Print Friendly and PDF

BERGSON'UN METAFİZİK ANLAYIŞI

 


Hazırlayan: MEDAR TOKAY

 1- BERGSON'U METAFİZİKLE UĞRAŞMAYA İTELEYEN NEDENLER

A- FELSEFE TARİHİ BOYUNCA METAFİZİĞİN GÖRÜNÜMÜ’

Genel olarak ele alındığında Bergson'un metafiziği, kendinden önce ve kendi döneminde ortaya konulan metafi­ziklerdeki eksik ve yanlış yönlere getirilen bir eleştiri olarak oluşmuştur. Bergson, metafiziğin, içinde yer aldı­ğımız gerçeklikle tam olarak örtülmesini, varsayımlardan sıyrılarak gerçeklikle bağ kurmasını, yaşadığımız dünyaya uyan geçerli, tutarlı bir doğruluğa ulaşmasını amaçlamış­tır. Eleştiri yöneltilmiş olduğu metafizik anlayışlarını ele aldığımızda, bunların temelde biçimsel mantık ve dile dayandıklarını görürüz. Gerçekliğin soyutlanması ile orta­ya çıkartılan mantığın ve dilin kavramları ile yeniden gerçeklik alanına yöneldiğimizde, onu kendi değişken ve hareketli bütünlüğünde kavramak yerine, insan aklındaki durağan, sabit, soyut görünümünü elde ederiz. " Metafizik, Elea'lı Zenon'un, değişikliğin ve hareketin iç çelişkile­rini aklımızın yorumladığınca ortaya koyması ile başlamış­tır. Değişikliğin ve hareketin akılsal görünümünden ortaya çıkan güçlükleri, gittikçe daha karışıklaşan akılsal bir çalışma yolu ile aşmak ve düzenlemek, eski ve yeni filo­zofların başlıca uğraşıları oldu. Metafizik, böylece, şey­lerin gerçekliğini, değişen ve hareket edenin ötesinde,za­manın üstünde ve buna bağlı olarak duyularımızın ve bilin­cimizin algıladıklarının dışında aramaya yöneldi. 0 günden başlayarak da, varsayımsal bir kuruluş, kavramların az ya da çok yapay bir düzenlenişi olmaktan ileri gidemedi. De­ney dünyasını aşmak isterken yapmış olduğu, bu dolu, hare­ketli, olabildiğince derinleşmeye elverişli, açınlamalara yol açabilen deneyin yerine, durağan,kurumuş, boşalmış bir özü, genel düşüncelerin sistemini getirmek oldu.(1) (D H. Bergson La Pensöe et le Mouvant S. 15

Açıklamalarını ve yargılarını mantık, akıl ve dil temelinde oluşturan bir metafizik, gerçeklik dünyasında bulunan çeşitliliği, yenilikleri, gelişmeleri yokumsayarak, bütün varolanları hareketsizlik ve değişmezlik içinde bulunan ve tek bir kavramla adlandırılan bir mutlak varlık içinde eritir. Varolanların’ hepsi bu mutlak varlıkta bü­tünleştiklerinden, onların çeşitliliği, gerçek olarak de­ğil de sonradan onlara eklenmiş birer görünüm olarak ele alınırlar. Çeşitli filozoflarda ayrı ayrı isimler alan bu mutlak varlık - Hegel'de îde, Platon'da İdea, Spinoza'da Töz, Schopenhaur de İrade, vb. - temelde tek tek varolan­ların ötesinde onları belirleyen, düzenleyen, içinde eri­ten kuşatıcı anlamı taşır. "Şeyler kavramlarına götürülüp, kavramlar birbirleri içinde eritilerek, sonuçta her şeyi açıkladığı zannedilen düşüncelerin düşüncesine ulaşılır. Gerçekte ise, bu düşünce öyle önemli bir şeyi açıklamaz, bunun nedeni öncelikle, gerçekliğin, toplumun dil içinde belirttiği ve yalnızca kullanışlılık için gerçekleştirilen kavramlara bölümlenmesi ve dağılımını kabul eder, diğer yönden de bu kavramlarla oluşturduğu sentez maddi içerik­ten yoksun olup, sözseldir. "(2) Bergson, gerçek olanın tek bir isimle adlandırılamayacağını, çünkü yaşamda sürek­li olarak aynı kalıp, değişmeyen hiç bir şey bulunmadığı­nı, yaşamın çok çeşitliliğinin, bu türden bir metafizikle tek yanlı olarak ele alınmasının metafiziğe zararlı olaca­ğını, gerçekliğe açıklık getirmek isterken onu bütün an­lamlardan yoksun bırakacağını belirtiyor. "Burada, felse­fi sistemlerin başlıca yanılgısı söz konusudur. Onlar, mutlak olana bir isim vermekle, onu bize açıklayacakları- nı zannediyorlar, ancak sözcük, tek bir şeyi gösterdiğin­de belirgin bir anlam taşıyabilir, her şeyi birden göster­meye yöneltildiğinde anlamını kaybeder. Terimin yaygınlığı genişledikçe, anlaşılabilirliği daralır. Varolan herşeyi belirtmeye yönelen sözcük, artık varoluşu ifade etmiyor­dur." (3)

(2,3) h. Bergson La PensĞe et Le Mouvant S. 59,60

Ayrıca bu anlayışta, varolan herşeyin mutlak var­lıkta önceden belirlendiği, düzenlendiği anlayışı sözkonusudur. Dolayısıyla, önceden kestirelemeyecek, beklen­medik, yeni ve alışılmadık bir durumun, olayın nesnenin ortaya çıkması olanaksızdır. "Mantığımız, yeni bir biçim ve nitelikte, eskinin yeniden düzenlenişinden başka bir şey görmez. Ona göre, kesin-olarak yeni olan hiç bir şey yoktur. "(4) Bergson, felsefe tarihinde genel bir eğilim olarak, değişmez, kıpırdamaz olanın "mutlak" olarak ele a- lınmasının söz konusu olduğunu, metafiziği belirleyen böy­le bir anlayışın ise gerçekliğin iç yapısına uygun olmadı­ğını, gerçeklikle örtüşmediği için de metafiziğin "mutlak doğru"ya ulaşamadığını belirtiyor. Çeşitli dönemler boyun­ca filozoflar varolan herşeyin önceden verilmiş olduğu an­layışını benimsemişler, bu nedenle yeni olarak hiç bir şe­yin varolmayacağını düşünmüşlerdir. "Gelişme, düşüncenin alışkanlıklarını sarsıp, dilin çerçevelerine uymadığından Elea okulunun filozofları onun gerçek olmadığını ilan et­tiler. Uzaysal hareket içinde ve genel olarak değişimde, salt yanılsamadan başka bir şey görmediler. Öncüllerini değiştirmeksizin bu sonuç yumuşatabilir ve denilir ki, gerçeklik değişiyor, ancak değişmemesi gerekirdi. Deney bizi gelişme ile karşı karşıya bırakır, algılanabilir olan gerçeklik budur. Ancak, olması gereken, akılsal gerçeklik bundan daha gerçektir ve değişmez. Niteliksel, evrimsel yaygın gelişmenin altında zihin, değişikliğe aykırı olanı; tanımlanabilir niteliği, biçim veya özü aramalıdır. Klasik antikite içinde oluşan, Biçimlerin veya idelerin felsefesi olarak adlandırılan felsefenin kurucu ilkesi budur. "(5) Bergson, Bu anlayışın kökeninde metafizikten anlaşılanın, bilimlerin sistemleştirilmesinin bulunduğunu, bilime daya­nan, bilimin işleyişi ile aynı işleyişi paylaşan metafizi­ğin zorunlu olarak sabitliği arayıp bulması gerektiğini belirtiyor. "Metafizikten, bilimin bir sistemleştiriİmesi yapılmak istendiğinde Platon ve Aristoteles'in doğrultusu­na yönelinir. Grek filozoflarının yol aldığı çekim alanı­na bir kez girilince, artık onların yörüngelerinde çalı­şılır. Spinoza ve Leibniz'in öğretileri bu şekilde kurulmuştur.

(4) n. Bergson, La Pens&e etle Mouvant S. 27

(5,6) H. Bergson,~L‘övölution Cröatrice S. 339,340,375

Her iki öğretiden, onları canlandırıp yaşam veren öğeleri kaldırarak çatılarına baktığımızda, kartezien mekanizmin arasından Platonizm ve Aristotelizme ba­karken gördüğümüz aynı imgeyi görürüz. Yeni fiziğin, eski metafiziğin modeli üzerine oluşturulmuş sistemleştiriİmesi ile karşı karşıya kalırız." (6)

Bergson, metafiziğin bir sistem olarak ortaya ko­nulmasına karşı çıkmıştır. Ona göre birsistem olarak meta­fizik, bütünü kuşatıcı bilgileri içeren, gerçekliği, kendi kapalı bütünlüğü içinde, hiç bir açıklığa meydan vermeye­cek türde kavradığını ileri süren ve artık herşeyi olmuş bitmiş bir duruma dönüştürdüğü için araştırmayı sona erdi­rerek yeni olan her türlü düşünceye kendini kapamış oldu­ğundan gerçeklik dünyasında oluşan yenilikleri göremeyecek bir durumdadır. Kapalı bir sistem olarak metafizik, kav­ramlarla, düşüncelerle iş görür. Oysa gerçekliği kavraya­bilmek için düşüncelerle ortaya konulan metafiziği aynı zamanda yaşamak da gereklidir. Bu nedenle, yeni bir fel­sefe olarak Bergson'un felsefesini tanımlarken Le Roy "Ye­ni felsefe bir sistemden çok bir tutumdur. Düşünülmüş ol­mak kadar yaşanılmış olmayı da gerektirir." (7) Sözlerini kullanıyor. Sistem olarak ele alındığında metafizik bize bütün gerçekliği verir, bu gerçekliğe ulaşmak için siste­min gerektirdiklerini yapmak yeterlidir. Ancak, bir yön­tem, bir tutum, bir gidiş yolu olarak ele alındığında, me­tafizik, daha önceden edinilmiş düşüncelerle yetinmeyerek, verilmiş olanı aşarak, yeni olanı ortaya çıkarmak yeni dü­şünceleri yaratmak zorundadır. Gerçi, bu şekilde işlenen bir metafizikte, kavramlarla oluşturulmuş olan metafizikte bulunan kesinlik, mutlaklık bulunmaz, ancak gerçeklikle direkt olarak bağ kuramayan bir mutlaklığın geçerliliği yoktur, yalnızca kavramlar üzerinde akıl yürütmekle sınır­lanmıştır. Genel geçer ve değişmez olmayı amaçlarken, so­yutlamalar içinde kalmış ve gerçeklikle bağımı yitirmiş­tir. Oysa, Bergson'un öne sürmüş olduğu metafizik, aksine değişmezlikten sıyrılıp, kavramlarında da her yeni durumla yeni baştan oluşacak bir yumuşaklığı, esnekliği oluşturma­ya çalışarak, gerçekliğin renkli, hareketli gelişimine da­yanmak istemektedir. "Bu metafizikten, basit sonuçlar ya da kökten çözümler beklemeyiniz, bu, onun yine kavramlara dayanarak çalışmasını istemek demektir, aynı zamanda da onu salt mümkünlük alanında bırakmak olur. Tersine, deney alanında geçici sonuçlar ve tamamlanmamış yarı çözümlerle, sonuçta kesinliğe denk düşebilecek, gelişen bir olasılığa ulaşacaktır. (8)

B- "GERÇEK ZAMAN"IN METAFİZİK İÇİN ÖNEMİ

Bergson'a göre gerçekliğin soyutlanması ile oluş­turulan kavramların üst üste sıralanarak birbirleri içinde eriyip sonuçta tek ve mutlak olanda bütünleşmeleri ile varsayımsal, soyut, kapalı bir sistem olarak meydana gelen metafiziğin başlıca yanılgılarından biri "gerçek zaman"ı devamlı olarak gözardı etmesi, hatta yok sanmasıdır. Zama­nı sürekli bir akış, bir gelişim olarak ele almayarak, birbirini izleyen durağan anların bir toplamı olarak gözönünde bulundurarak maddenin hareketinin ölçümlerine göre saptamışlardır. Oysa, Bergson, ancak duran bir şeyi ölçe­bileceğimizi, zamanınsa sürekli bir akış olarak, hiçbir zaman durmadığını, dolayısıyla yapay bir şekilde uzay için kullanılan niteliklerin hiç bir değişime uğramadan zamana yüklendiğini belirtiyor. "Sistemleri gözönünde bulundurdu­ğumuzda, filozofların gerçek zamanla hiç ilgilenmedikleri­ni saptıyoruz. Bütün felsefe tarihi boyunca, uzay ve zaman aynı sınıflamaya sokulmuş ve aynı türden şeylermişçesine yorumlanmışlardır. Uzay üzerine çalışılmış, doğası ve iş­leyişi belirlenmiş, daha sonra elde edilen sonuçlar zamana aktarılmıştır. Uzay ve zaman kuramları, böylece aynı anda yapılmıştır. Birinden diğerine geçmek için "izleme" ve "yayılma" kelimelerini değiştirmek yeterlidir. Sistematik olarak gerçek süreye sırt çevrilmiştir." (9)

(8)      h. Bergson, La Pensle et Le Mouvant S. 56

(9)      H. Bergson, LaPensĞe et Le Mouvant S. 11

Bergson, gerçek zamanın bu şekilde dışlanmasının nedenini, metafiziğin kendini dilin kurallarına göre oluş­turmak durumunda olmasına bağlıyor. Metafizik, toplumsal bir varlık olarak insanın diğer varlıklarla ilişkilerini kolaylıkla sürdürmesi, toplum içindeki eylemini devam etti­rebilmesi için ortaya konulmuş olan dilin gerekliliklerine göre kendini oluşturduğunda zorunlu olarak pratik yaşamın kullanılırlığının içine girer, oysa felsefe bir çıkar göz­etmeden gerçekliğe yönelir. "Kul lanı 1ırlığa dayanan bir evrimin bize vermiş olduğu gözlerle, gittikçe daha yakın­dan ve daha uzaktan bakmak başka; kendimize, yaşamak için değil de yalnızca görmek için görmeye elverişli gözler yapmaya çalışmamız başka şeydir." (10)

Bergson, uzaysal niteliklerden farklı, onlardan ba­ğımsız bir zamanın gerçeklikte varolduğunu, bu "gerçek za­man"! ortaya çıkarabilmek, onun varlığını duyumsayabilmek için insanın "iç dünya"ya yönelmesi gerektiğini belirti­yor. Bergson için "gerçek zaman", sürekli, bölünmez, par­çalanmaz bir akıştır. Dış dünyadaki nesnelerin dış görü­nümlerine dikkatimizi yönelttiğimizde, onların belli du­rumlarını, bölerek, parçalayarak, ölçümlere vurarak belli kısımlara ayırır, genelleştirir, sınıflandırmalara soka­rız, matematiksel olarak ele alınan zaman da dış dünyadaki maddelerin hareketlerine bağımlı olarak ölçülüp hesaplanabilen zamandır. Bu anlamda zaman, gün, hafta, ay vb. tü­ründen parçalara ayrılmış, gerçekte özünde barındırdığı akışından soyutlanarak yapay bir durağanlık kazanmıştır. Bergson'un "iç süre" olarak adlandırdığı maddi nitelikler­den bağımsız zamanı > dış dünyaya yönelerek değil içimize dönerek, ölçerek, parçalayarak, durdurarak değil de kesin­siz bir akış olarak ele alıp, düşüncelerle, akla vurmalar­la değil, duyumsayıp yaşayarak kavrayabiliriz. Gerçek sü­renin ölçümlerle bağdaşmayacağını, ölçüye vurulan her şe­yin durdurulduğunu, akış içinde bulunmadığını belirten Bergson, süreninse akışından ayırdedilemeyeceğini, bu ne­denle sürenin ölçülerek elde edilmesinin, sürenin gerçekte içinde barındırmadığı bir uzaysallığı ona yüklemek, böylece onun gerçekliğini gözden kaçırmak olduğunu vurguluyor. Bu gözden kaçırmanın temelinde bilimsel bir anlayışın bu­lunduğunu, bilimin insanların içinde bulundukları ortamda daha kolay, daha rahat yaşamaları için maddeyi kullanmaya yöneldiğini, dolayısıyla gerçeklik dünyasında bulunan de­ğişimi, gelişimi, akışı önemsemeyerek tekrarlanabilir, he­saplanabilir, durağan yönleri ortaya çıkarmak zorunda ol­duğunu, ancak bilimin amacından başka bir amaç gütmesine rağmen yöntem olarak onun yöntemini kullanan metafiziğin, sürenin akışını yok sayarak gerçeklikten uzaklaşacağını belirtiyor. "Anlayışın, bilimin sembolizminin ve dilin ge­reklerine uygun olarak, bilinçli ya da bilinçsiz, çoğun­lukla filozofların düşünceleri bu şekildedir. Aralarından hiç biri zamanda olumlu yüklemler aramamışlardır. Birbiri­ni izlemeyi (succession) eksik bir varoluş, süreyi ise sonsuzluktan yoksunluk olarak ele alırlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, kökten bir yeniliği ve önceden bilinemezliği tasarlayamayışları buradan kaynaklanır. (11)

Geçerli olabilmek için gerçeklikle sıkı bir bağ kurması gereken metafiziğin, Bergson'un ele aldığı anlam­da "gerçek süre"yi sürekli olarak göz önünde bulundurması gerekir, çünkü üzerinde düşünülse de düşünülmese de gerçek süre her zaman yaşadığımız andır. Bu anı dışladığımızda gerçekliği dışlamış oluruz, bu süreyi yok saydığımızda iç yaşamın gerçekliğini de yok sayarız, oysa iç yaşamımız yok sayılmayacak kadar somut bir şekilde varolan bir ger­çekliktir. Metafiziğin, hissedilen, yaşanılan bu gerçekli­ğin yerine yalnızca düşünülen, akla vurulan kavramları yerleştirmesi sonuçta metafiziği gerçeklik dışı, varsayım­sal, salt kurgusal bir çalışma alanına dönüştürür.

Zaman sürekli bir akış olduğundan, zaman içinde ge­lişen, oluşan nesneler ve olaylar da aynı şekilde sürekli bir hareket ve değişim içinde bulunmaktadırlar. Zamanın bölünemeyen, dağılamayan bütünlüğünü yaşayarak kavradığı­mızda, onun içinde oluşan olayların ve nesnelerinde ancak yaşaIdığında bütünü ile kavranılacağı anlarız. Bu açı­dan bakıldığında ileriyi önceden kestirebiİmek olanaksız­dır. Herki günlerde oluşacak*olanlar için söyleyebilecek­lerimiz ancak tahmin düzeyinde kalır, genelleştirilerek •bilgi düzeyine çıkartılamazlar. Bergson’un eleştirilerini yöneltmiş olduğu metafizikler ise yargılarını genel-geçer olarak ortaya koymuşlar, zamanın yenilikleri, değişiklik­leri içinde barındıran sonsuz bir akışı olduğunu düşünme­mişlerdir, diğer bir deyişle, zamanın yaratıcı özelliğini sürekli olarak gözardı ettiklerinden, şu an için geçerli olanın her zaman için geçerli olacağına inanmışlardır. "Şeyler ve olaylar belirli zamanlarda oluşurlar; şeyin ya da olayın ortaya çıkışını saptayan yargı ancak onlardan sonra gelebilir, demek ki bir zamanı vardır. Ama bu zaman aklımıza iyice yer eden "her hakikat sonsuzdur" ilkesi ge­reğince hemen siliniverir. Eğer yargı şu an için doğru ise, bize öyle gelir ki her zaman için doğrudur." (12)

Oysa şimdiden geleceği belirlemek, şimdinin doğru­sunu gelecekte de doğru saymak, gerçeklikte varolan sürek­li değişimi, gelişimi, hareketi yadsımaktır. Geleceğin ko­şullarını, durumlarını, olaylarını ancak gelecekte yaşaya­cak olanlar bütünü ile kavrayabilirler, gelecekte varola­cak olan doğru ve yanlış yargılarını da ancak onlar yaşa­yarak saptayabilirler. "Şüphesiz bir kez tamamlanmış olan gerçekliği, ondan önce oluşmuş bulunan olaylara ve koşul­lara bağlayabiliriz; ama tümüyle değişik bir gerçeklik de aynı koşullara ve olaylara bağlı bulunabilir. Öyleyse, şimdinin bütün yönlerini bütün doğrultularda uzatabilmek için ele aldığımızda, şimdiden geleceğin-seçebileceğini düşünerekbütün olasılıklar arasından seçeceği olasılığı elde edebilir miyiz? Ancak, öncelikle, bu uzantıların ken­dileri kesin olarak öngörülemez parçalardan oluşmuş, yeni niteliklerin toplamı olabilirler; ayrıca, şimdinin bir "yönü" ancak dikkatimiz onu izole ettiğinde, yani güncel koşulların bütününden belli bir biçimde ayırma yaptığında varolabilir öyleyse, dikkatimizin iş göreceği ayrımların özgün biçimleri, sonraki olaylar tarafından yaratılmadan, şimdinin "bütün yönleri" nasıl varolabilir? Demek oluyor ki bu yönler, geriye dönüşümlü olarak bir zamanların şim­disine, yani geçmişe aittirler. 0 zamanlar şimdi olanın, bu şimdi de artık gerçeklikleri yoktur, tıpkı -bizim şim­dimizde geleceğin müzisyenlerinin senfonilerinin olmadığı gibi." (13)

Bergson, geleceğin şimdiden öngörülemeyeceğini vur­gularken, şimdi ile gelecek arasında bir kopukluk bulundu­ğunu, şimdinin gelecekten tümden ayrı, geleceği etkilemecek bir nitelik taşıdığını belirtmek istemiyor, açıklamak istediği, yalnızca, gerçek yaşamın sürekli bir yaratım içinde bulunduğu ve bir "yaratma" (crfeation) olarak, onda hep aynı kalan, değişmeyen niteliklerin bulunmayacağıdır. Yaratılan bir şeyi öngörebiİseydik eğer, onu bir yaratma olmaktan çıkararak eski olanın yeni bir düzenlenişi olarak ele almamız gerekirdi, bu durum da gerçekliğin yapısı ile bağdaşmazdı. Gerçek süreyi gözönünde bulundurarak yaşama yöneldiğimizde, yaşamın her anının bilinçli olarak yaşan­ması gerektiğini, ancak ondan sonra akıl yürütmelerin, yargıların, sonuçların gelebileceğini, çünkü gerçeklikte her zaman sürekli bir akışın ve bu akışla birlikte sürekli bir değişimin, yeni olanın, kestirilemeyenin varolduğunu hesaba katarsak geçerli sonuçlara ulaşabilir, yargılarımı­za güven duyabiliriz. Tümüyle yeni olanı eskinin çerçeve­sine soktuğumuzda ve çoktan beri varolan değerlendirmeler­le onu anlamlandırdığımızda, gerçek yapısına uygun düşme­yen sonuçlara ulaşmamız kaçınılmazdır. Herhangi bir şeyi bütünü ile kavrayabilmek için o şey üzerine sadece bilgi edinmemiz yeterli değildir, ortaya çıkacak olan şeyin ortaya çıkması için nelerin gerektiğini bilebiliriz ama oluşacak olan şey gerçeklikte somut olarak kendini ortaya koymadıkça, aklın bir tasarımı olmaktan çıkıp gözle görü­lüp elle tutulmadıkça onu bütünü ile kavramamız, üzerinde tam bir açıklığa kavuşmamız mümkün değildir. "Tamamlanma­mış bir portre, modelin fizyonomisi, sanatçının doğası, palette karıştırılmış renklerle açıklanır; ancak, onu açıklayanın bilgisi ile hiç kimse, hatta sanatçının kendi­si dahi, portrenin nasıl olacağını bilemez. Bunu önceden söyleyebilmek, portreyi oluşmasından önce oluşturmak de­mektir, bu da kendi kendini çürüten anlamsız bir varsayım­dır. Aynı şey, sanatçıları olduğumuz yaşamın anları için de geçerlidir. Bu anların her biri yaratımın bir çeşidi­dir. Nasıl ressamın yeteneği ortaya koymuş olduğu eserle­rin etkisi ile oluşuyor ya da bozuluyorsa, bizim durumla­rımızın da her biri bizden çıktıkları anda kendimize ver­diğimiz yeni şekil olarak, kişiliğimizi değiştirir. Buna göre, ne yaptığımızın ne olduğumuza bağlı olduğunun söy­lenmesi doğrudur, ancak şunu da eklemek gerekir ki biz, belli bir ölçüde, yaptığımız şeyizdir, sürekli olarak da kendi kendimizi yaratırız. Bu kendi kendine yaratım ne kadar tam olursa, yaptıklarımız üzerine düşünmemiz de o denli başarılı olur." (14)

Gerek kendi kendimizin, gerek toplumun, gerekse ge­nel olarak yaşamın ileride nasıl şekilleneceğini önceden bilebilmek ancak dış görünüm açısından söz konusu olabi­lir. Sadece dış görünüm ise herhangi bir şeyi bize bütünü ile kavratamaz. Geleceği öngörebilmek, şimdiden gelecekte­ki ana kadar olan zamanın ötesine geçmeyi gerektirir, bu da gerçekliğin yapısını değiştirmek, onu kendi aklımızın biçimlendirip tasarladığınca kavramak demektir. Gerçekliği kendi doğasına uygun bir şekilde yakalamak için zamanın ötesine geçmektense onun içinde yer almamız, salt akılsal tasarımlarla yetinmeyerek, onun içindeki değişimi, geliş tasarımlarla yetinmeyerek, onun içindeki değişimi, geliş­meyi, yaratmayı yaşamamız gereklidir. "Yarın tamamlayaca­ğınız eylemi bugünden tasarlamayı düşünün. Gerçekleştiri­lecek olan hareketi hayalgücünüzde canlandırabilirsiniz, ancak, o hareketi uygularken düşünüp saptayacağınız şey hakkında bugünden hiçbir şey bilemezsiniz, çünkü ruh duru­munuz yarın, o ana kadar yaşamış olduğunuz, ayrıca o özel anın oraya ekleyeceği ile birlikte bütün hayatınızı içere­cektir. Bu durumu, sahip olması gereken içerikle doldurmak için size tam olarak bugünü yarından ayıracak olan zaman gereklidir, çünkü, içeriğini değiştirmeden ruhsal yaşamdan bir tek an bile kısaltamazsınız. bir melodinin süresini, onun doğasını bozmadan kısaltabilir misiniz? içsel yaşam işte bu melodidir. Dolayısıyla, yarın yapacağınız şeyi bilmeyi tahmin ederken, eyleminizi ancak dış biçimlenmesi ile öngörebilirsiniz; önceden hayal etmeye harcanan bütün güce rağmen, iç durumunuz, uzamadan uzamaya giderek eyle­min tamamlandığı ve artı öngörme gibi bir sorunun olmadığı ana kadar sizi yöneltecek bir süreyi elinde bulundura­caktır." (15)

Bergson, evreni, içinde barındırdığı her şeyin ke­sin çizgilerle birbirinden ayrıldığı, bölündüğü, hepsinin yerlerinin önceden belirlenmiş bulunduğu ve sonuçta tek bir mutlak varlıkta eriyerek herşeyin bir olduğu bir sıra düzeni olarak değil, aksine sürekli bir akış içinde geçmi­şin şimdiki zamanla bütünleşip geleceğe uzandığı gelişi­min, yeni olanın ortaya çıktığı yaratıcı bir evrim olarak ele alıyor. Metafiziğin de, aynı şekilde evreni bu şekilde kavraması gerektiğini ve bu kavrayışa ulaşmak için "her biri kendinden öncekilerin tınlayışını içeren ve kendisini takip edeni haber veren anların melodik evrimi; asla dur­mayan bir zenginleşme ve yeniliğin kesintisiz ortay çıkı­şı; niceliğe karşı gelen, uzaya yabancı, organik, nite­liksel, bölünemeyen oluşum" (16) olarak tanımlanan gerçek süre içine yerleşmesi gerektiğini vurguluyor. Metafizik ancak o zaman gerçeklikte sağlam bir temel kuracaktır. Zamanı maddeye geri götüren, onu matematiksel, uzaysal ni­teliklere bağlayan bir metafizik ister istemez, bi­lime bağlı, bilimden sonra gelen, bilimin maddi deney alanında ortaya koymuş olduğu bilgileri hiç bir değişikli­ğe uğratmadan maddi olmayan deney alanına aktaran - tıp­kı uzaysal niteliklerin hiçbir değişikliğe uğratılmadan zamana aktarılışı gibi, içeriği boş, varsayımsal, salt kurgusal ve bütün bunlar gereğince değersiz olarak nite­lendirilen bir çalışma alanına dönüşecektir. Her şeyi açıklamak, evrenin tümünü kavramak isterken, içeriksiz kavramları temel olarak aldığından, açık seçik, kesin hiç bir bilgiye varamayacak, kendi alanında çözülmez çe­lişkileri yine kendi işleyişi nedeni ile ortaya koyarak çalışmalarına engeller yaratacaktır.

Bergson, metafiziğin yine metafizik tarafından en­gellenmesini, eksik ve yanlış bir çalışma yoluna girmesini önlemek, diğer bir çalışma alanına bağımlı olmaktan kur­tarmak amacı ile kendi metafiziğini gerçekliğe dayandıra­rak oluşturmayı amaçlamıştır. Metafizik, gerçekliğin ke­sintisiz bir akış içindeki sonsuz değişimlerini, tek bir birlikte eriterek, kökten sonuçlara varan ve artık değiş­meyen bir sistem olmak yerine, iç süre içinde yer alarak, gelişim ve evrimle yeni olarak ortaya çıkanı kavramanın yöntemi olarak ele alındığında, yeniliğe, harekete, geli­şime yönelerek, sürekli araştırmaya açık bir çalışmaya dö­nüşür ve dolayısıyla güvenilir bir şekilde geçerliliğini her zaman için devam ettirir.

2- BERGSON FELSEFESİNDE BİLİM İLE METAFİZİĞİN KARŞILAŞTIRILMASI

Bergson, bilim ile metafizik arasında, her iki ala­nın da özgürce, birbirinden bağımsız, yine de birbirlerini destekleyerek çalışabilmeleri için belirli bir ayırım yap­mak zorunluluğunu duyuyor.

Gerçekliğe yöneldiğinde, onu yalnızca maddî yönden araştırıp, çözümleyerek anlamakla yetinemeyecek olan, ya­şamın içinde niceliklere indirgenerek, sayılara, parçala­ra, kısımlara bölünmekle düzenlenen, ölçümlerle açıklananların dışındaki gerçekliği yakalamak isteyen, gerçekliğin yaşamsal yönüne, değişken, hareketli, oluşum içinde bulu­nan bütünlüğüne yönelerek onu dolaysız, aracısız olarak kavrayarak yaşamak isteyen felsefe, doğal olarak bilimin aksine bir işleyişe yönelmek zorundadır.

"Bu felsefe anlayışının tümüyle yeni olduğu söyle­nebilir. Şu nedenle ki, felsefe ilk kez olarak, bilim ka dar pozitif olmayı sürdürmesine rağmen ondan kesin olarak ayırdediİmiştir. Gerçekte bilim, biçimlerinin ve ilkeleri­nin malzemesi bütünlüğünde ortak duyunun (sens commun) eğilimini içinde barındırır. Şüphesiz bu yönü geliştirip olgunlaştırmış, inceltmiş ve uzatmış, hatta bir çok nokta­da düzeltmiştir. Ancak, ne yönelmiş olduğu amacı ne de te­mel tutumlarını değiştirmiştir. Bu felsefede ise, tersine şüphe edilen ve sonunda değiştirilen başlangıçtaki yöne­liştir. Buradan anlaşılması gereken, bilimin reddedilişi değil, yalnızca doğru sınırlarının tanınmasıdır. Araştır­ma nesnesi pratik eylemin dünyası, yani genelde durağan maddenin dünyası olduğu sürece, tümüyle bilimsel olan yön­temler yine kendi yerlerindedirler ve yine sembollere ka­rışmış bir şekilde gerçek bilgiye yönelirler. Ama gönül (l'âme), yaşam, etkinlik bilimden uzaktır, buna rağmen herşeyin son özü ve kaynağı da buradadır." (17)

A- BİLİM VE METAFİZİKTE İNSAN ANLAYIŞININ YERİ

İnsanda doğal olarak bulunan ortak duyu onu, içinde yer aldığı ortamda yaşamını sürdürmesi, diğer insanlarla iletişim kurabilmesi, gerek doğal gerek toplumsal gereksi­nimlerini rahatça karşılayabilmesi amacı ile maddeye ege­men olarak, onu kullanmaya iteler. Dolayısıyla insan anla­yışı temelde pratik yarar doğrultusunda işler. Bu nedenle dünyaya kullanılabilirlik açısından yaklaşır. Pratik yarar açısından kul lanı 1ırlık söz konusu olduğunda, insanın ken­di iç dünyasından çok, dış dünyanın maddi yönlerine ağır­lık vermesi gereklidir, ayrıca, dış dünyadaki durağan mad­de üzerinde insanın ortak duyusu ve bu yöne bağlı olarak gelişen aklı, iç dünyaya kıyasla çok daha rahat işleyebi­lir. Kendi iç dünyamızla, sürekli ve ayrılmaz olarak içiçe bulunduğumuz halde dış dünyaya olan eğilimimizin temelinde  anlayışımızın, düşünceler oluşturmak, eylemde bulunmak için, gözle görülüp elle tutulur, somut gerçekliği bulunan nesneler üzerinde kolaylıkla iş görebilmesi bulunur. "Ken­di kendimizin içinde bulunuruz ve en iyi tanımamız gereken de kendi kişiliğimizdir. Yine de zihnimiz burada sanki ya­bancı bir ülkede gibidir. Buna karşılık madde ona yakındır ve maddede kendini kendi evinde hisseder. Ancak, belli bir kendi kendinden habersizlik belki de davranmak için dışa açılmaya zorunlu bir varlık için gereklidir; bu kendi ken­dinin bilgisizliği, yaşamın bir gereksinimine karşılıktır. Eylemimiz madde üzerinde iş görür ve maddenin bilgisi ne kadar ileri götürülürse, eylemimiz de o kadar etkili olur. Şüphesiz iyi davranmak için, ne yapılacağını düşünmek ne yapıldığını anlamak, ne yapılması gerektiğini tasarlamak, elverişlidir; doğa bizi buraya çağırır, insanı havandan ayıran çizgilerden biri budur." (18)

İnsanda doğal olarak bulunan, dış dünyaya yönelik ortak duyu gerçeğe belli bir kullanım amacı ile yaklaştı­ğından, gerek maddi yaşamı kolaylaştıracak, gerek toplum­sal örgütlenmeye uyum sağlayacak belli bir plan dahilinde gerçeklîği ele alır. İnsan düşüncesinde oluşturulan bir plan, bir tasarım, bir düzenlenme olarak ele alınan ger­çeklik birbirinden ayrı ve durağan öğelerden oluşturulmak zorundadır. Çünkü oluşum içinde sürekli değişerek gelişen bir şeyi kullanım amacı ile denetim altında tutabilmek olanaksızdır. Bu nedenle anlayışımız ve ona bağlı olarak gelişen bilim, üzerine, eğildiği nesneyi ya da olayı belli bir anda durdurup, öğelerine ayrıştırarak çözümlemeye yö­nelmiştir. "Bilgi işlemlerimiz üzerinde yapılan çözümleme bize gösteriyor ki, gerçeklik dolaysız sezgiye göründüğü gibi akıcı bir devamlılık, erimiş niteliklerin bir akışı olmasına rağmen, anlayışımız onu parçalara böler, durdurur nicelendirir. Eylemin ve söylemin öncülleri de tam olarak bu nokta da değil midir? Davranmak için, tıpkı konuşmak için olduğu gibi, birbirinden ayrı öğeler, üzerinde işlen­diğinde durağan kalan terim ve şeyler gereklidir. Bunlar birbirlerini sabit bağlantılarla desteklerler, bu bağlan­tıların ideal ve tam örneğini matematiksel bağlantılar oluşturur. (19) Bilim, yalnızca durağan maddeye değil, za­mana, harekete, değişme ve oluşuma yöneldiğinde de onları sanki olmuş bitmiş birer durum olarak ele alır. Hareketi bir dizi durum, zamanı birbirinin ardı sıra dizilmiş anlar değişmeyi ise bir durumun yerine geçen bir başka durum olarak tasarlar, onların içindeki bölünemeyen akışı, sü­rekli gelişimi gözardı etmekle, tekrarlanabilir ve ölçüle­bilir yönleri çekip çıkartarak onları denetlenebilir ve insan yaşamı için yararlı olan bir duruma getirir. Dolayı­sıyla bilim, herhangi bir nesneyi ele alırken, onun ger­çekte ne olduğunu değil, ne şekilde kullanılabilir oldu­ğunu ortaya çıkarmayı gözönünde bulundurur. Nesneleri kul­lanım amaçlarına ve işlevlerine göre düzenleyerek, onları insan için birer araç durumuna getirir. İnsanların doğal gereksinimlerini karşılayabilmek için gerçekliği durdurup bölerek ele almalarına neden olan, gelişimi, zamanı, hare­keti yadsıyan bu anlayış, giderek yalnızca maddi dünyaya değil, maddi olmayan dünyaya da uygulanmıştır. Böylelikle bilimin kendi amacı doğrultusundaki işleyişi, farklı bir amaca yönelik olmasına rağmen metafiziğin işleyişi için de temel olarak alınmıştır. Bilimin amacı, içinde bulunan ortamda, maddeyi derinlemesine çözümleyebilmek, daha sonra da ona egemen olarak maddi yaşamı daha iyiye yöneltmek olurken, metafiziğin amacı, gerçeği, herhangi bir yarar gözetmeden, sadece olduğu gibi kavrayabilmek ve bu kavra­yışla gerçekliği kul 1anmaktansa onu yaşayabilmektir. İnsan anlayışında doğal olarak bulunan maddi yararı gözetme, ortak duyu ile bütünleşerek bilimin ortaya çıkışına ve gelişmesine neden olurken, metafizikte aksine, gelişmeyi engelleyici bir nitelik kazanır. Yalnızca bilmeyi, tanıma­yı görmeyi amaçladığımız noktalarda da maddi kullanımı ön plana çıkartarak gerçeği bütünüyle görmemizi kısıtlar.

"Ortak duyu ile düzenlenmiş bilgi formları, başın­dan beri, gerçeği bize olduğu gibi göstermeyi amaçlamamışlardır. Rolleri, bize gerçeğin, daha çok kullanılabilir görünümünü vermektir. Felsefî spekülasyon için değil de esas bunun için yapılmışlardır. Oysa, yalnızca bilmek için bilmeyi istediğimiz zaman bile, bu formlar, zamanla bilinçsizleşen yerleşmiş alışkanlıklar durumunda bizde bulu­nurlar." (20)

Uzun bir zaman boyunca insanda yeretmiş olan bu an­layışın getirmiş olduğu yaşama bakış açısını, yalnızca bi­limsel alanla sınırlama zorunluluğu vardır. Çünkü, var­olanları alışılagelmiş çerçeveler içine almak ve onlara değişmez gözü ile bakmakla, onların içinde bulunan yaşam­sal yön gözardı edelir. Bilimin alanı içine girildiğinde belli bir başarıya ulaşmak için, gerçekliği durdurmak, oluşu yok saymak zorunludur. Ele aldığımız herhangi bir nesneyi, sürekli değişimi içinde tanımlayanlayız, onu be­li rtebi İmemiz, diğerlerinden ayırdedebi.lmemiz için, onun belirgin özelliklerini ön plana çıkartarak, bunları değiş­mezmiş gibi ele almak ve nesneyi bunların bağlamında ta­nımlamak durumundayızdır. Yine, herhangi bir nesneyi çö­zümleyebilmek için onu öğelerine ayrıştırmak zorunda ka­lırız ve bu işlem sonucunda bilimsel bilgiler elde ederiz.

Bilim, deneye ve gözleme dayanarak çalışan bir araştırma alanıdır. Deneyler yapabilmek için maddi, uzaysal ölçüm­lere -bir anamda durdurup sabitleştirmelere- gerek duyu­lurken, deneyleri çeşitli koşullarda gözlemleyip, denetle­yebilmek için aynı olayların’ bir defadan daha fazla oluş­turulması, yani tekrarlanması gerkecektir. Ayrıca, gözlem­leri duyu algılarımızla yaptığımızdan ve duyu algılarımız ancak elle tutulur, gözle görülür, somut, maddi gerçek­likleri algılayabildiklerinden, bilimin gelişmesi de ancak madde yönünden başarılı olabilir. Doğal anlayışımızın ve ortak duyunun gelişmiş bir uzantısı olarak bilim, deney ve gözlem yolu ile elde ettiklerini akılla düzenleyerek, ma­tematiksel bağlantılara dayanarak dış dünyanın maddî ger­çekliğine yönelir. Amacı, bu gerçekliği yalnızca bilmek değil aynı zamanda kullanmaktır da.

Ancak, gerçeklik yalnızca dış dünyadaki maddî ger­çeklikten oluşmamıştır. Bunun yanısıra, iç dünyanın maddî olmayan gerçekliği de söz konusudur. Bu alana girildiğinde anlayışımızın madde için oluşturduğu düşünme alışkanlıkla­rından sıyrılmamız gerekir. Aksi halde bu gerçekliği kav­ramamız mümkün değildir. İç dünyanın gerçekliği durdurul­makla anlaşılamayacak, parçalara bölmekle kavranı1amayacak olan akıcı bir bütünlüktür. Onda durağan yönler aramak, tekrarlara dayandırmak, değişmez noktalarını ortaya koyma­ya çalışmak yerine, onu hareketli bütünlüğünde ele alarak, sürekli değişim ve gelişiminde, yeni ol arak'ortaya çıkacak olanı keşfetmeye yönelmek gereklidir. Ayrıca iç dünyayı bütünlüğünde kavramanın tek amacı, bu dünyanın gerçekliği­ni, duyu algılarının ya da yapay olarak ürettiğimiz alet­lerin aracılığı olmaksızın, dolaysız olarak duyumsayıp yaşamaktır. Bu dolaysız görüşü bize verecek olan insanın dış dünyaya yönelik anlayışı, mantığı, aklı değil, mad­deden bağımsız olarak iç dünyanın gerçekliğine yönelen sezgisidir. Dolayısıyla, bilim ve metafizik, temelde, çıkış noktaları, amaçları, nesneleri ve yöntemleri açısın­dan birbirlerinden kesin olarak ayrılmak zorundadırlar.

B-BÎLİM VE METAFİZİĞİN DİL BAKIMINDAN KARŞILAŞTIRILMASI

Bergson, dilin kökeninde, insanlar arası iletişim gereksinmesinin bulunduğunu, temelde dilin işlevinin Pratik yararı oluşturmaya .yönelik olduğunu belirtiyor. "Dilin temel işlevi, ortaklaşa çalışma amacı ile iletişimi yerleştirmektir. Dil, buyruk ve uyarılan iletir, buyurur ya da betimler. îlkinde, dolaysız eyleme bir çağrı sözkonusu iken İkincisinde, gelecekteki eylemi gözönünde bu­lundurarak, şeyin kendisinin ya da özelliklerinden biri­nin dış biçimi vardır. Ama, her iki durumda da işlev, işleyimsel, ticarî, askerî olarak daima toplumsaldır. Di­lin betimlemiş olduğu şeyler, insansa! çalışma amacı için insansal algı tarafından gerçekliğin içinden kesil­mişlerdir. işaret etmiş olduğu özellikler, şeyin insan­sal eyleme çağrılarıdır. Dolayısıyla, önceden söylemiş olduğumuz gibi, önerilen tutum aynı olduğunda sözcük de aynı olacaktır ve zihnimiz (esprit) birbirinden farklı şeylere aynı özelliği yükleyecek, onları aynı tarzda can­landıracak, aynı düşünce altında gruplandıracaktır. Çekip çıkartılacak olan aynı bölümün, yapılacak olan aynı eyle­min önerisi, heryerde aynı sözcüğe yol açacaktır. Sözcüğün ve düşüncenin kökeni bunlardır. (21)

Dil, insanın içinde yer almış olduğu ortamda karşı­laştıklarını anlamlandırmasının ve bu anlamlandırmayı ad­landırarak başkalarına aktarmasının bir sonucu olarak or­taya çıkar. Herhangi bir nesneyi ya da olguyu sözcüklere dönüştürmenin tek nedeni insanlar arası iletişimi oluştur­mak değildir. İnsan içinde bulunduğu ortama yalnızca fi­ziksel yönden ilgi duymakla kalmayıp, doğal gereksinmeleri karşılamanın dışında, ilişkide bulunmuş olduğu şeyleri dü­şünce açısından da çözümlemeyi, kendine açık etmeyi, ken­dince onlara bir anlam yüklemeyi amaçlamıştır. Varolanlara bir isim vermekle, sözcüklerle onları belirtmekle, kendi düşüncesinde onları, bir anlamda, yeniden oluşturmuştur.

Maddî açıdan nesneleri ve olayları, onlara karşı göstermiş olduğu tepkilere göre belli sınıflandırmalara ayırıp, bel­li genelleştirmeler altında toplarken, duyuları ile algı­ladıklarını, bu algıların çeşitliliğine ve farklılığına dayanarak birbirlerinden ayırdederken, bu işlemi düşünsel alana kaydırdığında dili oluşturur, bir nesneyi diğer bir nesneden ayırmamıza neden olan, her ikisinden birden algı­ladıklarımızın farklılığından kaynaklanır. Aynı şekilde, yalnızca duyu algılarımıza yönelik benzerlikler ya da farklılıklar açısından değil, eylem içinde nesneyi kullan­ma amacımıza göre de onu değişik bir sınıflandırma içine yerleştiririz. Dolayısıyla gerek eylemde gerek konuşmada bizi yönlendiren maddî deney dünyasının gerekli ilkleridir. Dilin, toplumsal işlevinin temelini de bu gereklilikler oluşturur.

Bilim, maddî dünyanın özelliklerine göre oluşan ortak duyunun ve genel anlayışın, incelmiş, geliştiril­miş, yetkinleştirilmiş bir uzantısı olduğundan, bilim­sel dil de, buna bağlı olarak, semboller ve kavramlar bağlamında maddî dünyanın düşünce alanındaki soyutlaması durumundadır. Bu açıdan, bilimsel dil, temelde, gerçekli­ğin tam bir soyutlaması olan matematiğe dayanmaktadır. Matematik tümüyle niceliklere dayanan bir alan olduğundan, Bergson, insanların yaşam içinde çevrelerinden gelen etkilere aynı tepkileri göstererek, daha sonra genelleştirmeleri, soyutlamaları, kavramları oluşturmak için kurmuş oldukları benzerliklerin (ressemblances), bilimsel alanda özdeşlikler (identitös) durumuna girdikle­rini belirtiyor. Bilimin güvenli bir şekilde çalışabilmesi için, kesin olarak birbirinden ayrılmış, sınırları tam anlamı ile belirlenmiş somut verilerden yola çıkması ge­reklidir, bu nedenle maddeye dayanan, ölçülebilir, parça­lara bölünerek çözümlenebilir olanı, gerçeklikten çekip çıkartması gereklidir. Dolayısıyla nesneler arasında yal­nızca benzerlikler kurmak bilim için yeterli değildir, onlar için kesin belirlemeler de vermek ister. Kesin belirlemeler ise, ancak durağan, değişmez, niceliksel olanlarla oluşturulabilir, böylece bilim, benzerlikleri özdeşliklere dönüştürdüğünde güvenilir olarak çalışmaları­nı sürdürebilir. Bergson, bu anlamda, benzerliğin yaşamsal özdeşliğin geometrik özellikte olduğunu belirtiyor, özdeş­liğin geometrik özellikler taşımasının nedenini, onu, ger­çek olarak duyumsayıp yaşadığımız yaşam içinde değil de, •yaşamın maddî yönlerinden çekip çıkartmış olduğumuz soyut­lamalarda oluşturabiİmemizdir. Bilim, niteliksel kavramlara değil de niceliksel kavramlara dayanarak açıklamala­rında belli bir başarıya ulaştığından, gerçeklikte varolmasa da, soyut olarak varsaydığı bir özdeşliği, değerlen­dirmelerine ölçü olarak almak zorundadır. Benzerliklerde bilimin aradığı türden bir açıklık söz konusu değildir, onlar zaman içinde farklılaşabilirler ama geometrik belir­lemeler her zaman için değişmez olarak kalırlar. "Kendimi­zi zorunlu olarak kelimelerle açıklar ve çoğunlukla uzay içinde düşünürüz. Diğer bir deyişle, dil, bizim maddî nesneler arasında oluşturmuş olduğumuz aynı kesin ayırım­ları, aynı süreksizliği, düşüncelerimiz arasında da kur­mamızı gerektirir. Bu benzetme, pratik yaşam için kulla­nışlı, bilimlerin çoğu için de zorunludur." (22)

Bilimin gelişminde en önemli başarı, niteliksel belirlenimlerden niceliksel belirlenimlerden niceliksel belirlenimlere geçişte gerçekleştirilmiştir. "Uzun süre, dilde verilmiş kavramlarla gerçeği yeniden kurmaya yönelmek pozitif bilimin yolunu engellemişti. "Aşağı" ve "Yuka­rı", "ağır" ve "hafif", "kuru" ve "ıslak" doğanın olgula­rını açıklamakta kullanılan öğelerdi; kavramlar birleşti­rilip, düzenlenip, tartılıyordu: Bu, fiziğin yerini almış akılcı bir kimyaydı. Şeylere bakmak için kavramları dışla­dığında, bilimin kendisi de, akla karşı çıkmış gibi görün­dü; "akılcılık", o zamandan, maddî nesneyi ilksel düşünce­lerle apriori olarak yeniden oluşturuyordu. Gerçekte bu bilim, yerini almış olduğu kötü fizikten daha akılcı oldu. Hakikî olduğu anda böyle olması gerekirdi, çünkü madde ile akıl birbirlerine göre biçimlenir ve maddenin tam biçimini belirten bilimde, aklımız kendi özgün imgesini bulur. Fi­ziğin bu şekilde almış olduğu matematiksel biçim, hem ger­çekliği en iyi yanıtlayan hem de anlayışımızı en fazla do­yurandır." (23) Genel olarak bi1 imin dili, niceliksel, ke­sin belirlemelerle sınırlandırılmış, maddi dünyaya iliş­kin çözümlemeler, açıklamalar ortaya koyan, soyutlamalara dayanan bir yapıya sahiptir. Çünkü, bilimin kendisi de an­cak somut olarak algıladıklarını, gözlemlediklerini düşün­ce alanında soyutlamalara aktararak çalışabilir. "Pozitif bilim, gerçekte, duyulur gözleme başvurur. Bu yolla, dü­zenlenmelerini, soyutlama ve genelleştirme yetisine, yar­gıya ve düşünceye, akla bıraktığı maddeleri elde eder. Salt matematikle başlayarak, mekanik, sonra da fizik ve kimya ile devam ederek en son olarak biyolojiye gelir. İlk alanını -ki en tercih ettiği alandır- durağan madde oluş­turur. Fizik ve kimyaya dayanmadan bir tek güvenli adım atamadığı organik dünyada fazla rahat değildir. Canlıdaki yaşamsal olandan çok, yaşamsal olgularda fiziksel ve kim­yasal olanlara bağlanır." (24)

Dilin, genel olarak, gerçekliği durdurucu, sabit­leştirici, bölümleyici özelliği, gerçekliğin özünde bulu­nan değişikliği, hareketi, gelişimi kavramamıza engel olur, bilimlerden farklı olarak, gerçekliği, tek tek olay­lara yönelerek çözümleyici bir biçimde değil de bütünüyle kavramayı amaçlayan felsefe, dildeki kavramları olduğu gibi kabullenmemek zorundadır. "Bütün filozoflar için, dil, yenilmesi gereken bir engeldir. Ama, susmak felsefe değildir. Felsefe dilin içine derinlemesine girmeli orada çalışmalı, orada, tıpkı ruhun kendini maddede kaybetmesi gibi kaybolmayı göze almalı ve onu yenmelidir." (25) Konu­su ruh olan metafizik, ruhu konu almış olan bir bilim gibi onu öğelerine ayırarak, durdurup ölçümler yapmaya çalışa­rak ona yönelmediğinden, düşüncelerini aktarabilmek için

(23,24) H. Bergson, La Pensöe et Le Mouvant S. 54,55,42,43 (25) H. Bergson, La PensĞe’et Le Mouvant S. 216

bilimin ve günlük konuşmanın dilinden farklı bir dil kul­lanmak zorundadır. "Tam deyimiyle ortaya konulmamış bir bilgi yoksa, bir hakikatte yoktur. Söylem olmadan, doğması istenilen sezgi, en azından aktarılamaz, iletilemez olarak kalır; yalnız bir haykırışta kendini tüketir, tek bir söy­lemle, pozitif doğrulanmanın kanıtı mümkünleşir. Yazı, ru­hun dengesidir, onun etkili olmasına neden olan ve bu etki ile hayalin yanıltıcı görünüşlerini ortadan kaldırmasına neden olan bölümdür. Sonuçta, salt sezgi olayı, düşünceden öylesine büyük bir içsel eğilimi gerektirir ki, bu eğilim ancak çok seyrek ve çabuk geçici olabilir; orada burada birkaç çabuk parıltı; belirlemekte olan bu ışıkları tut­mak, sonra da birbirleri ile bağlamak gerekir; bu da söy­lemin gerçekleştirebileceği bir şeydir."(26)

Metafizik, her ne kadar bi1iminkinden farklı bir dile yönelmek zorunda kalsa da, dilde varolan sözcüklere, kavramlara dayanmak zorundadır. Ancak, bu yolla yaşam içinde somut olarak ortaya konulup, aktarılabilir. Genel olarak adlandırma, adlandırılan şeyin belli bir anda dur­durulmasından ortaya çıkar, oysa gerçekte, varolan hiçbir şey durmaz, aksine sürekli hareket içinde bulunur, ama bizim onu diğerlerinden ayırdedebiİmemiz, dolayısıyla onu belirtebilmemiz, ona belli bir anlam yüklememiz, yüklemiş olduğumuz anlamlarla nesneleri kendimizce yeni baştan oluşturabilmemiz için onun bazı niteliklerini değişmez olarak ele almamız gerekir, çünkü sürekli değişen bir şeyi nasıl bel irtebileceğimizi bilemeyiz. Nesnelerin değişmez olarak ele alınan nitelikleri genel olarak dış görünümle­ridir, bu nedenle bilim dış dünyada rahatlıkla çalışabi­lir. Oysa, iç dünyayı araştırmayı amaçlayan metafizik, dış görünümün maddi ve uzaysal niteliklerindense, iç dünyanın hareketli, değişken, akış içinde bulunan yapısına yönelir. Bu yapı gerçekte, açıklamaya değil, yaşamaya elverişlidir, bu yaşamı bize kavratacak olan da dolayısıyla akıldan baş­ka türlü işleyen, durağan olanda kalmayarak hareketli ola­na yönelen, dış dünyanın sınırlı yapısındansa iç dünyanın zenginliklerini kavramak isteyen sezgidir. Sezgi yolu ile kavramış olduğumuzu dışımıza aktarırken, zorunlu olarak sözcüklere dayanmak zorunda kalırız. Bilimin kullanmış ol­duğu türden bir dilin dışına çıkmak, sözcükleri ve kavram­ları tümden silip atmak değildir. Bergson, önceden oluştu­rulmuş kavramları yoksayarak, yeni baştan kavramlar yarat­mak yerine, önceden varolan kavramların iç dünyanın hare­ketli, değişken, gelişen yapısına uygun olarak zamanla de­ğişmeye elverişli, esnek bir duruma getirilmesinin daha uygun olduğunu belirtiyor. Eski metafiziğin kavramları mutlak gerçeklik olarak ele almasının ve buna bağlı olarak onları değişmez olarak nitelemesinin, hatta bütün varolan­ları tek bir kavramda eritmesinin gerçeklikle bağdaşmadı­ğını, gerçeklikte sağlam temeller kuramayan metafiziğin ise geçerliliğini yitireceğini, geçerliliğini sürdürebil­mek, dolayısıyla gerçekliğe dayanmak, ruhsal dünyanın özelliklerini imgelerle, benzetmelerle dolu bir dille ver­mesi gerektiğini, aksi halde kesin bel irlenmişliğin dışına çıkamayacağını belirten Bergson, metafizik için bilimdeki gibi niceliklere dayanan bir dilin uygun olmayacağını söy­lüyor. Ruhun özellikleri niceliklere indirgenemeyeceğinden niceliksel olarak ele alınıp ölçümlere vurulduğunda ruhsal özellikleri yitirilir ve ona yapay oyarak maddî özellikler yüklenmiş olur. Böylece, açık-seçik tanımlamalardansa ben­zetmeler, kesin açıklamalardansa andırışmalar, iç dünyanın hareketli yapısını başkalarına aktarmaya daha elverişli­dir. Bu hareketli, gelişen yapıyı, durağan, heryerde aynı olan, özdeşliğe sahip terimlerle, belirlemelerle açıklamak yapının özüne aykırı olacağından amacına ulaşamaz. Bilim­sel dil genelde sembollerden oluşmuştur. Matematiksel sem­boller ancak matematiksel yapıya uygun olanları, yani mad­dî olanları çözümlemekte, belirtmekte kullanılabilirler. Metafizikte ise semboller söz konusu değildir. Metafizik yazılarda üzerinde durulması gereken, noktalama işaretleri ile belirtilmeye çalışılan vurgular, tonlamalardır. Ton­lamanın metafizik yazılarda önemli bir rolü vardır, çünkü apaçık ve başka türlü olması olanaksız sembollerden oluşmuş bir yazıyı hangi tonlama ile okursak okuyalım, anlamını herhangi bir şekilde değ iştiremeyiz. Genel olarak ele alındığında, bilimsel dilde, bilimsel yazılarda okuma tarzının önemi yoktur, yalnızca görmek ve üzerinde düşün­mek, anlamak için yeterlidir. Ancak, metafizik yazılar için ayhı durum geçerli değildir, çünkü metafizik yazıla­rın anlamı yalnızca kâğıt üzerinde duran harflerle sınır­landırılamaz, bu yazılarda önemli olan maddî varlıklarının dışında yazıyı bütünüyle kapsayan ruhtur. Bu nedenle, bir metafizik metni, onu ortaya koymuş olan metafizikçiden ayıramayız. Aynı şekilde, metafizik üzerine yazılmış bir kitaptan sadece bir paragrafı ayırıp, onu tek başına açık­layıcı olarak ele alamayız. Eserin bir cümlesini anlaya­bilmek için, bize geneL olarak sözcükler ve noktalama işa­retleri ile verilmiş olan ama yine de anlamca salt onlarla sınırlandınlamayacak olan, ancak bütünüyle ele aldığımız­da kavrayabileceğimiz özünü yakalayabilmemiz gereklidir. Bu öz, bize dış dünyanın maddî nitelikleri gibi açıkça ve­rilmemiştir, bu açıdan onu akılsal bir tutumla kavrayanla­yız, onu anlayabilmemiz için kendimizi bütünüyle esere koymamız, onu yeniden yaratmamız, onun içinde olmamız ge­reklidir. Buna karşılık, bilimsel bilgiler, formüller, çö­zümlemeler tek tek ve onları ortaya koyanlardan bağımsız olarak ele alınsalar da, birlikte ele alınsalar da, bilgi verme açısından hiçbir nitelik değişimine uğramazlar.

BİLİM VE METAFİZİĞİN YÖNTEMLERİ:

Bergson, gerçekliğin dış deney dünyasına yönelerek, buradaki maddî şeyleri genelleştirip sınıflandırarak, par­çalara ayırıp bölerek daima durağan olana dayanıp hareket­siz olanı, hep aynı kalanı, tekrarlamalara, hesaplamalara uygun olanları çekip çıkartarak bunların soyutlamaları ile insanların pratik yaşamlarını kolaylaştıracak olan bilgi­leri üreten, maddeyi kullanmaya yönelik bilim için, bütün bu işlevlere uygun, aklı yöntem olarak ele alıyor.

Madde, uzay içinde yer alan, uzaysız düşünülemeye­cek olandır. Maddeye duyu algılarımızla yönelir, onu fi­ziksel açıdan ancak bu yolla ilk olarak kavrayabiliriz. Duyularımızla maddeden elde ettiklerimizi, genelleştirici, soyutlayıcı işleve sahip olan aklımızda düzenleriz. Aklın düzenleyici işlevi bulunmasaydı, dış dünya üzerindeki al­gılarımız karmaşık bir bütünden oluşur, dolayısıyla çeşit­lilik içindeki maddeye belirgin bir anlam yükleyemezdik. Aklın düzenleyici işlevi maddeyi kullanmamıza olanak ta­nır. "Aklımız duyularımızın uzantısıdır. Düşüncelere dal­madan önce yaşamak gereklidir. Yaşam da, gerek duyu organlarımımızla-ki doğal araçlardır,-gerekse yapay organlar olarak adlandırılan araçlarla maddenin yararını çekip çı­kartmamızı gerektirir. Bilim ve felsefeden de önce, aklın rolü zaten aletler üretmek ve çevredeki bedenler üzerinde kendi bedenimizin eylemini yönlendirmektir. Bilim, aklın bu çalışmasını çok daha ileriye götürmüş, ama yönünü de­ğiştirmemiştir. Herşeyden önce, maddenin hakimi olmamızı amaçlar. Bilimsel kuramların değerleri, gerçeklikten elde ettiklerinin sağlamlığına dayandığından, bilim düşündüğü zaman da bile yine eylemde bulunmakla ilgilenir." (27) Her ne kadar işlevleri farklılık gösterse de, akılla duyu al­gıları temelde aynı yöneliş içindedirler. Duyularımızla varlıklarını kavradığımız şeyleri akıl, düşünce alanında onların maddî, uzaysal nitelikleri ile tam olarak örtüşen belli soyut kalıplar içine yerleştirerek, maddî olanın sı­nırlarını aşmaksızın, aksine tam olarak maddenin yapısına uygun düşecek matematiksel geometrik bağlantılar içine alır. Bu açıdan akıl, duyularımızın bir uzantısı olarak ancak duyularımızla algıladıklarımızdan sonra gelebilir. Aklın, duyulardan sonra gelmesinin bir anlamı da, yaşanı­lan anı kavramayıp onu ancak yaşanıldıktan sonra değer­lendirebileceğidir. Aklın duyu algılarına bağımlı olarak ancak onların algıladıkları üzerinde belli değerlendirme­ler yapabilmesi, gerçekliğin maddî yönüne eğilerek bu yönü hep durağan olarak ele alması kendi işleyişi açısından zo­runludur.

(27) h. Bergson, La Pensle et Le Mouvant s. 43

 Akıl, çözümlemeler ve açıklamalarla yönelmiş ol­duğu maddeyi aydınlatır. Yaşamı çözümlemeye, açıklamaya, üzerinde düşünmeye yöneldiğimizde yaşadığımız anın dışına çıkmış bulunuruz, çünkü çözümleme herhangi bir nesneyi ya da olayı parçalarına ayırmayı, kendi içinde bölümlemeyi, .bütünlüğünde değil kesitler bağlamında ele almayı gerektiririr. Açıklama ise, bu bölümlemeden, ayrıştırmadan sonra tek tek parçalan kavramsal bağlar oluşturarak yeniden dü­zenlemekle oluşur. Açıklama ve çözümlemede yaşamın dışına çıkma zorunluluğu, gerçekliğin, aslında durdurulması ola­naksız bir akış içinde bulunmasından kaynaklanır. Bu açı­dan ele alındığında, gerçekliği bölümlere ayırmak, durum­lara indirgemek, daha sonra onları sözcüklere dönüştüre­rek soyut bağlantılar içine almak, gerçekliğin özde barın­dırmış olduğu bütünlüklü akışı gözardı etmeyi gerektirir, böylece gerçeklik bütünüyle duyumsanıp yaşanılamaz. Bergson'a göre, gerçekliği akılla yaşamak olanaksızdır. Yaşam, kendi içinde hareketi, değişimi, çeşitli nitelikleri ba­rındırırken, aklın yönelmek zorunda olduğu, durağan, de­ğişmeden hep aynı kalan, niceliksel olandır. " Temelde geometrik ve mekanik bir eğilim olan akıl, ancak cansız olan üzerinde işlem yapabilir, ancak uzay içinde etkili olur ve daima süreyi uzaysallaştırmaya eğilim duyar. Bergsoncu iletinin özü buradadır. Diğer birçoklarından sonra, Bergson'un Zönon sofizmini yıkmaya kalkıştığı silah bu türdendir. Zönon'un yaptığı, uzayın ve zamanın bileşimi olan hareketi çizgi ile, yani sadece uzayınki ile karış­tırmaktı, Achille ve kaplumbağa arasında süreyi gizlemiş ya da, daha doğrusu, bu süreyi, hareketin yalnızca bir ya­nılsamasını veren, hareketsizlerin birbirlerini izlemeleri ile karıştırmıştır. Akıl da aynı şekilde davranır: Bilme­den bir sinema yapar. Toplamı, tıpkı bir nüans gibi durma­dan değişerek, önceden kestirilemez ve özgün bir sentez karakterine sahip olan bilinç durumlarını, gerçekte salt niteliksel olmalarına rağmen, kesintilerle, aynı türden zaman içinde tasarlar. Birbirini izleyen bilinç durumlarımız ne A.B.C vs. gibi, ne de A,AB,ABC. gibi ele alınabi­lirler. Onlardaki salt niteliği çizgesel olarak-yani onla­ra uygun olmayan bir şekilde göstermek gerekirse, şöyle yazılmalıdırlar: A:A0+A0B, A2:A1A1C,A3:A2+A2D; yani A3:A0 +A0B+A1C+A2D Birbirleri ile toplanmayıp, birbirleri içinde erirler. Belli bir bilinç durumu, kendinden öncekilerin bir sentezi olmakla beraber geri kalandan ayrılmayan yeni bir katkıdır. " (28)

(28) A. Beguin, P. ThĞvenat, H. Bergson' Essais Tfemoignages RecveillisS. 236,236

Akıl, kendini maddî olanda oluşturmuş bulunduğundan, maddî özelliklerin dışına çıktığında güve­nilir bir çalışma ortaya koyamaz. Yaşamın kendisinden, ya­şanılmış olandan sonra gelmek zorunda olduğundan, ele al­mış olduğu herşeyi de yaşanılmış olmuş bitmiş olarak göz önünde bulundurur. Sözgelimi zamanı araştırma konusu yap­tığında, akıp geçen zamanı ele alabilmesi olanaksızdır, çünkü belli ölçülere, niceliksel olanlara dayanarak ona yönelmesi gerekir, bu şekilde yönelindiğinde zaman, sürek­li olarak aklın işleyişinin önünden gider, çünkü nicelik­lerle tanımlanan, ölçümlerle belirtilen herşey artık dur­durulmuştur, oyşa zaman, hiç durmayan bir akıştır. Böylece akıl, zamanın kendi özünü değil, onun hesaplamalarla elde edilen uzaysal dış görünümlerini elde eder. Yine aynı şe­kilde, yaşayan canlıları konu edinen örneğin biyoloji bi­limi, canlılığın kendisine yönelmiş olmakla birlikte, can­lının içindeki fiziksel, kimyasal özelliklere dayanmak zo­rundadır. Fiziksel ya da kimyasal özellikler, niceliklerle belirlenirler. Niceliksel belirlenimlerin bulunduğu her yerde durağanlık söz konusudur. Akıl da tanımlamalarını bunların doğrultusunda oluşturabilir, aksi halde yanılsa­malara düşer. Akıl, ancak maddî olanlara dayandığında doğ­ru bilgileri oluşturarak insanların eylemde bulunmalarına ve maddeyi kullanmalarına olanak sağlayabilir. "Eylemden yola çıkalım ve genel olarak aklın öncelikle üretmeyi amaçladığını koyalım, üretim yalnızca, işlenmemiş madde üzerinde kendini gösterir. Bu anlamda, organlaşmış madde­leri kullansa bile, onları haber veren yaşamla ilgilenme-

den yalnızca durağan nesneler olarak ele alır. İşlenmemiş maddenin kendisinden de yalnızca durağan olanı çekip çı­kartır: geri kalan kendi akışı içinde kaçıp gider. Eğer akıl üretime eğilimli ise, gerçekte akıcı olanın kısım kı­sım, canlının içinde tümüyle-yaşamsal olanın da bütünüyle ondan kaçacağı öngörülebilir. Doğanın ellerinden çıkmış olduğu gibi aklımız, temel nesne olarak organlaşmamış du­rağanlığı benimser." (29) Dolayısıyla akıl, canlının özün­de bulunan hareketi, değişimi, ölçümlere indirgenemeyen yönleri, durdurulamayacak ve hep aynı kalamayacak olan, kısaca yaşamsal olanı kavrayamaz. Yaşamsal olanları belli bir durgunluğa, hareketsizliğe dönüştürdüğünde kendine açık edebilir. Aklın, bilimin yöntemi olabilmesi için, bi­limin yönelmiş olduğu maddenin yapısı ile kendi yapısının yakın olması, hattâ mutlak bilgiye ulaşabilmesi için yal­nızca yakın ve benzer olması değil, tam olarak madde ile örtüşmesi de gerekir. Eğer akılla, yönelmiş olduğu madde arasında en ufak bir açıklık söz konusu ise, o zaman akıl yolu ile bilimin mutlak bilgiye varabilmesi mümkün değil­dir. Bergson, akılla maddenin birbirleri ile tam olarak örtüşmelerinin matematiksel, geometrik bağlantılarla söz konusu olduğunu belirtiyor. Bu örtüşmenin olanakl11 iğinin kaynağında bulunan insan doğasına özgü, doğadan gelen ma­tematiktir. Matematiğin dili sembollerden oluşmuş bir dil­dir. Matematikte sözcüklerden çok işaretlere yer verilmiş­tir, bu nedenle matematik gerçekliğin tam bir soyutlaması­dır. Matematiksel belirlenimlerin gerçeklikte tam olarak karşılıkları bulunmaz. Buna rağmen, ancak matematiksel olarak maddî gerçekliğe yöneldiğimizde, maddenin yapısını ve işleyişini tam olarak kavrayabiliriz. Bu anlamda mate­matikle maddî gerçeklik arasında belli bir uyum söz konu­sudur. Matematiği genel olarak gerçekliğin tümden soyut­landırıldı, salt niceliklere dönüştürülüşü olarak ele aldığımızda, ilk olarak ortaya çıkışından bugüne gelinceye dek geçirmiş olduğu gelişimlerin dışında, insan zihninde belli eğitimler sonucunda oluşturulmuş bilgilerden farklı olarak, doğadan dolaysız olarak gelen, zihnimize içkin bir matematiğin varolduğunu, insanın doğal olarak maddî dünya­nın gerçekliğini soyutlamalara dönüştüren bir eğilimi bu­lunduğunu anlarız. Bergson, bu nedenden işaretlerle çalış­manın, onlar üzerine düşünmenin, onlarla işlemler yapmanın .önceleri insana zor gelmesine rağmen, bu alanın tam olarak kavranılmasından sonra, diğer alanlardan farklı olarak, son derece çabuk ve başarılı bir ilerlemeye varılacağını belirtiyor. "Madde ile akıl arasında, kesin olarak bir simetri, uygunluk, tutarlılık olduğu sonucuna varmadan, aklımızın işleyişini ve bilimimizin ilerleyişini incelemek olanaksızdır. Bir yanda madde, bilim adamı için, matema­tiksel bağlantılarla gittikçe daha fazla çözümlenir, diğer yanda, aklımızın temel eğilimleri ancak geometriye uygu­landıklarında mutlak bir doğrulukla işlerler. Şüphesiz, matematik bilimi, başlangıçta Greklerin ona vermiş olduk­ları biçimi almayabilirdi. Yine şüphesiz, ne kadar biçim benimsese de, yapay işaretlerin kullanımına zorunludur. Ama, uzlaşımın büyük bir bölümünü kapsayan biçimlendiril­miş (formülö) matematikten önce, içkin ya da örtük olarak insan zihninde doğal olarak bulunan bir başka matematik daha vardır. Belli işaretler üzerinde işlem yapma gerekli­liği aramızdaki bir çok kişi için matematiğe yaklaşmayı zorlaştırsa da, engeli aştığı andan itibaren zihin bu alanda, diğer hiçbir alanda olamadığı kadar kolaylıkla ha­reket eder. Açıklık burada, dolaysız ve kuramsal olarak bir anlıktır (instantanö). Anlamak için gösterilen çaba, çoğunlukla düşüncede (en droît) değil, gerçektedir (en fait): diğer bütün çalışma düzenlerinde ise tersine, anla­mak için düşüncenin olgunlaşmasını sağlayan ve belli bir biçimde sonuca bağlı bulunan, süre ile dolu, kuramsal ola­rak bile bir anlık olarak ele alınamayacak olan bir çalış­ma gereklidir. Kısaca, eğer maddenin yalnızca duyularımıza yönelik yüzeysel izlenimlerini gözönünde bulundursaydık ve akla, günlük işlemlerindeki açık olmayan, belirsiz biçimi­ni bıraksaydık, madde ile akıl arasında bir açıklık bulunduğunu zannedebilirdik. Ancak, aklı doğru sınırları içinde yeni baştan kurduğumuzda ve madde kendi iç yapısını bize açıklamaya başlasın diye duyusal izlenimlerimizi ye­teri kadar derinleştirdiğimizde, görürüz ki aklın söylem­leri (articulations) maddeninkilere tam olarak uygun ge­lir." (30) Aklımız durağan olana, hareketli olandan daha yatkındır, sabitliğin bulunduğu alanda hareketliliğin bu­lunduğu alandan çok daha kolay ve çok daha güvenilir ola­rak yol alır. Fiziği, kimyayı, yaşamsal olandan çekip çı­kartmasına rağmen, matematiğin yaşamsal olanla hiçbir bağ­lantısı bulunmadığı için, tümüyle durağan madde alanından elde edilmiş olduğundan en rahat çalışabildiği konu mate­matiktir. İnsanda matematiğe karşı plan bu eğilim ve mad­denin matematiksel bağlantılarla hiçbir açıklığa meydan vermeyecek türden örtüşmesi, madde ile akıl arasında da herhangi bir açıklığın bulunmadığını bize gösterir. Dola­yısıyla nesnesini madde olarak belirleyen bilim, yöntemini de bu maddeye tümüyle uyan akıl olarak belirlediğinde, mutlak bilgilere ulaşabilir. Bergson'a göre, bilimsel bil­gilerde söz konusu olan görecelik, nesne ve yöntemin, bu şekilde açıkça belirlenmemesinden kaynaklanır. Maddeye yatkın olan akıl, maddenin dışına çıkıp yaşamsal olanı da belirlemeye yöneldiğinde, ister istemez yaşamsal olanı, maddî belirlenimler içine alacak, böylelikle onun gerçek­liğine uymayan sonuçlara varacaktır. Salt madde ile sınırlandığında ise insan aklı, maddeyi matematiksel bağlantı­larla çözümledikçe, kendi kendisini de geliştirecek, mad­deye uygun olarak kendisini geliştirdikçe maddenin gittik­çe daha derinliklerine yönelebilecektir. Madde ile aklın, bu şekildeki karşılıklı etkileşimleri içinde bilim günün birinde kendi alanında mutlak olanı elde edebilecektir.

Dış deney dünyasının değil, iç deney dünyasının gerçekliğine yönelerek, buradaki maddî olmayanı, maddeden bağımsız olanı kavramaya çalışan metafizik, kendi alanında mutlak olana ulaşabilmek için, bilimsel geçerliliklere ba­ğımlı kalmadan, ondan ayrı bir şekilde kendi nesnesini ve yöntemini belirlemek zorundadır.

Metafiziğin yönelmiş olduğu nesne, uzaysal nitelik­lerden bağımsız maddeden ayrı bir gerçekliğe sahip olan ruhtur. Daha önceki metafiziklerin yapmış olduğu gibi bu alana, bilimin yöntemi olan akılla yaklaşıldığında, alanı belirleyen spritüel özellikler tümüyle silinmiş olur. Çün­kü akıl durdurur, ruhsa sürekli bir hareket içindedir, akıl genellemeler yapar, ruhsal alanda ise her varolan kendi bütünlüğünde, belli bir sınıflamaya sokulmadan kendi içselliğinde ele alınır, akıl maddeye yöneliktir, ruhsa maddeden bağımsızdır, akıl uzaysal niteliklere yatkındır, ruhsa gerçek zamana, içsel süreye dayanır. Dolayısıyla akılla metafizik yapmak, metafiziğin gerçek varlığını red­dedip onu tümden bilimin soyutlamasına, salt kavramlardan oluşmuş, içeriksiz, boş bir uğraş alanına dönüştermek olur. Oysa, gerçeklikte sağlam temeller kurabilen hiç bir araştırma, boş bir uğraşı olarak adlandırılıp, değerlen­dirilmeme! idir. Bilimin madde alanında ortaya koyduklarını olduğu gibi ruh alanına aktaranlar bilinçli ya da bilinç­siz metafiziğe haksızlık yapmışlardır. Onun gerçekte, içinde yer aldığımız gerçeklik dünyası ile olan köklü bağ­larını yok saymışlardır. Böylece, yöntemi ile bilime bağlı bulunan metafizik, kendi alanında mutlak bilgilere ula­şabilme olanağını yitirmiştir. Dolayısıyla metafizikle il­gilenen filozof, metafiziğin, kendi gerçek yöntemini tü­müyle, maddeye yönelik insan anlayışının, ortak duyunun ve bunların uzantısı olan bilimin tersine bir yönde oluştur­mak zorundadır. "Böylece, daha başlangıçta, filozofun gö­revi belirlenmiştir: Analitik ve Önermelere dayanan düşün­cenin alışılmış biçimlerinden vazgeçmek, kendisini gerekle aracısız bir şekilde, tam olarak ilişkiye sokacak doğru­dan doğruya sezgi gücünü gerçekleştirmek. İlk olarak gözönünde bulundurulması gereken kesinlikle bu yöntem sorusu­dur. Bergson, kendi eserlerini, büyük sorunlarını bir çır­pıda çözüme ulaştırmayı amaçlamayan, yalnızca yöntemi ta­nımlamayı ve bir kaç temel noktada onu uygulamanın olanaklılığını sezinlemeyi isteyen "denemeler" olarak adlandır­dığına göre, bu soru temel sorudur."(31) Bergson'a göre metafiziğin mutlak olana ulaşabilmesi için yöntem olarak sezgiyi temel alması gerekmektedir. Bize, iç yaşamın gerçekliğini, duyu algılarının aracılığı ile değil de, do­laysız olarak verebilecek tek yöntem budur. Ruhu dolaysız olarak kavrayabilmek için izlenilmesi gereken yolu Bergson .Şu şekilde açıklıyor: Genel olarak, doğamız gereği maddeye yönelik dış dünyaya eğilimli bir varlığızdır. Duyu algı­larımızla birlikte, kavrama, anlama, düşünme işlevlerimi­zin hepsi birden doğa tarafından, madde ile uyum sağlaya­cak türde koşullandırılmışlardır. Yılların birikimi sonu­cunda, insanda köklü bir şekilde yer eden bu türden dav­ranma ve düşünme alışkanlıkları sonucunda, ruh bile kendi kendini ancak maddeye yöneldiğinde kavrayabilir. “Salt spritüel olanda ruhun bilgisine varmak bizi, daha çok, amacımızdan uzaklaştırır. Aksine, bu amaca,şeylerin yapı­sını inceleyerek yaklaşabiliriz. Böylece doğa, ruhu ruhtan çevirir, maddeye döndürür. Ancak, bu andan itibaren, bize ruh tarafından verilmiş olan görüşü, istersek nasıl son­suzca genişletebileceğimizi, derinleştirebileceğimizi, yoğunlaştırabileceğimizi görürüz. Madem ki bu görüşün zayıf­lığı, öncelikle, uzaysallaşmış ve içinde maddenin yer ala­cağı akılsal bölümlere dağılmış ruhtan kaynaklanıyor, o zaman ruhu, yayılmış olduğu uzaydan ve madde üzerinde var­lığını göstermek için kendini vermiş olduğu maddesel 1ikten çıkartalım: Onu kendi kendine geri vereceğiz ve bir anda kavrayacağızdır. Ruhun ruh tarafından bu doğrudan doğuruya görünüşü, bizim anladığımız anlamda sezginin, temel işle­vidir."(32) Doğanın gerektirmiş olduğu, düşünme ve davran­ma alışkanlıklarından arınmış, böylece, nesneleri birer kullanım aracına dönüştürmenin ötesinde, onların özlerine inen onlardaki uzaysal niteliklerin dışında yaşamsal olanı kavrayıp ortaya çıkaran ve bu ortaya çıkarışla yaşamın tam içinde yer alan, yalnızca bilmek için bilmeyi amaçlayan

(31)      E. Le Roy, dne Philosophie'Nouvelle, S. 11,12

(32)      h. Bergson, Lâ Pensle Le Mouvant S. -51

 

metafizik ve felsefe, sezgi yöntemi ile hareket ettiğinde yönelmiş olduğu nesnesi ruh üzerinde mutlak bir bilgiye ulaşacaktır. "Bu şekilde anlaşılan felsefe ilerlerken daha da iyi görebileceğimiz gibi onu anlamanın başka bir yolu da yoktur-âdetâ biraz sert bir yenilik ve dönüşüm olayı­dır. Ruhun kendi kendine dönmesi, düşüncesinin alışılmış yönünü tersine çevirmesi, eylem içgüdüsünün girişimde bulunduğu noktayı geliştirmesi, deneyi kendi asıl kaynağında, kullanım yönümüze kayarak salt insansal deneye dönüşen kesinleşmiş bir çarkın üstünde, araması gerekli­dir. Böylece ruh, eleştirinin ve genişletmenin iki yönlü çabası ile saf sezgiye ulaşmak için, ortak duyuyu ve önermelere dayanan anlayışı, aşar. Felsefe yapmak, dolay­sız olanı yaşamaktır, daha sonra kendi ışığında akılsal bilimimizi ve ortak algımızı açıklamaktır."(33)

D- BİLİM İLE METAFİZİĞİN ORTAK YÖNLERİ:

Bergson'a göre, ele aldıkları konu ve bu konuyu iş­leyiş biçimleri ile birbirlerinden ayrılan bilim ve meta­fizik, bütün farklılıklarına rağmen birbirlerinden tümden ayrı, bağdaşmaz iki çalışma alanı değillerdir. Gerçekte, her ikisi de aynı gerçeklik dünyasını araştırmaya yönel­mişlerdir. Araştırma konusu yaptıkları madde ve ruhu bir­birinden ayıran çizgide birbirleri ile çakışırlar. Bu çiz­gi deney alanıdır. "Bilim ve metafizik, nesne ve yöntem açısından birbirlerinden farklılaşırken, deneyde birbirle­ri ile birleşirler" (34) Bilim ile metafiziğin nesne ve yöntem açısından birbirlerinden farklılaşmaları, birlikte yönelmiş oldukları gerçeklik dünyasını bütünü ile, olduğu gibi kavrayabiİmeleri için ve bu doğrultuda birbirlerine dayanıp, birbirlerini geliştirerek ilerleyebiİmeleri için bir zorunluktur. Aralarında bu türden bir farklılaşma

(33)       E. Le Roy, Une Philosophie Nouvelle, S. 19,20

(34)       H. Bergson, La Pensle et Le Mouvant, S. 54

bulunmasaydı, birbirlerinin birer uzantısından ibaret ka­lıp, birbirlerini karşılıklı olarak geliştiremeyeceklerdi. Bu durumda aralarından biri diğerine, her yönü ile bağımlı kalacağından farklı bir çalışma alanı olma niteliğini yi­tirirdi. Diğeri ise gereçekliği tek yönlü olarak ele ala­cağından zorunlu olarak görecelikte kalırdı. Böylece nesne •ve yöntem farklılığı her iki alana birbirleri ile dayanış­maya girerek gelişme olanağını verirken, aynı zamanda bir­birlerinden bağımsızlıklarını, özgürlüklerini de vermiş olur. "Metafizik, pozitif bilimin üstü değildir. Bilimden sonra gelerek, aynı nesneyi daha yüksek bir bilgi elde et­mek için incelemez. Filozofların hemen hemen değişmez bir alışkanlığı uyarınca, bilim ile metafizik arasında böyle bir ilişkiyi varsaymak, her ikisine de haksızlık yapmak­tır. Bu şekilde bilim göreceliğe mahkum edilirken, metafi­zik de, bilim daha Önceden, onun nesnesi üzerinde doğru ve kesin olarak bilinebilecek her şeyi almış olduğundan, var­sayımsal ve belirsiz bir bilgi durumuna döşütürülür. Bilim ile metafizik arasında bizim kurmuş olduğumuz ilişki tüm­den farklıdır. İnanıyoruz ki her ikisi de eşit olarak doğ­ru ve kesindirler, ya da doğru ve kesin olabilirler. Her ikisi de gerçekliğin kendisine yönelmişlerdir, ancak, her biri bu gerçekliğin bir yarısını ele alırlar, öyle ki, eğer istenirse onlarda -düşünce eyleminin farklı yönleri­nin btlertmeselerdi- bilimin iki bölümlenmesi veya metafi­ziğin iki bölümü görülebilirdi.

Her ikisi de aynı düzeyde olduklarından, ortak nok­talan bulunur ve bu noktalarda birbirlerini doğrularlar. Her ikisi arasında bir saygınlık farkı oluşturmak, her ikisine de aynı nesneyi, yani şeylerin bütününü vermek, birinin bu bütüne aşağıdan, diğerininse yukarıdan bakma­sını koşul olarak ileri sürmek, aralarındaki karşılıklı yardımlaşmayı ve denetlemeyi dışlamaktır. Bu şekilde meta­fizik zorunlu olarak -gerçeklikle tüm bağlantısı yitirme­dikçe- bilimin yoğunlaştırılmış bir özeti ve varsayımsal bir uzantısına dönüşür. Aksine, onlara farklı nesneler bı­rakıldığında- bilime madde metafiziğe ruh-ruhla madde birbirleri ile bağlantıda olduklarından, metafizik ile bi­lim de bağlantının verimliliğe dönüşmesini beklerken, or­tak alanları boyunca birbirlerini deneyebi1 irler. Her iki tarafta varılan sonuçlar da, madde ruhla birleştiği için, birleşmelidirler. Eğer bağlantı eksiksiz değilse, bili­mimizde veya metafiziğimizde veya her ikisinde birden dü­zeltilmesi gereken bir şeyler var demektir. Böylece me­tafizik, dış bölümleri ile bilim üzerinde iyileştirici bir etkide bulunurken, karşılıklı olarak bilim de metafizi­ğe, merkezden dışarıya doğru yayılan kesinlik alışkanlık­larını iletecektir. Uç noktaları tümüyle pozitif biliminkilerle uyuşan metafizik, bundan ötürü, olabilecek bütün dünyaların değil, sadece bizim dünyamızın metafiziği olacak, gerçeklikleri kucaklayacaktır." (35)

Bilim ve metafizik, gerçeklik dünyası üzerinde bil­gi edinebileceğimiz iki ayrı çalışma alanıdır, ikisinin birlikte işleyişleri ile içinde yer aldığımız dünya üze­rinde güvenilir bilgilere ulaşabiliriz. Akıl yolu ile, çevremizde bulunan şeylerin dış görünümlerini, maddi özel­liklerini belirleyerek, onlar üzerindeki bilgilerimizi ma­tematiksel bağlantılarla derinleştirerek, bir yandan madde üzerindeki bilgimizi arttırırken, öte yandan bildiğimiz, tanıdığımız maddeyi kullanmaya, kullanırken de diğer başka maddeleri üretmeye, oluşturmaya yöneliriz.

"Bergson'un ilk iki eseri Evolution Creatrice'in çözümlediği bir sorunu ortaya koyar: Kendimizin ve şeyle­rin görünümü içine durmadan kesinti koyan bu akıl, kendi doğasında nedir? Akıl konusunda, Batı felsefesinde iki ge­lenek vardır: En eski ve sağlam olanı, aklı, varlıkların özünü kavrayan, tamamiyle düşünsel bir yetenek olarak ele alır. Bu gelenekte aklın bağlantılarını, kendisinden orta­ya çıkmış olduğu canlı varlığın bağlantıları ile birarada gözönünde bulundurmak oldukça zordur: Aristoteles aklın, bu bağlantılara dışarıdan geldiğini söyler, Descartes'a gelince, o, canlı varlığın diğer maddî varlıklarla aynı

(35)       H. Bergson, La Pens6e et Le Mouvant, S. 53,54

türden yani, evrensel mekanizmanın bir bölümü olduğunu ileri sürer. Bu anlayış, ruhun ve bedenin birliğini bir gizem haline getirmiştir. Diğer bir geleneğe göre, akıl yaşama bağlıdır. Bu anlayışın birbirinden oldukça farklı iki anlamı bulunur. Yaşamı pratik yaşam olarak ele alan ve yaşamı yaşamsal ilke olarak ele alan anlayışlar. İlk anla­yışta Grek septikleri bize aklın teorik bilgi için değil, pratik kullanım için yapıldığını bildirirler. Akıl, bir yaşama aracıdır, yoksa gerçekliğe ulaşmanın bir aracı değil. Aynı tezi Nietzsche'de ve pragmatistlerde görürüz. İkinci anlayış ise genellikle Yeni Platoncularda söz ko­nusudur. Yaşamı gelişme ve dönüşmenin çift anlamı olarak ele alır. Gelişme ile yaşam ilerler ve dağılır, dönüşümle yeniden toparlanır ve türediği birliğe döner: Burada akıl, gelişmenin birinci evresini belirtir, şeyleri birlikleri içinde kucaklamaktan yoksun olduğundan onları, yanyana di­zilmiş detayların çokluğunda parçalarına ayıran bir görüş gibidir. Dolayısıyla akıl yaşamsal gelişmenin içinde olu­şur.

Evolution Creatrice bu ikinci gelenekte ve bu gele­neğin her iki anlamında da yer alır. Kitabın ikinci kıs­mında akıl, pratik işlevdir, üçüncü kışımda ise, yaşamın gelişmesinin bir ürünüdür, ikisinin içten bağlılığı öğre­tinin özgünlüğünü getirir. İkinci bölümün ana teması homo faber ile homo sapiens'in özdeşliğidir. Aklın rolü önce­likle sabit olanlar üzerinde etki yapmak için sabit araç­lar üretmektir; bu nedenle, kesintili ve durağan varlık­lardan başkasını kavrayamaz ve yine bu nedenden yaşamı kendi gelişme -ve sürekliliğinde ele almaktan yoksundur; doğal ola­rak durağan maddeye bağlıdır, akıl nesneleri, yalnızca bağlantılar, biçimler, genel şemalar olarak ele alır. Ama aklın doğasında, gizemli bir paradoks gibi üretime elve­rişli olmasına rağmen teoriyi aramak vardır. Nesnelerinin içinde durup kalmaz, sürekli olarak tamamlamış olduğu ey­lemin sınırlarını aşar, tıpkı bulamayacağını arar gibidir; burada olağan sorunun tersi bir sorun bulunur: Aklın spekülatif olandan pratik olana nasıl dönüştüğü söz konusu değildir, pratik olan aklın nasıl spekülatif olacağı sorun olur. Aynı şey hayvanların içgüdüsü için söz konusu değil­dir. Bu içgüdüde maddeye yönelmiştir, ama sadece kendi or­ganları aracılığı ile, aletlerin yardımı olmaksızın. İçgü­dü, nesnesinin sezgisel ve tam bilgisini tasarlar ama yal­nızca kendi nesnesinin bilgisidir bu. Aklınsa kendi nesne­si üzerinde tam olamayan ama ilerleyen bir bilgisi vardır. Aklın doğası ve işleyişi, onun yaşamla olan bağlantısı içinde ele aldığımızda aydınlanır. Yaşam, olanaklı bütün gizli güçleri ile bilinci belirtir. Biz, bu yaşamı ancak, organize etmeye çalıştığı canlı varlıklar olarak madde içinde tanıyabiliriz. Ansızın kendini harcayabilmeye elve­rişli enerji depolarını tek bir noktada toplayarak, onu ancak, hayvan türleri boyunca daha tam bir yaşama doğru giden atılım, yaşamsal bir atılım biçiminde tanıyabiliriz; bitkiler, hayvanlar ve insan boyunca, yaşam, kendini can verdiği ve içinde kaybolduğu maddeden bağımsızlaştırmaya çalışır. Bunun için iki araç kullanır, içgüdü, ki tam fa­kat dar olarak sınırlandırılmış bir bilgiye bağlandığı için başarısızdır; akıl, ki tersine başarılıdır, çünkü ru­hu daha mükemmel bir sezgi için yararlı hale getirerek maddeye hizmetten kurtarır. Buradan görülür ki, Bergson'u aklı küçümseyen bir düşünür olarak ele almak saçmadır. Gerçek şudur ki, aklın, mutlak olanın bir çeşidi, tanrısal bir akla kadar çıkarıldığı üç yüzyıldan, ya da Eleştiri ile birlikte bilgimize uygun gerçekliğin tözü yapılmasın­dan sonra, bir anlamda Bergson, Shopenhauer'dan sonra ak­lın metafizik sorununu yeniden ele almıştır. Akılda, ondan daha geniş bir gerçekliğin içinde yer alan gerçekliği gör­müştür. Plotin'in deyimlerini kullanmak gerekirse, akıl dönüşümü hazırlayan bir gelişimdir. Bu dönüşüm mistik ya da aziz birinde ortaya çıktığında din olur. (36) Sezgi yolu ile, gerçeklik dünyasının maddeden bağımsız olan yönüne dikkatimizi vererek, belli bir kullanım amacına yönelik olarak değil de, sadece yaşamın içindeki, ruhsal alanda sezgi ile kavram 1abilecek olan sürekli gelişimi, hareke­ti, değişimi yakalayabilmek, bu gelişme ile bir olabilmek, onu yaşayabilmek, yaşarken, tüm gerçekliğin içinde bulunan dolayısıyla kişinin kendisinde de varolan yaratıcılığın farkına varabilmek için, ruhun yapısına uygun yaklaşımlar­la ruh alanında doğru bilgilere ulaşmaya çalışırız. "Böy­lece, bir yanda salt akıldan çıkarılan mekanik sanat ve bilime sahipken, diğer yanda sezgiye çağrıda bulunan metafiziğe sahibizdir. Bu iki uç nokta arasında, ahlaksal, toplumsal, hattâ ornagik yaşamın bilimleri yer alır. Bun­ların bazıları daha akılsal, bazıları daha sezgiseldirler. Ama ahlaksal ya da sezgisel, bilgi, kesinliğin belirtisin­de ortaya konulacaktır." (37) Metafizik ile bilimin bir­birleri ile birleştikleri deney alanı, her iki çalışma alanında ortaya konulan bilgilerin geçerliliğini ya da geçersizliğini doğrulayacak bir alandır. Bilimsel ya da metafiziksel, akıl yolu ile ya da sezgi yolu ile elde edilmiş olsun, hiç bir bilgi kendini deney alanında doğru olarak ortaya koymadıkça açık ve güvenilir olma niteliğini elde edemez. Herhangi bir bilginin kendini deney alanında ortaya koyması, yaşamla içiçe olmasını gerektirir. Yaşamın kendisinden çekip çıkarılmamış olan, yaşamın içinde kendi­ni göstermeyen her açıklamanın içeriği boştur. Bilgi verme açısından yetkin bir açıklamanın, deney alanını tümüyle- gerek iç deney dünyası, gerek dış deney dünyası olarak- kapsaması gerekmektedir. "Mutlak bir bilgiye doğru gitmek için ne yapmamız gerekiyor? Deneyden çıkmamak, tam tersine onu bilimle uzatmak ve çeşitlendirmek, aynı zamanda, eleş­tiri yolu ile eylemin bozucu etkilerini düzeltmek ve so­nuçta, bu şekilde elde edilmiş bütün sonuçları, bizi nes­nenin içsel zenginliğini ve derin titreşimlerini hissetme­mize neden olacak kadar nesnenin derinliğine götüren bir yakınlaşma yolu ile, canlandırmaktır.(38)

Bilim ve metafiziğin nesne ve yöntem açısından bir­birlerinden bağımsızlığı, sonuçta her iki alanın kendi sınırları içinde başarıya ulaşmalarına neden olurken, onların dayanışma içinde ortaklaşa çalışmalarına ve bir­birlerini geliştirmelerine de olanak verir. Bilim ve meta­fiziğin, birbirlerinin sınırlarını aşmadan çalışabilmeleri ancak bu sınırları belirgin, net bir şekilde çizebiİmeleri ile mümkündür. Aksi halde, madde ile ruhun kendilerine has özellikleri birbirleri ile içiçe girerek belirsizleşirler, ■dolayısıyla onlar üzerinde açık, güvenilir bilgilere ula­şılamaz. Metafizikle bilimin birbirlerinin alanlarını aş­mayarak, ama birbirleri ile yardımlaşarak gerçekliği aydınlatabiİmeleri ancak kendi nesne ve yöntemlerini bel­lemeleri ile mümkündür. Bunu gerçekleştirdikten sonra, her ikisinin de kendi konusunda mutlak olana ulaşamaması için bir neden kalmaz. "Metafiziğe sınırlandırılmış bir nesneyi -öncelikle ruhu - ve özel bir yöntemi - herşeyden önce sezgiyi - veriyoruz. Böylelikle metafiziği açık bir şekil­de bilimden ayırıyoruz. Yine bundan ötürü, her ikisine de eşit değeri yükluyoruz. İnanıyoruz ki her ikisi de gerek­liğin özünü elde edebilir. Mutlak olana ulaşmanın olanak­sızlığı ve bilginin göreceliği üzerine, filozoflarca savu­nulan, bilim adamlarınca kabul gören tezleri reddediyo­ruz"^)

(39)        H. Bergson, La Pensöe et Le Mouvant, S. 42

3- BERGSON FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMI OLARAK "SEZGİ"

Bergson felsefesinin temel kavramı olarak nitelen dirilebilecek olan sezgi, genel olarak ele alındığında, iç dünyanın bilgisine ulaşabilmek için izlenilmesi gerekli yöntemdir. Bu bağlamda sezgi, genel olarak insanların yo­rumladıkları gibi -akla karşıt olarak ele aldıklarından- bize belli belirsiz görüşler veren, temellendirilemeyen izlenimler uyandıran, somut olarak geçerli sonuçlara vara­mayan bir nitelikte olmayıp, aksine, bizi güvenilir, açık- seçik bilgilere ulaştırabilecek tam anlamıyla iç deney dünyasının içine girerek bizi gerçekliğe ulaştırabilecek türde, tıpkı akıl gibi, ama ondan farklı bir işleyişe sa­hip olarak, düşünmenin bir çeşididir. "Bergson'un sezgisi, mistiklerin sezgisi gibi, exabrupto olarak gelen özel bir yetenek değildir. Onunki, daha çok, düşüncenin alışılagel­miş yönünü tersine çevirmesi istenilen düşünmeye yapılan bir çağrıdır. Böylelikle, formüllerin ve genelleştirmele­rin ötesinde, yeni olarak oluşacak durumlara onları uyar­layabilmek için gerekli yönelimi verebilen sağduyu (le bon sens) elde edilir."(40) Sezginin ne olduğunun açıklanması konusunda Bergson, kesin olarak belirlenmiş, adeta formüle edilerek tanımlanmış bir açıklama getiremeyeceğini onu, ancak bir çok bakış açısı bağlamında ele alarak ortaya ko­yabileceğini belirtiyor. "Bizden, geometrik ve basit bir tanımı istenilmesin. Sezgi sözcüğünü, matematiksel olarak birbirinden çıkartılamayacak anlamlar içinde ele aldığımı­zı göstermek oldukça kolaydır. Soyut ve uzlaşımsal olmayan ama somut ve gerçek olan, tanınmış öğelerden oluşturula- mayacak olan, ne anlayış, ne sağduyu, ne de dil tarafından gerçeğin bütünlüğünden bölünüp ayrılmamış olan bir şey üzerine ancak eşdeğer olmayan, tamamlayıcı ve çeşitli gö­rüşler alarak bir fikir elde edebiliriz. Bütünü kucaklamak için gereken çaba gösterildiğinde anlaşılır ki, basit bir formülle elde edebileceğimiz matematik bir özün içinde

(40)        e. Brehier, L'Histoire de. La Philosophie, S. 1027 değil, gerçeğin içindeyizdir." (41)

Bergson'a göre sezgi, insanda akıl gibi doğal ola­rak bulunan gerçekliği kavramaya yönelik bir işleyiştir. Ancak, doğal yapısı gereği insan, dış dünyaya ve maddi gerçekliğin kullanımına yönelmiş bulunduğundan, sezgi de, insanın bu eğilimini karşılayan ve geliştiren maddî yarara ve kullanıma yönelik düşünme ve davranma biçimlerinin ön plana çıkması ile, insanda örtük olarak kalmıştır. Bu ne­denle insan sezgiyi dışındaki dünyada değil, tersine tü­müyle içine yönelerek, iç dünyaya girerek yeniden ortaya çıkarabilir. Dolayısıyla sezgiyi kavrayabilmek ve bu yolla bize gerçekliğin özünü verecek olan yöntemi elde edebilmek için, öncelikle iç dünyanın yapısını, işleyişini, özellik­lerini kavrayabilmek gereklidir.

A- İÇ DÜNYANIN ÖZELLİKLERİ:

Bergson felsefesi genelde, içinde yer aldığımız gerçekliğin özünü, aslını kavramaya yönelmenin bir yöntemi olarak ortaya çıktığından, bu gerçekliğin özünün insan zihninde, dışarıdan gelen belli etkilenimlerle karışık olarak biçimlenmesini engellemeyi amaçlar. Gerçeğin kendi özüne uymayan ama maddî kullanım ve toplumsal yarara yöne­lik oldukları için insan doğasına uygun gelen dış dünyanın etkileri ile tek yanlı olarak akla dayanan yorumlanmasının dışına çıkmak, insan için belli bir arınmaya gerektirir. Bu arınma, insanlığın ortaya çıkışından itibaren, yaşamını sürdürebilmesi için dış dünyanın maddî yönlerine uzanması­nın sonucunda elde edilen düşünme ve davranış alışkanlık­larının gerçeğin maddî olmayan özüne yönel indiğinde bir tarafa bırakılmalarının sonucunda oluşur. Bize doğa ve toplum tarafından aşılanmış olan, çoğu defa bilincine bile varamadığımız bu alışkanlıklardan bilinçli olarak sıyrıl­dığımızda, dolaysız olanla karşı karşıya kalırız. Yaşamla direkt olarak içiçe girerek, gerçek, somut olanı bir anda

(41)            h. Bergson, La Pensöe et Le Mouvant S. 37,38

kavrayabiİmek, kendi kendimizin içine dönmekle olanaklı­dır. "Başından beri, herşeyden daha iyi ve daha emin ola­rak tanıdığımız bir varoluş vardır; açıklayıcı yakınlaşma çabasının bize doğal ve neredeyse kolay geldiği özel bir durum bulunur; derinlemesine içten olarak algıladığımız, en azından içten yakaladığımız bir gerçeklik söz konusu­dur. Bu gerçeklik, kendi kendimizdir. Çalışmaya başlamanın uygun olduğu özgün gerçekliktir bu. Psikoloji bizi onunla direkt olarak bağlantıya götürür; daha sonra metafizik, bu bağlantıyı genelleştirmeyi dener. Ancak, böyle bir genel­leştirme, öncelikle giriş yolunun bize dolaysız olarak açık olduğu noktada, gerçekle yakınlaşmamızdan sonra, ola­naklıdır. İç varlıktan dış varlığa doğru gitmek: İşte, fi­lozofun tutmak zorunda olduğu düşünme yolu budur."(42)

Gerçeğe ulaşmada insanın kendi iç dünyasına yönel­mesinin nedeni, gerçeklik üzerine edineceği bilgileri sağ­lam bir temele oturtmak isteğinden kaynaklanır. Güvenilir­liğinden emin olduğumuz bilgiler, dolaysız olarak, bir an­da kavradıklarımızdır. Çünkü, onlar bize nasılsalar öyle görünürler, oldukları gibidirler, kendilerinin dışında bulunan başka şeylerden, başka olaylardan etkilenmeden kendi doğal yapılarında kalmışlardır. Dolaysız olarak elde ettiğimiz ve güvenilir olarak adlandırabileceğimiz bu bil­gileri içe yönelerek elde edebilmemizin nedeni, herşeyden çok kendi kendimize aracısız bir şekilde bağlı olmamızdan kaynaklanır. "En emin olduğumuz ve en iyi tanıdığımız varoluş, tartışmasız bir şekilde kendi varoluşumuzdur. Çünkü diğer bütün nesnelerden yüzeysel ve dışsal olarak nitelendirilebilecek kavramlara sahip olmamıza rağmen, kendi kendimizi derinlemesine ve içsel olarak algılarız." (43)

Felsefe, bilimlerden farklı olarak, çözümlemelerle, akla dayanan belirlemelerle, tek tek şeylerin niceliksel özelliklerini ortaya çıkararak onları toplumun kullanım

(42)       E. Le Roy, Une PHhilosophie Nouvelle, S. 55

(43)       H. Bergson, L1EvolutionCröatrice, S. 1

 amacına yönelik işlemenin aksine, şeylerin içindeki asıl özü kavramaya yönelip nesnesini ruh olarak belirlemiş ol­duğundan, bilimlerin dış dünyaya yönelmelerinin tersine iç dünyanın derinliklerine inmeyi, iç dünyayı araştırmayı kendine konu edinmiştir. En azından, iç dünyaya yöneliş felsefe için gerçeğe ulaşmanın ilk aşamasını oluşturur. Bunun nedeni, dış dünyadan duyu algılarımızla edinmiş ol­duğumuz izlenimlerin zamanla sürekli değişimlere uğraması ve değişimler içinde güvenilir, sarsılmaz bir dayanağı elde edemeyişimizdir. Felsefe tarihinden örnek vermek ge­rektiğinde Sokrates'in "Kendini Tanı buyruğu güvenilir bilgilere ulaşmanın ilk basamağı olarak ele alınabilir. Burada, vaktiyle edinilmiş bilgilerin, insanın kendi için­de yeniden ele alınarak doğru ya da yanlışlığının, geçerli olup olmadıklarının belirlenmesi sözkonusudur. Bu yolla, geçerliliğinden şüpheye düşmediğimiz, bu nedenle tartışma­dan kabullendiğimiz pek çok bilginin aslında sağlam temel­lere oturmadığını görür, onları yeniden geçerli bir şekil­de oluşturmayı olanaklı bir hale getirebiliriz. Bu anla­yışta iç dünya, insanın kendi kendisi, doğruluğun kıstası durumuna dönüştürülmüştür. Bu dünyayı kavrayamayan kişi, belirsizlikler içinde kalmaya, kendisinin dışında varolan düşüncelerin egemenliğine girmeye mahkumdur. Felsefe ise, ancak özgür düşünce söz konusu olduğunda olanaklıdır. "Sokratik diyaloğun hareket ettiricisi eironeia'dır "İro­ni" terimi, Grekçe anlamında bilgisizmişçesine davranarak karşıda bulunanı sorguya çekmektir. Bu ironinin amacı, karşı tarafı .safdışı etmek,, onu alaya almak değil, onun hakikate açılmasına yardımcı olmaktır. Bergson'un gözlemlemiş olduğu gibi:" Sokrates'in birlikte yolaldiğı ironi, düşünmenin kanıtına maruz kalmamış olan görüşleri bir yana bırakmaya ve onları kendi kendileri ile çelişkiye düşürerek çürütmeye yönelmiştir." (44) Aynı şekilde, Descartes'in, çevresindeki herşeyden kuşkulanıp, sonuçta kuşku duyamayacağı tek şeyin kendi kuşkusu olduğu sonucuna varması ve kendisini diğer bilgilere ulaştıracak, güveni­lir temel olarak kendi şüphesini ele alması da, felsefede iç dünyanın, insanın kendi kendisinin önemini ortaya koymak için gösterilebilir.

(44)       Clefs des Connaissances S. 420

Dünyayı anlamlandıranın insanın kendisi olduğu ve bu anlamlandırmanın geçerli olup olmadığını kanıtlayacak olanın da deney dünyasından başka bir şey olmadığı göz önünde bulundurulursa, güvenilir bilgilere varmanın tek yolu deneyden yola çıkarak, bir anlamda yaşamla içiçe gi­rerek elde edilenleri iç dünyanın dolaysız, aracısız bir anda kavramaya yatkın işleyişi ile oldukları gibi yakala­yabilmektir. Ancak bu yöntemle insan, gerçeğin özünü elde edebilir. "Kendi kendini tanımak, Sokrates'ten beri felse­fenin baş sözü olarak kalmış, en azından felsefenin baş­langıç anını belirten bir özdeyiştir. Bilim uzayı geniş­letmeye devam ederken, felsefe bu özdeyişle öznenin derin­liklerine inerek içe işleyen özgün çalışmasını başlatmış­tır. Bu eski özdeyişe her filozof sıra ile bir yorum ve uygulama getirmiştir. Ama Bergson, ele almış olduğu diğer konularda olduğu gibi, diğerlerinin hiç birinde bulunmayan bir şekilde, bu deyişin de anlamını derinleştirmiştir. Bergson'dan önce bu konuda hangi yorumlar söz konusuydu? Son yüzyıldan bahsetmek gerekirse, Kant'ın etkisi altında eleştiri bu ana kadar, öznenin bilgi eylemi içindeki kat­kısını anlamakla, şeyleri kendi kuruluşumuzdan alıntılan­mış temsili belli biçimler dolayında ele aldığımızı oluş­turmakla ilgileniyordu. Sorunun klasik ele alınış tarzı böyleydi, Berson'un, araştırmaları boyunca kendisine yakın olan bir dönüştürme yöntemiyle, her şeyden önce tersine çevirdiği eğilim buydu. "Bize öyle geliyor ki sorunu ters­ten ortaya koymamız ve benin kendisinin en açık olan du­rumlarının çoğu defa bizim ona verdiğimizi böylece bize geri veren, dış dünyadan alınmış belli biçimler bağlamında gözüküp gözükmediğini sormamız gerekir. Şeylerin a priori olarak gerçekleşmesi oldukça az gerçeğe uygundur. Çünkü konuşulan ve maddeyi uyguladığımız biçimlerin, bütünüyle ruhtan geldiğini tasarlamakla nesnelere biçimlerin etkisi olmaksızın sağlam bir uyarlama yapmak zordur. Bu biçimleri kendi kendimiz için uyarlayarak benin kendi renklenmesi için dış dünyaya yerleştirdiğimiz bir çerçevenin yansıma­sını alma riski ile karşı karşıya kalırız. Ama daha ileri giderek şu denebilir ki, şeylere uygulanabilecek olan bi­çimler, madde ve ruh arasındaki bir uzlaşmadan ortaya çık­tıklarında tümüyle bizim eserimiz olurlar. Kendimizi bu maddeye çok verdiğimizde ondan muhakkak ki bir şeyler elde ederiz; ve böylece, kendi kendimiz dış dünyada yaptığımız bir gezinti sonucunda kavradığımızda artık özgür ellere sahip değilizdir." (45) İç dünyanın kendine özgü belirle­nimlerini dış dünyadan elde ettiklerimizle ele aldığımızda ulaşmak istediğimiz dolaysızlığa, açıklığa ulaşamayız. Bu­nun sonucunda, gerçeklik üzerine oluşan bilgilerimiz ve görüşlerimiz de özgürce ortaya çıkmaktan yoksun kalır, öz­gürlüğün bulunmadığı durumlarda ise gerçeğin özünü kavrayabilmemiz için yapabilecek hiç birşey yoktur. Bergson'un ele almış olduğu anlamda felsefe gerçeğin özünü kavramaya yönelmiş bulunduğundan, kendini dış dünyanın belirlenimle­rine, aklın işleyişine, maddeye bağımlı kıldığında ulaşma­yı amaçladığı gerçekliği elde edemez.

Dış dünyanın gerçekliğine çözümlemelerle, ölçümle melerle yönelip, bu dünya üzerinde akıl yolu ile geçerli bilgilere ulaşabiliriz. Ama iç dünyayı, dışımızda bulunan nesneler gibi duyu algılarımızla duyumsayıp niceliklere indirgeyemeyiz. Buradaki varoluş, maddi varoluşun dışında bulunduğundan, ona özel bir yöntem olan sezgi ile yaklaşa­biliriz. Dışımızdaki dünayaya duyu algılarımız ve aklımız­la yöneldiğimizden ve her iki işleyiş de durağan olanda daha verimli çalıştığından dış dünyayı parçalarına ayırır, çözümleyebilir, durdurarak ölçebiliriz. İç dünyayı kavra­yabilmek içinse, tam aksine, onun içinde bulunan sürekli­liği, akıcılığı yaşayabilmekle olanaklıdır.

B- SEZGİYE ULAŞMADA İÇ SÜRENİN ÖNEMİ:

Sezgiye ulaşabilmek için, onun kendini ortaya koy­duğu iç dünyayı akılsal çözümlemelerle ele almak yerine,

(45)      E. Le Roy Une Philosophie Nouvelle S. 55,56,57

kendi bütünlüğünde kavrayabilmek, ancak bütün yaşamımızı kapsayan anların yanyana bir dizilişi olmayıp birbirini izlemesi olan ve bu izlemede geçmişin bütünüyle şimdide bulunup geleceğe de uzanmasını içeren iç süreye yerleşmek­le olanaklıdır. İç süre Bergson'da, matematiksel ele alı­nan zamandan farklı olarak akışını içinde barındıran za­mandır. Matematik bağlantılar dahilinde yönelmiş olduğumuz zamanı, hesaplamalarla elde edebildiğimiz için onu zorunlu olarak durağanlık içine almış bulunuruz, çünkü ancak durdurabildiğimiz bir şeyi hesaplayabiliriz. Böylece zamanın akışı, yerini birbirinden kopuk anların toplamına bırakır. Dolayısıyla, zaman, toplanıp çıkartılabilen, durdurulan, uzaltılıp kısaltılan, kısaca tıpkı madde gibi, kullanım amacına araç edilip üzerinde işlemler yapabildiğimiz bir görünüm kazanır. Zamana, yapay olarak yüklenen bu maddî özellikler çerçevesinde yöneldiğimizde, o sürekli olarak elimizden kaçıp gider. Gerçek sürenin bizden uzaklaşması, yitirilmesi sonucunda, bizi gerçekliğin özüne vardıracak olan sezgiyi de yitirmiş bulunuruz. Bu nedenden sezgi, pratik yaşam içinde düşünüp eylemde bulunmaya elverişli daha başka eğilimlerimiz sonucunda, bizde örtük ve gizli olarak kalmıştır. Zihnimiz, doğal olarak dış dünyanın mad­dî gerçekliğine yönelmiş bulunduğundan, madde ile yakınla­şıp onu kullanarak belli bir alışkanlık geliştirmiştir. Genelde insanların gerçekliğe bakış açısını yönlendiren bu alışkanlıktır. Bu açıdan bakıldığında, maddenin dışında, ondan bağımsız olarak oluşan bir gerçeklik, insanlara içe­riği boş, salt soyut bir varlık olarak gözükür, bu gerçek­liğe yönelen düşünme de, gerçek, somut olanın dışında, ha­yallere yönelik, temelsiz düşünceler üreten bir nitelikte­dir. Oysa Bergson'un maddeden ve ona yönelik düşünme biçi­mi olan akıldan ayrı, bağımsız sezgisi, gerçeklik dünyası­nın dışında ötesinde veya üstünde değil, tam aksine madde­ye yönelik düşünmeden daha etkili ve kavrayıcı bir şekilde bu dünyanın tam içinde yer alır. Bunun nedeni sezginin bütünüyle ve çarpıtmadan gerçek zamanın, iç sürenin içinde yer almasıdır. Akıl ve onun yönlendirmiş olduğu bilim, dış dünyaya, maddeye eğilimli olduğundan, maddeden ayrı bir varlığa sahip bulunan ruhu, gerçekliğin özünde bulunan ve niceliklere indirgenemeyecek olanı kavramada, doğal olarak başarısızlığa uğramaktadır. Bunu bize, deney dünyasından ayrılmadan kavratacak olansa sezgidir. "Bir çok filozof, ruhun özünü kavramada kavramsal düşüncenin yetersizliğini hissetmiştir. Yine bir çok filozof, bu nedenden sezginin akıl-üstü yeteneğinden söz etmiştir. Ancak, aklın zamanın içinde iş gördüğüne inandıklarından, aklı aşmanın zamanın dışına çıkmak olduğu sonucuna varmışlardır. Akıllaştırılmış zamanın uzay olduğunu, aklın sürenin kendisi üzerinde değil de hayali üzerinde çalıştığını, zamanın dışlanması­nın, anlayışımızın normal, basit ve alışılmış bir eylemi olduğunu, ruh bilgimizin göreceliğinin buradan kaynaklan­dığını ve bu andan sonra artık, akı 1laştırmadan iç görüşe, görece olandan mutlak olana geçmek için zamandan çıkmak gerekmediğini - oradan zaten çıkmış bulunuyoruz - aksine süre içine yerleşerek gerçekliği, özü olan hareketliliğin­de kavramak gerektiğini görmemişlerdir." (46) Sezgisel düşünmenin, akılsal düşünmeye oranla başarısı kendini bu noktada gösterir. Akıl, gerçekliğe yönelirken, dikkatini yalnızca duyularımıza ve eylemimize yönelik olan yönüne verir. Bu nedenle gerçekliği durdurur, değişmez kılar, do­layısıyla yaşamı tekdüzeleştirir, onun içindeki canlılığı, renkliliği kavrayamaz. Sezgisel düşünme ise aklın tam ak­sine bir yöntemle gerçekliğe yönelmek durumundadır. Onun dikkatini yöneltmiş olduğu, gerçekliğin içindeki sürekli akıştır. Bu akışı çözümleme yolu ile ele alamaz çünkü, her çözümleme yönelinen şeyin parçalara ayrılmasını içerdiğin­den, birbirinden kopukluğu ve durağanlığı zorunlu kılar, aynı şekilde kıyaslama yolu ile de gerçekliğe yönelemez, çünkü kıyaslamanın içinde gerçekliğin içinde değişmez özelliklerin bulunduğu anlayışı yatar. Bu değişmez özel­liklere dayanarak herhangi bir nesne ya da olay bir diğe­rinden ayırdedilip kıyaslanabilir. Sezginin yönelmiş oldu­ğu iç dünyanın ve iç sürenin gerçekliğinde ise, her şey kendi bütünlüğünde, parçalanıp bölünmeden ele alınır önem­li olan durağan noktalan çekip çıkartmak değiIgerçekliğin özünde bulunan hareketi, oluşu, gelişimi bütünlüğünde kavrayabilmektir. Sezgi, yaşamla içiçedir, bu nedenle, ta­mamlanmış, bitmiş, formüllendiriİmiş tanımlarla ifade ediemediği gibi, gerçekliği ortaya koymak için de bu türden tanımlamaları kullanmaz. îç süreye dayanan sezgi yöntemini kullanan felsefe, içinde yer aldığımız gerçekliğin sürekli -bir yaratış olduğunu daima gözönünde bulundurur. " 0 za­man felsefenin, her yeni sorun için, yeni bir çaba ortaya koyacağı gerçektir. Hiçbir sonuç, geometrik olarak bir başka sonuçtan çıkartılamaz. Hiç bir önemli hakikat, daha önceden ortaya konulmuş olan bir başka hakikatin uzantı­sından elde edilemez. Evrensel bilimi özde tek bir ilkeye dayatmaktan vazgeçmek gereklidir. Sözünü etmiş olduğumuz sezgi, herşeyden önce iç süreye dayanmaktadır. Yanyana dizilme olmayan birbirinin izlemeyi, içten çakışmayı, geleceğin sınırını aşan şimdide geçmişin kesintisiz uzan­tısını kavrar. Bu ruhun ruh tarafından dolaysız olarak gö­rünüşüdür. " (47)

Metafiziğin yöntem olarak ele almış olduğu sezginin iç süreye dayanması, sonuçta, metafiziğin dolaysız olarak gerçeklikle bağlantıya girmesine yol açarak onun gerçek­likte sağlam bir temel oluşturarak salt varsayımsal bir çalışma alanı olmaktan kurtulmasına yol açmıştır. Yine aynı şekilde iç sürenin ön plana çıkarılması, metafiziği kendi içine kapalı bir sistem olarak ele almayı da engel­lemiştir. Böylece metafizik, sonuç olarak ortaya koyması gerekenleri bir ilke olarak başa geçirmeyi bırakarak, gerçeklikle ilgili doğru bilgilere ulaşabilecektir. Ger­çeklik üzerine yargılara varmadan önce, bu gerçekliği kendi bütünlüğünde ve içselliğinde yaşamak gereklidir, aksi halde söylenecek herşey geçerliliğini yitirir. Ger­çekliğin içindeki süreyi gözönünde bulundurmadan, onu olu­şumunu bitirmiş, tamamlanmış bir varlık olarak ele almak, ı sonuçta bizi herşeyin önceden belirenmiş olduğu düşüncesi­ne götürür, önceden belirlenme belirli bir doğrultuda oluşacağından tek bir kavramdan yola çıkarak bütün kav­ramları açıklayabileceğimize, tek bir olayı çözümleyerek bütün olayları aydınlatabileceğimize inanırız. Oysa, içsel sürenin içinde yer aldığımızda, burada daima yeni olarak birşeylerin ortaya çıktığını sürekli bpr oluşun, değişimin söz konusu olduğun kavrayabiliriz. Yaşamda yeni olarak ortaya çıkanı bir kez yakalayabiIdikten sonra, artık ona, içinde hep aynı şeyleri barındıran bir gerçeklik olarak bakmamız olanaksızdır. İç sürenin yaşanılmasının bize ver­miş olduğu bu bakış açısı, bizim onu, gerçekte nasılsa öyle görmemize fırsat verir. Böylece aklın işleyişinin dışına çıkarak yaşamın dışına çıkmış olmayıp, tersine onun tam özüne inip, onu kendi somut bütünlüğünde yaşayabili­riz.

C- SEZGİNİN YAŞAMLA İÇİÇELİĞİ:

Bergson'a göre, sezgi kendini yaşamın içinde ortaya koyar. Burada yaşamdan kastedilen, içinde yer aldığımız ortamın dış görünümleri, maddi özellikleri, eylemimizi ve doğal düşünme anlayışımızı oluşturan yönlere bağlı olarak durağanlık, değişmezlik değil, herhangi bir çıkara araç edilmeden kendi bütünlüğü içinde ele alınan, içinde sürek­li bir yaratmayı barındıran akış, değişme, oluşumdur, bu anlamda, Bergson'un metafiziğin yöntemi olarak ortaya koymuş olduğu sezgi, genel olarak ele alınmış olduğu gibi, gerçeklik dünyasının dışına çıkarak, salt düşünme ile varılabilen, deney dünyasından tümüyle arınmakla ulaşılabi­len bir nitelikte değildir.

"Gerçeğin "sezgi" adı altında dolaysız olarak kav­ranılması, iki değişik türde ele alınabilir. Ya bu sezgi de, gerçeğe yönelik bir görüş türü olarak, çıkar gütmeyen "salt düşünme" (püre contemplation) görülür; ya da bu sezgi, iç yaşamın ya da yaşanmışın görünümü altında ele alınır. Sezginin ikinci biçimi, kendini daha çok, hakikati bir yol ve bir yaşam olarak ele alan dinsel anlayışta gösterir. Bergson için, sezginin bu ikinci anlamı, yani yaşayan sezgi tek uygunluktur. Hakikat, gerçeği dıştan kavrayacak bir bakışla değil, ancak kendi iç yaşamımız olarak adlandırdığımız içkinlikte ortaya çıkar. Sezginin ilk anlamını içeren salt düşünme, gerçeğin zamansız özünü ele alan düşünce ile ortak olup onu aynı zamanda "sub speci aeternitatis"e dönüştürür. Hatta, salt düşünmede, somut psişik veriler dışlanarak düşünen kişi saflaşır. Dünyanın hareketsiz aynası olur. Bu felsefi eğilim so­nuçta, oluşumun gerçekliğini, zamanı ve zamansal olanı yadsımaya kadar gider. Yaşayan sezgiye gelindiğinde ise, gerçekliğin kendisi, aksine, yaşam olarak kavranılır. Ger­çeğin kendi özünde, canlılığın ve oluşun ortaya çıktığı görülür. Bergson'cu sezgi bu noktada yoğunlaşmıştır. Bergson, hareketsizin, değişmeyenin, zamansızın ve sabit­liğin gerçeğin hakiki özünü oluşturarak büyük bir değer gördüğü yaygın felsefi ön yargının karşısında yer alır. Bu anlayışın aksine, gerçeğin özünün yaşamın kendisi, oluşum, yaşama atılımı, içten bir eylem çeşidi olduğunu ortaya koyar. Bütün bunlar da akısallaşmamış zamanın hakiki doğası ile uyum içindedir.(48)

Bu açıdan ele alındığında, Bergson'un sezgisi ger­çeklikle içiçedir. Soyut, boş bir yöntem olarak, bu yön­temle elde edilen geçersiz bilgilerin aksine, bizi somut olarak yaşamın içine yerleştirerek, bu yaşamla örtüşen doğru bilgilere vardırır. Gerçek, somut ve güvenilir ola­rak ele almamız gereken yalnızca elle tutup, gözle göre­bildiklerimiz, duyu algılarımızla kavrayıp akılla temellendirdiklerimizden ibaret değildir. Bunların dışında, maddeden farklı olarak duyu algılarımızla yoklayamadığımız ama somutluğunu ve gerçekliğini içimizde yaşayıp duyumsa­dığımız bir başka deney dünyası daha söz konusudur. Bu dünyaya ulaşabilmek yaşamı gerektiği gibi kavramak için zorunludur. Ruhun gerçekliğine ulaşmadan yaşamı, içinde, özünde barındırdığı sürekli akışı ve yaratışı kavrayanla­yız. Böylece, elde ettiğimiz bilgiler karmaşıklıktan arınarak bize yol gösterici bir nitelik kazanamadıkları gibi, biz de önceden elimizde bulunanları işlemlenin üre­ticiliğinden, yeni olarak ortaya koyabileceğimiz şeyle­rin yaratıcılığına geçemeyiz. "Felsefi Sezgi" adlı kon­feransında Bergson, dışarıdan ele alınan bütün felsefe sistemlerinin büyük bir karmaşa içinde olduklarını açıkça  ortaya koymuştur. Ancak, bunlar derinde, kavramların dönü­şümü ile son derece basit bir şeyi içlerinde barındırır­lar. Bu öylesine basittir ki, filozof dile getirmeyi ba­şaramamıştır.Bu onun somut ve özgün sezgisi, herşeyi yön­lendiren ilk izlenimidir. Bir felsefe ancak, onu yeniden yakalamak ve dolaysız olarak yaşamak için sistemi ge­çerek bu ilk sezgiye varmakla anlaşılabilir"(49) Yaşamı kendi gerçek bütünlüğünde kavrayabilmek için de, tıpkı bir filozofun düşüncesini anlayabilmek için gösterdiğimiz çabayı göstererek değil de, bir anda, dolaysız olarak kavrayacağımız sezgisine yönelmemiz gereklidir. Aynı şe­kilde, kendi kendimize yöneldiğimizde de sezgi yöntemini kullanırsak bütünüyle kendimizi kavrayabiliriz. "Kendimizi ancak, kendimizi çözümleme kaygısını gütmeden, kendimize dolaysız olarak verdiğimiz ölçüde keşfeder ve elde edebi­liriz." (50) İnsan, kendisini bilimsel olarak kavrayıp çözümlemelerle kendi bilincine varmayı amaçladığında kendi kendisinin asıl özünü elde edebilmek yerine, düşüncesinde oluşturmuş olduğu kavramların bir toplamını elde etmiş olur. Bu toplam kişinin maddî özelliklerini kapsayacağın­dan, maddî olmayan özüne ve bu yolla ulaşamaz. "Böylece sezgi, kendi zengin eyleminde açıldığı ölçüde bilinçten ayrılarak silinip gitmenin ötesinde, aksine yapmış olduğu­nun ortadan kaldırılamaz özgünlüğünü şimdinin karşısında tutmaya yetkin olan bir geçmişin sürüp gittiği belleğin bütünlüğüne yönelir." (51) Bergson'un ele almış olduğu anlamda sezgi böylece, yalnızca yaşadığımız anla ilgili olmayıp dünya-

(49,50,51) A. Beguin, P. Thövenaz H. Bergson, Essais et Tömoignages Recueillis, S. 187,182

ya geldiği andan itibaren, hatta doğum öncesini de içine olarak, yaşamın ilk oluşumundan başlayıp bize yönelen iz­lenimlerle bizim ortaya koymuş olduklarımızın parçalanamaz bütünü olarak, kısaca yaşamın hiçbir anını dışlamadan ya­şamla içiçedir. insan ancak,’ bu türden bir yakınlaşma so­nucunda, yaşamın gerçekliğini kavrayıp, bu gerçeklikte sağlam temeller kurarak doğru bilgilere ulaşabilir. Kendi­sini, bütünüyle yaşamın içine yönelerek kavradığından, or­taya koyacağı sonuçlar da gerçeklikle direkt olarak bağ­lantı içinde olacaktır. Kendini gerçeklikte ortaya koyan, gerçeklikte bulunan bir dayanağın üzerinde yükselen hiçbir bilgi temelsiz değildir. Böylece yöntemini sezginin oluş­turduğu bir metafizik artık, salt varsayımsal, gerçeklik­ten kopuk, soyut bir uğraşı alanı olarak nitelendirilemez. Aksine, gerçeklikle böylesine içten ve derin kurmuş olduğu yakınlık sonucunda, ona farklı bir şekilde yönelen diğer çalışma alanları için sağlam bir yol gösterici durumuna dönüşür.

4- SONUÇ:

Bergson'un metafizik anlayışını genel bir bakışla kavrayabilmek amacı ile, onun metafiziğinin temelini oluş­turan anlayışın çeşitli dönemlerde, çeşitli düşünürlerde ne şekilde ortaya çıktığını kısaca belirtmek gerekirse, genelde Bergson'un temel kavram olarak ele aldığı sezginin Antik Çağ ve Hin felsefesinden başlayarak günümüze kadar geçerliliğini sürdürmüş olduğunu görürüz. "Felsefede hiç­bir özgün yaratma, düşünce tarihinden tümüyle ayrı ve karşılaştırmasız değildir. Her zaman için evrensel olarak insansal olan birşeyleri içinde barındırır, dolayısıyla sürekli 1 iğini koruyan spritüel bir geleneğe bağlıdır. Bu özgün yaratma, temeli insan zihninin doğasında bulunan belirli bir eğilimin yeni bir nüansı, yeni bir görünümü­dür. Her hakiki filozof görünmez ve yıllardan beri sürege­len ortaklığın bir üyesidir. Ancak, bu ortaklığın içinde yer alma çıraklık ya da taklit türü ile değil içsel yakın­lıkla oluşur. Bir filozofu anlamanın en emin yolu onun bu ortaklıktaki yerini belirlemektir. Bu açıdan bakıldığında Bergson'un felsefesinin çok eski ve sürekli olarak yenile­nen "akılcılığı aşma" anlayışına bağlı olduğunu görürüz. Bu anlayışın en derin kanısı olarak, varlığın hakiki ve iç özü bize çok başka bir tarzda dolaysız olarak açılmasına rağmen, anlayışımız, düşüncemiz, şeylerin aldatıcı görünü­müne sımsıkı bağlı olarak kalır, - eğer kelimenin anlamını saptırmak ve daraltmak gerekirse- bütün "mistik" olanlar açıkça bu düşünce akımının içinde yer alırlar. Hemen hemen Hin felsefesi ve Herakleitos'la başlayarak, Platon'un "daha gerçek" dünyasında kendini gösterip, bu eğilim, Plotinos'un bütün felsefesine, Ortaçağın Yeni Platonucu ve mistik felsefesine, bu kanalla da 18. ve 19. yüzyılın ro­mantik idealizmine hakim olmuştur. Aynı şekilde "primat de la raison pratique"in Kantçı öğretisinde kendini gösteren Hume'un ampirizminin en derin anlamını betimler. Goethe' nin estetik ampirizminin özünü oluşturarak, sonuçta yeni "Lebensphi1osophie"nin çeşitli biçimlerinde kendini açığa vurur." (51)

(51) 'a. -Beguin, P. Thövönaz H. Bergson-Essois et T&moignages Recuei11 is S. 118,183

Bergson'un felsefesini kavramada, onun hangi düşün­celerin etkisinde kalarak hangi düşüncelere genelde karşı olduğunu belirlemek, öncelikle gereken bir araştırmadır. Çünkü, Bergson'un sözleri ile belirtmek gerekirse, zihni­miz yeni olan bir şeyi, onu ancak eskiye yönelterek, eski­nin görünümleri ile bağdaştırarak kendine açık edebilir. Zihnimizin doğal yapısı gereğince, herhangi bir olayı, nesneyi, düşünceyi, kavramanın İlk adımı, onun daha önceden olmuş olanla bağlantılarını kurduğumuzda, onu, alışkın olduğumuz kalıplara yerleştirebi1diğimizde olanaklıdır. Ancak, bu ilk adımın arkasından, andaki yeni olanı kavrama çabası gelmediği sürece, onun üzerine edinebileceğimiz bilgiler bir karmaşa içinde kalmaya zorumludurlar. Herhan­gi bir şeyi, ancak onun kendi bütünlüğüne, içselliğine yö­neldiğimizde tam olarak aydınlatmış olabiliriz. "Başından beri kendimizi bıraktığımız karşılaştırma çalışmasının kayıp bir zamana ait olduğunu söylemiyorum: Bir felsefeyi kendisi olmayanla oluşturmak ve çevresindeki ile bağlantı­ya almak için gereken bu ön çaba olmasaydı, belki de fel­sefenin gerçekten ne olduğunu hiçbir zaman anlayamayacak­tık çünkü insan zihni böyle kurulmuştur. Yeni olanı kavra­maya başlaması, onu, ancak eski olana yöneltmesi ile ger­çekleşir. Bununla beraber, flozofun düşüncesinin çevresin­de dolaşmak yerine, içine yerleşmeyi aradığımız ölçüde, öğretisinin biçim kazandığını görürüz. (52) Bu açıdan ele alındığında, Bergson'un, kendinden önce varolan hangi dü­şünce akımının etkisiyle felsefesini oluşturduğunu bilmek bir zorunluluksa, aynı şekilde onda, bu düşüncelerden ayrı, benzersiz olanı ortaya çıkarabilmek de felsefesini gerektiği gibi kavrayabilmek için zorunludur. Bu anlayış Bergson'un genelde gerçekliğe yönelirken kullanmış olduğu ve kendi dışındaki insanlara da salık verdiği bir bakış açısıdır. Bergson'a göre, bu zorunluluk yalnızca bir düşü­nürün düşüncelerini anlamada değil, aynı zamanda yaşamın içindeki gerçekliği kavramada da geçerlidir. Nasıl, bir düşünürü, için de yer aldığı düşünsel ortamda varolmuş bulunan diğer düşünürle kıyaslamak onu gerçekten anlamamız için yetmiyorsa, yaşamın gerçekliğini de. daha önceden ortaya konulmuş belirlemeler içinde kavramaya çalışmak yetersiz olacaktır. Bergson'un yetersizliğini vurğuluyarak değiştirmeyi amaçladığı biz.i gerçeklikten saptıracak bu düşünme alışkanlığımızdır. Bu alışkanlık gerekli olduğu kadar, tek başına bütün gerçekliği kapsamaya yöneldiğinde yanıltıcı olacaktır. Bergson’u sezgi yöntemini kullanmaya iten nedenlerden biri, alışmış olduğumuz, sınırları kesin olarak belirlenmiş bu düşünme biçiminin gerçekliği tam anlamı ile kavramadaki başarısızlığıdır. Çünkü, gerçeklik içinde daima yeni olanı barındırır. Oluşumun, değişimin, gelişimin olduğu yerde ise,4 eskinin belirlemeleri geçer­sizliğini yitirmek zorundadırlar. Bununla beraber, Bergson sezgiyi yöntem olarak ele alıp onun gerçeği kavramadaki başarısını vurgularken aklın geçersizliğini belirtmek istememiştir. Aksine, aklın, sezginin ortaya çıkması için gerekli olduğunu, sezginin kendini ancak akılda ortaya koyabileceğini, kendini gerçeklikte göstermekiçi; akla da­yanmak zorunda olduğunu ileri sürmüştür. Yine aynı şekilde ruhun, gerçekliğin özünü oluşturduğunu belirtirken, madde­nin gerçekliğini yok saymamış, aksine, maddi gerçekliğin bizim için ruhu kavramada ve ruh için, kendini gerçekleş­tirmede zorunlu olduğunu belirtmiştir. Bergson'un karşı çıkmış olduğu ve tümden değiştirmek istediği anlayış, tek gerçekliğin maddî gerçeklik olarak ele alınması ve buna bağlı olarak gerçeğe yönelmenin tek yönteminin akıl olarak saptandığı anlayıştır. Bu anlayış Bergson'a göre, gerçek­liğe bakışımızı tek yanlı bir şekle dönüştürecektir. Ger­çeği salt akılla temel lendirmekle, onun ancak., dış görü­nümlerini, maddî niteliklerini, kullanımımıza araç edilen yönlerini elde edebiliriz. Herhangi bir şey bir başka şeye araç edildiği ölçüde onun kullanıma yönelik özellikleri çekip çıkarılmış olur. Dolayısıyla onu kendisi yapan iç özellikler yok sayılır, onun kendi kendisine değil, bizim kullanımımıza yönelik özelliklerine veririz dikkatimizi, böylece onun gerçekliğini kavrayamayız. Dolayısıyla salt akıl yolu ile gerçekliğe yönelirken gerçeklikten uzaklaş­maya kadar gidebiliriz. Sezgi ise bizi dolaysız olarak gerçeğin içine alır. "Hangi yapıda olursa olsun, temelde ve ilkede önermelerden yola çıkan akıl yüretmeye yardımcı ve yalnızca şeylerin değil onların bağlantıları ile de ilgili olan açık bir hakikatin bilgisi. Leibniz "cognitio intuitiva"yı, içinde aynı anda düşündüğümüz kavramlarının bağlantıları ile düşünülen nesneyi kuran bilgiyi belirtmek için kullanmıştır." (53) Bir düşünme biçimi olarak sezgi, bize gerçekliği kendi iç bütünlüğünde verdiği gibi, bir yöntem olarak ele alındığında da yaşamın içindeki yaratı­cılığı bize kavratarak iç eylemimizde - yani herhangi bir çıkar gütmeyen eylemimizde- bizi yönlendirir. "Sezgi bil­gisi eğer denilebilirse sezgi yöntemine içkindir Bergson* da. bu sezgi sayesinde toplumsallaşmış ve şeylerin arasın­da eylemde bulunan ben, kendini yitirdiği nesnelerden dö­nerek kendi yaratışı ile çakışarak, kendini saf olarak bu­lur . Tıpkı, Deseartes *ın şüphesi gibi, sezgi, ruhu daha derinlemesine aydınlatmak için ruhu gölgelendiren herşeyi hayırlar. Bu sezgide ayrıca, daha yüksek bir benimsemeyi ve içten dönüşümü gerektiren bir hayırlama gücü vardır. Sezgi, kendine bulunan hayırlamanın, saflaştırıcı değeri­nin varlığı ile belirginleşir. Yöntemsel açıdan bakıldı­ğında bir varlık, hayırlamaları ile belirlenir. Sezginin hayırlamaları bir çok olmasına rağmen bunlar temelde üç bölümde toplanırlar: sezgi, dilin aldatmacasına, düşünce­nin toplumsallaşmasına ve pratik eylemin bozulmasına hayır diyendir, bu üç hayırlama, en temel olanda erir. Bu da sezginin, kendi özgün saçılmasında, ortak düşüncenin doğal çalışma eğilimini hayırlamasıdır. Ortak düşünce, kavram­larla düşünür, çünkü alışkın olduğuna yakındır, onun için açık olan alışılmış olandır. Sezgi, bütünü ile yapılmış nesnenin toplumsal görüşünden onu yapan eyleme ruhla ka­tılmanın yöntemidir, kendini yapana katılmak için, tümüyle yapılmış olana hayır diyendir.(54)

(53)       A. Lalande, Vocabulaire de la Philosophie, S. 37,53, 38

(54)       A. Böguin, P. ThĞvenoz, H. Bergson-Essais Temoignages Recueillis, Möthode Parification

Bergson, akla ve onun yönlendirdiği bilime değil, dış dünyayı kendine konu yapan bilimin iç dünyaya da egemen olmasına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış sonucunda bilim ve felsefeyi nesne ve yöntem açısından birbirlerin­den kesin olarak ayırarak, bizim hem iç dünyayı hem de dış dünyayı bilmemize olanak tanımıştır. Böylece felsefe, dış dünyadaki pratik eylemlerden ve kullanımsal düşünceden ayrılarak belli bir grubun, belli bir anlayışın savunma aracı olmanın dışında, kendi özgürlüğünü elde ederek, bilimin ulaşamadığı noktalarda onu yönlendirici olurken, kendi araştırmasında bilime bağımlı olmadan ama onun veri­lerinden yola çıkarak, yani gerçeklikten hareket ederek kendi bağımsız çalışmasında geçerliliğini sürdürme olanağanı elde edebilmiştir.

 

BİBLİYOGRAFYA:

BEGUİN, Albert, THEVENAZ, Pierre. Henri Bergson-Essais et TĞmoıgnages Recueillis- Edition de la Baconnie- re- Neuchatel 1943

BERGSON, Henri L'övolution CrĞatrice- Sixi6me Edition, Lib- rairies F61ix Alcan et Fuillaumin RĞunies, Paris 1910

BERGSON, Henri La Pensöe et Le Mou- vant-Cinqui6me Edition, Librairie FĞlix Alcan Paris 1934

BREHİER, Emile L'Histoire de la Philo- sophie, Tome 2, La Philosophie Moderne Librairie F61ix alcan, Paris 1929

LALANDE, Andrö Vocabulaire Technique et Critique de la Phi- 1osophie-Librairie F61ix Alcan, Paris 1928

LE ROY, Bdouard Üne Philosophie Nouvel- le Henri Bergson-Sixi- 6me Edition, Librairie F61ix Alcan, Paris 1921

Clefs des Connaissances Volüme 2, Grolier, Paris 1968

BERGSON, Henri Düşünce ve Devingen- Çevr. Miraç Katırcıoğlu Maarif Basımevi, s İstanbul, 1959

BERGSON, Henri Yaratıcı Tekâmül-Çev.

M. Şekip Tunç, 2. basılış, D. K. Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1986

NOT: Tezi hazırlarken çevirilerden değil, Fransızca asıllarından yararlandım.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar