İmge de düşünce etkinliği sonucu tarihsel bir bağlamdadır.

“Biliş. Karıncaların gözleri bizimkinden değişiktir; onlar kimyasal (?) ışınları görürler (Nature, 8 Haziran 1882, Lubbock), ama bize görünmeyen bu ışınlar konusunda sahip olunan bilgiye gelince, karıncalardan oldukça ileriyizdir. Karıncaların bizim göremediğimiz şeyleri gördüklerini tanıtlayabilmemiz gerçeği, ve bu tanıtın yalnızca bizim gözlerimizin algılarına dayanması, insan gözünün kendine özgü yapısının insanın bilişine asla mutlak bir sınır koymadığını gösterir.

Gözlerimize ek olarak yalnızca diğer duyularımız değil, aynı zamanda düşünce etkinliğimiz de vardır.(...)”

Heidegger’e baktığımızda nesne ve özne arasındaki keskin ayrımı yapan Batı felsefesine egemen düşünme tarzından ayrı olarak, asıl düşünülmesi gerek olduğunu söylediği Varlığı incelediğini görüyoruz. Varlığı, akılcı ve bilimci düşünme tarzından farklı biçimde sabit bir kavram olarak incelemez; Varlık’ı tarihsel olarak değişebilen bir anlamlar çokluğu içinde gösterir. Dasein (orada-olan) kavramı ile, insanın varoluş anlamını tarihselliği içinde sorunsallaştırır. Buradaki temel sorunsal insandan öte varoluştur ve Dasein ile ifade edilir. “Dasein kendini anlar; yani o kendi varoluşu içinde olmayı anlar. Kendini anlayan Dasein, böylece ön-ontolojik olarak diğer varolanların varlığını da anlar.” Dasein, sadece duyulmayıp tasarlayan özne değil, heyecansal, iradi ve arzulayıcı yönelimiyle etkin bir ekzistenstir. Dasein, Varlıkla kurduğu bu çokluk ilişkisi içinde bilişselliğe indirgenemeyecek sürekli bir oluş içindedir.

Heidegger’in Dasein ile ilişkide bulunan öznesi, tarihselliği içindeki varlığını gerçekleştirirken nesneleri anlamlandırmak yerine onları kullanarak, sürekli bir anlama hali içinde bulunuyor. Anlamlar çokluğu içindeki bu etkin varoluş zamansal bir uzay içindedir ve sonludur (ölüm). Heidegger’de Tanrı kavramının olmayışı, Descartes ve Kant’ta olduğu gibi özneyi bir idea fikrine taşımaz. Öznenin algısallığı etkin bir anlama sürecidir.

Öznenin anlama süreci boyunca karşılaştığı şeyler, oluşturdukları özel dünyaları içindedir. Öznenin geliştirdiği kanaatler (doxa), hedefe yönelik bir bilincin menfaatlerine doğrudur. Husserl, özneyi ve öznenin özel dünyasını evrensel ufka kapalı bir biçimde görür. Olasılıkların sayısının çok fazla olduğu evrensel ufuk (tek dünya) karşısında özne, dar bir ufuk (kendi dünyası) içinde menfaatine yönelik kanıt (evidence) aramaktadır. Kendi dünyası onun karar verme ve hareket olasılıklarının hareket sahasıdır. Bir bakıma Husserl, özneyi nesne karşısına koymak yerine tek dünya olarak gördüğü “kosmos” karşısına yerleştirir ama burada bir karşıtlık değil, bütüne bir kapalılık söz konusudur. Doxa, özel dünyanın pratik anlamda işe yarayacağı menfaatler ile sınırlıdır ve kapalılığı sağlar. Görünen şeyler yani fenomenler de öznenin hedefi doğrultusunda karşısına çıkar ama burada işe yaradıkları ölçüde belirdiklerinden kısıtlıdırlar ve var olabilmeleri için kanıta ihtiyaç duyarlar. Kanıt, günlük yaşamda beklentileri tatmin ederek zihniyetin yöneldiği bir olguyu biçimlendirir, aynı zamanda bu olgu kanıt olarak kullanılır yani kökenseldir. “Dünyada karşılaştıklarımızla alakalı bilincimiz, kanıtsallığa yönelik kapsamlı bir bağlamın etkisi altındadır”; özne bu kanıtları referans alır ve hedefe yönelik bir oluş gerçekleştirir. Husserl’in “doxa-eleştirel” yöntemi (fenomenoloji) ise, çıkar amaçlı olmayan bir arayışın yöntemidir. Olguların farklı görünme olasılıklarını yakalayabilmek için (bayağı görünümleri içinde), çıkar amaçlı kanıt arama işlemini kullanmadan görme alanını genişleten bu yöntem, bütün fenomenlere ve kosmos denilen bütüne açıktır. “ Ancak bu arada Olgusalcı Filizof, kaçınılmaz olarak tuhaf bir deneyimden geçer. Dünyada günlük olarak karşılaştığımız her şey, eşit olarak çıkar karşımıza. Yani görünme olasılıklarının çeşitliliği ve değişimi içinde, aynı biçimi muhafaza eder. Husserl’in bu konudaki standart örneği, optik olarak algıladığımız nesnedir. Bu nesne bize çeşitli bakış açıları ve görünümler halinde sunar kendisini. Örneğin caddedeki bir insan, bir evi bahçedeki bir kişiden daha farklı algılar. Ama ev, özellikle görünüm tarzlarındaki akıcılık içinde, aynı kalır. Bu şekilde dünyadaki her görünüm, her durum, kendi görünüm tarzları tayfı içinde özdeş bir kutup olarak çıkar karşımıza. Bu anlamda -ve sadece bu anlamda Husserl görünümlere nesne adını vermektedir.” Yani nesnelerin sahip oldukları farklı görünümlerinden sadece biriyle ilişkiye geçeriz. İlişkiye geçtiğimiz görünüm, amaçlarımız içinde yer alan nesnenin bu kapsamdaki görünümüdür yani araçsaldır; özneye yönelik, görünüm fırsatlıdırlar (occasionel) ve sadece bu şekilde özneye göre varolurlar. Özel dünyalar, görünüm tarzlarının yönlendirmesiyle oluşurken nesne ve bilinç birbirine yöneliktir. Ama nesnelerin farklı görünümleri hiç bir şeye bağımlı olmadan varolmaya devam eder (nesnel varlık) ve burada nesnelliklerinin teminatı olan bir transandans (görünüm fırsatlılığının aşılması) söz konusudur. Husserl, transandantal olguculuğun nesnelerle birlikte onları algılayışımızın ve nesnelerin görünme biçimlerinin ele alınması gerektiğini söyler. Bu anlamda özel dünya menfaatlerine kanıt arayan ve nesneyi “techne” içinde bilişe indirgeyen iradenin durdurulmasını (epoche) önerir. Doğal bilincin ötesine geçmek bizi kosmosa açık bir şekilde konumlandıracaktır. Çünkü dünya, hedefe yönelik bilinç için nesneleri barındıran bir bağlamdır ama bu şekilde evrensel yöneliş gerçekleşemez ve evrensel ufuk dolayısıyla evrensel yöneliş unutulur. Evrensel yöneliş bütün menfaatlere açıktır ama unutulunca, tek dünya, kimlik menfaatlerimiz (teche) doğrultusunda nesnelleşir ve özelliğini yitirir ( felsefi-düşünme tarzına eleştiri). “Her teche’nin dayandığı orijinal zihniyet, görünüm fırsatlılığına dayanır ve ilgili özne-göreceli görünüşlerde meydana gelir. Bu görünüşlerin görünüm fırsatlılığında, ufukların yönlendirişleri söz sahibi olurlar. Dolayısıyla dünyaya ilişkin ufuk özelliğinin unutulmasıyla birlikte, söz konusu özne- göreceli görünüşün bilinci de kaybolur. Bu kayıp Modern Çağdaki nesnelliğin aşırı gelişimini vurgular (,..)”

Husserl’in bilim dallarına yönelik eleştirisi, nesneyi görünüm bağlamında sorunsallaştırıp, özne-nesne karşıtlığı ilişkisinden kurtarması, algıyı evrensel ufuk olarak gördüğü dünya ile baş başa bırakma çabası, nesnenin görünüme görünüm çeşitlilikleriyle dahil etmesi; imgeye yaklaşımımızı özgürleştirmesi anlamında fark yaratan bir dönemeçtir.

Gözlerin işi bitti, şimdi

gidip yürek - gücünle hallet

içinde hapsolmuş imajları;

azdıran sensin onları:

ama hâlâ ne olduklarını bilmiyorsun.

Bergson’da ben’in içe dönük yönelimi, süre kavramıyla ben kavramının özdeşliği üzerine kurulur. Tin ve gövde ikiliğinden öte, ben kavramı insanı biçimlendiren bir varlıktır. Anlak (zekâ, intellect); us, mantık ve bilim gibi katları oluşturur ve nedensellik ilkesine bağlıdır ama “bilinç” sürekli bir oluş içindedir. Bu oluş süredir (le duree) ve sezgisine varılan süre ben’den başka bir şey değildir. İnsan kendini, bilinç değişimlerinin etkisinde aralıklı olarak şimdiki zamanda sezer; geçmiş şimdiki zamana yönelimlidir ve “kendime her yönelim parçalı bir dokunuşmadır.” Geçmişi, şimdiki zamanda duyumsatan bellek (memoire), kesintisiz bir akış içindedir ve kesintisizlik (süre) içinde olmakta olan değişimler; bir durumdan diğerine bir geçiş değil, yaratıcı bir atılımdır: elan vital.

“(...) hayatın şekilden şekle, neviden neve* geçişi ne zekâ, ne ilim, ne de mantıkla keşif ve tâyin olunamaz. Bergson İçten geçen ve yaratılan bu cereyana Hayat hamlesi (Elan vital) diyor. Feylosofa göre hayat hamlesi soyut bir kavram, veya farazi bir cevher değil, bir realitedir.”

Elan vital, oluş’u yani süreyi gerektirir çünkü akış içinde kendini yaratır ve bunu sağlayan bellek, anıların imgeleriyle ilişkilidir.* Belleğin bu bağlamda ilişik olduğu yaşam, sezginin de (intuition) kaynağıdır. Sezgi yaşama (içe) dönüktür; süreyi kavrar. Anlak ise beden ile madde arasındaki ilişkiyi koordinatlandırır yani dışa dönüktür ve süreyi kavrayamaz. Bergson, “Descartes’ın maddeyi geometrik uzamla karşılaştırırken onu bizim çok uzağımıza koyduğuna elbette kuşku yoktur” demesi, anlağın maddeyi ve yaşamı, ayırt etme özelliği dışında bir bütünlük içinde kavramadaki yetersizliğine vurgu yapar. Bergson’da sezgiciliğin işlevi buradadır; “anlak görünümlerin bilgisiyle sınırlıyken”, sezgi, geniş anlamda bir görmedir; hakikatin bilgisini sağlar, akışı /süreyi duyumsar ve bu akışla bellek ortaya çıkar ve bilinci oluşturur. Bir anlamda bilinç, bellektir; gerçeğe devingenlik içinde sezgisel olarak yaklaşır çünkü kendisi de bu devingenliğin içindedir ve yaşamsal atılım (elan vital) ile sürekli halde oluşur. Elan vital sezgi yoluyla yaşama (içe) dönük, kişisel bir özgürleşmedir:

“Kişisel girişim bir yanılsama değildir; insan koca bir makinede çaresiz bir dişli de değildir; elan vital kendisini tinsel yaşamda, toplumsal süreçte ve bireysel eylemde olduğu gibi doğada da gösterir. Yaşam yaratıcıdır ve bütün gerçeklik verili bir anda yalnızca sıradan sezgisi ve şairin esini olan yaratıcı anlıkla anlaşılabilir. Sezgi gelişmemiş hayvanların içgüdüsünden türer ve bütün yaşamı yönlendiren taklit gücünü bize verir. Bu, görme karşısında dokunma gibi, anlığa göre uzaktan bilgidir.”

Bergson, maddeyi maddeye dair sahip olduğumuz bir tasarıma indirgemenin yanlış olduğunu söylerken, maddenin imgeler bütünü olduğunu ve imge’den anlaşılması gereken şeyin bir tür varoluş olduğunu ve maddenin bu kavranışının sağduyuya /sezgiye özgü olduğunu belirtir.

“İmgelem, geleceğin dünyasını ya yükseklere çıkarır ya derinliklere yerleştirir, ya da bağıntılı olarak bir ruhgöçüne sürükler. Uzayda yolculukların düşünü kurarız -oysa uzay, bizim içimizde değil mi? Ruhumuzun derinliklerini tanımıyoruz- Gizemli olan, yolunu iç dünyamıza doğru sürdürmekte. Sonsuzluk, bütün dünyalarıyla, geçmişle ve gelecekle, sadece içimizdedir, başka hiçbir yerde değildir.”

Nesne, sağduyu açısından kavranabilirken, kendi başına mevcut imgesel bir varoluş içindedir. Bu varoluşa bir imge olarak bedende tabiidir. Artık nesne ve özne arasındaki ilişkiye bedenin kendisinde bir fenomen olarak sokulması (etkileşim içerisinde) önemlidir. Bergson, bedenin bu bütüne dahilliği anlamında imgesel bir tasarımın mümkün olamayacağını, çünkü algının da imgeler bütünü içinde yer aldığını yani bir imge olduğunu söyler.

“(...) bedenim, özel olarak sinir sistemim nasıl olup da benim evren tasarımımın tümünü ya da bir bölümünü doğurur? İster bedenimin madde olduğunu söyleyin, ister imge olduğunu, kelimenin pek önemi yoktur. Eğer maddeyse, maddi dünyanın parçasıdır ve sonuç olarak maddi dünya onun etrafında ve onun dışında varlığını sürdürür. Eğer imgeyse, bu imge ancak içine konabilecek bir şeyi verebilir ve hipotez gereği eğer yalnızca benim bedenimin imgesiyse, tüm evrenin imgesini bu bedenden çıkarıp almayı istemek saçma olur. Nesneleri harekete geçirmeye yönelik nesne olan bedenim, demek ki bir eylem merkezidir; bir tasarım doğurmayı başaramaz.”

Buradaki tasarımsızlık, bedeni madde karşısında edilgen kılan bir edimsizlik değildir. Tasarım, bedenin hareketliği sayesinde maddeyi etkileyen “yansımadan” doğar. Yani imgenin tek başına bırakılması tasarıma dönüşür: “tasarım tam buradadır, ama daima gücüldür; tam eyleme geçeceği anda, varlığını sürdürme ve başka bir şey halini alıp yitip gitme zorunluluğu onu etkisizleştirmiştir. Bu dönüşümü sağlamak için gereken şey, nesneyi aydınlatmak değil, tersine nesnenin bazı yanlarını karartmak, en büyük bölümünü küçültmektir; tıpkı çökeltinin, bir şey gibi çevrenin içine oturtulmuş kalması yerine, bir tablo gibi çevreden kopması tarzında.”

Eylem bizim özgürlüğümüzdür. Tasarımlarımız bu özgürlüğümüz /hareketimiz karşısındaki yansımalardan doğar. Tek başına bırakılmış maddeler ise algı halini alırlar. Bu algı bizim bilincimize göre eksiksizdir çünkü maddi dünyanın her noktasından eylemleri derleyip aktarabilir, fakat bilincimiz dünyanın sadece bir kısmına erişebilir. Bu erişim bir tercih, seçme eylemidir ve bilinç burada kendini gösterir yani bilinç, olası bir eylem anlamına gelir; var olana hiçbir şey eklemeden, imgenin belirginleşmesini ve gücül eylemin kalmasını sağlar. Bedenin hareketi, bilinçte oluşan ve maddeye yansıyan bir imgenin olmadığını ifade eder. Bergson sanrı ve düş gibi durumları örnek verirken burada belleğin oynadığı birincil rolü vurgular ve imgenin varolabilmesi için dışsal nesneyle en az bir kere etkileşime geçilmiş olmasını belirtir.

Elan vital bağlamında bir değerlendirme yaparsak; beden (bilinç), bir hareketlilik, oluş içindedir. Bedeni çevreleyen maddeyle etkileşimde bulunur ve maddeler bedenin kendileri üzerindeki etkilerini yansıtırlar:

“Aslında, dışsal nesnelerin boyutunun, biçiminin, hatta renginin bile bedenimin onlara yaklaşıp uzaklaşmasına bağlı olarak değiştiğini; kokuların gücünün, seslerin yoğunluğunun mesafeyle birlikte çoğalıp azaldığını; ve son olarak da, bu mesafenin, özellikle, benim bedenimin dolaysız eylemine karşı çevredeki bedenlerin bir anlamda kendilerini güvenceye alma önlemi olduğunu gözlüyorum.”78

Bedenin nesnelere yaklaşıp uzaklaşmasıyla beliren mesafe, nesnelerin farklı görünümlerini barındırır. Gördüklerimiz bizim bedensel etkimizin yansımasıdır ve bu maddenin/ imgenin bilinçten her zaman bağımsız kalan, kendinde bir görünümün ifadesidir. M. Ponty, “madde formuyla yüklüdür” derken, form ve madde arasındaki klasik ayrımı algıya uygulayamayacağımızı, algılayan özneyi de duyusal maddeyi yorumlayan, açığa çıkaran düzenleyici bir bilinç olarak kavrayamayacağımızı söyler.

Bergson ve Ponty’de birbiriyle paralel giden bir görüş vardır; hareketin etkisi ve görünümün kendinde mevcut hali. Algı bu etkileşim içinde oluşur; sadece beynin moleküler hareketlerine bağlılık yerine molekülerle birlikte maddi dünyanın geri kalanına bağlı kalarak değişir. “İşte dışsal imgeler” der Bergson, “sonra bedenim, son olarak da benim bedenimin çevredeki imgelere getirdiği değişimler. Dışsal imgelerin bedenim olarak adlandırdığım imgeyi nasıl etkilediğini gayet iyi görüyorum: ona hareketi aktarıyorlar. Ayrıca bu bedenin dışsal imgeleri nasıl etkilediğini de görüyorum: hareketi onlara iade ediyor. Demek ki benim bedenim maddi dünyanın bütünü içinde diğer imgeler gibi hareket eden, hareketi alıp veren bir imgedir.” Husserl’in evrensel ufuk (kosmos) karşısına yerleştirerek, farklı görünümler için bir geçiş sentezi yaratmaya çalıştığı özne yerine, kosmosun içinde olan bir özne tanımı! Bu tanım bize ileride, imgeyi yakalamaya ve etkileşimi bilince aktarmaya yönelik, bedenin dolayısıyla algının dahil olduğu bilinç farklılıklarıyla oluşan vizyon deneyimlerinin alanını açacak. Ama önce bedenin maddeyle olan etkileşimini ve beden üzerine vurguyu, Ponty’nin bir konferans konuşmasından alacağım bölümle somutlaştırıyorum:

“Algıladığımız nesnelerin birini, bu nesnenin göremediğimiz bir yanını ya da şu anda görüş alanımızda yer almayan bir nesneyi; arkamızda, Amerika’da veya çok uzaklarda olup biten bir şeyi incelediğimizde, mevcut olmayan şeylerin ya da mevcut olan şeylerin görünür olmayan parçalarının varoluşunu nasıl betimlememiz gerekecek?

Psikologların sıklıkla yaptığı gibi bu lambanın görünmeyen yüzlerini canlandırdığımı mı söyleyeceğiz? Şayet nesnenin görünmeyen bu yüzlerinin tasarlandığını söylersen, onların fiilen varolan şeyler olarak kavranmadıklarını kastetmiş olurum, çünkü tasarlanan şey önümüzde olmadığından onu edimsel olarak algılamam. Yalnızca olasılıklar vardır. Oysa bu lambanın imgesel olmayan ancak gördüğümün arkasında yer alan yüzlerinin (ki görmek için yerimi biraz değiştirmem yetecektir) tasarlandığını söyleyemem. Bu görünmeyen yüzlerin, yer değiştirmem durumunda zorunlu biçimde ortaya çıkabilecek algılar olarak, nesnenin yasası gereği benim tarafımdan öngörüldüklerini mi söyleyeceğim? Örneğin geometrinin küp hakkında verdiği tanımı bilen biri olarak küpe baktığımda, onun çevresinde döndüğümde bana sunacağı algıları öngörebiliyorum. Bu varsayımda görünmeyen yüz, algımın gelişimine ait belirli bir yasanın sonucu olarak bilinecektir. Ancak algının kendisine başvurduğumda onu bu biçimde yorumlayamam. Çünkü bu çözümleme şöyle ifade edilebilir: Lambanın bir arka yüze, küpün de başka bir yüze sahip olduğu doğrudur. Oysa bu “doğrudur” ifadesi, bana geometrinin yaptığı gibi doğruluklar değil mevcudiyetler sunan algıda verilmiş şeye karşılık gelmez.

Görünmeyen yüz benim tarafımdan mevcut olarak kavranır ve ben, lambanın arka yüzünün “sorunun çözümü mevcuttur” değdim anlamda varolduğunu ileri süremem. Gizli olan yüz kendi tarzında mevcuttur. Benim yakınımdadır.

Bu yüzden nesnelerin görünmeyen taraflarının ne yalnızca olası algılar olduklarını ne de bir tür çözümlemenin ya da geometrik bir muhakemenin zorunlu sonuçları olduklarını söylemem gerekir. Nesnenin görünür yüzleri ile birlikte görünür olmayan yüzlerini de sunan, hali hazırda verili olandan edimsel olarak verili olmayana götüren bu sentez, nesnenin bütünlüğünü özgürce ortaya koyan entelektüel bir sentez değil, daha çok pratik bir sentezdir. Lambaya dokunabilirim, üstelik yalnızca bana dönük olan yüzüne değil, diğer yanına da dokunabilmem için elimi uzatmam yeterlidir.”

Beden hareketinin Bergson için önemi, evren algısını oluşturmasıdır. Ayrıcalıklı imge diye nitelediği bedeninin küçük bir hareketi, etrafındaki imgeler sistemini domino etkisi gibi etkiler. “(...) sanki bir kaleydeskobu çevirmiş gibi, her bir hareketleriyle her şey değişir. Diğer yandan, işte yine aynı imgeler; ama bu kez her biri kendiyle ilişkilidir; birbirlerini kuşkusuz etkilerler, ama sonuç daima nedenle orantılıdır: Benim evren dediğim budur.” Yani başka bir okumayla; imgelerin evren içinde değişmezken algı içinde değişmeleri hareketle mevcut olmaktadır.

Birisi ruhu mu görmek istiyordu?

Buyur gör, kendini ve çehreni.

Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas

Meseledir ve içerir ve ruhtur.

“Modern sinirbilim Whitman'ın şiirlerinin altında yatan anatomiyi daha yeni keşfediyor. Sinirbilim Whitman'ın şiirlerindeki hipotezini -hislerin bedende başladığı fikri- almış ve onu hakikate büründüren sinirleri ve beyin bölgelerini tam olarak bulmuştur. Hislerin etiyolojisi üzerine üzerine kapsamlı bir çalışma yürütmüş olan Antonio Damasio bu sürece bedensel ilmek adını vermiştir. Damasio'ya göre zihin sezdirmeden tene yaklaşır, ruh hallerimizi kaslarımızdan çalarız. Beyin metafizik hislerimizi fiziki bir şey olan bedenden çıkarmayı nasıl başarır? Damasio'ya göre "heyecanlandırıcı bir uyarılma"dan (örneğin bir ayı görmek) sonra, beyin "fiziki iç organlarda" bir değişiklik dalgasını tetikler ve beden harekete hazırlanır. Kalp hızlı hızlı atmaya başlar, atardamarlar genişler, bağırsaklar kasılır, adrenalin salgılanır. Sonra bedendeki bu değişiklikler korteks tarafından algılanır ve kortekste bunların ilk başta değişikliklere yol açan korkutucu duyumla bağlarını kurar. Sonuçta ortaya çıkan zihinsel imge -düşünce ve ten, beden ve ruh emülsiyonu- hissettiğimiz şeylerdir. Bedenin damarlarından süzülerek gelmiş bir fikirdir bu.”

Bergson ise sinir sisteminin görevini sadece uyartıları almak ve devindirici tepkileri hazırlayıp bunları verili bir uyartıya sunmak olarak görür.

“Şimdi, beni bedenim değdim bu özel imgenin dış görünüşünü benimkine benzer bedenler üzerinde inceliyorum. Uyarımları sinir merkezlerine ileten toplardamarları, sonra da merkezden çıkarak, uyarımları periferiye ileten ve bedenin bölümlerini ya da tüm bedeni harekete geçiren atardamarları fark ediyorum. Her ikisini de yapılış amacını ve yönelimini fizyolojiste ve psikoloğa soruyorum. Onların verdiği karşılık, sinir sisteminim merkezkaç hareketlerinin bedenin ya da beden bölümlerinin yer değiştirmesine yol açabileceği, merkezcil hareketlerin ya da en azından, bu hareketlerden bazılarının dış dünyanın temsilini ortaya çıkarabileceği yönünde oluyor. Peki ne düşünmek gerekir?

Toplardamarlar imgelerdir, beyin bir imgedir, duyumsal sinirlerin aktardığı ve benin içinde yayılan uyarımlar da birer imgedir. Beyinsel uyarım olarak adlandırdığım bu imgenin dışsal imgeler yaratması için, bu imgeleri şu ya da bu biçimde içermesi ve tüm maddi evrenin temsilinin bu moleküler hareket içinde içerilmiş olması gerekir. Oysa, bunun saçmalığını fark etmek için böyle bir önermeyi dile getirmek bile yeter. Maddi dünyanın bir parçası olan beyindir, yoksa maddi dünya beynin parçası değildir. Maddi dünya adını taşıyan imgelemi kaldırın, aynı zamanda beyni ve beynin parçası olan beyinsel uyarımları da ortadan kaldırmış olursunuz. Tersine, bu iki imgenin, beyin ile beyinsel uyarımın yok olduğunu varsayın; hipotez gereği yalnızca onları silmiş olursunuz; yani pek az şeyi, büyük bir tablodaki önemsiz bir ayrıntıyı.(...) beyni bütünsel bir imgenin koşulu yapmak, gerçekten de kendi kendini yalanlamak olur; çünkü beyin, hipotez gereği, bu imgenin bir bölümüdür. Demek ki ne sinirler ne sinir merkezleri evren imgesini koşullayabilir.”85

Algı, duyumsal veya devindirici merkezlerde değildir. Bedenle birlikte taşınır ve bedenin olduğu yerdedir ve bu hareket sonucu ortaya çıkan değişimlerde ve ilişkilerin karmaşıklığında belirir. Tekrarlamak gerekirse beden: “imgelerimi bağlayabileceğim bir merkezdir (...) çünkü imgeler hiç durmaksızın değişirken bedenim değişmeden kalır. İçerisi ve dışarısı ayrımı, böylece, parça ve bütün ayrımına indirgenir. Önce imgeler bütünü vardır; bu bütünün içinde ise, ilginç imgelerin yansıdığı “eylem merkezleri” bulunur; algılar böyle doğar ve eylemler böyle hazırlanır. Benim bedenim bu algıların ortasında beliren şeydir; bu eylemlerin atfedilmesi gereken varlık, benim kişiliğimdir.”86

Algının maddi dünyanın bir parçası (dışarıda) olması, bilinci bütüne karşı içsellik ve dışsallık ayrımına götürmez; “çünkü içsellik ve dışsallık yalnızca imgeler arasındaki ilişkilerdir.” Algı eyleme yöneliktir duygulanım ise eylemi içeri aktarır. Algı yok olana kadar özne sezgi yoluyla kavrayışını sürdürdükçe; eylem, yani elan vital de oluş’u sürdürecektir ve bellek sonludur.

“İşte eylemi ve yalnızca eylemi ilgilendiren şey budur. Bununla birlikte, yok olup giden şey benim algımdır. Algımın bedenimin gücül ya da olası eylemlerini, özellikle imgeler bütünü içinde, bir gölge ya da bir yansı tarzında belirttiğinden başka ne denebilir? İmdi, skapelin* yalnızca önemsiz bir değişim gerçekleştirdiği imgeler sistemi, genellikle maddi dünya olarak adlandırdığım şeydir; diğer yandan, yok olup giden şey ise maddeyi “benim algılayışım”dır. Buradan geçici olarak şu iki tanım çıkar: İmgeler bütününü madde olarak adlandırıyorum ve belirli bir imgenin, yani bedenimin olası eylemine mal edilen bu aynı imgeleri maddenin algısı olarak adlandırıyorum.”

Bergson bedenin uzay içinde matematiksel bir nokta olmadığını, bedenin gücül eylemlerinin karmaşıklaşıp gerçek eylemlerle iç içe geçtiğini, başka bir deyişle, duygulanımsız algı olmadığına dikkat çekiyor. Bu deneyim, uzay içinde imgenin duyumsal hareket ettirici gücünün deneyimidir. Burada mekân kavramı, bedenin hareket edebileceği noktalardan oluşmaktadır. Fakat M. Ponty, mekânı bu şekilde ele almak yerine, mekâna tasarlanabilirlik özelliği yükler:

“Mekân algısı entelektüalist anlaşılmazlıkların ayrıcalıklı bir yeridir: örneğin bir nesnenin uzaklığı, görünür büyüklük ya da retinal imgeler arası fark gibi göstergelere dayanan ve bunlardan nesneye dokunmak için atmamız gereken adım sayısını çıkaran anlık bir yargıya bağlanır. Mekân artık görmenin değil düşüncenin nesnesidir.”

Özne ve nesne arasındaki ilişkiyi farklı açılardan ele alarak, imgeselliğe dair bir kurulumun algısal sürecini de inceledik. Özne kavramı, anlamlandırıcı etkinlikten ve sabit bir durumdan çıkıp görünümlere dahil bir etkileşimin içine girdi. “İmgenin kurulumu” kavramını yavaşça “imgenin ve öznenin oluşu”na doğru kaydırabilir ve kurulum kavramının yapısalcı içeriğinden vazgeçebiliriz. Ele almak istediğim özne kavramının değişmeyen bir niteliği yoktur. Kurucu bir etkinliğin sahibi ve zihinselliğine çeşitlilik kazandıran, değişmeyen bir beden değildir. Yani, töze sahip bir öznellikten bahsetmiyoruz artık. Özne kavramını, hem olayların içinde hem de olayların bir dinamiği olarak oluş içinde olan (devenir), yer değiştiren ve etkileşimler sayesinde çoklaşan bir kavram olarak ele alıyoruz. Burada aynı zamanda öznellik içermeyen bir oluştan (tekillikten) bahsediyoruz:

“(...)Yazıda bir hint-oluş, bir zenci-oluş vardır; ama bunların Kızılderili veya küçük zencilerin konuşmasıyla bir ilgisi yoktur. Yazıda hayvanı taklit etmeyi içermeyen, hayvan gibi yapmak anlamını taşımayan bir kuş-oluşa girse de kuşları taklit etmeyen Mozart’ın müziğinden daha fazla bir şey olmayan hayvan-oluşları vardır. Kaptan Ahab’ın balinayı taklit etmesiyle ilgisi olmayan bir hayvan-oluşu vardır.”

Deleuze için kıvrım-açmak arttırmak ve çoğaltmaktır. Barok’un, işlevselliğe gönderme yaptığını belirtirken kıvrımları iki farklı sonsuzluğa göre farklılaştırdığını söyler; maddenin ikili- kıvrımları ve ruhtaki kıvrımlar.

“Aynı imge, mermer damarları imgesi, farklı koşullar altında her iki kıvrıma da uygun düşer: bazen damarlar kütlenin içindeki canlıları çevreleyen maddenin ikili kıvrımlarıdır; öyle ki mermer taş, balıklarla dolu dalgalanan bir göl gibidir. Bazen de, damarlar ruhtaki doğuştan idelerdir; bunlar mermer bloğunun içinde kıvrılmış şekiller ya da gücül heykeller gibidir. Madde de mermerlidir, ruh da mermerlidir, ama iki farklı tarzda.”

Bu bize, belli bir merkezi olmayan oluşlar işaret eder, dünya üzerinde bir çok farklı tarzda dinamiğin birbirleriyle geçişgenliğini ve çoklaşmalarını sağlayan kesişmeler... Deleuze, Bergson ve Ponty’nin ele aldığı mekân ve beden problematiği farklı bir şekilde sürdürür:

“Bilinçte yalnızca imgeler bulunur, bu imgeler nitelikseldir ve yer kaplamaz. Uzayda ise yalnızca hareketler bulunur, bunlar da nicelikseldir ve yer kaplar. Fakat, bir düzenden bir diğerine geçmek nasıl mümkün olmaktadır.”

Burada “değişebilir eğrilikleri hiç bitmeyen bir değiş tokuş içinde kendi üzerine dönen sonsuz devinimleri koruyan, ama bir yandan da kendi kendilerini koruyan daha başkalarını hiç durmadan serbest bırakan” bir içkin düzlemi vardır. İçkinlik düzlemi kavram (felsefe) öncesi oluştur. Geçişi mümkün kılan, bir oluş söz konusu olabilir; imge ve hareketin birbirleriyle “oluşa” girmesi.

“Dünya sonsuz sayıda noktada sonsuz sayıda eğriye değen sonsuz eğridir, tek değişkenli eğridir, tüm dizilerin yakınsayarak yöneldiği dizidir. (...) Öyleyse dünyadan özneye gidiyoruz, ama bir kayma pahasına; dünyanın yalnızca öznelerde edimsel olarak varolmasına, ama öznelerin de edimselleştirdikleri virtüellik olarak bu dünyaya taşınmalarına yol açan bir kayma. (.) Dünyayı özneye yerleştirmek gerekir ki özne dünya için olabilsin. Dünyanın ve ruhun kıvrımını oluşturan işte bu kaymadır. İfadeye temel özelliğini kazandıran da budur: ruh dünyanın ifadesidir (edimsellik), çünkü dünya ruhun ifade ettiği şeydir (virtüellik).”

Deleuze, Kapitalizm Ve Şizofreni’de görgülcü bir usçuluk anlayışını ele alırken tekil kavramını bu oluşa yönelik ele alır; “Tekillik bireysel olan değildir, belli bir durumu içerendir, olay, gizil veya daha doğrusu gizilliklerin beli bir maddeye yerleştirilmesidir.” Ayrıca, geçişi sağlayan tekil eylem, oluşta belirir; “Bu en dolu görünüş biçimini üretmek için atılan zarların işlemidir, gizil içinde en çok tekilliği belirleyen eğri çizgidir, bir noktadan diğer noktaya giden onca insani ilişkiyi ören ‘genişleme’ eylemidir.”

Eylem; oluş ve kayma örneklerindeki gibi yersizyurdsuzlaşmaların yaşandığı karşılaşmalardır. Karşılaşmalar çizgilerden oluşmaktadır. “Bireyler veya gruplar, biz aynı doğadan ve ritmden olmayan hazneler, dönenceler, geodiskler, meridyenler, ve onların çizgilerince katedilmişizdir. Bizi birleştirenler çizgilerdir, (,..)” Bu çizgiler rizomdur (köksap).

“(...) bu çizgiler hiçbir şey demek değildir. Bu haritasal bir işdir. Haritalarımızı oluşturduğu gibi bizi de oluşturur bu çizgiler. Çizgiler değişebilir. Ve bir çizgiden diğer bir çizgiye geçilebilir.”

Sonuç olarak imgesele dair bir eylemin, algılamanın birbiri içine giren dinamiklerinde, hareket alanlarında oluştuğunu söyleyebiliriz. Özne ve nesne, birbirinden ayrışacak bir tanımlama, anlam yükleme ve imgeleştirme etkinliği yerine; öznelerarası, nesnelerarası ve ikisinin birbiriyle etkileştiği bir algı boyutu içinde farklı bilinç düzeyleri üretir. Bilinci, beden gibi, hareket alanının içinde belli bir sabitliği olmayan ve yer değiştiren, karşılaşan ve oluşan bir algısallığın içinde ele alıyorum.

“Ama gelin evreni yalnız bırakalım. Çok büyük bir gösterişli ama değersiz süs nesnesi o benim için. Revenons. Benim başlangıcımda ben varım. Benim kendi bireysel benim olan gizemli, küçük bir varlık var, makineyi yapan ve sonra içinde yetmiş yıllık neşeli gezintisini yapan tanrı. Şimdi makine hakkında konuşuyoruz şu anda. Şu an biz bisikletiz, boş kafalı bir bisiklet sürücüsü değil. Dolayısıyla, yapabileceğimiz tek şey, bisiklet sürücüsünü bizler açısından tanımlamaktır. Bir bisiklet şöyle söyleyebilirdi: Burada, deri selenin üzerinde, evreni denetleyen tek yüce kuvvet olmakla, benim çekim kuvveti dediğim, tuhaf ve devinimli bir kuvvet oturuyor. Ama ikinci düşüncelerde, kendimi değiştirmek zorundayım. Bu yüce çekim kuvveti her zaman selede değildir. Bazen orada değil işte- ben de garip bir biçimde bir duvara yaslanırım. Tekerleklerim havada, baş aşağı durmuş olduğumu bile biliyorum; aynı gizemli Bayan tarafından. Öyleyse bir Görelik kuramı getirmem gerekiyor. Bununla birlikte, uyanık ve canlı olduğumda, çoğu zaman selemdedir o; ya da selede gizemli kuvvet vardır. Selede bu olduğunda, bir kuvvet çifti yükleniyor benim pedallarıma, saptanamaz denli büyük bir güçle yükleniyor. Ve aynı zamanda yumuşak ve gizemli bir kuvvet gidonumu sallar, hesaplanamayacak bir biçimde sallar ve bütün hareketime egemen olur. Sürüyen bir kuvvet değildir bu, ama kavranmış parlak çelik gövdenin inişli çıkışlı bir ana cadde gibi esnek olduğu ince, yönlendirici bir kuvvettir bu. Aceleyle koşuşturan tekerleklerindeki ansızın durdurucu pençeyi de unutmayayım bu arada. Of, acı veriyor bu bana! Bir elan vital ile kendimi aşmış, ileriye doğru fırlarken, arka tekerleğimde veya her ikisinde ansızın korkunç bir kavrama. Ansızın ürkünç bir duruş. Canım gövdemden öne atılır, kendimi gerilmiş, parçalanmış hissederim. Tellerim inler. Sonra gerilim yumuşar belki.”

Bilinç ve İmgelem

“Bilim tarihinde zoologtan önce tür toplayıcısı geliyordu ve bunu doğal teoloji ve büyü temsilcileri izledi. İnsanoğlu karıncayı vücut bulmuş sanayi, panteri yeteri kadar şaşırtıcı biçimde İsa’nın amblemi, kokarcayı da sınırsız şehvetin dehşet verici bir örneği olarak gören Hayvan Ansiklopedisi yazarları gibi hayvanları incelemeyi bırakmıştı. Ama başlangıç olma dışında, henüz bir fizyolog, ekolog veya hayvan davranışları öğrencisi değildi. Önde gelen kaygısı sayım yapmaktı, elinin uzanabildiği her türden hayvanı yakalayıp, öldürüp içini doldurup tanımlamak.

Yüzyıl öncesinin dünyası gibi zihnimizin hâlâ karanlık Afrikaları, haritası çıkarılmamış Borneoları ve Amazon havzaları var. Bu bölgenin hayvan varlığıyla (fauna) ilgili olarak henüz biz zoolog değiliz, biz sadece natüralist ve tür toplayıcısıyız. Bu talihsiz bir gerçek; ama kabul etmek ve bundan en iyiyi çıkarmak zorundayız. Ne kadar alçakça olursa olsun sınıflandırma, tahlil, deney ve kuram yapma daha yüksek bilimsel görevlere yönelmeden önce toplayıcının işi yapılmalı.”100

Huxley’nin zihinsel gezintisi aslında karşılaşmaların ve oluşların meydana geldiği bir imgelem eylemidir. 1943 yılında Albert Hoffman’ın Basel’deki Sandoz Laboratuarlarında Lsd’yi keşfetmiş olmasının ardından Lsd, sentetik olarak üretilmiştir. Huxley’nin, imgelerin tasniflendirilmesine yönelik görüşü, sanırım bilimsel ve sosyal bilimsel paradigmanın etkisi altında ele alınmalıdır.

Baudriallard, sekizyüzyılı aşan bir süreden beri diğer insanlarla hiçbir şekilde iletişime geçmemiş Tasaydalıların, antoropologlar tarafından keşfini ele alırken, 1971 yılında Filipinler hükümetinin yerlileri ilkel yaşamlarına geri dönmesini ve dışarıdan her türlü iletişimi yasaklayan yasal düzenlemeyi yapmasını, sosyal bilimler (etnoloji) için paradoks yapıya sahip bir ölüm fermanı olarak nesnesinden vazgeçen bir simülasyon modelini tanımlamıştır:

“Tasaydalıları keşfeden antropologlar bu insanların kendileriyle ilişki kurar kurmaz, kapatılmış oldukları mezarlardan açık havaya çıkarılır çıkartılmaz toz hâlinr gelen mumyalar örneği, yok olup gittiklerini görünce ormandaki yaşamlarına dönmelerini istemek zorunda kalacaklardı.

Öylese etnolojinin yaşabilmesi için nesnenin ölmesi gerekmektedir. Keşfedilen nesne ölerek, hem intikam almakta hem de kendini çözmeye çalışan bilime meydan okumaktadır. Bütün bilimler de zaten kendi varlıklarını, kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zaman içinde eriyip gitmesini gibi bir paradoks üzerine oturmaya mahkum edilmemişler midir?(...)

Böyle bir paradoks içine düşmek istemeyen etnologlar ise Tasaydalıları bir güvenlik çemberi içine alarak, aslında kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır. Çünkü o andan itibaren Tasaydalılara dokunmak yasaklanmıştır. Keşfedilmiş bir maden yatağının işletmeye açılmadan kapatılması gibi insanlar da ormanlarına kapatılmışlardı. Burada nesne kazanmış, bilim kaybetmiştir. Bilimin elinden kaçırdığı nesne, bu kez bekâretini koruyabilmiştir. Burada bir fedakârlıktan (bilim asla fedakârlık yapmaz o her zaman öldürücü bir özelliğe sahiptir) çok kendi gerçeklik ilkesini korumaya çalışan bilimin yaptığı fedakârlık simülasyonundan söz edilebilir. Dondurularak buzluğa yerleştirilmiş Tasaydalılar etnoloji için kusursuz bir bahane, sonsuza dek kendisinden yararlanılabilecek bir tür güvencedir. (,..)”

2008 yılında buna benzer bir deneyim ve uygulama Brezilya, Bolivya ve Peru’nun kesiştiği Amazon ormanlarında yaşayan ve yeni keşfedilerek Envira yerlileri olarak adlandırılan kabileye yönelik oldu. Kabilenin görünüm alanına giren sadece bir helikopterdi, tensel anlamda bir temas kurulmadı ama kabile, Google Earth gibi bir GPS* modeline fotoğraflarıyla birlikte aktarıldı. (http://www.panoramio.Com/photo/10754419)

Fakat lsd deneyimlerine yönelik anlatımlar bize tasniflendirmeye yönelik bir deneyim dışında, oluşa yönelik bir deneyimler aktarır ve imgelem eylemi, bilincin (bedenin) içinde olduğu hareketsel bir süreçtir, Deleuze’ün bahsetmiş olduğu haritasal bir iştir:

“(...) Mobilyalarıma bakıyordum, sıra ve masalarda yazmak için iskemlelere oturan bir kullanıcı gibi değil. Ama tek kaygısı biçimler ve bunların görünüşleri veya resim alanındaki ilişkileri olan saf bir estet olarak. Ama baktıkça bu saf estetik Kübist bakış açısı, ancak gerçeğin kutsal görüntüsü olarak tanımlayabileceğim bakışa bıraktı yerini. Çiçeklere bakarken olduğum yere dönmüştüm; her şeyin iç ışığıyla parladığı ve belirginleştiğinde sonsuz olduğu bir dünyaya dönüş.”

Bergson’un içe yönelmeyi dünyaya yönelme olarak gördüğü ve pratik bir durumda karşımıza çıkan Huxley’nin eylem hali, içerisi ve dışarısı ayrıklığını ortadan kaldıran, maddenin kendi algı parçacıklarına oluş içinde özerklik kazandıran ve aktifleştiren bir sürecin duyumsamasıdır. Halüsinojen madde, özneselliği ortadan kaldıran geçişselliği sağlayan bir araç yani etkileşime geçilen rizom çizgisidir, “(...) sandalyeyi oluşturan Benlik -Olmayan’ın içinde kendi Benlik-Olmayanım olmak” der Huxley; “Bergson’un bellek ve duyu algılayışıyla bağlantılı olarak ileri sürdüğü kuram tipini, şimdiye kadar yaptığımızdan çok daha ciddi bir biçimde ele alırsak iyi olur. Önerme şudur: Beyin, sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir, üretici değil.”103

Bergson’un beyni, sinir sistemlerini ve duyu organlarını yani bilinci maddenin imgeselliği içinde gördüğünü ve bir tasarımda bulunmak yerine büyük parçaları karartarak imgeyi ortaya çıkarma görüşünü hatırlamamız gerekiyor. Deleuze ve Guattari ise bu eleyiciliği içkinlik düzlemine yerleştirmiştir; bilinç kaos ile yan yanadır ama zıtlık bir süreç yerine kaos, bilincin kendisiyle oluşsal haldedir ve çoklaşan bir süreç vardır: “İçkinlik düzlemi kaosun bir kesiti gibidir ve bir elek görevi yapar. Gerçekten de, kaosu belirleyen şey, belirleyicilerin yokluğundan çok, bu belirleyicilerin başlayıp yokoldukları sonsuz hızdır: bu, birinden ötekine giden bir devinim değil, tersine iki belirleyici arasındaki bir bağlantının imkânsızlığıdır, zira biri öteki ortadan kaybolmadan belirmez, ve de öteki başlangıç halinde kaybolduğu zaman biri yokolma halinde belirir. Kaos, cansız ya da durağan bir hal, ratsgele bir karışım değildir. Kaos kaoslaştırır, ve sonsuzun içinde her türlü tutarlılığı bozar.”

Deleuze ve Guattari, kaosun zihinsel olduğu kadar fizik varoluşu olduğu vurgularken, içkinlik düzleminin kaos kesitini gerçekleştirmekte ve kavramların yaratılmasına seslendiği söylerler.

Jim Dekorne, psikotrop maddeler* ile yaptığı deneysel deneyimlerden şöyle bir sonuç çıkarır: “Bazı boyutlarda düşünceler fiziksel varlıklardır.” Kaotik parçalar arasında imgenin ortaya çıkmasına dair bilinç farklılığı, Batı toplumlarında bir tabu olarak görülmesine karşın bir çok toplumda kosmos ile bir etkileşimin düzenlenmesidir. Sentetik üretim dışında psiko aktif özellikler taşıyan bir çok bitki bu amaçla kullanılmaktadır. Coca yaprakları çiğneyerek hac yürüyüşünü yapan Bolivya yerlilerden, Henri Michaux’nun kullandığı sanrılandırıcı maddelerle oluşa girdiği, yazım ve çizim deneyimlerine kadar, imgesel bir coğrafyanın haritası oluşmaktadır. Bu oluş, mikro ve makro evrendeki bir çok “Ve” ile rizomatik bir haritadır ve çoklaşmaktadır. Aynı zamanda sanrılandırıcı maddelerin yasaklanması, Baudriallard’ın örneğindeki gibi bir açılımla okunabilir önermesinde de bulunuyorum: kosmos’un keşif ve tasnif edilecek bir “nesne” olarak dondurulması ve simülasyon sisteminde bilimsel bir “tür” olarak kalması; kitle iletişim araçlarının yaymakta olduğu, biçimlendirilmiş bir egemen imge dağılımının ve tüketiminin sürmesinin de bir güvencesi...

“Mazatekler (Psilocybe cubensis) mantarlarının konuştuğunu söylerler. Eğer bir şamana imgesinin nereden geldiğini sorarsanız, muhtemelen şöle yanıt verecektir: Bunu söyleyen ben değildim, mantarlardı. Hiçbir mantar konuşmaz, bu doğal olana basit insan niteliklerinin yüklenmesidir, sadece insan konuşur, fakat bu mantarları yiyen kişi eğer bir dil adamıysa esinlenmiş bir konuşma kapasitesine mâlik olur. Bazen bu, sözcükler aranmaları gerekmeden kendiliğinden birbiri ardına zihne sıçradığı için, sanki kişiye ne söyleneceği söyleniyor gibidir: bu gerçeküstücülerin otomatik diktesine benzer, yalnız buradaki bilinç akışı, bağlantısız olmaktan ziyade, tutarlı olma eğilimindedir, anlamların ussal bir telâfuzu... Şaman için, sanki varoluş onun vasıtasıyla kendini dile getiriyor gibidir.”

Andre Gide, Henri Michaux’nun yazıları için “tam, mükemmel bir bağlantısızlıktan doğan buluşlardır bunlar” der.

“Geri çekilmiş ufaktan, çevrenizdeki ufku, ufkun ta kendini kaldırmayı ve gerisindekileri görünür kılmayı bilen büyücülerden söz ettikleri zaman, sandım ki bir deyim, yalnız konuşma dilinde geçen bir şaka söz konusuydu.

Bir gün, yanımdaki bir büyücü, ufku çevremden fırdolayı geri çekti. Mıknatısla mı, telkinle mi, bir başka şeyle mi bilmem, birden ufku yok etmesiyle (deniz kıyısındaydım, uçsuz bucaksız engini ve kumsalın kumlarını daha yeni seçebiliyordum), beni bir bunaltıya soktu ki ileri bir adım atamadım.

İnandığımı, yüzdeyüz inandığımı açıkladım ona. Şimdi bile anımsamaktan korktuğum bir duyu, dayanılmaz bir duyu kaplamıştı içimi.”

henri michaux Dravuing

Resim 3. Henri Michaux, “Mescaline Drawings”, 1954-63

Bergsonda elan vital, akış içinde oluşa yönelik bir enerjiydi. Deleuze için “içkinlik düzlemi düşünülmüş ya da düşünebilir bir kavram değil, ama düşüncenin imgesidir; düşünmenin, düşünceyi kullanmanın, düşünce içinde yol almanın ne anlama geldiğine ilişkin olarak düşüncenin kendine verdiği bir imge...” İçkinlik düzlemi bir yöntem değildi ama “nooloji”, düşüncenin imgesinin araştırılmasıydı. Ali Akay, Kapitalizm ve Şizofreninin önsözünde; “Deleuze ve Guattari devletlerin ideolojileriyle karıştırılmaması gereken nooloji’yi sunarlar. Nooloji düşüncenin imgesine verilen addır. Düşüncenin tarihi olarak araştırılmasıdır. Nooloji’nin hızı ve çabukluğuna karşı ideoloji ağır ve merkezidir” açıklamasını yapar.

Pink Floyd’un 1966 yılında Londra, Ufo Nightclub’da sergilediği “Interstellar Overdrive” performansını noolojik bir araştırmanın kendisi olarak görebiliriz. Belli bir notasyon sistemi olmadan, bir taraftan üst üste kayıtların kullanıldığı, diğer taraftan doğaçlama ilerleyen bu performans, yakalamış olduğu ses parçasını başka düzlemlere kaydırarak oluşmaya devam ederken ve yer değiştirirken düşünceye ve düşüncenin imgesine dair farklı katmanlarda dolanan bir araştırma olarak görülebilir. Düşüncenin ve imgenin ve psychedelic algının ve sesin ve parçaların arasında oluşan bedenin ve zihinselliğin ve parçalardan parçalara ve bir çizgiden bir diğerine geçişin (rizomun) ve haritasal işin ve şizofrenik bir gezintinin imgelemine dair bu noolojik araştırma, elan vital’in de süreci olabilir.

“ Çünkü aslında içkinlik düzlemi felsefe öncesi’dir ve henüz kavramlarla iş görmez, bir tür el yordamıyla ilerleyen deneylemeyi içerir ve izlediği yolda pek itiraf edilemeyen, farklı akılcı ve akla yakın olmayan araçlara başvurur. Bunlar, düş, sayrıksı süreç, ezoterik deneyler, esriklik ya da aşırılık türünden araçlardır. İçkinlik düzlemi üzerinden ufka koşulur; oradan gözler kızarmış olarak dönülür*, bu gözler zihnin gözleri de olsa... Descartes bile düş görür.”

Deleuze ve Guattari, bir görüş sahibi olmak için kendi kendisinden kurtulan düşüncenin yani kaosun içinde “kendimizi korumak için bir parçacık düzen” isteğinin üzerinde durur; “ancak sanat, bilim, felsefe daha da fazlasını isterler: kaosun üzerine düzlemler çizerler. (...) Felsefe, bilim ve sanat gökkubbeyi yırtmamızı ve de doğruca kaosun içine dalmamızı isterler. Kaosu ancak bu bedel karşılığında yenebileceğizdir.”

Farklı bir düzlem çizimi, mikro-kosmosun kaotik yüzüne bakar; “Bizim yapmak istediğimiz küçük, felsefi bir mikrokozmoz kurmaktı” der Syd Barrett Ufo (underground freak - out) club için.

Albert Hoffman’ın Isd’yi keşfetmesiyle başlattığımız sürecin ve algısal deneyimlerin içinde oluşan poetik boyutun primitif katmanları, Batı toplumunda 1943’den 1980’lere kadar uzanan triptiğin düzlemleriydi. Sentetik halüsinojenlerden önce, belirttiğimiz gibi birçok topluluk da peyotl, psilocybe cubensis, salvia divinorum, atropa bellodona gibi psiko-aktif bitkilerin ritüel amaçlı kullanımları vardı.

Burada bir uyarıcının devreye sokulmasını, bir şart olarak görmek yerine; bir düzenden diğerine geçişi sağlayan, hem de içinde kendi maddesel algısının potansiyelini paylaşan bir mekân - uzam düzlemi olarak görüyorum. Bu tip maddelerin kullanımı dışında dinsel veya töresel faaliyetler içinde olan bilinç düzeylerinin, evrenle ve topluluğun öyküleri ile olan etkileşimlerini de imgesel bir sürecin parçası olarak düşünmek gerekli; ritüelleri, imgeleştirme eylemi olarak düşünebiliriz. Bilinçlerin ortaklaşması; referansları (öyküleri) tarihsel bir boyut yaratmış, ama şimdi’de oluşmaya devam eden kolektif imge üretimlerinin süreçleri olabilir. Etkileşimin ve iletişimin, yaratımın bir parçası olarak süregelmesi ve araçların farklılaşması daha sonra inceleyeceğimiz üzere imge ve imaj bağlamında çokluklar arası bir süreci biçimlendirmektedir (ve süreçle biçimlenmektedir.)

“Her şeye

öyle bir ayar vermeli ki

ramak kalsın

patlamaya.”116

Deleuze, Francis Bacon’ın resimleri üzerine düşünürken Bacon’ın surat yerine kelle’ye yönelmesi üzerinde durmuştu: “Portre ressamı olarak Francis Bacon kelleleri resimler, suratları değil. İkisi arasında çok büyük fark vardır çünkü. Çünkü surat kelleyi kaplayıp örten yapılaşmış bir mekânsal örgütlenmesidir. Kelle ise vücudun yoldaşıdır --üstünde olsa bile... Bir ruhu olmadığı manasına gelmez bu --ama bu vücudu olan bir ruhtur, cismanidir, hayati nefestir, hayvani ruhtur... (...) suratı silip atmak, suratın altında saklı kelleyi keşfedip yüzeye çıkarmak.”

Burada et ile kemiğin ayrımı üzerine bir düşünce beliriyor; surat, bedenin yapısını ve sabitlenmiş tasarımını teşkil eden kemik ile eş tutulurken, kelle, değişim içinde bir etkileşimin kendisi olabilecek et ile eş tutuluyor: “Vücut ancak kemikler tarafından ayakta tutulmaktan kurtulursa, et kemikleri kaplamayı bırakıp ikisi karşılıklı bir ilişkiye girebilirse çıkagelecektir? Ama bunun için ikisinin de bağımsız olmaları gerekiyor: yani vücudun maddi yapısı olarak kemikler, figürün cismani malzemesi olarak da et.”

Bedenin, farklı deneyimlerle imgelem coğrafyası içine girmesini, imgeyi bedenden ayırmayarak incelemiştim. Ama şimdi problematiği değiştirmem gerekiyor; imgelem coğrafyasında nasıl bir beden? Öznenin durağan yapısına karşın, öznelsizliğin başka çizgilerde oluşarak akış içinde olmasına yönelik bir düşünümü, et ve kemik bağlamı üzerinden gerçekleştirebiliriz.

Kemiği bir organizasyon kapsamında ele almalı (din ve devlet gibi ağacımsı “arborescent” ) ve eti oluşa dair düşünmeli... Kemiği ve eti, “organizma” ve “arzu” olarak düşünmeli.

“Bizi ilgilendiren 3 büyük katmanı ele alalım, diğer deyişle, bizi doğrudan bağlayanlarını: Organizma, Öznellik ve Anlam. Organizmanın yüzeyi, anlamın açısı ve öznelliğin ve öznenin noktası. Organize edileceksiniz, organizma olacaksınız, bedeninizi eklemleyeceksiniz - yoksa sadece baştan çıkacaksınız.”

Artaud, bir organizma olarak gördüğü devletlerin savaş mekanizması yerine tercihini, Meksika yerlileri olan Tarahumara’ların, toprakta peyotl’un filizlendiği an’a sahip danslarından yana yapmıştı. Beden imgeler yığını içinde dans ederken organlarından kurtulmalıydı. Organlar bir nevi bilim, din, devlet gibi içselleştirilmiş bütün ağaçsı yapılardı.

“Organsız Beden arzunun içkinlik alanıdır, arzuya özgü süreklilik düzlemidir (ister onu oyan bir yoksunluk ya da onu dolduran bir haz olsun, arzuyla birlikte dışsal bir ajana atıfta bulunmayan bir üretim süreci.)”

Organsız beden, organlara bir karşıtlık değil, organları organize eden “organizmaya” karşı bir süreçtir. Bir anlamda özne, yani öznelliğin belirleyici yapısı burada kaybolur, bilinç, içinde birikmiş, anlam ve yorumlamayı sağlayan bütün yapılarla birlikte üretime dair bir keşfe dönüşmelidir. Kemiksiz bir bedenin elastik süreci gibi.

Resim 4. Stanislaw Ignacy Witkiewicz, St. Anthony 1921

“Anatomisini yeniden düzenlenmek için diyorum. İnsan hasta, yapılışında arıza var çünkü. Çıplak bırakmaya karar vermeli onu, ölesiye kaşınmasına yol açan şu hayvancığı söküp atmak için, tanrıyı ve tanrıyla birlikte onun organlarını.”122

Görüntünün Oluşumu

Algısal bir boyut için görmeye ihtiyacımız yoktur, beden işitme ve ten aracılığıyla algılama sürecinin parçası olabilir ve imgelemde bulunabilir. Bergson, algının tamamen spekülatif bir önemi olduğunu söylerken, algının katışıksız bir bilgi olduğunu söylüyordu, beden bu bilgiye yönelmişti.

“Nesneleri değiştirin, benim bedenimle ilişkilerini değiştirin; bu durumda benim algı merkezlerimin içsel hareketlerindeki her şey değişmiş olur. Ama aynı zamanda benim algım içinde de her şey değişir. Demek ki benim algım, bu moleküler hareketlerin bir fonksiyonudur, onlara bağlıdır.”

Kavramsal çerçeve de, karşılaşıldığı anda bir bağlamsallığa girebilecek imaj kavramının kopya / suret özelliğini vurgulamıştım. İmgenin tersine imaj ile karşılaşabilmemiz için beynimizde bir görüntünün oluşmasına ihtiyaç duyarız. Nesneye dokunmakla kopyayı görmek arasındaki farkı düşünürsek, görsel bir kopyaya (imaja) dokunmayı, yine bir nesneye dokunmakla aynı şey olduğu sonucuna varabiliriz. Görüntüye ait sinirsel sistem ile dokuya ait sinirsel sistem bu anlamda farklıdır.

Işığın, göz retinamıza düştüğünde, beyindeki bilinçli düşüncelerden sorumlu olan prefrontal kortekse gelen iletiler sonucu görme edinimi gerçekleşir:

Cisimden Gelen Işık —► Kornea (Saydam Tabaka) (Işın kırıldı) —► Göz bebeği —kGöz merceği (Işın kırıldı) —► retina —kSarı benek (leke) —► Görme sinirleri —► Beyindeki Görme merkezi —► Görme.

Görme ediniminin sadece biyolojik ve fiziksel bir mesele olmadığını, zihin, algı ve düşünce süreçleriyle bağlantılı olduğunu tekrar vurgulamalıyız.

“Cezanne görme konusunda ki bu anlayışı tersine çevirmişti. Onun tabloları görmenin öznelliğini, yüzeylerin yansımalı niteliğini konu alıyordu. Cezanne post -izlenimciliği icat etmişti, çünkü izlenimciler yeterince tuhaf değillerdi. Şöyle diyordu: ‘Benim tercüme etmeye çalıştığım şey daha gizemlidir; varlığın köklerine dolanmıştır.’ Gerek Monet ve Renoir gerekse de Degas görmenin basitce gözün aldığı ışıktan oluştuğuna inanıyorlardı. Bu sanatçılar çizdikleri güzel tablolarda gözün yakaladığı geçici fotonları tasvir etmeye, doğa’yı bütünüyle onun aydınlattığı şekilde resmetmeye inanıyorlardı. Fakat Cezanne ışığın yalnızca görmenin başlangıcı olduğuna inanıyordu. ‘Tek başına göz yeterli değildir, aynı zamanda da düşünmek de gerekir’ diyordu. Cezanne’ın epifanisi izlenimlerin yorum gerektirdiği yönündeydi, bakmak gördüklerimizi yaratmaktır.”

Artaud’nun görünüme (vision) dahil olma ve üretme süreci, yorumlamayı geride bırakan organsız bir süreçti.

“Çünkü Van Gogh meczup kuruntusunun o aşamasına gelmişti ki, düzensiz durumdaki düşünce geriye akmaktadır istila eden deşarj’lar karşısında, ve düşünmek, kendini aşındırmak değildir artık, ve yoktur artık, ve sadece vücut toplamak kalmıştır, demek istiyorum ki vücutlar yığmak. Gök cisimlerinin dünyası değildir artık, dolaysız yaratanınkidir, bilincin ve beynin ötesinden böylece yeniden ele alınan.”

Jacques Ranciere, görüntüyü orjinalin benzerini üreten basit ilişki olarak tanımlarken, imge’yi benzerliğin başkalaşıma uğratılması olarak tanımlar. Görüntü rejimi (regime d’imageite) ise, unsurlar ve işlevler arası ilişkilerdir. Görüntü rejimini; çıplak görüntü, gösterici görüntü ve metamorfik görüntü olarak formlar halinde ayırır. Bu ayırma işlemi her birini kendi alanları içine kapatmak değildir; “hiçbirinin kendine has mantığının kapalı alanı içinde işleyememesi dikkate değer.”

Çıplak Görüntü

Ranciere, çıplak görüntüyü sanat yapmayan görüntü olarak tanımlıyor. Çıplak görüntü, bir bağlamdan kaçabilene kadar yorumu dışlayabiliyor. Herhangi bir nesnenin görüntüsü, bağlamlaştırılıncaya kadar ham halde kalabilir ve kendinden başka bir gönderimi olmayabilir. Gönderimi sadece, kendine has görünümü anlamında düşünmeliyiz.

Resim 5. Fotoğraf : Hrair Sarkissian

Görüntü rejiminin formları, kendi içinde kapalı kalamayacağı için birbirlerine yönelik farklı tarzlarda varolurlar. 11. İstanbul Bienaline katılan

Hrair Sarkissian, İran’da çektiği belli meydanların fotoğraflarını sergilemişti. Meydanları, kendi başlarına çıplak görüntüye örnek olarak gösterebiliriz ama bu çalışmanın ismi “İnfaz Meydanları - Execution Squares (2008)” idi. Yani çıplak görüntünün sakladığı (veya fotoğrafın halâ gösteremediği) bir şey vardı; o meydanda idam sehpaları kuruluyor ve infazlar gerçekleşiyordu.

Resim 6. Fotoğraf : Hrair Sarkissian, İnfaz Meydanları - Execution Squares (2008)

Sunmuş olduğu şeyden ötesine geçerek bağlamlaştırılabilen çıplak görüntü, temsil boyutunda işleyen gösterici görüntüyle etkileşebiliyor. Bunu aynı zamanda imajın bağlamsallığı /göndergeleri (taşıdığı enformasyon) olarak da düşünebiliriz.

Gösterici Görüntü

Gösterici (ostensive) görüntü, ontolojisini çıplak görüntü gibi ham bir formun üzerine kuruyor ama gösterdiği formu, temsil düzeyinde tarihselleştiriyor.

Resim 7. mikrasiatiki katastrofi - küçük asya felaketi

1922 yılına ait olan yanan İzmir imajı, bir temsil biçimi ortaya koyuyor. Yunan halkının “mikrasiatiki katastrofi” (küçük asya felaketi) olarak andığı İzmir’den kaçışları ve Anadolu’daki yurtlarını yitirmelerinin ikon haline gelmiş temsil görüntüsü olarak düşünülebilir. Görüntüde, yanan bir şehir dışında olayı yaşayanlar yoktur. Fotoğrafı çekenin varlığı, bir tanığın varlığıdır, yani yaşanmışlık sergilendiği yere aktarılır; “buradalık” ve imaj sergilenirken, karşısındakini de hem tanıklaştırır hem de arasında yorumsal ve enformatik bir iletişim yaratır. Görüntüde tanık dışında diğer öznelerin olmayışı, tarihsel bir sunumla ortaya konulan bu imajı öyküleştirebilir. İmaj, üzerine yerleştirilecek kurgularla, imgeleşmeye açık bir boyut kazanır.

“Görüntünün izleyicinin karşısında sebepsiz-orada-olma olarak küt buradalığı, ikon modelinde kavranan bir yüzün ışıldamasına, tanrısal aşkınlığın bakışına dönüşür.”

Metamorfik Görüntü

Metamorfik görüntünün görsel düzenlemesi; temsili ve ham görüntüyü, kurduğu metaforlar içinde belirsizleştirerek, belleği ve şimdi’yi başkalaşıma uğratarak, imge ve imaj kapsamında belirir.

“Bu mantığa göre, sanatın işlem ve ürünlerini, görüntü/imgelerin toplumsal ve ticari dolaşım biçimlerini ve bu görüntü/imgeler dağarının yorumlanması işlemlerini birbirinden ayrıştıracak özgül bir buradalık alanının (sphere) çevresini belirlemek olanaksızdır.”

The Andres Serrano Exhibition Destnıction Video

Resim 8. ANDRES SERRANO - YOUTUBE CENSURE

Metamorfik görüntü, tecimsel ve alternatif alanlarda varolurken, formu, malzemesi ve iletisi bakımından farklı unsurları kullanır; Andres Serrano’nun videosu, sergilendiği çerçevenin kopyası ve yeniden başka bir söylemle sergilenmesi veyahut tasarlanan alanlara yerleştirilmesi gibi.

“Yerleştirme uygulaması da bir bellek tiyatrosuna dönüşebilmekte ve ziyaretçilerin gözlerinin önünde ayrı türden unsurların eleştirel çatışkısından ziyade ortak bir tarih ve dünya hakkında bir tanıklıklar kümesi koyarak sanatçıyı bir koleksiyoncu, arşivci ya da vitrinci kılabilmektedir.”

İMAJI İŞLEMEK

İmge ve İmaj Söylemi

“Değişen ölçülerde, imgelerin gerçekliğin ürünleri, temsilleri ya da kopyalarından ibaret olmadığına inanıyorum. İmgeler kültürel etkinliğin yan ürünleri değildir. İnsanların kendilerini görselleştirme ve bunun sonuçlarını nakletme yollarıdır imgeler. İnsan doğasına ve insanların yarattığı kültürel ve sosyal biçimlenimlere (configurations) dair tutarlı ve tarihsel olarak şekillenmiş bütün tanımların tam merkezinde yer alır. İmgelerin inşası, kullanımı ve dağıtımı her kültürde temel önemdedir.”135

Ve kültürler imgelerin çeperinde yer alırlar ama Maurice Merleau - Ponty’nin belirttiği gibi, hareket dahilinde bir kaymayla yer değiştiren bir süreklilik içinde.

Üçüncü bölümde imge yaratım sürecinde, toplumsal ve bireysel olarak imgelerle olan etkileşimimizi incelemiştim. İmgelere ve imajlara anlam değerleri atfetmek yerine onlarla birlikte oluşan, yer değiştiren beden ve zihin akışları üzerinde durmuştum.

İmgeler, kalıcı ve değişmez bir işlevselliği barındırmazlar. Sürekli olarak, “şimdiden” aktarımlara açık bir biçimde işlevlerini güncelleştirirler. Mısır mitolojisinden tanrıça Kedi Bastet’in ikonolardaki varlığıyla günümüze devredildiğini söylemek, sanırım evrensellik iddiası taşıyan bir anlamlandırma işlemi olacaktır. İsis’in ve Ra’nın kızı olan Bastet, başta cinsellik ve doğurganlık tanrıçasıyken sonra güneş ve ay’ın enerjileriyle bağlandırılarak şifa ve bereket tanrıçası haline dönüşmüştür.

İkonofobik kültürlerin putları lanetleyici söylemleri, ikonoklast (put kırıcı) yöntemlerle birlikte, putlara karşı ayrı bir oluş veya söylem içinde olmuşlardır. Yani, Arabistan topraklarında ikonaya atfedilen anlam, eski Mısırdaki anlamından bir hayli farklıdır. Burada bahsi geçen “anlamlandırma”, anlam verme etkinliğinin dinamikleri zaman içinde değiştiği için, aynı zamanda bir oluş sürecidir de.

Baudrillard, ikonoklastların put aşağılayıcı etkinliklerine, ikonolatrların (putları kutsayanların) etkinliklerinden, imgelere hak ettikleri değeri vermeleri ölçüsünde daha fazla önem verirken, ikonoklastların imgenin gerisinde hiç bir şey bulunmadığını (tanrısal anlamda) anlamış oldukları yorumunu yapar. Bu yorumu, hiçliğe yönelik bir düzenlemede bulunan ikonoklast kültürlerin aynı zamanda hiçliği taklit etmeyen ama onunla oluş süreci içinde oldukları yönünde de değerlendirebilirim. Yani, kültürler, imgelere karşı farklı söylemler veya farklı oluşlar geliştirirler.

Aynı zamanda bu değerlendirme, imgelerin söylemleri içinde geçerlidir. Kedi Bastet ikonasının veya kâbenin, veya herhangi bir kilisedeki İsa ikonasının topluluğa yönelttiği söylem de değişmiştir. Şifacı tanrıça kedi, cehennemi müjdeleyen bir söyleme sahiptir artık.

Bu farklı anlamlandırmaları veya imgelerin değişen söylemlerini yaratan sosyo-politik durumlar, ve onlarla karşı karşıya kaldığımız veya onları ürettiğimiz psiko-sosyal koşullar, sürekli bir değişim içindedir. Kültürün ne olduğuna yönelik bir tanım yapmak yerine, kültürü bu değişkenliğin içinde sürekli bir dönüşümde bulunan etkinliklerin uzamı olarak değerlendirmek, imge ve imajın sürekli güncellendiğine, başka şeylere eklendiğine ve ilgili unsurlara iletildiğinde orada da onlarla birlikte yeniden bir dönüşüm içinde bulunduğuna yönelik bir bakış geliştirmek yerinde olacaktır.

“Düşler ve düş görme konusunda bu farklı anlayışlar, Müslüman ve Hinduların birlikte yaşadığı Hindistan toprağında bir arada varlığını sürdürür. Müslümanlara göre, ruhsal bir sezgiyi anlatma ve yorumlama hakkı, kutsanmış bir azınlığa has bir ayrıcalıktır. Hindulara göreyse, çileci görenekler ve meditasyon yoluyla yogi olabilme kapasitesine sahip herkes bilinçli bir düş görme haline girebilir. Diğer manevi sistemleri kolayca sınıflandırabilir, düşleri kendi koşullarına göre tasnif edebilir ve sonuçlarını da karşılaştırmalı bir araştırmada kullanabiliriz. Ama bu, kültür anlayışını dondurmamıza yol açar ve bizi, geleneklerin sürekli değişim halinde olduğunu unutmaya götürür.”137

Kültürelin değişimi, imgelerin ve imajların söylemlerinin değişimi, onlarla karşılaşma koşullarımızın değişimiyle paraleldir. Bir nevi geçmiş’in değişerek taşınan belleği ile şimdi’nin kinetik durumu arasında bir etkileşim söz konusudur.

Jan Assmann’ın hatırlama biçimleri üzerine yazdığı kitabında, kültürel belleğin geçmişin belli bir noktasına yönelik olduğundan ve ritüeller gibi geçmişi taşıyan imgelemlerin sembolik figürlerde yoğunlaştığından bahseder. Burada geçmişin yeni baştan tekrarla kurgulanması vardır, yani söylemin biçimlendirilmesi.

“Geçmişle bağlantı kurularak hatırlayan grubun kimliği temellendirilir. Grup, tarihini hatırlayarak ve kökenlerine ait hatırlama figürlerini belleğinde canlandırarak kimliğinden emin olur. Bu gündelik bir kimlik değildir. Toplumsal kimlikler gündelik yaşamın ötesinde bir özellik, bir törenselliğe sahiptir. Bir anlamda yaşama ululuk katarlar ve günlük yaşamın ufkunu aşarlar ve gündelik olmayan törensel iletişimin nesnesini oluştururlar.”

Burada imgesel söylemin oluştuğu koşul, ağaçsı bir yapıda belirmektedir; sözel ve bedensel anlatılarla “geçmiş” yeniden kodlanır yani yeniden imgeleştirilir. Ritüellerin belirli zaman dilimlerinde “tekrarlanmasının”, aynı zamanda yeniden kurgulanması olduğu çıkarımını yapacak olursam, din, soy gibi yapıların kendi anlatımlarını (köklerini) ululaştırmak (sublime) için, şimdi ve geçmiş arasında mesafe ürettiğini söyleyebilirim. Şimdi’nin taşıdığı dinamik, kökleri vurgulayan imgesel söylemi şimdiden daha da uzaklaştırmak için kullanılmaktadır. Ama geçmişe ait imgelem şimdi’ye, şimdi ise geçmiş söyleme doğru ters orantılı bir hareketlilik içindedir. Kültürel bellekte imge söylemi, değişen ve güncelleştirilen bir belleği taşımakla birlikte fiili olarak üretilen bir şeydir. Kültürel belleği günümüze taşıyan bir insan (biyolojik bir hafıza) yoktur, bu işlem imgelemler üzerinden gerçekleşir. *

“Kökensel hatırlama -yazı kültürüne sahip olamayan toplumlarda da- dilde ya da dil dışı araçlarla yaptığı nesneleştirmeler olan her türlü simgeye başvurur: hatırlama ve kimliği destekleyici yönleriyle ‘memoria’ kavramı altında toplayabileceğimiz bu simgeler arasında törenler, danslar, anlatılar, desenler, giysi, takı, dövmeler, yollar, resimler, mekânlar ve benzeri öğeler sayılabilir.”

İmgelemler ritüel biçimlerinden başka, din ve müze gibi kurumlarda, veya anıtlar ve mağara duvar resimlerinin imlediği spesifik konular üzerinde, simgeleştirilmiş olarak mevcuttur. Pierre Nora, bu mekânları “hafıza mekânları” (les lieux de memorie) olarak tanımlamıştır. Assmann, Aborjinlerin totem mekânlarına dikkat çekerken, buraları Nora gibi “bellek mekânı” olarak görür. Bellek mekânlarını, belleği içinde barındırdığından dolayı aynı zamanda imge mekânları olarak da görebiliriz.

Resim 9.

İmge ve imaj arasındaki farklılığı vurgularken, imajın nesneye veya imgeleme ait bir kopya olduğu üzerinde durmuştum. İmge ve imajın iç içe geçtiği görüntüyü J. Ranciere’in tanımladığı “metamorfik görüntü” kapsamında ele almıştım. Yukarıda ki resim bir imajdır ama duvara çizilen şekil bir imgedir. İmgelerin güncellenen söylemleri gibi imajlarında güncellenen söylemleri vardır.

Kitle iletişim aygıtları sayesinde daha fazla insana ulaşabilen imajlar, başta propaganda olmak üzere çok farklı biçimlerde kullanılmışlardır.

Resim 10.

G.P. Goldshtein tarafından 1920’de çekilen bu fotoğraf, Stalin döneminde, manipüle edilmiş halde birçok yerde kullanılmıştır.

Resim 11.

Fotoğrafın orjinalinden L. Troçkinin çıkarılması, bize imajların taşıdığı enformasyon ve dezenformasyon sürecinin basit örneklerini vermektedir. Troçki’nin fotoğraftaki varlığına yapılan sansür, Sovyet toplumunun görsel hafızasına yönelik dezenformasyon iken, bize kadar ulaşan bu imaj, Stalin dönemine ait bir enformasyonu taşımaktadır. Bu durum, imaj söyleminin belli dönemlerde değişmesidir; fotoğrafta görülen Bolşevik ihtilâli sonrası birlik, yerini ayrışmaya bırakarak bir dışlama taktiği olarak sansürlenmiş ve günümüzde iki fotoğrafın karşılaştırılması ile iki ayrı söylemle karşılaşılmaktadır. Söylemlerin farklılığı, sürece ait bir enformasyon oluşturmaktadır.

İmgelerle etkileşim alanlarımız hafıza mekânları gibi fiziksel mekânlardan çıkıp, imaja dönüşerek sanal mekânlara kayarken imajlarla karşılaşma mekânlarımız, yazılı kaynaklar veya bilgisayar ekranlarından dışarı kaymıştır.

137 - The Berlin Wall, 1962

Resim12.

Resim 13.

Berlin duvarının bir parçası, bir çok müzede olduğu gibi, Washington’da açılan dünyanın en büyük interaktif müzesinde de sergilenmektedir. Bu fotoğrafı ise interaktif Washington D.C müzesinin websitesinden kopyaladım. Üzerinde Act-up gibi aktivist bir çok gruba ait imgeler, yani söylemler barındıran duvar, newseum’de (haber müzesi) 20.yüzyılın enformatik belleğini örneklendiren bir söylemde sergilenmektedir. Duvarın kendisi kopyalanıp çoğaltılarak imaja dönüşmüştür.

Resim 14.

Dönemin Sovyet lideri Leonid Brejnev ile Doğu Almanya Komünist partisi lideri Erich Honecker’ın Rus adetlerince dudaktan öpüştükleri fotoğrafı, Dmitri Vrubel yazılı- görsel basından Berlin duvarına taşıdı. “Brotherhood Kiss” adlı imaj, Berlin duvarının üzerinde; bölünmüşlük (Berlin duvarı -Batı Avrupa) ve birleşmeyi (Sovyet Rusya) üst üste bindirerek bir söylem yaratmıştı.

Resim 15.

1990’lı yılların başlarında imaj, Dmitri Vrubel tarafından yenilendi. Resim, 2009 yılında restorasyon çalışmaları kapsamında duvardan silindi.




İmgeler ve imajlar, söylemlerini şimdi’den aldığı etkileşimlerle güncelleştirirler. Güncelleştirme, imge ve imajın taşıdığı belleğe doğrudur ama burada nostaljik bir geçmişe doğru yönelmek yerine, şimdi’yi içine alan bir alan söz konudur. Bu alan, geleceğe doğru da bir yönelim içindedir.

Arama motoru Google’ı İngilizce ve Türkçe “future” - “gelecek” imajlarını aratmak için kullandığımda, karşıma alt başlıklarıyla beraber en çok tıklanan iki resim çıkmaktadır*:

Resim 18. Future of Mobile

18.04.2010

Resim 19. Gelecek Kaygısı

Her iki imajın ait olduğu site, kişisel bloglardır. Kaygı ve tasarıma ait farklılık, aynı şekilde “aşk” ve “love” kelimelerine yönelik bir aramada da karşıma çıkmaktadır. İlkinde kaybetmeyle ilgili görsel bir imajla karşılaşırken, diğerinde heyecanla alâkalı bir imajla karşılaşıyorum. Sosyal süreçlerin bu şekilde belli konular üzerinden imajlara yansıması; geçmiş ve geleceğe doğru hareket halinde olan, kültürel ilişki içinde bir şimdi’yi ortaya çıkarmaktadır. İmajlar üzerinden “şimdi” ve “now” kelimelerini aramaya devam ettiğimde karşıma ilk çıkan İngilizce kaynaklı imaj; üzerinde now yazan bir kol saati, Türkçe aramada ise hayatımıza girmiş olan, hizmet sektörüne yönelik çokuluslu şirket etiketlerinin bir bebeğin üzerine yapıştırıldığı imaj oluyor. İmajların iki farklı “şimdi” söyleminde bulunduğunu düşünebiliriz.

Yaşamla olan deneyimlerimiz görselleştirmelerin içeriğini değiştirmektedir ve oluşturulmuş imge ve imajlar kendi söylemlerini farklı koşullarda sürdürmektedir.

İmajı İşlemek

İmgelerin ve imajların var olan söylemleri manipüle edilip değiştirilebilir ve yeniden yaratılabilirler. Düşünce ve hayatı algılama biçimlerimizin değişkenliği içinde değişerek, deneyimleri ve duyguları iletebilirler.

Daha önceki bölümlerde imgenin ve imajın farklılığı üzerinde durmuştum. Sunum ve biçim koşulları üzerinden değindiğim bu farklılık, keskin bir ayrımla sonlamıyordu; imajların bağlamsallığı onu sadece bir kopya -suret olma ilişkisinden, imgesel bir deneyim alanına kaydırıyordu. İmajla karşılaşan öznenin tahayyül gücü (imagination), bir imgelem coğrafyası içinde imajın da bağlamsallığını güncelleştiren bir pratikti. Bu bağlamda; imge ve imaj arasında ki ayrımı, kelime farklılığı düzleminde ortadan kaldırarak ele almayı seçiyorum. İki kavram arasındaki farklılıkların, üretim ve tahayyül sürecindeki etkileşimleri ve formlar halinde nesneleşerek görünüme, dolayısıyla düşünme etkinliğimize dahil olmaları ekseninde, yeniden ve yeniden işlenmeleri söz konusudur. İşlemlerin yarattığı alan; (zihnimizden duvarlara, gazetelerden günlük yaşantımızın bir anına) söylemlerin transfer alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Söylemlerin bu transfer alanları, bellek mekânlarında oldukları gibi, birer iletişim kanallarıdır; düşünme ve eyleme etkinliğine doğru yönelmişlerdir. Verici ve alıcı arasında ki iletişim, alıcının imaj karşısında ki düşünsel deneyimiyle yeniden bir işlemden geçer. Ron Burnett, görmenin, düşünme ve hissetme süreçleriyle yaratıcı şekilde angaje olan bir etkinlik olduğunu belirtir.

İmgelerle düşünme, harf yazısı öncesi resim yazılarının (hiyeroglif) kullanıldığı dönemlerde de, zihinde bir kurgulama işlemi (montaj) gerçekleştirmiştir; ok ve bir hayvan’ın suretinin yan yana kullanılması “av” iletisini oluşturduğu gibi. W.J.T. Mitchell, hiyeroglif figürün hem sözel imajın hem de zihin imajının hikâyelerine paralel giden bir tarihi olduğunu belirtir.

İmaj’ın işlenmesini, söylemlerin üretim ve düşünce etkinlikleri içinde ‘kurgulanması’ bağlamında ele almayı düşünüyorum. Kurgulama; imajları kesmek ve bir araya getirmek değil, düşünme ve tahayyül yollarının keşfidir.

Ulus Baker, bir makalesinde görselliğin taşıyabileceği enformasyon miktarına bağlı olarak, Duygular Sosyolojisinin imaj üretebilme kapasitesinden bahsetmektedir:

“Gerçekten de, diyelim ki yoksulluk üstüne bir araştırmada bir kamera yoksulluğun ‘imajlarını’ tespit ederek kurgulayabilir ve bunu ‘çevreyi’, ‘mekânı’ ve ‘zamanı’ görüntü haline getirerek yapar. Bu imajların tasnifine, yani ‘düşünülmesine’ sinemanın pek erken bir döneminden beri taktığı bir ad var: montaj. Jean Luc Godard montajın modern hayatın esası olduğunu söylüyordu: hayatımız, kentlerimiz, sınai üretimimiz, edebiyatımız, her şey modern hayatta ve ileri kapitalizmde montajdan başka bir şey değildir. (...) Böylece montaj sinemanın ötesinde daha derin bir mefhum olarak düşünülmesi, montaj, yalnızca filmde değil, her alanda modernliğin ( ya da diyelim modernlik sonrasının) temel düşünme biçimi ve tarzıdır.”

Kültürel deneyimlerin imajlara dönüşmesi ve iletilmesi sırasında ortaya çıkan anlam parçacıkları, zihnimizde yeniden kendi deneyimlerimiz ile bir iletişim gerçekleştirir; kurgu işlemi yinelenir. Böyle bir iletişim alanında imajın taşıdığı enformasyon, zihinde imgeleşerek kültürele dair kanaatler oluşturur.

Resim 20. John Heartfield, Adolf el superman -1932

Resim 21. Martha Rosler , Tron (Amputee), from House Beautiful Bringing the War Home

1967 - 1972

Jacques Ranciere, diyalektik montaj için, seçilen imajların bağdaşmazlıkları bir araya getirerek çarpışmalar yaratmasından söz eder:

“Ama kapitalist altını Hitler’in gırtlağında gösteren, yani ulusal devrim lirizminin ardındaki ekonomik tahakküm gerçeğini görünür kılan John Heartfield tarzı militan fotomontaj da olabilir; bundan kırk yıl sonra Vietnam savaşının görüntülerini Amerikalıların yuva mutluluğunun reklam görüntüleriyle harmanlayarak eve servis eden Martha Rosler’in fotomontajı da.”146

İşlenen imaj ve alıcı arasında oluşan mesajın kodlamaları, söylemleri oluşturan koşulları içlerinde barındırır, koşulların kodlanması aynı zamanda söylemin hareket ettirici varlığı olabilir. Söylemin hareket içindeki varlığı, bize

düşünsel etkinliğin enerjisini sağlar, karşılaşılan ileti alımlanarak yeniden bir etkinliğe dönüşür. Daha önce belirttiğim gibi kurgu işlemi devam eder; imajın kodlanan koşulları, karşılaşılan anın bireysel koşulları ile yeni bir düşünüş faaliyeti (veya söylem) ortaya koyar.

Paul Ricoeur, söylemi yaratan dilin metaforik kullanımında imgeyi algıdan dile kaydırarak; söylenen şeyin görülen şeylerden değil, söylenen şeylerden geldiğini belirtir.

“Metafor, bir bütün olarak cümle bağlamında yüklemin sapkın bir kullanımına dayanır. O nedenle, metaforik olarak kullanılan isimler yerine metaforik söyleyişten/ sözden bahsetmek gerekir. O zaman sorun, olağandışı yüklemlerin kullanımında geçerli söylemsel strateji sorunu haline döner.”

Yüklemsel ayrıklığı (non - pertinence)* bir şok üretme vasıtası halinde kullanarak, metoforu anlamın genişlemesini tahrik eden bir dinamik olarak gören Ricoeur, imgenin algıdan devşirilmediğine dair kesin bir ayrım yaparken, anlamsal yeniliği, dilin bir veçhesi olarak görüyor. İmge, anlamı kurgu öğesinde askıda tutmaktadır; böylece tahayyül, algı ve eylemden sıyrılmış durumda yaratıcılığını sürdürür.

“Ama tahayyül kavramıyla İlgili bu sağduyu, tahayyülün doğurganlığının, metaforik süreçlerde örneklediği gibi, dilin doğurganlığına bağlanmadığı sürece tam manasıyla anlaşılamaz. Bağlantıyı kurmazsak şu hakikati, imgeleri işittiğimiz oranda gördüğümüz hakikatini ihmal etmiş oluruz.”

Burada kurguya yaklaşım, bölüm 3.1’de gördüğümüz gibi fenomenolojik düşünüş dahilinde eski betimlemeye olan İnancın askıya alınarak, gerçekliğin yeni boyutlarını görüşe açma ve serilmeme (unfold) kapasitesidir. Böylece Ricoeur, kurgunun bir paradoksunu ortaya koyar; görüş ufkumuzun genişlemesi, algının iptal edilmesi gibi bir şarta bağlıdır.

Bergson ise algılarımızı maddi dünyanın geri kalanına sıkı sıkıya bağlamıştı. Düşünme etkinliğimiz sırasında yaptığımız kurgu işlemi, Ulus Baker’in yukarıda alıntıladığım makalesinde söylediği gibi yalnızca filmlerde değil, düşünce biçimimizin kendisinde mevcuttur.

“Bergson, sinema hareketi hareketsiz kesitlerle yeniden kurarken en eski düşüncenin çoktandır yaptığından (Zenon paradoksları) veya doğal algımızın yaptığından başka bir şey yapmıyor. Bu bakımdan Bergson sinemanın daha çok doğal algının koşullarından koptuğunu savunan fenomenolojiden ayrılıyor. “Geçip gitmekte olan gerçeklikten neredeyse enstantane (anlık) görüntüler alıyoruz ve bunlar o gerçeklik için karakteristik olduklarından, onları soyut, tekbiçimli, görünmez, bilinç aygıtının fonunda yerleşmiş bir oluş süreci boyunca akıtıp geçirmemiz yetiyor bize... Algılama, düşünme, dil genel olarak böyle işlerler. Oluşu düşündüğümüzde, ya da ifade ettiğimizde, hatta algıladığımızda bile içimizde bir tür sinematografi işletmekten öteye bir şey yapıyor değiliz.” Bundan Bergson’a göre sinemanın sadece değişmez, evrensel bir yanılsamanın projeksiyonu, yeniden- üretilmesi olduğunu mu anlamalıyız? Yani sanki bilmeden hep sinema mı yapmışız?”

Bu soruyu kurguya doğru yönlendirerek; imajların işlenmesinde ve düşünme faaliyetimiz sırasında ortaya çıkan kurgunun sadece varolanın yeniden betimlenmesi değil, söylem- praksis arasında oluşan etkileşim alanında duyuş ve deneyim olanaklarını barındırabileceğini düşünüyorum.

“Tarihsel alanın kurulmasında tahayyül gücünün asli bir öğe olarak yer aldığı aşkın durum işte böyle bir şeydir. Husserl’in Fifth Meditation’da benzetime - dayalı idrak kavramını tahayyülle aktarma kavramına dayandırması tesadüf değildir. Benim düşündüğüm gibi düşünüyorsun, benim yaşadığım gibi zevk ve acıyı yaşıyorsun demek, senin yerinde olsaydım ne düşünmem ve deneyimlemem gerektiğini tahayyül edebilmem demektir. Bu tahayyüldeki aktarım, benim ‘burada’nım senin ‘orada’na aktarılması, empati (Einfühlung) dediğimiz şeyin köküdür, sevgi olabildiği gibi nefret de olabilir.”

Robert Lifton, savaş görüntüleri karşısında silahların öldürücü olduğunu bildiğimizi ama öteki taraftakilerin ölüm acısını hissetmeyi başaramadığımızı söylüyor.

Burada bahsi geçen empatiyi “biz”e dönüştürme veya benzetme alanlarını yaratmak olarak değil, “bağdaşmaz unsurların her bağlanışı başat mantığın eleştirel bir saptırılması olarak, her türlü konudan konuya sıçrama sitüasyonist bir türev (derive) olarak” ele alıyorum. Söylemin iletisi ile beliren empati alanları, imge dünyalar arasında geçişler sağlayabilir.

Resim 22. Çağla Cömert , Hunger, 2008

Üretim ve feedback (iletinin alıcı tarafından alınması ve dönüştürülmesi) sırasında işlenen imajın böylece bir temsil sisteminden kopması, enformasyonun basit kodlardan oluşmayıp farklı bağlamlarda kendini gösterirken, söylemin yüklemini genişletmesine katkı sağladığı düşünülebilir.

“Değişmesi gereken şey, kullanıcıların topladıkları enformasyonla ilişki kurma biçimleri olacaktır. Yeni bellek ve erişim kavramlarıyla birlikte yeni imge-alan türlerine ihtiyaç olacağı anlamına gelir bu. Bu durumda aracılar, toprağa bağlı ve kablosuz ağlar üzerinden erişilecek kıymetli belleklerin saklanmasını sağlayacak sanal ortamlar üreteceklerdir.

İmgeler giderek, yalnızca bireylerin kişisel tarihlerini değil, insanların kendi arşivlerindeki enformasyonlarla sürdürdükleri ilişkileri kaydetmenin de ana aracı olacaklardır. Bu anlamda, daha önceki analog imgeler, tarihsel değişim ile imge, kimlik, bilgi ve enformasyonun bir süreklilik dahilinde nasıl dolaşıma girdiklerinin ve geçmişte nasıl dolaşıma girmiş olduklarının işareti olacaklardır.”

ENFORMASYON ÇAĞI VE İMGE

Enformasyon Çağında İmajın Dolaşımı ve Enformasyon Olarak İmaj

Enformasyon kavramının, bölüm 2.2.’de belirtildiği gibi yeniden bir tanımı yapacak olursam enformasyon, iletinin sınıflandırılmadan önceki veri halidir. Headrick, yeni bir enformasyonun bilgi birikiminde yerini bulabilmesi için tam olarak tanınması ve bir nesneyi temsil etmesi gerektiğini belirtir. “Bilgi: mantıklı bir yargı ya da deneysel bir sonuç sunan, başkalarına sistemli bir biçimde bir iletişim aracıyla aktarılan olgulara ya da düşüncelere ilişkin örgütlü ifadeler dizisi”dir. Enformasyon ise bir veri iletim - bildirim sürecini (proses) tanımlar. Bu bağımsız ve teyit edilmemiş veriler hem enformasyonun kendisidir hem de enformasyon sürecidir. İleti, kendisini başka bir sisteme bildirir ve içinde belli kodları taşır. Günümüz enformasyon sistemleri uydu iletişimlerinden televizyon ve cep telefonlarına, fiber optik kablolardan sanal ağ sistemlere kadar yayılmış veri akışını sağlayan bir enfo- küreyi meydana getirmektedir.

Daniel R. Headrick, dönemler içinde gelişen enformasyon sistemlerinin değişimi, iktisadi ve siyasi değişimlerin yönlendirdiği kültürel bir değişim olarak tanımlar. 15.yüzyılda ticaret gemilerinin hedeflenen limanlara varıp varamadığının öğrenilmesi veya 1776 yılında Kuzey Amerika kolonilerindeki olaylarla başlayan Devrim Çağında enformasyonun derlenmesi ve bu bilgilerin yaygın biçimde aktarılması gerekliliğini ortaya çıkarmıştı. Enformasyonun bu ekonomik ve siyasi amacı, günümüzde de değişmeyen bir anlama sahip olmuştur.

Negri ve Hardt, ekonominin ortaçağdan beri üç ayrı pradigmadan geçtiğini söyler ve günümüzde, enformasyonun ekonomik üretimde en önemli unsur olduğunu belirtir:

“Birinci paradigmada, tarım ve hammadde çıkarılması ekonomiye hâkimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar üretimi ayrıcalıklı konumu işgal eder; şu anda sürmekte olan üçüncü paradigma ise, hizmet sağlama ve enformasyonun manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli unsurudur. (,..)Biz ikinci paradigmadan*üçüncüye, endüstrinin hakimiyetinden hizmetler ve enformasyon hâkimiyetine geçişe ekonomik postmodernleşme, daha doğrusu enformatikleşme süreci adını verebiliriz.”

Ekonomik anlamda enformatikleşmede önemli olan süreç, dünya üzerindeki herhangi bir bölgenin Fordist üretim sürecindeki gibi endüstrileşmiş bölgelerdeki aynı ekonomik ve sosyal süreçleri yaşaması gerekmeden, veri aktarımı (enformasyon) ile endüstrinin güncel durumunu yakalayabileceğidir.

Ekonomik alandaki veri transferinin dünyadaki her bölgeyi aynı şekilde etkilemediğini anlatan Negri ve Hardt, enformatik akış hiyerarşisinin en alt basamağında olan Sahra altı Afrika gibi bölgelerin sermaye akışından dışlanmış olduklarını belirtirler. Brezilya ve Hindistan örneklemelerinde madencilik ve tarım gibi farklı üretimlerin enformatik üretim süreçleriyle yan yana var oldukları ortaya çıkar.

Manuel Castells teknolojiyi tanımlarken, “iş sürecinde emek ile madde arasındaki ilişki üretim araçlarının, enerji, bilgi ve enformasyon temelinde madde üzerinde kullanılmasını” içeren ilişkinin özgül biçimi olarak tanımlar. Sanayi sonrası dönemde toplumsallığı şekillendiren önemli dinamiklerden biri, teknolojiye bağımlı olan enformasyon unsurudur.

“Dolayısıyla bu değişim sürecinde ortaya çıkan yeni toplum da, tarihlerine, kültürlerine, kurumlarına, küresel kapitalizm ve enformasyon teknolojisiyle özgül ilişkilerine bağlı olarak farklılık gösterse de, hem kapitalist hem enformasyoneldir.”

Headrick ve Castells teknolojinin toplumu belirlemeyeceğini, bu

gelişmenin kültürel ve iktisadi değişimler sonucu ortaya çıktığını belirtirlerken, Krishan Kumar sanayi sonrası toplumu üreten ve tahkim edenin enformasyon olduğunu belirtir.

Yukarıda belirttiğim gibi iktisadi yapılanmanın fordist modelden (üretim bandı üzerinden kitlesel üretim) daha esnek bir üretim modeline geçmesi (toyotist model), sermayenin tek merkezde toplaması yerine sermaye akışını sağlayarak, toplumlar etrafında çok uluslu şirketlerin varolduğu kapitalistik bir ağ düzenlemesi yaratmıştır.

“Benetton, Veneto bölgesinde küçük bir aile işletmesiyken çok uluslu bir müesseseye dönüşen bu İtalyan örgü giyim kuşam şirketi, ticari franchise lisansı verme usulüyle çalışır; ürünlerinin çekirdek şirket tarafından çok sıkı kontrollerden geçirildikten sonra dağıtıldığı beş bin mağazası vardır dünya çapında. Bugün dağıtım noktalarından merkeze, on-line geri bildirim yapılır; bu geri bildirimlerle stoklar yenilenir, ayrıca desenler, renkler konusunda piyasadaki eğilimler belirlenir. Ağ modeli üretim düzeyinde de etkilidir; İtalya’da Türkiye gibi başka Akdeniz ülkelerinde imalat küçük şirketlere, evlere dağıtılır. Böyle bir ağ örgütlenmesi, büyük şirketlerin dikey yapısının yapılan sözleşmelerle çözülmesi ve küçük şirketlerin yatay ağlar oluşturması arasında bir geçiş biçimidir. Yatay bir ağdır, fakat sürecin hem arz hem talep kısmıyla ilgili olarak merkez ile çevre arasında bir dizi ilişkiyi temel alır.”

Ağ sistemlerin şirketleşmelerin yeni boyutlarına yönelik kullanımının yanı sıra, sosyal hareketliliğin iletişiminde de kullanıldığı bilinir. Her geçen yıl internet kullanıcı sayısının artması, dünya üzerinde belli bölgelerde yaşanan toplumsal olayların aktarıldığı kitleyi de büyütmektedir ve iletişim deneyimini katılıma açık bir boyuta ulaştırmıştır. “İnternetin kullanıcı sayısı 1996’da 20 milyonken, 2000’de 300 milyonu aşmıştır. Binlerce bilgisayar ağı, küresel, yatay iletişimin temelini oluşturdu. Öyle ki Chipas’taki Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos, Lacandon ormanının derinliklerinden dünyayla ve medyayla internet üzerinden iletişim kurdu. İnternet, 1999’da Çin Komünist Partisi’ne meydan okuyan tarikat Falun Gong’un gelişiminde, Aralık 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı protestoların örgütlenmesinde ve yayılmasında da araçsal bir rol oynadı.”

Ağın enformasyonu hızlı bir biçimde akıtıp yayması ve ağ sistemine herhangi bir sayısal tabanlı sistem ile bağlanılması ve paylaşımda bulunulabilmesi, bir fiziksel mekânın içinde gerçekleşen süreçleri başka fiziksel mekânlara bağlayarak etkileşim içine sokar.

“Ağ, mekânsal bir var oluştur -aynı anda her yerdedir ama aslında hiçbir belirgin yerde değildir. Nerede olduğunu, şeklini ya da oranlarını ve bir başkasına oraya nasıl gidebileceğinizi anlatamazsınız. Bununla birlikte içinde, tam olarak nerede olduğunu bilmeden de olsa aradığınızı bulabilirsiniz. Ona gitmezsiniz, sadece fiziksel varoluşunuzu gerçekleştirdiğiniz mekândan bağlanırsınız.”

İmajların taşıdığı enformasyona bu noktada geri dönebiliriz. İmajların, ağ sistemleri içindeki akışları belli kodları da (referansları) beraberinde getirirler. Bu kodlar ile kurduğumuz ilişki bir mesajın şifresini çözmek de olabilir, ele alındıkları farklı bağlamlarla girdikleri etkileşimler de.

Resim 23. Zapatistas in Lacandona - Youtube

Güney Amerika’da toplumsal hareketlenmenin önemli bir unsuru olan Zapatistaların Lacandon ormanlarından, ağ sistemlerini kullanarak dünyanın herhangi bir bölgesine göndermiş olduğu iletiler, imajın video formatının içermiş olduğu enformasyonu yaymaya devam etmektedir. İmajın kopyalanabilirliği farklı kanallara ve mekânlara taşınmasını sağlar. 3 bölümden oluşan yukarıdaki imajın videosunun sadece ilk bölümü, sadece youtube üzerinden ve sadece youtube’un heartmedia kullanıcısının sayfasından 21,728 defa görülmüştür.

“Ağ, birbiriyle bağlantılı düğümler dizisidir. (,..)Enformasyon Çağı’nda kültürel ifadenin, kamuoyunun kökenlerinde yer alan yeni medyanın küresel ağında ise bu düğümler, televizyon sistemleri, eğlence stüdyoları, bilgisayar grafiği ortamları, haber ekipleri, sinyaller üreten, gönderen, alan seyyar aygıtlardır. Ağların tanımladığı topoloji, iki nokta (ya da sosyal konum) arasındaki uzaklığın (ya da etkileşimin yoğunluğu ve frekansının) bu iki noktanın aynı ağdaki düğümler olması halinde, aynı ağda bulunmayan iki nokta arasındaki uzaklığa kıyasla daha kısa olmasını ( ya da daha sık ya da daha yoğun) belirler.”

Ağ sistemlerine katılımın, enformasyonu üretmenin ve paylaşmanın açık boyutu aynı zamanda egemenler tarafından yönetilen bir denetim mekanizmasını da beraberinde getirir. D. Headrick, enformasyonun merkezi olarak toplanmasına yönelik taleplerin geçmişine doğru bir analiz yaparken, ekonomik sebeplerin dışında, 18.yüzyılda kamu sağlığı kaygısından dolayı istatistiklere duyulan ilginin arttığını ve bilgileri toplayan kurumların çoğunlukla bunları kamuoyuna açıklamadığını belirtiyor.

Takip ve denetimin 18.yüzyıldaki grafik-imaj biçimi, görünmeden gözetlemeyi ve denetimi temel alan Jeremy Bentham’ın panoptik biçimine eşlik ederken günümüzde yine panoptik temelli ‘enfo-optik’ teknolojilere dönüşüyor.

Resim 24.

Kameralardan veya uydulardan anında çekilen imajların sağlamış olduğu enformasyon, kamu düzenini denetleme ve biçimlendirme yetkisini elinde bulunduran merkezi mekânlara iletiliyor. Enformasyon bu merkezlerde

saklanarak tasnif ediliyor (dönüştürülüyor) ve yeniden ilgili sistemlere /merkezlere iletiliyor. Paul Virilio bu durumu, “hukuk devletinin toplumsal kontrolü” yerine geçen “ortam kontrolü” olarak yorumlamaktadır; “Bu nedenle yeni bir saydamlık yaratmak zorunludur: belli bir mesafeden anlık olarak aktarılan görünümlerin saydamlığı... Bugün görünürün ticareti denilen şey, yani en son reklamcılık budur.”

Castells, TV’nin baskın olduğu sistemi “kitle iletişimi” olarak niteler. “Birkaç merkezi vericiden, milyonlarca izleyiciye aynı anda, aynı mesaj gönderilmektedir” der. Ağ sistemine kıyasla, iktisadi sistemle iç içe girmiş egemen faktörlerin söylemlerini ileten kitle iletişim araçları, Guy Debord’un işaret ettiği monolog bir söylem akışı sağlar. Aynı zamanda iletişimin tek yanlılığı süresinde iletilen imajlar, “gösteri toplumu”nu üretecek olan toplumsal ilişkileri biçimlendirir ve içerir.

“En ezici yüzeysel tezahürleri olan “kitle iletişim araçları”nın sınırlı görünümü altında ele alınan gösteri, basit bir aletler toplamı olarak toplumu istila ediyormuş gibi görünse bile bu aletler aslında hiç de yansız değildir, aksine bizzat gösterinin bütüncül öz devinimine elverişli olan araçlardır.”

Thomas Meyer, kitle iletişim araçlarının arkasındaki iktisadi sisteme şöyle bir örnek getirir;

“Örneğin ABD’de dünyanın en büyük medya şirketi Time Warner Inc. sinema filmi, televizyon, kablolu televizyon, dağıtımcılık, dergiler ve spor takımlarını kapsayan çok sayıda farklı işkolunda içsel olarak birbiriyle bağlantılı operasyonlardan kabaca 12.5milyar dolarlık bir gelir elde etti.”

“Medyaya Nasıl Direnilir?” başlıklı makalesinde Ulus Baker, kitle iletişim araçlarının tek yanlı etkisini, farklı söylem ve perspektifleri homojenleştiren bir etki olarak ele almıştır:

“Bu homojenleştirmeyi, hakikatin her yerde aynılığını ve kendisiyle özdeşliğini sağlayan neredeyse insanüstü diyebileceğim düzeneğin medyanın ta kendisi olduğunu rahatlıkla fark edebiliriz.”

Kitle iletişim araçlarının homojenleştirici bir perspektif üretip yaymasında haber programlarının biçimlendirici etkisi kaçınılmazdır. Sosyal yaşantının değişimlerine dair hareketliliği insanlara ileten televizyon haberlerinin ve dolayısıyla televizyon kanallarının piyasa ile olan bağlantısı, değişen iktidar- sermaye güçleri doğrultusunda haberlere yansıyan görüntülerin içeriğini, sunum yöntemleriyle kendi biçimlendirebilmektedir.

“ABD’yle ilgili olarak McManus, piyasa güçlerinin televizyon haberlerini giderek daha fazla şekillendirdiğini belgeledi. İzleyici ilgisini çekme ve dolayısıyla Pazar paylarını ele geçirmeyle ilgili medya kuralları neredeyse diğer tüm ilkeleri dışlayacak ölçüde işe egemendir ve iletişimin demokratik ya da kültürel standartları hiç düşünülmeden uygulanır.”179

1Mayıs 1979 yılından beri Taksim meydanında yapılması yasaklanan 1 Mayıs gösterilerinin 30. yılında Taksim meydanı ve çevresini eylem etkinliği içine yeniden kazandırmak için yapılan gösteriler 2007’den itibaren ivme kazandı. Şişli, Tarlabaşı ve Taksimin ara sokaklarında polisle çatışan göstericilerin olduğu her yerde olan haber kameraları bütün gelişmeleri kaydetti. (Kaynak: Araştırmacının gözlemci katılımı) Günün akşamında ana haber bültenlerinde ki biçimlendirilen ve sunulan imajların Guy Debord’un bahsettiği bağlamda şov’un parçaları haline dönüşmesi kayda değerdi. İlerleyen paragraflarda bu konuyu 2009 İMF karşıtı protestolar için yeniden açacağım ama burada yapmam gereken tespit, alternatif bir söylem hareketliliğinin ya da imaj üretiminin kitle iletişim araçları içinde aynılaştırılması olarak biçimlendirilmesidir. Enformasyon, medya üzerinden izleyici için belirlenen makul halde kullanılır. Bu aynı zamanda, iletişim ve düşünce biçimlerimizin kitle üretim aygıtları içinde yeniden üretilmesidir. Metinlerin, görüntülerin ve seslerin bu bağlamda kullanımı, erişim açısından zor olmayan televizyon sistemlerinin yarattığı bir izleyici profiline sunum yapar. Kimlik arayışlarının da gösterilene yöneldiği izleme edimleri,“(...) bireylerin özel yaşamını dinsel sahnelemeleri çağrıştıran bir biçimde gösteriye dönüştürmeye çalışan medyatik taşkınlıklar” ile karşılaşır. Kimlik, medyatik üretimin içinde üretilir.

Medyaya kıyasla, daha demokratik bir uzam haline gelen ağ sistemlerine katılımın teknolojik temelinde “yeni medya” olarak nitelenen iletişim araçları vardır: “yeni medya, bir bölümünü bilgisayarlara (bilgi -işlem), bir bölümü ise iletişim araçlarına (haberleşme-telekomünikasyon ve yayıncılık) özgü yapıları barındıran iki yönlü, melez bir medyadır.” Nurcan Törenli’nin belirttiği gibi yeni medya’nın kitle iletişim araçlarından, haber içeriklerinin üretimi ve tüketimi anlamında farklı olması gerekmemektedir.

“Yeni medyanın haberin üretimi ya da üretimin kontrolü açısından yaptığı katkı ise temelde şirketlerin personel yapılarını kalifiye işgücü çalıştırma zorunluluklarının dışına taşımak, işgücü maliyetlerinde tasarruf yapmak; daha fazla işi önceki dönemlere oranla çok daha az kişiye yaptırarak çalıştırılan personel sayısını azaltmak yönünde biçimlenmektedir.”

Fark; internet, GSM, CD, VCD, DVD, WAP, GPRS, Handycam kameralar gibi araçların artmasıdır. Sayısal tabanlı araçlar, ağ sistemleri ile iletişime geçmenin alt yapısını sağlar. Adorno’nun kitle endüstrisi olarak nitelendirdiği, ürün ve meta üretiminin tüketiciyle olan ilişkisi, yani ekonomi politiği, yeni medya alanına ve ardından ağ sistemlerine kaymıştır. Fakat burada, kitle iletişim araçlarının karşısında bulunan pasif bir konumda tüketen izleyici profili yerine interaktif kullanıcı / tüketici profili vardır. İnteraktif deneyim, birebir ve çoklu iletişime dayalı olmakla birlikte, enformasyonu seçme imkânını barındırır. Sosyal ağların kullanıcıları sosyal alanlardan yalıtma potansiyeli imajlarla bütünleşmiştir. Kamusal alanların modellere dayalı olarak simüle edilmiş imajinasyonu, Baudrillard’ın bahsettiği “hipergerçek” bir uzamı yaratır.

Resim 25. GOOGLE EARTH, UYDU-İMAJ AKTARIMI

Resim 26. GOOGLE EARTH, BİR KENTİN BİREBİR 3D MODELLEMESİ

“iletişim kuramı düzeyinde, eleştirmenlere göre internet siyasal kamusal alanı büyük ölçüde özelleştirme eğilimindedir çünkü bireyler internetin potansiyelinden yalnızca yalıtılmış durumda yararlanabilirler. Bu şekilde, örneğin internet sohbet odaları, geleneksel temsili kamusal yaşamın ve iletişimin aynı fiziksel mekânda hazır bulunan katılımcılar arasında teşvik ettiği kanı filtreleme sonuçlarından kaçınabilir. Hatta interaktif sohbetler çok sayıda kişiyi kapsadığında bile, özel kişiler arasında düşünce alış verişi yapılıyormuş havası taşır. Bireyin bu özel alandan çıkıp kamusal alana girme ve kamusal işlerle ilgili söylemi düzenleyen özel kuralların rehberliğinde tartışmalara katılma olanağı gözden kaçırılır.184

Virilio, ağ sisteminin bu getirisini “en büyük kamuoyu dönüştürme operasyonu” olarak yorumlarken, üretilen ve yayılan imajları seçme hakkını elinde bulunduran interaktif kullanıcıya yönelik gösteri düzenlenmesini Ahmet Güngören Ebu Gureyh imajları üzerinden değerlendirir:

“Ebu Gureyh skandalının da, çağımıza özgü koşullarda, işkence tarihinin en büyük medya patlamasını yaparak, kitlesel bir gösteriye dönüştüğünü öne sürmek yanlış olmayacaktır. İster bilinçli, ister kontrol dışı köstebekler eliyle basına sızmış olsun, ortadaki fiili durum şudur: izleyici denen kolektif kimliğin içinde zaten varolan gizli sadist potansiyel manipüle edilerek, kurban içinde bulunduğu cinsel aşağılama pozisyonlarında tüm dünya kamuoyu önünde, ikinci kez ve telafi edilemez bir biçimde teşhir edilmektedir.”

Castells, uyarıcıların (enformasyonun) çoğunun kitle iletişim araçlarından geldiğini, kitle iletişim araçları ortamında yaşadığımızı söylerken, Umberto Eco’nun tespit ettiği, internet kullananlar ve kullanmayan arasında gerçekleşen “dijital bölünme” türü ortaya çıkıyor.

Resim 27.

2009 yılının Ekim ayında İstanbul’da toplanmış İMF forumuna karşı yapılan protestolar, dijital bölünmenin her iki yanında da ( kitle iletişim ortamı ve sanal ağlar) seyredilmeye yönelik imaj sunumu içinde koordinatlandırılmıştı. Haber kameralarının ön görülen alanlarda protestolar başlamadan saatler önce konumlanmaları, eylem alanlarının içlerine girmeleri, protestodan günler önce başlayan duyuruların, çağrıların, gerilimlerin canlı yayında gerçekleşmeye başlaması “gösteri toplumunu” yeniden organize etti. 1999 Seaatle’da ilk defa kullanılmış olan ağ sistemi üzerinden veya cep telefonlarından önceden ve eylemler süresinde aniden oluşturulan yatay örgütlenme - toplanma pratiği; deneyim farklılığını süreç içinde kaybederek, ezber bir metod halinde gösterinin ağ uzantısına da eklemlenmiş oldu. Hemen hemen nelerin olup biteceği, iyi bir seyredenin süreç içinde kitlelere yayılan söylem ve imajları takip edip gördükleriyle oluşan beklentisinden farksızdı. Bu bağlamda üretilmiş farklı söylemlere sahip olan imajlar, hem ağ sisteminde hem de kitle iletişiminin söylemi homojenleştirici etkisiyle yan yana izlenmeye yönelik birden çok söylemde bulunmuş ve nereye varılacağı önceden belirlenmiş koordinatların çeşitliliğini oluşturmuşlardır. Fakat protest imajların deneyim imkânlarını gündeme getirmeleri ve İMF’ye karşı tecrübe edinilen deneyimlerle süreç içinde güncelleşmeleri, bahsettiğimiz bağlamdan ayrılır.*

“Teknolojik açıdan, bir başkası tarafından oluşturulmuş ve seçilmiş imaj, ulaşabildiği her yerde bireyin önceleri kendisi için gözlemlediği dünya ile temel bağlantısı haline geldiğinde bu imajın her şeye hoşgörü göstereceği kesinlikle unutulmamalıdır, çünkü aynı imajın içine her türlü şey hiçbir çelişki yaratmadan yerleştirilebilir. İmaj akını her şeyi taşır ve algılanabilir dünyanın bu sadeleştirilmiş özetini keyfine göre yöneten; gösterilmesi gerekenin ritminin ne olacağına ve bu akının nereye varacağına karar veren başkasıdır (,..)”

Debord’un bu paragrafında karar veren başkasını, medya arkasında imaj akışını belirleyen ilişkiler yanında, ağ sistemlerinde imajı üreten ve seçen ilişkileri de düşünebiliriz. Rolando Perez “Punk” için, “kendi göstergebilimi, kendi dili ve giyim kuralları olan bir akıma dönüştüğü anda bitmiş” olduğunu ve medyanın sadece direnişi kaydetmeyeceğini, onu hakim anlam yapısı içinde konumlandıracağını belirtir. Sanal ağ’da gerçekleşen medya’ya alternatif sunumlar, beklenilen ve bilindik gösterge sistemleri içinde kendini yenilenmeyen söylem ürettikçe, var olan gösterinin çeşitliliğine ekleniyor olabilirler.

İmajlar, ağ ortamları içinde optiğin (bakmanın-izlemenin ve iletilen imajın söylemi üzerinden yeniden seyretmenin) alanını üreten dinamikler haline geldikçe, deneyim ve yaratıcılığın değil sadece izlenmenin bir unsuruna dönüşebilirler. İmge ve imajların temsiliyet noktasına çekilmesi, söylemlerin sonradan olacaklara dair bir geleceği enforme etmesi (tasarıma yönelik bir kodlama), deneyimin çalınmasıyla aynı bağlamda düşünülebilir.

İmajlar ile Yeni Bir İletişime Geçme

Kitle iletişim araçlarının, dolayısıyla medyanın biçimlendirilmesini sağlayan ekonomi-politiğin arka planı üzerinde durmuştum. Egemen iletişim kanallarının sosyal hareketliliklerin aktarılması yönünde ilettiği perspektifin dışında, internetin yaygın olmadığı dönemde iletmediği deneyimlere örnek olarak, Times gazetesinin AIDS meselesine yönelik geliştirdiği ayrılıkçı ve homofobik söylemlere karşı 1989 yılında San Francisco’da yaşanmış deneyimler önemlidir:

“ACT-UP, kendisine cepheden saldıran bu yazıya yanıt vermek zorundaydı. Ülkenin en güçlü gazetesine karşı yürütülen bu kampanya birçok biçime büründü. Aktivistler, Times’ın konduğu ayaklı gazete raflarına ‘Satılık yalanlar buarada!’ yazan çıkartmalar yapıştırdı; Times satan otomatik makinalara da ‘Bozuktur’ yazısı yapıştırdı. Örgüt, Times’ın faks numarasını kendi içinde dağıttı ve bir çok ACT UP üyesi işyerlerindeki faks makinelarını kullanarak editörleri şikayet yağmuruna tuttu. ACT UP, 23 Temmuz 1989 gecesi, Times’ın yayıncılarından Arthur Sulzberger’in Beşinci cadde’deki evinin önüne cesetler çizdi ve ‘Bu haberler öldürür’ yazdı. Ertesi gün 200

ACT UP üyesi aynı yerde gösteri yaptı. (...) Tek bir büyük medya kuruluşu bile ACT UP’ın kampanyasını haber yapmadı.”

Negri ve Hardt, ağ sisteminin yapısını şöyle açıklarlar: “Politik terimlerle, küresel enformasyon alt yapısı bir demokratik mekanizmayla bir oligapolist mekanizmanın bileşimi olarak nitelenebilir ve bu mekanizmalar ağ sistemlerinin farklı modellerine göre işler. Demokratik ağ tamamen yatay ve yersizyurtsuzlaşmış bir modeldir.”

1989 yılındaki bu deneyim ile 2006 yılında yaşanmış bir olay üzerine gerçekleştirilen deneyim farkı, ağ sisteminin yatay modeline iyi bir örnektir. 27 Ekim 2006’da Meksika -Oxaca’da öldürülen Brad Will için yapılan çağrı, ağ sistemi içinde dünyaya iletilmiştir. Enformasyon (imajın) üretildiği mekânı aşarak, ağ sisteminde bir ileti (imaj) olarak kalmamış, 2 Kasım 2006 günü İstanbul, Meksika Konsolosluğu önünde eyleme dönüşmüştür. Enformasyon akışları, iktidarın kapsama ve engelleme pratiklerinin önüne geçmiştir ve bu deneyimlerin yazılı, görsel, video aktarımları imajların ağ sisteminden mekânlara uzanan referanslarını işaret eder.

Bölüm 4.1’de empati kavramını ele alırken, empatiyi “biz”e dönüştürme veya benzetme alanlarını yaratmak olarak değil, söylemin iletisi ile beliren empati alanlarını; üretim ve feedback (iletinin alıcı tarafından alınması ve dönüştürülmesi) sırasında ortaya çıkan hareket alanları olarak ele almıştım.

Böylece pratik herhangi bir alanla referansları sağlanan imajın bir temsil sisteminden kopması, enformasyonun basit kodlardan oluşmayıp farklı bağlamlarda kendini göstermesiyle, söylemin yüklemini genişletmesine katkıda bulunabileceğini belirtmiştim. Maurizio Lazzarato, temsiliyetin özne-iş paradigması üzerine kurulduğunu, imajların bir şeyi temsil etmediklerini, daha ziyade mümkün dünyalar yarattıklarını söylüyor.

İmajlar donmuş değillerdir, sosyal deneyimlerle güncelleştirilebilir ve dönüştürülebilir ve yeni bir enformasyon sürecini yaratabilirler. Temsiliyet paradigması durmadan dönüşeceği veya yıkılacağı için ifade edilen şey temsili bir kodlama olmayacaktır. Bölüm 3.1.’de Artaud üzerinden imge ve özne ilişkisini incelediğimde, bedenin içselleştirilmiş temsiliyetleri barındıran organlardan kurtulma sürecini ele almıştım. Organsız beden, organlara bir karşıtlık değil, organları organize eden “organizmaya” karşı bir süreçti; bir anlamda özne, yani öznelliğin belirleyici yapısı burada kaybolur, bilinç, içinde birikmiş, anlam ve yorumlamayı sağlayan bütün yapılarla birlikte üretime dair bir keşfe dönüşür:

“Organsız Beden arzunun içkinlik alanıdır, arzuya özgü süreklilik düzlemidir (ister onu oyan bir yoksunluk ya da onu dolduran bir haz olsun, arzuyla birlikte dışsal bir ajana atıfta bulunmayan bir üretim süreci.)”

Ağ sistemine aktarılan deneyimlerin veya süreçlerin imajları ile olan ilişkimiz bizi, güncelleme ve dönüşüm içinde bulunan düşünme ve eyleme pratikleriyle iletişime sokar. Dönüşümlere doğru yönelmiş beden (zihin ve yaratım) sıçramalarında imajlarla olan ilişkimizin de dönüştüğü ve imajın güncellendiği ‘oluş’ söz konusudur. İmajların, temsiliyet yerine deneyim farklılıklarını duyurması (çokluklar tarafından güncellenmeleri ve yeniden yaratılmaları) rizomatik bir haritayı ortaya çıkarır. Deneyim; oluş ve kayma örneklerindeki gibi yersizyurdsuzlaşmaların yaşandığı karşılaşmalardır. Karşılaşmalar çizgilerden oluşmaktadır. “Bizi birleştirenler çizgilerdir*, (...) bu çizgiler hiçbir şey demek değildir. Bu haritasal bir işdir. Haritalarımızı oluşturduğu gibi bizi de oluşturur bu çizgiler. Çizgiler değişebilir. Ve bir çizgiden diğer bir çizgiye geçilebilir.” Bu bağlamda Lazzarato, imajların olaylar ile bağlantısını kurar:

“Olayla birlikte birisi, bir devri katlanılmaz kılan şeylerin yanı sıra yeni olanakları da görür hale gelir. Olayın tarzı sorunsaldır. Olay bir soruna çözüm getirmez, daha ziyade imkânları gündeme taşır. Mikhail Bakhtin’e göre olay, varlığın doğasını bir soruda ya da bir sorunda açığa vurur; öyle ki, olayın varlığının kapsamı eş zamanlı bir cevaplama ve sorgulama halini alır.”

İmajlar, düşünme ve eyleme pratiğinin hem kaynakları hem de sonuçları olarak değerlendirilebilir. Yaşanmışlıklara ait enformasyonun iletilmesini ve bu enformasyonların güncelleştirilerek dönüştürülmesi ‘duyuran’ imajlar, deneyimlere eşlik ederler.

SONUÇ

Ağ sistemlerinde ve kitle iletişim araçlarında akış halinde bulunan imajlarla etkileşimimiz, deneyimlerimize yönelik iki farklı alanı ortaya çıkartıyor. Kitle iletişim aygıtlarında olduğu gibi, imajların belli bir temsil sistemi içinde, imajın referanslarını sağlayan ilişkiselliklerden soyutlanarak sunulması homojenleştirici bir perspektifin enformasyonunu iletmektedir. Medya aygıtlarının sosyal deneyimleri sunum biçimi, arka plandaki piyasa ilişkileriyle şekillenmektedir.

Ağ sistemlerinde ise mekânı ve içindeki dinamikleri temsil noktasına dönüşen imaj, ‘şeylerin ne olduğunu göstererek’ ve deneyimi kendinde toplayarak, beden ve deneyim arasında bir mesafe oluşturmaktadır. Mekânların ve insan ilişkilerinin simüle edilerek ağ sistemlerine aktarılmasıyla oluşan sistemi Castells şöyle açıklıyor:

“Gerçekliğin kendisinin (insanların maddi/sembolik varlığının) tümüyle yakalandığı, tamamen sanal bir görüntü ortamına, görüntülerin yalnızca deneyimlerin iletildiği ekran üzerinde kalmadığı, ama bizzat deneyim haline geldiği bir farz etme dünyasına yedirildiği bir sistemdir. Her türden bütün mesajlar bu iletişim ortamının içine kapatılmıştır (,..)”

Yukarıda belirtilen siber-uzam yapılanmasından önce de, yeni medya ortamında ve internetin basit bir şekilde kullanımında karşılaşılabileceğimiz imajların enforme ettiği deneyimlerin, seyredilme rejimi içinde gösteri toplumunu üreten dinamiklere dönüşebileceği, deneyiminden önce imajların olası bir eyleme alanını zaten kaplamış olabileceği söz konudur. Deneyimin bedensel bir etkinlik olmaktan çıkarak imajın deneyimin kendisi haline gelmesi, imajların deneyim alanlarına dair yaptığı duyuruları silebilir.

İmajın, deneyimin çalınmasına karşılık, deneyimin aktarılmasına yönelik bağlamsallığı burada önemlidir. İmajların imkânları gündeme taşıması, bu imkânların optik bir konum içinde izlenilmesinden, seyredilmesinden öte, mekânlar içinde bedenin ve sosyal ilişkilerin tecrübeleriyle güncelleştirilmesi ve bu güncelleştirmenin, imajları; dolayısıyla iletilecek enformasyonu yeniden dönüştürmesi, yaratıcı bir iletişimin oluşu açısından önemlidir.

Sonuç olarak, bedenimiz, algımız ve kültürel ilişkilerimiz, enformasyon çağında imaj alanına ait iki farklı deneyimle karşı karşıyadır; tecrübe olanaklarımızın kitle iletişim araçlarının tek biçimlendirici enformasyonundan, gün geçtikçe bedenin organizması olmaya yaklaşan siber etkileşim alanlarına devredilmesi ve imajların taşımış olduğu enformasyonun kültürel süreçlerde bedenlerimizde yaratıcı bir enerjiye dönüştürülmesi.

KAYNAKLAR

ARTAUD, ANTONIN (2002), TANRI YARGISININ İŞİNİ BİTİRMEK, ÇEVÎRÎ ESRA ÖZDOĞAN, SEL YAYINCILIK, İSTANBUL

ARTAUD, ANTONIN (1991), VAN GOGH, TOPLUMUN İNTİHAR ETTİRDİĞİ, ÇEVÎRÎ AHMET ÎNSEL, NÎSAN YAY. İSTANBUL

ASSMAN, JAN (2001), KÜLTÜREL BELLEK, ÇEVÎRÎ AYŞE TEKÎN, AYRINTI YAY. ÎSTANBUL

AUGE, MARC (1995), ÇAĞDAŞ DÜNYALARIN ANTROPOLOJİSİ, ÇEVÎRÎ HÜLYA TUFAN, KESÎT YAYINLARI, ÎSTANBUL

BARNARD, MALCOM(2002), SANAT, TASARIM VE GÖRSEL KÜLTÜR, ÇEVÎRÎ GÜLÎZ KORKMAZ, ÜTOPYA YAYINLARI, ANKARA

BAUDRİLLARD, JEAN (2008), SİMÜLAKRLAR VE SİMÜLASYON, ÇEVÎRÎ OĞUZ ADANIR, DOĞU BATI YAYINLARI, ANKARA

BAYNES, KEN (2002), TOPLUMDA SANAT, ÇEVÎRÎ YUSUF ATILGAN, YKY. ÎSTANBUL

BERGSON, HENRI (2007), MADDE VE BELLEK, ÇEVÎRÎ IŞIK ERGÜDEN, DOST YAY. ANKARA

BERGSON, HENRI (1947), YARATICI TEKÂMÜL, ÇEVÎRÎ M. ŞEKÎP TUNÇ, MÎLLÎ EĞÎTÎM BASIMEVÎ

BURNETT, RON (2007), İMGELER NASIL DÜŞÜNÜR? , ÇEVÎRÎ GÜÇSAL PUSAR, ÎSTANBUL

CASTELLS, MANUEL (2008), ENFORMASYON ÇAĞI: EKONOMİ, TOPLUM VE KÜLTÜR -CİLT 1 -AĞ TOPLUMUNUN YÜKSELİŞİ, ÇEVÎRÎ EBRU KILIÇ , ÎSTANBUL BÎLGÎ ÜNÎVERSÎTESÎ YAYINLARI, ÎSTANBUL

CONNERTON, PAUL (1999), TOPLUMLAR NASIL ANIMSAR?, ÇEVÎRÎ ALÂEDDÎN ŞENEL, AYRINTI YAY. ÎSTANBUL

DEBORD, GUY (2006), GÖSTERİ TOPLUMU VE YORUMLAR, ÇEVÎRÎNLER AYŞE EKMEKÇÎ & OKŞAN TAŞKENT, AYRINTI YAY. ÎSTANBUL

DEKORNE, JÎM (1994) PSİKEDELİK ŞAMANİZM, ÇEVÎRÎ NUR YENER, OKYANUS YAY. ÎSTANBUL

DELEUZE, GILLES & PARNET, CLAIRE (1990), DİYALOGLAR, ÇEVÎRÎ ALÎ AKAY, BAĞLAM YAYINLARI, ÎSTANBUL

DELEUZE, GILLES (2006), KIVRIM, ÇEVİRİ HAKAN YÜCEFER, BAĞLAM YAYINLARI, İSTANBUL

DELEUZE, GILLES &GUATTARI, FELIX (1990) ,KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ 1, ÇEVİRİ ALİ AKAY, BAĞLAM YAYINLARI, İSTANBUL

DELEUZE, GILLES &GUATTARI, FELIX (1993) ,KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ 2, ÇEVİRİ ALİ AKAY, BAĞLAM YAYINLARI, İSTANBUL

DELEUZE, GILLES &GUATTARI, FELIX (1995), FELSEFE NEDİR ? , ÇEVİRİ TURHAN ILGAZ, YAPI KREDİ YAYINLARI, İSTANBUL

ENGELS, FRİEDRİCH (2002), DOĞANIN DİYALEKTİĞİ, ÇEVİRİ AHMET GELEN, SOL YAYINLARI, ANKARA

FLEISCHER, MARGOT (2004), 20. YÜZYIL FİLOZOFLARI, İLYA YAY. İZMİR

FOUCAULT, MICHEL (2006), HAPİSHANENİN DOĞUŞU, ÇEVİRİ MEHMET ALİ KILIÇBAY, İMGE KİTABEVİ, İSTANBUL

GABRİEL, PETER (2007), DEĞİŞTİRMEK İÇİN VİDEO, ÇEVİRİ DUYGU DÖLEK, VERSUS, İSTANBUL

GİDE, ANDRE (1985), HENRI MICHAUX’YU TANIMAK, ÇEVİRENLER CENGİZ ERTEM & NEDİM KULA, 4 EYLÜL YAYINLARI, SİVAS

GÜNAY, MUSTAFA (2003), FELSEFE TARİHİNDE İNSAN SORUNU, İLYA YAY. İZMİR

GÜNGÖREN, AHMET (2004), SİNEANTROPOS, YOL YAYINLARI, İSTANBUL

HARDT, MICHAEL & NEGRI, ANTONIO (2008), İMPARATORLUK, ÇEVİRİ ABDULLAH YILMAZ, AYRINTI YAY. İSTANBUL

HEADRİCK, DANİEL R. (2002), ENFORMASYON ÇAĞI- AKIL VE DEVRİM ÇAĞINDA

BİLGİ TEKNOLJİLERİ, ÇEVİRİ ZÜLAL KILIÇ, KİTABEVİ YAY. İSTANBUL

HUXLEY, ALDOUS (2003), ALGI KAPILARI, ÇEVİRİ MEHMET FEHMİ İMRE, İMGE KİTABEVİ, İSTANBUL

KUMAR, KRİSHAN (1999), SANAYİ SONRASI TOPLUMDAN POST MODER TOPLUMA- ÇAĞDAŞ DÜNYANIN YENİ KURAMLARI, ÇEVİRİ MEHMET KÜÇÜK, DOST YAY.ANKARA

LAWRENCE, DAVİD HERBERT (2004), RUHSAL ÇÖZÜMLEME VE BİLİNÇALTININ DOĞAÇLAMASI, ÇEVİRİ EROL ESENÇAY, İLYA YAY. İZMİR

LEHRER, JONAH (2009), PROUST BİR SİNİRBİLİMCİYDİ, ÇEVİRİ FERİT BURAK AYDAR, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, İSTANBUL

MANSFIELD, NICK (2006), ÖZNELLİK, ÇEVİRİ H. ÇETİNKAYA & R. DURMAZ, ARALIK YAY. İZMİR

MEYER, THOMAS (2004), MEDYA DEMOKRASİSİ, ÇEVİRİ AHMET FETHİ, TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, İSTANBUL

MITCHELL, W.J.T (2005), İKONOLOJİ- İMAJ, METİN, İDEOLOJİ, ÇEVİRİ

HÜSAMETTİN ARSLAN, İSTANBUL

NOVALIS, (2006), GECEYE ÖVGÜLER, ÇEVİRİ AHMET CEMAL, TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, İSTANBUL

PEREZ, ROLANDO (2008), ANARŞİ VE ŞİZOANALİZ, ÇEVİRİ ŞERVAN ADAR AVŞAR, VERSUS, İSTANBUL

PONTY, MAURİCE MERLEAU (2006), ALGININ ÖNCELİĞİ, ÇEVİRİ YUSUF YILDIRIM, KABALCI YAYINEVİ, İSTANBUL

PONTY, MAURİCE MERLEAU (2006), GÖZ VE TİN, ÇEVİRİ AHMET SOYSAL, METİS, İSTANBUL

RANCIERE, JACQUES (2008), GÖRÜNTÜLERİN YAZGISI, ÇEVİRİ AZİZ UFUK KILIÇ, VERSUS, İSTANBUL

ROBİNS, KEVİN (1999), İMAJ, ÇEVİRİ NURÇAY TÜRKOĞLU, AYRINTI YAY. İSTANBUL

ROBİNSON, GILLIAN & RUNDELL, JOHN (1999), TAHAYYÜL GÜCÜNÜ YENİDEN DÜŞÜNMEK, ÇEVİRİ ERTUĞRUL BAŞER, AYRINTI YAY. İSTANBUL

SHAW, RANDY (2001), AKTİVİSTİN EL KİTABI, ÇEVİRİ BARIŞ YILDIRIM, AYRINTI YAY. İSTANBUL

SORLİN, PİERRE (2004), DÜŞ SÖYLEMLERİ, ÇEVİRİ SÜHA SERTABİBOĞLU, AYRINTI YAY. İSTANBUL

SÜTÇÜ, YILMAZ ÖZCAN (2005), GILLES DELEUZ’DE İMGE HAREKETİ OLARAK SİNEMANIN FELSEFESİ, ES YAYINLARI

TÖRENLİ, NURCAN (2005), YENİ MEDYA, YENİ İLETİŞİM ORTAMI, BİLİM VE SANAT

YAYINLARI, ANKARA

VİRİLİO, PAUL (2003), ENFORMASYON BOMBASI, ÇEVİRİ KAYA ŞAHİN, METİS YAY. İSTANBUL

WILLIAMS, RAYMOND (2003), TELEVİZYON, TEKNOLOJİ VE KÜLTÜREL BİÇİM, ÇEVİRİ AHMET ULVİ TÜRKBAĞ, DOST KİTABEVİ, ANKARA

YARDIMLI, AZİZ (1997), DESCARETS SÖYLEM, SPİNOZA İNCELEME, LEİBNİZ MONADOLOJİ, İDEA YAY. İSTANBUL

MAKALELER

LAZZARATO, MAURİZİO, MÜCADELE, OLAY, MEDYA, TOPLUM VE BİLİM DERGİSİ SAYI 111

DR. AYLİN GÖRGÜN BARAN, SANAYİ SONRASI ENFORMASYON TOPLUMU ÜZERİNE TARTIŞMALAR, HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ CİLT 9/SAYI1-2/ARALIK 1992/S.53-69

ULUS BAKER, MEDYAYA NASIL DİRENİLİR, BİRİKİM DERGİSİ, ARALIK 1994-OCAK 1995, SATI 68-69 S.14-18

GİLLES DELEUZE, FELİX GUATTARI, 28 KASIM 1947: KENDİNİZİ NASIL BİR ORGANSIZ BEDEN HALİNE GETİRİRSİNİZ? KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ, CİLT 2.(S. 165-184’DEN PASAJLAR) P.176 İNGİLİZCEDEN ÇEVİREN: LEVENT ŞENTÜRK

GİLLES DELEUZE, HAREKET - İMAJ, BÖLÜM 1: HAREKET ÜSTÜNE TEZLER, BERGSON ÜSTÜNE BİRİNCİ YORUM ÇEV. ULUS BAKER

ULUS BAKER, KANAATLERDEN İMAJLARA: DUYGULAR SOSYOLOJİNE DOĞRUTOPLUMBİLİM DERGİSİ, G.DELEUZE ÖZEL SAYISI, S.24

R.ATEŞ GÜRŞİMŞEK, TASARIM VE ANLAM ÜZERİNE YENİ YÖNELİMLER MAKALESİ


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar