HALİNA POSWİATOWSKA’NIN ŞİİRLERİNDE AŞK VE ÖLÜM
Hazırlaya: Seda Köycü
Ülkemizde çok fazla tanınmayan Polonya edebiyatının, daha çok şiir
alanında etkinlik göstermiş ve kendi ülkesi Polonya’da özellikle son yıllarda
popüler olmaya başlamış bir sanatçısını konu edindiğimiz bu çalışmamızda,
amacımız, şiirlerindeki aşk ve ölüm kavramları ile ele alacağımız Halina
Poswiatowska’nın sanatını, söz konusu kavramlar çerçevesinde irdelemek ve
Polonya şiirini yine aşk ve ölüm kavramları çerçevesinde bir nebze olsun tanıtabilmek
olacaktır.
Çalışmamızın üst konu başlığı olarak aşk ve ölüm kavramlarının
seçilmesinde, bu kavramların evrensel olmaları, çalışmamızı Polonya
edebiyatının şiir alanına yönlendirmede, Polonya şiirinin ülkemizde pek fazla
tanınmaması, çalışmamızın alt konu başlığı olarak Halina Poswiatowska’nın
seçilmesinde de, şairin trajik bir yaşam sürmüş olması ve yaşamındaki trajediyi
şiirine yansıtması önemli etken olmuştur.
Halina Poswiatowska’nın trajik bir yaşam öyküsüne sahip olması ve
yaşamındaki bu trajedinin şiirlerinde tümüyle gözlenmesi, bu çalışmayı bizim
gözümüzde daha da farklı kılmıştır. Bunun nedeni, trajedilerin ya da trajik
yaşamların insanın ilgisini daha fazla çekmesidir belki de, kim bilir.
M.S. 10.yüzyılın sonunda bir devlet olarak kurulmuş olan Polonya, Avrupa
coğrafyasındaki jeopolitik konumu nedeniyle, tarihi boyunca pek çok saldırıya
ve işgale maruz kalmıştır. Ancak, Polonya ulusu en uzun işgal döneminde (123
yıl) ve en zor işgal koşullarında (II. Dünya Savaşı) bile kimliğini koruyabilmiş
bir ulus olarak günümüze dek varlığını sürdürmüştür.
Polonya devletinin siyasal tarihi göz önünde tutulduğunda, Polonya
edebiyatının büyük ölçüde bu söz konusu siyasal koşullar altında gelişim
göstermiş olmasının doğallığı da yadsınamaz, kuşkusuz. Tarihinin büyük
bölümünde bağımsızlık savaşı vermek zorunda kalmış olan Polonya’nın edebiyatı
da pek çok dönemde bağımsızlık yolunda etkinlik göstermiştir. Bu doğrultuda da,
Polonya edebiyatının pek çok döneminde aşk liriği büyük ölçüde ihmal
edilmiştir.
Ancak, bu koşullara rağmen Polonya edebiyatı, tarihinde büyük aşk
şairleri yetiştirebilmiş olma niteliğine sahiptir. İşte, böylesi bir edebiyatın
çağdaş döneminin şairi olan Halina Poświatowska da ülkesinde aşk şairi olarak
tanınmaktadır.
Poświatowska Polonya şiirinde sıra dışı bir yere sahiptir.
Poświatowska’mn sanatını sıra dışı yapan unsur, onun trajik yaşam öyküsü
olmuştur. Şair küçük yaşından itibaren, kısa yaşamının sonuna dek ağır bir kalp
hastası olarak, sürekli bir ölüm tehdidi altında yaşamıştır. Bu ölüm tehdidi,
Poswiatowska’nın, sanatının temeline kaçınılmaz bir biçimde ölüm kavramını
yerleştirmesine neden olmuştur.
II
Bu sürekli ölüm tehdidi altında kendisine yaşama gücü veren duygu ise aşk
olmuştur. Poświatowska, aşkı şiirlerinde kendi yaşamının temel gerçeği olan
ölümle son derece dokunaklı ve naif bir biçimde harmanlayabilmiştir. Aşk ve
ölüm Poświatowska’mn şiirinde iç içe geçmiş, birbirine sarmalanmıştır.
Halina Poświatowska’mn şiirlerindeki aşk ve ölüm kavramından yola
çıkarak, çalışmamızın giriş bölümünde “Avrupa Kültüründe Mitler ve Eros -
Thanatos” alt başlığıyla Polonya kültürünün de dahil olduğu Avrupa kültüründeki
aşk ve ölüm kavramları, bu kültürün temelini oluşturan Yunan ve Roma mitleri
çerçevesinde genel hatları ile irdelenmeye çalışılacaktır. Yine bu bölümde,
antikçağın ünlü şairlerinin yapıtlarındaki aşk ve ölüm kavramlarının genel
hatlarıyla ortaya konulması amaçlanmaktadır.
“Polonya KültüründeEros ve Thanatos” başlıklı I.bölümde “Genel Hatları
ile Polonya Şiirinde Eros ve Thanatos” alt başlığıyla, ortaçağdan başlayarak,
Poświatowska’nin etkinlik gösterdiği çağdaş döneme dek Polonya şiirindeki aşk
ve ölüm kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Bu bölümde yer alan şiirlerin
hemen hemen tümünün dilimize ilk kez çevrilmiş olması da, bize heyecan ve
mutluluk veren bir başka unsur olmuştur.
Çalışmamızın II. bölümünde, Halina Poświatowska’mn, sanatı için bir
anahtar niteliğinde olan yaşam öyküsünün kapılarını aralayacak ve sanatçı
kişiliğini irdelemeye çalışacağız.
Çalışmamızın III. bölümünü, Poświatowska’mn şiirlerinde yer alan aşk ve
ölüm kavramlarının, şairin, bu kavramları en açık ve en çarpıcı biçimde
yansıttığına inandığımız yirmi şiiri çerçevesinde irdelenmesi oluşturacaktır.
Çok az sayıda şiirine başlık vermiş olan Poświatowska’nın bu bölümde yer
alan şiirlerinin pekçoğu başlıksız olup ilk kez Türkçe’ye çevrilmektedirler. Bu
şiirler, anlamda açıklık kaygısıyla, biçimsel olarak değil, daha çok içeriksel
olarak titizlikle dilimize aktarılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle, çevirilerin
uyak düzeni orijinallerinin uyak düzeni ile tam bir uyum halinde değildir.
Ancak, yine de uyak düzenine mümkün olduğunca özen gösterilmeye
çalışılmıştır.
Çalışmamızın sonuç bölümünde, elde ettiğimiz verilerle, Poswiatowska’nın
şiirinde gözlenen aşk ve ölüm kavramlarını ortaya koymaya ve bu kavramların
Polonya şiirinde var olan aşk ve ölüm kavramları içerisindeki yerini
belirlemeye çalışacağız.
Çalışmamız sırasında başvurduğumuz olgusal kaynaklar, Poswiatowska’nın
yayımlanmış dört şiir kitabında bulunan şiirlerinin, ayrıca yerel dergilerde
yayımlanmış, ya da hiçbir yerde yayımlanmamış, el yazısı halinde bulunan
şiirlerinin bir derlemesi niteliğinde olan “Wiersze Wybrane” (Seçilmiş Şiirler)
başlıklı yayım ve Poswiatowska’nın, otobiyografik olması nedeniyle sanatı için
anahtar niteliğinde olan “Opowiesc dla przyjaciela” (Dostuma uzun bir öykü)
başlıklı öykü kitabıdır.
Avrupa
Kültüründe Mitler ve Eros (Aşk) - Thanatos (Ölüm)
Bunun yanı sıra, mitler ilkel halkların kültürlerinin birleştiği noktayı
oluşturmaları açısından toplumsal bir bağ kurmuşlar, gelenek ve töreleri
belirlemişlerdir.
Mitler, varoluşsal ve toplumsal işlevlerinin yanı sıra, dini ritüeller ve
tanrılar ile olan ilişkileri açısından da, dinsel bir işleve sahip olmuşlardır.
İlk insan için varoluşsal, toplumsal ve dinsel işlevlere sahip olan bu
mitler, zaman içerisinde evrensel bir boyut kazanmışlar, eski toplumların
kendine özgülüğüne ve özdeşliğine ilişkin bilgi vererek, ilk çağlardan bu yana,
toplumların kültürlerine etki eden, onları zenginleştiren unsurlar olmuşlardır.
“(...) mitler yüzyıllardan beri, bütün dünya milletlerinin
edebiyatlarına, san’at eserlerine, ilham kaynağı olmuş ve olmaktadır. ” [2]
Günümüz Avrupa kültürünün temelini oluşturan da, Yunan ve Roma
mitleridir. Avrupa kültürü, Yunan ve daha sonra da Yunan mitlerini bazı
değişiklikler yaparak aynen alan Roma mitlerinden büyük ölçüde etkilenmiş, bu
mitler her çağ ve dönemde Avrupa kültüründeki etkileriyle gün ışığına
çıkmışlardır.
Yunan mitolojisinin insanlık kadar eski olan tanrıları Eros (Aşk) ve
Thanatos (Ölüm) da, Avrupa kültürünün herkesçe bilinen öğelerindendirler.
Ancak, bu iki tanrı arasında yapılan bir karşılaştırma, Eros’un Thanatos’tan
çok daha popüler olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun nedenlerinden biri belki
de, Eros’un, antikçağ boyunca süregelen serüveninde birkaç anlamı ile karşımıza
çıkması ve bu anlamlarıyla Avrupa kültüründe antikçağdan sonraki tüm dönemlerde
ve akımlarda varlığını korumuş olmasıdır. Buna karşın, Thanatos, her zaman tek
bir kavram olmuş ve Eros gibi her dönem ve akımda yer almamış, özellikle barok
ve romantizmde, edebiyattan çok resim ve heykel sanatında popüler olmuştur.
Yunan mitolojisinde ölüm tanrısı olarak yer alan Thanatos, Kaos’un
çocukları Erebos (Karanlık) ve Nyks (Gece)’in birleşmeleri sonucunda doğmuş
olan ikizlerden biridir. Diğer ikiz Hipnos (Uyku) dur. Hipnos ve Thanatos yer
altında, Tartaros’un derinliklerinde otururlar.[3]
Thanatos sanat eserlerinde genellikle, kara kanatlarıyla uçarak bir eve
giren ve ölmüş insanı yer altı tanrılarına adayarak, ölünün saçlarındaki zülfü
altın bıçakla kesen bir figür olarak betimlenir. Thanatos’un sanat eserlerinde
ortaya çıkan bir başka betimi ise, elinde meşale taşıyan genç bir adamdır.
Ancak, meşalesi aşağı çevrilmiş, ateşi olmayan bir meşaledir. Bu meşale ölümün
sembolüdür. [4]
Eros ise, Avrupa kültür tarihi boyunca her sanatçı için farklı bir
anlamla var olmuştur. Bu farklılık, yukarıda sözü edildiği üzere, Eros’un
antikçağ kültüründe kazandığı birbirinden farklı anlamlar temelinde ortaya
çıkmaktadır. Bu bağlamda, Eros’un antikçağ kültüründeki serüveninde taşıdığı
anlamlara bir göz atmak yerinde olacaktır.
Eros’un en geniş ve en eski anlamı, Kaos’un içinden çıkmış olan ve evreni
düzenleyen ilk büyük kozmik güç olmasıdır.
Yunan mitolojisine göre, evren kurulmadan önce, Kaos adı verilen bir
Boşluk vardır. Zifiri karanlık ve uçsuz bucaksız olan bu Boşluktan, Gaia adı
verilen Toprak belirir kendiliğinden. Boşluğun karanlık belirsizliğine karşın,
Toprak sağlam, belirgin ve açıktır. Boşluk ve Topraktan sonra, Eros adındaki
varlık belirir ve evrende bir fışkırmayı temsil eder. İşte bu ilk Eros,
Topraktan sonra beliren ve evreni düzenleyen ilk kozmik güçtür ve daha
sonraları, Eros farklı anlamlar kazandıkça,
“Yaşlı Eros” olarak adlandırılmış, bu doğrultuda da, resimlerde beyaz
saçlı olarak betimlenmiştir.[5]
Yunan mitolojisindeki ilk Eros’tan sonra ortaya çıkan Eros, en popüler
anlamı ile “aşk tanrısı” olarak, cinsler arası aşk duygularını, duygusal
ilişkileri düzenleyen Eros’tur.
Yunan mitolojisindeki bu Eros, antikçağ sanat eserlerinde ve şiirinde iki
farklı betimi ile ortaya çıkmaktadır. Eros, erken antik dönemde elinde bir
meşale taşıyan genç bir adamdır. Çiftlere aşk ateşi veren bu meşale, yakıcı aşk
ateşini, aşkı sembolize eder. [6]
Yukarıda sözü edilen meşaleli Thanatos anımsandığında, Eros ve
Thanatos’un birbirlerine benzediği sonucu ortaya çıkmaktadır. Meşalenin düz
olması aşkın varlığını, ters olması ölümün varlığını simgeler.
Eros geç antik dönem sanat eserlerinde ise, şakalar yapan, kaprisli, ok
ve yayı olan, muhteşem derecede güzel ve kanatlı küçük bir oğlan çocuğu olarak
betimlenir. İnsanları etkisi altına alır, ancak bunu oyun oynarmış gibi yapar.
Savaş tanrısı Ares ile güzellik tanrıçası Afrodit’in oğludur. Kendisine, Afrodit’in
de en sevdiği çiçek olan güllerden bir taç yapar. Silahları ok ve yaydır.
Kurbanlarını okuyla yaralayarak, onlara aşk sunar. Hemen hemen tüm tanrılarla,
daha çok da insanlarla uğraşır. [7]
Eros bir diğer geleneksel anlamını, antik dönem şairi Homeros’da bulur.
Homeros’daki Eros, “aşk tanrısı” olan Eros gibi bir kişileştirme değildir. Bu
Eros, tüm erdem ve yasalardan daha güçlü, ateşli bir seksüel tutkuyu, var
olmayan bir şeye sahip olma konusundaki sabit arzuyu sembolize eder. Homeros’un
destanlarındaki insanlar, Eros olarak adlandırılan bir gücün etkisi altına
girerler.[8]
Eros, antik dönemin bir başka şairi Hesiodos’da farklı bir anlama
bürünmüş şekli ile karşımıza çıkar. Hesiodos’daki Eros, Homeros’un Eros’undan
çok daha güçlüdür. Hesiodos evrenin oluşumunu ve tanrıların doğuşunu anlattığı
“Theogonia” adlı yapıtında, Eros’u bir yandan Kaos ve Ana Toprak ile birlikte
en eski tanrılar topluluğuna dahil edip ‘en güzel tanrı’ olarak betimlerken,
öte yandan tanrıların ve insanların akıl ve iradelerine hükmeden ve onların aşk
duygularını düzenleyen bir güç olarak vurgular. Bu noktada, Hesiodos’un bu
yapıtından bir bölümü anmak yerinde olacaktır.
Khaos’tu hepsinden önce var olan,
Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana Toprak...
Ve sonra Eros, en güzeli ölümsüz tanrıların,
O Eros ki elini, ayağını çözer tanrıların,
Ve insanların da, tanrıların da ellerinden alır
Yüreklerini, akıl ve istem güçlerini. [9]
Görüldüğü üzere, Hesiodos, Eros’un Toprak Ana’dan sonra beliren güç
olduğunu belirtmekle birlikte, bu gücün tanrıların ve insanların aşk duyguları
üzerinde hüküm sürdüğünü vurgulamaktadır. Bu açıdan, Hesiodos’un Eros’unun,
Toprak Ana’dan sonra beliren ve evrende bir fışkırmayı temsil eden “Yaşlı Eros”
tan ayrıldığı gözlemlenir.
Eros’un tarihi süreçteki son şekli, Yunan mitolojisindeki “aşk tanrısı”
Eros’un, Roma mitolojisindeki yansıması olan Amor’dur. Roma mitolojisinde Venüs
(Yunan mitolojisindeki Afrodit) ve Mars’ın (Yunan mitolojisindeki Ares) oğlu
olan Amor, Avrupa kültüründeki en popüler anlamı ile, yani cinsler arası aşk
duygularını, duygusal ilişkileri düzenleyen “aşk tanrısı” olarak ortaya
çıkmaktadır.
Amor’un, geç dönem Roma mitolojisindeki adı Kupido’dur. Bu ismiyle, daha
çok barok ve aydınlanma dönemlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Eros’un antikçağ kültüründe kazandığı anlamlara bir göz attıktan sonra,
bu konuda Azra Erhat’ın bir belirlemesine yer vermek uygun olacaktır.
“Ne var ki, hiçbir tanrı Eros gibi zaman ve mekana göre değişik
biçimlerde yansıtılmamıştır, hiçbir tanrı Eros kadar şairlere konu olmamıştır.
Böylece, Eros tanrı evrensel bir ilkeden, insanları oklarıyla kovalayan ve
yaralayan kanatlı, alaycı ve yaramaz, giderek tehlikeli bir çocuk biçimine
girmiş, bu biçimde de günümüze kadar gelmiştir. İskenderiye sanatıyla başlayan
bu Eros simgesi, Roma’da Amor - Amores diye epey tutunmuş, şiirde olduğu kadar
resimde de iz bırakmış ve Rönesans’ta ikinci ve çok canlı bir gelişme
görmüştür.” [10]
Antikçağ kültüründe, yüzyılların akışıyla böylesi farklı anlamlar kazanan
Eros kavramı, diğer antikçağ şairlerinin şiirlerine nasıl yansımıştır? Bu
noktada, antikçağın belli başlı şairlerinin yansıttıkları Eros kavramına bir
göz atmak yerinde olacaktır.
Antikçağ şiirinde, Homeros ve Hesiodos’tan sonra, şiirlerindeki Eros
kavramı ile iki şairin ön plana çıktığını gözlemliyoruz. Bunlardan ilki, M.Ö.
563 - 478 yılları arasında yaşamış olan Anakreont’dur. Kısa ve esprili şaka
şiirleri (yun. epitalamium) kaleme almış olan Anakreont’un, bu tür şiirlerinde
Eros’u erkek ve kadına aşk veren aşk tanrısı olarak yansıttığı gözlenir.
Anakreont için küçük ve muzip bir oğlan çocuğu olan Eros, oyun ve eğlence
adına, kadın ve erkek arasında aşkı filizlendirir.
Şaire göre, Eros yaşamda eğlence ve mutluluk için vardır ve yaşamın çok
önemli bir unsurudur. İnsan mutluluk ve eğlence için yaşar, Eros da buna hizmet
eder. Bu nedenle, küçük Eros’un insanlara mutlu olmaları için verdiği bu aşk,
mutsuzluk ve acı verici olmamalıdır. Bu noktada, Anakreont’un şiirinden örnek
vermek uygun olacaktır.
Altın saçlı Eros yine
Fırlattı erguvani topunu bana
Kışkırtıp oyuna
Nakış işli sandalet giymiş genç kızla
Ama o kız - kibirli Lesbos soyundan
Alay eder benim kır saçlarımla
Ve esner bakar bir başkasına. [11]
Diğer şair, M.Ö. 628 - 568 yılları arasında yaşamış olan antikçağın ünlü
kadın şairi Sappho’dur. Sappho’nun şiirlerinde gözlenen Eros ise, yine erkek ve
kadına aşk veren aşk tanrısı anlamıyla çıkar karşımıza. Ancak, Sappho’daki
Eros, Anakreont’un Eros’undan farklı olarak, insana mutluluk kadar, mutsuzluk
ve acı da verir, hatta daha çok mutsuzluk ve acı verir. Bu noktada, Eros’u
“acı-tatlı” olarak betimleyen Sappho’nun şiirinden örnek vermek yerinde
olacaktır.
Dizlerimi çözen acı - tatlı varlık
Baş edilmez Eros, sarsalar beni [12]
Bu dizelerden de anlaşıldığı üzere, Sappho’nun Eros’u, insanların
duyguları üzerinde büyük güç sahibi olan bir kavramdır. Bu anlamda, ‘dizlerimi
çözen1 ve ‘baş edilmez’ betimlemeleri dikkat çekicidir.
Sappho’nun, bir başka şiirinde Eros’u yine acı getiren bir kavram olarak
betimlediği gözlenir.
( Eros’a )
acı bağışlayan masal dokuyan [13]
Sappho’ya göre, Eros daha çok mutsuzluk ve acı verse de, insanlar Eros’u
itmezler, çünkü Eros’un verdiği acının da yaşamda bir anlamı ve değeri vardır.
Eros’suz bir yaşam anlamsız ve değersizdir. Bu nedenle, insanlar sadece Eros’un
verdiği bu duyguyu tatmak adına acıyı, kederi hatta ölümü bile göze alırlar.
Sappho ve Anakreont’ta gözlenen, aşk tanrısı olan Eros’un bu iki farklı
anlamı, antikçağ ve sonraki tüm dönemler boyunca diğer şairler tarafından
tekrar edilmiştir.
Görüldüğü üzere, Eros kavramı antikçağ kültüründe zaman içerisinde farklı
anlamlar kazandıkça, Thanatos, Eros’un aksine, her zaman tek bir anlamla var
olmuştur. Bunun nedenini biraz da insan psikolojisinde aramak gerekir,
kanısındayız.
Ölüm, insanoğlunun en büyük bilinmezi olma özelliğine sahiptir. Ölümün
bir son mu, yoksa yeni bir başlangıç mı olduğu sorusu, insanoğlunun, evrende
var olmaya başladığı ilk günden itibaren üzerinde düşündüğü bir soru olmuştur.
Ancak, buna rağmen ölüm, gizemini hala korumaktadır. Ölümden sonrasını
bilemeyen insanoğlu da, ölümü-en azından bu yaşamdan- bir yok oluş olarak kabul
etmiştir.
İnsan psikolojisinde var olan, bilinmeze karşı korku duygusu da, belki de
en güçlü biçimde ölüm kavramında kendisini gösterir. Bu korku, insanı,
kendisini bu gerçeğe karşı içgüdüsel olarak savunmak ve bu gerçeği göz ardı
ederek bastırmak zorunda bırakır.
Ölümden korkma ve dolayısıyla ölümden kaçma, onu itme duygusu nedeniyle,
Thanatos insanlık tarihi boyunca tüm kültürlerde her zaman Eros’un gölgesinde,
onun hep bir adım gerisinde kalmıştır. Bir başka deyişle, insanın yaşama
içgüdüsü, ölüme karşı bir silah, bir panzehir olarak Eros’u keşfetmiştir. Bu
durum, insanın içgüdüsel olarak yaşama bağlılığının kaçınılmaz bir sonucudur.
Eros, Thanatos gibi bir gerçeğin, bir bilinmezin karşısına çıkabilecek,
çıkarılabilecek tek güç olmuştur.
Kısacası Eros, insanın var olma içgüdüsünün, Thanatos’a - yok olmaya
üstün gelişinin bir sembolü olmuştur.
İnsanoğlunun, Eros’u böylesine güçlü bir kavram haline getirişi,
bilinmezliğinden dolayı korktuğu Thanatos’u alt etme çabasından başka bir şey
değildir aslında. Thanatos’tan korktuğu ölçüde, Eros’u güçlendirmiş,
yüceltmiştir.
Nitekim, ünlü ruhbilimci Sigmund Freud’un bilimsel kuramlarının
temelinde, ölüm içgüdüsüne-Thanatos’a karşı, yaşam içgüdüsü olarak tanımladığı
Eros vardır.
Freud’a göre, insanda temel ve birbirine zıt iki içgüdü vardır. Bunlardan
ilki cinsel içgüdüler, bir başka deyişle yaşam içgüdüsü yani Eros iken, ikinci
içgüdü ölüm, yani Thanatos’tur. Ölüm içgüdüsü, “organik yaşamı cansız duruma
geri döndürmek görevini” üstlenirken, Eros aynı zamanda kendini koruma
içgüdüsünü kapsar, “(...) yaşamı, parçacıklara bölünmüş canlı maddeyi karmaşıklaştırmak
ve durmadan bir araya getirmek ve bu arada tabii ki muhafaza etmek hedefine
yönelmiştir. ” [14]
Tüm normal ve normal dışı insan davranışlarının temelinde bu iki
içgüdünün karmaşık ilişkisinin ve bu iki içgüdü arasındaki gerilimin yattığını
savunan Freud, yıkıcı içgüdü olarak da adlandırdığı, yaşamın tahrip edilmesi ve
sona erdirilmesine yönelik olarak insanın içinde bulunan bir enerji olan ölüm
içgüdüsünün, “boşaltım amacıyla daima Eros’un hizmetine verilmiş olduğu” [15] görüşündedir.
Freud’a göre, eğer yaşam ölüme doğru sürekli bir inişse, bu inişi
durduran ve yeni gerilimler sağlayarak yaşamı sürdüren de Eros, yani cinsel
içgüdülerdir. İd ise, kendini bu gerilimlerden kurtarmak için, doğrudan cinsel
eğilimleri doyuma ulaştırmaya çalışır.[16] Böylelikle
insan, içindeki ölüm içgüdüsünü cinsel içgüdüsünün etkinliği ile dışarı
boşaltır. Freud bu görüşünü şöyle açıklar:
“Tam cinsel doyumdan sonraki durumun ölüme bu denli benzeyişi, daha
aşağı düzeydeki hayvanlarda üreme işlemiyle ölümün bir arada oluşu bundandır.
Bu canlılar üreme esnasında ölürler; çünkü doyum anında Eros’un devreden
çıkmasıyla ölüm dürtüsü serbest kalır.” [17]
Freud’un, yaşamın Eros ve Thanatos arasındaki savaşımla sürdüğü yolundaki
kuramı bize, Doğu felsefesinin temelini oluşturan unsurlardan biri olan ‘Yin
Yang’ görüşünü anımsatıyor.
Söz konusu bu görüşe göre, tüm evrende Yin (dişi, karanlık, negatif
enerji) ve Yang (erkek, aydınlık, pozitif enerji) adı verilen iki karşıt güç
bulunur. Bu güçlerin birbirinin karşıtı olmaları, onların birbirini tamamlayan
bir bütün oluşturarak, doğada tam bir denge yaratmalarına neden olur. [18]
Tüm doğaya egemen olan bu iki karşıt güç sürekli olarak birbirine üstün
gelme ve denetimi ele geçirme çabasındadır. Aralarındaki bu savaşım ise,
dengeyi sağlayan unsurdur. Yin daralır, Yang genişler, ya da bir başka deyişle,
Yin eksi, Yang artıdır ve birliktelikleri, nötr durumu oluşturur. Dolayısıyla,
birinin ortadan kalkması halinde denge bozulur ve biri olmadan diğeri var
olamaz.
Bu açıdan bakıldığında, Eros ve Thanatos’un evreni ve doğayı dengede
tutan eşit ve birbirine karşıt iki güç oldukları sonucuna ulaşmaktayız. Eros
evrenin ve doğanın var oluş yüzü iken, Thanatos yok oluş yüzüdür.
Görüldüğü üzere Eros, antikçağ kültüründe zaman içerisinde, evrenin
oluşumu sırasında Kaos’un içinden çıkmış olan ve evreni düzenleyen ilk büyük
kozmik güçten, elinde meşale taşıyan ve bu meşalesi ile insanlara aşk ateşi
veren aşk tanrısı genç bir adama, aşk okları ile insanlar arası aşk duygularını
düzenleyen yine aşk tanrısı küçük yaramaz çocuğa, eğlence verici bir aşktan,
acı veren bir aşka, Roma mitolojisinde aşk tanrısı Amor’a, tüm erdem ve
yasalardan daha güçlü, ateşli bir seksüel tutku ve var olmayan bir şeye sahip
olma konusundaki sabit arzuya dönüşmüştür.
1920 yılında Sigmund Freud’un ölüm içgüdüsüne karşı yaşam içgüdüsü olarak
tanımlamasıyla da, Eros’un insan psikolojisindeki yeri ve önemi belirlenmiştir.
POLONYA KÜLTÜRÜNDE EROS VE THANATOS
Genel
Hatları ile Polonya Şiirinde Eros ve
Thanatos
Polonya kültürünün şiir alanında hemen hemen tüm dönemlerde ortaya çıkmış
olan Eros’un, her şair tarafından farklı bir anlamla kabullenilişi, içinde
yaşanılan döneme göre şekillenir. Thanatos ise, Polonya şiirinde de tek bir
anlamla var olmuş ve barok, romantizm, modernizm (Genç Polonya), İki Savaş
Arası Dönem ve 1956’dan sonraki çağdaş dönemde ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda,
Polonya kültürünün şiir alanında ortaya çıkmış olan Eros ve Thanatos
kavramlarının gelişimine genel hatları ile bir göz atmak yerinde olacaktır.
Yunan mitolojisi tanrıları Eros ve Thanatos, Yunan-Roma kültürünün egemen
olduğu yüzyıllar ile Rönesans dönemi arasında kalan bin yıllık karanlık bir
dönem olarak adlandırılan ortaçağda, Avrupa kültüründe ve dolayısıyla da
Polonya kültüründe ortaya çıkmamıştır. Bunun nedeni, bu dönemde Avrupa’ya egemen
olmuş Hristiyan ideolojisi doğrultusunda gelişen ve Avrupa kültürü üzerinde tek
egemen güç konumuna gelmiş olan skolastik felsefedir. Evrene ilişkin yeni bir
görüş üretmeyen, tüm doğruların Hristiyanlıkta olduğu görüşünü savunan ve
dolayısıyla tümüyle dinsel içerikli olan bu felsefe, doğal olarak, Hristiyanlık
dışı olan tüm unsurları reddetmiştir.
Bu felsefe gereği din, eğitim, bilim ve sanat üzerinde egemen olan tek
güçtür. Bu nedenle, bilim adamları, filozoflar ve sanatçılar Hristiyan
dogmalara göre düşünmek ve eser vermek zorundadırlar.
Bu durum, ortaçağ sanatında sadece dini motiflerin olduğu gerçeğini
gündeme getirir. Antikçağ mitleri, ortaçağ insanı için Hristiyanlık dışıdır,
dolayısıyla kabul görmemiştir.
Uzun süre varlık göstermiş olan ve insanı birey olarak kabul edip
yücelten antikçağ kültürünün, insanı bir sürünün parçası olarak gören Hristiyan
ideolojisi tarafından yıkılması pek kolay olmamış olsa gerek.
Ancak, yeni bir inanç sistemini hayata geçirmeye, yeni bir inancı yaymaya
çalışan ilk Hristiyan din bilginlerinin, böylesi zor bir işi, insanı en zayıf
yönünden- inanç dünyasından yakalayarak ve onu inancını sorgulamaya zorlayarak
başarmış olduklarını söylemek mümkün.
Bu din bilginleri, milattan dört yüz yıl önce yaşamış olan Evhemeros adlı
Yunan filozofunun ortaya koyduğu ve asırlar sonra, 19. yüzyılda İngiliz
filozofu Herbert Spencer’in de benimsediği bir görüşü,[19] antikçağ
kültürünü yıkma amaçlarına temel oluşturacak biçimde benimseyerek, emellerine
ulaşmışlardır.
Söz konusu görüşe göre, antikçağ insanı tarafından uydurulan mitlerde
geçen tanrılarda bile, eski zamanlarda yaşamış kralların ve tanınmış insanların
erdemleri ve kötü yönleri gün ışığına çıkmaktadır.[20]
Bu
görüşü kendi ideolojileri doğrultusunda kullanan ilk Hristiyan din bilginleri,
halkı, ‘puta tapan’ olarak niteledikleri ilk çağ insanının tapındığı
tanrıların, tapınılmaya değer birer tanrı olmadıklarına, aksine basit insanlar
olduklarına ikna ederek, Hristiyanlığı yaymışlardır.
Bir önceki bölümde de sözünü ettiğimiz gibi, Avrupa kültürünün temelini
oluşturan özgün antikçağ mitlerinin, o dönem insanının inancını gözler önüne
seren dini bir işlevleri de vardır. Evrenin ve tanrıların yaratılışına ilişkin
açıklamalarda da, bu mitlerin özgünlüğü gün ışığına çıkmaktadır.
“Eski Yunan sanat, din vefelsefesinde önemli olan, özgün olan, evrenin
üstün bir güç tarafından yoktan var edilmesi düşüncesine rastlanmaması, bu
kavramın yadsınmasıdır. Tanrılar bile, kökeni maddi olan bir var oluş sürecinde
sıralarını beklerler.” [21]
Tek tanrı inancı temelinde yükselen Hristiyan ideolojisi, kendisine
bütünüyle aykırı olan ve kendisini temelinden sarsan bu kavramı, kuşkusuz ki
yadsıyacaktır. Böylelikle, antikçağ kültürünün bir ürünü olan mitler de,
ortaçağın yoğun ve keskin karanlığına gömülüp kalmışlardır. Ta ki Rönesans’a
dek.
Avrupa
kültür tarihinde, 14. yüzyılın sonunda filizlenmeye başlamış ve 15. ve 16.
yüzyıllara egemen olmuş, antikçağ (eski Yunan ve Roma) kültürünün canlandığı ve
felsefe, sanat, bilim alanlarında büyük değişikliklerin yaşandığı bir yeniden
doğuş dönemi olan Rönesans döneminde ise, Polonya şiirinde Eros’un, 16.
yüzyılın ikinci yarısında ilk olarak Jan Kochanowski ile ortaya çıktığını
görüyoruz.
Rönesans’ın ilk yarısında yaşamış olan Lublinli Biernat’ın da antik
motifleri kullanmış olduğu gözlenir, ancak Lublinli Biernat’ın Yunanca değil,
Latince biliyor olması nedeniyle, bu motifler arasında Eros’a rastlanmaz. Yine,
16. yüzyılın ikinci yarısında, Mikołaj Rej’de, ne Yunanca ne de Latince bildiği
için, Eros’a rastlanmaz.
Ancak, Kochanowski klasik Yunanca ve klasik Latince bilir. Antikçağ
sanatçıları Hesiodos, Homeros, Sappho ve Anekreont’u orijinal dillerinden
okumuş, her biri Eros’u farklı bir anlamla kabul eden bu antikçağ sanatçıları
içinde, Anakreont’un Eros kavramını benimsemiştir.
Kochanowski’nin benimsediği bu Eros kavramında, yine Eros’a ilişkin bir
kavram olarak, ‘Pheito’ nun ortaya çıktığı gözlemlenir. “Pheito simgesel bir
varlık, bir kavram gerçekte; kandırma gücü, aşkta birini elde etme gücü.. ”
[22]dür. Bu noktada,
Kochanowski’nin iki şiirini incelemek yerinde olacaktır.
DO HANNY
Na palcu masz dijament, w sercu - twardy
kamień;
Pierścień mi, Hanno, dajesz - już i serce
przemień [23]
Parmağında elmas var, sert bir taş kalbinde
Bana yüzük veriyorsun, Hanna - artık değiştir
yüreğini de.
Bu kısa şiirinde Pheito kavramını kullanarak, sevgiliye seslenen şair,
sevgilisini, aşkına karşılık vermesi konusunda ikna etmek ister. Aksi halde,
her ikisinin de mutlu olamayacağını esprili bir biçimde vurgular.
Kochanowski’ye göre, ancak gerçek ve karşılıklı bir aşk mutluluk verici
olabilir.
Bu şiir, ortaçağdaki geleneğin değiştiğinin de
bir kanıtı niteliğindedir. Ortaçağda erkek ve kadın, aralarında aşk olmasa da,
aile olmak için dini bir nikahla evlenirken, bu durum Rönesans’ta radikal
biçimde değişmiş, erkek ve kadın arasındaki aşk ilişkisi, mutluluğun temeli
olarak ön plana çıkmıştır.
Kochanowski’ye göre, aşk bir yaşam ideali, yaşamı düzenleyen bir unsur,
bir mutluluktur. Dolayısıyla aşk, karşılıklı ve mutluluk verici olmalıdır.
Nie uciekaj przede mnu dziewko urodziwa
Z
twoją rumianą twarzą - moja broda siwa
Zgodzi się znakomicie...
Tam gdzie wieniec wiją tam pospolicie
sadzą
Przy róży - liliją. [24]
Çiçeklerle örülmüş bir taçta, koyulmuş adeta
Bir zambak - al bir gülün yanına.
Kochanowski’nin bu şiirinde, Pheito’nun,
yukarıdaki şiirde olduğundan çok daha güçlü biçimde ortaya çıkışına tanık
oluruz. Şair, genç ve güzel bir kıza seslenir.
Kochanowski’nin, kızın kendisinden çok daha genç olmasının, birbirlerini
sevmelerine engel olmadığını, aksine, birlikte bir uyum oluşturduklarını,
birbirlerini tıpkı çiçeklerden oluşmuş bir taçta yan yana dizilmiş kırmızı bir
gül ve beyaz bir zambak gibi tamamladıklarını yine esprili bir şekilde
vurgulayışına tanık oluruz. Kochanowski’ye göre, kendisi yaşça büyük olduğu
için, aşk konusunda çok daha tecrübelidir. Bu nedenle de, aralarındaki uyum
mükemmel olacaktır.
Şairin kullandığı, çiçeklerden oluşmuş taç sembolü ise, Avrupa kültüründe
bekareti simgelemektedir. Dolayısıyla, Kochanowski’nin bu şiirde Pheito’yu
erotik bir baştan çıkarma unsuru olarak kullanmış olduğunu gözlemleriz. Şair,
sevdiği kızın bekaretini istemektedir.
Sonuç olarak, Kochanowski ’de Eros, şakacı, mutluluk veren, mutlu sona,
karşılıklı aşka ulaştıran, ikna eden, kandıran bir kavramdır. Eros, dünyanın -
yaşamın sürekli, değişmez ve mutlak unsurudur.
Polonya
şiirinde 17.yüzyıl barok dönemine gelindiğinde, Eros kavramının yüzyılın ilk
değil, ikinci yarısında Daniel Naborowski ve Jan Andrzej Morsztyn’ da ortaya
çıktığı gözlenir.
Bu şairlerde ortaya çıkan Eros kavramı, Rönesans’taki Eros kavramına
benzer, ancak daha önemli bir kavramdır.
Eros - Pheito, aşka ikna etmenin yanı sıra, ‘sev, çünkü yaşam bitiyor,
ölüm seni bekliyor’ çağrısı yapar. Bu noktada Eros - Thanatos birlikteliği söz
konusudur. Çünkü, barok döneminde “carpe diem” (anı yaşa) ve “momento mori”
(ölümü hatırla) kavramları yan yana yer almaktadır.
Bu noktada Andrzej Morsztyn’ın “Bierzmowanie”
(Yeniden Adlandırma) ve “Do trupa” (Ceset’e) adlı iki sonesini incelemek
yerinde olacaktır.
BIERZMOWANIE
Milczysz - ja tęsknię, zaśpiewasz - ja
ginę , W głosie, w milczeniu mam straty przyczynę; Tańcujesz - są to
czarnoksięskie koła, W których myśl ginie owa cale zgoła;
Lub siędziesz, staniesz, lub się położysz,
Cokolwiekpoczniesz - moje iskry mnożysz, Lubo mnie blisko, lubo (się ) oddalisz
- Tam jasnym okiem, tu tęsknicą palisz- Ja - ć się twym czarom nie chcę
odejmować, Ale cię przecie muszę przebierzmować I widząc częstą ogniów mych
ponowę, Już cię ogniskiem, nie Jagnieszką zowę. [25]
Işıldıyorum,
nasıl mümkün ışıldamamak, sen ki
Yaktığında yüreğimde bir ateş ki gizli :
Yüzünün her noktası, her hareketin
Alevlendirir aşkımı her kelimen senin
Süslenirsin - artar tutkum benim
Sarılmazsın bana - görürüm eksilmediğini
bende hiçbir şeyin
Ağlarsın - gezer yüreğim ateşten bir
derinlikte
Gülersin - daha da ısınır güneş gökte
Kızarsın - korku mühürler beni aşkla
Lütfedersin - kim kaçar bu lütuftan ya
Susarsın - özlerim, şarkı söylersin - biter
mahvolurum
Sesinde, suskunluğunda ah ben ziyan olurum
Dans edersin - büyülü dairelerdir dönüşlerin
Hani hepten yitip gittiği düşüncenin
Oturursun, salınırsın, ya da uzanırsın
Dinlenirsin azıcık - ışıltılarımı çoğaltırsın
Ya yakın olursun bana, ya da benden kaçarsın
Renkli bir gözle öteden, özlemle beriden
yakarsın
İstemem elinden almayı senin cazibeni
Ama değiştirmeliyim yine de senin ismini
Görüp sık yenilenişini ateşlerimin
Aşk ateşi koydum adını, Agnieszka yerine
senin.
Bu şiirde şair, Agnieszka adlı bir genç kıza seslenir ve ona duyduğu
büyük aşkın kendi duygu dünyasında meydana getirdiği sarsıntıları, değişimleri
aktarmaya çalışır. Eros’un şairin duygu dünyasında yarattığı bu sarsıntılar ve
değişimler, şairi, genç kıza kendince bir ad vermeye dek sürükler. Eros, şairin
duygularını öylesine hakimiyeti altına almıştır ki, şair bu aşk yüzünden hem
heyecanlı ve mutludur, hem de acı çekmektedir. Bu açıdan, Morsztyn’daki Eros
kavramı, antikçağ şairi Sappho’daki Eros kavramına benzer.
Şiirin orijinalinin son mısrasında yer alan ve şairin, genç kızın yeni
adı olarak belirlediği “ognisko” (ateş) kelimesinin aşk ateşini yakan,
canlandıran anlamında kullanılmış olduğu gözlemlenmektedir.
Morsztyn’ın, yukarıda andığımız bir diğer şiiri “Do trupa” (Ceset’e) da
yine aşkın gücünü ve verdiği acıları vurgulayışına tanık oluruz.
DO TRUPA
Leżysz zabity i jam też zabity,
Ty - strzałą śmierci, ja - strzałą
miłości,
Ty krwie, ja w sobie nie mam rumianości,
Ty jawne świece, ja mam płomień skryty.
Tyś na twarz suknem żałobnym nakryty,
Jam zawarł zmysły w okropnej ciemności,
Ty masz związane rece, ja, wolności.
Zbywszy, mam rozum łańcuchem powity.
Ty jednak milczysz, a mój język kwili,
Ty
nic nie czujesz, ja cierpię ból srodze,
Tyś
jak lód, a jam w piekielnej śrzeżodze.
Ty się rozsypiesz prochem w małej chwili,
Ja się nie mogę, stawszy się żywiołem
Wiecznym mych ogniów, roysypać popiołem. [26]
Ölmüş yatıyorsun ve ölmüşüm ben de,
Sen - ölümün okuyla, ben - aşk okuyla vurulmuş
Sen - kana bulanmışsın, benim al yanaklarım solmuş
Sen yanıyorsun bir mum gibi aleni, benimse aşk ateşi saklı içimde
Yas bezi senin yüzündeki
Benimse düşünceler içimde korkunç bir karanlığa hapsolmuş
Senin ellerin kavuşmuş, benim
ellerim özgürce savrulmuş
Yitirmiş özgürlüğünü aklım, vurulmuş zincirlere ne var ki.
Sen
konuşmuyorsun ama, ağlıyor dilim benim
Hissetmiyorsun hiçbir şey, bense içimde hissediyorum kederleri
Sen buz gibisin, lakin bende
cehennem ateşleri
Kül olacak bir anda bedenin senin,
Bense, içimde sonsuz ateşin kaynağıyla
Kül olmayacağım asla.
Barok döneminin karakteristiği olan,
zıtlıkları bir arada kullanma eğilimi temelinde yazılmış bu şiirde, şairin bir
aşıkla bir ölüyü karşılaştırdığını ve bu şekilde de, Eros’un gücünü betimlemeye
çalıştığını gözlemleriz. Morsztyn’ın, bu karşılaştırmaların sonunda, Eros’un
etkisi altındaki insanın canlı bir cesetten farksız olduğunu vurguladığına
tanık oluruz.
Yukarıda sözü edilen, barok dönemi karakteristiği zıtlıklar şiirin
bütününde gözlenmektedir. Söz konusu bu zıtlıkları gözler önüne seren en
çarpıcı bölüm ise, “Sen buz gibisin, lakin bende cehennem ateşleri”
dizesindeki ‘buz’ ve ‘cehennem ateşleri’ betimleridir. Cesetin soğuk oluşuyla,
bir süre sonra yanıp kül olacağı betimindeki zıtlık da tipik bir Barok sanatı
örneği oluşturmaktadır.[27]
Şaire göre, ceset gerçek bir ölüdür, ancak kendisi de aşkı yüzünden çektiği
acı nedeni ile bir ölü gibi cansız ve hareketsiz kalmıştır. Ceset ölüm nedeni
ile hareket edemez, bir şey yiyip içemezken, şair aşkı yüzünden yemeden,
içmeden kesilmiş, sevdiğini düşünmekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştir.
Cesedi artık hiçbir şey mutlu edemezken, şairi de, çektiği aşk acısı yüzünden,
hiçbir şey mutlu etmemektedir. Ceset gerçek bir ölü, şair ise canlı bir
cesettir. Şairin, son üçlükte kendisinin bir cesetten daha kötü bir durumda
olduğunu vurguladığına tanık oluruz. Ceset ölümle birlikte tüm kederlerden,
acılardan kurtulmuştur, ancak şair, içindeki aşk yüzünden, acı çekmeye devam
edecektir.
Morsztyn’ın Eros’un gücünü betimlemek için, aşık bir insanla bir cesedi
karşılaştırması şiire Thanatos kavramını da dahil eder. Dolayısıyla, şiirin
bütününde Eros - Thanatos birlikteliği söz konusudur.
Aşık bir insanın bir cesetle karşılaştırılması Eros’un Thanatos’a
ulaştırdığı düşüncesini pekiştirmesi bağlamında dikkat çekicidir. Bu bağlamda,
Eros ve Thanatos kardeş gibidirler. Eros’un etkisi altındaki insan Thanatos’un
etkisi altındaki insandan pek de farklı değildir aslında.
Şiirin tüm dokusuna, Thanatos’un, bedenine girdiği bir insanın bedensel
ve ruhsal tüm yaşam fonksiyonlarını sona erdirerek, onu bir anlamda bu dünyada
çekilen her türlü acıdan da kurtardığı düşüncesi hakimdir. Ancak, Eros’un
etkisi altındaki insanın acıları sürmektedir ve sürmeye devam edecektir. Şiirin
son bölümü bu düşünceyi betimlemesi bağlamında önemlidir. Bu anlamda, Eros’un
Thanatos’tan çok daha güçlü olduğu düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
Barok döneminin bir başka ünlü şairi Daniel Naborowski’ deki Eros ise,
aşağıdaki şiirde gözler önündedir.
NA OCZY.....
Twe oczy, skądKupido na wsze ziemskie
kraje, Córo możnego króla, harde prawa daje, Nie oczy, lecz pochodnie dwie nielitościwe,
Które palą na popiół serca nieszczęśliwe.
Nie pochodnie, lecz gwiazdy, których jasne
zorze Błagają nagłym wiatrem rozgniewane morze.
Nie gwiazdy, ale słońca, pałające różno,
Których blask śmiertelnemu oku pojąć próżno.
Nie słońca, ale nieba, bo swój obrót mają
I swoją śliczną barwą niebu wprzód nie dają.
Nie nieba, ale dziwnej mocy są bogowie,
Przed którymi padają ziemscy monarchowie.
Nie bogowie też zgoła, bo azaż bogowie
Pastwią się tak nadsercy ludzkimi surowie? Nie nieba: niebo torem jednostajnym
chodzi; Nie słońca: słońce jedno wschodzi i zachodzi; Nie gwiazdy, bo te tylko
w ciemności panują; Nie pochodnie, bo lada wiatrom te hołdują.
Lecz się wszystko zamyka w jednym oka
słowie: Pochodnie, gwiazdy, słońca, nieba i bogowie.[28]
GÖZLERİN....
Gözlerin, ki Kupido onlardan yeryüzündeki
tüm ülkelere kanatlanıp uçar
Haşmetli kralın kızı, mağrur yasalar
sunar,
Göz değil ki onlar, iki merhametsiz meşale
sanki, Kederli yürekleri yakıp küle çeviren hani.
İki meşale de değil, iki yıldız, hani
belirgin kızıllığı onların Yalvarır öfkeli ummana, çıkışıyla ani bir rüzgarın
İki yıldız değil, iki güneş ayrı ayrı yanan, Hani ışıltıları ölümlü bir göze
beyhude vuran.
İki güneş değil, iki gökyüzü, kendi
dönüşleri var çünkü Ama güzel rengiyle o gözlerin boy ölçüşemez gökyüzü İki
gökyüzü de değil, sanki tuhaf bir güce sahip iki tanrı, Hani önünde diz çöktüğü
yeryüzünün tüm hükümdarları. İki tanrı da değil büsbütün, tanrılar zira
Acı çektirirler mi insan kalplerine böyle
amansızca?
İki gökyüzü değil: gökyüzü tekdüze bir
hatta tur atar;
İki güneş de değil:güneş tektir, doğar ve
batar;
İki yıldız değil, çünkü onlar karanlıkta
hüküm sürerler yalnızca İki meşale de değil, çünkü onlar teslim olurlar hercai
rüzgarlara. Ama o gözlerin tek bir kelimesinde hapsolurlar:
Meşaleler, yıldızlar, güneşler, gökyüzü ve
tanrılar.
Naborowski’de Eros kavramının, Kupido ismi ile vurgulanışına ve Eros’un
evrende var olan tüm varlıkların üzerinde bir güç olarak yansıtılışına tanık
oluruz.
Eros’u, bir kral kızı olan sevgilinin gözlerini betimlemeye çalışarak
ortaya koyan Naborowski, şiirin son iki dizesinde, şiirin bütününde sevgilinin
gözleriyle karşılaştırdığı yıldızların, güneşlerin, gökyüzünün, tanrıların ve
meşalelerin, sevgilinin gözlerinin tek bir bakışı karşısında boyun eğdiğini
vurgulayarak, çarpıcı bir metaforla Eros’un gücünü betimler. „ iki gökyüzü
de değil, sanki tuhaf bir güce sahip iki tanrı / Hani önünde diz çöktüğü
yeryüzünün tüm hükümdarları.,, dizeleri, yine bu bağlamda önem kazanır.
Naborowski’ye göre, böylesine güçlü bir kavram olan Eros, insana mutluluk
kadar acı da verir. „Göz değil ki onlar, iki merhametsiz meşale sanki /
Kederli yürekleri yakıp küle çeviren hani.” , „iki tanrı da değil büsbütün,
tanrılar zira / Acı çektirirler mi insan kalplerine böyle amansızca?„
dizeleri, Eros uğruna çekilen acının vurgulandığı dizeler olmaları bağlamında
dikkat çekicidirler.
Görüldüğü üzere, barok döneminde Eros, insanı Thanatos’a yaklaştıran,
ulaştıran bir kavramdır. Eros ile Thanatos arasında çok ince bir sınır vardır
ve bu sınır da Eros’un mutluluk kadar acı da veren bir kavram olarak ortaya
çıkışında saklıdır. Thanatos acıları dindirirken, Eros acı verir, acıları
körükler.
18.yüzyıl Polonya’nın, özellikle yüzyılın ilk yarısında, soyluların çok
geniş haklara sahip olması, dolayısıyla soylularla kral arasında büyük
boyutlara ulaşan çatışmalar nedeni ile ortaya çıkan siyasal çalkantılar
yaşadığı, tüm Avrupa’da ise aydınlanma düşüncesinin hüküm sürdüğü bir dönemdir.
Montesquieu, Voltaire ve Rousseau gibi düşünürlerin görüşleri ile tüm Avrupa’ya
yayılan, kilisenin ve kralın otoritesine karşı koymayı ve insan hakları için
savaşmayı öngören Fransız aydınlanması, 18.yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkisi
altına almıştır.
Aydınlanma dönemi, insan aklına sonsuz güven duyma görüşü ve eğilimi
nedeniyle ‘akıl çağı’ olarak da adlandırılmış ve dolayısıyla akılcılık bu
dönemin karakteristiği olmuştur.
Bu dönemde Polonya edebiyatında, yaşanan siyasal çalkantılar nedeniyle,
daha çok siyasi söylemlere rastlanır. Lirik şiir büyük ölçüde ihmal edilmiştir,
ancak buna rağmen, lirikler yazan şairler de ortaya çıkmıştır.
Akılcılığın ön planda olduğu aydınlanma döneminde, duygu dünyasına
ilişkin bir kavram olan Eros ciddi bir kavram, ciddi ve derin bir duygu olmaktan
çıkmış, bir saray eğlencesi haline gelmiştir. Eros’a eşlik eden Pheito
kavramının da etkisini kaybettiği gözlenir.
Dönemin ciddi ve derin duyguları yansıtmayan Eros kavramı, Stanisław
Trembecki’nin şiirlerinde kendisini göstermektedir. Trembecki’nin aşağıdaki
“Kupido” başlıklı şiirinde, bu Eros kavramı gözler önündedir.
Kupido
Chłopczyk z rączką uzbrojoną
Skoczył był mi raz na łono
i złapawszy mnie za szyję
Ukazał strzałeczek dwoje “Wiesz kogo nimi
przeszyję
Temiry serce i twoje” [29]
Kupido
Küçük oğlan çocuk silahının sapıyla elinde
Kucağıma atladı bir keresinde ve sarılıp boğazıma
İki okunu gösterdi
“Biliyor musun kimi vuracağım bu oklarla
Temira’nın ve senin kalbini”
Şiirin başlığında, Eros’un barok ve aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan
bir diğer adı Kupido’yu gözlemleriz. Trembecki’nin, Eros’u, tıpkı antikçağ
şairi Anakreont gibi, elinde ok ve yayı olan küçük, yaramaz oğlan çocuğu olarak
betimleyişi dikkat çekicidir. Trembecki’nin bu betimi, aydınlanma döneminde var
olan klasisizm akımı etkisiyle, antikçağ sanatçıları gibi yazma eğiliminin bir
sonucu olarak açıklanabilir.
Küçük Eros, oyun olsun diye, elindeki iki oku şairin ve Temira’nın
kalbine saplayarak, bu iki insan arasındaki aşkı alevlendirecektir.
Trembecki için Eros ciddi bir duygu değil, kısa bir flörttür sadece.
Kısacası aşk hafif, eğlenceli bir konudur ve sadece insanı eğlendirme amacına
hizmet etmektedir. Trembecki’nin bu Eros kavramı da yine antikçağ şairi
Anakreont’un Eros kavramıyla örtüşmektedir. Çünkü anımsanacağı gibi, Anakreont
için de Eros, yaşamda eğlence ve mutluluk için vardır.
Polonya’da yüzyılın seksenli yıllarında ortaya çıkan ve aydınlanma
gerçekçiliğinden duygulu romantizme rahat bir geçiş sağlayan sentimentalizmin
etkisiyle, şiirde, aydınlanma dönemindeki Eros kavramına tepki olarak, bir
başka Eros kavramı ortaya çıkar. Sentimental şiirde ortaya çıkan bu Eros,
platonik bir karaktere sahiptir. Bu Eros kavramını, sentimentalizmin
Polonya’daki temsilcisi olan Franciszek Karpiński’nin “Do Justyny” (Justyna’ya)
adlı şiirinden alıntıladığımız bir bölümle irdelemeye çalışalım.
Ey ağaçlar! Siz daha ufacıktınız
Ben Justyna’ya aşık olduğumda.
Bu gün ise artık dal budak saldınız
Dallarınız ünlü, çevreye serinlik salmasıyla.[30]
Karpiński’nin bu şiirinde, sentimental akımda önemli bir unsur olan doğa
betimi göze çarpmaktadır. Ağaçlara seslenen şair, ağaçların var olmaya
başladıkları ilk zamanlarla, kendisinin Justyna’ya aşık olduğu zamanı
eşleştirir. ‘Ağaçların artık dal budak salmış olmaları’ betimiyle şair,
Justyna’ya aşık olduğundan beri çok zaman geçtiğini dolaylı yoldan dile
getirir. Şair, Justyna’ya uzun süredir platonik olarak aşıktır. Dolayısıyla, bu
şiirde platonik Eros kavramının vurgulanmakta olduğu gözlenir.
Polonya şiirinde sentimental akımın Karpiński’den sonraki ikinci
temsilcisi olan Franciszek Dionizy Kniaźnin’in “Dwie lipy” (İki Ihlamur Ağacı)
adlı şiirinin ilk dörtlüğünde yine platonik Eros kavramıyla karşılaşırız.
İşte iki yeşil ıhlamur ağacı
Selamlıyorlar birbirlerini karşı kıyılarda
Biri diğerine eğiliyor sanki
Dokunuyorlar birbirlerine dallarıyla [31]
Şairin, yine bir doğa unsuru olan ıhlamur ağaçlarını iki aşıkla özdeşleştirerek
betimlediği bu dörtlükte, ‘ıhlamur ağaçlarının karşı kıyılardan birbirlerini
selamlamaları’ betimi, Eros’un platonik özelliğini gözler önüne sermektedir.
Sevgililer birbirlerinden ayrıdırlar ve kavuşamamaktadırlar. Dolayısıyla,
bu sevgililer birbirlerini uzaktan uzağa sever dururlar.
Görüldüğü üzere, Polonya şiirinde aydınlanma döneminde, sentimental
akımın etkisinin gözlendiği döneme dek Eros, bir eğlence unsuru iken,
sentimental akımla birlikte duygu dozu yüksek, platonik, melankolik bir hal
alır.
Polonya’da
romantizm dönemine gelindiğinde, 18. yüzyılın sonunda (1795’de) üçüncü ve son
kez bölünerek (Avusturya-Prusya-Rusya arasında), Avrupa haritasından silinip
sonraki 123 yıl boyunca esaret altında yaşayacak olan bir Polonya vardır
karşımızda. Dolayısıyla, tüm Avrupa’da özgürlük için verilen savaşlar, Polonya
için de geçerlidir bu dönemde.
Bir özgürlük savaşının verildiği bu şartlar altında, sanatta da Avrupa
romantizmi için geçerli olan durum, Polonya romantizmi için de geçerli olmuş ve
Polonyalı sanatçılar, ulusal değerlerin önem kazanmış olması nedeniyle, Yunan
mitleri yerine, ulusal söylencelerden ve Hristiyan mucizelerden yararlanma
yoluna gitmişlerdir.
Ancak, eski çağ mitolojisinin Eros ve Thanatos’u, düş ve duygu dünyasını
temel alan romantizmde de var olmuştur.
Bu dönemde, Eros’un çok güçlü, coşkun ve geniş bir anlamla ortaya
çıkışına tanık oluruz. Öyle ki, Eros varoluşun temel ilkesi, yaşamın tüm
alanlarını saran ilk ve temel güçtür.
Yukarıda sözü edilen politik şartlar nedeni ile, esir alınmış bir ulusun
sanatçıları, Eros kavramını ilk planda vatan sevgisi kavramı ile eş tutmuşlar
ve bu kavramı vatan aşkına yönlendirmişlerdir. Bu Eros kavramı, Polonyalı
romantikler için zorunlu bir yönelim olmuştur bir anlamda. “Bağımsızlık
savaşı veren bir halk için, vatan aşkı kuşkusuz tüm aşkların üzerindedir.” [32]
Bu noktada, Polonya edebiyatının en büyük romantiği olan Adam
Mickiewicz’in bir dörtlüğünü anmak yerinde
olacaktır.
Litwo! Ojczyzno moja ! Ty jesteś jak
zdrowie.
Ile cię trzeba cenić, ten tylko się dowie,
Kto cię stracił.
Dziś piękność twą w całej ozdobie,
Widzę i opisuję, bo tęsknię po tobie.[33]
Lıtvanya! [34] Vatanım! Sağlık
gibisin.
Ne değerli olduğunu ancak senin,
Seni yitiren bilir.
Bu gün süsler içindeki tüm güzelliğin,
Görürüm ve yazarım, çünkü içimde derin
hasretin.
Romantizmde fiziksel değil, duygusal ve entelektüel açıdan güçlü bir
kavram olan Eros’un Polonya romantizminde ortaya çıkan bir başka anlamı ise,
bir kadına duyulan aşktır. Ancak, bu aşk yaşamda sadece bir kez yaşanabilecek
olan çok güçlü bir aşktır. Romantizmin bu Eros kavramı, fiziksel değil,
platonik bir niteliğe sahiptir.
Söz konusu olan, ulaşılamaz, yeri doldurulamaz, yüce ve ideal bir aşktır.
Polonyalı en büyük romantik Adam Mickiewicz’in ve ikinci büyük romantik
Juliusz Słowacki’nin yapıtlarında göze çarpan böylesi bir Eros, her iki şairin
de ilk gençlik yıllarında yaşadıkları ve mutsuz sonla biten karşılıksız aşk
deneyiminin sanatlarına yansımış halidir. Bu iki büyük romantik, yaşadıkları bu
aşk deneyimindeki duygularına, şiirlerinde yaşamları boyunca dönüp
durmuşlardır.
Bu noktada, bu iki romantiğin, bu aşkı dile getiren şiirlerinden örnek
vermek yerinde olacaktır. Aşağıdaki dörtlük, Mickiewicz’in gençlik yıllarındaki
ilk ve yaşamı boyunca tek aşkı olmuş olan Maryla’ya seslendiği bir şiirinden
alınmıştır.
DO M
Precz z moich oczu !... posłucham od razu,
Precz z mego serca !... i serce posłucha,
Precz z mej pamięci!... nie ... tego rozkazu
Moja i twoja pamięć nie posłucha. [35]
Çekil, git gözlerimin önünden!.. ikiletmem, dinlerim,
Çekil, git yüreğimden ! ... ve dinler seni yüreğim, Çekil, git
belleğimden ! ... hayır ... bu emrini Ne senin belleğin dinler, ne de benim.
Mickiewicz’in büyük aşkına rağmen, bir başkası ile evlendirilen Maryla,
Mickiewicz’in yaşamı boyunca yazdığı şiirlerinde yerini korumuştur. Mickiewicz
mutsuz sonla biten bu aşkı yüreğinden, Maryla’yı da belleğinden bir türlü
atamaz hiçbir zaman.
Şair, bu şiiri ile, ayrılmak zorunda kalmış olsalar da, kendisinin
Maryla’nın, Maryla’nın da kendisinin belleğinden, anılarından asla
silinmeyeceğini haykırır.
Maryla, şairi yüreğinden söküp atsa da, belleğinde küçücük de olsa daima
bir yeri olacaktır Mickiewicz’in.
Yukarıdaki iki şiirinde de görüldüğü üzere, Mickiewicz için Eros son
derece güçlü bir kavramdır. Gerek vatan aşkında, gerekse Maryla’ya olan aşkında,
Eros’un böylesine güçlü ve coşkun bir kavram olarak ortaya çıkması,
Mickiewicz’in sanatını çağlar üstü niteliğe taşıyan en önemli etkendir,
kuşkusuz.
Polonya edebiyatının ikinci büyük romantiği Juliusz Słowacki de gençlik
yıllarındaki ilk ve yaşamı boyunca tek olmuş olan aşkına şiirlerinde geri
döner. Öyle ki, büyük yapıtı “Kordian” da, Laura karakteri ile, aşık olduğu
kendinden büyük kadını yansıtır okuyucuya. Aşağıda bir bölümünü alıntıladığımız
bir diğer yapıtı “Beniowski ”de de bu aşka döndüğü gözlenir.
Kłębami dymu niechaj się otoczę, Niech o
młodości pomarzę półsenny, Czuję jak pachną kochanki warkocze, Widzę jaki ma w
oczach blask promienny, Na próżno serce truciznami poim
Kochanko pierwszych dni; znów jestem
twoim. [36]
Sarsın beni duman dalgaları
Gençliği hayal edeyim yarı uykulu,
Hissedeyim, sevgilinin saç örgüsü nasıl kokardı Göreyim, gözleri nasıl
ışıldardı nurlu nurlu Yüreğime zehirleri nafile dökerim
İlk günlerimin sevgilisi; ben yine seninim.
Bu
parçadan da anlaşıldığı üzere, Słowacki, kendisine hala acı veren bu aşkını
unutmaya çalışır. Ancak, şair, sevgiliyi ne kadar unutmaya çalışsa da, gençlik
günlerinin hayali, geçmişte bıraktığı sevgilisinin hayali ile örtüşür.
Sevgilinin nurla ışıldayan gözleri, saç örgüsünün kokusu, Słowacki’ye bu derin
aşkı anımsatır ve şair bu aşktan asla vazgeçemeyeceğini, bir anlamda kendisine
itiraf eder. “Yüreğime zehirleri nafile dökerim / ilk günlerimin sevgilisi;
ben yine seninim.” dizeleri, bu itirafı belgeler niteliktedirler.
Polonya edebiyatında son büyük romantik olarak bilinen Cyprian Kamil
Norwid ise, ikinci kuşak romantiklerdendir.
Eros kavramının, öncelikle Norwid’in sanat anlayışında kendisini
gösterdiğine tanık oluruz. 1850 yılında yazdığı ve sanat anlayışını açıkladığı
“Promethidon” adlı destansı şiirinde, ‘büyük bir sanat eserinin aşka eşlik
edeceği’ görüşünü dile getirir Norwid. Şaire göre, “güzel, aşkın biçimidir.” [37]
Norwid’in sanat anlayışındaki bu Eros kavramından başka, ikinci bir Eros
kavramı da, kendisinden önceki diğer büyük romantikler olan Mickiewicz ve
Słowacki’de gözlenen, bir kadına duyulan aşk konumundaki Eros kavramıdır.
Ancak, Norwid, Mickiewicz ve Słowacki’nin
aksine, yaşamına iki büyük aşk sığdırmıştır. İlk büyük aşkı, Maria
Kelergis’tir. Tüm sanat yaşamı boyunca az sayıda yazmış olduğu aşk şiirlerinin
bir kaçı, Maria Kalergis için kaleme aldıklarıdır. Bu şiirlerden en ünlüsü,
“Jak” (Nasıl) adlı yapıtıdır.
JAK...
Jak - gdy kto ciśnie w oczy człowiekowi
Garścią fijołków i nic mu nie powie...
Jak - gdy akacją z wolna zakołysze, By
woń, podobna jutrzennemu ranu, Z kwiaty białymi na białe klawisze Otworzonego
padła fortepianu...
Jak - gdy osobie stającej na ganku Daleki
księżyc wpląta się we włosy, Na pałającym układając wianku Czoło - lub w
srebrne ubiera je kłosy...
Jak - z nią rozmowa, gdy nic nie znacząca,
Bywa podobną do jaskółek lotu, Który ma cel swój, acz o wszystko trąca,
Przyjście letniego prorokując grzmotu,
Nim błyskawica uprzedziła tętno - Tak...
... lecz nie rzeknę nic - bo mi jest
smętno. [38]
Nasıl - hani bir kimse diğerinin gözüne atar
ya Bir avuç menekşe ve ona hiçbir şey söylemez ya.
Nasıl - ağır ağır salınırken akasya
Bir şafak vaktini andıran kokusu onun
Beyaz çiçeklerinden gelen hani, beyaz
tuşlarına
Düşüverir ya bir açık piyanonun
Nasıl - verandada duran birine ulaşıp
Uzak ay ışığı, onun saçlarına dolanır ya Ve
ışıldayan bir taç yapıp
Alnına - ya da gümüşi başaklarla o alnı
süsler ya
Nasıl - anlamsız olur ya onunla konuşma
Fırtınadan kaçan kırlangıçların uçuşuna
benzeyen hani Bir amacı olan o sarsak ve aylak uçuş dönenir ya Kışkırtıp bir
yaz gök gürlemesinin gelişini
Hızlandırır ya
nabzı şimşek o gök gürlemesinden sonra İşte aynen böyle hissettiğimi söylemek
isterdim ona lakin söylemeyeceğim hiçbir
şey - kederliyim zira
Bu şiir, Maria Kalergis için hissettiği duygularını yansıttığı bir
yapıttır. Şairin, sevdiği kadın yanına geldiğinde duyduğu büyük heyecanı,
kadının kokusu, endamı ve tavırları karşısındaki büyülenişini, ‘nasıl’ sorusuna
cevap olarak, dolaylı yoldan betimlediği gözlenir.
Şiirde, Norwid’in duygu ve heyecan dozu her dörtlükte biraz daha
artmaktadır. İkinci dörtlükte, sevdiği kadının ellerinin kokusunu dışarıdan
gelen akasya ağacı çiçeklerinin kokusu ile özdeşleştirerek yansıtır. Şiirin son
iki dizesinde, sevdiği kadına olan duygularının gücünü bir doğa olayı olan
şimşek ve gök gürültüsü ile özdeşleştirir ve böylesi güçlü duygularını hiçbir zaman
sevdiği kadına söyleyemeyeceğini, bu duygularını yüreğine gömeceğini dile
getirir.
Görüldüğü üzere, bu şiirde var olan Eros, Mickiewicz ve Słowacki’ dekinin
aksine, negatif ve şairi tüketen bir Eros’tur. Mickiewicz ve Słowacki büyük
aşklarını dizeleri yoluyla sevgililerine haykırırken, Norwid dizelerinde büyük
aşkını kalbine gömeceğini, güçlü duygularını sevgiliye bildirmeyeceğini
fısıldar adeta. Bu bağlamda, Norwid’in aşkı daha ürkek ve daha kırılgan bir
niteliğe sahiptir. Bunun nedenini şairin yaşam öyküsünde buluruz.
Norwid, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına karşın,
yaşamı boyunca açlık ve sefalet içinde yaşamış ve bu nedenle de toplumla düzgün
ilişkiler kuramamıştır. Bu durum, onu kaçınılmaz bir yalnızlığa itmiş ve şair
tüm yaşamı boyunca yalnız kalmıştır. Norwid, bu yalnızlık duygusunu, adeta
şiirlerinin biçimine bile taşımıştır. Şairin şiirleri genellikle iç monolog
biçiminde kaleme alınmıştır.[39]
Tıpkı, yalnız bir insanın kendi kendine konuşması gibi.
İşte bu yaşam öyküsel nedenden ötürü, Norwid’in birey olarak içinde
bulunduğu zor koşullar ve yalnızlık, onun belki de insanlara karşı olan
güvenini sarsmış, kendine olan güvenini zedelemiş ya da yok etmiş ve böylelikle
de insanlara karşı olan tutumunda, dizelerinde, hatta aşkında bile ürkek bir
insan olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Yaşamının ikinci büyük aşkı olan Maria Wodzyńska için “Daj mi wstążkę
błękitną... ” (Mavi kurdeleni ver bana) adlı şiirini yazmıştır.
Daj mi wstążkę
błękitną - oddam ci ją
Bez opóźnienia...
Albo daj mi cień twój z giętką twą szyją :
- Nie! Nie chce cienia.
Cień zmieni się, gdy ku mnie skiniesz ręką, Bo on nie kłamie!
Nic od ciebie nie chcę, śliczna panienko,
Usuwam ramię...
Bywałem ja od Boga nagrodzonym
Rzeczą mniej wielką :
Spadłym listkiem, do szyby przyklejonym,
Deszczu kropelką. [40]
Sadece mavi kurdeleni ver bana - geri vereceğim onu
sana Gecikmeden...
Ya da narin boynunun gölgesini ver bana:
- Hayır! Gölgeni istemem!
Gölgen de değişir bana el salladığında
O yalan söylemez çünkü !
Güzel kız, senden hiçbir şey istemem asla
Çekerim senden kolumu
Ödüllendirmiş zaten Tanrı beni
Daha küçük bir varlıkla:
Düşen bir yaprakçıkla, cama yapışan hani, Ve bir yağmur damlacığıyla.
Bu şiirinde, kederli bir şaka tarzındaki Eros kavramı göze çarpar. Şiir
ortaçağdaki bir gelenek çerçevesinde yazılmıştır. 18. yüzyılda tekrar ortaya
çıkan söz konusu geleneğe göre, bir kadın sevdiği adama duygularının simgesi
olan bir mavi kurdele verir.
Norwid kısa bir süre için sevgiliden mavi kurdelesini, bir başka deyişle
aşkını ister. “geri vereceğim onu sana / Gecikmeden...” dizeleri, bu
aşkı kısa bir süre için istediğini vurgulamaktadır. Bu noktada, yukarıda sözünü
ettiğimiz yaşam öyküsel nedenden dolayı, şairin genel anlamda insanlara, dar
anlamda da sevgiliye ve onun duygularına güvenmediğini algıladığımızı söylemek,
yanlış olmasa gerek.
Şiirin ikinci dörtlüğü, bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Şairde
sevgili tarafından aldatılmak korkusu vardır. Norwid, sevgilinin, kendisinin
duyguları ile oynamasından çekinmektedir ve kendisini ve duygularını bu duruma
karşı korumak ister. “Senden başka bir şey istemem asla / Çekerim senden
kolumu” dizeleri, şairin bu isteğini vurgular niteliktedirler. Bu
doğrultuda da, şiirin son dörtlüğünde, şairin kendisini avutmasına tanık
oluruz. Eğer sevgili, şaire aşkını vererek, onu bir anlamda ödüllendirmezse ya
da onun duyguları ile oynarsa, Norwid Tanrının kendisine verdiği ödüle (doğaya)
sığınacak ve bu ödülle avunacaktır.
Örneklediğimiz şiirlerinin ışığında, Norwid’deki Eros kavramının olumsuz,
kederli, şairi tüketen, kırılgan ve ürkek olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Şair
aşık olmaktan, dahası sevgiliye bağlanmaktan korkmaktadır adeta.
Polonya romantizmindeki Thanatos kavramının ise, Avrupa’daki romantizmden
farklı olarak, ‘vatan uğruna ölmek’ şeklinde ortaya çıktığına tanık oluruz.
Avrupa romantizminde, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı ünlü
yapıtının karakteristik bir örneğini oluşturduğu, bir kadına duyulan aşk uğruna
ölüm kavramı, Polonya romantizminde vatan uğruna ölmek kavramına dönüşmüştür.
Polonya’nın, romantizm döneminde bir bağımsızlık savaşı verdiği göz önünde
tutulursa, aşk uğruna ölüm kavramının, vatan uğruna ölüm kavramına dönüşmesi
çok daha anlaşılır bir hale gelmektedir.
Mickiewicz’in ünlü yapıtı “Konrad Wallenrod”da, yapıtın baş kahramanı
Konrad, Töton şövalyeleriyle giriştiği savaşta vatanı uğruna ölür.
Yine Mickiewicz, “Dziady” (Atalar) adlı ünlü yapıtında, aşık olduğu
kadına ulaşamayan baş kahraman Gustaw’ı, zayıf bir aşıktan vatanı için savaşan
bir kahramana dönüştürür. Słowacki’nin “Kordian” adlı yapıtında da aynı
yaklaşım gözlenir. Yapıtın baş kahramanı Kordian, aşık olduğu kendisinden büyük
genç kıza ulaşamaz ve Werther’in çektiği acıları çeker. Ancak, intihar etmek
yerine, vatanı için savaşan bir kahraman olma yolunda bir değişim geçirir. [41]
Bu iki büyük eserin baş kahramanları, aşk uğruna ölmek yerine, vatan
uğruna ölümü göze alırlar ve birer kahraman olurlar. Dolayısıyla, Polonya
romantizminin, aşk uğruna ölüm kavramını reddettiğini ve vatan uğruna ölüm
kavramını yücelttiğini gözlemleriz.
Görüldüğü üzere, romantizmdeki Eros kavramı çok renklidir. Bu dönemde
Eros, vatana duyulan büyük ve derin aşktan, bir kadına duyulan yüce ve platonik
aşka, daha çok trajik ve acılı bir aşktan, ender olarak eğlenceli ve mutluluk
verici bir aşka doğru yönelim gösterir.
Romantizmdeki Thanatos kavramı ise, ‘yalnızca vatan uğruna ölünür ve
vatan uğruna ölmek, aşk uğruna ölmekten çok daha yücedir’ düşüncesi ile kimlik
bulmaktadır. Bağımsızlığı için savaş veren bir ulusun sanatçılarının, Eros
kavramını ilk planda vatan aşkına yönlendirmeleri ne kadar anlaşılır bir durum
ise, Thanatos kavramını da aşk uğruna ölüm kavramından vatan uğruna ölüm
kavramına yönlendirmeleri de bir o kadar anlaşılır bir durumdur, kuşkusuz.
Polonya’da 1863’de başlayıp 1890’lara dek süren pozitivizm dönemine gelindiğinde,
1795’de üçüncü ve son kez bölünerek, haritalardan silinmiş olan Polonya’nın,
romantizm dönemi boyunca özgürlük yolunda verdiği savaşlarda başarısız olduğu
ortaya çıkmıştır artık. Bu başarısızlık, 1863 Ocak Ayaklanması yenilgisiyle de
belgelenmiş oluyordu.
Romantizm döneminde var olan bağımsızlık ülküsü pozitivizm döneminde de
vardı kuşkusuz. Ancak, pozitivist dönemde öngörülen bağımsızlığa ulaşma yolu,
romantik dönemde öngörülen yoldan farklıdır. Romantik dönemde bağımsızlığa
giden yol topyekün silahlı mücadeleden geçerken, pozitivist dönemde, öncelikle
ulusun eğitilip bilinçlendirilmesi ve ancak bu şekilde bir başarı
kazanılabileceği inancı gündeme gelmiştir. Çünkü, “1830 ve 1863 yıllarında
yaşanan başarısızlıklar romantik düşlerin yıkılmasına neden olmuştu.” [42]
Romantik hayallerin artık yıkılmış olması, romantizmde en büyük öneme
sahip edebi tür olan şiirin de, görevini başarısızlıkla tamamladığı görüşünün
ortaya çıkmasına neden olmuş ve şiir pozitivist dönemde önemsenmez, hatta
küçümsenir olmuştur. Bu nedenledir ki, Polonyalı yazarlar pozitivist edebiyatta
şiirden çok, öykü ve özellikle de roman alanında etkinlik göstermişlerdir.
Ancak, yukarıda sözü edilen duruma karşın, az sayıda da olsa, şiir yazan
sanatçılar da vardı, kuşkusuz. Bu dönemde bir şairin - Adam Asnyk’ın ön plana
çıktığı gözlenir.
Romantik ideolojiye güçlü ve negatif bir tepki olan pozitivizmde ön plana
çıkan bu şairin yapıtlarında, toplumsal konuların yanı sıra, Eros kavramı da ortaya
çıkar. Ancak, bu yapıtlardaki Eros, romantizmdekinden farklıdır. Romantizmde
öncelikle vatan aşkı, ikinci olarak da bir kadına duyulan aşkla bağdaştırılan
Eros, bu şairin yapıtlarında sadece bir insana duyulan aşkla sınırlı kalmıştır.
Ancak, bu Eros kavramı da romantizmin yüce, tanrısal, platonik ve çılgın
Eros kavramından farklıdır. Bu farklılık, Eros kavramına karşı takınılan
olumsuz tutumdan kaynaklanmaktadır. Bu olumsuz tutumu iki temel nedene
dayandırmak mümkün. İlki, pozitivist dönem şairinin, romantizmdeki aşkın insana
acı ve mutsuzluktan başka bir şey vermediğini görmüş ve bu nedenle de aşkı
bilinçli olarak itmiş olmasıdır. İkinci ve asıl önemli neden ise, dönem ruhuna
paralel olarak, dönem sanatçısının aşka gücü ve zamanı olmamasıdır. Bu dönemde
sanatçılar, tüm enerjilerini toplumu eğitip bilinçlendirebilecekleri konular
üzerinde harcamışlardır. Aşk bu dönemde insanın ve toplumun gelişmesine bir
engeldir. Kaderin bir armağanı değil, bir talihsizliktir.
Pozitivizm döneminin en önemli şairi kabul edilen Adam Asnyk’da Eros
kavramının ilk olarak, şairin, dönemin ruhunun aşkı itmesine karşı serzenişinde
ortaya çıkışına tanık oluruz. Zaman artık aşk değil, çalışma zamanıdır. Ulusun
kurtuluşu çalışmaktan geçecektir. Asnyk’ın bu konudaki serzenişi aşağıdaki
dizelerinde ortaya çıkar.
Aşksız bir çağın çocuklarıyız biz, Düşsüz,
büyüsüz, hayalsiz [43]
Asnyk’ın Eros kavramını kullandığı aşk şiirlerinde, dokunulmaz, ulaşılmaz
sevgiliye duyulan kırılgan bir aşk göze çarpar.[44] Şairin aşkı,
kendisinden önce yaşamış romantiklerin aşk karşısındaki akıbetleri sonucunda
gelişen aşık olma korkusunun neden olduğu bir kırılganlığa sahiptir. Aşağıdaki
şiirinde bu korkunun vurgulanışına tanık oluruz.
Gdybym byl młodszy, dziewczyno, Gdybym byl młodszy!
Piłbym, ach, wtenczas nie wino, Lecz spojrzen twoich najsłodszy
Nektar, dziewczyno! [45]
Daha genç olsaydım, ey genç kadın Daha genç
olsaydım!
Ah, şarap değil o zaman
Bakışlarından tadardım
En tatlı nektarı, genç kadın!
Asnyk’ın, duyduğu bu korku nedeni ile, Eros’a karşı tutumunda negatif
olduğu gözlenir. Şair, aşkı iter; aşık olmayı denemez bile.
Polonya şiirinin pozitivist döneminde, Asnyk’ın şiirlerinde ortaya çıkan
bu Eros kavramı, bir sonraki dönem olan modernizmde, ya da Polonya
edebiyatındaki adıyla, Genç Polonya (Młoda Polska) da bambaşka, o döneme dek
hiç işlenmemiş bir biçimde karşımıza çıkacaktır.
Polonya edebiyatında 1890 - 1918 yılları arasında yaşanmış olan Genç
Polonya döneminde, toplumu güçlendirip bilinçlendirme amacında olan ve bu
nedenle de toplumsal sorunlara yönelen pozitivist ideolojinin de başarısızlıkla
sonuçlandığı ortaya çıkmıştır. Polonya hala Avrupa haritasında yer alamamıştır.
“ Ne, Polonya ulusu için edebiyat akımı olmanın çok ötesinde bir
anlamı olan romantizm, ne de toplumu canlı bir organizma olarak gören ve
çalışmanın en büyük kurtarıcı olduğunu düşünen pozitivizm, Polonya’yı
özgürlüğüne kavuşturmak için gereken çözümü bulamamıştı. ” [46]
Böylesi bir atmosfer içindeki Polonyalı sanatçılar, Avrupa’dan esen
modernizm rüzgarlarının da karakterine uygun olarak, karamsar ve umutsuz
yapıtlar vermeye başlamışlardır. Aynı zamanda romantizmin mirasçıları olan bu
sanatçılar, pozitivist dönemdeki rasyonalizmi (akılcılık), ampirizmi
(deneycilik) ve materyalizmi (maddecilik) bir kenara itip toplumsal sorunları
göz ardı etmişler, modernizm dönemi içinde varlık göstermiş olan dekadentizm
(çöküşçülük) ile bağlantılı olarak da, varoluş zorluklarından kaçış yolu
gördükleri metafiziğe ve içgüdülere, yönelmişlerdir.[47]
Pozitivist dönemde bir kenara itilmiş, hatta küçümsenmiş, Genç Polonya
döneminde ise olanca hızıyla yol almış olan şiirde, Eros ve Thanatos
kavramlarının, işte bu içgüdüsel ve metafiziksel konular çerçevesinde ortaya
çıkışına tanık oluruz.
Bu döneme dek duygusal düzeyde kalmış olan Eros kavramı, Genç Polonya
dönemiyle birlikte Polonya şiirinde ilk kez fiziksel, seksüel Eros kavramı
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, Genç Polonya dönemi, Eros
kavramı için bir dönüm noktası niteliğindedir.
Dönemin ünlü kuramcısı Stanisław Przybyszewski, aşkın seksüel bir içgüdü
meselesi olduğu gerçeğini ortaya atarak, bu Eros kavramının kuramsal temelini
oluşturmuştur. Ünlü kuramcıya göre, bu içgüdü çok güçlüdür ve sadece insan
doğasına değil, tüm doğaya hakimdir. Eros her yerdedir, şeytanidir ve daima zafer
kazanır.[48]
Edebiyatı güçlü bir biçimde erotizm ile yoğuran Przybyszewski’nin
kuramsal temelini oluşturduğu bu Eros kavramını benimseyen dönem şairleri,
romantizmdeki
Eros kavramını çok cesur ve radikal bir
biçimde alaşağı etmişler ve seksüel
Eros kavramını yüceltmişlerdir.
Genç Polonya dönemindeki seksüel Eros kavramının, ilk olarak Kazimierz
Przerwa Tetmajer’in erotik şiirleriyle ortaya çıktığı gözlenir. Tetmajer’in,
1891’de yayımlanan ve platonik Eros kavramını radikal biçimde alaşağı eden ilk
şiir kitabı “Poezje” (Şiirler) de yer alan “Lubię, kiedy kobieta...” (Hoşuma
gidiyor, kadın...) başlıklı şiiri, Polonya şiirindeki Eros kavramı için bir
devrim niteliğinde olup büyük bir tartışmaya yol açmıştır. Bu noktada, seksüel
aşkın anatomik bir betimi niteliğinde olan söz konusu erotik şiire yer vermek
uygun olacaktır.
LUBIĘ, KIEDY
KOBIETA
Lubię, kiedy kobieta omdlewa w objęciu,
Kiedy w lubieżnym zwisa przez ramię
przegięciu,
Gdy jej oczy zachodzą mgłą, twarz cała
blednie i wargi się wilgotne rozchylą bezwiednie.
Lubię, kiedy ją rozkosz i żądza oniemi,
Gdy wpija się w ramiona palcami drżącemi,
Gdy
krótkim, urywanym oddycha oddechem i oddaje się cała z mdlejącym uśmiechem.
I lubię ten wstyd, co się kobiecie
zabrania
Przyznać, że czuje rozkosz, że moc
pożądania Zwalcza ją, a sycenie żądzy oszalenia, Gdy szuka ust, a lęka się słów
i spojrzenia.
Lubię to - i tę chwilę lubię, gdy koło
mnie Wyczerpana, zmęczona leży nieprzytomnie, A myśl moja już od niej wybiega
skrzydlata W nieskończone przestrzenie nieziemskiego świata. [49]
HOŞUMA
GİDİYOR, KADIN
Hoşuma gidiyor, kadın kendinden geçtiğinde
ben onu sardığımda, Şehvetli bir kıvranmayla bedenini geriye attığında,
Puslandığında gözleri, solduğunda bütün suratı
Ve şuursuzca aralandığında nemli dudakları.
Hoşuma gidiyor, dili tutulduğunda zevkle ve
ihtirasla Tırmaladığında omuzlarımı titreyen parmaklarıyla, Soluduğunda kısa ve
kesik kesik bir nefesle,
Ve bütünüyle verdiğinde kendisini bana baygın
bir gülümsemeyle
Ve hoşuma gidiyor bu utanç, hani yasaklanmış
olan kadına
İtiraf etmesi zevki ve arzunun gücünü
hissettiğini ya
Ve bu güç hükmediyor ona, aldığı derin zevk
çeviriyor onu çılgına Aradığında öpücüklerimi, korktuğunda sözcüklerimden ve
bakışlarımdan ama
Hoşuma gidiyor bu - ve bu andan hoşlanıyorum,
hani yanı başımda Yorgun ve tükenmiş, kendinden geçmişçesine uzandığında, Ama
ondan uzaklaştığında benim kanatlı fikrim
Uçtuğunda bir başka ebedi boyutuna bu
aleminin
Tetmajer’in bu erotik şiiri, o döneme dek biri Polonya edebiyatında,
diğeri de Polonya kültüründe var olan iki büyük tabuyu yıkmıştır. Polonya
edebiyatındaki tabu, seksüel bir sahne betimidir. Kültürdeki tabu ise,
Polonya’daki Katolik kültürün baskısı altında geleneksel olarak oluşmuş olan,
‘kadının orgazmı yoktur’ tabusudur. Tetmajer bu erotiği ile, kadının da seksüel
arzulara sahip olduğu gerçeğini ilk kez haykırmaktadır.
Şiirin ilk dörtlüğünde, bir çiftin seksüel yakınlaşması ile karşılaşır
okuyucu. İkinci dörtlükte, seksüel ilişki sırasında kadının orgazmının
betimlendiği gözlenir. Üçüncü dörtlükte ise şairin, partnerinin orgazma ulaşmış
olmasından dolayı duyduğu utancını vurguladığına tanık oluruz. Öyle ki şairin
partneri, şairin, kendisini yargılayıcı olabilecek bir bakışından ya da
sözcüğünden bile korkmaktadır.
Son dörtlükte, Tetmajer için asıl önemli olan anla karşılaşır okuyucu.
Tetmajer’in metafizik düşüncesinin açığa çıktığı son iki dizede şair, tüm bu
seksüel yakınlaşma içerisinde kendisine asıl zevki tattıran anı, kendisini o
maddi ortamdan, kendisinin ve partnerinin bedeninden soyutlayarak, metafizik
boyuta geçme anı olarak vurgular. Tetmajer, tam o anda yaşama ilişkin somut
olan her şeyden uzaklaşır, şiirin ve felsefenin var olduğu başka bir aleme
kanatlanır.
Tetmajer’in bu erotik şiirinde, seksüel Eros’un, maddesel, somut
dünyadan, bu dünyanın çirkinliklerinden bir kaçış olarak ortaya çıkışına tanık
oluruz.
Tetmajer’in bir başka erotik şiirinde, şairin metafizik düşüncesinin çok
daha güçlü bir biçimde ortaya çıktığını ve Eros ve Thanatos kavramlarının
birlikte yer aldığını gözlemleriz.
JA, KIEDY USTA....
Ja, kiedy usta ku twym ustom chylę,
Nie samych zmysłów szukam upojenia, Ja
chcę, by myśl ma omdlała na chwilę, Chcę czuć najwyższą rozkosz - zapomnienia...
Namiętny uścisk zmysły moje studził -
Czemu ty patrzysz z twarzą tak wylękła?
Mnie tylko żal jest, żem się już obudził i
że mi serce przed chwilą nie pękło.
Błogosławiona śmierć, gdy się posiada,
Czego się pragnie nad wszystko goręcej, Nim twarz przesytu pojawi się blada,
Nim się zażąda i znowu, i więcej...[50]
BEN,
DUDAKLARIMI
Ben, dudaklarımı senin dudaklarına
çevirdiğimde,
Sadece bir kendinden geçiş hissini
aramıyorum,
Ben isterim ki, bu kısacık anda uyusun
bendeki her düşünce
Bir unutuşun en büyük hazzını duymak istiyorum.
Soğudu hislerim tutkulu bir kucaklamadan
Neye bakıyorsun sen böylesi korkmuş bir
yüzle ?
Bir tek şeye acıyorum sadece, uyandım
artık o güzel rüyadan
Ve çatlamadı yüreğim o kısa an içinde
Kutsanmıştır ölüm, sahip olduğunda
En çok arzuladığın şeye diğerlerinden
Usancın solmuş yüzü çıkar ortaya tam o anda
Başka şeyler arzulanır daha fazla ve yeniden.
Şiirin ilk dörtlüğünde, şairin seksüel yakınlaşma anındaki beklentisi ortaya
çıkmaktadır. Şair, sadece seksüel bir hazzın peşinde değildir. O anda tüm
düşüncelerinden sıyrılmak, uzaklaşmak ve maddi dünyaya ilişkin olan her şeyi
unutmak ister.
İkinci dörtlükte, şairin, kendisi için muhteşem olan o unutuş anının
bitmiş, geçip gitmiş olmasından dolayı duyduğu acı gözler önündedir. Öyle ki
şair, geçip giden o andan sonra gerçek, somut dünyaya, düşüncelerine geri
dönmektense, o mutlu unutuş anında ölmeyi yeğler. “Ve çatlamadı yüreğim o
kısa an içinde” dizesi, bu anlamda önem kazanır.
Şiirin son dörtlüğünde, Tetmajer’in sanatı üzerinde büyük etki yapmış
olan ünlü Alman düşünür Schopenhauer’ın felsefesi yatar. Ünlü düşünüre göre,
bireyin isteğinin doyuma ulaşması bireye mutluluk getirir, ancak bu mutluluğa
ulaşmak olanaksızdır. Çünkü, bireyin iradesi sürekli hareket halindedir ve
amaçlarına ulaştıkça yeni amaçlar edinir. Aksi halde, yaşama iradesini yitirir.
Dolayısıyla, mutluluk ulaşılmaz bir amaç haline gelir.[51]
Şaire göre, her şeyden daha çok arzuladığı bir şeyi elde ettikten sonra,
elde ettiği şey değerini yitirmekte, kendisinde bir usanma duygusu yaratmakta
ve bir başka arzu onun yerini almaktadır. Şair, bu usanma duygusunu bir kısır
döngü şeklinde tekrar tekrar yaşamaktansa, o çok arzu ettiği şeyi elde ettiği
anda ölmeyi yeğlemektedir. İşte bu anda, ölüm korkulan bir kavram olmaktan
çıkar ve kutsallaşır şairin gözünde.
Dolayısıyla, Tetmajer’in bu erotik şiirinde Eros - Thanatos birlikteliği
söz konusudur. Seksüel Eros, şairin maddi dünyanın kötülüklerinden,
çirkinliklerinden, tüm düşüncelerinden kaçarak sığındığı bir limandır adeta.
Thanatos ise aynı şeylerin, aynı duyguların tekrar tekrar yaşanacak olmasından
duyduğu korku nedeniyle baş vurduğu, yöneldiği ve arzu ettiği bir son, bir
kurtarıcı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Genç Polonya döneminin Polonya edebiyatı açısından bir diğer önemi de,
kadın sanatçıların ilk kez bu dönemde edebiyat sahnesine çıkmış olmalarıdır. Bu
dönem, kadının toplumsal ve özellikle de duygusal alanda bilinçlenmeye
başladığı bir dönemdir.
Yüzyılı aşkın bir işgal ve esaret döneminde, özellikle genç yaştaki
Polonyalı erkeklerin, bir başka deyişle aile reislerinin büyük bölümünün
savaşlarda ve ayaklanmalarda ölmüş olması ve dolayısıyla o döneme dek ev işleri
ve çocuk bakımı ile uğraşarak, edilgen durumda kalmış Polonyalı kadınların,
yuvalarını ayakta tutmak adına verdikleri yaşam mücadelesi için hayata
atılmaları ve böylelikle de toplumda etken konuma gelmeleri, bu bilinçlenmede
önemli bir rol oynamıştır.
Toplumda giderek daha etken bir konuma gelen Polonyalı kadının sesi,
kuşkusuz ki edebiyatta da yerini almış ve ilk kez bu dönemde kadın şairlerin
sesleri duyulmaya başlanmış, onlar da duygusal ve toplumsal düzeydeki
sorunlarını, kadın dili ve duyarlılığı ile edebiyat sahnesinde dile
getirmişlerdir.
Dönemin kadın şairlerinin Eros kavramını ele alış biçimleri, Tetmajer
kadar radikal olmamakla birlikte, farklılıklar gösterir. Bu şairlerin bir
kısmı, Eros’u bir doğa gücü, doğada bir uyum oluşturan güç olarak betimlerken,
diğer bir kısmı da Eros’u var oluş korkusundan kaçış olarak yansıtırlar. Bu
Eros da, şeytani ve karanlık olup insana sadece acı verir.
Eros’u bir doğa gücü olarak betimleyen kadın şairlerden biri Bronisława
Ostrowska’dır. Bu noktada, şairin bir şiirini örnek vermek yerinde olacaktır.
KASZTANACH SREBRNE PĄKI....
Na kasztanach srebrne pąki,
Na wierzbinie złota mgła-
Po co smutki i rozłąki ?
Po co ty ? - i po co ja ?
Roztopami płyną łąki-
Po cóż jadna więcej łza ?
Na kasztanach srebrne pąki,
Na wierzbinie złota mgła... [52]
KESTANE AĞAÇLARINDA GÜMÜŞİ
TOMURCUKLAR.
Kestane ağaçlarında gümüşi tomurcuklar
Altın renkli bir pus söğütlükte
Ne diye var olsun kederler ve ayrılıklar Sen
niye var olasın, ben niye ?
Salınıyor donun çözülmesiyle çayırlar
Fazladan dökülmüş bir göz yaşı niye ?
Kestane ağaçlarında gümüşi tomurcuklar Altın
renkli bir pus söğütlükte...
Ostrowska’nın bir doğa betimi yaptığı bu şiirinde gözlenen Eros, doğada
bir uyum yaratan ve doğadaki canlanmayı sağlayan bir güçtür. Baharın gelişiyle
doğada gözlenen kıpırdanışlar, birbiri ile uyumlu doğa manzaraları yaratırlar.
Eros’un doğada yarattığı bu uyum öylesine güzeldir ki, bu uyum içerisinde
acılara, ayrılıklara, göz yaşlarına yer yoktur. Şairin “sen niye var olasın,
ben niye ? ” ifadesi ile vurgulamak istediği düşünce, doğadaki bu uyum
karşısında insanlara bile gerek olmadığı yönündedir.
Eros’u var oluş korkusundan kaçış olarak betimleyen kadın şairlerden
birisi Kazimiera Zawistowska’dır. Şairin şiirlerinde yer alan Eros kavramı,
dönemin ruhuna uygun olarak, seksüel aşk duygularını da betimler niteliktedir.
Bu noktada, Zawistowska’nın şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.
ZNUŻENIE
Moja dusza jest łąką chaotycznych kwieci-
Czasem nęcą ją gwiazdy, czasem usta świeże, A czasem księżycowe ściele sobie
leże
I z niego w wir życiowych rzuca się
zamieci.
Moja dusza jest pieśnią lat długich
stuleci- Czasem rzewna jak święte prababek pacierze, Czasem myślą goniąca mord,
krew i grabieże, Jak rumak bezwędzidlny, rozhukany leci.
Tej duszy śnią się święte lub też
kurtyzany- Dym kadzideł skąpany w bakchicznej wonności-
I wówczas jej weselne śpiewają peany,
Że Rozkoszy potęgą świat powstał z
nicości... Lecz niebawem, pokutna, znowu w prochu leży
I z żalu na twarz padłszy - w Niebo jasne
wierzy.[53]
RUHUM
Ruhum karışık çiçekler çayırı ya -
Kimi zaman yıldızlar baştan çıkarır onu, kimi
zaman taze dudaklar
Bazen aydan yapılı yataklarda yatar
Oradan da atlar yaşam kargaşasına.
Hastalıklı çağın şarkıları bulaştırdılar hastalığı ruhuma Kimi zaman
rahip önündeki bir nene, hani ağlayan Ya da bazen kanlı katil ve yırtıcı hayvan
Gemsiz bir soylu at örneği koşar dört nala.
Bu ruhu düşünde görür hem kutsal kadınlar,
hem de metresler
Bakus’un şarap testisinde yıkanmış kutsal
tütsü dumanında
Apollon’a ilahiler söylerler.
Zevkin gücüyle kalkar hiçlikten dünya, Ama
hemen sonra günah çıkarmak ister Acı ile, inancın önünde yüz sürer. [54]
Zawistowska’nın, kadın ruhunun karmaşık yapısını betimlediği bu şiirinde,
kadının hem duygusal hem de seksüel duygularını vurgulayışına tanık oluruz.
Kadının duygu dünyası, duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşan bir bütündür.
Bu duygu dünyasını bütünleyen heyecanlara sahip ruh öylesine coşkundur ki,
azizeler kadar metresler de bu ruha imrenirler.
Şairin kadının seksüel duygularını vurguladığı bölümlerde, seksüel Eros
kavramının devreye girdiği gözlenir. İlk dörtlükte, ‘taze dudaklar’ la baştan
çıkma ve son üçlükteki, seksüel Eros kavramını en güçlü biçimde yansıtan
‘zevkin gücü ’ betimi, bu anlamda önemli bölümlerdir.
Son üçlüğün ilk dizesinde, şairin, kadının seksüel duygusunun gücünü
çarpıcı bir metaforla yansıtışına tanık oluruz. Zawistowska’ya göre, dünya bir
hiçlikler dünyasıdır ve bu hiçliklerden kurtulmanın tek yolu seksüel Eros’tur.
Bu anlamsız dünyada, sadece seksüel Eros bir anlam ifade eder. Bu noktada da
şairin, bir varoluş korkusu karşısında Eros’a sığındığı gözlenir.
Ancak, şairin son iki dizede kadının, seksüel heyecanlar yaşadığı
gerçeğini dile getirmesinden, itiraf etmesinden kaynaklanan acısını, korkusunu
ve pişmanlığını vurguladığı gözlenir.
Koyu Katolik geleneğin baskısı altında duyulan bu pişmanlık, kadının,
günah işlediği duygusuna kapılmasına neden olur. Şeytani seksüel Eros, kadının
aklını, duygularını çelmiş ve onu bir günaha sürüklemiştir. Kadının, Katolik
kültürün baskısıyla ortaya çıkan bu korkusu ve pişmanlığı, kendisine acı
vermektedir. Dünyayı hiçliklerden kurtaran böylesi bir güç, katı gelenekler
karşısında bir türlü kabul görmez, yasallaşamaz.
Sonuç olarak, Genç Polonya dönemi şiirinde gözlenen Eros kavramı,
romantizmde olduğu gibi platonik bir aşka değil, seksüel bir aşka kapı
açmıştır. Bu Eros, yılgın, umutsuz, yaşama ve geleceğe karşı güvensiz, varoluş
korkusu yaşayan şairlerin, yaşama tutunabilmek için sarıldıkları bir kavram
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kadının toplumsal ve duygusal alanda bilinçlenmeye başladığı bu dönemde,
Tetmajer’in ve özellikle de pek çok kadın şairin yapıtlarında yansıttığı bu
Eros kavramı, Polonya şiirinde bir devrim gerçekleştirmiş olup asıl gelişimini
bir sonraki dönemde, yani İki Savaş Arası Dönemde göstermiştir.
Bu Eros kavramıyla birlikte, topluma yeni bir kadın modelinin sunulduğu
da gözlenmektedir. Genç Polonya dönemine dek var olmuş olan, evlenmek, bir aile
kurmak, geleneklerine bağlı iyi bir Katolik olmak için hazırlanan kadın modeli,
bu dönemle birlikte yıkılmıştır. Toplumsal ve duygusal düzeydeki
gereksinimlerinin bilincinde olan ve bu gereksinimleri için savaşan kadın
modeli söz konusudur artık. İşte bu doğrultuda, seksüel Eros kavramı, kadının
topluma başkaldırısının bir sembolü, bir sözcüsü olmuştur adeta. Ancak insan
doğasında çok güçlü bir içgüdü ve dönem için son derece radikal olan seksüel
Eros, katı tabuların ve geleneklerin karşısına çıkarılabilecek nitelikte bir
güçtür.
Ancak, buna rağmen kadın, yüzyıllardır baskısını hissettiği gelenekler
doğrultusunda, seksüel duygularını itiraf etmekten yine de acı ve pişmanlık
duymuştur. Kısacası kadın, bir yandan seksüel duygulara sahip olduğunu
haykırırken, öte yandan da bu durumdan kaynaklanan acı ve pişmanlığını gözler
önüne sermiştir.
Bu dönemde Polonya şiirinde gözlenen Thanatos kavramının ise, dönem
sanatındaki metafiziksel yaklaşım çerçevesinde var olduğu ortaya çıkmaktadır.
Tetmajer’in şiirinde var olan Thanatos, insanın, iradesinin arzuladığı
şeye ulaştıktan sonra duyduğu ve sürekli olarak tekrarlanan usanma duygusu
karşısında yeğlediği bir kaçıştır. Bu usanma duygusunu yaşamaktansa, ölümü
kutsayarak kucaklamak daha iyidir. Dolayısıyla, bu dönemde Eros, var oluş
korkusundan kaçış, Thanatos ise, yaşama ilişkin olan her şeyden kaçıştır.
Polonya edebiyatında İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan ve adından
da anlaşıldığı üzere, 1918-1939 yıllarını kapsayan dönem, Polonya için, 123
yıldır beklediği özgürlüğüne kavuştuğu dönem olması bağlamında önemlidir.
1795’de Avusturya, Prusya ve Rusya arasında paylaşılarak, özgürlüğü
elinden alınan ve sonraki 123 yıl boyunca kaybettiği özgürlük için her alanda
savaş veren Polonya, I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle, kaybettiği özgürlüğüne
kavuşmuştur artık.
Bir asırdan fazla bir süreyi esaret altında geçiren Polonya, elde ettiği
bu özgürlüğü her alanda büyük bir coşku ile karşılamıştır. Polonya’da artık ne
savaşlardan, ne yokluktan, ne esaretten, ne acılardan, ne de yok oluşlardan söz
edilmektedir. Zaman artık coşku, mutluluk, sevinç ve özgürlüğün tadını çıkarma
zamanıdır.
Polonya’da ortaya çıkan bu ruh hali, kuşkusuz ki, edebiyata da yansımış,
bu dönemde yapıt veren sanatçılar, özgürlüğün tadını yapıtlarında doyasıya
çıkarmışlardır. Dolayısıyla, bu dönemde, özellikle dönemin yirmili yıllarında
Polonya edebiyatına, daha önceki dönemlerin aksine, optimizm (iyimserlik) ve
hedonizm (hazcılık) hakim olmuştur.
Bu dönemde, bir ülke ve bir ulus olarak özgürlüğüne kavuşmuş olan
Polonya’da, kadının da toplumsal alanda büyük ölçüde özgürleştiği gözlenir.
Geleneksel anlamda özgürleşen kadın, artık yaşam biçimini kendisi belirlemekte,
yaşama dair seçimlerini kendisi yapmaktadır. Öyle ki, bu döneme kadının
olağanüstü derecede özgür olduğu çılgın yıllar olarak bakılır. Evlilik ve bir
yuva kurmak, kadın için birinci derecede önceliği olan bir olgu olmaktan
çıkmıştır artık. Önemli olan, kadının özgürlüğüdür.
Böylesi bir atmosfer içinde, Polonya şiirinde parlayan yıldız Maria
Pawlikowska Jasnorzewska olmuştur. Öyle ki, Pawlikowska’nın şiiri dönemin
özgürleşmiş kadınının bildirisi niteliğindedir.
Sanatçılığı, eleştirmenlerce iki döneme ayrılan Pawlikowska, ilk dönem
sanatçılığında yaşam sevgisiyle sarmalanmış aşk ve doğa betimlemeleri sunarken,
ikinci dönem sanatçılığında, II. Dünya Savaşı’nın yaşanıyor olması nedeniyle,
sadece savaşı betimlemeye çalışmıştır. Dolayısıyla, şairin ikinci dönem
sanatçılığı çalışmamızın kapsamı dışında kalmaktadır.
Pawlikowska’nın ilk dönem sanatçılığı da, Eros ve Thanatos kavramları
açısından iki etaba ayrılır. Bu dönemde genç ve uçarı bir kadın olan şair ilk
etap sanatında, dönemin de ruhuna uygun olarak, yaşam sevinci ve aşk dolu
yapıtlara imza atmıştır. Bu yapıtlarında da hedonizmin ve Eros kavramının
ortaya çıkması kaçınılmazdır, kuşkusuz. Pawlikowska’nın yapıtlarında ortaya
çıkan Eros kavramının, hem duygusal hem de seksüel aşkı bünyesinde barındıran
bir kavram olduğu gözlenir. Pawlikowska’ya göre, kadının duygu dünyası,
duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşan bir bütündür ve bunlar birbirinden
ayrılamazlar. Bu noktada, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.
KTO CHCE, BYM GO
KOCHAŁA
Kto chce, bym go kochała, nie może być
nigdy ponury i musi potrafić mnie unieść na ręku wysoko do góry.
Kto chce, bym go kochała, musi umieć siedzieć na ławce
i przyglądać się bacznie robakom i każdej najmniejszej trawce.
I musi też umieć ziewać, kiedy pogrzeb przechodzi ulicą, gdy na
procesjach tłumy pobożne idą i krzyczą.
Lecz musi być za to wzruszony, gdy na przykład kukułka kuka. lub gdy
dziecioł kuje zawziecie w srebrzystą powłokę buka.
Musi umieć pieska poglaskać i mnie musi
umieć pieścić,
i śmiać sie, i na dnie siebie żyć słodkim snem bez treści.
i nie wiedzieć nic, jak ja nie wiem, i milczeć w rozkosznej ciemności
i być daleki od dobra i równie daleki od złości. [55]
KİM İSTERSE, ONU SEVMEMİ
Kim isterse onu
sevmemi, karamsar olmamalı asla ve kaldırabilmeli beni ellerinde yukarıya
Kim isterse onu
sevmemi, bir banka oturabilmeli ve solucanları, en küçük otu merakla
izleyebilmeli
Ve esneyebilmeli de
cenaze geçerken caddeden dindar kalabalıklar yürürken ardında ve ağlaşırken
Ama heyecanlanmak,
guguk kuşu öttüğünde örneğin ya da ağaçkakan inatla gagaladığında gümüş
örtüsünü şimşirin
Okşayabilmeli bir
köpeği, sımsıcak sarabilmeli beni de ve gülebilmeli, konusuz tatlı bir rüyayla
yaşayabilmeli kendince
ve hiçbir şey
bilmemeli, benim bilmediğim gibi tıpkı ve susabilmeli doruklardaki karanlık
içinde uzak olabilmeli iyilikten,uzak durabilmeli kötülükten hem de
Pawlikowska’nın sevgiliden beklentileri doğrultusunda ve bütünüyle
hedonist bir çizgide kaleme almış olduğunu gözlemlediğimiz bu şiirinde, Eros
kavramının hem duygusal hem de seksüel düzeyde var olduğuna ve bir bütün
oluşturduğunu tanık oluruz.
Şair ilk bölümde, seveceği adamın, kendisini yüceltmesi gereğinden söz
ederken, ikinci ve dördüncü bölümde doğayı da sevmesi gereğini vurgular. Üçüncü
bölümde Thanatos kavramıyla karşılaşırız. Bu kavram, şairin sanatı nın bu
etabında, doğanın ve yaşamın doğal bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dolayısıyla, Thanatos’u doğal karşılamak, ondan korkmamak gerekir. Doğadaki
canlıların ölümü, tıpkı doğumları gibi doğaldır.
Şiirin beşinci bölümünün ilk dizesinde yer alan “sımsıcak sarabilmeli
beni de” ve son bölümünde yer alan “ve susabilmeli doruklardaki karanlık
içinde” betimlemeleri ise, seksüel Eros kavramının gözlendiği bölümlerdir.
Pawlikowska’nın, ‘doruklardaki karanlık’ metaforu ile, kadının seksüel
heyecanının en yüksek seviyeye ulaştığı anı betimlediği gözlenir. Burada
‘doruk’ kelimesi seksüel heyecanın en yüksek seviyesini, ‘karanlık’ kelimesi
ise, bu heyecanın niteliğini belirtmesi bağlamında ilginçtir.
Şairin, sanatçılığının aynı etabında yazmış olduğu erotik bir şiirini de
örneklemek yerinde olacaktır.
Gdy pochylisz nade mną twe usta
pocałunkami nabrzmiałe,
Usta moje ulecą jak dwa skrzydełka ze
strachu białe,
Krew moja się zerwie, aby uciekać daleko,
daleko
I o
twarz mi uderzy płonącą czerwoną rzeką.
Oczy moje, które pod wzrokiem twym słodkim
się niebią,
Oczy moje umrą, a powieki je cicho
pogrzebią.
Pierś moja w objęciu twej ręki stopi się
jakby śnieg,
I cała zniknę jak obłok, na którym za
mocny wicher legł. [56]
Dolgun
dudaklarınla öpmeye hazırlandığında beni, Boyun eğiyor dudaklarım, korkudan
bembeyaz olmuş iki kanatçık gibi.
Kanım sıyrılıyor benden, uzağa, uzaklara
kaçmak için
Ve kırmızı bir nehir gibi yanıyor yüzüm.
Tatlı bakışın altındaki gözlerim, rengine bürünüyor gökyüzünün
Ölüyor gözlerim, göz yaşlarımsa sessizce
gömüyor onları büsbütün.
Elinin dokunuşuyla eriyor göğsüm, karlar gibi
adeta
Ve tüm bedenim yitiyor bir bulut gibi, hani
eser ya üzerine güçlü bir fırtına.
Pawlikowska’nın, bu şiirinde ise, bütünüyle seksüel Eros kavramını
yansıttığı gözlenir. Şair, partneriyle seksüel yakınlaşması sırasında yaşadığı
duyguları çarpıcı metaforlarla yansıtır okuyucuya. Bu metaforlar, seksüel
Eros’un gücünü vurgulamaları bağlamında önem kazanırlar. Bu anlamda da, “kanım
sıyrılıyor benden, uzağa, uzaklara kaçmak için”, “ve kırmızı bir nehir gibi
yanıyor yüzüm”, “ölüyor gözlerim, göz yaşlarımsa sessizce gömüyor onları
büsbütün”, “ve tüm bedenim yitiyor bir bulut gibi, hani eser ya üzerine güçlü
bir fırtına” dizeleri dikkat çekici bölümlerdir.
Pawlikowska’nın ilk dönem sanatının ikinci etabında ise, Eros ve Thanatos
kavramlarının birlikteliği daha yoğun biçimde gözlenir. Şair bu etap şiirlerini
yazdığı sırada artık o genç ve uçarı kadın değil, 40’lı yaşlarını sürmekte olan
bir kadındır ve şiirlerindeki Eros kavramının üzerinde yaşlılığın ve
Thanatos’un gölgesi sezilir.
Pawlikowska’nın, Thanatos kavramına yaklaşımında artık, hedonist etap
olarak betimleyebileceğimiz ilk etap şiirlerinde gözlendiği kadar rahat
olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hedonist etapta şaire, henüz genç bir kadın olması
nedeniyle, oldukça uzak gelen ölüm, artık gittikçe yaklaşmakta ve bu durum
şairi endişelendirmektedir.
Pawlikowska’nın, aşka tutkun bir kadının kaçınılmaz biyolojik yaşlanma,
bu nedenle de aşk şansını kaybetme ve sonrasında gelecek ölüm karşısında
duyduğu korku ve endişeyi yansıtan şiirlere kucak açan sanatının bu etabını,
bir anlamda bir tepki etabı olarak betimlemek mümkün. Her kadın gibi,
Pawlikowska da yaşlanmaya ve sonrasında gelecek olan ölüme karşı bir panik
duygusu içindedir. İşte, şairin bu etapta yazdığı şiirler, bu panik duygusunun
neden olduğu bir tepki niteliğindedirler. Bu şiirlerde, şairin, kadınlığı
bütünüyle sona erdiğinde, ne olacağını sorgulayışına tanık oluruz. Bu noktada,
şairin bu etap şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.
CZARNY PORTRET
Madonno hebanowa o dwóch pręgach na twarzy!
Nazbyt piękny był owal twój święty.
Za nas, za wszystkie piękności, policzek twój się żarzy,
Nienawiatnie pocięty....
I żadne serca złote, srebrne, platynowe,
Żywe czy z drogich kamieni,
Nie ukoją, nie uciszą zdumienia,
Które się w oczach twych mieni.... [57]
KARA PORTRE
Abanozdan yapılmış Madonna, iki çizgi yüzünde!
Bir zamanlar çok güzeldi yüzünün kutsal ovali.
Bizim için, tüm
güzellikler için yanağın geliyor kor hale,
Nefretle kesilmiş
yanağın hani
Ve hiçbir diri kalbi altın, gümüş, platinden,
Ya da pahalı taşlardan olan,
Sakinleştirmiyor hayretler, yatıştırmıyor,
Hani gözlerinde ışıldayan....
Pawlikowska’nın, yaşlanma, aşk şansını kaybetme ve sonrasında gelecek
ölüm karşısındaki korkusunun ve tedirginliğinin gözlendiği bu şiirinde, daha
şiirin başlığıyla ve ilk dizesindeki “iki çizgi yüzünde” betimiyle,
yaşlılığın insan yüzünde bıraktığı somut izleri vurgulayarak bu durum
karşısındaki kötümserliğini gözler önüne sermesi dikkat çekicidir.
Ayrıca, ilk dizede dikkat çekici olan bir başka unsur da, şairin - bir
kadın olarak - hemcinsine verdiği değerdir. Şairin, ““abanozdan yapılmış
Madonna” metaforuyla kadına, kadın olmaya verdiği değeri gözler önüne
serdiği gözlenir.
Madonna, Hristiyan dininde kutsal Meryem Ana’nın diğer ismidir. Madonna
kelimesinin diğer bir anlamı ise, ‘güzel, çekici ve zarif kadın’dır.
Pawlikowska’nın, ‘abanozdan yapılmış’ betimiyle de kadına verdiği bu değeri
perçinlediği gözlenir. Bilindiği gibi, abanoz ağacı en değerli ağaçlardan
birisidir. Şairin, Hristiyan dininde, kutsal Meryem Ana’nın ahşaptan yapılmış
ve ikona adı verilen küçük heykelciğine bir gönderme yaparak, kadını kutsal
Meryem Ana ile özdeşleştirdiğine, dolayısıyla kadının tanrı tarafından
yaratılmış kutsal bir varlık olduğunu vurguladığına ve bu ikonanın abanoz
ağacından yapılmış olduğunu vurgulayarak, bu değeri daha da arttırdığına tanık
oluruz.
İkinci dizedeki ‘yüzünün kutsal ovali betimiyle de bu değerin
altını bir kez daha çizer şair. Aynı dizede yer alan ‘bir zamanlar çok
güzeldi ifadesi ise, gençlik günlerinin ve gençliğe has tazeliğin,
güzelliğin geride kaldığını vurgulaması bağlamında önemlidir. Şaire göre,
yüzünde artık yaşlılığın ve ölümün gölgesi gezinmektedir.
Üçüncü dize, gençlik günlerinin güzel anılarının anımsanması sırasında,
yanağın heyecanla ve aynı zamanda hüzünle yanmasının betimlendiği dizedir.
Ancak, geçmişin güzel anılarının verdiği hüzünle yanan bu yanak, dördüncü
dizede yaşlılığın nefretle kestiği bir yanak olarak betimlenir ve bu yolla
oluşturulmuş olan metafor, yine, yüzdeki yaşlılık izleri olan çizgileri
çağrıştıran bir güce sahiptir. Pawlikowska’nın, yaşlılığın insan organizmasına
düşmanca yaklaşımını, ‘nefretle’ kelimesi ile vurgulaması ve bu şekilde daha
yoğun bir metafor oluşturmuş olması dikkat çekicidir.
İkinci dörtlükte ise, şairin, yüzündeki yaşlılık izleri karşısında duyduğu
şaşkınlığı, yine yoğun bir imgesel anlatımla vurguladığı gözlenir. Pawlikowska,
gözlerinde ışıldayan bu şaşkınlığın hiçbir diri kalbi yatıştırmadığını
betimlerken, yaşlanma karşısında duyduğu bu şaşkınlık ve telaş yüzünden,
gençlik coşkusu ile dolu olan kalplere hitap edemediğini, yaşı gereği bu
coşkudan uzak olduğunu vurgular.
Görüldüğü üzere, Pawlikowska’nın ilk etap şiirinde yer alan Eros, seksüel
ve duygusal aşk duygularını bir bütün olarak yansıtan bir kavramken, Thanatos,
Eros’un değerinin ve gücünün yansıtıldığı bu etap şiirlerinde - çok sık
olmamakla birlikte - sözü edilen bir kavram, doğanın ve yaşamın doğal bir
unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak, şairin ikinci etap şiirinde bu kavramların daha sık biçimde
birlikte kullanıldığı gözlenir. Bu etapta Eros yine seksüel ve duygusal aşk
duygularını yansıtır, ancak bu Eros, kaybedilme korkusu yaşayan bir Eros’tur.
Bir başka deyişle, şair, yaşının ilerliyor olması nedeni ile Eros’u, aşk
şansını kaybetme korkusu duyar ve bu korku da şairin bu etap şiirlerinin
dizelerine sinmiştir.
İki Savaş Arası Dönem Polonya şiirinde Eros ve Thanatos
kavramları
çerçevesinde yapıtlar vermiş olan bir başka sanatçı Bolesław Lesmian’dır.
Leśmian’ın Eros ve Thanatos konusundaki etkinliği sadece yapıtlar
vermekle sınırlı kalmamış, şair bu yapıtlarında Eros’a ilişkin iki temel kuram
getirmiştir. Bu kuramlardan ilki, Lesmian’ın, Eros’u - Hesiodos’daki gibi - tüm
evreni düzenleyen kozmik bir güç, doğanın dinamiği olarak görmesidir. Şaire
göre, evrendeki her şey Eros temeli üzerine kurulmuştur.
Lesmian’ın Eros’a ilişkin ikinci kuramı ise, doğada var olan tüm
canlıların Eros’u izlediği, onun peşinden gittiğidir. Doğada bitki, hayvan,
insan ve doğaüstü varlıklar (cin, peri, hortlak, vampir vb.) düzeyinde hep Eros
vardır. Dolayısıyla, Eros’ta hiçbir ahlaki ve estetik sınırlama yoktur.
Doğaüstü varlıkları da kuramına dahil ederek, Eros’u metafizik boyutuna taşıyan
Lesmian’a göre, Eros öylesine güçlüdür ki, yaşlılık, hastalık, hatta Thanatos
karşısında bile dizginlenemez. Thanatos Eros için asla bir engel oluşturamaz.
Varlıklar ölümden sonra da severler, değişen sadece formlarıdır. Bu nedenle,
Eros ile Thanatos arasında bir sınır çizmek olanaksızdır, Lesmian’a göre.
Bu noktada, Leśmian’ın ortaya koyduğu bu iki
kuram temelinde, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.
KOCHANKOWIE
Ledwo dziewczyna przyszła z daleka-
Dreszcz go obleciał skrzydlaty. Zatrzepotała matwa powieka -
I z grobu wyjrzał na światy.
„ Dobrześ, żeś przyszła! Gniję daremnie,
Własnego niepomny cienia!
Gdziem jest, że oto - nie ma mnie we mnie?
Są tylko moje cierpienia.
Powiedz - schylona ponad mogiłą - Śpiącemu
w mogił obłędzie -
Gdzie się podziewa to, co mną było, A
nigdy mną już nie będzie? ”
Nic nie odrzekła w trwodze dziecięcej,
Lecz martwa padła na wrzosy.
Pewno kochała o wiele więcej, Niż myślał -
kusząc niebiosy.
Padła w ustroniu ojesieniałem,
Gdzie kwiatom - straszno różowieć - By
kochasanatçılığınswym ciałem Dać tę jedyną odpowiedź ! [58]
SEVGİLİLER
Genç kız henüz gelmişti ki uzaktan -
Kanatlı bir ürperti sardı delikanlıyı.
Kıpırdadı ölü göz kapakları açılıp
kapanmaktan, Ve kaldırı p başını mezarından dünyaya baktı.
“ İyi ki, geldin! Beyhude çürüyorum bu
mezarda, Kendi gölgesini bile anımsamaz bir halde!
Neredeyim ki ben, ben yokum bu vücutta?
Acılarım var sadece.
Söyle bana - genç kız mezarın üzerine eğildi
-
Hani mezarların divaneliğinde uyuyan -
Eskiden ben olan nereye yitti,
Ve artık ben olmayacak mı hiçbir zaman?
Çocukça bir korkuyla genç kız hiçbir şey
söylemedi, Düştü otların üstüne cansız bir halde ancak.
Genç kız onu çok daha fazla sevmişti,
Delikanlının düşündüğünden - gökleri
kışkırtarak.
Düştü genç kız boş alana bahar ağacı
önündeki, Hani dehşet biçimde kızardığı çiçeklerin.
Sevdiği adama tüm bedeniyle hani, Bu tek
cevabı verebilmek için.
Leśmian, genç bir kızın, ölmüş sevgilisinin
mezarına gelişini ve ölmüş sevgilinin yönelttiği sorulara bedenini Thanatos’a
sunarak, bir başka değişle ölerek yanıt verişini betimlediği bu şiirde, Eros’un
ölümden sonra da var olduğunu, devam ettiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla,
şiirde Eros - Thanatos birlikteliği trajik bir biçimde gözlenmektedir.
Şiirin ilk dörtlüğünde, genç kızın ölmüş sevgilisinin mezarına gelişi ve
ölmüş sevgilinin de o andaki uyanışı betimlenir. İkinci dörtlükte şair,
Thanatos’un sadece bedenler, bir başka deyişle yaşamda sahip olunan biçimler
üzerinde etkili olduğunu, yani sadece bu biçimleri yok edebildiğini, ancak
ruhsal düzeyde etkili olamadığını vurgular. Ölmüş sevgilinin “neredeyim ki
ben, ben yokum bu vücutta? / Acılarım var sadece” sözleri, bu durumu
vurgulamaları bağlamında önemlidir.
Şiirin üçüncü dörtlüğünde, ölmüş sevgili genç kıza sorular yöneltmeye
devam eder. Yönelttiği sorularda, sadece bedenini yok eden Thanatos’u anlama
çabası gözlenir. Şiirin dördüncü ve beşinci dörtlüğünde, genç kızın, yaşam
boyutuna geçmesi mümkün olmayan ölmüş sevgilisine duyduğu derin aşk nedeniyle,
kendisini Thanatos’un kollarına bırakıp sevgilisinin boyutuna geçerek, yeniden
bir birliktelik sağladığı gözlenir. Genç kızın bu davranışı, aşkın ölümden
sonra da var olduğunu, değişen şeyin sadece biçimler olduğunu vurgulaması
bağlamında önemli ve dikkat çekicidir.
Leśmian, aşağıda - çok uzun olması nedeniyle - bir bölümünü
alıntıladığımız bir başka şiirinde, doğadaki tüm varlıkların Eros’un peşinden
gittiği yolundaki kuramını gözler önüne sermektedir. Söz konusu bu şiirde şair,
bir karabasan ile genç bir delikanlı arasındaki Eros’u betimler. Polonya halk
inanışında karabasan, vücudunun arka bölümü boydan boya testere biçiminde olan
doğaüstü bir varlıktır ve doğasında kesmek, parçalamak vardır.
PÎLA
Idzie lasem owa zmora, co ma kibić piły,
A zębami chłopców nęci i zna czar mogiły.
Upatrzyła parobczaka na schyłku doliny,
„Ciebie pragnę, śnie jedyny - dyny moje, dyny!
Pocałunki dla cię, chłopcze, w ostrą stal
uzbroję, Błysk - niedobłysk na wybłysku - oto zęby moje!
Oczaruj się tym widokiem, coś go nie
widywał, Ośnijże się tymi snami, coś ich nie wyśniwał!
Połóż głowę na tym chabrze i połóż na
maku, Pokochaj mnie w polnym znoju i w śródleśnym ćmaku”
„Będę ciebie kochał mocą, z którą się
mocuję, Będę ciebie tak całował, jak nikt nie całuje!
Będę gardził dziewczętami, com je miał w
swej woli, Bo z nich każda od miłości łka, jak od niewoli.
Chcę się ciałem przymiarkować do nowej
pieszczoty, Chcę się wargą wypurpurzyć dla krwawej ochoty!
Chcę dla twojej, dla zabawy tak się
przeinaczyć,
Abym mógł się na twych zębach dreszczami
poznaczyć”
Zazgrzytała od rozkoszy, naostrzyła zęby:
„ Idę w miłość, jak chadzałam na leśne wyręby!
„
Zaszumiała ponad nimi ta wierzba złotocha
-
Poznał chłopiec, czym w uścisku jest stal,
gdy pokocha!
Całowała go zębami na dwoje, na troje:
„ Hej, niejedną z ciebie duszę w zaświaty
wyroję! „
Poszarpała go pieszczotą na nierówne
części: „Niech wam, moje wydrobiażdżki, w śmierci się poszczęści! „
Rozrzuciła gopodzielnie we sprzeczne
krainy: „Niechaj Bóg waspouzbiera, ludzkie omieciny! „ [59]
TESTERE
Yürür ormanda karabasan, hani sırtında
testeresi
Baştan çıkarır delikanlıları dişleriyle ve
bilir mezarın cazibesini
Fark etti bekar delikanlıyı vadinin sonundaki
„ Seni arzuluyorum, seni düşlüyorum bir tek,
bir tek seni!
Öpücükler sana, delikanlım, keskin bir
çelikle silahlanmışım, Işıltılar - ışıl ışıl ışıldıyor - işte dişlerim!
Büyülen bu görünümümle, daha önce hiç
kimsenin görmediği, Düşle bu rüyayı, daha önce hiç kimsenin düşlemediği!
Daya başını şu peygamber çiçeğine ve haşhaşa
Sev beni ağır bir tarla işinde ve orman
karanlığında !„
„Savaştığım güçle seveceğim seni,
Öpeceğim seni hiç kimsenin öpmediği gibi!
Küçümseyeceğim genç kızları, kendi irademle
sahip olduğum bir zamanlar,
Çünkü onların her biri, kötü kader yüzünden
ağladıkları gibi, aşk yüzünden ağlarlar.
Ölçü almak istiyorum bedenimle yeni bir okşayış
için, Kızartmak istiyorum dudaklarımı kanlı bir arzu için!
Girmek istiyorum senin oyunun için başka bir
biçime
Dişlerindeki titreyişlerle işaretlenebileyim
diye !„
Karabasan zevkten gıcırdatmaya başladı ve
biledi dişlerini: „Gidiyorum aşk uğruna, ormana odun kesmeye gider gibi !„
Altın renkli söğüt üzerlerinde uğuldadı -
Bir kucaklama anında öğrendi çeliğin ne
olduğunu delikanlı!
Öptü onu karabasan dişleriyle bölerek ikiye,
üçe:
„Hey, senden birkaç ruh düşlüyorum öbür aleme
!„
Böldü onu sevecenlikle eşit olmayan
parçalara:
„Ölün de, benim ufaklıklarım, şanslı olun !”
Onu taksim edip zıt yönlerdeki ülkelere
fırlattı attı:
„Tanrı birleştirsin sizi, insan kalıntıları
!„
Bu şiirinde Leśmian, canlıların kendi doğalarına aykırı hareket
edemeyeceğini, sahip oldukları biçimlerin gerektirdiği biçimde yaşayıp hareket
edebileceklerini vurgulamaktadır. Karabasanın doğasında kesmek, bölmek,
parçalamak vardır, dolayısıyla aşkı da bu şekilde olacaktır. Karabasan keserek,
parçalayarak sevebilir ancak.
Polonya edebiyatında İki Savaş Arası Dönem, İkinci Dünya Savaşının
başlamasıyla (1939) kapanmış ve Polonya, 20.yy’ın gördüğü bu en kanlı savaş
boyunca Nazi Almanyası’nın yürüttüğü sistemli bir soykırım hareketine büyük
ölçüde ev sahipliği yapmak zorunda bırakılmıştır.
1918 - 1939 yılları arasında kısa bir süre bağımsız yaşayan Polonya, altı
yıl süren bu korkunç savaşın başlamasından kısa bir süre sonra bütünüyle işgal
edilmiş ve o eski işgal günlerine geri dönmüştür. Gerçi Polonya, önceki
dönemlerde çok daha uzun süreli (123 yıl) işgal dönemleri yaşamıştır ancak, bu
işgal Polonya’nın daha önceki dönemlerde yaşadığı işgallere hiç
benzemeyecektir.
Büyüklü küçüklü pek çok toplama kampının kurulduğu ve bu kamplarda „ari
ırk„ adına milyonlarca insanın yok edildiği Polonya toprakları, o güne dek hiç
görmediği derecede büyük bir zorbalığa tanıklık edecek ve Polonya, bu savaşa
altı milyon sivil vatandaşını kurban vererek, ağır bir bedel ödeyecektir.
Ancak, Polonya’nın bu savaş sırasında ödediği ağır bedeli, sadece sayısal
olarak açıklamaya çalışmak, büyük bir hata olur. Çünkü, bu altı milyon Polonya
vatandaşı içerisinde, Polonya’nın o dönemdeki kültür yaşamına yön veren
yazarlar da bulunmaktadır.
Bu önemli yazarların bir kısmı gerek toplama kamplarında (örn. Janusz
Korczak), gerek Varşova Ayaklanması sırasında (örn. Krzysztof Kamil Baczyński,
Tadeusz Gajcy, Karol Irzykowski, Andrzej Trzebiński), gerekse toplama kampları
dışındaki keyfi infazlarda (örn. Tadeuz Boy Żelenski, Bruno Schulz) Naziler
tarafından katledilmiş, bir kısmı da ülkeden göç etmeye (örn. Maria Pawlikowska
Jasnorzewska, Julian Tuwim, Antoni Słonimski) zorlanmışlardır. Bazıları ise,
Ignacy Witkiewicz örneğinde olduğu gibi, yaşamlarına kendi elleriyle son
vermişlerdir. Böylelikle, Polonya edebiyatı büyük bir darbe almıştır. Ancak,
kimliğini dili ve kültürüne sıkı sıkıya sarılarak korumak ve ayakta kalmak
isteyen Polonya ulusunun, Nazilerin sistemli soykırımından kurtulmayı
başarabilen yazarları, sanatsal etkinliklerini bir anlamda bir yer altı
edebiyatı yaratarak sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla, Polonya edebiyatı büyük bir
darbe almış olmasına karşın, yok olmamıştır.
Savaş sırasında yazılmış yapıtların tümünde, başlıca tema savaş olmuş ve
yazarlar dünyayı kıyamet gününe benzeten, tarihi ve insanlığı sorgulayan, kan
dökmenin, acı çekmenin, kurban olmanın insanlığı kurtarmak bağlamındaki
anlamını irdeleyen yapıtlar ortaya koymuşlardır. [60]
Polonya’nın kaderi İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan Yalta Konferansı
ile belirlenmiş ve Polonya, siyasal, toplumsal ve kültürel alanda Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ellerine bırakılmıştır. Dolayısıyla,
savaştan büyük yaralarla çıkmış olan Polonya’da sistem değişecek ve Polonya
artık S.S.C.B.’nin uygun gördüğü biçimde, komünist rejimle yönetilecektir.
Polonya edebiyatı 1945-1948 yılları arasında, savaştan sağ olarak
kurtulmuş ve böylesine korkunç bir savaşı tüm acılarıyla yaşamış olan
yazarların verdiği, başlıca teması savaş olan yapıtlarla renkli bir çizgide yol
almıştır. Ancak, 1948-1955 yılları arasında, S.S.C.B.’nin Polonya’da uyguladığı
rejim her alanda baskısını arttırmış ve bunun edebiyat alanındaki yansıması da
edebiyata tekdüze bir tonun egemen olmasına neden olmuştur. Uygulanan sıkı
sansür nedeniyle yazarlar, sistemin onayladığı toplumcu gerçekçi akım
çerçevesinde yapıtlar vermeye zorlanmışlardır. Bu güdümlü edebiyatı kabul
etmeyen yazarlar ise köşelerine çekilmişlerdir.
1956 yılı, Polonya’da rejimin baskısının bir nebze de olsa yumuşamaya
başladığı bir tarihtir. 1956-1968 yılları arasında kültürel politikada gözlenen
değişimler, sanatta bir canlanmaya neden olmuş, yasaklı sanatçıların yapıtları
ülkede yayımlanmaya, önceki dönemde güdümlü edebiyata karşı çıkarak, susmayı
tercih eden yazarlar da yeniden yapıt vermeye başlamışlardır. Bu yazarların
yanı sıra, sonradan ‘56 kuşağı’ olarak adlandırılacak olan yeni kuşak yazarlar
da, yapıtlarıyla edebiyat alanındaki bu canlanmaya katkıda bulunmuşlardır.
56 kuşağı yazarları tarihe ve geleneğe karşı isyan duygularıyla yüklü,
siyasi konular işleyen ve bu konuları işlerken de sistemdeki çarpıklıkları
çoğunlukla grotesk söylemlerle gözler önüne seren yapıtlar vermişlerdir. Bu
yazarların yapıtlarının temel konusunu, sosyalizm ve sosyalizmle savaş
oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu dönem Polonya şiirinde büyük bir aşk
liriğinden söz etmek olası değildir. Dönem şairleri, ülke gerçeklerini
yansıtmak amacıyla siyasi konuları ele alarak, aşk şiirini bir kenara
itmişlerdir.
Ancak, bu duruma karşın, 56 kuşağı şairlerine dahil olan Stanislaw Grochowiak’ın
ortaçağ ve barok stillerinde kaleme aldığı şiirlerinde Eros ve Thanatos
kavramına rastlanır.
Yaşamda her şeyin çirkin olduğu görüşüne (turpizm) sahip olan
Grochowiak’a göre, insan doğası da çirkinliklerle kuşatılmıştır. İnsan doğar,
çirkinlikler yaşar ve yaşatır, kan döker ve ölür. Şaire göre, ideal olan,
doğadaki denge, simetri, uyum ve güzelliktir, ancak bu değerlere gerçek yaşamda
rastlamak olası değildir.Yaşam bizi çirkinlikleri ile sarar.
Bu şekilde antiestetik bir düşünce yapısı ortaya koymuş olan Grochowiak,
gerçek olanın, bir anlamda aslolanın çirkinlik olduğunu ileri sürer. Böylesi
bir düşünce yapısına sahip olan Grochowiak’ın şiirinde yer alan Eros’un da
çirkin ve antiestetik olması kaçınılmazdır, kuşkusuz. Bu doğrultuda da, şairin
şiirlerinde Eros kavramına eşlik eden tüm unsurlar olumsuz ve antiestetiktir.
Grochowiak’ın şiirlerinde gözlenen sevgili tipi -fiziksel olarak- şişman,
çirkin, pasaklıdır. Böyle bir sevgili tipi çizen şair, bu tip kadınlardan
hoşlandığını, çünkü bu tip kadınların daha gerçek olduğunu, yaşamın da bu
kadınlar gibi çirkin ve antiestetik olduğunu vurgular ve bu şekilde de
okuyucuyu yaşamın gerçekleri konusunda kışkırtmak ister.
Thanatos ise, tıpkı barok dönemi şiirinde olduğu gibi, Eros ile iç içe
girmiştir şairin şiirinde. Eros ve Thanatos birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Bu noktada, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.
Grochowiak’ın, örnekleyeceğimiz, ortaçağ stili ile yazdığı aşağıdaki şiirinde,
çizdiği antiestetik ve olumsuz sevgili tipi gözler önündedir.
DO PANİ
Lubię z blachy twego kubka
Pić herbatę gorzką, pani -
Lubię głaskać twego szczura,
Gdy się do mych nóg przyczołga -
Albo gadam z pogrzebaczem,
Albo łajam karbidówkę:
Ordynarna to jest dama,
Nie zdobiąca twego dworu.
A wszak piękne masz niechlujstwo
Z astronomią złych pajaków, Z ciemną
kaźnią twej piwnicy, Kiedy boczki mrą na hakach.
O feudalna moja pani, Chwale sobie twe
domostwo Wieczny lennik na twych włosach, Trwały wasal twego żebra... [61]
HANIMEFENDİ ’YE
Hoşlanıyorum teneke kupanla
Acı kahve içmekten, Hanımefendi - Sıçanını
okşamaktan hoşlanıyorum,
Bacaklarıma süründüğü zaman -
Ya çene çalıyorum fırın kancasıyla
Ya da karpit lambasına küfrediyorum:
Bu bayağı bir hanım
Senin sarayını süslemeyen.
Ve hani o güzel pasaklılığın var ya Kötü
örümceklerin astronomisiyle,
Bodrumunun o karanlık işkencesiyle,
Kesilmiş hayvanların göğüs etleri çengellerde
asılı dururken.
Ah, benim ağa Hanımefendim,
Senin evsahipliğinden hoşnutum,
Saçlarına ebedi köleyim,
Kaburganın vazgeçilmez bendiyim.
Görüldüğü üzere, Grochowiak’ın tüm estetik değerleri alaşağı ederek
çizdiği sevgili tipi, Eros’a ilişkin bir unsur olarak antiestetik ve
olumsuzdur. Şairin, sevgilinin antiestetiğini „bu bayağı bir hanım„ ve „ve
hani o güzel pasaklılığın var ya„ betimleri ile vurguladığı gözlenir.
Ancak sevgilinin çirkin ve antiestetik oluşunu daha çok yaşadığı ortamı
betimleyerek vurgulayışına tanık oluruz. Bu sevgili, tıpkı kendisi gibi olumsuz
ve antiestetik olan bir ortamda yaşamaktadır. Teneke kupadaki acı kahve, sıçan,
karpit lambası (mavi bir ışık ve kötü bir koku veren lamba türü), örümcekler,
karanlık bodrumda çengele asılı duran hayvan etleri betimleri, sevgilinin
yaşadığı antiestetik ortamı güçlü bir biçimde vurgulamaları bağlamında dikkat
çekicidirler.
Grochowiak’ın böylesi bir sevgiliyi ‘hanımefendi’ sıfatı ile betimlemesi
ise, anlamsal bir karşıtlık yaratarak, şairin gerçekler konusunda okuyucuyu
kışkırtma amacına hizmet etmektedir.
Bu şiirin satır aralarına girildiğinde, Grochowiak’ın, gerçekler
konusunda okuyucuyu kışkırtma amacına yönelik olarak, böylesi bir Eros ve
böylesi bir sevgili tipiyle, Polonya’da o dönemde var olan ve halka dikte
edilen sistemin ve rejimin, aslında halka yansıtıldığı gibi olmadığını,
gerçeklerin bambaşka olduğunu vurgulama çabası da ortaya çıkmaktadır.
Şairin örnek vereceğimiz, barok stilinde kaleme aldığı aşağıdaki şiirinde
ise, Eros-Thanatos birlikteliği gözlenir.
Dla zakochanych to samo staranie - co dla umarłych
Desek potrzeba zaledwie też sześć, Ta sama ilość przyćmionego światła.
Dla zakochanych te same zasługi - co dla
umarłych Pokój z miłością otoczcie bojaźnią,
Dzieciom zabrońcie przystępu.
Dla zakochanych - posępnych w radości - te
same suknie.
Nim drzwi zatrzasną,
Nim zasypią ziemię,
Najcięższy brokat odpadnie z ich ciał. 61
Aynı şeylere gereksinir aşıklar - hani
ölülerin gereksindiği, Topu topu altı tahta gerekir aşıklar için de, Ve kısık
bir ışık.
Aşıklara karşı aynı sorumluluktur bu - hani
ölülere duyulan
Aşkın huzurunu korkuyla sarın, Yasaklayın
çocuklara yaklaşmayı.
Aşıklar - hani sevinç içinde kederliler -
için aynı giysilerdir bunlar Üzerlerine kapatırlar kapıları
Toprakla örterler üstlerini
Dökülür en görkemli kumaş onların
bedenlerinden
Grochowiak’ın, aşıkları ve ölüleri karşılaştırdığı bu şiirin ilk
üçlüğünde, hem aşıkların hem de ölülerin gereksindiği tek şeyden, altı tahta
parçasından söz ettiğine tanık oluruz. Söz konusu bu altı tahta parçası, ölüler
için tabutu betimlerken, aşıklar için yatağı betimlemektedir.
İlk üçlüğün son dizesinde, “kısık bir ışık“ betimi ile, mum
ışığının vurgulanışına tanık oluruz. Avrupa kültüründe, çiftlerin mum ışığı
eşliğinde yedikleri yemek ya da bu ışık altında paylaştıkları zaman, romantik
bir aşkı ve aşka daveti simgelemektedir.
Söz konusu mum ışığı, Hristiyan kültüründe ölüyle vedalaşma töreni
sırasında da ortaya çıkmaktadır. Ölümden sonra, ölünün bulunduğu ortamdaki
perdeler ve aynalar örtülür ve ortam sadece mum ışığı ile aydınlatılarak,
ziyaretçilerin ölüyle vedalaşması sağlanır.
Şiirin ikinci üçlüğünde, yine hem aşıklara hem de ölülere karşı duyulan
sorumlulukları betimler şair. Aşıklar baş başayken, huzurlu ve rahat bir ortam
isterler. Kendilerini rahatsız edecek insanlardan ya da durumlardan korkar,
sakınırlar. Diğer insanların, aşıkların bu hassasiyetine saygı göstermeleri
gerekir. Aşıklar baş başayken, çocukların da onlardan uzak tutulmaları gerekir.
Bu koşullar sağlandığında, aşk huzur verici bir hal alır. Ölüler de geçtikleri
boyutta hiç kimse ya da hiçbir şey tarafından rahatsız edilemezler,
huzurludurlar artık. Çocuklar da, yaşayabilecekleri psikolojik sıkıntılar göz
önünde tutularak, ölülerin yanına yaklaştırılmazlar.
Şiirin son dörtlüğünün ilk dizesinde Grochowiak, aşkın mutluluk kadar
mutsuzluk da verdiğini vurgular ve sonraki dizelerde, aşıkların da ölülerin de
çıplak kalışlarının altını çizer. Aşıklar başbaşa kaldıklarında, bulundukları
ortamı dışarıdaki ortamdan izole ederler. Bu durum, “üzerlerine
kapatırlar kapıları“ betimi ile vurgulanır. Dışarıdaki ortamdan izole olan
aşıklar, aşklarını fiziksel boyuta taşımak üzere elbiselerinden kurtulurlar.
Üzerlerine kapılar kapatılan aşıklar gibi, ölülerin de üzerleri toprakla
örtülür ve onlar da dış dünyadan izole edilirler. Ölüler de toprağa, bir başka
deyişle öteki boyuta elbiselerinden arındırılmış olarak girerler.
Bu şiirde Grochowiak‘ın, Eros‘u daha çok seksüel Eros olarak yansıttığına
tanık oluruz. Aşıklar için yatak olarak betimlediği altı tahta, aşıkların
üzerlerine kapılar kapatılması, görkemli kumaşın aşıkların üzerinden dökülmesi
betimleri, seksüel Eros‘u çağrıştırmaları bağlamında dikkat çekicidir.
Thanatos‘un ise, Eros‘un kardeşi, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu
gözlemleriz. Eros ve Thanatos el ele yürürler. Eros için geçerli olan herşey
Thanatos için de geçerlidir. Dolayısıyla Grochowiak’ın şiirinde, Eros ve
Thanatos’un, insan yaşamının iki yüzü olduklarını söylemek yanlış bir belirleme
olmasa gerek.
Bu Eros ve Thanatos kavramının dışında, yine bu dönemde bir başka Eros ve
Thanatos kavramının da ortaya çıktığı gözlenir. Eros ve Thanatos’u bir mizah
çerçevesinde ele alan bu yaklaşımı, Jaremi Przybora’nın aşağıdaki şiirinde
irdelemeye çalışalım.
Zosia i Ułani
W lesie przy strumyku Zosia rwie jagody.
na siwym koniku jedzie ułan młody.
Hey, dziewczyno, rzuć jagodki!
Wszak ułana żywot krótki- już za lasem wre
potyczka rumianego użycz liczka.
Zosia oczy skryła skromnie podrzęsami-
sukienkę splamiła sobie jagódkami.
A choć krzyczy mama sroga- nie żałuje nic
nieboga, bo z ulana za dwa dzionki- jeno krzyżyk i skowronki.
W lesie przy strumyku
Zosia szuka jeżyn- na gniadym koniku drugi
ułan bieży.
Ułan młody i dorodny,
i miłości Zosi godny- chwyci Zosię
wpółprzegnie,
i pokocha, i polegnie.
Jak woda w strumyku tak Zosi wczas leci-
na wronym koniku pędzi ułan trzeci.
Ułan pięknie Zosię prosi- strasznie żal
ułana Zosi.
A nad nimi chmurka sina i czerwona
jarzębina.
Zbiera Zosia grzybki, zebrała z pół
kwarty- na bułanku chybkim pędzi ułan czwarty.
A gdy już skończone boje- wodzi Zosia
dziecię swoje na kurchanek w polu świeży, gdzie tatusiów szwadron leży. [62]
Zosia ve Süvariler
Dere kenarı ndaki orman içinde
Zosia yaban mersinleri topluyor.
Kır bir tay üzerinde
genç bir süvari yaklaşıyor.
Hey, genç kız, yaban mersinlerini boşver!
süvarinin yaşamı kısa sürer- hemen ormanın ardında artık çatışma hadi uzat al
yanağını bana.
Zosia yumdu gözlerini mütevazi biçimde
altında kirpiklerinin- kirletmişti elbisesini lekesiyle yaban mersinlerinin.
Gaddar annesi azarlasa da hayıflanmıyor
hiçbir şey hakkında, çünkü iki gün sonra süvariden geriye- mezarının üzerindeki
haç ve çayır kuşları kalacak sadece.
Dere kenarındaki orman içinde böğürtlen
arıyor Zosia- doru bir tay üzerinde çıkagelir ikinci süvari dörtnala. Gençtir
ve güçlüdür yapısı süvarinin, ve layıktır aşkına Zosia’nın- eğilip atından
Zosia’yı çeker kendine doğru ve o da ölecek sevdikten sonra onu.
Su gibi, hani akan derede akıp gider zaman
Zosia için- kara bir tay üzerinde üçüncüsü gelir süvarilerin. Zosia’yı ister
süvari- Zosia’nın yine acır içi.
Ve bir bulut üzerlerinde mavi Ve kırmızı bir
üvez ağacı.
Topluyor Zosia mantarlarını ormanın,
doldurmuştu sepetinin yarısını üzerinde hızlı kahverengi-sarı bir tayın
dördüncü süvari sürüp gelir atını. Ve savaşlar erdiğinde sona- gezdirir
çocuğunu Zosia bulunduğu alanda yeni mezarların hani yattığı bir bölük
babasının.
19.yüzyıl diliyle stilize edilmiş olan bu şiirde, Eros ve Thanatos
kavramlarının parodik bir biçimde yansıtılışına tanık oluruz. Şiirde gözlenen
Eros ve Thanatos kavramları, romantizm dönemi Eros ve Thanatos kavramlarıyla
acımasızca alay eder. Anımsanacağı gibi, romantizmin Eros’u platonik ve yüce
bir ruha sahipken, Thanatos’u, Avrupa romantizminde ‘aşk uğruna ölüm’ anlamıyla
ortaya çıkmaktadır.
Ancak bu şiirde gözlenen Eros, romantizmdeki yüce ve platonik ruhundan
sıyrılmış, duygusal yönü bütünüyle yok edilmiş, fiziksele ve basite indirgenmiş
bir Eros olarak çıkar karşımıza.
Thanatos ise, aşk uğruna ölüm anlamından bütünüyle sıyrılmış olarak,
‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla kimlik bulur. Thanatos’un bu anlamla ortaya
çıkmasında, Polonya’nın II. Dünya Savaşını geçirmiş olmasının payı büyüktür,
kuşkusuz. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Polonya sadece sivil
vatandaşlarından altı milyon insanını bu savaşa kurban vermiştir. Bu altı
milyon insana asker kayıplarının da eklenmesiyle bu rakam daha da artmaktadır,
kuşkusuz.
Şiir, 19. ve 20.yüzyılda Polonya edebiyatında çok popüler olan, bir
süvari ile bir köylü kızının aşkı motifi çerçevesinde kaleme alınmıştır. Şiirin
ana kahramanı Zosia, savaşa giden süvarilerin her biriyle seksüel bir aşk yaşar
ve sonuçta bu süvarilerin birinden bir çocuğu olur. Ancak, pek çok süvariyle
yaşadığı seksüel aşk sonucunda, çocuğunun hangi süvariden olduğunu bilmez.
Zosia’nın seksüel bir aşkı paylaştığı süvarilerin hepsi savaş sonunda ölmüştür
ve Zosia, babasının kim olduğunu bilemediği çocuğunu bu süvarilerin mezarlarına
ziyarete götürür.
Grochowiak ve Przybora’nın yapıtlarında gözlenen Eros ve Thanatos
kavramlarından yola çıkarak, 1956’dan sonra çağdaş Polonya şiirinde üç farklı
Eros ve iki farklı Thanatos anlamı olduğu sonucuna ulaşıyoruz.
Bu dönemde Eros bir yandan antiestetik, olumsuz özelliği ile kışkırtıcı
bir hal alırken, öte yandan Thanatos’un kardeşi ve Thanatos’a ulaştıran Eros
anlamıyla barok dönemine dönüş yapar. Eros’un üçüncü anlamı, duygusuz ve basite
indirgenmiş seksüel kimliği ile gün ışığına çıkmaktadır.
Thanatos ise bir görünümüyle Eros’un kardeşi olarak barok geleneğini
sürdürürken, öbür görünümüyle ‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla var olmuştur.
Görüldüğü üzere, Eros ortaçağ, İkinci Dünya Savaşı, savaş sonrası
1948-1955 dönemi dışındaki tüm dönemlerde Polonya şiirinde varlık göstermiştir.
Eros Rönesans‘da şakacı, mutluluk verici, karşılıklı aşka ve mutlu sona
ulaştıran, kandıran, ikna eden bir kavramken, barok döneminde Kupido ismiyle
Thanatos‘un kardeşi, onun bütünleyeni, yaşamın iki yüzünden biridir. Bu Eros,
insana mutluluk kadar acı da verir ve insanı Thanatos‘a ulaştırır.
Aydınlanma dönemindeki Eros‘un yine Kupido ismiyle ele alındığını
gözlemleriz ve bu Eros, sentimental akımın etkisinin gözlendiği döneme dek
ciddi bir duygu değil, bir eğlence unsuru iken, sentimental akımın etkisiyle
duygu dozu yüksek, platonik ve melankolik bir hal alır.
Romantizmde iki farklı anlamıyla karşımıza çıkan Eros, ilk anlamını
vatana duyulan yüce ve güçlü aşkla bulur. İkinci anlamı ise bir kadına duyulan
platonik, yüce, ideal aşktır. Bu aşk yaşamda bir kez yaşanabilecek türden bir
aşktır.
Eros pozitivizm döneminde, ulaşılmaz sevgiliye duyulan kırılgan bir aşk
niteliğinde ortaya çıkarken, Eros açısından bir dönüm noktası niteliğinde olan
Genç Polonya döneminde ise, Polonya şiirinde ilk kez seksüel Eros kavramı
olarak karşımıza çıkar. Önceki dönemlerde gözlenen platonik Eros kavramını
radikal bir şekilde alaşağı eden bu Eros kavramı, umutsuz, yılgın ve varoluş
korkusu içindeki şairlerin bu varoluş korkusundan kaçarken sığındıkları bir
liman niteliğindedir. Eros bu şairlerin yaşama tutunabilmek için sarıldıkları
büyük bir güçtür.
İki Savaş Arası Dönem Polonya şiirinde gözlenen Eros, bir yandan seksüel
ve duygusal açıdan bir bütün oluştururken, öte yandan doğadaki her unsur, her
canlı, hatta doğa üstü varlıklar düzeyinde var olan ve onlara hükmeden bir
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu Eros Thanatos‘tan sonra da hüküm
sürmeye devam eder. Thanatos bu Eros için asla bir engel oluşturamaz.
1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan Eros
kavramının üç anlamla kimlik bulduğunu gözlemliyoruz. Eros ilk anlamını
antiestetik görünümüyle bulur ve okuyucuyu gerçekler konusunda kışkırtmaya
yönelir. İkinci anlamını barok geleneğindeki Eros kavramıyla özdeşleşerek bulan
Eros, Thanatos‘tan ayrı olmayan, onu bütünleyen ve yaşamın ikinci yüzü olan
Eros’tur.
Ancak, barok geleneğinden farklı olarak, Eros’un seksüel yönü de ortaya
çıkar bu dönemde. Eros bu dönemdeki üçüncü anlamını mizahi yönü ile kazanır.
Romantizmdeki Eros kavramının bir parodisi niteliğinde olan bu Eros, yalnızca
seksüel ve bir anlamda ahlak dışı profili ile çıkar karşımıza. Bu doğrultuda
da, Eros’un Polonya şiirinde en renkli biçimde 1956 sonrası çağdaş dönemde
ortaya çıktığını gözlemliyoruz.
Thanatos ise, barok, romantizm, Genç Polonya, İki Savaş Arası Dönem ve
1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan bir kavram
olmuştur.
Barok dönemi Polonya şiirinde gözlenen Thanatos, Eros‘un eşi, kardeşidir.
Eros‘la el ele yürür. Bu Thanatos kavramı, romantizm dönemi Polonya şiirinde
vatan uğruna ölüm kavramına dönüşür.
Thanatos Genç Polonya dönemi şiirinde ise, maddi dünyanın tüm kötülük ve
çirkinliklerinden, kısacası yaşama ilişkin olan her şeyden kaçış anlamına
bürünmüş şekli ile çıkar karşımıza.
İki Savaş Arası dönemde, bir yandan doğanın, yaşamın doğal bir sonucu
iken, öte yandan yaşamdaki formların değişmesi anlamıyla kimlik bulur. Bir sona
değil, sadece, yaşamda sahip olunan formların değişmesiyle yeni bir başlangıca
kapı açar.
1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan Thanatos’un
iki anlamla var olduğuna tanık oluruz. İlk anlamını barok geleneğindeki
Thanatos kavramıyla özdeşleşerek elde eder; Eros‘un bütünleyeni, yaşamın iki
yüzünden biridir. Thanatos ikinci anlamını ise, ‘savaş sonucu ölüm’ olarak
bulur.
Mevcut toplumsal koşulların, yazarın merceğinden süzülerek, edebiyata
yansıması gibi, yazarların yaşam öyküleri de yapıtlarına bir ölçüde
yansımaktadır, kuşkusuz. Bu ölçü, her yazar için farklı olmaktadır. Kimi
yazarların sanatsal yaratıcılıkları daha çok toplumsal koşullar ile
biçimlenirken, kimilerinin yaratıcılıkları bütünüyle kendi yaşam öyküleri doğrultusunda
biçimlenir.
Halina Poświatowska’mn sanatsal yaratıcılığı da kendi trajik yaşam öyküsü
doğrultusunda biçimlenmiştir. Öyle ki, Poświatowska’mn yaşam öyküsünü bilmek,
onun şiirine açılan kapının anahtarı niteliğindedir. Bu nedenle,
Poświatowska’mn yaşam öyküsü, bu çalışmanın en önemli bölümlerinden birini
oluşturmaktadır.
Halina Poświatowska 5 Mayıs 1935’de Częstochowa’da dünyaya gelmiş,
çocukluk yılları Nazi Almanya’sının işgali altında geçmiştir.
Ocak 1945’de Rus ve Polonya ordularının Częstochowa^ Alman işgalinden
kurtarma girişimi sırasında, küçük Halina annesiyle soğuk ve rutubetli bir
bodrumda üç gün saklanmak durumunda kalmış ve bu nedenle de anjin olmuştur.[63]
Henüz on yaşındayken yakalandığı bu anjin hastalığı romatizmal
komplikasyonlarla!! da beraberinde getirmiş ve bu hastalık nedeni ile gördüğü
altı aylık bir tedavinin ardından, bu hastalığın küçük Halina’nın kalbinde ağır
bir hasar bıraktığı anlaşılmıştır. Kalp kapakçıklarının tam kapanmaması
şeklinde açıklanan bu hasar, Halina’nın, yaşamı boyunca ağır bir kalp hastası
olarak yaşamasına neden olmuştur.
Bu onmaz hastalığa tutulduğu günden itibaren yaşamının sonuna dek,
hastane ve sanatoryumlar Halina’nın öncelikli evi olmuş, şair yaşamının büyük
bir bölümünü hastane ve sanatoryum odalarında geçirmiştir. Öyle ki,
hastalığının başlamasıyla birlikte, okula gidememeye başlamış, eğitimine evde
annesinin gözetiminde devam etmek zorunda kalmıştır.
Küçük Halina’nın annesi Stanisława Mygowa, kızının hastalığının başladığı
günden itibaren onu yaşatmak için bir savaş başlatmış ve kızının bilgiye
duyduğu açlığı ve bu açlığın onu hayatta tuttuğunu fark edip kızının öğrenme
isteğini kamçılayarak, eğitimi ile de yakından ilgilenmiştir. Bu durumu Halina,
“Opowieść dla przyjaciela” (Dostuma uzun bir öykü) adlı uzun otobiyografik
öyküsünde şöyle dile getirir:
“Gelir, yatağımın yanına oturur ve bana kitap okurdu. Dinlerdim ve
onun sözcüklerinden hayalimde öylesine canlı manzaralar yaratırdım ki,
neredeyse gerçektiler. Sanki her yere gidebiliyordum: Batı Amerika’daki
steplerde olabiliyordum, Afrika yerlilerine katılıyordum, coşkun okyanusta
yüzüyordum...
Annem bana ilaç vermek için okumaya ara verirdi. Acı şurubu ve
tabletleri çabucak yutardım, okumaya ara vermesin diye sadece.” [64]
Halina, 9. sınıfta okula kaydı tekrar yapılmasına rağmen, sanatoryum ve
hastanelere bağımlı kalışı yüzünden, lise bitirme sınavını açık lisede
verebilmiştir. [65]
Poświatowska, hastalığının neden olduğu sıkıntılara katlanmada, annesinin
varlığının kendisine ne kadar çok yardımcı olduğunu, otobiyografik öyküsünde şu
sözlerle betimler:
“Elimle yüksek sesle atan kalbimi ezdim ve gözlerimle annemin yüzünü
inceledim. Gülüyordu, gözleri ve dudakları gülüyordu ve sözcükleri, yaşamım
için en küçük bir tehlike bile olmadığına ilişkin sıcak bir güven veriyordu.
Izdıraplı bakışlarla ve iniltilerle dolu bu beyaz odaya, böylesine korkunç bir
biçimde atılmış bir ölüm olasılığı, bana dokunmuyordu, ben - annemin varlığı
sayesinde - kendimi ölümsüz görüyordum.” [66]
19 yaşındayken, günlerini hastanede geçirdiği dönemlerden birinde,
kendisi gibi kalbinden ağır derecede hasta olan Łódź Sinema ve Tiyatro Yüksek
Okulu öğrencisi Adolf Poświatowski ile tanışmış ve ilk ciddi aşk deneyimini
yaşamıştır.
Aşık çift, bir süre sonra evlenme kararı almış, ancak doktorlar ve çiftin
ailesi bu karara şiddetle karşı çıkmıştır. Söz konusu olan, yalnızca olası bir
hamileliğin değil, aynı zamanda da bu ağır hasta çiftin birlikte yaşamasının
ölümcül bir tehlike oluşturmasıdır. Doktorların: “Bu iki kalp beraber
olursa, intihar olur. Tek başınıza belki bir şansınız olur, ama birlikte
olursanız, şansınız yok! ” [67]
şeklindeki acı ve kaba açık sözlülüğü bile bir sonuç vermemiş, çift, Halina’nın
annesinin kendi bakımı altında olacaklarına ilişkin garanti alması sonucunda
evlenmiştir.
Evlilikleri sırasında Halina açık lisede öğrenimine devam ederken, yüksek
okul öğrenimini ne pahasına olursa olsun bitirmek isteyen Adolf, öğrenimini
sürdürmüştür.
Evliliğini “Bu güne dek sadece doktorların ilgilendikleri bir nesne
olan bedenim, bir anda önemli ve yararlı oldu ” [68] şeklinde
tanımlayan şair, bu mutluluğu ne yazık ki çok fazla bir süre yaşayamamıştır.
Kocası Adolf Poświatowski, doktorların tüm tavsiyelerine kulak tıkayıp günler
ve geceler boyunca çalışmış ve 1956 baharında bir gün bir otel odasında ölü
bulunmuştur. Henüz 21 yaşında dul kalan Halina, diğer pek çok kadının belki
20-30 sene içinde yaşadığı tüm duygusal yaşam evrelerini, evli kaldığı bu iki
yıla sığdırmıştır.
Genç ve dul Halina, kocasının fiziksel varlığının kendisini terk
etmesinden sonra, yine yalnız kalmıştır. Bu yalnızlığını şöyle betimler şair:
“Beni, onu tanımadan önce olduğumdan çok daha yalnız bırakıp gitti.
“ Sol elimin bir kez yüzükle süslenmiş yüzük parmağı şimdi boş ve
süsünden yoksun. Bana yüzük veren kişinin parmakları uzun zamandır yok, elleri
bir ağacın kökleriyle sarmaş dolaş.” [69]
[70]
Duyduğu yalnızlıktan kaynaklanan fiziksel, bir başka deyişle erotik
duygularının da şiirlerine yansıdığı gözlenir.
“Nasıl kopulur senin ısrarcı dudaklarından... / Her gece yalnız
giriyorum yatağa...” [71]
Sevdiği adam sonsuza dek çıkmıştır yaşamından, ancak Halina bu aşkın
şarkılarını söyleyerek onu beklemiştir. “Moje ciało jest jak bezpański pies”
(Bedenim sahipsiz bir köpek gibi), “Chodź do mnie mój najmilszy” (Gel bana
sevdiğim), “Weź mnie - jestem jak obłok” (Al beni - bir bulut gibiyim), “Mam
ciebie w roztanczonej krwi” (Dans eden kanımdasın) başlıklı şiirleri, bu trajik
aşkın şarkısı niteliğindedirler.
21 yaşına dek yaşamında pek çok kez acı ve zor deneyimler geçiren
Poświatowska, artık yetişkin bir insandır ve yıllar sonra, Amerika’da öğrenim
gördüğü sırada, 1961 yılında kız kardeşine yazacağı bir mektupta, yetişkin
olmanın zorluklarını şöyle betimleyecektir:
“Çok büyüdün mü? Çabuk büyüme, değmez. Sonra seni evden Krakov’a, ya
da Amerika’ya atarlar ve öğrenim görmek zorunda kalırsın, ta ki dünya senin
için çirkinle şene dek. Ya da evlenirsin ve çocukların olur.(...) Bu dünyada
bir yetişkin olmanın ne kadar kötü olduğunu bilmen için yazıyorum bunları.” [72]
Takvimler 1958 yılını gösterdiğinde, Halina Poświatowska’mn sağlığı
tehlikeli bir tempoda kötüleşmeye başlamıştır. En fazla 1 yıllık bir ömür
biçilen şair, aylarca yattığı Krakov Kliniğinin yöneticisi olan Prof. Julian
Aleksandrowicz’in, yurt dışı bağlantılarını harekete geçirmesi sonucunda,
Amerika’da bulunan Polonia Amerykańska adlı vakıfın maddi yardımıyla,
Philadelphia Hahnemann Hastanesinde geçireceği kesinleşen ilk kalp operasyonuna
hazırlanmaya başlamıştır. Bu operasyondan önce güç toplamak için Żegiestowa’
daki sanatoryumda yatmış ve burada ikinci aşk deneyimini yaşamıştır.
Şairin aşık olduğu adam, evli ve çocuklu bir Almandır. Başlangıçta hayli
uçarı ve coşkulu yaşadığı bu aşk, bir süre sonra şaire ruhsal bir çelişki ve
umutsuzluk vermeye başlamış ve şair (o güne kadar olan yaşamında) ilk kez,
ruhunda bir intihar düşüncesi yeşertmiştir. Bu intihar düşüncesinin, geçireceği
operasyondan, dolayısıyla ölümden korktuğu için değil, sadece aşk yüzünden
ruhuna hücum etmiş olması [73]
dikkat çekicidir. Şair, aşkı ölümcül hastalığından bile üstün görmekte,
aşka sarılarak ölüme kafa tutmakta, ancak bu aşk için ölümü bile göze alarak,
duygu dünyasında bir çelişki yaratmaktadır.
Henüz organ naklinin yapılmadığı bir dönemde, dünyanın en ünlü
cerrahlarından biri olan Profesör Nicols’un gerçekleştirdiği başarılı
operasyon, şairin sağlığında radikal bir değişime neden olmamış, sadece
Poświatowska’ya uzatılmış bir yaşam bağışlamıştır. Ancak, (uzatılmış) bu yaşam,
doktorlar tarafından pek çok koşul altında garanti edilmiştir.
Poświatowska dikkatli, acelesiz ve heyecandan uzak yaşamak, bedenini
kullanma konusunda ölçülü olmak zorundadır. Şair, bu durumu sanatçı
duyarlılığıyla şöyle yansıtır:
“Hızla akmak yasak kanıma, kalbime titremek yasak, yasak öpmek
dudaklarıma ve ellerime başka ellere dokunmak yasak.” [74]
Bu duygular içindeyken, operasyon sonrası iyileşme dönemini geçirdiği
Hahnemann Hastanesinde, her gün genç kızların yaşama veda edişlerine tanık
olmuş ve bu tanıklık onu büyük bir strese sokmuştur. Bu acı tanıklık
karşısındaki duygularını şöyle betimler şair:
“Hemen hemen her gün biri ölüyordu. Her zaman aynı merasim yaşanırdı.
Doktorların yatağın üzerine eğilen beyaz silüetleri, rahibenin kanatlı başlığı
ve rahibenin hemen ardında, ağır ağır yürüyüşü ile salona giren papaz. Yaşama
veda için son kutsama, artık hareketsiz olan bedenin birkaç titremesi. Beyaz
çarşaf, ölenin yüzünü sıkıca örterek, yatağın kenarındaki parmaklıklara dek
yayılır, bir anlık sessizlik ve ardından, koridora sürülen yatağın gıcırtısı.” [75]
Bu dönemde, intihar düşüncesi Poświatowska’nin ruhuna
ikinci kez saplanmıştır. Şair belki de ilk kez ölümden bu derece korkmuş,
şiirlerinde gözlenen şaşırtıcı soğukkanlılığını (ilk kez) koruyamamıştır. Bir
dostuna yazdığı mektubunda “İlk kez, gelecek gibi bir konuda kuşkuya
düşüyorum”[76] [77]
şeklinde özetler bu
korkusunu. Hastanenin 8. katından atlamayı düşünmüş, ancak bu kararını
ertelemiş, sonrasında hastanenin 24. katına çıkmış, ancak içindeki yaşama içgüdüsü
galip 77 gelmiştir.
“Daha ölmeyeceğim. Bekleyeceğim.”[78] şeklinde
betimler şair, duygularını.
1958 Aralığında, koltuğunun altına sıkıştırdığı uzatılmış yaşamı ile
hastaneden mutlu biçimde ayrılan Poświatowska, Polonya’ya dönmemiş, kısa bir
süre sonra aldığı birkaç burs teklifini değerlendirip Massachusetts
eyaletindeki Northampton’da bulunan ünlü kız yüksek öğrenim kurumu Smith
College’ı seçerek, doktorları ve ailesi için ikinci bir şok niteliğinde olan
yüksek öğrenim görme kararını almıştır.
Ancak, istediğini elde etme konusunda çok azimli bir kişiliğe sahip olan
Poświatowska’yi hiçbir uyarı, hatta ölüm bile bu kararından vazgeçirememiştir.
Şair, göz göre göre ölümde dalga geçmekte, bir kovalamaca oyunu oynamaktadır.
Bu onun ölüme direniş biçimidir.
Bir hastane odasında uzun süre yatağa hapsedildiği zorla yaşanmış
günlerin acısını çıkarmak istercesine, günler ve geceler boyunca sürekli
okumuş, okumuştur. Aşağıdaki alıntıda, Poświatowska’nin öğrenme hırsı, azmi
gözler önündedir.
“Neden geceleri, uyku uyumadan kitaplara gömülü bir biçimde
geçirdiğimi, Fransızca gramerin, İngilizce ortografinin ve Platon’un
diyaloglarının benim için, kısa bir süre önce kazandığım sağlığımdan neden daha
önemli olduğunu sorma. Bilmiyorum, dostum, gerçekten bilmiyorum, (...)
Bilgileri, sanki havaymış gibi içime çekiyordum ve Massachusetts ’de geçirdiğim
ilk kışın o ayazlı günlerinde bu bilgiler benim için hem zaruri hem de arzu
edilen şeylerdi.” [79]
Smith College’de felsefe öğrenimi görmüş, İngilizce, Almanca, Fransızca
ve İspanyolca öğrenmiştir. Bunca dili öğrenme çabası içerisinde, kendi dilini
unutma konusundaki endişesini, annesine yazdığı 2.10.1960 tarihli mektubunda
şöyle dile getirir:
“(...) kitaplar için teşekkür ederim - onları okumalıyım, çünkü aksi
halde bu dil karmaşasında ana dilimi unutacağım.” [80]
1960 yazında, Kolombiya Üniversitesinde felsefe profesörü, aynı zamanda
da bir şair olan Joseph Margolis ile kısa süreli duygusal bir ilişkiye
girmiştir.[81]
Profesör 40 yaşındadır ve bir ailesi vardır. Ancak, bu koşullar
Poświatowska’nin Margolis’le duygusal bir bağ kurmasına engel olmamıştır.
Margolis’in ağustos ayında ailesinin yanına dönmesi ile biten bu ilişkinin
ardından Poświatowska, aşık, ama terk edilmiş genç bir kadın olarak, annesine
şu satırları yazar:
“(....)Uyumuyorum, yemek yemekte bile zorlanıyorum - hiç uyumuyorum.
Geceleri onun şiirlerini çeviriyorum - bizim ilişkimize uyan bir kelime
bulabilirsem, öyle seviniyorum ki ve bu durum çok zor” [82]
Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere şair, sanki bu ilişkiyi sürdürmek
istercesine, kendisini avutacak bir işarete rastlamak ümidiyle, Margolis’in
şiirlerini çevirmiştir. Ancak, bir süre sonra, Margolis’in yaşamında önemli bir
rol oynamadığının, profesörün yaz maceralarından biri olduğunun farkına
varmıştır.[83]
Böylelikle, bu kısa süreli üçüncü aşk deneyimi de mutsuz sonla noktalanmıştır.
Öğrenimi sırasında annesiyle sürekli olarak mektuplaşan şairin, bu mektuplarında
duygusal yönden gel-gitler yaşadığı gözlemlenir. Öyle ki, mektuplarında
annesinin, sağlık durumu konusundaki endişelerini kimi zaman körüklemiş, kimi
zaman da yatıştırmıştır. Poświatowska’mn yaşadığı gel-gitler bazen aynı mektup
içerisinde bile ortaya çıkmaktadırlar.
Annesine yazdığı 18.9.1960 tarihli mektubunda, annesinin endişelerini
önce körüklediği, sonra da yatıştırmaya çalıştığı gözlenir.
“Neden hiçbir şeye karşı hiçbir bağ hissedemiyorum, her şey bana
öylesine uzak ki. (...) Benim için endişelenmeye bir son vermeni ister miydim
diye düşünüyorum. Hayır, istemem. Senin endişene ihtiyacım var.(.) Yaşam
bağışlayan cerrahların aksine, hiçbir zaman uzun süre yaşayacağıma inanmadığımı
biliyorsun, inançsızlığım artıyor, kabarıyor, yayılıyor.(...)Korkma, görüyorsun
ki yaşıyorum - hatta nasılsa kendimi daha iyi hissediyorum.” [84]
Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, Poświatowska’mn içinde, uzun süre
yaşayacağına ilişkin bir inanç, bir umut yoktur. Ve bu inançsızlık, şairin
böylesi gelgitler yaşamasının temel nedenidir.
Poświatowska’mn, öncelikle hastalığı, buna ek olarak da mutsuz aşk
deneyimi nedeniyle yaşadığı bu duygusal sıkıntılar, evinden, vatanından,
annesinden ve onun şefkatinden ayrı olmanın getirdiği zorluklarla daha da
perçinlenmiştir. Şair bu durumu, yine annesine yazdığı 12.10.1960 tarihli
mektubunda şöyle dile getirir:
“O kadar aptalım ki, hemen dönmedim(...)-senin endişene ve Krakov
caddelerine. Bir sürgüne böylesine gönüllüce, böylesine kolayca ve inatla kim
mahkum olur ki! Böylesi bir tutarsızlıkla...” [85]
Bu satırlardaki son cümle, Poświatowska’mn, Amerika’da - bir başka
deyişle evinden, vatanından uzakta öğrenim görme azmi ve isteğine rağmen, bu
konudaki duygularında bir tutarsızlık içinde olduğunu ve kendisinin de bu
tutarsızlığın bilincinde olduğunu kanıtlar niteliktedir.
14.4.1961 tarihli mektubunda yine, evinden uzakta olmanın güçlüğünü
betimlediği gözlenir.
“Evden uzakta olmanın ne kadar kötü olduğunu bilmiyorsun.” [86]
Yetişkin, genç, güzel ve arzuları olan bir kadının yaşadığı bu duygusal
buhranlar, annesine yazdığı 1961 tarihli bir başka mektubundaki satırlarına şu
sözlerle yansıyacaktır:
“Azgın bir kriz içindeyim ve senin, yazabildiğin kadar çok mektubuna
ihtiyacım var, felsefe yapmayı dene - çok güzel felsefe yapıyorsun. Tanrım,
sana ne kadar ihtiyacım var. (...) Yaşamın bir anlamı yok - yetişkin bir insan
oluncaya, bu tüylü içgüdüler içinde kıpırdayıncaya dek yaşamak mümkün sadece -
açlık, nesiller yaratmak - biliyorsun. Çocuk sahibi olmaya cesaretim olmazdı -
onu içimde nefessiz bırakırdım.(...) neden içimdeki bu cehennemle yaşadığımı ve
neden hiçbir şeyi umursamadığımı bilmiyorum.” [87]
Bu satırlarda şairin, ‘tüylü içgüdüler’ betimi ile seksüel içgüdüyü ve
annelik içgüdüsünü betimlediğini gözlemleriz. Bu içgüdüler, her kadında olduğu
gibi, Poświatowska’da da uyanmıştır çoktan. Ancak, hastalığı bu içgüdüleri
doyasıya yaşamasını olanaksızlaştırmaktadır. Şaire göre, bir yetişkin olup bu
tür içgüdüleri bütün coşkusu ile hissederek acı çekmektense, çocuk kalmak, hiç
büyümemek yeğdir ve yaşamak ancak o zaman olasıdır. Hastalığının yarattığı
koşullar altında yaşamak, şaire gittikçe daha ağır gelmektedir.
Yine bu satırlardan anlaşıldığı üzere, Poświatowska’mn annesi, yalnız
koruyucu annelik içgüdüsüyle hareket eden bir anne değil, aynı zamanda da
kızının yaşadığı buhranları en iyi anlayabilen ve kızını bu konuda
olabildiğince rahatlatabilen bir dosttur.
Poświatowska, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerden dolayı 1961
yılında, üç Amerikan üniversitesinin burs teklifine rağmen, valizinde
üniversite diplomasıyla ülkesi Polonya’ya, bir diğer anlamıyla annesine ve onun
endişesine, şefkatine dönmüş, 1963 yılında da Krakov Jagiellon Üniversitesi
Felsefe Tarihi Kürsüsü’nde Araştırma Görevlisi olmuş ve aynı dönemde lisansüstü
öğrenimine başlamıştır.
Poświatowska’mn, 1967 yılında, fransız hükümetinden aldığı iki aylık
bursla Paris’e giderken, yaşamında yeni bir duygusal ilişkisi vardır. Ve ne
yazık ki, bu son ilişkisi olacaktır. Yazar ve aktör, aynı zamanda da evli ve
çocuklu sevgilisi Jan Adamski’yi Krakov’da bırakarak gitmenin verdiği
huzursuzlukla Paris’ten kız kardeşine yazdığı bir mektupta, şairin kadınca
kıskançlığı gözler önündedir.
“Ona göz kulak ol, kimi kastettiğimi biliyorsun, bol bol ve sık sık
yaz, yoksa öleceğim.” [88]
Paris’te bulunduğu sırada, Poświatowska’mn, operasyondan sonra
dinlendirmek zorunda olduğu, ancak dinlendirmediği gibi, aşırı derecede de
yormuş olduğu kalbi, yeniden olumsuz sinyaller vermeye başlamıştır. Parası ve
yanında götürdüğü ilaçları tükenen şair, Krakov’daki kliniğin yöneticisi
profesör Aleksandrowicz’in gönderdiği ilaçlarla sağlık durumunu biraz
düzeltebilmişse de, [89]
Paris dönüşünde önce Krakov’daki klinikte, Eylül’den itibaren de
Varşova’daki hastanede yatar.
Şair artık yaklaşan sonu hissetmekte, sürekli ertelenen bu ölüm cezasının
sadece gününü bilmemektedir. '“Bağışlanmaya güvenmiyorum. ” [90] cümlesi dökülür
kaleminden.
Yaşama aşık olan, ancak yaşamdan kopmak için çok az bir zamanı kaldığını
hisseden Halina Poświatowska, Ekim ayında Varşova’daki hastanede ikinci
operasyonunu geçirir. Bu operasyondan 8 gün sonra, 11 Ekim 1967’de - henüz 32
yaşındayken, şiirleri, aşkları ve yaşam tutkusuyla kafa tuttuğu, kısa yaşamı
boyunca kendisini hiç terk etmemiş olan sadık dostu ölümün kucağında yerini
almıştır. Ve Poświatowska’mn cansız bedeni, ailesinin oturduğu Częstochowa’daki
Aziz Roch Mezarlığında toprakla buluşmuştur.
Halina Poświatowska Polonya’nın kültür yaşamında II. Dünya Savaşı sonrası
dönemde değişen sisteme koşut olarak ortaya çıkmış olan toplumcu gerçekçilik
akımının var olduğu bir dönemde edebiyat sahnesine çıkmıştır.
II. Dünya Savaşının bitiminde Polonya özgürlüğüne kavuşmuştur, ancak bu
özgürlük, savaş sonunda yapılan Yalta Konferansı’yla siyasal, toplumsal ve
kültürel alanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ellerine bırakılan
Polonya’nın başka türlü bir esaret altına girmesiyle farklı bir boyut
kazanmıştır. Bir başka deyişle, Polonya’nın savaş sırasındaki esareti, savaş
sonrasında sosyalist sistem ve komünist rejim kisvesiyle üzeri örtülen başka
türlü bir esarete dönüştürülmüştür.
S.S.C.B.’nin Polonya’daki ilk uygulaması siyasal alanda olmuş ve
Polonya’da, sosyalist sisteme koşut olarak, komünist rejimle yönetim gündeme
gelmiştir. Siyasal alanda ortaya çıkan bu değişim, toplumsal ve kültürel
alandaki değişimleri de beraberinde getirmiştir, kuşkusuz.
Bu yeni sistemin Polonya’da sağlam temellere oturtulması için,
S.S.C.B.’de resmi olarak kabul edilen kültür politikası Polonya’da da
uygulanmaya başlamış ve ideolojinin hizmetinde olan toplumcu gerçekçilik akımı,
Polonya kültür yaşamının boyun eğmek zorunda kaldığı bir akım olarak ortaya
çıkmıştır.
“Bu yeni düşünceye göre sanat, “ruhların mühendisi” olmalıydı, bir
başka deyişle, insanları eğitmeli ve biçimlendirmeliydi; elbette sistemin
onayladığı şekilde.” [91]
Sanatın görevini bu şekilde belirleyen yeni kültür politikası, işe, savaş
öncesi Polonya sanatında var olan tüm söylem biçimlerini reddetmekle
başlamıştır.
Edebiyat alanında, bu savaştan sağ olarak kurtulabilen sanatçılar, temel
konu yaptıkları bu korkunç savaşı anlattıkları yapıtlarıyla edebiyata 1945-1948
yılları arasında bir renk getirmişseler de, 1956 yılına dek rejimin gittikçe
sertleşen baskısı edebiyatta bir renksizliğe ve tek tipliliğe neden olmuştur.
Rejimin 1948-1955 yıllarındaki bu yoğun baskısı, Polonyalı sanatçıları
zorunlu bir seçim yapmaya itmiştir. Sanatçılar ya sistemin onayladığı biçimde
yapıt verecek, ya da köşelerine çekileceklerdir. Böylelikle bu dönemde Polonya
edebiyatı, zorunlu olarak, toplumcu gerçekçi edebiyatı savunan ve sosyalizm
için yazan Władysław Broniewski, Adam Ważyk, Witold Wirpsza gibi sanatçıların
yapıtlar verdiği bir alan konumuna gelmiştir.
Bu dönemde, toplumcu gerçekçi akımın epik ve drama türlerinde yapıt
vermeye daha uygun bir akım olması nedeniyle, şiirden çok düz yazının yön
verdiği Polonya edebiyatı da, böylelikle ideolojinin hizmetine girmiştir.
1956 yılına gelindiğinde, sistemin yoğun baskısının bir nebze olsun
yumuşamaya başladığı gözlenir. Bu yumuşama, edebiyat alanında, köşelerine
çekilen sanatçıların yapıtlar vermeye başlaması ve yapıtları Polonya’da
yayımlanma yasağı almış olan Gombrowicz, Schulz, Witkacy gibi sanatçıların
yapıtlarının okuyucuyla buluşmaya başlamasıyla daha da hissedilir hale
gelmiştir.
Bu dönemde, bu sanatçıların yanı sıra, yeni kuşak sanatçılar da boy
göstermeye başlarlar edebiyat sahnesinde. “56 kuşağı” olarak adlandırılan ve
Stanisław Grochowiak, Tadeusz Nowak, Jerzy Harasymowycz, Ernest Bryll gibi
şairlerden oluşan bu kuşak sanatçıları, her şeye karşı duydukları isyanlarını,
politik düşüncelerini, ülkede var olan sansür nedeniyle, genellikle grotesk bir
söylem ve turpist [92]
bir yaklaşımla betimlemeye başlamışlardır.
Yine bu dönemde, 56 kuşağına dahil olan bir grup kadın şairin de edebiyat
sahnesine çıktığını ve kadın liriğini canlandırdığını gözlemleriz. İlk
yapıtlarını 1956’dan sonra yayımlayan, Małgorzata Hillar, Helena Raszka,
Urszula Kozioł, Anna Kamieńska, Anna Świrszczyńska gibi sanatçılardan oluşan ve
Poświatowska’mn da dahil olduğu bu grup, benzer bir düşünsel ve estetik
çerçevede etkinlik göstermişlerdir. “(...) bu kadın şairleri, benzer bir
yaratım problemi ve dünya, doğa ve biyoloji aşkının coşkun motifi birbirine
bağlamıştır.” [93]
Ancak, Poświatowska’nin sanatı, yukarıda sözünü ettiğimiz bu benzer
düşünsel ve estetik çerçevede kendi şiirsel programını oluşturma konusunda bir
fenomen olarak ortaya çıkar. Şairin sanatı, 56 kuşağı sanatçılarının
sanatlarından ayrı bir yönde gelişim göstermiştir. Poświatowska’mn sanatını
diğer sanatçıların sanatlarından farklı kılan ve bu sanatı bir fenomen haline
getiren unsur, kuşkusuz ki Poświatowska’mn, yaşamını erken geleceğini bildiği
ölümün tehdidi altında geçirmiş olmasıdır.
Diğer kadın şairlerin de ele aldıkları ‘biyoloji’, Poświatowska’mn,
temeline kaçınılmaz bir biçimde ölüm kavramını koyduğu liriğinin doğallığı
olmuş, şairin tüm şiir dünyası bu kaynaktan doğmuştur. [94]
Bu nedenle, Poświatowska’mn şiirinde herhangi bir şairin, herhangi bir
şiir anlayışının ya da grubun etkisinin olmadığını, bu şiirin tümüyle kendi
içinde doğup geliştiğini gözlemliyoruz. Poświatowska tümüyle kendi duygu
dünyası içinde şiirsel bir etkinlik göstermiştir.
Poświatowska’mn liriğinde ortaya çıkan yaşam ve ölüm arasındaki dramatik
tartışma, onun politikadan uzak kalışının da nedenidir.
“(...) politika dünyası da hiçbir zaman onun ilgisini
çekmemiştir.(...) politik bir isyan ihtiyacı hissetmemiştir. Politikaya karşı
tamamen ilgisiz kalışının, kendi orijinal şiir yolunu çizmesine izin vermiş
olduğu gözlenir.” [95]
Küçük yaştan itibaren yaşamının noktalandığı güne dek ağır bir kalp
hastası olarak, ölümle burun buruna yaşamış olan Poswiatowska’nın sanatı,
ülkesinin içinde bulunduğu politik ve toplumsal koşullar altında değil,
bütünüyle, erken geleceğini bildiği ölümü bekleyişi çerçevesinde gelişim
göstermiştir.
Ölümle sürekli olarak kol kola yaşayan bir şairin, bu acı ve kaçınılmaz
gerçeği, bir başka deyişle kendi gerçeğini görmezden gelip onu bir kenara
iterek, ülkesinin gerçeğini yansıtmasını beklemek, kanımızca pek de yerinde
olmayan bir beklenti olurdu. Bu doğrultuda, Poswiatowska’nın, sanatında
ülkesinin değil, kendi gerçeğinin peşine düşmüş olduğunu söylemek, yanlış bir
belirleme olmayacaktır kanısındayız.
Poświatowska amansız hastalığı ile boğuşmaya başladığı küçük yaşında,
aylarca zorla hapsedildiği yatağında ilk şiirlerini yazmaya başlar. Şiirler
yazmaya nasıl başladığını “Opowieść dla przyjaciela” adlı otobiyografik
öyküsünde şöyle anlatır şair:
“Ne kadar uzun süre yatakta yattığımı ve bu inatçı hastalığın sürdüğü
aylar boyunca nasıl vakit geçirdiğimi tam olarak anımsamıyorum. Annem kitaplar
okuduğumu, ders kitaplarını dikkatlice okuyup incelediğimi, şiirler
ezberlediğimi ve şiirler yazmayı denediğimi söylüyor. (...) On üç ve on dört
heceli uyaklı şiirler yazıyordum, soneler de yazmaya çalışıyordum, bu sanatı
öğrendiğimi düşündüğümde, üçlü uyaklara ulaşmıştım ve oktavlar yaratıyordum.
Uyak konusunda eksiğim yoktu ve her konuda uyaklı şiir yazabiliyordum.” [96]
Şair 1956 yılında, “Człowiek z Annapurny” (Annapurna’lı bir insan) ve
“Szczęście” (Mutluluk) adlı şiirlerini “Życie Częstochowskie” adlı yerel
dergide yayımlayarak edebiyat sahnesine adım atar. 1958 yılında, henüz 23
yaşındayken “Hymn bałwochwalczy” (Putperest ilahi) adlı, olumlu eleştiriler
alan ve şaire ün getiren ilk şiir kitabını yayımlar ve profesyonel anlamda
edebiyat sahnesine çıkış yapar. Polonyalı okuyucu da bu şiir kitabında ölüm ve
aşkı iç içe geçmiş bir biçimde solur.
Şair, “Dzień dzisiejszy” (Bugünkü gün) adlı ikinci şiir kitabını 1963
yılında yayımlar. Poswiatowska’nın hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir
kitabı “Oda do rąk” (Ellere od) 1966 yılında okuyucuyla buluşur.
Ölümünden sonra, 1968 yılında yayımlanan son şiir kitabı “Jeszcze jedno
wspomnienie” (Bir anı daha), yaşamının son döneminde görülmemiş derecede yoğun
bir biçimde (yaklaşık 200 şiir) yazdığı şiirlerinden oluşan ve şairin şiir
alanında verdiği son yapıttır.
Poświatowska, sanatı
sadece şiir alanıyla sınırlı kalmamış çok yönlü bir sanatçıdır. Öykü ve drama
alanında da etkinlik göstermiş olan şairin, birkaç öykü ve biri
dışında yarım kalmış birkaç draması vardır. Poświatowska’nin erken ölümü, üzerinde
çalıştığı diğer dramalarını tamamlamaya izin vermemiştir. Ayrıca, Amerika’da
öğrenim gördüğü dönemden itibaren ailesine ve dostlarına yazdığı, duygularını,
korkularını, buhranlarını, çelişkilerini yansıtan mektupları da onun edebi
mirasının bir parçası niteliğindedirler.
“Son derece kişisel gözlemler, haberler ve her şeyden önce annesine
yönelttiği ricalar, yaşadığı günlük sorunları, sevinçleri, endişeleri zamanın
akışıyla silinip gidiveren anılardan daha açık bir biçimde ortaya
koymaktadırlar. Aynı zamanda bu mektuplar, onun tutkulu derecede insani olan ve
ısrar, inanç, acı ve kırgınlıklardan oluşan şiirinin orijinalliğini kanıtlayıcı
belgeler niteliğindedirler.” [97]
Yukarıda sözü edilen öyküleri içinde “Opowieść dla przyjaciela” (Dostuma
uzun bir öykü) adlı öykü, şairin 1967 yılında yayımlanmış olan uzun
otobiyografik öyküsüdür ve dolayısıyla, Poświatowska’mn liriğinin anlaşılması
konusunda bir anahtar niteliğindedir.
Sık sık yakınlaşmak zorunda kaldığı ölümün ve hastane gerçeğinin eşsiz
betimlerini verdiği ve kendi yaşam hakkı için savaşan genç bir kadının işkence
veren psikolojisinin ön plana çıktığı bu uzun öyküsünde Poświatowska,
hastalığının başlangıcından Amerika’dan dönüşüne dek geçen süreyi anlatır.
Diğer bir öyküsü “Niebieski ptak” (Mavi kuş), 1966 yılında dönemin önde
gelen edebiyat dergisi “Życie Literackie” de yayımlanmıştır. “Znajomy z Kotoru”
(Kotor’lu bir tanıdık) adlı öyküsü ise, şairin yazdığı son öyküdür ve ölümünden
sonra, 1968 yılında yine “Życie Literackie” de yayımlanmıştır.
“Notatnik amerykanski” (Amerika Notları) adlı bir başka öyküsü de bulunan
Poświatowska, bir amerikan şiiri antolojisi hazırlama planını da yine, erken
gelen ölümü nedeniyle, gerçekleştirememiştir.
Bu yapıtları dışında, Fransızca ve İngilizceden (Joseph Margolis,
Lawrance Ferlinghetti, Ezra Pound, Paul Eluard, Jacques Prevert) de çeviriler
yapmış olan Poświatowska’mn ünü yurt dışına da taşmış, şiirleri Almanya,
Fransa, Çekoslavakya, Rusya, İsviçre ve Amerika’da yayımlanmış, Çekoslovakya ve
Rusya’da antolojilere girmiş, “Opowieść dla przyjaciela” adlı otobiyografik
öyküsü de İsviçre, Almanya ve Fransa’da okuyucuyla buluşmuştur.[98] [99]
Şairin yaşamının, Adolf Poswiatowski ile olan evliliği dönemi, Adolf
Poswiatowski ile aynı okulda okumuş, aynı evi paylaşmış ve yakın dostu olmuş
olan Gerard Zalewski’nin yönetmenliğini yaptığı “Tętno” (Nabız) adlı 1985
yapımlı filme 99
konu olmuştur.
Şairin yaşamını konu alan ikinci film ise, Barbara Sass’ın
yönetmenliğinde “Jak narkotyk” (Narkotik gibi) adı ile seyirciyle buluşmuştur.
Bu filmde, ölümün kıyısında bulunan, sahip olduğu az zamanı açgözlü ve egoistçe
kullanarak, ona bir anlam katmaya çalışan kalp hastası bir kadının psikolojik
portresi ön plana çıkar. [100]
Doğduğu kent Częstochowa’da bir müzesi de bulunan Poświatowska anısına,
Częstochowa’da ve ülke genelinde şiir yarışmaları düzenlenmektedir.[101]
Böylesi bir sanatçı kişiliğe sahip Poświatowska’mn şiirlerine geri
dönelim. Yukarıda, Poświatowska’mn şiirlerinde aşk ve ölümüm iç içe oluşundan
ve ölümün, şairin yaşamının en büyük ve en acı gerçeği olduğundan söz etmiştik.
Şair, yaşamının bu en acı gerçeğini şiirlerinde daima işlemiştir.
Poświatowska’mn şiirlerinde ölümü sürekli olarak ele alışı, ölüm korkusundan
kaynaklanmaz; şair bu şekilde kadere meydan okumaktadır.[102]
Poświatowska’mn çoğunlukla hastane ve sanatoryumlarda geçen yaşamında bir
yakınlaşıp bir uzaklaştığı “ölüm yatağın yanı başında, yastık yığınında
ortaya çıkar. Her zaman beyazdır ölüm. (...) Ölüm soluğun yavaş yavaş
kaybıdır.(...) Ölüm canlı, sıcak bir bedende uyur (...) ” [103]
Şairin, kendi ölümü karşısındaki duygularında son derece gerçekçi olduğu
gözlenir.
“Veda etmek nedir, dostum? (...) Ben öldüğümde, her şey aynı mı
kalacak? Kitaplarım ellerimin dokunuşundan vazgeçecekler mi, elbiselerim
bedenimin kokusunu unutacaklar mı? Ya insanlar? Kısa bir süre benden söz
edecekler, ölümüme şaşıracaklar - unutacaklar. Kendimizi aldatmayalım, dostum,
insanlar bedenlerimizi toprağa gömdükleri gibi çabucak gömecekler bizi de
belleklerine. Acımız, aşkımız, tüm arzularımız bizimle birlikte uzaklaşacak ve
onların ardından boş bir yer bile kalmayacak geride. Yeryüzünde boş yer yok.” [104]
Ölüm kavramına bu şekilde yaklaşan Poświatowska’nin şiirlerinde, bu ölüm
kavramına eşlik eden bir başka kavram daha vardır: aşk.
Poświatowska’nin şiirlerindeki aşk, dünya üzerindeki pek çok şair için
yaşamın büyülü bir güzelliği olmaktan öteye gidemeyen türden bir aşk değildir.
Poświatowska’nin aşkı, biyolojik olarak üstesinden gelemediği, gelemeyeceği
ölümün karşısına mağrur bir biçimde dikilen ve ölüme meydan okuyan bir aşktır.
Şair, yaşamında ve yapıtlarında çok güçlü bir duygu olan aşka
sarılmıştır. Ölümün karşısında aşkla ayakta kalabilmiş, ölüme aşkla karşı
koyabilmiş, kafa tutabilmiştir.
Tanışmalarından kısa bir süre sonra evlendiği Adolf Poswiatowski
sayesinde ilk kez tattığı aşkı, yıllar sonra otobiyografik öyküsünde şöyle dile
getirecektir, şair:
“Aşk benim müttefikim olmuştu. Bana cesaret ve sabır veriyordu.”'00
Aşk, Poświatowska’nin ölüme direniş biçimi, ölümün panzehiri ve bir
anlamda Poświatowska’nin terapisti olmuştur. Kısacası aşk, yaşamak demektir,
Poświatowska için. Şair aşkı ne kadar solursa, ölümden o kadar uzak kalacaktır.
Dolayısıyla, şairin en büyük aşkı yaşamdır, kuşkusuz.
“Sadece tehdit altında bulunan, ölümle ya da sakatlıkla yüz yüze
gelmiş insanlar böylesine yoğun bir yaşam duygusuna sahip olabilirler.”[105]
[106]
Yaşama duyduğu bu büyük ve tutkulu aşkını şöyle dile getirir,
Poświatowska:
“Yaşama aşığım, dostum, beni kısa bir an için ölmeyi arzu etmeme neden
olacak kadar çok yaraladığı zaman bile aşıktım ona. (...). Yaşama aşık olduğumu
ve bu aşkın beni ölüme mahkum ettiğini de unutma. Ve varım, her şeye rağmen
varım, diyorum sana. Benim biricik aşkım bir kez daha zafer kazanmıştı,
yaşıyorum, (...). Köpüklü suyun gürültüsünü duyuyorum ve zamanı ölçen tüm
enstrümanlardan en duygulu olanının - kalbin göğsümde nasıl nazikçe çarptığını
hissediyorum. Hala güçsüz, ama cesurca atıyor ve büyük bir sabırla sıcak kanı
döndürüyor.” [107]
Böylesine aşık olduğu yaşam onu erken bir ölüme mahkum etmiştir, ancak
şair yine de yaşama tutkuyla aşık olmaktan vazgeçmez. Bu durum şiirlerine de
yansımıştır, kuşkusuz.
“Ölüm Halina Poświatowska’nm yapıtlarında ne kadar çok var olursa,
yaşam arzusu da bir o kadar açık ve aç gözlü hale gelir.”[108]
Aşağıdaki parçada ise, fenalaştığı bir anda, kaldığı sanatoryuma son anda
varan Poswiatowska’nın, doktorun söyledikleri karşısında içinde uyanan isyan
çerçevesinde, aşk için yaşama arzusu gözler önündedir.
“- Bu şekilde hareket etmek sana yasak, çocuğum. (...) - Biraz daha
geç kalsaydın, seni kurtaramazdım. Yaşamak istiyorsun, değil mi? (...) Yaşamak
istiyorum, evet yaşamayı çok istiyorum! Temiz havayı içime çekmek, erkek
arkadaşımla öpüşmek, onun kollarında dans etmek istiyorum!” [109]
Görüldüğü üzere, Poświatowska bir anlamda da aşk için yaşamak ister.
Dolayısıyla, ‘yaşamak için aşk, aşk için yaşamak’ gibi bir sloganın, şairin
aşk, yaşam ve ölüm üçgenindeki felsefesini betimlediğini söylemek, yanlış bir
belirleme olmasa gerek.
Yaşamının en acı gerçeği olan ölümü, yaşam bağışlayan aşkla bir anlamda
oyalamaya çalışmıştır şair. Ve yaşamında üstesinden gelemeyeceği ölümü adeta
sanatında yenmek istercesine, şiirlerinde kendi yaşamının bu acı gerçeği
karşısına aşkı çıkarmıştır. İşte bu nedenledir ki, Poświatowska’mn şiirlerinde
aşk ve ölüm her zaman yan yana, kol kola, hatta iç içe olmuştur.
“Aşk ve ölüm, yaşamında ve şiirlerinde ayrılmaz bir bağla birlikte
yaşarlar.”[110]
Poświatowska’nin şiiri, ölümden kaçtığı ölçüde aşık olmaya, aşk yaşamaya
ilişkin keskin bir arzu halini alır, “Poświatowska’nm imgeleminde aşk
ölümden ayrı değildir, acıdan kaynaklanan bir tutkudur.”[111]
Bu tutku, hem duygusal hem de seksüel aşkı kapsar. Poświatowska, kalp hastası
genç bir kadın olarak, kadını, onun aşkını ve arzularını betimler. Dolayısıyla,
bu şiirde aşk arzusuyla tutuşmuş, ancak hasta bedeninin, bu arzusunu
karşılamada aciz kalışı nedeniyle acılı bir kadın profiliyle karşılaşırız.
po co umyłam piersi
i każdy włos z osobna czesałam w wąskim
lustrze puste są moje ręce
i łóżko [112]
neden yıkadım göğüslerimi ve her bir saç
telimi ayrı ayrı neden taradım dar ayna karşısında ellerim boş yatağım da
“Yalnızım.
Korkunç derecede yalnız - başkaldırıyorum - ve sen ve Freud haklıysanız - haklı
olarak başkaldırıyorum - hormonlarım var -doğam gereği - oysa ben, hepsinin
topu topu bu kadar olduğunu bilmeme rağmen, kendimi inatçı bir melankoliye ya
da benim için bile alışılmadık olan ağlama krizlerine karşı koruyamıyorum.
Tanrı aşkına, kadın olmak benim suçum mu - kendimi seve seve kısırlaştırırdım -
şu anda böyle bir operasyon benim için tehlikeli olmasaydı - ve aslına
bakılırsa, beni parça parça eden bu dinmez acı, bu umutsuzluk sayesinde
yazabiliyorum.” [113]
Dostu ve sırdaşı Jan Niwinski’ye yazdığı mektuplarından birinde, duyduğu
yalnızlığı ve seksüel arzularını bu şekilde betimleyen ve şiirler yazabiliyor
olmasının da, duyduğu bu acıdan kaynaklandığının farkında olan Poswiatowska’nın
şiirinde de sürekli olarak bir bedene özlem duyan bu yalnız kadın gözlenir.
Ayna karşısında kendi çıplak yansımasına bakan, gergin tenine dokunan bu
kadın, sadece seks arzusunun değil, aynı zamanda da kendi bedenine tapınmanın
bir sembolüdür.
Poswiatowska’nın şiirindeki seksüel aşk, duyguların yoğunluğu ile artan
bir acıyla sarmalanmıştır adeta. Hastalığı nedeniyle seksüel arzularını
sevgiliyle gideremeyen Poświatowska, bu durumu şiirlerine kendi bedenine
tapınma, seksüel fanteziler ve bedeninin arzusunu kendi kendine giderme
(masturbasyon) betimleriyle yansıtır. Dolayısıyla, Poświatowska’mn şiirlerinde
gözlenen bu erotizm, bir homoerotizm olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu tür şiirlerinde ise sık sık göğüslerin betimiyle karşılaşırız.
Poświatowska için göğüsler bir tapınma konusu, bir dikkat ve uyarılma
merkezidir ve ellerin dokunuşunu, okşamasını bekler.
mój brzuch jest gładkim stawem
piersi-rozpieniona woda
ugłaskać je - ugłaskać - ugłaskać [114]
karnım kıpırtısız bir gölet göğüslerim - tutuşmuş bir su okşamalı onları
- okşamalı - okşamalı
Görüldüğü üzere, Poświatowska’mn şiiri ölüm ve aşk kavramlarının
şekillendirdiği bir karaktere sahiptir. Ölüm kavramı Poświatowska’mn şiirine
yaşam öyküsel nedenlerle zorunlu ve güçlü bir giriş yapmıştır ve bu kavram,
yaşamı savunmak adına karşısına dikilen güçlü aşk kavramı ile sürekli olarak
bir savaşım içerisindedir. Aşk ve ölümün bu savaşımını bir sonraki bölümde
detaylı bir biçimde irdelemeye çalışacağız.
HALİNA POSWİATOWSKA’NIN ŞİİRLERİNDE EROS VE THANATOS
Şiirlerin İçeriksel
Analizi
Bu bölümde, yaşamı boyunca erken gelecek bir ölümün beklentisi ve
duygusal bunalımı içinde yaşamış olan, Polonya edebiyatının çağdaş dönem şairi
Halina Poświatowska’nin, yaşamının iki büyük gerçeği olan aşk ve ölümü
şiirlerinde nasıl yansıttığına tanık olacağız.
İncelemeye çalışacağımız ilk şiirinde Poświatowska hasta kalbine
seslenir.
ptaku mojego serca
nie smuć się
nakarmię cię ziarnem radości
rozbłyśniesz
ptaku mojego serca
nie płacz
nakarmię cię ziarnem tkliwości
fruniesz
ptaku mojego serca
z opuszczonymi skrzydłami
nie szarp s ię
nakarmię cię ziarnem śmierci
zaśniesz [115]
kalbimin kuşu
üzülme
sevinç yemiyle besleyeceğim seni
ışıldayacaksın
kalbimin kuşu
ağlama
sevecenlik yemiyle
besleyeceğim seni
uçacaksın
kalbimin kuşu
terkedilmiş kanatlı
hırpalama kendini
ölüm yemiyle
besleyeceğim seni
uyuyacaksın
Şiirin bütününde Poświatowska’nin, yaşamak için az zamanı kalmış
olmasından dolayı üzgün olan kalbine, tıpkı bir annenin çocuğuna duyduğu
şefkatle yaklaşımı gözler önündedir. Bir anne, çocuğuna nasıl korumacı bir
içgüdüyle ve şefkatle yaklaşır ve özenli bir bakım ve ilgi gösterirse,
Poświatowska da kalbine o şekilde yaklaşır; Poświatowska’mn çocuğu, özenli bir
bakım ve ilgi isteyen kalbidir.
Şiirin ilk dörtlüğünde, Poświatowska’mn üzgün kalbine seslenerek, “üzülme"”
telkininde bulunduğu ve kalbini sevindirmek için çaba harcayacağını
fısıldadığı gözlenir.
İkinci dörtlükte, şairin, kalbine yönelttiği “ağlama”” telkini ile
karşılaşırız. Kalbine göstereceği sevecenlik ve şefkatle onun ağlayışını
dindirecektir, şair.
Son bölümde kalbine “terk edilmiş kanatlı”” şeklinde seslenen
şairin, bu betimle yalnızlğını vurgulama isteği gözler önündedir. Bir sonraki “hırpalama
kendini”” dizesinde ise, Poświatowska kalbinin yaşam için bir savaş
verdiğini ve bu savaşta kendisini ne kadar çok yorduğunu gözler önüne serer.
Son iki dizede de, Poświatowska’nin, bu yorgun kalbinin eninde sonunda
gelecek ölümle dinleneceğini vurgulayışına tanık oluruz.
Poświatowska, kendini üzen, yoran, hırpalayan kalbini, bir annenin
çocuğunu beslemesi gibi, sevinçle, şefkatle ve nihayetinde de ölümle besleyecek
ve bu şekilde de çektiği acılara bir son verecektir.
Aşağıdaki şiirinde ise Poświatowska’mn, ölüm kavramına, bir başka deyişle
Thanatos’a yaklaşımı gözler önündedir.
nie ma pewności
istnienie nie jest istnieniem smierć?
cykl biologiczny
pewność?
kłamiemy mówiąc, że mamy tę pewność
my nie mamy pewności
jakże inaczej moglibyśmy żyć
codziennie budzić się o świcie
całować
podnosić wypadłe z gniazd piskleta
jeszcze nie upierzone
patrzeć w słońce
mruzyć oczy
(...)
mamy pewność czy nie mamy pewności?
czym jest to co mamy co my mamy
(...)
oglądam twoje ręce moje ręce twoje ręce
ręce
sprawne jak tresowane psy
wierne
bezradne
naprzeciw wiedzy
która jest pewna
która jest
śmiercią [116]
bir kesinlik yok
varoluş varolmayı ştır
ya ölüm?
biyolojik döngü
ya kesinliği?
yalan söylüyoruz, kesinliği var derken
emin değiliz biz
yoksa nasıl yaşayabilirdik
her gün nasıl uyanırdık şafak vakti
nasıl öperdik
alıp yuvalarından düşmüş kuş yavrularını
henüz tüylenmemiş
nasıl bakardık güneşe
gözlerimizi nasıl kısardık
(...)
emin miyiz, değil miyiz yoksa?
emin olduğumuz ne
neye eminiz biz
(...)
ellerini izliyorum ellerimi ellerini
eller
terbiye edilmiş köpekler gibi disiplinli
sadık
çaresiz
bilim karşısında
hani güvenilir olan
hani
ölüm olan
“nie ma pewności” (bir kesinlik yok)
dizeleriyle başlayan bu başlıksız şiirinde şairin ölümü sorgulayışına tanık
oluruz.
Ölüm konusunda
Poświatowska^ “batı sanatının tek bir metafizik sorusu ilgilendirir. Şair
‘Tanrı var mı ’ diye sormaz. Soruyu başka bir şekilde ortaya koyar: ölüm var
mı? ölüm her şeyi sonlandırır, kesin olarak kapatır mı?” [117]
Poświatowska ilkin ölümü biyolojik bir döngü olarak tanımlar, ardından
ölümün varlığına ilişkin kesinliği sorgular. Şaire göre, insan ölümün var
olduğunu, her şeyi sonlandırdığını düşünürken, aslında bundan emin değildir.
Aksi halde, insanın her yeni güne uyanması, yaşam içerisindeki etkinliklerini
sürdürmesi, kısacası yaşayabilmesi olası değildir.
Ancak, şiirin sonunda Poświatowska’mn, bilimin gösterdiği doğruyu
kabullenmek zorunda kalışı gözler önündedir. Bilim güvenilirdir ve ölümün var
olduğunu, her şeyi sonlandırdığını söyler. Bu zoraki bir kabullenmedir, çünkü
şair henüz ölümün var olup olmadığı sorusuna kesin bir yanıt bulamamıştır.
Aşağıdaki şiirinde, şairin yine ölüm kavramına yaklaşımı gözler
önündedir.
koniugacja
ja minę ty miniesz on minie mijamy mijajmy
woda liście umyła olszynie
nad wodą
olszyna
czerwona
zmarzła moknie
mijam
mijasz
mija
a zawsze tak sam otn ie
minąłeś
minęłam
już nas nie ma
a ten szum wyżej
to wiatr
on tak będzie jeszcze wieczność wiał
nad nami
nad wodą
nad ziemią [118]
fiil çekimi
ben geçip gideceğim
sen geçip gideceksin
o geçip gidecek
geçip gideriz
geçip gidelim
yıkadı su kızılağaç koruluğunun yapraklarını
suyun üzerindeki
kızılağaç koruluğu
hani kırmızı
ıslanıyor donmuş halde
geçip gidiyorum
geçip gidiyorsun
geçip gidiyor
ve her zaman böyle yalnız biçimde
geçip gittin
geçip gittim
artık yokuz
yukarıdaki şu uğultu ise
rüzgar
o sonsuza dek esecek daha böyle
üzerimizde
üzerinde suyun
ve toprağın
Bu şiirde Poswiatowska’nın, ölüm kavramını vurgularken, Türkçe’ye ‘geçip
gitmek’ olarak aktardığımız ‘mijać /minąć’ fiilini kullandığını gözlemliyoruz.
Lehçede bu fiilin anlamı ‘geçmek’ tir ve zaman kavramı için kullanılır.
Dolayısıyla, bu şiirde de Poświatowska’nin, bir önceki şiirinde ölüme ilişkin
‘biyolojik süreç’ betimine paralel olarak, insanoğlunu bir süreç olarak
yansıtışına tanık oluruz. Her süreç gibi, insanoğlu da gelip geçer, şaire göre.
Şiirin ilk bölümünün ilk üç dizesinde şair, bu fiilin gelecek zaman
çekimini yapar. Dolayısıyla, insanoğlu için geçip gitme vaktinin, bir başka
deyişle ölüm vaktinin henüz gelmemiş olduğunu vurgular. Yaşam henüz devam
etmektedir. Ancak, hemen sonraki dizede bu fiilin geniş zamanını kullanarak,
insanoğlunun kaderini vurgular. İnsanoğlu bir süreç, bir zaman dilimi gibi
geçecek ve günün birinde gidecektir.
Şiirin ikinci bölümünde söz konusu fiili şimdiki zaman kalıplarında
çekime sokan şair, geçip gitme anındadır artık. “ve her zaman böyle yalnız
biçimde” dizesi ise, şairin geçip gitme, ya da ölüm anında insanoğlunun
yalnız oluşunu vurgulama amacının bir ürünüdür. Her insan yalnız ölür.
Şiirin üçüncü bölümünde ise, söz konusu fiilin geçmiş zaman kalıbıyla
çekime sokulduğunu gözlemliyoruz. Ölüm gerçekleşmiştir artık ve şair bundan
sonraki dizelerde mezarından konuşur. “yukarıdaki şu uğultu ise /rüzgar”
dizeleri, şairin artık mezarından konuşuyor olduğunu vurgulaması bağlamında
önemlidir.
Poświatowska’mn kullandığı ‘rüzgar’ sözcüğünün, yaşamı betimlediğine
tanık oluruz. “o sonsuza dek esecek daha böyle” dizesi, ‘rüzgar’
sözcüğünün yaşamı betimlediğini kanıtlar niteliktedir. Yaşam toprağın ve suyun,
kısacası doğadaki tüm unsurların üzerinde ve onlar için sürüp gidecektir. ‘sonsuza
dek’ betimi ise, Poświatowska’nin bu evren ve yaşamın bir sonu olmadığı
yolundaki görüş ve inancını vurgulaması bağlamında önemlidir.
Görüldüğü üzere, Poświatowska için insanoğlu bir süreç, ölüm ise bu
süreci sonlandıran bir durumdur. Bu noktada şairin ölüm kavramına
yaklaşımındaki metafizik boyut da ortaya çıkmaktadır. Sürecin sonlanmasından,
yani ölümden sonra da insan, bedeni toprak altında olmasına rağmen, ruhuyla
yaşamaya devam eder, duyar ve hisseder.
Ancak, tam bu noktada şairin metafizik yaklaşımının net sınırlarla
çizildiğine tanık oluyoruz. “Ölümden sonraki yaşam Poświatowska’nm şiirinde
iki alanda sürer: yukarıda ve aşağıda, gökyüzünde ve yeraltında. Her ikisi de
şairin imgelemine yabancı, yaşamın düz yüzeyinden uzaktır.” [119]
Poświatowska ne gökyüzündeki ne de yer altındaki başka bir yaşam boyutunu
kabullenir. Bedeni toprak altındadır ve o, ruhuyla yeryüzünde, ‘yaşamın düz
yüzeyinde’ kalmaya devam edecektir. Bir başka boyuta kanatlanıp uçmaz. Şairin
bu görüşünde, erken yaşta ölmek zorunda kalıp yaşamaya doyamayacak bir insan
olmasının etkisi gözlenir. Onu ölümden sonra da yeryüzündeki yaşam
ilgilendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, şiirin son dört dizesi, sınırlarını
şairin belirlediği metafizik bir anlam kazanır.
Poświatowska’nin, sevgiliye seslendiği
gözlenen aşağıdaki şiirinde, Eros ve
Thanatos kavramlarının birlikteliği göze
çarpar.
bądź przy mnie blisko bo tylko wtedy nie
jest mi zimno
chłód wieje z przestrzeni
kiedy myślę
jaka ona duża
i jaka ja
to mi trzeba
twoich dwóch ramion zamkniętych
dwóch promieni wszechświata [120]
yakın ol bana sen çünkü yalnız o zaman
üşümem
o soğuk, esiyor boşluktan
düşündüğümde
ne kadar büyük olduğunu o boşluğun
ve kendimin
benim için
kavuşturduğun iki kolun gerekir hani iki nuru
evrenin.
Şair ilk üçlükte, kendisini üşüten ölümün soğukluğundan kurtulmanın tek
yolunun aşk olduğunu vurgular. Aşk dışında, yaşamdaki hiçbir şey şairi bu
soğukluktan kurtarmaya yetmemektedir. “O soğuk, esiyor boşluktan”
dizesinde, ölümün ‘soğuk’ sıfatı ile betimlendiğine, ölümün karanlık
bilinmezinin ise ‘boşluk’ kelimesi ile vurgulandığına tanık oluruz.
İkinci üçlükte şairin, kendisini ölümün büyüklüğü ile karşılaştırdığı ve
bu büyüklük ve gerçeklik karşısında aciz kalışını vurguladığı gözlemlenir.
Ancak, hemen sonraki son üçlükte, Poświatowska’mn bu büyüklük karşısındaki
silahına, bir başka deyişle yaşamdaki öbür gerçeği olan aşkına sarılması dikkat
çekicidir. Şair, ölüm karşısında asla pes etmemektedir. Sevgilinin sevgi ve
şefkatle saran kollarını “iki nuru evrenin” şeklinde betimlemesi, aşka
verdiği büyük değeri gözler önüne sermesi bakımından dikkate değerdir.
Poświatowska’mn aşağıdaki şiirinde yine Eros ve Thanatos kavramlarının
birlikteliği gözlemlenir.
znowu pragnę ciemnej miłości miłości która
zabija tak o śmierć modli się
skazany
przyjdź dobra śmierć
rozrzutna bądź jak noc sierpniowa bądź
ciepła
dotknij mnie lekko
odkąd poznałam jej prawdziwe imię
przygotowuję moje serce
na ostatni urwany wstrząs [121]
yine koyu bir aşk arzuluyorum
bir aşk ki öldüren
ancak böyle yalvarır ölüm için bir mahkum
gel güzel ölüm
bir ağustos gecesi gibi savrulmuş ol
sıcak ol
dokun bana hafifçe
nicedir bilirim ölümün gerçek ismini hazırlıyorum kalbimi o son zayıf
vuruşuna.
İlk dörtlükte, ölüme mahkum yaşayan bir şairin hastalık yüzünden değil
de, aşk yüzünden ölmeyi yeğleyen haykırışı gözler önündedir. Şair, kendisini
ölüm cezası verilmiş bir mahkumla karşılaştırmaktadır. Ölüm cezası verilmiş bir
mahkum, kendisine ızdırap veren ölüm bekleyişinde, pes edip bir an önce
öldürülmeyi ve böylelikle de bu ızdıraptan kurtulmayı ister.
Ancak, Poświatowska bu bekleyişte ölüme ve ölüm korkusuna boyun eğmemektedir.
“Ancak böyle yalvarır ölüm için bir mahkum” dizesi, bu duygusunu
vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Şairin başka bir şey için yalvarması
olası değildir; o ancak aşk için yalvarır. Yalvardığı aşk ölüm getirecek bile
olsa! Bu noktada, Poświatowska’mn, duygu dünyasında bir paradoks yarattığı
gözlenir. Ölüme aşkla karşı koyarken, aşk uğruna ölmek daha yücedir şair için.
Poświatowska ikinci dörtlükte ölüme seslenir. Şairin, yaşamının gerçeği
olan ölüm beklentisini yaşadıkça, ölüme daha fazla alışmış, onu daha fazla
kabullenmiş olduğu gözlenir. Bir önceki şiirde, ‘soğuk’ olarak betimlediği
ölümü, bu şiirin ikinci dörtlüğünde ‘güzel ölüm’ olarak betimleyerek çağırması
dikkat çekicidir. Bu iki şiirin kronolojik sırasına bakıldığında, bu şiirin
şairin hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir kitabı “Oda do Rąk” da yer
aldığı, bir önceki şiirin ise, şairin ikinci şiir kitabı “Dzien Dzisiejszy” da
yer aldığı görülür.
Nitekim, Poświatowska son dörtlükte ölümü çok uzun zamandır tanıdığını
dile getirir ve yaklaşan ölümü hissetmişçesine, hasta kalbini son kez atacağı o
ana hazırladığını vurgular. Ölümü böylesine sükunetle karşılaması, ölümü artık
bütünüyle kabullenmiş olduğunun da bir göstergesidir.
Ancak, ölümü böylesine kabullenmiş olan şairin, bir başka şiirinde, ölüm
karşısında yaşama yakarışı, yaşama sarılışı gözler önündedir. Ne de olsa her
insan gibi, şairin de yaşam içgüdüsü ölüme daima üstün gelmektedir.
zawsze kiedy chcę żyć krzyczę gdy życie
odchodzi ode mnie przywieram do niego mówię - życie nie chodź jeszcze
jego ciepła ręka w mojej ręce
moje usta przy jego uchu
szepczę
życie
- jak gdyby życie było kachankiem który
chce odejść -
wieszam mu się na szyi krzyczę
umrę jeśli odejdziesz [122]
ne zaman yaşamak istesem, haykırırım daima
benden uzaklaştığında yaşam ona sokulur derim ki - yaşam
benden henüz uzaklaşma
sıcak eli elimde yaşamın kulağında dudaklarım
fısıldarım ona
yaşam
- yaşam hani bir
sevgili sanki
çekip gitmek isteyen -
boynuna sarılır haykırırım ona ölürüm,
gidersen.
Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide sürekli gidip gelen bir insanın,
yaşama yakaran sesinin, haykırışının gözlendiği bu dizeler, aslında üzerinde
çok fazla söz edilmesine gerek olmayacak denli açık, naif ve bir o kadar da
dokunaklıdır. Şiirin bu denli açık oluşuna rağmen, son bölüm üzerine birkaç söz
söylemek, kanımızca yerinde olacaktır.
Şiirin son bölümünde, Poswiatowska’nın, yaşamı ‘çekip gitmek isteyen bir
sevgili’ ile özdeşleştirdiği gözlenir. Bu bölümde yer alan dizelerde, şairin,
yaşamının gerçeği olan ölüm hükmü karşısındaki çaresizliğini vurgulayışına
tanık oluruz.
Yaşam, çekip gitmek isteyen bir sevgilidir adeta ve şair bu sevgilinin
boynuna sarılıp kendisini terk etmemesi için yalvarır. Ancak, şair için
verilmiş olan ölüm hükmü infaz edilecek, yaşam da bir sevgili gibi çekip
gidecektir.
Bu acı bilinçle yaşayan şair, şiirin son bölümündeki yaşamla sevgili
özdeşliğini son dizede çarpıcı bir imgesel anlatımla bütünleyip şiire, bir
anlamda da yaşamına son noktayı koyar. Yaşamın insandan uzaklaşması, ölümün
insana sokulması demektir. Bir sevgili gibi gördüğü yaşamın şairi terk etmesi,
şairin ölmesi anlamına gelecektir.
Poswiatowska’nın yaşamla sevgiliyi özdeşleştirmesi, aşksız bir yaşamın,
kuru ve hiçbir anlamı olmayan bir yaşam olduğu yolundaki düşüncesini
vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Bu imgesel anlatımdan çıkan açık
sonuç, yaşamın - şair için- aşkı koşullandırdığı gerçeğidir. Kısacası, şair
için yaşamak, aşk demektir. Aşk çekip giderse, ölüm gelir koşa koşa ve yaşamın
yerini alır. Poświatowska yaşamı, dolayısıyla aşkı ne kadar fazla solursa,
ölümden o denli uzak olacaktır.
Poświatowska’mn, aşağıdaki şiirinde yine aşka seslenişi, aşka çağrısı
gözler önündedir.
czekałam długo wspierałam włosy na ręce podpórkę robiłam włosom
z moich rąk samotnych z palców usta
oszukiwałam pieszczotą kolorowej szminki
czekajcie - mówiłam ustom - przyfruną
pocałunki
opadną rojem pszczół w wasze różowe
wnętrze
i piersi dotykałam ręką szeptałam w
uniesione końce czekajcie - przyjdzie ten w którego rąk zagłębieniu znajdziecie
przystań spokojną i nóg strzelistym wieżom odwróconym w dół kłamałam -
przyjdzie
i drżały - wierząc
teraz - rzucam to wszystko w chłodną taflę
lustra jak w głęboki staw
i odwracam twarz i się śmieję
uzun süre bekledim
dayadım elimi başıma dayanak yaptım saçlarıma
parmaklarımı, yalnız ellerimi
aldattım dudaklarımı okşamasıyla renkli rujun
bekleyin - dedim dudaklarıma - uçuşup gelecek
öpücükler
konacaklar
balalılarının uçuşuyla sizin pembe
aralığınıza
ve dokundum göğüslerime elimle kalkmış
uçlarına fısıldadım bekleyin, o
hani geniş omuzlarında
dingin bir liman bulacağınız sevgili, gelecek
ve bacaklarımın doruğundaki
aşağı dönük kubbeye yalan söyledim - gelecek
ve titredi bacaklarım inanarak
şimdi fırlatıyorum her şeyi soğuk, pürüzsüz
yüzeyine aynanın derin bir gölete fırlatır gibi
çeviriyorum yüzümü ve gülümsüyorum
Poświatowska’nin, sevgiliyi, dolayısıyla aşkı bekleyişini yansıtan bu
şiirinde, erotik öğeler kullandığı gözlenir. Kalbinden ağır derecede hasta da
olsa, şair seksüel arzuları olan genç bir kadındır; her genç kadın gibi,
seksüel arzularının karşılanmasını ister. Ve bu uğurda sevgilinin yolunu
gözlemektedir.
Ancak, beklenen sevgili gelmeyecektir. Poświatowska’nm, seksüel
arzularını sevgiliyle karşılaması sağlığı açısından son derece sakıncalıdır.
Şair bunu bilse de, aşk isteyen haykırışlarını dindirmek için bedenine yalan
söyleyerek, onu oyalar. ‘Aldattım’ ve ‘yalan söyledim’ ifadeleri, bu durumu
vurgulamaları bağlamında önemli ve dikkat çekicidir. Bu bağlamda da şiirde, bir
kadının seksüel arzularını kendi kendine gidermesi betimleriyle karşılaşıyoruz.
İlk dörtlükte şair, sevgiliyi bekleyişi sırasındaki yalnızlığını gözler
önüne serer. Bu bekleyiş uzun, sıkıntılı ve sabırsız bir bekleyiştir.
Poświatowska’nm, şiirin ikinci bölümünü oluşturan dizelerden başlayarak
erotik öğelere geçiş yaptığı ve bu öğelerin imgesel dozunu üçüncü ve dördüncü
bölümü oluşturan dizelerde daha da arttırdığı gözlenir.
Sevgilinin öpücüklerinin, şairin dudaklarına konacak olması telkini ve
fantezisi ile başlayan bu erotik öğeler, göğüslere, oradan da kadınlığa iner.
Bu bağlamda, “ve dokundum göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım /
(...) / ve bacaklarımın doruğundaki /aşağı dönük kubbeye” dizeleri önem
kazanır.
Şiirin son dörtlüğünde, Poświatowska’nin bu nafile bekleyişe son verdiği
gözlenir. Umudu tamamen tükenmiş, hayal kırıklığına uğramış, hüzünlü bir
kadının sesidir bu dizelerde çınlayan ses. Gelmeyeceğini bilmesine rağmen, bir
umut beklediği sevgili, şairin son umudunu da tüketmiştir gelmeyişiyle. Şair
elindeki son umudu da fırlatıp atar “soğuk,pürüzsüz yüzeyine aynanın” ve
“derin bir gölete fırlatır gibi” savurduğu bu son umut kırıntısını o
derin gölete, bir daha su yüzüne çıkmamacasına gömmek ister.
Son dizede, bir aşkın, bir aşk bekleyişinin bitiminde duyulan hüzün ve
çaresiz bir boş veriş gözler önündedir; ‘ve gülümsüyorum’ ifadesi, bu
boş verişi vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir.
Bedensel arzularının sevgili tarafından karşılanamıyor olması durumu,
Poświatowska’ya acı verir ve şairi bedeninden kaçışa sürükler. Bu kaçış,
cansız, ruhsuz ve arzusuz bir mankene dönüşme isteği ile kimlik bulur.
Manekiny manekiny
mają ślepe piersi kształt łydek jak napięta struna dzwiecząca wiecznie chłodnym
tym samym tonem manekiny mają włosy skończone a twarze szczupłe zapatrzone w
siebie spod przymkniętych powiek manekiny pogardzają tłumem nie drżą w
istnieniu doskonałe nieruchome rozpościerają palce chwil nad mijającą barwą
jedwabiu z twarzą przyklejoną do szyby
pod suknią
pod szeleszczącą suknią
jestem wspaniałym elastycznym manekinem [123]
Mankenler
göğüsleri kördür mankenlerin
baldırlarının biçimi gergin bir tel gibidir
hani ebediyen çınlayan soğuk ve aynı tonla
muhteşem saçları vardır mankenlerin
ve incedir yüzleri
hani kendilerine bakan
örtülü gözkapaklarının altından
mankenler
alay ederler kalabalıkla titremezler
varoluşta, muhteşem hareketsiz parmaklarını açarlar anların ipeğin geçip giden
rengi üzerinde yüzü cama yapıştırılmış giysinin altında
hışırdayan giysinin altında
muhteşem esnek bir mankenim ben
Poświatowska’mn, yaşadığını duyumsayabilmesi için, sağlıklı insanlar gibi
yaşama tümüyle katılması, yaşamdaki tüm etkinlikleri gerçekleştirebiliyor
olması gerekmektedir. Ancak, şair, hastalığı nedeniyle, yaşamın pek çok
etkinliğinden kendisini soyutlamak zorundadır. Bu koşullar, Poświatowska’mn
kendisini ruhsuz ve cansız bir mankenle özdeşleştirmesi sonucunu doğurur.
Poświatowska bu özdeşleştirmeyi şiirin son dizesinde açık bir biçimde sunar,
okuyucusuna.
Şiirin ilk dizesi, şair için bir tapınma unsuru olan göğüsleri içermesi
bağlamında seksüel aşkı betimlemektedir. Poświatowska’mn ‘göğüslerin kör
olması’ betimiyle vurgulamak istediği, kendisinin seksüel aşkı yaşayamaması
yüzünden, göğüslerinin seksüel bir aşk sırasındaki işlevini gerçekleştirmediği
düşüncesidir.
Poświatowska “baldırlarının biçimi gergin bir tel gibidir”, “muhteşem
saçları vardır mankenlerin / ve incedir yüzleri” dizeleriyle mankenlerin
fiziksel özelliklerini betimlerken, aynı zamanda kendi genç, diri ve güzel
bedenini de betimler. Ancak, her ne kadar görünümleri muhteşem ve diri de olsa,
mankenler ruhsuz ve cansızdırlar.
“yüzü cama yapıştırılmış / giysinin altında / hışırdayan giysinin
altında / muhteşem esnek bir mankenim ben” dizelerinde Poświatowska,
kendisinin dış dünyayı, tıpkı bir vitrin mankeni gibi camın ardından izlediğini
vurgular. Bu dizeler iki anlamlı bir betim sunar okuyucuya. Bu anlamların ilki,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, Poświatowska’mn, yaşamı sağlıklı insanlar gibi
yaşayamıyor, sağlıklı insanların yaşam içerisinde gerçekleştirdiği en basit ve
en temel etkinlikleri gerçekleştiremiyor olduğu gerçeğinin altını çizer. O uzun
süre ve hızlı yürüyemez, koşamaz, merdiven çıkamaz, hızlı dans edemez,
heyecanlanamaz.
İkinci anlam ise, Poświatowska’mn tedavi amacıyla sürekli olarak ve
sıklıkla bir hastane ya da bir sanatoryumda kalmak zorunda olmasıdır. Hastane
ve sanatoryumlarda olduğu zamanlarda yine yaşamdan soyutlanmış bir Poświatowska
söz konusu olmaktadır; şair, yaşamı yine bir hastane ya da sanatoryum
penceresinin ardından izler.
Cansız bir mankene dönüşmek isteyen bu kadın, Poświatowska’nin dünyasında
yalnız olmasına karşın, yalnız değildir aslında. İşte bu noktada,
Poświatowska’nin şiirinde önemli bir yer edinmiş olan doğa öğesi ortaya çıkar.
Tüm doğa kadınla vardır ve kadının içinde saklıdır. Doğa, tıpkı kadın gibi,
etkinlik ve yaratım merkezidir. Poświatowska kadınla doğa arasında bir eşitlik
işareti olarak durur. Doğa ve kadın bedeni birbirlerinin içine sızarlar. [124]
W środku mnie rasta się drzewo gałęzie ciasno przylegają do moich zył
korzenie krew moją piją brunatnieją zaschłe usta moje w środku mnie panoszy się
głód jak żołnierz pośród zdobytego miasto
dzień jest biały jak rozżarzona krew bez
horyzontu na którym
mogłabym postawić swoją miłość powiedzieć
żyj [125]
İçimde bir ağaç yeşeriyor dal budak sarıyor olabildiğince sınırlı
damarlarımın yanı başında kökler kanımı içiyorlar koyu kahverengiye bürünüyor
kurumuş dudaklarım içimde açlık hüküm sürüyor
fethedilmiş bir kentin ortasındaki asker gibi
gün beyaz
kızdırılmış kan gibi ufuksuz
hani dikebilirdim ya ona aşkımı
yaşa diyebilirdim
Poswiatowska’nın imgelemindeki ağaç, kadın, yeşil ise yok olmamaktır.[126] Yukarıdaki
şiire bu açıdan bakıldığında, Poswiatowska’nın içinde yeşeren ağacın bir kadının
aşık olma arzusunu betimlediğine, ağacın yeşilinin de şairin yok olmama, ölmeme
isteğini vurguladığına tanık oluruz.
Şiirde sözü edilen açlık ise, aşka duyulan açlıktır. Poswiatowska’nın
dünyasında aşk, yaşam demek olduğundan, şairin bu açlığı aynı zamanda yaşama
duyulan açlık anlamındadır. Poswiatowska’nın aşka, dolayısıyla yaşama duyduğu
bu açlığını, “fethedilmiş bir kentin ortasındaki asker”e benzeterek
oluşturduğu metafor, şairin bu açlığının ne denli zorbaca olduğunu vurgulaması
bağlamında dikkat çekicidir. Dolayısıyla, şiirin genel dokusunda, aşkın gücüyle
yaşamda kök salma, yaşamı fethetme isteğinin vurgulanışına tanık oluruz.
Poswiatowska’nın, bir başka şiirinde, üzerindeki ölüm hükmünün ağırlığını
daha yoğun hissettiği gözlemlenir.
odkąd ptaki odfrunęły z moich słów
i gwiazdy zgasły
nie wiem jak nazwać
strach i śmierć i miłość
przyglądam się dłoniom
bezradne
oplataj ą jedna drugą
i moje usta milczą
bezimienne
wyrasta nade mną niebo
i coraz bliższa
bez imienia
ziemia rozkwita [127]
kaç zamandır uçtu sözcüklerimden kuşlar ve
söndü yıldızlar
bilmiyorum nasıl adlandırmalı
korkuyu, ölümü ve aşkı
bakıyorum avuçlarıma
çaresizler
sarıyor biri diğerini
ve susuyor dudaklarım
isimsiz
gökyüzü büyüyor üzerimde
ve gitgide daha yakın olan
isimsiz
toprak çiçekleniyor.
İlk dörtlüğün ilk iki dizesi, şairin yaşama sıkı sıkıya sarılan ellerinin
gevşediğini vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Sonraki iki dizede ise,
şairin artık aşk-ölüm-ölüm korkusu üçgenindeki duygularının karmaşıklaştığı
gözlenir.
İkinci dörtlükte Poświatowska’mn, yaşamın avuçlarından kayıp gidişini
çaresizlikle izlediğini vurgulayışına tanık oluruz. Son üçlükte şair, yaklaşan
ölümünü hissetmişçesine, öldüğünde bedeninin karışıp bütünleşeceği toprağın,
dolayısıyla ölümün gittikçe daha fazla yakınlaştığını vurgular. “ve gitgide
daha yakın olan ” dizesinin, ölümün yakınlığını vurguladığını gözlemleriz.
Toprağın çiçeklenmesi baharı simgelemektedir, ancak çiçeklenen bu toprak,
kısa bir süre sonra şairin cansız bedenini saracaktır. Şairin, toprağı
‘isimsiz’ kelimesi ile betimlemesi de bu anlamda önemlidir. Şair için mevsim
bahar değil, hazan mevsimidir.
Poświatowska’mn aşağıdaki şiirinde, ölüme iyice yaklaşmış olan bir
insanın ruh durumu gözler önündedir.
całe twoje ciało
nie nakarmi jednego westchnienia
niespokojnego oceanu
ptaki
zbierają się na ucztę z twojego ciała
a ty je przyciskasz do obcych ust
i w ciepłym dotyku
podwajasz
swoje tętniące jestem
przysiadła na wierzchołku masztu mewa
kracze [128]
senin tüm bedenin
beslemez içinde tek bir soluğu bile ve
tedirgin bir okyanusu
kuşlar
toplanıyorlar ziyafeti için
bedeninin
ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı
dudaklara
ve sıcak bir dokunuşta arttırıyorsun iki kat
kalp atışlarını
oturmuş direğin tepesine bir martı, çığlık
çığlığa
Poświatowska’nin, aşk ve ölüm arasında gidip geldiğini, ancak ölümün daha
ağır bastığını gözlemlediğimiz bu şiirini, sağlık durumunun hayli bozuk olduğu,
dolayısıyla da duygularında karamsar olduğu bir dönemde yazmış olduğu sonucunu
çıkarmak mümkün. Bu noktadan yola çıkarak, şairin, bu şiiri ölümünden kısa bir
süre önce kaleme almış olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Nitekim, şiirin ilk iki
dizesinde Poświatowska, nefes almakta güçlük çektiğini vurgular.
Şiirin bütününde kendisine seslenen şair, üçüncü dizede, ruhunu ‘tedirgin
bir okyanus’ olarak betimleyerek, yoğun bir imgesel anlatım yaratır. Şairin
ruhu tıpkı bir okyanus gibi uçsuz bucaksızdır, bu okyanusta her türlü heyecana,
serüvene yer vardır. Ancak, şairin bu okyanusu ‘tedirgin’ olarak betimlemesi,
bu heyecanları ve serüvenleri yaşama konusundaki huzursuzluğunu dile getirmesi
bağlamında dikkat çekicidir. Poświatowska’mn bedenine ve ruhuna heyecanlar
yaşaması yasaktır ne de olsa. Bedeni, hastalık nedeniyle, ruhunun arzularını
doyuramamaktadır.
Sonraki üç dizede ise, ölümün yaklaştığını vurgular şair. Öldüğünde
cansız düşecek olan bedeninin kuşlar için bir ziyafet niteliğinde olacağını
belirterek, yine yoğun bir imgesel anlatımla ölümü bekleyişini yansıtır
okuyucuya. Kuşların şairin cansız bedeni için toplanıyor olmaları, ölümün çok
yakın olduğunu vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Poświatowska’mn
‘kuşlar’ olarak betimlediği, kuzgunlardır. Avrupa kültüründe, dolayısıyla Polonya
kültüründe uğursuzluğun, özellikle de ölümün simgesi olan bu kuşlar, şairin
ölümün çok yakın oluşunu bir kez daha vurgulaması bağlamında önemlidir.
Erotik bir anlatıma sahip ve dolayısıyla seksüel aşkın göstergesi olan “Ve
sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara” dizesi, şairin, bu ızdıraplı
ölümü bekleyişi sırasında, yaşama tutunmak için aşka sığındığı gerçeğini dile
getirmesi bağlamında önemli, bir o kadar da dokunaklıdır.
Şair artık ölümle yaşam arasındaki ince çizgide gidip gelmektedir ve
ölümün gölgesini, soğukluğunu kendisinden bir an olsun uzak tutabilmek için
seksüel aşka sığınmaktadır. Çünkü Poświatowska için seksüel aşk, yaşadığını
hissetmesi için gerekli olan tek şey, ölümü bekleyen bir yaşamın tek
etkinliğidir. Sevgiliyle seksüel bir yakınlaşma şairin yaşamını kısa bir an
olsun uzatacak, sevgilinin sıcak bir dokunuşu şaire soluk ve yaşam verecektir.
Poświatowska bu seksüel yakınlaşmanın kiminle olduğunun önemli
olmadığını, ‘yabancı dudaklar’ betimi ile vurgular. Önemli olan seksüel aşkın
kiminle olduğu değil, seksüel aşkın kendisidir.
Şiirin son iki dizesi, yine ölümü çağrıştırması bağlamında önemlidir.
Türk kültüründe uğursuzluk, kötü bir olay ya da kötü bir haber simgesi olarak
kabul edilen baykuş, Avrupa ve Polonya kültüründe yerini, yukarıda da
belirtildiği gibi, kuzguna bırakır.
Ancak, şairin bu şiirinde kuzgun yerine martıyı kullanmış olduğu
gözlenir. Martı, renginin beyaz olması nedeniyle, umudun sembolüdür. Ancak,
martının bir direk tepesinde çığlık çığlığa oluşu, yine, ölümün çok yakın
olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bilindiği gibi, martılar değil, kuzgunlar ölmüş
bir bedenin başında haykırırlar.
Poświatowska’nin kuzgun yerine martıyı ölüm simgesi olarak kullanarak,
yoğun bir imgesel anlatım oluşturduğu gözlenir. Şairin yaşamaya dair küçük de
olsa bir umudu varsa da, yaklaşmış olan ölümün soğuk soluğu bu umudu da
tüketmiştir. Kısacası, Poświatowska’mn içinde beslediği yaşam umudu bile ölüm
çığlıkları atmaktadır.
Poświatowska’mn aşağıdaki
şiirinde yine Eros ve Thanatos birlikteliğigözlemlenir
czekam na
ciebie obok tej nocy
która
przysiadła na sąsiednym krawężniku i ciemne usta podpiera
i ma
postać Murzynki
chmurne
oczy
na
policzku cień liścia palmowego
mówię tej
nocy - nie dzwoń złotem gwiazd uspokój w fałdach sukni wiatr
czekaj
przecież
wiesz że on przyjdzie
jak deszcz
co myje włosy
wyschniętego
na słońcu drzewa
seni beklerim
yanı başında bu gecenin hani bitişik kaldırımda oturmuş olan ve karanlık
dudaklara destek veren alttan ve bir zenci kadın görünümünde olan bulutlu
gözleri yanağında palmiye yaprağının gölgesi şöyle diyorum geceye - altın
yıldızlarla yanıp sönme sakinleş giysisinin kıvrımlarında rüzgarın bekle biliyorsun
ya onun geleceğini saçlarını yıkayan bir yağmur gibi güneşte kurumuş bir ağacın
Poświatowska, bir sevgili, başka bir deyişle aşk beklentisi içindedir.
Şiirin ilk dizesinde ‘seni beklerim’ ifadesiyle, şairin sevgiliye, aşka
seslendiği gözlenir.
Şiirin ilk bölümünde, bir gece betimiyle karşılaşırız. Bu betimde,
gecenin ölümü simgelediği gözlenir. Poświatowska, aşkı ölümün gölgesinde
beklemektedir. Gecenin bitişik kaldırımda oturmuş olması betimi, ölümün şairin
yanı başında çöreklenerek, şairi bekliyor olduğunu vurgulaması bağlamında
dikkat çekici bir metafor oluşturmaktadır.
Gecenin karanlık dudaklara destek vermesi betimi ile Poświatowska, kalp
hastalarının mor, bir anlamda koyu dudaklara sahip olmalarına işaret eder.
Dudakların koyu rengi, ölümün kol gezdiğini vurgular niteliktedir.
Şair, gecenin bir zenci kadın görünümünde olması betimi ile, ölümün
karanlığını vurgular. Bu betimin, metafor içinde metafor oluşturduğunu
söylemek, yanlış olmasa gerek. İlk metafor gecenin zenci bir kadına
benzetilmesi ile oluşturulmuşken, ikinci metafor zenci kadının karalığı ile ölümün
karanlığı arasındaki bağla ortaya çıkmaktadır. Gecenin bulutlu gözlere sahip
olması betimi ise, ölümün, ölüm duygusunun kederini vurgulaması bağlamında
dikkat çekicidir.
Şiirin ikinci bölümünde, Poświatowska’nin geceye, yani ölüme seslendiği
gözlenir. Şairin ölümden bir dileği vardır: ölümün kendisine sokulmamasını
ister. Bu isteğini “altın yıldızlarla yanıp sönme / sakinleş elbisesinin
kıvrımlarında rüzgarın / bekle” dizeleriyle vurguladığına tanık oluruz.
Şair “altın yıldızlarla yanıp sönme” dizesiyle, ölümün çok yakın olduğunu
vurgulamaktadır. Dilimize, şiirsel bir anlatım yakalamak kaygısıyla ‘yanıp
sönme’ şeklinde çevirdiğimiz bu betim, şiirin orijinalinde ‘dzwonić’ fiili ile
ifade edilmiştir. Bu fiilin anlamı dilimize ‘çalmak, sinyal vermek’ olarak
aktarılmaktadır. Dolayısıyla, Poświatowska’mn bu dizeyle ölümün çok yakın
olduğunu vurguladığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bu şiir şairin
hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir kitabında yer almaktadır.
“Sakinleş giysisinin kıvrımlarında rüzgarın” dizesinde yer alan
‘rüzgar’ kelimesinin, bir anlamda yaşamı simgelediğini söylemek, yanlış olmasa
gerek. Şair, üzerine dolu dizgin gelen ölümün, içinde duyduğu yaşama isteği
karşısında sakinleşmesini istemektedir, adeta.
Ölüme “bekle” şeklinde seslenen şair, sevgilinin geleceği telkini
ile ölümü oyalamaya, onu durdurmaya çalışır. Ancak, sevgilinin gelişi “güneşte
kurumuş bir ağacın saçlarını yıkayan bir yağmur gibi” nafile olacaktır. Bu
dizelerde şairin kendisini güneşte kuruyup ölmüş bir ağaçla özdeşleştirdiğine
tanık oluruz. Ağaç artık kurumuştur ve nasıl ki yağmurun kurumuş bir ağacın
dallarını, ağacı canlandırmak adına yıkaması boşuna bir çabaysa,
sevgilinin-aşkın gelişi de aslında şair için nafile olacaktır. Poświatowska’mn
gerçek sevgilisi, ölümdür.
Şairin, bir
başka şiirini tanrıya yakarışı biçiminde kaleme aldığını gözlemleriz.
powlokłam lakierem poznokcie
i moje
palce błyszczą
panie mój
bądź miłościw
moim
myślom
obrysowałam
ciemną kredką powieki
i niebo
gwiaździste odbija się w mym spojrzeniu panie mój bądź miłościw
memu
pragnieniu
przywitałam
cię pocałunkiem
najprościej
panie mój
bądź miłościw
mojej miłości
cilaladım
tırnaklarımı
ve parıldıyor
parmaklarım
merhamet et
tanrım
düşüncelerime
boyadım koyu
bir kalemle göz kapaklarımı ve yansıyor yıldızlı gökyüzü bakışlarıma merhamet
et tanrım
şu arzuma
karşıladım
seni öpücüklerle
en
yapmacıksız biçimde merhamet et tanrım
aşkıma.
Bu dizelerde hem duygusal hem de fiziksel olarak aşka hazır bir kadın
gözler önündedir. Şair, bir sevgilinin, bir aşkın gelişi için kendisini
hazırlamıştır.
Poświatowska aşk istemektedir, ancak yaşamak istediği aşkın önünde bir
engel vardır: ölüm. İşte bu noktada şair tanrıya yakarır ve ondan, kendisi için
verilmiş olan ölüm hükmünün kaldırılması konusunda merhamet dilenir. Şiirin her
dörtlüğünde tekrarlanan “merhamet et tanrım” dizesi, şairin bu ölüm
hükmü karşısındaki çaresizliğini vurgulaması bağlamında dikkat çekici ve bir o
kadar da dokunaklıdır.
Poświatowska’nin, bir başka şiirinde doğa
motifleri kullanarak, Eros’u işlediği gözlemlenir. Bu Eros elbette ki
Thanatos’un gölgesindedir.
liściu
osłoń mnie zielenią
jestem jesienne nagie drzewo
z zimna drżę
wodo
napój mnie
jestem piaskiem
gorącej suchej pustyni
wiatr mnie przegarnia ręką
ogrzej mnie
ty który jesteś słońcem
przed którym stoję
ukryta w słowach jak w drzew cieniu
żródło bijące [129]
yaprak
çıplak bir sonbahar ağacıyım ben
soğuktan titreyen
su
kumuyum ben
sıcak, kuru bir çölün
rüzgar kucaklıyor beni eliyle
ısıt beni
sen, güneş olan
önünde durduğum
kelimelerde saklı biçimde, hani ağaçların
gölgesindeki atan bir kaynak gibi
İlk dörtlükte şair, kendisini soğuktan titreyen çıplak bir sonbahar ağacı
olarak betimleyerek, neredeyse cansız olduğunu ve ölümün soğuğuyla üşüdüğünü
dile getirmek ister. Bu doğrultuda da, şair tıpkı bir ağacın soğuktan
korunabilmek için yaprağın yeşiline sığınması, yapraklarla yeniden yaşam
bulması gibi, aşkın gücüne sığınır. Bu bağlamda, yaprak aşkı simgelemektedir.
Nasıl ki kurumuş bir ağaç için yeşil yapraklar yaşam, canlılık demekse, ölümün
soğuğunda üşüyen şair için de aşk, yaşam demektir.
İkinci dörtlükte, Poswiatowska’nın kendisini bir çölün kumu olarak
betimlediğine tanık oluruz. Şair, çölde rüzgarla oradan oraya savrulan kum
taneleri gibi, ölümle yaşam arasında savrulmaktadır. Bu dizelerde yer alan su,
nasıl ki çölde bir yaşam kaynağı ise, aşk da şair için bir yaşam kaynağı, yaşam
bağışlayan bir duygudur. Bu doğrultuda, Poswiatowska’nın kullandığı su imgesi
ile yine aşkı simgelediği gözlemlenir.
Şiirin son bölümünde şairin sevgiliye seslendiği gözlenir. Poświatowska
sevgili, bir başka deyişle aşk ile yine bir yaşam kaynağı olan güneşi
özdeşleştirir. Kendisini de ‘ağaçların gölgesinde atan bir kaynak gibi
kelimeler içinde saklı’ olarak betimlediğine tanık oluruz. ‘kelimelerde saklı’
ifadesi, sevgiliye aşkını itiraf etmemesi şeklinde açıklanabilir. Şair, aşkını
itiraf edemediği, ancak, kelimelerinden anlamasını beklediği sevgiliden aşkıyla
kendisini ısıtmasını, kendisine tıpkı bir güneş gibi yaşam bağışlamasını ister.
Görüldüğü üzere şair, şiirin tümünde aşkla su, güneş ve yaprak gibi yaşam
kaynaklarını özdeşleştirerek, kendisi, yaşaması için aşkın önemini
vurgulamaktadır.
Poświatowska’nin aşağıdaki şiirde yine
yaşamının iki gerçeği -Eros ve
Thanatos’u işlediği gözlemlenir.
kiedy umrę kochanie gdy się ze słońcem
rozstanę
i będę długim przedmiotem raczej smutnym
czy mnie wtedy przygarniesz
ramionami ogarniesz
i naprawisz co popsuł los okrutny
często myślę o tobie
często piszę do ciebie
głupie listy - w nich miłość i uśmiech
potem w piecu je chowam płomień skacze po
słowach
nim spokojnie w popiele nie uśnie
patrząc w płomień kochanie myślę, co się
też stanie
z moim sercem miłości głodnym
a ty nie pozwól przecież
żebym umarła w świecie
który ciemny jest i który jest chłodny [130]
öldüğümde sevdiğim güneşe
veda ettiğimde
ve uzun bir mevzu olduğumda, daha doğrusu hüzünlü
okşar mısın beni o zaman
da sarar mısın kollarınla
ve onarır mısın zalim kaderin bozduğunu
seni düşünüyorum çoğu
zaman sık sık yazıyorum sana
aptalca mektuplar - içlerinde aşk ve tebessüm
sonra sobaya atıyorum
onları sıçrıyor alevler kelimeler üzerinde
küllerin üzerinde uyumadan önce
alevlere bakarken sevdiğim
ne olacağını düşünüyorum bir yandan da aşka aç yüreğimin
ama sen izin verme sakın ölmeme bu dünyada hani karanlık ve soğuk olan
Poświatowska’nin, bu şiirinde sevgiliye seslendiği gözlenir. Şiirin ilk
iki üçlüğünde şairin sevgiliye dokunaklı ve trajik bir tonda sorular
yönelttiğine tanık oluruz. Bu sorularda Poświatowska’mn aşka, sevgilinin
şefkatine duyduğu gereksinim gözler önündedir. Öyle ki, sevgilinin verdiği aşkı
ve şefkati, olası olmadığını bilse de, ölümden sonra da arzu etmektedir.
Ölüm giderek yaklaşmaktadır ve durması, durdurulması olası değildir.
Ancak, şair henüz aşka doyamamıştır. Aşk, Poświatowska için yaşam olduğuna
göre, şair yaşama doymamıştır. Şiirin beşinci üçlüğünde yer alan “aşka aç
yüreğimin” dizesi, bu durumun altını çizmesi bağlamında dikkat çekicidir.
Şiirin son üçlüğünde Poświatowska’mn, sevgiliye adeta yakarışı gözler
önündedir. Şairin, ölümün gölgesinde yaşadığı hayatı karanlık ve soğuk olarak
betimlemesi, yine ölümün soğukluğunu ve karanlık bilinmezini çağrıştırması
bağlamında dikkat çekicidir. Sürekli olarak bir ölüm beklentisi içinde yaşayan
Poświatowska, her gün biraz daha ölmektedir, bir anlamda.
Sevgiliden, kendisini sevmeye devam ederek, ölmesine izin vermemesini
ister. Çünkü şair için sevgilinin aşkı, sevgisi şairi ölüm karşısında ayakta
tutan tek güçtür. Poświatowska sevgiliye dolaylı yoldan ‘beni sev ki,
yaşayayım’ der.
Eros-Thanatos birlikteliğinin yer aldığı bir
başka şiirinde Poświatowska sevgiliye, dolayısıyla aşka seslenmektedir.
chciałabym cię zobaczyć raz jeszcze raz
jeszcze
przed wieczorem
chciałabym przeżyć jeszcze jedno lub nawet
dwa życia żeby móc cię zobaczyć
i tamten ból
który mnie wyniósł na rozżarzony piasek
i tamten deszcz
kwietniowej niepogody
i ją zdyszaną podążającą wiernie
wszystkimi moimi śladami
odwracając głowę na zakrętach krzyczę
żeby nie śmiała przyjść bez ciebie [131]
bir kez daha görmek isterdim seni bir kez
daha
akşam üstü
bir yaşam daha yaşamak isterdim
hatta iki yaşam
seni görebilmek için
ve şu ağrıyı
hani taşıyan beni
kızgın kuma
ve şu yağmurunu
kapalı nisan havasının ve ölümü, hani soluk
soluğa ve inançla yönelmiş olan tüm izlerime benim
çevirip başımı dönemeçlerde haykırıyorum
sensiz gitmenin cesaretsizliğiyle
Şiirin ilk üçlüğünde sevgiliye, aşka seslenen şair, onu bir kez daha
görebilmek, yaşayabilmek istediğini dokunaklı bir tonda fısıldar, adeta. ‘Bir
kez daha’ ifadesinin aynı üçlükte iki kez tekrarlanması, şairin olası olmayan,
olası olmadığını bildiği bir durumu, yaşama isteği konusundaki özlemini
vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir.
Şair, şiirin ikinci üçlüğünde sevgiliyi görebilmek, bir başka deyişle bir
aşk yaşamak için bir kez, hatta iki kez daha dünyaya gelmek istediğini
vurgular. Bu ise, şairin aşka ne denli aç, tutkun olduğunu gözler önüne sermesi
bağlamında dikkat çekicidir. Ne de olsa aşk, şairin ölüm hükmü karşısındaki tek
silahıdır.
Şiirin üçüncü üçlüğünde Poswiatowska’nın, yaşadığı yaşamı her şeye rağmen
kabullendiği, sevdiği duygusu karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, hastalığından
dolayı çektiği ve kendisine ızdırap veren fiziksel acıları bile, olmasını
düşlediği ikinci, hatta üçüncü yaşamında da yaşamak ister.
Şiirin dördüncü üçlüğünde şairin, bu yaşamında soluğunu ensesinde sürekli
hissettiği ölümü bile ikinci, hatta üçüncü kez yaşamak istediğini vurgulayışına
tanık oluruz.
Ancak, Poświatowska’nin bu dizelerde ölüm kelimesini kullanmadığını, bu
kelimenin yerini alan zamirini kullandığını gözlemleriz. Lehçede ölüm kelimesi
dişi bir kelimedir ve bu kelimenin işaret zamiri ‘ona’ (o) dır. Şiirin
orijinalinde yer alan ‘ją’ (onu) ifadesi, ‘ona’ zamirinin çekime girmiş hali
olup ölümü işaret etmektedir. Bu nedenle, anlamda açıklık yaratmak amacıyla,
şiirin çevirisinde, ‘onu’ işaret zamiri yerine ‘ölümü’ kelimesi kullanılmıştır.
Dolayısıyla, şairin ölüm kelimesini bilinçli olarak kullanmadığını,
kendisini bu kelimenin ürperten etkisinden bir anlamda korumaya çalıştığını
söylemek, yanlış olmasa gerek. Bu durum ise, dizelerde yansıtılan duygu
bağlamında bir çelişki yaratmaktadır. Poświatowska bir aşk (daha) yaşamak
uğruna ölümü bile ikinci, hatta üçüncü kez yaşamayı göze alırken, bu kelimeyi
kullanmaktan kaçınır.
Ölümün şairin tüm izlerine inançla ve soluk soluğa yönelmiş oluşu betimi,
ölümün şairi kucaklama konusundaki ısrarının ve acelesinin vurgulanması
bağlamında dikkat çekici bir metafor sunmaktadır, okuyucuya. Ölüm infazı,
şairin genç yaşında kesin olarak gerçekleşecektir.
Şiirin son üçlüğünde aşksız ölmenin, bir başka deyişle sevgilinin
yokluğunda ölmenin şaire verdiği acı gözler önündedir. “Çevirip başımı
dönemeçlerde” dizesi, şairin ölüme doğru yürüdüğünü vurgular niteliktedir.
Şair ölüme giden yoldadır ve ölümle yaşam arasındaki her dönemeçte, her
kesişmede, bir başka deyişle, her kritik anda gözleri, yanında kendisine
cesaret veren bir yoldaş olarak gördüğü aşkı aramaktadır.
Ancak, o yoldaş - aşk, sevgili yoktur, Poświatowska’nin yanında ve bu
durumun verdiği cesaretsizlikle ölüm karşısında durmakta, kaçınılmaz sonu
beklemektedir artık. “haykırıyorum /sensiz gitmenin cesaretsizliğiyle”
dizeleri, şairin bir panik içinde olduğunu yansıtmaları bağlamında dikkate
değerdirler.
Poświatowska’mn, bir başka şiirinde, sevgili ile soru-yanıt biçiminde bir
diyalog içinde olduğunu gözlemleriz. Şair yanıt veren taraftır ve bu soru-yanıt
formu içinde Eros ve Thanatos kavramlarını işlediği gözlenir.
kto pomalował twoje policzki
że płoną
to świt ubarwił moje policzki
czerwono
a kto pociemnił twoje źrenice
że gasną
to zmierzch pociemnił moje źrenice
jasne
a kto ci oddech zatrzymał w krtani
o miły
twoje to usta i twoje ręce
sprawiły [132]
kim boyadı ki yanaklarını
yanıyorlar.
şafak boyadı yanaklarımı
kırmızıya.
ya kim kararttı ki gözbebeklerini
sönüyorlar.
alacakaranlık kararttı göz bebeklerimi
aydınlık göz bebeklerimi
ya kim tuttu boğazında soluğunu
ah sevdiğim,
senin dudakların ve ellerin
yaptı bunu.
Sevgilinin, yanaklarının neden yanıyor olduğu yolundaki ilk sorusu
karşısında şair, bunun gerekçesi olarak şafağı gösterir. Sevgilinin ikinci
sorusu, şairin gözbebeklerinin neden karardığı yolundadır. Bu soruya şairin
yanıtı alacakaranlık olur.
Ancak, sevgilinin üçüncü sorusu, şairin soluk almakta güçlük çektiğini
ortaya koyması bağlamında dikkat çekicidir. Poswiatowska’nın bu soruya verdiği
yanıt, iki sevgili arasında yaşanan seksüel bir yakınlaşmayı gözler önüne
sermektedir. Şair soluk almakta güçlük çekme nedenini, sevgilinin dokunuşları
ve öpüşleri olarak gösterir.
Bir kalp hastası olan Poświatowska’ya özellikle fiziksel heyecanlar
yaşaması yasaktır ve şair böylesi anlar yaşadıktan sonra neredeyse ölümün
eşiğine gelmektedir. Ancak, bu duruma rağmen, Poświatowska’nm aşkı, seksüel
aşkı ve aşk uğruna ölmeyi, hastalık sonucu ölmeye yeğlediğini, hatta aşk
uğrunda ölmeyi yüceltip kutsadığını gözlemleriz. Bu duygu, şiirin tüm dokusuna
sinmiş durumdadır.
Şair, sevgiliyle yaşadığı seksüel yakınlaşma sonrasında bedeninde ortaya
çıkan olumsuz değişimlerin nedenlerini şafak ve alacakaranlık gibi başka
unsurlara yükleyip hastalığını sanki anımsamak bile istemez. Onun ölümü, aciz
bir hastalık değil, ancak aşk yüzünden olabilir. Poświatowska hastalık sonucu
ölmeyi sıradan bir ölüm, aşk uğruna ölmeyi ise kutsal bir ölüm şekli olarak
görmektedir, adeta. Bu doğrultuda da, aşk uğruna ölümü yücelttiğine tanık
oluruz.
Poświatowska’nin sevgiliye, dolayısıyla
Eros’a seslendiği gözlenen bir başka şiirinde, sevgiliye yöneltilmiş ve şiirin
tüm dokusuna sinmiş bir yakarış gözler önündedir.
jeśli chcesz mnie zatrzymać ( spójrz
odchodzę ) podaj mi rękę jeszcze może zatrzymać mnie ciepło twojej dłoni
uśmiech też ma własności magnetyczne, słowo
jeśli chcesz mnie zatrzymać, wymów moje
imię
sluch ma granice ostro zakreślone
i ramię jest o wiele krótsze niż słoneczny
promień jeśli chcesz mnie zatrzymać, musisz się pospieszyć krzyknij, inaczej
głos twój nie dobiegnie do mnie
proszę, pospiesz się, proszę, nie
zatrzymywana
odejdę i cóż z tego że przeklniesz tę
ziemię
cóż z tego że ją zdławisz mściwymi rękoma
w sypki piasek wpisując moje zblakłe imię
jeśli chcesz mnie zatrzymać ( patrz idę )
daj rękę tchnij w moje usta oddech ( tak ratuje się utopionych ) nie mam
wielkiej nadziei, długo byłam sama niemniej, uczyń to proszę, nie dla mnie, dla
siebie [133]
beni alıkoymak istersen eğer ( bak gidiyorum
) bana elini ver elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni
mıknatıslı özelliği vardır bir gülüşün de,
bir sözcüğün de beni alıkoymak istersen eğer, adımı söyle
keskince çizilmiş sınırları vardır bir
işitişin
ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından
beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin
haykır, başka türlü ulaşmaz bana sesin
lütfen, acele et, lütfen, alıkoyulmamış biçimde gidiyorum ve ne çıkar lanet
etsen de bu toprağa ben gittikten sonra ne çıkar intikamcı ellerle bu toprağı
ezsen de yazıp solmuş adımı savrulan kuma
beni alıkoymak istersen eğer ( bak gidiyorum ), elini ver soluğunu üfle
dudaklarıma ( böyle kurtarılır boğulanlar ) büyük bir umudum yok, yalnızdım
uzun süre
ama yine de, bunu yap lütfen, benim için
değil, kendin için
Şiirin ilk dörtlüğünde, sanki sevgilisinden ayrılmak üzere istemeyerek
yola çıkmış bir insanın, kendisini durdurması için sevgilisine yakaran sesiyle
karşılaşır okuyucu. Şair, sevgilisinden kendisini durduracak sıcak bir dokunuş,
bir gülümseme, bir sözcük bekler. Kendisini durdurabilecek tek şeyin böyle bir
yaklaşım olabileceğini vurguladığına tanık oluruz.
İkinci dörtlüğün son dizesinde, şairin artık hayli uzaklaşmış olduğunu
gözlemleriz. Terk edilen sevgilinin, sesini duyurabilmek için haykırması
gerekmektedir. Şair bu dörtlükte de sevgiliden yine bir söz, bir dokunuş
beklediğini vurgular. “ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından”
dizesiyle Poświatowska, sevgilinin, kendisini durdurmak için uzanan kolunun, kendisine
gün ışığından daha çabuk ulaşabileceğini vurgulayarak, ilginç bir metafor
yaratır. Bu dizeden de anlaşılıyor ki, şair, sevgiliyi bir gece vakti terk
etmektedir. Günün doğmasına henüz çok vakit vardır. Poświatowska, gün doğduktan
sonra belki sevgilisini terk etmeyecektir, ancak, sevgilinin, şairin onu terk
etmeye hazırlandığı sırada kendisini durdurmasını diler.
Üçüncü dizenin sonunda yer alan “acele etmelisin” ifadesi, şairin
kalmak için çok fazla vakti olmadığını betimlemesi bağlamında dikkat çekicidir.
Üçüncü dörtlüğün ilk dizesinde, şairin içinde bulunduğu panik gözler
önündedir. Bu paniğin “lütfen, acele et, lütfen” ifadesiyle yansıtılmış
olduğunu gözlemleriz. İkinci, üçüncü ve dördüncü dizede, şairin paniğinin
gerçek nedeni ile karşılaşır okuyucu. Şair ölmek üzeredir ve terk edip gittiği
sadece sevgili değil, koca bir yaşamdır. Poswiatowska’nın sevgiliden kendisini
yaşamda tutmasını dileyen yakarışlarıdır, bunlar. Dolayısıyla şiirin ana
dokusuna hakim olan kavramın Thanatos olduğunu gözlemleriz. Poswiatowska’yı
yaşamda tutmanın tek yolu ise aşktır ve bu nedenle, şair yaşamda kalmak için
sevgiliye, aşka yakarır. Dolayısıyla, bu şiirde yine Eros - Thanatos
birlikteliği, iç içeliği söz konusudur.
Şair, kendisini ölüm yolundan çok geç olmadan alıkoymasını diler,
sevgiliden. Poswiatowska’nın, yaşamdan koptuktan sonra, sevgilinin
pişmanlığının nafile olacağını vurgulayışına tanık oluruz, bu dizelerde.
Şiirin son dörtlüğünde, şairin yakarışlarını tekrarlamasının yanı sıra,
ikinci dize dikkat çekicidir. “soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır
boğulanlar)” ifadesinin yer aldığı bu dizeden, şairin artık soluk almakta
bile büyük bir güçlük çektiği, dolayısıyla ölüme çok yakın olduğu
anlaşılmaktadır. Bu şiirin, sanatçının ölümünden sonra yayımlanmış olan son
şiir kitabında yer alışı da, şairin kaçınılmaz sona çok yaklaşmış olduğunu
kanıtlar niteliktedir. Poświatowska, bu şiirini yaşamının son döneminde kaleme
almıştır.
Bu noktada, şiirin ikinci dörtlüğündeki “ve bir kol çok daha kısadır
gün ışığından” dizesi için yaptığımız açıklamaya geri dönmekte fayda olduğu
kanısındayız.
Yukarıda, şairin sevgiliyi bir gece vakti terk ediyor olduğundan söz
etmiştik. Şiirin ilerleyen dizelerinde ise, Poswiatowska’nın aslında sadece
sevgiliyi değil, aynı zamanda bir yaşamı terk etmek üzere olduğu sonucu ortaya
çıkmıştır. Bu sonuçtan hareketle, şairin bu şiiri büyük bir olasılıkla bir gece
vakti kaleme almış olduğunu söylemek, pek de yanlış bir belirleme olmasa
gerek.Çünkü bilindiği gibi, hastalıklar sahiplerine çoğunlukla geceleri ızdırap
verir. Ve Poświatowska da bir gece vakti, fiziksel acılarının yoğun olduğu bir
anda yaşamdan kopmak üzere olduğunu hissetmiş ve bu şiiri kaleme almıştır. Bu
görüşümüzü, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız dize de doğrular niteliktedir.
Gün doğduğunda ise, şairin fiziksel acıları büyük olasılıkla
hafifleyecektir ve şair kendini ölüme değil, yaşama daha yakın hissedecektir.
Ancak, bu dizeleri yazdığı sırada kendisini ölüme daha yakın hisseden
Poświatowska’mn karamsar bir ruh hali içinde olması, onun sevgiliden kendisine
hemen el uzatmasını dileyen panik dolu yakarışlarını dizelere yansıtmasına
neden olmuştur.
Soluk almakta güçlük çeken ve kendisini boğulan bir insanla özdeşleştiren
şair, sevgiliden, kendisine tıpkı boğulan bir insana uygulanan yaşam öpücüğünü
vermesini ister. Sevgilinin sıcak soluğu, şaire yaşam bağışlayacaktır.
Üçüncü dizede yer alan “büyük bir umudum yok” betimi,
Poświatowska’nin içinde bulunduğu çaresizliği vurgulaması bağlamında dikkat
çekici ve bir o kadar da dokunaklıdır. Sevgilinin, dolayısıyla aşkın, şairi
yaşamda alıkoyma çabası, küçük de olsa bir umuttur, şair için. Yaşamda
kalabilmek için, bu küçük umut parçasını yine Eros’tan yana kullanır şair. Onu
yaşamda tutabilecek tek güçtür, Eros.
Bir başka şiirinde Poświatowska’mn yine Thanatos kavramını yansıtışına
tanık oluruz.
czy świat umrze trochę kiedy ja umrę
patrzę patrzę ubrany w lisi kołnierz
idzie świat
nigdy nie myślałam
że jetsem włosem w jego futrze zawsze
byłam tu
on - tam
a jednak
miło jest pomyśleć
że świat umrze trochę
kiedy ja umrę [134]
ölecek mi dünya biraz ben öldüğüm zaman
bakıyorum bakıyorum
işte, tilki kürkünden yakasıyla yürüyor dünya
düşünmemiştim hiçbir zaman onun kürkünde bir tüy olduğumu her zaman buradaydım
ben o ise - orada
ama
düşünmek güzel
dünyanın biraz öleceğini ben öldüğüm zaman
Yaşama aşık olan, ancak, erken yaşta öleceğini bilen bir insanın içinde
bulunduğu çaresizliğin dizelere yansımış halidir, bu şiir. Yaşamayı böylesine
çok arzu eden şair, öldüğünde dünyanın da biraz öleceği telkini, düşüncesi ile
kendisini avutmak ister, adeta.
Şiirin ikinci bölümünde, dünyayı, dolayısıyla yaşamı boynunda tilki
kürkünden bir yakayla yürüyen bir insana benzettiğine tanık oluruz. Bilindiği
gibi, tilki kürkü değerli bir kürk türüdür ve varlıklı insanların sahip olduğu
bir giyim eşyasıdır. Poswiatowska’nın, kürk betiminde tilki kürkünü
kullanılması, dünyanın, yaşamın son derece zengin, gösterişli ve görkemli
olduğunu vurgulaması bağlamında, çok çarpıcı bir metafor sunmaktadır,
okuyucuya.
Üçüncü bölümde, şairin, kendisinin bu kürkün bir tüyü olduğunu
vurgulamasıyla karşılaşırız. Tilki kürkünden bir yakada nasıl milyonlarca,
milyarlarca tüy varsa, dünya üzerinde de milyonlarca, milyarlarca insan vardır.
Ve şair, bu milyarlarca insanın her birini, tilki kürkünden yakada bulunan her
bir tüyle özdeşleştirir. Kendisi de bu tüylerden biridir.Yaşamın bu görkemi ve
zenginliği içinde, dünya üzerindeki milyarlarca insan gibi, Poświatowska da yer
alır ve bu görkemin bir parçasını oluşturur.
Şiirin son bölümünde, sanatçının, öldüğünde, dünyanın da biraz öleceği
düşüncesiyle kendini ne kadar avutsa da, acı gerçekle yüz yüze gelişini ve bunu
kabullenişini gözlemleriz. Nasıl ki kürk yakadan bir tüyün düşmesi, yakanın
değerinden, görkeminden, güzelliğinden bir şey kaybettirmezse, Poswiatowska’nın
ölümü de yaşamın görkeminden, güzelliğinden bir şey kaybettirmeyecektir. Bu
noktada, yukarıdaki görüşe paralel bir başka bakış açısıyla, şairin, kendisinin
milyarlarca insan içinde ne derece önemsiz bir varlık olduğunu kabullenişini de
belirtmek mümkün. Şairin ölümünden sonra da yaşam bütün güzelliği ile sürüp
gidecek, bir başka deyişle, dünya, tilki kürkü yakasıyla mağrur bir biçimde
yürüyerek, yoluna devam edecektir.
İşte bu gerçekle yüzleşen şair, “ama / düşünmek güzel / dünyanın biraz
öleceğini” dizeleriyle yine, kendisini avutma, ölüm düşüncesinin acısını
biraz olsun hafifletme çabasını gözler önüne serer.
Aşağıdaki şiirinde, yine Thanatos kavramı
gözler önündedir.
ona jest z nami
nasłuchuje brzęku osy bawi się moimi włosami w twoje palce wplątana
słonce miękko podkłada pod głowy potem trochę traw potem jeden kwiat maku jak
wykrzyknik czerwony
ona przeczy naszym ruchom
przygina nas do ziemi zapachem
ciepłem
zatrzymuje wiecznie
na chropawej powierzchni ziemi bezwładnych
miłością - śmierć [135]
o bizimle
yaban arısının vızıltısını dinliyor
saçlarımla oynuyor
senin parmaklarına dolaşmış
güneşi
seriyor başının altına hafifçe sonra biraz çimeni
sonra bir afyon çiçeğini bir ünlem işareti
gibi
kırmızı
karşı çıkıyor canlılığımıza
eğiyor bizi toprağa doğru kokuyla
sıcakla
ebedi biçimde alıkoyuyor pürüzlü yüzeyinde toprağın aşkla uyuşmuşları -
ölüm
Şiirin ilk iki bölümünde, Poswiatowska’nın, doğadaki her şeyde
Thanatos’un var olduğunu vurgulayışına tanık oluruz.
İlk bölümün “o bizimle” dizesi, Thanatos’un sürekli olarak dar
anlamda insanlarla, geniş anlamda da tüm canlılarla var olduğunu işaret etmesi
bağlamında dikkat çekicidir. Canlılar var olduğu sürece, Thanatos da var
olacaktır. “saçlarımla oynuyor / senin parmaklarına dolaşmış”
dizelerinde, Thanatos’un insandan ayrı düşünülemeyeceği, insanın nerede olursa
olsun, nereye giderse gitsin hep
Thanatos’un eşliğinde olacağı görüşü vurgulanır. İnsanların gölgesidir,
Thanatos.
İkinci bölümde de, doğadaki her şeyde yine Thanatos’un var olduğu
düşüncesiyle karşılaşırız.
Thanatos’un ‘güneşi, çimeni ve afyon çiçeğini başının altına sermesi’
betimiyle ilginç bir metafor oluşturan Poświatowska, Thanatos’u tüm doğaya
hakim bir güç olarak yansıtır. Thanatos doğadaki her canlı, her unsur için
vardır.
Şair şiirin üçüncü bölümünde, Thanatos’un etkinliğini betimlemeye
çalışır. Thanatos doğadaki tüm canlıların canlılığına karşı çıkan, onları bu
canlı biçimlerden mahrum eden bir güçtür. “eğiyor bizi toprağa doğru”
dizesiyle Poświatowska, her canlının, Thanatos’un etkinliği ile, her gün biraz
daha yok oluşa yaklaştığını vurgular. Sonunda, her canlı toprakla buluşacaktır.
Şiirin son bölümünde, şiirin tümünde hakim olan Thanatos’a Eros’un eşlik
edişi gözlenir. ‘Thanatos’un, aşkla uyuşmuş olanları toprağın pürüzlü yüzeyinde
ebedi bir biçimde alıkoyması’ betimi, Poświatowska’mn, Eros’u doğada böylesine
büyük bir güce sahip olan Thanatos’un da üzerinde bir güç olarak kabul edişinin
bir göstergesidir.
Doğadaki tüm varlıklara hükmeden Thanatos, Eros’un etkisiyle kendinden
geçmiş olan insanlar üzerinde bu hükmü tam olarak uygulayamaz. Aşkla sarhoş
olmuş insanlar, Thanatos’a rağmen, yaşamaya devam ederler.
Poświatowska’nin, şiirin bütününde Thanatos için ‘ona’ (o) şahıs zamirini
kullandığını gözlemliyoruz. Bu durum ise şairin, ölüm kelimesini, bu kelimenin
verdiği ürkütücü anlamdan sakınmak için ısrarla kullanmak istemeyişinin bir
göstergesidir. Poświatowska bu kelimeyi kullanmayarak, kendisini bir anlamda
ölüm korkusudan korumak istemiştir.
Yukarıda, anlamsal açıdan titizlikle dilimize aktarılmaya çalışılmış
şiirlerinde de görüldüğü üzere, Poświatowska ölümle yaşamı, bir başka deyişle
aşkı, hiçbir zaman ayrılmayacak olan bu iki kavramı şiirlerinde
bütünselleştirmiştir.
İnsanoğlu tüm insanların ölümlü, yaşamın da ölüme koşan bir süreç
olduğunu bilir, ancak ölüm erken gelirse ve bir erken ölüm bilinciyle yaşamak
söz konusu olursa, akıp giden zaman insan için başka bir değere sahip olmaya
başlar.
İşte, tıbbın hastalığı karşısında yetersiz kalışı nedeniyle, erken bir
ölüme mahkum yaşamış olan Poświatowska için de akıp giden zaman, yaşam başka
bir değere sahip olmuştur. Yaşamak için çok fazla zamanı olmadığını bilen şair,
kısa yaşamının her anını, her saatini, her dakikasını değerlendirmek için büyük
bir çaba harcamıştır.
Yirmili yaşlarında ölümle sürekli bir yarış haline giren Poświatowska, bu
yarışı, belki de, çabalarının umutsuzluğu ve yenilgi bilinciyle sürdürmüştür. “İnsanın hayatı, yenileceğinden
hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır” [136]
der ünlü filozof Schopenhauer. Dünya üzerindeki her insan için geçerli olan bu
çaba, ölümünün erken geleceği bilinciyle yaşamış Poświatowska için başka bir
anlam taşımıştır. Poświatowska için kısacık yaşamı, bu çabalara değerdir.
Bu zaman süresince şair, ruhunun ölüm gerçeği karşısındaki sancılarını
dindirme yolunu şiirler yazmakta bulmuş ve ölüm korkusunu kendisinden bu
şekilde uzak tutabilmiştir. Kısacası Poświatowska, kurtuluşu sanatta aramıştır.
Poswiatowska’nın yaşam öyküsünde bir olağanüstülük olarak karşımıza çıkan
yaşam ve ölümün böylesi yakın dostluğu, şairin şiirine tümüyle yansımış ve
şiirini, yukarıda da belirttiğimiz gibi, dönem Polonya’sındaki şiir
anlayışından uzaklaştırarak, özgün bir çizgide yol almaya sürüklemiştir.
Poświatowska’mn şiiri incelendiğinde, bu şiirin iki temel kavram üzerinde
yükseldiği gözlenir. Bu temel kavramlardan ilki ve sanatının çıkış noktası,
ölüm kavramı, ya da bir başka deyişle, Thanatos’tur. Bu kavramın,
Poświatowska’mn şiirine - yaşam öyküsel nedenlerle - kaçınılmaz ve zorunlu bir
giriş yapmış olduğu gözlenir.
Poswiatowska’nın
Şiirinde Ölüm - Thanatos
Ölüm Poświatowska’mn şiirinde bazen “o soğuk, esiyor boşluktan”
dizesinde olduğu gibi ‘soğuk’, bazen de “gel güzel ölüm” dizesinde
olduğu gibi ‘güzel’ olarak betimlenmiş şekliyle belirir. Ölümün Poświatowska’ya
yaşamı boyunca bir yakınlaşıp bir uzaklaşmış olması, şairin, ölümü bazen
kendisine bir dost, bazen de düşman olarak görmesine neden olmuştur.
Ölüm soluğun yavaş yavaş kaybıdır ve şairin “beni alıkoymak istersen
eğer (bakgidiyorum), elini ver/soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır
boğulanlar)” dizelerinde olduğu gibi, yaşamak için bir soluk istemesine
neden olur.
Ölüm “soluk soluğa / ve inançla yönelmiş olan / tüm izlerime benim” dizelerinin
betimlediği gibi, Poświatowska’nin izini süren ısrarcı, aceleci bir avcı; şair
ise bu aman vermeyen acımasız avcının birkaç adım önünde, yaşayabilmek için
kaçan bir avdır, adeta.
Poświatowska’da, ürkmüş bir hayvan gibi dolu dizgin üzerine gelen ölümü,
ona seslenerek, onunla konuşarak evcilleştirme eğilimi gözlenir. “gel güzel
ölüm / bir ağustos gecesi gibi savrulmuş ol /sıcak ol /dokun bana hafifçe”
dizeleri, şairin bu eğiliminin gözlendiği bölümlerdir.
Ölüm, Poświatowska’mn bilincinde ve imgeleminde tüm doğaya egemen olan
büyük bir güçtür. Ölüm her yerde ve her şeydedir. “o bizimle / yaban
arısının vızıltısını dinliyor / saçlarımla oynuyor / senin parmaklarına
dolaşmış” dizelerinde, şairin bu doğrultudaki görüşü gözler önündedir.
Ancak, bu büyük gücüne rağmen ölüm, aşk karşısında geri çekilir,
Poświatowska’mn şiirinde. “ebedi biçimde alıkoyuyor /pürüzlü yüzeyinde
toprağın / aşkla uyuşmuşları - ölüm” dizeleri, Poświatowska’mn Eros’un
Thanatos karşısındaki gücünü, Thanatos’a ayak direyişini vurguladığı dikkat
çekici bölümlerdir.
Ölüm kavramı, bazen de metafizik boyutuyla çıkar karşımıza. Poświatowska
ölümün ne olduğunu sorgularken, bir yandan “ya ölüm? / biyolojik bir süreç” dizeleriyle
ölümün sadece yeryüzündeki yaşamı sonlandıran biyolojik bir süreç olduğu
sonucuna varır, öte yandan imgeleminde ölümden sonraki süreçte yer altı ve
gökyüzü düzlemindeki yaşamı kabul eder. Ancak bu kabullenme, şairin, yaşamı
doya doya, kana kana içemeden ölecek olmasının etkisiyle, yeryüzündeki yaşamla
ilgilenmesini engellemez.
Poświatowska ölümünden sonra da yeryüzündeki yaşamı izler. Yeryüzündeki
yaşamdan bedenen kopmuş olsa da, ruhuyla bu yaşamı izlemeye devam edecektir,
şair. Bu bağlamda, “geçip gittin /geçip gittim / artıkyokuz /yukarıdaki şu
uğultu ise / rüzgar / o sonsuza dek esecek daha böyle / üzerimizde / üzerinde
suyun / ve toprağın” dizeleri önem kazanır.
Poswiatowska’nın
Şiirinde Aşk - Eros
Ölüm kavramını bu şekilde ele alan Poświatowska’mn şiirindeki ikinci
temel kavram ise aşk, ya da bir başka deyişle, Eros’tur. Bu kavramın,
sanatçının şiirinde ölüm kavramının karşıtı bir kavram olduğunu gözlemliyoruz.
Bu karşıtlık kendisini, şiirde Eros kavramının kazandığı iki güçlü anlamla
ortaya koyar.
Eros’un bu şiirdeki ilk anlamı, ölüm karşısında yaşama duyulan aşk olarak
kimlik bulur. Eros, Poświatowska’mn şiirinde ilk planda büyük ve tutkulu bir
yaşam aşkını kucaklar ve bu kucaklayış Poświatowska’mn şiirinin sınırlarını
belirler. Onun şiiri, ölümün kıyılarından olabildiğince uzaklaşmak, karşı
kıyıya - yaşama ulaşabilmek, tutunabilmek için var gücüyle yüzen bir kadının,
bu yüzüşte kollarına derman veren Eros’a sığınmasıdır. Poświatowska’nin şiiri,
genç ölmek zorunda olan bir kadının ölüm karşısında yaşama yakarışıdır.
Yaşam
-Yaşam hani bir sevgili sanki
Çekip gitmek isteyen -
Boynuna sarılır
Haykırırım ona
Ölürüm gidersen.
Bu dizelerden, şairin en büyük aşkının yaşam aşkı, en sevgili
sevgilisinin de yaşam olduğu sonucuna varıyoruz.. Şair çok fazla
yaşayamayacağının bilincindedir, bu nedenle yaşama bir başka türlü sarılır.
Eros’un bu şiirde kazandığı ikinci anlam ise, yaşama duyulan büyük aşkın
sınırlarının daralmasıyla, sevgiliye duyulan aşk olarak ortaya çıkar.
Poświatowska, kendisi için erken bir ölüm hükmü vermiş olan yaşamda,
ölüme karşı cesaretle ayakta kalabilmek, ölüme direnebilmek, kısacası
yaşayabilmek için aşka sarılır. Aşk hem duygusal hem de seksüel düzeyde ortaya
çıkarak, bir bütün oluşturup şairin tüm benliğini kapsar.
Aşk, yaşama yakaran Poświatowska’mn dilindeki dua, yaşama duyduğu tutkulu
duygunun bir başka ifadesidir. Bu doğrultuda da, sanatçının şiirinde “yakın
ol bana sen / çünkü yalnız o zaman / üşümem” dizelerinde olduğu gibi, sıklıkla
aşka, sevgiliye çağrı gözlenir ve şair “beni alıkoymak istersen eğer ( bak
gidiyorum ) bana elini ver / elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni / mıknatıslı
özelliği vardır bir gülüşün de, bir sözcüğün de / beni alıkoymak istersen eğer,
adımı söyle / (...) / beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin /haykır,
başka türlü ulaşmaz bana sesin” dizelerinin de yansıttığı gibi, aşkını
vererek kendisini yaşamda tutması için sevgiliye yakarır.
Ölümün dehşetini kendisinden uzaklaştırmak için sürekli olarak aşka
ihtiyaç duyan ve bu aşkı karşılamak için sürekli olarak hazır durumda bulunan
Poświatowska, bu aşk için bazen “boyadım koyu bir kalemle göz kapaklarımı /
ve yansıyor yıldızlı gökyüzü bakışlarıma / merhamet et tanrım / şu benim
arzuma” dizeleriyle Tanrı’ya yakarır, bazen de ölüm bekleyişinin
ızdırapları içindeki bir ölüm mahkumunun bir an önce öldürülerek
ızdıraplarından kurtulmayı istemesi gibi, “yine koyu bir aşk arzuluyorum /
bir aşk ki öldüren / ancak böyle yalvarır ölüm için / bir mahkum” dizelerinin
vurguladığı ‘aşk uğruna ölüm’ü yüceltir. Dolayısıyla şairin, aşk uğruna ölümü,
hastalığı nedeniyle gelecek ölümün üzerinde tutuşuna ve bu ölüm şeklini
kutsayışına tanıklık ederiz.
Poświatowska, imgelemindeki seksüel aşk doğrultusunda şiirine erotizmi dahil
eder. Ancak, bu erotizmin, hastalığı nedeniyle bedensel arzularını sevgiliyle
gideremeyen Poświatowska’mn şiirinde daha çok bir homoerotizm olarak ortaya
çıkışına tanık oluruz.
Söz konusu homoerotizmin, şairin kendi bedenine duyduğu büyük bir
hayranlık, kendi bedenine tapınma biçiminde var olduğunu gözlemleriz.
Poświatowska, şiirinde ayna karşısında kendi çıplak ve aşk arzusuyla
yanan bedenini inceler.
Bu homoerotizm doğrultusunda, Poświatowska’nin şiirinde bir kadının
bedensel arzularını kendi kendine gidermesi betimleriyle karşılaşırız. “ve
dokundum göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım / (...) / ve
bacaklarımın doruğundaki / aşağı dönük kubbeye /yalan söyledim - gelecek / ve
titredi bacaklarım inanarak” dizeleri, sanatçının şiirinde gözlenen,
bedensel arzuları kendi kendine gidermenin en çarpıcı örneklerinden birini
oluşturmaktadır.
Poświatowska’nm şiirindeki Eros’un yukarıda sözü edilen bu iki anlamı,
sanatçının şiirinde tek bir amaca, şairin yaşam amacına hizmet etmektedir. Bu
Eros, şairin yaşam arzusunun yapıtına yansımış biçimidir.
Eros’un bu iki anlamı birbirini koşullayan bir karakter taşır. Yaşam
aşkının, bir aşk yaşamayı, bir aşk yaşamanın da yaşam aşkını koşulladığı
gözlenir bu şiirde. Dolayısıyla, Poświatowska’nm imgeleminde, yaşayabilmek için
Eros’a sarılma olgusunun gözlendiği sonucuna varıyoruz. Şair için yaşamak, Eros
demektir.
Bu bağlamda, Poświatowska’nm şiirinde gözlenen Eros kavramını, şair için
etkinlik gösteren çift başlı bir meleğe benzetmek pek de yanlış bir belirleme
olmayacaktır. Bu çift başlı melek, Poświatowska^ ölüm karşısında korumaktadır.
Sonuç olarak, yukarıdaki belirlemelerin ışığı altında, Poświatowska’nin
şiirinde var olan Thanatos kavramının, yeryüzündeki tüm canlılar üzerinde
egemen olan ve yeryüzündeki yaşamı sonlandıran, yine de Eros karşısında geri
çekilen bir güç olarak ortaya çıktığına tanık oluyoruz.
Eros ise, Poświatowska’mn şiirinde tüm canlılara hükmeden Thanatos kadar
güçlü bir kavram olarak ortaya çıkar. Eros bir anlamda, Poświatowska’mn
Thanatos’a karşı yaşam reçetesi, kalkanı olmuştur. Bu bağlamda, Eros kavramının
Thanatos kavramının karşısına çıkarak, bu şiiri dengelediği gözlenir.
Poświatowska’mn yaşamını ve şiirini bir terazi olarak düşünürsek, bu
yaşamın ve şiirin bir kefesinde Thanatos kavramı, diğer kefesinde de eşit
ağırlıktaki Eros kavramı yer alır. Şair, Thanatos’un ağırlığını ne derece
duyumsamışsa, Eros’u da o ölçüde güçlendirmiştir.
Bu durum ise, bize yine Yin Yang düşüncesini anımsatmaktadır.
Poświatowska’mn yaşamını ve şiirini dengeleyen kavramlardan Eros Yang, Thanatos
ise Yin’dir. Şair yaşadığı süre boyunca Eros’un Thanatos’a karşı verdiği
savaşla yaşama tutunabilmiştir. Poświatowska’mn şiiri de yine bu savaşımla
ayakta durabilmiş, gelişip serpilmiş ve canlılığını koruyabilmiştir. Sadece
Thanatos’un egemen olduğu bir şiirin bir süre sonra verimsizleşip kuruyacağı ve
yine kendi kıyılarında çökeceği kuşku götürmez bir gerçektir, kanısındayız.
Polonya
Şiirindeki Aşk - Eros ve Ölüm -Thanatos Perspektifinde
Poswiatowska’nın
Şiirindeki Aşk—Eros ve Ölüm — Thanatos
Eros ve Thanatos kavramları açısından böylesi bir çizgide gelişim
göstermiş olan Poświatowska’nin şiiri, Polonya şiirindeki Eros ve Thanatos
kavramları perspektifinde ele alındığında, bir sıra dışılık ortaya koyar.
Bu noktada, Poświatowska’mn şiirinde var olan Eros ve Thanatos
kavramlarının izini, Polonya şiirindeki Eros ve Thanatos kavramları
çerçevesinde sürmeye çalışalım.
Ölüm -Thanatos:
Polonya şiirinde barok, romantizm, Genç Polonya, İki Savaş Arası Dönem ve
1956 sonrası çağdaş dönemde ortaya çıkan Thanatos kavramı, Poświatowska’mn
şiirinde daha özgün bir nitelik taşır.
Thanatos kavramının, öncelikle Poświatowska’nm şiirine giriş nedeninde
bir özgünlükle karşılaşırız. Poświatowska dışında, Polonya şiirinin hiçbir
döneminde hiçbir şair ölümü bu denli bilinçli bir biçimde beklememiştir. Bu
nedenle, Polonyalı şairlerin şiirlerinde gözlenen Thanatos kavramı, etkinlik
gösterdikleri dönemde var olan edebi anlayış çerçevesinde ortaya çıkar.
Oysa Poświatowska’mn Thanatos’u, kişisel, bir başka deyişle yaşam öyküsel
nedenlerle şiirine girmiş, girmenin de ötesinde, bu şiirin çıkış noktasını
oluşturmuştur. Bu nedenle, Thanatos’un şairin yapıtlarında çok güçlü bir
biçimde ortaya çıkışına tanık oluruz.
Polonya şiirinin barok döneminde, zamanın önemli şairlerinin imgeleminde,
doğrudan tehdidi altında yaşamamış olmaları nedeniyle soyut bir kavram olarak
ortaya çıkan Thanatos, Poswiatowska’nın imgeleminde, klinik olarak pek çok kez
ölüme çok yaklaşmış, ölüme dokunmuş ve ölümün tadını bilen bir insan olması
nedeniyle, tüm benliği ile yaşadığı somut bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
Thanatos, şairin ruhunun ve bedeninin somut gerçeğidir.
Romantizm dönemi Polonya şiirinde gözlenen Thanatos’un ise,
Poswiatowska’nın yaşamının ve dolayısıyla şiirinin gerçeğine hiç uymadığı
açıktır. Romantizm döneminde bir bağımsızlık savaşı verilmesi nedeniyle ortaya
çıkmış olan ‘vatan uğruna ölüm’ kavramı, Poswiatowska’nın şiirinde, şairin
ülkesinin değil, kendi gerçeğinin peşine düşmüş olması nedeniyle, ‘aşk uğruna
her şeyi, hatta ölümü bile göze alış’ anlamıyla belirir. Bu doğrultuda da,
şairin “bir kez daha görmek isterdim seni / bir kez daha / akşam üstü / bir
yaşam daha yaşamak isterdim / hatta iki yaşam / seni görebilmek için / ve şu
ağrıyı / hani taşıyan beni / kızgın kuma / (...) / ve ölümü, hani soluk soluğa
/ ve inançla yönelmiş olan / tüm izlerime benim” dizeleri önem kazanır.
Genç Polonya dönemi şiirinde ortaya çıkan, maddi dünyanın tüm
çirkinliklerinden kaçarken kucaklanan ve kutsanan Thanatos kavramının ise yine,
Poswiatowska’nın şiirindeki Thanatos’tan ayrıldığı gözlenir. Poświatowska,
kendisi için erken bir ölüm hükmü vermiş olsa da, yaşamdan kaçmaz, yaşamı büyük
bir aşk ve tutkuyla kucaklar. Genç Polonya dönemi şairlerinin yaşamın
çirkinliklerinden kaçarken kucakladıkları Thanatos, Poświatowska’da kaçılan bir
kavram, bir gerçektir.
İki Savaş Arası Dönem şiirinde bir yandan doğanın ve yaşamın doğal bir
sonucu, öte yandan da yaşamdaki biçimlerin değişmesiyle yeni bir başlangıç
anlamıyla ortaya çıkan Thanatos kavramı, Poświatowskamn şiirinde reddedilir. Bu
reddediş, şairin Thanatos’u doğanın ve yaşamın doğal bir sonucu, biyolojik bir
süreç olarak kabul etmesine rağmen, genç ve güzel bir kadın olması nedeniyle
çok erken gelecek ölüme karşı isyan duygusunda ve ölümden sonraki başka
biçimleri ya da başka boyutları kabul etmeyişinde ortaya çıkmaktadır.
1956 sonrası çağdaş dönem Polonya şiirinde, barok geleneğine dönüşle,
Eros’un kardeşi, yaşamın iki yüzünden biri olarak ortaya çıkan Thanatos ve
‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla kimlik bulan Thanatos kavramının yine
Poświatowska’mn şiirinde gözlenen Thanatos kavramıyla örtüşmediği ortaya
çıkmaktadır.
Aşk - Eros:
Polonya şiirinde ortaçağ, İkinci Dünya Savaşı, savaş sonrası 1948-1955
dönemi dışındaki tüm dönemlerde varlık göstermiş olan Eros kavramı da
Poświatowska’mn şiirinde, tıpkı Thanatos kavramında olduğu gibi, özgün bir
nitelik taşır.
Söz konusu özgünlük kendisini ilk olarak, bu kavramın iki anlamla var
olmasıyla ortaya koyar. Poświatowska’nin şiirinde Eros’un yaşam aşkı olarak
beliren ilk anlamı Polonya şiirinde hiçbir dönemde, hatta şairin etkinlik
gösterdiği dönemde bile var olmamıştır.
Poświatowska’mn şiirinde Eros’un sevgiliye duyulan aşk olarak beliren
ikinci anlamını ise, öncelikle barok döneminde gözlemlemeye çalışalım.
Anımsanacağı gibi, barok döneminde “carpe diem” (anı yaşa) ve “momento
mori” (ölümü hatırla) kavramları yan yana yer almaktadır. Bu doğrultuda da
Eros, ‘sev, çünkü yaşam bitiyor, ölüm seni bekliyor’ çağrısı yapar.
Barok dönemindeki Eros’un karakteristiği olan bu düşüncenin
Poświatowska’mn imgeleminde de ortaya çıktığını gözlemleriz. Ancak, şairin
imgeleminde bu düşüncenin ortaya çıkış nedeni farklıdır.
Poświatowska, yaşamının çok kısa olduğunu bildiğinden acele eder, aşk
için; aşkı hemen, şu anda yaşamak zorundadır, o. Bir sonraki krizi
atlatamayabileceğinin, ya da bir sonraki operasyonda yaşama dönemeyebileceğinin
bilincindedir. Ve ne yazık ki, öyle de olmuştur.
Bu nedenden ötürü, Poświatowska’da gözlenen ‘sev, çünkü yaşam bitiyor,
ölüm seni bekliyor’ düşüncesinin çok daha acil, çok daha gerçekçi bir anlam
taşıdığına tanık oluruz. Bu bağlamda, “kuşlar / toplanıyorlar ziyafeti için
/ bedeninin / ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara” dizeleri
önem kazanmaktadır.
Bu doğrultuda da, şairin imgelemindeki Eros kavramının, barok dönemi Eros
kavramından farklılaştığı gözlenir.
Poswiatowska’nın şiirinde, sevgiliye duyulan aşk anlamlı ikinci Eros’un,
hem duygusal hem de seksüel düzeyde ortaya çıkarak bir bütün oluşturması
bakımından, Genç Polonya dönemi öncesinde var olan tüm Eros anlamlarından
sıyrıldığı, Genç Polonya dönemi itibariyle varlık gösteren Eros kavramıyla
örtüştüğü gözlenir.
Anımsanacağı gibi, Genç Polonya dönemi, seksüel Eros’un Polonya şiirinde
ilk kez belirmesi açısından bir dönüm noktası niteliğindedir ve Genç Polonya
dönemini izleyen İki Savaş Arası Dönem ve 1956 sonrası çağdaş dönemde de, hem
duygusal hem de seksüel aşkı kapsayan Eros kavramı, var olmaya devam etmiştir.
Bu nedenledir ki, Poswiatowska’nın şiirinde sevgiliye duyulan aşk anlamlı
Eros’un izini, Genç Polonya döneminden itibaren sürmek gerekir.
Bu Eros, duygusal ve seksüel açıdan dengede duran bir profil çizmesi
bakımından, ne Genç Polonya dönemi şiirinde öncülüğünü Tetmajer’in yaptığı
yaşamın çirkinliklerinden kaçış için sığınılan seksüel yönü baskın Eros
kavramına, ne İki Savaş Arası Dönem şiirinde öncülüğünü Maria Pawlikowska
Jasnorzewska’nın yaptığı çağdaş kadını ve duygularını ön plana çıkaran Eros
kavramına, ne de 1956 sonrası çağdaş dönemde öncülüğünü Grochowiak’ın yaptığı
antiestetik Eros ve parodik nitelikli Eros kavramına benzer.
Genç Polonya döneminde, varoluş korkusu yaşayan şairler, seksüel Eros’a
sığınır ve bu doğrultuda da şiirde seksüel aşk tabloları gözlenir. Oysa
Poświatowska yaşamak için Eros’a sığınır ve yansıttığı Eros, sadece seksüel
yönü ile sunulan bir Eros değildir.
Yine aynı dönemde, özellikle edebiyat sahnesine ilk kez bu dönemde çıkan
kadın şairlerin yapıtlarında ise, seksüel aşkını yaşayan çağdaş kadın
yansıtılır, okuyucuya. Ancak, bu kadın yine de dini ve toplumsal geleneklerin
baskısı altında ezilmektedir ve seksüel duygularını itiraf etmiş olmaktan
dolayı huzursuzdur. Oysa Poświatowska seksüel duygularını haykırmaktan asla
çekinmez.
İki Savaş Arası Dönemin ünlü kadın şairi Pawlikowska’nın şiiri duygusal
ve seksüel arzularını haykıran ve bu arzularını doya doya yaşadığını dile
getiren çağdaş kadının sesidir. Bu şiir, kadının duygusal ve seksüel arzularını
haykırması bağlamında Poświatowska’mn şiiriyle benzerlik gösterse de,
Poświatowska’mn şiirinden farklıdır. Bu farklılık, Pawlikowska’nın şiirinin
temeline kadınlığı, kadın olmayı, Poświatowska’mn ise ölüm ve yaşamı koymasıyla
ortaya çıkar.
Pawlikowska şiirinde, duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşmuş bir bütün
olan kadını ve aşkını yansıtır. Oysa Poświatowska’mn yansıttığı, ensesinde
sürekli olarak ölümün soğuk nefesini hisseden ve bu nedenle de yaşama tutunmak
için aşka sarılan acılı ve yalnız bir kadındır. Pawlikowska’nın şiirinde aşk
kadın olmanın doğal bir getirisi iken, Poswiatowska’nın şiirinde ölüm
karşısında tutunulan bir dal, ölümden kaçışın doğal bir getirisidir.
1956 sonrası çağdaş dönem şiirinde gözlenen antiestetik Eros, okuyucuyu
yaşamın gerçekleri konusunda kışkırtmaya yönelir. Oysa Poswiatowska’nın böyle
bir sorunu yoktur. Dolayısıyla, Poswiatowska’nın şiirindeki Eros’un, böylesi
bir görev yüklenmiş antiestetik Eros’la örtüşmemesi son derece doğaldır.
Yine bu dönemde Polonya şiirinde ortaya çıkmış olan, romantizm
dönemindeki yüce ve ideal Eros’u alaya alan mizahi Eros’un, yalnız seksüel
yönüyle ortaya çıkan - bir anlamda - ahlak dışı niteliği, Poswiatowska’nın hem
duygusal hem de seksüel bir bütünlük oluşturan Eros’uyla örtüşmez.
Poswiatowska’nın imgelemindeki Eros, ahlak dışı değildir ve ahlak dışı
yaşanmaz. Poświatowska sadece, yaşamının çok kısa olduğu bilinciyle yaşadığı
için, hem duygusal hem de seksüel düzeyde yaşayabildiği kadar çok aşk yaşamak
ister; çünkü bu, şairin yaşama tutunabilmesi, yaşadığını duyumsayabilmesi için
zorunludur.
Bu bağlamda, yukarıda da andığımız “ve sen bastırıyorsun bedenini
yabancı dudaklara” dizesi önem kazanır. Bu dizede yer alan ve seksüel
Eros’u betimleyen ‘yabancı dudaklar’ ifadesi, ahlak dışı bir niteliğe sahip
değildir. Bu ifade, önemli
olanın seksüel aşkın kendisinin olduğunu vurgulama niteliğine sahiptir.
Seksüel aşk, şairin yaşadığını duyumsayabildiği bir etkinlik olması bağlamında
önemlidir.
Poświatowska’nin şiirinde seksüel Eros bağlamında gözlenen erotizmin de,
Genç Polonya dönemi şiirlerinde gözlenen, kadın ve erkek arasındaki seksüel aşk
betimlerinin oluşturduğu erotizmden, yine aynı dönemdeki kadın sanatçıların
şiirinde gözlenen sınırlı erotizmden, İki Savaş Arası Dönem şiirinde gözlenen
coşkun erotizmden sıyrılarak, daha çok, yukarıda da andığımız “ve dokundum
göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım / (...) / ve bacaklarımın
doruğundaki / aşağı dönük kubbeye /yalan söyledim - gelecek / ve titredi
bacaklarım inanarak” dizeleri örneğinde olduğu gibi, kendi bedenine duyulan
hayranlık, seksüel fanteziler, bir kadının seksüel arzularını kendi kendine
gidermesi biçiminde bir homoerotizm olarak Polonya şiirinde ilk kez ortaya
çıktığını gözlemliyoruz.
Görüldüğü üzere, Poświatowska’mn şiirinde iki temel kavram olarak
gözlenen Eros ve Thanatos, Polonya şiirinin hiçbir döneminde Poświatowska’mn imgeleminde
ortaya çıktıkları biçimiyle belirmemişlerdir.
Thanatos Poświatowska’mn şiirinde yaşam öyküsel nedenlerle ve son derece
somut, gerçek ve güçlü bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Eros kavramı ise,
bu şiire böylesine güçlü bir biçimde girişini, Thanatos’a borçludur. Şair,
Thanatos’un etkisi altında ızdırap çektikçe Eros’a sığınmış, Thanatos’un
verdiği ruhsal sancıları olabildiğince giderebilmek, yaşama tutunabilmek için
Eros’u güçlendirmiştir.
Bir an için, Poświatowska’nin ölüm tehdidi altında yaşamamış sağlıklı bir
kadın olduğunu var sayalım. Şiiri o zaman da böyle güçlü bir biçimde
yansıtabilir miydi Thanatos’u ve Eros’u? Ya da o şiir, bu şiir olur muydu?
Böylesine güçlü ve böylesine dokunaklı...
ÖZET
Halina Poświatowska’nin Şiirinde Aşk ve Ölüm
Halina Poświatowska Polonya edebiyatının 1956 kuşağı çağdaş dönemine
dahil bir kadın şairdir.
Yaşamı boyunca ağır bir kalp hastası olarak yaşamış ve bu hastalık
nedeniyle erken gelecek bir ölüm bilincine sahip olmuş olan Poświatowska’mn
sanatı, tümüyle kendi trajik yaşam öyküsü doğrultusunda şekillenmiştir.
Poświatowska’mn şiiri iki temel kavram - aşk ve ölüm üzerinde yükselir.
Poświatowska’mn şiirinde, ölüm kavramının bu şiirin çıkış noktasını
oluşturduğunu, aşk kavramının ise ölüm kavramının karşısında cansiperane bir
biçimde yaşamı savunduğunu gözlemleriz.
Şairin yaşamının en acı ve en ağır gerçeği, genç yaşta gelecek bir
ölümdür ve şair, yaşamının bu acı gerçeğini şiirlerinde sürekli olarak
işlemiştir.
Aşk ise, Poświatowska’mn şiirinde bir yaşam zırhıdır adeta. Şair ölüm
karşısında aşka sığınır, aşkla yaşama sarılır.
Ve bu iki kavram Polonya şiirinde ilk kez bu denli dokunaklı bir bütün
oluşturur. Poświatowska’mn şiirinde aşk ve ölüm birbirine sarmalanmıştır adeta.
Miłość i Śmierć w Wierszach Haliny Poswiatowskiej
Halina Poświatowska jest poetką, która należy nominalnie do pokolenia 56.
Poezja Poświatowskiej, która żyła pod ciągłą groźbą przedwczesnej śmierci
z powodu nieuczalnej wady serca, kształtowała się i rozwijała wokół tragedji
jej życia, walki o zdrowie i życie.
Głównymi koncepcjami są miłość i śmierć w poezji Poświatowskiej.
Koncepcja śmierci jest punktem wyjściowym tej poezji, a koncepcja miłości
ofiarnie broni życia przed śmiercią.
Najbardziej gorzką i najtrudniejszą prawdą jej życia jest przedwczesna
śmierć i poetka ciągle pisała w swoich wierszach o tej prawdzie.
A miłość przybiera formę pancerza życiowego chroniącego przed śmiercią w
tej poezji. Poetka schroniła się w miłość uciekając przed śmiercią, głosząc
silny uścisk miłości ze zgonem.
I te dwie koncepcje po raz pierwszy w poezji polskiej sformuowały pewną
całość bolesną i zwartą.
BİBLİOGRAFYA
Aşkın Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev: Selahattin Hilav,
Sosyal Yayınları, 2002
Borkowska,Grażyna,Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej,
Kraków,Wydawnictwo Literackie, 2001
Branach, Zbigniew, “Życie z Wyrokiem Śmierci”, Dziennik Polski, 1995,
No: 238
Can, Şefik, Klasik Yunan Mitolojisi, 5. baskı, İnkılap Kitabevi
Cevizci,
Ahmet, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001
Chadzinikolau, Nikos, Miłość Greków, Warszawa, Ad Oculos, 1998
Cybulski,Władyswał, “Kucówna i Sass”, Dziennik Polski, 1999, No:
248
Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, 10. Basım, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 2001
Erhat, Azra - Bektaş, Cengiz, Safo, Şiirler, Cumhuriyet Gazetesi
Dünya Klasikleri Dizisi:28, 1999
Freud, Sigmund, Haz İlkesinin Ötesinde - Ben ve İd, Çev. Ali
Babaoğlu, İstanbul, MetisYayınları, 2001
Gizela, Jerzy, “Halina Poświatowska to jest podobno człowiek”, Przegląd
Polski, 2002
Gomulicki, Juliusz W., Pisma Wszystkie, Tom pierwszy, Warszawa,
1971
Gutek, Alina, “Tak Ładnie Zaczynam Dorostać”, Zwierciadło, 2002
Hertz, Paweł - Kopaliński, Władysław, Księga cytatów z polskiej
literatury pięknej od XIV do XX wieku, Warszawa, 1981
Jasnorzewska, Maria Pawlikowska, Wiersze, Toruń, 1994
Krzyżanowski, Julian, Jan Kochanowski,
Dzieła polskie, Warszawa,1960
Kubiak, Zygmunt, Mitologia Greków i
Rzymian, Warszawa, Świat Książki, 1999
Literatura Starożytność-Oświecenie,
Warszawa, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, 1987
Mickiewicz, Adam, Pan Tadeusz, Księga
Pierwsza: Gospodarstwo, Panstwowe
Zakłady Wydawnictw Szkolnych, 1948
Misiak, Iwona, “Erotyczna wyobraźnia Haliny
Poświatowskiej”, Twórczość, 1994, No:10
Nawrocki, Aleksander, Najpiękniejsze
Wiersze, Mickiewicz, Wydawnictwo Książkowe, IBIS, 1993
Piersiak, Tadeusz, “Twarz siostryjak matki”, Gazeta
Wyborcza - Częstochowa, 2002, No: 270
Poświatowska, Halina, Opowieść dla
przyjaciela, Kraków, Wydawnictwo Literackie, 2000
Przybora, Jaremi, Piosenki Prawie
Wszystkie, Warszawa, Warszawskie Wydawnictwo Literackie MUZA SA, 2001
Smolka, Iwona, “Pochwała istnienia”, Twórczość,
1969, No:2
Stabro, Stanisław, Halina
Poświatowska-Poezje wybrane, Wstęp, Warszawa, Ludowa Spółdzielna Wydawnica,
1976
Stabro, Stanisław, “ “Ja minę ty miniesz on
minie” (O poezji Haliny Poświatowskiej)”, Poezja, 1994, No: 2
Stanuch, Stanisław, “Izolda Siostra
Thanatos”, Dziennik Polski, 1980, No: 202
Szulczynska, Malgorzata, “Legenda i Jej
Paradoksy”, Zycie Literackie, 1988, No: 41
Trznadel, Jacek, Poezje Wybrane, Bolesław
Leśmian, Wydanie drugie, Wrocław, Biblioteka Narodowa, 1983
Tuğcu, Tuncar, Batı Felsefesi Tarihi,
Alesta Yayınları, 2000
Vernant, Jean Pierre, Evren Tanrılar
İnsanlar, Çev. Emin Özcan, Ankara Dost Kitabevi Yayınları, 2001
Weiss, Tomasz, Literatura-Młoda Polska,
Wydanie Czwarte, Warszawa, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, 1993
Yüce, Neşe Taluy, “Polonya Edebiyatında
Werther’in İzleri”, A.Ü. D.T.C.F. Batı
Dilleri ve Edebiyatları Araştırma
Enstitüsü, Cilt III, 1995, Ankara, A.Ü. Basımevi
Yüce, Neşe Taluy, Ortaçağdan Baroka
Polonya Edebiyat Tarihi, Ankara, Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1999
Yüce, Neşe Taluy, Polonya Edebiyatında
Aydınlanma - Romantizm -
Realizm, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2000
Yüce, Neşe Taluy, XX.Yüzyıl Polonya
Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000
Yüce, Neşe Taluy-Zielinska, Ewa Odachowska, Genç
Polonya Dönemi Edebiyatı, Ankara,T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla.
Zadura, Bochdan, Maria Pawlikowska
Jasnorzewska, Lublin,Wydawnictwo Multico, 1997
Zaworska, Helena, “Kot Wygitęy Pragnieniem”, Gazeta
Wyborcza, 1997, No: 276
Zych, Jan, Wiersze Wybrane, Halina
Poświatowska, Kraków, Wydawnictwo Literackie, 1997
“Historia miłości - Tętno”,
Rzeczypospolita, 1999, No: 247
“Nagrody rozdano”, Gazeta Krakowska + Echo,
Krakow, 2003, No: 75
www.poema.art.pl
adresli internet sitesi
www.monika.univ.gda.pl
adresli internet sitesi
www.nurb@yasamenerjisi.com internet
sitesi
[2] Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik
Can, İnkılap Kitabevi, 5. Basım, s. 2
[3] Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat,
Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 282
[4] Mitologia
Greków i Rzymian, Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 268
[5] Evren Tanrılar İnsanlar, Jean
Pierre Vernant, Çev. Emin Özcan, Dost Kitabevi Yayınları, Şubat 2001, Ankara,
s. 18-19
[6] A.g.y., s. 320
[7] Mitologia Greków i Rzymian,
Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 328-329
[8] Mitologia Greków i Rzymian,
Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 327
[9] Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat,
Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 106
[10] Mitoloji
Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 107
[11] Miłość
Greków, Nikos Chadzinikolau, Ad Oculos, Warszawa, 1998, s. 39
[12] Safo, Şiirler, Cumhuriyet
Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi: 28, Azra Erhat - Cengiz Bektaş, Ocak 1999, s.
145
[13] A.g.y., s.176
[14] Haz İlkesinin Ötesinde-Ben ve
İd, Sigmund Freud, Çev. Ali Babaoğlu, Metis Yayınları, 2001, s. 99
[15] A.g.y., s. 100
[16] Haz İlkesinin Ötesinde-Ben ve
İd, Sigmund Freud, Çev. Ali Babaoğlu, Metis Yayınları, 2001, s. 104
[17] A.g.y., s. 104 -105
[18] www.nurb@yasamenerjisi.com
adresli internet sitesi
[19] Klasik
Yunan Mitolojisi, Şefik Can, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı, s. 2
[22] Safo, Şiirler, Cumhuriyet
Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi : 28, Azra Erhat - Cengiz Bektaş, Ocak 1999,
s. 74
[23] Jan Kochanowski, Dzieła
polskie, Oprac. Julian Kryzżanowski, Warszawa, 1960, s. 141
[24] Jan
Kochanowski, Dzieła polskie, Oprac. Julian Kryzżanowski, Warszawa, 1960, s. 143
[25] Literatura
Starożytność - Oświecenie, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987,
s. 331
[26] Literatura
Starożytność - Oświecenie, Wydawnitcwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987,
s. 333
[27] Ortaçağ’dan
Barok’a Polonya Edebiyat Tarihi, Dr.Neşe Taluy Yüce, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara, 1999, s. 135
[28] Literatura
Starożytność - Oświecenie, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987,
s. 337
[29] Księga
cytatów z polskiej literatury pięknej od XIV do XX wieku, Paweł Hertz -
Władysław Kopalinski, s. 31
[30] Polonya Edebiyatında
Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 2002, s. 43
[31] A.g.y., s. 49
[32] Polonya Edebiyatında
Werther’in İzleri, Neşe Taluy Yüce, A.Ü. D.T.C.F. Batı Dilleri ve Edebiyatları
Araştırma Enstitüsü, Cilt III, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1995, s. 146
[33] Adam Mickiewicz, Pan Tadeusz,
Ksiega Pierwsza: Gospodarstwo, Panstwowe Zakłady
Wydawnictw Szkolnych, 1948, s. 3
[34] Mickiewicz, 1793 yılında, o
dönemde Polonya toprakları içinde yer alan Litvanya’da doğmuştur.
[35] Najpięknejsze
Wiersze, Mickiewicz, Wybór i opracowanie Aleksander Nawrocki, Wydawnictwo
Książkowe IBIS, s. 129 - 130
[36] Juliusz
Słowacki, Beniowski, Pieśń Czwarta, www.monika.univ.gda.pl
adresli internet sitesi
[37] Polonya
Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 190
[38] Pisma
Wszystkie, Tom pierwszy, Oprac. Juliusz W. Gomulicki, Warszawa, 1971, s. 272
[39] Polonya
Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 200
[40] Pisma
Wszystkie, Oprac. Juliusz W. Gomulicki, Warszawa, 1971, Tom pierwszy, s. 369
[41] Polonya
Edebiyatında Werther’in İzleri, Neşe Taluy Yüce, A.Ü. D.T.C.F. Batı Dilleri ve
Edebiyatları Araştırma Enstitüsü, Cilt III, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1995, s.
146, 148
[42] Polonya
Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 207
[43] Polonya Edebiyatında
Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 286
[44] A.g.y., s. 289
[45] Księga cytatów z polskiej
literatury pięknej od XIV do XX wieku, Paweł Hertz - Władysław Kopalinski, s. 14
[46] Genç
Polonya Dönemi Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla
[47] Genç Polonya Dönemi
Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Basıla
[48] Literatura - Młoda Polska,
Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa,
1993, s. 63
[49] Literatura
- Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie
czwarte, Warszawa, 1993, s. 135
[50] Literatura
- Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie
czwarte, Warszawa, 1993, s. 136
[51] Aşkın
Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev: Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları,
2002, s. 93
[52] Literatura-Młoda
Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte,
Warszawa, 1993, s. 249
[53] Literatura-Młoda Polska,
Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa,
1993, s. 247
[54] Genç Polonya Dönemi
Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Basıla
[55] Maria
Pawlikowska Jasnorzewska, Różowa Magia-1924, Wiersze, Toruń, 1994, s. 16
[56] Maria
Pawlikowska Jasnorzewska, Wstęp i wybór Bohdan Zadura, Wydawnictwo Multico,
Lublin, 1997, s. 11
[57] Maria
Pawlikowska Jasnorzewska, Wstęp i wybór Bohdan Zadura, Wydawnictwo Multico,
Lublin, 1997, s. 97
[58] Bolesław
Leśmian, Poezje Wybrane, Biblioteka Narodowa, Oprac. Jacek Trznadel, Wydanie
Drugie, Wrocław, 1983, s. 185
[59] Bolesław
Leśmian, Poezje Wybrane, Biblioteka Narodowa, Oprac. Jacek Trznadel, Wydanie
Drugie, Wrocław, 1983, s. 77 - 79
[60] XX.
Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Neşe Taluy Yüce, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 2000, s. 20 -21
[61] www.poema.art.pl
adresli internet sitesi
[62] Jaremi Przybora, Piosenki Prawie Wszystkie, Warszawskie
Wydawnictwo Literackie MUZA SA, Warszawa, 2001, s. 204-205
[63] Legenda i
Jej Paradoksy, Malgorzata Szulczynska, Życie Literackie, No: 41, 1988, s. 3
[64] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 31
[65] Halina Poświatowska to jest
podobno człowiek, Przegląd Polski, Jerzy Gizela, 2002, s.7
[66] Tak Ładnie Zaczynam Dorostać,
Zwierciadło, Alina Gutek, 2002, s. 12
[67] Życie z Wyrokiem Śmierci,
Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 11
[68] A.g.y., s. 11
[69] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 71
[70] Wiersze wybrane, Halina
Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 6
[71] A.g.y., s.12
[72] Wiersze
wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 15
[73] Życie z Wyrokiem Śmierci,
Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 11
[74] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 110
[79] Opowieść
dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s.
147
[80] Wiersze wybrane, Halina
Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997,
s.11
[81] Nierozważna i nieromantyczna
o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków,
2001, s. 76
[82] A.g.y., s. 77
[83] A.g.y., s. 77
[84] Wiersze
wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 10
[85] Wiersze wybrane, Halina
Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.
11
[86] A.g.y., s. 14
[87] Wiersze
wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s.11
[88] Nierozważna i nieromantyczna
o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków,
2001, s. 94
[89] A.g.y., s. 95-96
[90] Życie z
Wyrokiem Śmierci, Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 12
[91] XX.
Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, s 2000, s. 23
[92] Turpizm:
yaşamda her şeyin çirkin olduğu görüşü
[93] “Ja minę ty miniesz on
minie” (O poezji Haliny Poświatowskiej), Stanisław Stabro, Poezja, No: 2, 1994,
s. 10
[94] Halina
Poświatowska - Poezje wybrane, Wstęp, Stanisław Stabro, Ludowa Spółdzielna
Wydawnica, Warszawa,1976, s. 8
[95] Nierozważna
i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo
Literackie, Kraków, 2001, s. 8
[96] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 37
[97] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 9-10
[98] Twarz siostry jak matki,
Tadeusz Piersiak, Gazeta Wyborcza - Częstochowa, No: 270, 2002
[99] Historia miłości - Tętno,
Rzeczypospolita, No: 247, 1999
[100] Kucówna i Sass, Władyswał
Cybulski,Dziennik Polski, No: 248, 1999
[101] Nagrody rozdano, Gazete
Krakowska + Echo, No: 75, Krakow, 2003
[102] Izolda Siostra Thanatos,
Stanisław Stanuch, Dziennik Polski, No: 202, 1980, s.62
[103] Erotyczna wyobraźnia Haliny
Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 92
[104] Opowieść
dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s.
99
[105] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 54
[106] Kot Wygięty Pragnieniem,
Helena Zaworska, Gazeta Wyborcza, No: 276, 1997, s. 13
[107] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 214
[108] Pochwała istnienia, Iwona
Smolka, Twórczość, No:2, 1969, s. 110
[109] Opowieść dla przyjaciela,
Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 53
[110] Kot Wygięty Pragnieniem,
Helena Zaworska, Gazeta Wyborcza, No: 276, 1997, s. 12
[111] Erotyczna wyobraźnia Haliny
Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 95
[112] Wiersze Wybrane, Halina
Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997,
s.268
[113] Tak
Ładnie Zaczynam Dorostać, Zwierciadło, Alina Gutek, Luty 2002, s. 40
[114] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s.268
[115] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 293
[116] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 307-308
[117] Nierozważna
i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo
Literackie, Kraków, 2001, s. 187
[118] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 335-336
[119] Nierozważna
i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo
Literackie, Kraków, 2001, s. 188-189
[120] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 156
[121] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 156
[122] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 172
[123] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 31
[124] Erotyczna wyobraźnia Haliny
Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 93-94
[125] Wiersze Wybrane, Halina
Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.
93
[126] Erotyczna
wyobraźnia Haliny Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 93
[127] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 186
[128] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 417
[129] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 169
[130] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 390
[131] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 415
[132] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 399
[133] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 272
[134] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków, 1997, s. 331
[135] Wiersze
Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie,
Kraków,1997, s. 55
[136] Aşkın
Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları,
2002, s. 60
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar