Print Friendly and PDF

HALİNA POSWİATOWSKA’NIN ŞİİRLERİNDE AŞK VE ÖLÜM

 




Hazırlaya: Seda Köycü

Ülkemizde çok fazla tanınmayan Polonya edebiyatının, daha çok şiir alanında etkinlik göstermiş ve kendi ülkesi Polonya’da özellikle son yıllarda popüler olmaya başlamış bir sanatçısını konu edindiğimiz bu çalışmamızda, amacımız, şiirlerindeki aşk ve ölüm kavramları ile ele alacağımız Halina Poswiatowska’nın sanatını, söz konusu kavramlar çerçevesinde irdelemek ve Polonya şiirini yine aşk ve ölüm kavramları çerçevesinde bir nebze olsun tanıtabilmek olacaktır.

Çalışmamızın üst konu başlığı olarak aşk ve ölüm kavramlarının seçilmesinde, bu kavramların evrensel olmaları, çalışmamızı Polonya edebiyatının şiir alanına yönlendirmede, Polonya şiirinin ülkemizde pek fazla tanınmaması, çalışmamızın alt konu başlığı olarak Halina Poswiatowska’nın seçilmesinde de, şairin trajik bir yaşam sürmüş olması ve yaşamındaki trajediyi şiirine yansıtması önemli etken olmuştur.

Halina Poswiatowska’nın trajik bir yaşam öyküsüne sahip olması ve yaşamındaki bu trajedinin şiirlerinde tümüyle gözlenmesi, bu çalışmayı bizim gözümüzde daha da farklı kılmıştır. Bunun nedeni, trajedilerin ya da trajik yaşamların insanın ilgisini daha fazla çekmesidir belki de, kim bilir.

M.S. 10.yüzyılın sonunda bir devlet olarak kurulmuş olan Polonya, Avrupa coğrafyasındaki jeopolitik konumu nedeniyle, tarihi boyunca pek çok saldırıya ve işgale maruz kalmıştır. Ancak, Polonya ulusu en uzun işgal döneminde (123 yıl) ve en zor işgal koşullarında (II. Dünya Savaşı) bile kimliğini koruyabilmiş bir ulus olarak günümüze dek varlığını sürdürmüştür.

Polonya devletinin siyasal tarihi göz önünde tutulduğunda, Polonya edebiyatının büyük ölçüde bu söz konusu siyasal koşullar altında gelişim göstermiş olmasının doğallığı da yadsınamaz, kuşkusuz. Tarihinin büyük bölümünde bağımsızlık savaşı vermek zorunda kalmış olan Polonya’nın edebiyatı da pek çok dönemde bağımsızlık yolunda etkinlik göstermiştir. Bu doğrultuda da, Polonya edebiyatının pek çok döneminde aşk liriği büyük ölçüde ihmal edilmiştir.

Ancak, bu koşullara rağmen Polonya edebiyatı, tarihinde büyük aşk şairleri yetiştirebilmiş olma niteliğine sahiptir. İşte, böylesi bir edebiyatın çağdaş döneminin şairi olan Halina Poświatowska da ülkesinde aşk şairi olarak tanınmaktadır.

Poświatowska Polonya şiirinde sıra dışı bir yere sahiptir. Poświatowska’mn sanatını sıra dışı yapan unsur, onun trajik yaşam öyküsü olmuştur. Şair küçük yaşından itibaren, kısa yaşamının sonuna dek ağır bir kalp hastası olarak, sürekli bir ölüm tehdidi altında yaşamıştır. Bu ölüm tehdidi, Poswiatowska’nın, sanatının temeline kaçınılmaz bir biçimde ölüm kavramını yerleştirmesine neden olmuştur.

II

Bu sürekli ölüm tehdidi altında kendisine yaşama gücü veren duygu ise aşk olmuştur. Poświatowska, aşkı şiirlerinde kendi yaşamının temel gerçeği olan ölümle son derece dokunaklı ve naif bir biçimde harmanlayabilmiştir. Aşk ve ölüm Poświatowska’mn şiirinde iç içe geçmiş, birbirine sarmalanmıştır.

Halina Poświatowska’mn şiirlerindeki aşk ve ölüm kavramından yola çıkarak, çalışmamızın giriş bölümünde “Avrupa Kültüründe Mitler ve Eros - Thanatos” alt başlığıyla Polonya kültürünün de dahil olduğu Avrupa kültüründeki aşk ve ölüm kavramları, bu kültürün temelini oluşturan Yunan ve Roma mitleri çerçevesinde genel hatları ile irdelenmeye çalışılacaktır. Yine bu bölümde, antikçağın ünlü şairlerinin yapıtlarındaki aşk ve ölüm kavramlarının genel hatlarıyla ortaya konulması amaçlanmaktadır.

“Polonya KültüründeEros ve Thanatos” başlıklı I.bölümde “Genel Hatları ile Polonya Şiirinde Eros ve Thanatos” alt başlığıyla, ortaçağdan başlayarak, Poświatowska’nin etkinlik gösterdiği çağdaş döneme dek Polonya şiirindeki aşk ve ölüm kavramlarını irdelemeye çalışacağız. Bu bölümde yer alan şiirlerin hemen hemen tümünün dilimize ilk kez çevrilmiş olması da, bize heyecan ve mutluluk veren bir başka unsur olmuştur.

Çalışmamızın II. bölümünde, Halina Poświatowska’mn, sanatı için bir anahtar niteliğinde olan yaşam öyküsünün kapılarını aralayacak ve sanatçı kişiliğini irdelemeye çalışacağız.

Çalışmamızın III. bölümünü, Poświatowska’mn şiirlerinde yer alan aşk ve ölüm kavramlarının, şairin, bu kavramları en açık ve en çarpıcı biçimde yansıttığına inandığımız yirmi şiiri çerçevesinde irdelenmesi oluşturacaktır.

Çok az sayıda şiirine başlık vermiş olan Poświatowska’nın bu bölümde yer alan şiirlerinin pekçoğu başlıksız olup ilk kez Türkçe’ye çevrilmektedirler. Bu şiirler, anlamda açıklık kaygısıyla, biçimsel olarak değil, daha çok içeriksel olarak titizlikle dilimize aktarılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle, çevirilerin uyak düzeni orijinallerinin uyak düzeni ile tam bir uyum halinde değildir.

Ancak, yine de uyak düzenine mümkün olduğunca özen gösterilmeye çalışılmıştır.

Çalışmamızın sonuç bölümünde, elde ettiğimiz verilerle, Poswiatowska’nın şiirinde gözlenen aşk ve ölüm kavramlarını ortaya koymaya ve bu kavramların Polonya şiirinde var olan aşk ve ölüm kavramları içerisindeki yerini belirlemeye çalışacağız.

Çalışmamız sırasında başvurduğumuz olgusal kaynaklar, Poswiatowska’nın yayımlanmış dört şiir kitabında bulunan şiirlerinin, ayrıca yerel dergilerde yayımlanmış, ya da hiçbir yerde yayımlanmamış, el yazısı halinde bulunan şiirlerinin bir derlemesi niteliğinde olan “Wiersze Wybrane” (Seçilmiş Şiirler) başlıklı yayım ve Poswiatowska’nın, otobiyografik olması nedeniyle sanatı için anahtar niteliğinde olan “Opowiesc dla przyjaciela” (Dostuma uzun bir öykü) başlıklı öykü kitabıdır.

GİRİŞ

Avrupa Kültüründe Mitler ve Eros (Aşk) - Thanatos (Ölüm)

Tüm kültürlerin insanlarının ortak ve en eski deneyimi olan, dünya ve insan varoluşunun bilinmezlerine verilebilecek yanıtın arayışı, eski toplumların inançlarını ortaya koyan öyküler biçimindeki mitlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu öyküler sayesinde ilk insanlar, varoluşa ve doğa olaylarına ilişkin, kendileri için yanıtı olmayan ve bu nedenle de endişe verici olan konuları, renkli öyküler biçiminde açıklığa kavuşturmuşlardır.

Bunun yanı sıra, mitler ilkel halkların kültürlerinin birleştiği noktayı oluşturmaları açısından toplumsal bir bağ kurmuşlar, gelenek ve töreleri belirlemişlerdir.

Mitler, varoluşsal ve toplumsal işlevlerinin yanı sıra, dini ritüeller ve tanrılar ile olan ilişkileri açısından da, dinsel bir işleve sahip olmuşlardır.

İlk insan için varoluşsal, toplumsal ve dinsel işlevlere sahip olan bu mitler, zaman içerisinde evrensel bir boyut kazanmışlar, eski toplumların kendine özgülüğüne ve özdeşliğine ilişkin bilgi vererek, ilk çağlardan bu yana, toplumların kültürlerine etki eden, onları zenginleştiren unsurlar olmuşlardır.

“(...) mitler yüzyıllardan beri, bütün dünya milletlerinin edebiyatlarına, san’at eserlerine, ilham kaynağı olmuş ve olmaktadır. ” [2]

Günümüz Avrupa kültürünün temelini oluşturan da, Yunan ve Roma mitleridir. Avrupa kültürü, Yunan ve daha sonra da Yunan mitlerini bazı değişiklikler yaparak aynen alan Roma mitlerinden büyük ölçüde etkilenmiş, bu mitler her çağ ve dönemde Avrupa kültüründeki etkileriyle gün ışığına çıkmışlardır.

Yunan mitolojisinin insanlık kadar eski olan tanrıları Eros (Aşk) ve Thanatos (Ölüm) da, Avrupa kültürünün herkesçe bilinen öğelerindendirler. Ancak, bu iki tanrı arasında yapılan bir karşılaştırma, Eros’un Thanatos’tan çok daha popüler olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun nedenlerinden biri belki de, Eros’un, antikçağ boyunca süregelen serüveninde birkaç anlamı ile karşımıza çıkması ve bu anlamlarıyla Avrupa kültüründe antikçağdan sonraki tüm dönemlerde ve akımlarda varlığını korumuş olmasıdır. Buna karşın, Thanatos, her zaman tek bir kavram olmuş ve Eros gibi her dönem ve akımda yer almamış, özellikle barok ve romantizmde, edebiyattan çok resim ve heykel sanatında popüler olmuştur.

Yunan mitolojisinde ölüm tanrısı olarak yer alan Thanatos, Kaos’un çocukları Erebos (Karanlık) ve Nyks (Gece)’in birleşmeleri sonucunda doğmuş olan ikizlerden biridir. Diğer ikiz Hipnos (Uyku) dur. Hipnos ve Thanatos yer altında, Tartaros’un derinliklerinde otururlar.[3]

Thanatos sanat eserlerinde genellikle, kara kanatlarıyla uçarak bir eve giren ve ölmüş insanı yer altı tanrılarına adayarak, ölünün saçlarındaki zülfü altın bıçakla kesen bir figür olarak betimlenir. Thanatos’un sanat eserlerinde ortaya çıkan bir başka betimi ise, elinde meşale taşıyan genç bir adamdır. Ancak, meşalesi aşağı çevrilmiş, ateşi olmayan bir meşaledir. Bu meşale ölümün sembolüdür. [4]

Eros ise, Avrupa kültür tarihi boyunca her sanatçı için farklı bir anlamla var olmuştur. Bu farklılık, yukarıda sözü edildiği üzere, Eros’un antikçağ kültüründe kazandığı birbirinden farklı anlamlar temelinde ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, Eros’un antikçağ kültüründeki serüveninde taşıdığı anlamlara bir göz atmak yerinde olacaktır.

Eros’un en geniş ve en eski anlamı, Kaos’un içinden çıkmış olan ve evreni düzenleyen ilk büyük kozmik güç olmasıdır.

Yunan mitolojisine göre, evren kurulmadan önce, Kaos adı verilen bir Boşluk vardır. Zifiri karanlık ve uçsuz bucaksız olan bu Boşluktan, Gaia adı verilen Toprak belirir kendiliğinden. Boşluğun karanlık belirsizliğine karşın, Toprak sağlam, belirgin ve açıktır. Boşluk ve Topraktan sonra, Eros adındaki varlık belirir ve evrende bir fışkırmayı temsil eder. İşte bu ilk Eros, Topraktan sonra beliren ve evreni düzenleyen ilk kozmik güçtür ve daha sonraları, Eros farklı anlamlar kazandıkça,

“Yaşlı Eros” olarak adlandırılmış, bu doğrultuda da, resimlerde beyaz saçlı olarak betimlenmiştir.[5]

Yunan mitolojisindeki ilk Eros’tan sonra ortaya çıkan Eros, en popüler anlamı ile “aşk tanrısı” olarak, cinsler arası aşk duygularını, duygusal ilişkileri düzenleyen Eros’tur.

Yunan mitolojisindeki bu Eros, antikçağ sanat eserlerinde ve şiirinde iki farklı betimi ile ortaya çıkmaktadır. Eros, erken antik dönemde elinde bir meşale taşıyan genç bir adamdır. Çiftlere aşk ateşi veren bu meşale, yakıcı aşk ateşini, aşkı sembolize eder. [6]

Yukarıda sözü edilen meşaleli Thanatos anımsandığında, Eros ve Thanatos’un birbirlerine benzediği sonucu ortaya çıkmaktadır. Meşalenin düz olması aşkın varlığını, ters olması ölümün varlığını simgeler.

Eros geç antik dönem sanat eserlerinde ise, şakalar yapan, kaprisli, ok ve yayı olan, muhteşem derecede güzel ve kanatlı küçük bir oğlan çocuğu olarak betimlenir. İnsanları etkisi altına alır, ancak bunu oyun oynarmış gibi yapar. Savaş tanrısı Ares ile güzellik tanrıçası Afrodit’in oğludur. Kendisine, Afrodit’in de en sevdiği çiçek olan güllerden bir taç yapar. Silahları ok ve yaydır. Kurbanlarını okuyla yaralayarak, onlara aşk sunar. Hemen hemen tüm tanrılarla, daha çok da insanlarla uğraşır. [7]

Eros bir diğer geleneksel anlamını, antik dönem şairi Homeros’da bulur. Homeros’daki Eros, “aşk tanrısı” olan Eros gibi bir kişileştirme değildir. Bu Eros, tüm erdem ve yasalardan daha güçlü, ateşli bir seksüel tutkuyu, var olmayan bir şeye sahip olma konusundaki sabit arzuyu sembolize eder. Homeros’un destanlarındaki insanlar, Eros olarak adlandırılan bir gücün etkisi altına girerler.[8]

Eros, antik dönemin bir başka şairi Hesiodos’da farklı bir anlama bürünmüş şekli ile karşımıza çıkar. Hesiodos’daki Eros, Homeros’un Eros’undan çok daha güçlüdür. Hesiodos evrenin oluşumunu ve tanrıların doğuşunu anlattığı “Theogonia” adlı yapıtında, Eros’u bir yandan Kaos ve Ana Toprak ile birlikte en eski tanrılar topluluğuna dahil edip ‘en güzel tanrı’ olarak betimlerken, öte yandan tanrıların ve insanların akıl ve iradelerine hükmeden ve onların aşk duygularını düzenleyen bir güç olarak vurgular. Bu noktada, Hesiodos’un bu yapıtından bir bölümü anmak yerinde olacaktır.

Khaos’tu hepsinden önce var olan,

Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana Toprak...

Ve sonra Eros, en güzeli ölümsüz tanrıların,

O Eros ki elini, ayağını çözer tanrıların,

Ve insanların da, tanrıların da ellerinden alır

Yüreklerini, akıl ve istem güçlerini. [9]

Görüldüğü üzere, Hesiodos, Eros’un Toprak Ana’dan sonra beliren güç olduğunu belirtmekle birlikte, bu gücün tanrıların ve insanların aşk duyguları üzerinde hüküm sürdüğünü vurgulamaktadır. Bu açıdan, Hesiodos’un Eros’unun, Toprak Ana’dan sonra beliren ve evrende bir fışkırmayı temsil eden “Yaşlı Eros” tan ayrıldığı gözlemlenir.

Eros’un tarihi süreçteki son şekli, Yunan mitolojisindeki “aşk tanrısı” Eros’un, Roma mitolojisindeki yansıması olan Amor’dur. Roma mitolojisinde Venüs (Yunan mitolojisindeki Afrodit) ve Mars’ın (Yunan mitolojisindeki Ares) oğlu olan Amor, Avrupa kültüründeki en popüler anlamı ile, yani cinsler arası aşk duygularını, duygusal ilişkileri düzenleyen “aşk tanrısı” olarak ortaya çıkmaktadır.

Amor’un, geç dönem Roma mitolojisindeki adı Kupido’dur. Bu ismiyle, daha çok barok ve aydınlanma dönemlerinde karşımıza çıkmaktadır.

Eros’un antikçağ kültüründe kazandığı anlamlara bir göz attıktan sonra, bu konuda Azra Erhat’ın bir belirlemesine yer vermek uygun olacaktır.

“Ne var ki, hiçbir tanrı Eros gibi zaman ve mekana göre değişik biçimlerde yansıtılmamıştır, hiçbir tanrı Eros kadar şairlere konu olmamıştır. Böylece, Eros tanrı evrensel bir ilkeden, insanları oklarıyla kovalayan ve yaralayan kanatlı, alaycı ve yaramaz, giderek tehlikeli bir çocuk biçimine girmiş, bu biçimde de günümüze kadar gelmiştir. İskenderiye sanatıyla başlayan bu Eros simgesi, Roma’da Amor - Amores diye epey tutunmuş, şiirde olduğu kadar resimde de iz bırakmış ve Rönesans’ta ikinci ve çok canlı bir gelişme görmüştür.” [10]

Antikçağ kültüründe, yüzyılların akışıyla böylesi farklı anlamlar kazanan Eros kavramı, diğer antikçağ şairlerinin şiirlerine nasıl yansımıştır? Bu noktada, antikçağın belli başlı şairlerinin yansıttıkları Eros kavramına bir göz atmak yerinde olacaktır.

Antikçağ şiirinde, Homeros ve Hesiodos’tan sonra, şiirlerindeki Eros kavramı ile iki şairin ön plana çıktığını gözlemliyoruz. Bunlardan ilki, M.Ö. 563 - 478 yılları arasında yaşamış olan Anakreont’dur. Kısa ve esprili şaka şiirleri (yun. epitalamium) kaleme almış olan Anakreont’un, bu tür şiirlerinde Eros’u erkek ve kadına aşk veren aşk tanrısı olarak yansıttığı gözlenir. Anakreont için küçük ve muzip bir oğlan çocuğu olan Eros, oyun ve eğlence adına, kadın ve erkek arasında aşkı filizlendirir.

Şaire göre, Eros yaşamda eğlence ve mutluluk için vardır ve yaşamın çok önemli bir unsurudur. İnsan mutluluk ve eğlence için yaşar, Eros da buna hizmet eder. Bu nedenle, küçük Eros’un insanlara mutlu olmaları için verdiği bu aşk, mutsuzluk ve acı verici olmamalıdır. Bu noktada, Anakreont’un şiirinden örnek vermek uygun olacaktır.

Altın saçlı Eros yine

Fırlattı erguvani topunu bana

Kışkırtıp oyuna

Nakış işli sandalet giymiş genç kızla

Ama o kız - kibirli Lesbos soyundan

Alay eder benim kır saçlarımla

Ve esner bakar bir başkasına. [11]

Diğer şair, M.Ö. 628 - 568 yılları arasında yaşamış olan antikçağın ünlü kadın şairi Sappho’dur. Sappho’nun şiirlerinde gözlenen Eros ise, yine erkek ve kadına aşk veren aşk tanrısı anlamıyla çıkar karşımıza. Ancak, Sappho’daki Eros, Anakreont’un Eros’undan farklı olarak, insana mutluluk kadar, mutsuzluk ve acı da verir, hatta daha çok mutsuzluk ve acı verir. Bu noktada, Eros’u “acı-tatlı” olarak betimleyen Sappho’nun şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.

Dizlerimi çözen acı - tatlı varlık

Baş edilmez Eros, sarsalar beni [12]

Bu dizelerden de anlaşıldığı üzere, Sappho’nun Eros’u, insanların duyguları üzerinde büyük güç sahibi olan bir kavramdır. Bu anlamda, ‘dizlerimi çözen1 ve ‘baş edilmez’ betimlemeleri dikkat çekicidir.

Sappho’nun, bir başka şiirinde Eros’u yine acı getiren bir kavram olarak betimlediği gözlenir.

( Eros’a )

acı bağışlayan masal dokuyan [13]

Sappho’ya göre, Eros daha çok mutsuzluk ve acı verse de, insanlar Eros’u itmezler, çünkü Eros’un verdiği acının da yaşamda bir anlamı ve değeri vardır. Eros’suz bir yaşam anlamsız ve değersizdir. Bu nedenle, insanlar sadece Eros’un verdiği bu duyguyu tatmak adına acıyı, kederi hatta ölümü bile göze alırlar.

Sappho ve Anakreont’ta gözlenen, aşk tanrısı olan Eros’un bu iki farklı anlamı, antikçağ ve sonraki tüm dönemler boyunca diğer şairler tarafından tekrar edilmiştir.

Görüldüğü üzere, Eros kavramı antikçağ kültüründe zaman içerisinde farklı anlamlar kazandıkça, Thanatos, Eros’un aksine, her zaman tek bir anlamla var olmuştur. Bunun nedenini biraz da insan psikolojisinde aramak gerekir, kanısındayız.

Ölüm, insanoğlunun en büyük bilinmezi olma özelliğine sahiptir. Ölümün bir son mu, yoksa yeni bir başlangıç mı olduğu sorusu, insanoğlunun, evrende var olmaya başladığı ilk günden itibaren üzerinde düşündüğü bir soru olmuştur. Ancak, buna rağmen ölüm, gizemini hala korumaktadır. Ölümden sonrasını bilemeyen insanoğlu da, ölümü-en azından bu yaşamdan- bir yok oluş olarak kabul etmiştir.

İnsan psikolojisinde var olan, bilinmeze karşı korku duygusu da, belki de en güçlü biçimde ölüm kavramında kendisini gösterir. Bu korku, insanı, kendisini bu gerçeğe karşı içgüdüsel olarak savunmak ve bu gerçeği göz ardı ederek bastırmak zorunda bırakır.

Ölümden korkma ve dolayısıyla ölümden kaçma, onu itme duygusu nedeniyle, Thanatos insanlık tarihi boyunca tüm kültürlerde her zaman Eros’un gölgesinde, onun hep bir adım gerisinde kalmıştır. Bir başka deyişle, insanın yaşama içgüdüsü, ölüme karşı bir silah, bir panzehir olarak Eros’u keşfetmiştir. Bu durum, insanın içgüdüsel olarak yaşama bağlılığının kaçınılmaz bir sonucudur. Eros, Thanatos gibi bir gerçeğin, bir bilinmezin karşısına çıkabilecek, çıkarılabilecek tek güç olmuştur.

Kısacası Eros, insanın var olma içgüdüsünün, Thanatos’a - yok olmaya üstün gelişinin bir sembolü olmuştur.

İnsanoğlunun, Eros’u böylesine güçlü bir kavram haline getirişi, bilinmezliğinden dolayı korktuğu Thanatos’u alt etme çabasından başka bir şey değildir aslında. Thanatos’tan korktuğu ölçüde, Eros’u güçlendirmiş, yüceltmiştir.

Nitekim, ünlü ruhbilimci Sigmund Freud’un bilimsel kuramlarının temelinde, ölüm içgüdüsüne-Thanatos’a karşı, yaşam içgüdüsü olarak tanımladığı Eros vardır.

Freud’a göre, insanda temel ve birbirine zıt iki içgüdü vardır. Bunlardan ilki cinsel içgüdüler, bir başka deyişle yaşam içgüdüsü yani Eros iken, ikinci içgüdü ölüm, yani Thanatos’tur. Ölüm içgüdüsü, “organik yaşamı cansız duruma geri döndürmek görevini” üstlenirken, Eros aynı zamanda kendini koruma içgüdüsünü kapsar, “(...) yaşamı, parçacıklara bölünmüş canlı maddeyi karmaşıklaştırmak ve durmadan bir araya getirmek ve bu arada tabii ki muhafaza etmek hedefine yönelmiştir. ” [14]

Tüm normal ve normal dışı insan davranışlarının temelinde bu iki içgüdünün karmaşık ilişkisinin ve bu iki içgüdü arasındaki gerilimin yattığını savunan Freud, yıkıcı içgüdü olarak da adlandırdığı, yaşamın tahrip edilmesi ve sona erdirilmesine yönelik olarak insanın içinde bulunan bir enerji olan ölüm içgüdüsünün, “boşaltım amacıyla daima Eros’un hizmetine verilmiş olduğu” [15] görüşündedir.

Freud’a göre, eğer yaşam ölüme doğru sürekli bir inişse, bu inişi durduran ve yeni gerilimler sağlayarak yaşamı sürdüren de Eros, yani cinsel içgüdülerdir. İd ise, kendini bu gerilimlerden kurtarmak için, doğrudan cinsel eğilimleri doyuma ulaştırmaya çalışır.[16] Böylelikle insan, içindeki ölüm içgüdüsünü cinsel içgüdüsünün etkinliği ile dışarı boşaltır. Freud bu görüşünü şöyle açıklar:

“Tam cinsel doyumdan sonraki durumun ölüme bu denli benzeyişi, daha aşağı düzeydeki hayvanlarda üreme işlemiyle ölümün bir arada oluşu bundandır. Bu canlılar üreme esnasında ölürler; çünkü doyum anında Eros’un devreden çıkmasıyla ölüm dürtüsü serbest kalır.” [17]

Freud’un, yaşamın Eros ve Thanatos arasındaki savaşımla sürdüğü yolundaki kuramı bize, Doğu felsefesinin temelini oluşturan unsurlardan biri olan ‘Yin Yang’ görüşünü anımsatıyor.

Söz konusu bu görüşe göre, tüm evrende Yin (dişi, karanlık, negatif enerji) ve Yang (erkek, aydınlık, pozitif enerji) adı verilen iki karşıt güç bulunur. Bu güçlerin birbirinin karşıtı olmaları, onların birbirini tamamlayan bir bütün oluşturarak, doğada tam bir denge yaratmalarına neden olur. [18]

Tüm doğaya egemen olan bu iki karşıt güç sürekli olarak birbirine üstün gelme ve denetimi ele geçirme çabasındadır. Aralarındaki bu savaşım ise, dengeyi sağlayan unsurdur. Yin daralır, Yang genişler, ya da bir başka deyişle, Yin eksi, Yang artıdır ve birliktelikleri, nötr durumu oluşturur. Dolayısıyla, birinin ortadan kalkması halinde denge bozulur ve biri olmadan diğeri var olamaz.

Bu açıdan bakıldığında, Eros ve Thanatos’un evreni ve doğayı dengede tutan eşit ve birbirine karşıt iki güç oldukları sonucuna ulaşmaktayız. Eros evrenin ve doğanın var oluş yüzü iken, Thanatos yok oluş yüzüdür.

Görüldüğü üzere Eros, antikçağ kültüründe zaman içerisinde, evrenin oluşumu sırasında Kaos’un içinden çıkmış olan ve evreni düzenleyen ilk büyük kozmik güçten, elinde meşale taşıyan ve bu meşalesi ile insanlara aşk ateşi veren aşk tanrısı genç bir adama, aşk okları ile insanlar arası aşk duygularını düzenleyen yine aşk tanrısı küçük yaramaz çocuğa, eğlence verici bir aşktan, acı veren bir aşka, Roma mitolojisinde aşk tanrısı Amor’a, tüm erdem ve yasalardan daha güçlü, ateşli bir seksüel tutku ve var olmayan bir şeye sahip olma konusundaki sabit arzuya dönüşmüştür.

1920 yılında Sigmund Freud’un ölüm içgüdüsüne karşı yaşam içgüdüsü olarak tanımlamasıyla da, Eros’un insan psikolojisindeki yeri ve önemi belirlenmiştir.

I.    BÖLÜM

POLONYA KÜLTÜRÜNDE EROS VE THANATOS

Genel Hatları ile Polonya Şiirinde Eros ve
Thanatos

Antikçağ kültüründe farklı anlamlar kazanmış olan Eros kavramı ve tek bir anlamla var olmuş olan Thanatos kavramı, tüm Avrupa kültüründe olduğu gibi, Polonya kültüründe de bu anlamlarıyla gün ışığına çıkmıştır.

Polonya kültürünün şiir alanında hemen hemen tüm dönemlerde ortaya çıkmış olan Eros’un, her şair tarafından farklı bir anlamla kabullenilişi, içinde yaşanılan döneme göre şekillenir. Thanatos ise, Polonya şiirinde de tek bir anlamla var olmuş ve barok, romantizm, modernizm (Genç Polonya), İki Savaş Arası Dönem ve 1956’dan sonraki çağdaş dönemde ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda, Polonya kültürünün şiir alanında ortaya çıkmış olan Eros ve Thanatos kavramlarının gelişimine genel hatları ile bir göz atmak yerinde olacaktır.

Yunan mitolojisi tanrıları Eros ve Thanatos, Yunan-Roma kültürünün egemen olduğu yüzyıllar ile Rönesans dönemi arasında kalan bin yıllık karanlık bir dönem olarak adlandırılan ortaçağda, Avrupa kültüründe ve dolayısıyla da Polonya kültüründe ortaya çıkmamıştır. Bunun nedeni, bu dönemde Avrupa’ya egemen olmuş Hristiyan ideolojisi doğrultusunda gelişen ve Avrupa kültürü üzerinde tek egemen güç konumuna gelmiş olan skolastik felsefedir. Evrene ilişkin yeni bir görüş üretmeyen, tüm doğruların Hristiyanlıkta olduğu görüşünü savunan ve dolayısıyla tümüyle dinsel içerikli olan bu felsefe, doğal olarak, Hristiyanlık dışı olan tüm unsurları reddetmiştir.

Bu felsefe gereği din, eğitim, bilim ve sanat üzerinde egemen olan tek güçtür. Bu nedenle, bilim adamları, filozoflar ve sanatçılar Hristiyan dogmalara göre düşünmek ve eser vermek zorundadırlar.

Bu durum, ortaçağ sanatında sadece dini motiflerin olduğu gerçeğini gündeme getirir. Antikçağ mitleri, ortaçağ insanı için Hristiyanlık dışıdır, dolayısıyla kabul görmemiştir.

Uzun süre varlık göstermiş olan ve insanı birey olarak kabul edip yücelten antikçağ kültürünün, insanı bir sürünün parçası olarak gören Hristiyan ideolojisi tarafından yıkılması pek kolay olmamış olsa gerek.

Ancak, yeni bir inanç sistemini hayata geçirmeye, yeni bir inancı yaymaya çalışan ilk Hristiyan din bilginlerinin, böylesi zor bir işi, insanı en zayıf yönünden- inanç dünyasından yakalayarak ve onu inancını sorgulamaya zorlayarak başarmış olduklarını söylemek mümkün.

Bu din bilginleri, milattan dört yüz yıl önce yaşamış olan Evhemeros adlı Yunan filozofunun ortaya koyduğu ve asırlar sonra, 19. yüzyılda İngiliz filozofu Herbert Spencer’in de benimsediği bir görüşü,[19] antikçağ kültürünü yıkma amaçlarına temel oluşturacak biçimde benimseyerek, emellerine ulaşmışlardır.

Söz konusu görüşe göre, antikçağ insanı tarafından uydurulan mitlerde geçen tanrılarda bile, eski zamanlarda yaşamış kralların ve tanınmış insanların erdemleri ve kötü yönleri gün ışığına çıkmaktadır.[20]

Bu görüşü kendi ideolojileri doğrultusunda kullanan ilk Hristiyan din bilginleri, halkı, ‘puta tapan’ olarak niteledikleri ilk çağ insanının tapındığı tanrıların, tapınılmaya değer birer tanrı olmadıklarına, aksine basit insanlar olduklarına ikna ederek, Hristiyanlığı yaymışlardır.

Bir önceki bölümde de sözünü ettiğimiz gibi, Avrupa kültürünün temelini oluşturan özgün antikçağ mitlerinin, o dönem insanının inancını gözler önüne seren dini bir işlevleri de vardır. Evrenin ve tanrıların yaratılışına ilişkin açıklamalarda da, bu mitlerin özgünlüğü gün ışığına çıkmaktadır.

“Eski Yunan sanat, din vefelsefesinde önemli olan, özgün olan, evrenin üstün bir güç tarafından yoktan var edilmesi düşüncesine rastlanmaması, bu kavramın yadsınmasıdır. Tanrılar bile, kökeni maddi olan bir var oluş sürecinde sıralarını beklerler.” [21]

Tek tanrı inancı temelinde yükselen Hristiyan ideolojisi, kendisine bütünüyle aykırı olan ve kendisini temelinden sarsan bu kavramı, kuşkusuz ki yadsıyacaktır. Böylelikle, antikçağ kültürünün bir ürünü olan mitler de, ortaçağın yoğun ve keskin karanlığına gömülüp kalmışlardır. Ta ki Rönesans’a dek.

Avrupa kültür tarihinde, 14. yüzyılın sonunda filizlenmeye başlamış ve 15. ve 16. yüzyıllara egemen olmuş, antikçağ (eski Yunan ve Roma) kültürünün canlandığı ve felsefe, sanat, bilim alanlarında büyük değişikliklerin yaşandığı bir yeniden doğuş dönemi olan Rönesans döneminde ise, Polonya şiirinde Eros’un, 16. yüzyılın ikinci yarısında ilk olarak Jan Kochanowski ile ortaya çıktığını görüyoruz.

Rönesans’ın ilk yarısında yaşamış olan Lublinli Biernat’ın da antik motifleri kullanmış olduğu gözlenir, ancak Lublinli Biernat’ın Yunanca değil, Latince biliyor olması nedeniyle, bu motifler arasında Eros’a rastlanmaz. Yine, 16. yüzyılın ikinci yarısında, Mikołaj Rej’de, ne Yunanca ne de Latince bildiği için, Eros’a rastlanmaz.

Ancak, Kochanowski klasik Yunanca ve klasik Latince bilir. Antikçağ sanatçıları Hesiodos, Homeros, Sappho ve Anekreont’u orijinal dillerinden okumuş, her biri Eros’u farklı bir anlamla kabul eden bu antikçağ sanatçıları içinde, Anakreont’un Eros kavramını benimsemiştir.

Kochanowski’nin benimsediği bu Eros kavramında, yine Eros’a ilişkin bir kavram olarak, ‘Pheito’ nun ortaya çıktığı gözlemlenir. “Pheito simgesel bir varlık, bir kavram gerçekte; kandırma gücü, aşkta birini elde etme gücü.. ” [22]dür. Bu noktada, Kochanowski’nin iki şiirini incelemek yerinde olacaktır.

DO HANNY

Na palcu masz dijament, w sercu - twardy kamień;

Pierścień mi, Hanno, dajesz - już i serce przemień [23]

HANNA’YA

Parmağında elmas var, sert bir taş kalbinde

Bana yüzük veriyorsun, Hanna - artık değiştir yüreğini de.

Bu kısa şiirinde Pheito kavramını kullanarak, sevgiliye seslenen şair, sevgilisini, aşkına karşılık vermesi konusunda ikna etmek ister. Aksi halde, her ikisinin de mutlu olamayacağını esprili bir biçimde vurgular. Kochanowski’ye göre, ancak gerçek ve karşılıklı bir aşk mutluluk verici olabilir.

Bu şiir, ortaçağdaki geleneğin değiştiğinin de bir kanıtı niteliğindedir. Ortaçağda erkek ve kadın, aralarında aşk olmasa da, aile olmak için dini bir nikahla evlenirken, bu durum Rönesans’ta radikal biçimde değişmiş, erkek ve kadın arasındaki aşk ilişkisi, mutluluğun temeli olarak ön plana çıkmıştır.

Kochanowski’ye göre, aşk bir yaşam ideali, yaşamı düzenleyen bir unsur, bir mutluluktur. Dolayısıyla aşk, karşılıklı ve mutluluk verici olmalıdır.

DO DZIEWKI

Nie uciekaj przede mnu dziewko urodziwa

 Z twoją rumianą twarzą - moja broda siwa

Zgodzi się znakomicie...

Tam gdzie wieniec wiją tam pospolicie sadzą

Przy róży - liliją. [24]

GENÇ KIZA

Kaçma benden ey genç kız, güzelim Senin al yüzünle benim kır sakalım Uyuyor birbirine mükemmel biçimde...

Çiçeklerle örülmüş bir taçta, koyulmuş adeta Bir zambak - al bir gülün yanına.

Kochanowski’nin bu şiirinde, Pheito’nun, yukarıdaki şiirde olduğundan çok daha güçlü biçimde ortaya çıkışına tanık oluruz. Şair, genç ve güzel bir kıza seslenir.

Kochanowski’nin, kızın kendisinden çok daha genç olmasının, birbirlerini sevmelerine engel olmadığını, aksine, birlikte bir uyum oluşturduklarını, birbirlerini tıpkı çiçeklerden oluşmuş bir taçta yan yana dizilmiş kırmızı bir gül ve beyaz bir zambak gibi tamamladıklarını yine esprili bir şekilde vurgulayışına tanık oluruz. Kochanowski’ye göre, kendisi yaşça büyük olduğu için, aşk konusunda çok daha tecrübelidir. Bu nedenle de, aralarındaki uyum mükemmel olacaktır.

Şairin kullandığı, çiçeklerden oluşmuş taç sembolü ise, Avrupa kültüründe bekareti simgelemektedir. Dolayısıyla, Kochanowski’nin bu şiirde Pheito’yu erotik bir baştan çıkarma unsuru olarak kullanmış olduğunu gözlemleriz. Şair, sevdiği kızın bekaretini istemektedir.

Sonuç olarak, Kochanowski ’de Eros, şakacı, mutluluk veren, mutlu sona, karşılıklı aşka ulaştıran, ikna eden, kandıran bir kavramdır. Eros, dünyanın - yaşamın sürekli, değişmez ve mutlak unsurudur.

Polonya şiirinde 17.yüzyıl barok dönemine gelindiğinde, Eros kavramının yüzyılın ilk değil, ikinci yarısında Daniel Naborowski ve Jan Andrzej Morsztyn’ da ortaya çıktığı gözlenir.

Bu şairlerde ortaya çıkan Eros kavramı, Rönesans’taki Eros kavramına benzer, ancak daha önemli bir kavramdır.

Eros - Pheito, aşka ikna etmenin yanı sıra, ‘sev, çünkü yaşam bitiyor, ölüm seni bekliyor’ çağrısı yapar. Bu noktada Eros - Thanatos birlikteliği söz konusudur. Çünkü, barok döneminde “carpe diem” (anı yaşa) ve “momento mori” (ölümü hatırla) kavramları yan yana yer almaktadır.

Bu noktada Andrzej Morsztyn’ın “Bierzmowanie” (Yeniden Adlandırma) ve “Do trupa” (Ceset’e) adlı iki sonesini incelemek yerinde olacaktır.

BIERZMOWANIE

Pałam, bo jakoż nie pałać, kiedy ty Wzniecasz w mym sercu coraz ogien skryty: Każdy postępek, każda gładkość twarzy, Każde twe słowo miłość moję żarzy, Ustroisz -li się - żądzy mej przybędzie, Nie strzymasz - widzę, że nic nie ubędzie, Płaczesz - w ognistej tonie serce wodzie, Śmiejesz się - słońce gorętsze w pogodzie, Gniewasz się - strach mię wraz z miłością piecze, Łaskawaś - a któż przed łaską uciecze;

Milczysz - ja tęsknię, zaśpiewasz - ja ginę , W głosie, w milczeniu mam straty przyczynę; Tańcujesz - są to czarnoksięskie koła, W których myśl ginie owa cale zgoła;

Lub siędziesz, staniesz, lub się położysz, Cokolwiekpoczniesz - moje iskry mnożysz, Lubo mnie blisko, lubo (się ) oddalisz - Tam jasnym okiem, tu tęsknicą palisz- Ja - ć się twym czarom nie chcę odejmować, Ale cię przecie muszę przebierzmować I widząc częstą ogniów mych ponowę, Już cię ogniskiem, nie Jagnieszką zowę. [25]

YENİDEN İSİMLENDİRME

Işıldıyorum, nasıl mümkün ışıldamamak, sen ki

Yaktığında yüreğimde bir ateş ki gizli :

Yüzünün her noktası, her hareketin

Alevlendirir aşkımı her kelimen senin

Süslenirsin - artar tutkum benim

Sarılmazsın bana - görürüm eksilmediğini bende hiçbir şeyin

Ağlarsın - gezer yüreğim ateşten bir derinlikte

Gülersin - daha da ısınır güneş gökte

Kızarsın - korku mühürler beni aşkla

Lütfedersin - kim kaçar bu lütuftan ya

Susarsın - özlerim, şarkı söylersin - biter mahvolurum

Sesinde, suskunluğunda ah ben ziyan olurum

Dans edersin - büyülü dairelerdir dönüşlerin

Hani hepten yitip gittiği düşüncenin

Oturursun, salınırsın, ya da uzanırsın

Dinlenirsin azıcık - ışıltılarımı çoğaltırsın

Ya yakın olursun bana, ya da benden kaçarsın

Renkli bir gözle öteden, özlemle beriden yakarsın

İstemem elinden almayı senin cazibeni

Ama değiştirmeliyim yine de senin ismini

Görüp sık yenilenişini ateşlerimin

Aşk ateşi koydum adını, Agnieszka yerine senin.

Bu şiirde şair, Agnieszka adlı bir genç kıza seslenir ve ona duyduğu büyük aşkın kendi duygu dünyasında meydana getirdiği sarsıntıları, değişimleri aktarmaya çalışır. Eros’un şairin duygu dünyasında yarattığı bu sarsıntılar ve değişimler, şairi, genç kıza kendince bir ad vermeye dek sürükler. Eros, şairin duygularını öylesine hakimiyeti altına almıştır ki, şair bu aşk yüzünden hem heyecanlı ve mutludur, hem de acı çekmektedir. Bu açıdan, Morsztyn’daki Eros kavramı, antikçağ şairi Sappho’daki Eros kavramına benzer.

Şiirin orijinalinin son mısrasında yer alan ve şairin, genç kızın yeni adı olarak belirlediği “ognisko” (ateş) kelimesinin aşk ateşini yakan, canlandıran anlamında kullanılmış olduğu gözlemlenmektedir.

Morsztyn’ın, yukarıda andığımız bir diğer şiiri “Do trupa” (Ceset’e) da yine aşkın gücünü ve verdiği acıları vurgulayışına tanık oluruz.

DO TRUPA

Leżysz zabity i jam też zabity,

Ty - strzałą śmierci, ja - strzałą miłości,

Ty krwie, ja w sobie nie mam rumianości,

Ty jawne świece, ja mam płomień skryty.

Tyś na twarz suknem żałobnym nakryty,

Jam zawarł zmysły w okropnej ciemności,

Ty masz związane rece, ja, wolności.

 Zbywszy, mam rozum łańcuchem powity.

Ty jednak milczysz, a mój język kwili,

 Ty nic nie czujesz, ja cierpię ból srodze,

 Tyś jak lód, a jam w piekielnej śrzeżodze.

Ty się rozsypiesz prochem w małej chwili,

Ja się nie mogę, stawszy się żywiołem

Wiecznym mych ogniów, roysypać popiołem. [26]

CESET’E

Ölmüş yatıyorsun ve ölmüşüm ben de,

Sen - ölümün okuyla, ben - aşk okuyla vurulmuş

Sen - kana bulanmışsın, benim al yanaklarım solmuş

Sen yanıyorsun bir mum gibi aleni, benimse aşk ateşi saklı içimde

Yas bezi senin yüzündeki

Benimse düşünceler içimde korkunç bir karanlığa hapsolmuş

 Senin ellerin kavuşmuş, benim ellerim özgürce savrulmuş

Yitirmiş özgürlüğünü aklım, vurulmuş zincirlere ne var ki.

Sen konuşmuyorsun ama, ağlıyor dilim benim

Hissetmiyorsun hiçbir şey, bense içimde hissediyorum kederleri

 Sen buz gibisin, lakin bende cehennem ateşleri

Kül olacak bir anda bedenin senin,

Bense, içimde sonsuz ateşin kaynağıyla

Kül olmayacağım asla.

Barok döneminin karakteristiği olan, zıtlıkları bir arada kullanma eğilimi temelinde yazılmış bu şiirde, şairin bir aşıkla bir ölüyü karşılaştırdığını ve bu şekilde de, Eros’un gücünü betimlemeye çalıştığını gözlemleriz. Morsztyn’ın, bu karşılaştırmaların sonunda, Eros’un etkisi altındaki insanın canlı bir cesetten farksız olduğunu vurguladığına tanık oluruz.

Yukarıda sözü edilen, barok dönemi karakteristiği zıtlıklar şiirin bütününde gözlenmektedir. Söz konusu bu zıtlıkları gözler önüne seren en çarpıcı bölüm ise, “Sen buz gibisin, lakin bende cehennem ateşleri” dizesindeki ‘buz’ ve ‘cehennem ateşleri’ betimleridir. Cesetin soğuk oluşuyla, bir süre sonra yanıp kül olacağı betimindeki zıtlık da tipik bir Barok sanatı örneği oluşturmaktadır.[27]

Şaire göre, ceset gerçek bir ölüdür, ancak kendisi de aşkı yüzünden çektiği acı nedeni ile bir ölü gibi cansız ve hareketsiz kalmıştır. Ceset ölüm nedeni ile hareket edemez, bir şey yiyip içemezken, şair aşkı yüzünden yemeden, içmeden kesilmiş, sevdiğini düşünmekten başka bir şey yapamaz hale gelmiştir. Cesedi artık hiçbir şey mutlu edemezken, şairi de, çektiği aşk acısı yüzünden, hiçbir şey mutlu etmemektedir. Ceset gerçek bir ölü, şair ise canlı bir cesettir. Şairin, son üçlükte kendisinin bir cesetten daha kötü bir durumda olduğunu vurguladığına tanık oluruz. Ceset ölümle birlikte tüm kederlerden, acılardan kurtulmuştur, ancak şair, içindeki aşk yüzünden, acı çekmeye devam edecektir.

Morsztyn’ın Eros’un gücünü betimlemek için, aşık bir insanla bir cesedi karşılaştırması şiire Thanatos kavramını da dahil eder. Dolayısıyla, şiirin bütününde Eros - Thanatos birlikteliği söz konusudur.

Aşık bir insanın bir cesetle karşılaştırılması Eros’un Thanatos’a ulaştırdığı düşüncesini pekiştirmesi bağlamında dikkat çekicidir. Bu bağlamda, Eros ve Thanatos kardeş gibidirler. Eros’un etkisi altındaki insan Thanatos’un etkisi altındaki insandan pek de farklı değildir aslında.

Şiirin tüm dokusuna, Thanatos’un, bedenine girdiği bir insanın bedensel ve ruhsal tüm yaşam fonksiyonlarını sona erdirerek, onu bir anlamda bu dünyada çekilen her türlü acıdan da kurtardığı düşüncesi hakimdir. Ancak, Eros’un etkisi altındaki insanın acıları sürmektedir ve sürmeye devam edecektir. Şiirin son bölümü bu düşünceyi betimlemesi bağlamında önemlidir. Bu anlamda, Eros’un Thanatos’tan çok daha güçlü olduğu düşüncesi ortaya çıkmaktadır.

Barok döneminin bir başka ünlü şairi Daniel Naborowski’ deki Eros ise, aşağıdaki şiirde gözler önündedir.

NA OCZY.....

Twe oczy, skądKupido na wsze ziemskie kraje, Córo możnego króla, harde prawa daje, Nie oczy, lecz pochodnie dwie nielitościwe, Które palą na popiół serca nieszczęśliwe.

Nie pochodnie, lecz gwiazdy, których jasne zorze Błagają nagłym wiatrem rozgniewane morze.

Nie gwiazdy, ale słońca, pałające różno, Których blask śmiertelnemu oku pojąć próżno.

Nie słońca, ale nieba, bo swój obrót mają I swoją śliczną barwą niebu wprzód nie dają.

Nie nieba, ale dziwnej mocy są bogowie, Przed którymi padają ziemscy monarchowie.

Nie bogowie też zgoła, bo azaż bogowie Pastwią się tak nadsercy ludzkimi surowie? Nie nieba: niebo torem jednostajnym chodzi; Nie słońca: słońce jedno wschodzi i zachodzi; Nie gwiazdy, bo te tylko w ciemności panują; Nie pochodnie, bo lada wiatrom te hołdują.

Lecz się wszystko zamyka w jednym oka słowie: Pochodnie, gwiazdy, słońca, nieba i bogowie.[28]

GÖZLERİN....

Gözlerin, ki Kupido onlardan yeryüzündeki tüm ülkelere kanatlanıp uçar

Haşmetli kralın kızı, mağrur yasalar sunar,

Göz değil ki onlar, iki merhametsiz meşale sanki, Kederli yürekleri yakıp küle çeviren hani.

İki meşale de değil, iki yıldız, hani belirgin kızıllığı onların Yalvarır öfkeli ummana, çıkışıyla ani bir rüzgarın İki yıldız değil, iki güneş ayrı ayrı yanan, Hani ışıltıları ölümlü bir göze beyhude vuran.

İki güneş değil, iki gökyüzü, kendi dönüşleri var çünkü Ama güzel rengiyle o gözlerin boy ölçüşemez gökyüzü İki gökyüzü de değil, sanki tuhaf bir güce sahip iki tanrı, Hani önünde diz çöktüğü yeryüzünün tüm hükümdarları. İki tanrı da değil büsbütün, tanrılar zira

Acı çektirirler mi insan kalplerine böyle amansızca?

İki gökyüzü değil: gökyüzü tekdüze bir hatta tur atar;

İki güneş de değil:güneş tektir, doğar ve batar;

İki yıldız değil, çünkü onlar karanlıkta hüküm sürerler yalnızca İki meşale de değil, çünkü onlar teslim olurlar hercai rüzgarlara. Ama o gözlerin tek bir kelimesinde hapsolurlar:

Meşaleler, yıldızlar, güneşler, gökyüzü ve tanrılar.

Naborowski’de Eros kavramının, Kupido ismi ile vurgulanışına ve Eros’un evrende var olan tüm varlıkların üzerinde bir güç olarak yansıtılışına tanık oluruz.

Eros’u, bir kral kızı olan sevgilinin gözlerini betimlemeye çalışarak ortaya koyan Naborowski, şiirin son iki dizesinde, şiirin bütününde sevgilinin gözleriyle karşılaştırdığı yıldızların, güneşlerin, gökyüzünün, tanrıların ve meşalelerin, sevgilinin gözlerinin tek bir bakışı karşısında boyun eğdiğini vurgulayarak, çarpıcı bir metaforla Eros’un gücünü betimler. „ iki gökyüzü de değil, sanki tuhaf bir güce sahip iki tanrı / Hani önünde diz çöktüğü yeryüzünün tüm hükümdarları.,, dizeleri, yine bu bağlamda önem kazanır.

Naborowski’ye göre, böylesine güçlü bir kavram olan Eros, insana mutluluk kadar acı da verir. „Göz değil ki onlar, iki merhametsiz meşale sanki / Kederli yürekleri yakıp küle çeviren hani.” , „iki tanrı da değil büsbütün, tanrılar zira / Acı çektirirler mi insan kalplerine böyle amansızca?„ dizeleri, Eros uğruna çekilen acının vurgulandığı dizeler olmaları bağlamında dikkat çekicidirler.

Görüldüğü üzere, barok döneminde Eros, insanı Thanatos’a yaklaştıran, ulaştıran bir kavramdır. Eros ile Thanatos arasında çok ince bir sınır vardır ve bu sınır da Eros’un mutluluk kadar acı da veren bir kavram olarak ortaya çıkışında saklıdır. Thanatos acıları dindirirken, Eros acı verir, acıları körükler.

18.yüzyıl Polonya’nın, özellikle yüzyılın ilk yarısında, soyluların çok geniş haklara sahip olması, dolayısıyla soylularla kral arasında büyük boyutlara ulaşan çatışmalar nedeni ile ortaya çıkan siyasal çalkantılar yaşadığı, tüm Avrupa’da ise aydınlanma düşüncesinin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Montesquieu, Voltaire ve Rousseau gibi düşünürlerin görüşleri ile tüm Avrupa’ya yayılan, kilisenin ve kralın otoritesine karşı koymayı ve insan hakları için savaşmayı öngören Fransız aydınlanması, 18.yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştır.

Aydınlanma dönemi, insan aklına sonsuz güven duyma görüşü ve eğilimi nedeniyle ‘akıl çağı’ olarak da adlandırılmış ve dolayısıyla akılcılık bu dönemin karakteristiği olmuştur.

Bu dönemde Polonya edebiyatında, yaşanan siyasal çalkantılar nedeniyle, daha çok siyasi söylemlere rastlanır. Lirik şiir büyük ölçüde ihmal edilmiştir, ancak buna rağmen, lirikler yazan şairler de ortaya çıkmıştır.

Akılcılığın ön planda olduğu aydınlanma döneminde, duygu dünyasına ilişkin bir kavram olan Eros ciddi bir kavram, ciddi ve derin bir duygu olmaktan çıkmış, bir saray eğlencesi haline gelmiştir. Eros’a eşlik eden Pheito kavramının da etkisini kaybettiği gözlenir.

Dönemin ciddi ve derin duyguları yansıtmayan Eros kavramı, Stanisław Trembecki’nin şiirlerinde kendisini göstermektedir. Trembecki’nin aşağıdaki “Kupido” başlıklı şiirinde, bu Eros kavramı gözler önündedir.

Kupido

Chłopczyk z rączką uzbrojoną

Skoczył był mi raz na łono

i złapawszy mnie za szyję

Ukazał strzałeczek dwoje “Wiesz kogo nimi przeszyję

Temiry serce i twoje” [29]

Kupido

Küçük oğlan çocuk silahının sapıyla elinde Kucağıma atladı bir keresinde ve sarılıp boğazıma

İki okunu gösterdi

“Biliyor musun kimi vuracağım bu oklarla Temira’nın ve senin kalbini”

Şiirin başlığında, Eros’un barok ve aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan bir diğer adı Kupido’yu gözlemleriz. Trembecki’nin, Eros’u, tıpkı antikçağ şairi Anakreont gibi, elinde ok ve yayı olan küçük, yaramaz oğlan çocuğu olarak betimleyişi dikkat çekicidir. Trembecki’nin bu betimi, aydınlanma döneminde var olan klasisizm akımı etkisiyle, antikçağ sanatçıları gibi yazma eğiliminin bir sonucu olarak açıklanabilir.

Küçük Eros, oyun olsun diye, elindeki iki oku şairin ve Temira’nın kalbine saplayarak, bu iki insan arasındaki aşkı alevlendirecektir.

Trembecki için Eros ciddi bir duygu değil, kısa bir flörttür sadece. Kısacası aşk hafif, eğlenceli bir konudur ve sadece insanı eğlendirme amacına hizmet etmektedir. Trembecki’nin bu Eros kavramı da yine antikçağ şairi Anakreont’un Eros kavramıyla örtüşmektedir. Çünkü anımsanacağı gibi, Anakreont için de Eros, yaşamda eğlence ve mutluluk için vardır.

Polonya’da yüzyılın seksenli yıllarında ortaya çıkan ve aydınlanma gerçekçiliğinden duygulu romantizme rahat bir geçiş sağlayan sentimentalizmin etkisiyle, şiirde, aydınlanma dönemindeki Eros kavramına tepki olarak, bir başka Eros kavramı ortaya çıkar. Sentimental şiirde ortaya çıkan bu Eros, platonik bir karaktere sahiptir. Bu Eros kavramını, sentimentalizmin Polonya’daki temsilcisi olan Franciszek Karpiński’nin “Do Justyny” (Justyna’ya) adlı şiirinden alıntıladığımız bir bölümle irdelemeye çalışalım.

Ey ağaçlar! Siz daha ufacıktınız

Ben Justyna’ya aşık olduğumda.

Bu gün ise artık dal budak saldınız

Dallarınız ünlü, çevreye serinlik salmasıyla.[30]

Karpiński’nin bu şiirinde, sentimental akımda önemli bir unsur olan doğa betimi göze çarpmaktadır. Ağaçlara seslenen şair, ağaçların var olmaya başladıkları ilk zamanlarla, kendisinin Justyna’ya aşık olduğu zamanı eşleştirir. ‘Ağaçların artık dal budak salmış olmaları’ betimiyle şair, Justyna’ya aşık olduğundan beri çok zaman geçtiğini dolaylı yoldan dile getirir. Şair, Justyna’ya uzun süredir platonik olarak aşıktır. Dolayısıyla, bu şiirde platonik Eros kavramının vurgulanmakta olduğu gözlenir.

Polonya şiirinde sentimental akımın Karpiński’den sonraki ikinci temsilcisi olan Franciszek Dionizy Kniaźnin’in “Dwie lipy” (İki Ihlamur Ağacı) adlı şiirinin ilk dörtlüğünde yine platonik Eros kavramıyla karşılaşırız.

İşte iki yeşil ıhlamur ağacı

Selamlıyorlar birbirlerini karşı kıyılarda

Biri diğerine eğiliyor sanki

Dokunuyorlar birbirlerine dallarıyla [31]

Şairin, yine bir doğa unsuru olan ıhlamur ağaçlarını iki aşıkla özdeşleştirerek betimlediği bu dörtlükte, ‘ıhlamur ağaçlarının karşı kıyılardan birbirlerini selamlamaları’ betimi, Eros’un platonik özelliğini gözler önüne sermektedir.

Sevgililer birbirlerinden ayrıdırlar ve kavuşamamaktadırlar. Dolayısıyla, bu sevgililer birbirlerini uzaktan uzağa sever dururlar.

Görüldüğü üzere, Polonya şiirinde aydınlanma döneminde, sentimental akımın etkisinin gözlendiği döneme dek Eros, bir eğlence unsuru iken, sentimental akımla birlikte duygu dozu yüksek, platonik, melankolik bir hal alır.

Polonya’da romantizm dönemine gelindiğinde, 18. yüzyılın sonunda (1795’de) üçüncü ve son kez bölünerek (Avusturya-Prusya-Rusya arasında), Avrupa haritasından silinip sonraki 123 yıl boyunca esaret altında yaşayacak olan bir Polonya vardır karşımızda. Dolayısıyla, tüm Avrupa’da özgürlük için verilen savaşlar, Polonya için de geçerlidir bu dönemde.

Bir özgürlük savaşının verildiği bu şartlar altında, sanatta da Avrupa romantizmi için geçerli olan durum, Polonya romantizmi için de geçerli olmuş ve Polonyalı sanatçılar, ulusal değerlerin önem kazanmış olması nedeniyle, Yunan mitleri yerine, ulusal söylencelerden ve Hristiyan mucizelerden yararlanma yoluna gitmişlerdir.

Ancak, eski çağ mitolojisinin Eros ve Thanatos’u, düş ve duygu dünyasını temel alan romantizmde de var olmuştur.

Bu dönemde, Eros’un çok güçlü, coşkun ve geniş bir anlamla ortaya çıkışına tanık oluruz. Öyle ki, Eros varoluşun temel ilkesi, yaşamın tüm alanlarını saran ilk ve temel güçtür.

Yukarıda sözü edilen politik şartlar nedeni ile, esir alınmış bir ulusun sanatçıları, Eros kavramını ilk planda vatan sevgisi kavramı ile eş tutmuşlar ve bu kavramı vatan aşkına yönlendirmişlerdir. Bu Eros kavramı, Polonyalı romantikler için zorunlu bir yönelim olmuştur bir anlamda. “Bağımsızlık savaşı veren bir halk için, vatan aşkı kuşkusuz tüm aşkların üzerindedir.” [32]

Bu noktada, Polonya edebiyatının en büyük romantiği olan Adam

Mickiewicz’in bir dörtlüğünü anmak yerinde olacaktır.

Litwo! Ojczyzno moja ! Ty jesteś jak zdrowie.

Ile cię trzeba cenić, ten tylko się dowie,

Kto cię stracił.

Dziś piękność twą w całej ozdobie,

Widzę i opisuję, bo tęsknię po tobie.[33]

Lıtvanya! [34] Vatanım! Sağlık gibisin.

Ne değerli olduğunu ancak senin,

Seni yitiren bilir.

Bu gün süsler içindeki tüm güzelliğin,

Görürüm ve yazarım, çünkü içimde derin hasretin.

Romantizmde fiziksel değil, duygusal ve entelektüel açıdan güçlü bir kavram olan Eros’un Polonya romantizminde ortaya çıkan bir başka anlamı ise, bir kadına duyulan aşktır. Ancak, bu aşk yaşamda sadece bir kez yaşanabilecek olan çok güçlü bir aşktır. Romantizmin bu Eros kavramı, fiziksel değil, platonik bir niteliğe sahiptir.

Söz konusu olan, ulaşılamaz, yeri doldurulamaz, yüce ve ideal bir aşktır.

Polonyalı en büyük romantik Adam Mickiewicz’in ve ikinci büyük romantik Juliusz Słowacki’nin yapıtlarında göze çarpan böylesi bir Eros, her iki şairin de ilk gençlik yıllarında yaşadıkları ve mutsuz sonla biten karşılıksız aşk deneyiminin sanatlarına yansımış halidir. Bu iki büyük romantik, yaşadıkları bu aşk deneyimindeki duygularına, şiirlerinde yaşamları boyunca dönüp durmuşlardır.

Bu noktada, bu iki romantiğin, bu aşkı dile getiren şiirlerinden örnek vermek yerinde olacaktır. Aşağıdaki dörtlük, Mickiewicz’in gençlik yıllarındaki ilk ve yaşamı boyunca tek aşkı olmuş olan Maryla’ya seslendiği bir şiirinden alınmıştır.

DO M

Precz z moich oczu !... posłucham od razu,

Precz z mego serca !... i serce posłucha,
Precz z mej pamięci!... nie ... tego rozkazu
Moja i twoja pamięć nie posłucha.
[35]

M’YE

Çekil, git gözlerimin önünden!.. ikiletmem, dinlerim,

Çekil, git yüreğimden ! ... ve dinler seni yüreğim, Çekil, git belleğimden ! ... hayır ... bu emrini Ne senin belleğin dinler, ne de benim.

Mickiewicz’in büyük aşkına rağmen, bir başkası ile evlendirilen Maryla,

Mickiewicz’in yaşamı boyunca yazdığı şiirlerinde yerini korumuştur. Mickiewicz mutsuz sonla biten bu aşkı yüreğinden, Maryla’yı da belleğinden bir türlü atamaz hiçbir zaman.

Şair, bu şiiri ile, ayrılmak zorunda kalmış olsalar da, kendisinin Maryla’nın, Maryla’nın da kendisinin belleğinden, anılarından asla silinmeyeceğini haykırır.

Maryla, şairi yüreğinden söküp atsa da, belleğinde küçücük de olsa daima bir yeri olacaktır Mickiewicz’in.

Yukarıdaki iki şiirinde de görüldüğü üzere, Mickiewicz için Eros son derece güçlü bir kavramdır. Gerek vatan aşkında, gerekse Maryla’ya olan aşkında, Eros’un böylesine güçlü ve coşkun bir kavram olarak ortaya çıkması, Mickiewicz’in sanatını çağlar üstü niteliğe taşıyan en önemli etkendir, kuşkusuz.

Polonya edebiyatının ikinci büyük romantiği Juliusz Słowacki de gençlik yıllarındaki ilk ve yaşamı boyunca tek olmuş olan aşkına şiirlerinde geri döner. Öyle ki, büyük yapıtı “Kordian” da, Laura karakteri ile, aşık olduğu kendinden büyük kadını yansıtır okuyucuya. Aşağıda bir bölümünü alıntıladığımız bir diğer yapıtı “Beniowski ”de de bu aşka döndüğü gözlenir.

Kłębami dymu niechaj się otoczę, Niech o młodości pomarzę półsenny, Czuję jak pachną kochanki warkocze, Widzę jaki ma w oczach blask promienny, Na próżno serce truciznami poim

Kochanko pierwszych dni; znów jestem twoim. [36]

Sarsın beni duman dalgaları

Gençliği hayal edeyim yarı uykulu, Hissedeyim, sevgilinin saç örgüsü nasıl kokardı Göreyim, gözleri nasıl ışıldardı nurlu nurlu Yüreğime zehirleri nafile dökerim

İlk günlerimin sevgilisi; ben yine seninim.

Bu parçadan da anlaşıldığı üzere, Słowacki, kendisine hala acı veren bu aşkını unutmaya çalışır. Ancak, şair, sevgiliyi ne kadar unutmaya çalışsa da, gençlik günlerinin hayali, geçmişte bıraktığı sevgilisinin hayali ile örtüşür. Sevgilinin nurla ışıldayan gözleri, saç örgüsünün kokusu, Słowacki’ye bu derin aşkı anımsatır ve şair bu aşktan asla vazgeçemeyeceğini, bir anlamda kendisine itiraf eder. “Yüreğime zehirleri nafile dökerim / ilk günlerimin sevgilisi; ben yine seninim.” dizeleri, bu itirafı belgeler niteliktedirler.

Polonya edebiyatında son büyük romantik olarak bilinen Cyprian Kamil Norwid ise, ikinci kuşak romantiklerdendir.

Eros kavramının, öncelikle Norwid’in sanat anlayışında kendisini gösterdiğine tanık oluruz. 1850 yılında yazdığı ve sanat anlayışını açıkladığı “Promethidon” adlı destansı şiirinde, ‘büyük bir sanat eserinin aşka eşlik edeceği’ görüşünü dile getirir Norwid. Şaire göre, “güzel, aşkın biçimidir.” [37]

Norwid’in sanat anlayışındaki bu Eros kavramından başka, ikinci bir Eros kavramı da, kendisinden önceki diğer büyük romantikler olan Mickiewicz ve Słowacki’de gözlenen, bir kadına duyulan aşk konumundaki Eros kavramıdır.

Ancak, Norwid, Mickiewicz ve Słowacki’nin aksine, yaşamına iki büyük aşk sığdırmıştır. İlk büyük aşkı, Maria Kelergis’tir. Tüm sanat yaşamı boyunca az sayıda yazmış olduğu aşk şiirlerinin bir kaçı, Maria Kalergis için kaleme aldıklarıdır. Bu şiirlerden en ünlüsü, “Jak” (Nasıl) adlı yapıtıdır.

JAK...

Jak - gdy kto ciśnie w oczy człowiekowi Garścią fijołków i nic mu nie powie...

Jak - gdy akacją z wolna zakołysze, By woń, podobna jutrzennemu ranu, Z kwiaty białymi na białe klawisze Otworzonego padła fortepianu...

Jak - gdy osobie stającej na ganku Daleki księżyc wpląta się we włosy, Na pałającym układając wianku Czoło - lub w srebrne ubiera je kłosy...

Jak - z nią rozmowa, gdy nic nie znacząca, Bywa podobną do jaskółek lotu, Który ma cel swój, acz o wszystko trąca, Przyjście letniego prorokując grzmotu,

Nim błyskawica uprzedziła tętno - Tak...

... lecz nie rzeknę nic - bo mi jest smętno. [38]

NASIL...

Nasıl - hani bir kimse diğerinin gözüne atar ya Bir avuç menekşe ve ona hiçbir şey söylemez ya.

Nasıl - ağır ağır salınırken akasya

Bir şafak vaktini andıran kokusu onun

Beyaz çiçeklerinden gelen hani, beyaz tuşlarına

Düşüverir ya bir açık piyanonun

Nasıl - verandada duran birine ulaşıp

Uzak ay ışığı, onun saçlarına dolanır ya Ve ışıldayan bir taç yapıp

Alnına - ya da gümüşi başaklarla o alnı süsler ya

Nasıl - anlamsız olur ya onunla konuşma

Fırtınadan kaçan kırlangıçların uçuşuna benzeyen hani Bir amacı olan o sarsak ve aylak uçuş dönenir ya Kışkırtıp bir yaz gök gürlemesinin gelişini

Hızlandırır ya nabzı şimşek o gök gürlemesinden sonra İşte aynen böyle hissettiğimi söylemek isterdim ona  lakin söylemeyeceğim hiçbir şey - kederliyim zira

Bu şiir, Maria Kalergis için hissettiği duygularını yansıttığı bir yapıttır. Şairin, sevdiği kadın yanına geldiğinde duyduğu büyük heyecanı, kadının kokusu, endamı ve tavırları karşısındaki büyülenişini, ‘nasıl’ sorusuna cevap olarak, dolaylı yoldan betimlediği gözlenir.

Şiirde, Norwid’in duygu ve heyecan dozu her dörtlükte biraz daha artmaktadır. İkinci dörtlükte, sevdiği kadının ellerinin kokusunu dışarıdan gelen akasya ağacı çiçeklerinin kokusu ile özdeşleştirerek yansıtır. Şiirin son iki dizesinde, sevdiği kadına olan duygularının gücünü bir doğa olayı olan şimşek ve gök gürültüsü ile özdeşleştirir ve böylesi güçlü duygularını hiçbir zaman sevdiği kadına söyleyemeyeceğini, bu duygularını yüreğine gömeceğini dile getirir.

Görüldüğü üzere, bu şiirde var olan Eros, Mickiewicz ve Słowacki’ dekinin aksine, negatif ve şairi tüketen bir Eros’tur. Mickiewicz ve Słowacki büyük aşklarını dizeleri yoluyla sevgililerine haykırırken, Norwid dizelerinde büyük aşkını kalbine gömeceğini, güçlü duygularını sevgiliye bildirmeyeceğini fısıldar adeta. Bu bağlamda, Norwid’in aşkı daha ürkek ve daha kırılgan bir niteliğe sahiptir. Bunun nedenini şairin yaşam öyküsünde buluruz.

Norwid, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına karşın, yaşamı boyunca açlık ve sefalet içinde yaşamış ve bu nedenle de toplumla düzgün ilişkiler kuramamıştır. Bu durum, onu kaçınılmaz bir yalnızlığa itmiş ve şair tüm yaşamı boyunca yalnız kalmıştır. Norwid, bu yalnızlık duygusunu, adeta şiirlerinin biçimine bile taşımıştır. Şairin şiirleri genellikle iç monolog biçiminde kaleme alınmıştır.[39] Tıpkı, yalnız bir insanın kendi kendine konuşması gibi.

İşte bu yaşam öyküsel nedenden ötürü, Norwid’in birey olarak içinde bulunduğu zor koşullar ve yalnızlık, onun belki de insanlara karşı olan güvenini sarsmış, kendine olan güvenini zedelemiş ya da yok etmiş ve böylelikle de insanlara karşı olan tutumunda, dizelerinde, hatta aşkında bile ürkek bir insan olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Yaşamının ikinci büyük aşkı olan Maria Wodzyńska için “Daj mi wstążkę błękitną... ” (Mavi kurdeleni ver bana) adlı şiirini yazmıştır.

DAJ MI WSTĄŻKĘ BŁĘKITNĄ

Daj mi wstążkę błękitną - oddam ci ją

Bez opóźnienia...

Albo daj mi cień twój z giętką twą szyją :

- Nie! Nie chce cienia.

Cień zmieni się, gdy ku mnie skiniesz ręką, Bo on nie kłamie!

Nic od ciebie nie chcę, śliczna panienko,

Usuwam ramię...

Bywałem ja od Boga nagrodzonym

Rzeczą mniej wielką :

Spadłym listkiem, do szyby przyklejonym,

Deszczu kropelką. [40]

MAVİ KURDELENİ VER BANA

Sadece mavi kurdeleni ver bana - geri vereceğim onu sana Gecikmeden...

Ya da narin boynunun gölgesini ver bana:

- Hayır! Gölgeni istemem!

Gölgen de değişir bana el salladığında

O yalan söylemez çünkü !

Güzel kız, senden hiçbir şey istemem asla

Çekerim senden kolumu

Ödüllendirmiş zaten Tanrı beni

Daha küçük bir varlıkla:

Düşen bir yaprakçıkla, cama yapışan hani, Ve bir yağmur damlacığıyla.

Bu şiirinde, kederli bir şaka tarzındaki Eros kavramı göze çarpar. Şiir ortaçağdaki bir gelenek çerçevesinde yazılmıştır. 18. yüzyılda tekrar ortaya çıkan söz konusu geleneğe göre, bir kadın sevdiği adama duygularının simgesi olan bir mavi kurdele verir.

Norwid kısa bir süre için sevgiliden mavi kurdelesini, bir başka deyişle aşkını ister. “geri vereceğim onu sana / Gecikmeden...” dizeleri, bu aşkı kısa bir süre için istediğini vurgulamaktadır. Bu noktada, yukarıda sözünü ettiğimiz yaşam öyküsel nedenden dolayı, şairin genel anlamda insanlara, dar anlamda da sevgiliye ve onun duygularına güvenmediğini algıladığımızı söylemek, yanlış olmasa gerek.

Şiirin ikinci dörtlüğü, bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Şairde sevgili tarafından aldatılmak korkusu vardır. Norwid, sevgilinin, kendisinin duyguları ile oynamasından çekinmektedir ve kendisini ve duygularını bu duruma karşı korumak ister. “Senden başka bir şey istemem asla / Çekerim senden kolumu” dizeleri, şairin bu isteğini vurgular niteliktedirler. Bu doğrultuda da, şiirin son dörtlüğünde, şairin kendisini avutmasına tanık oluruz. Eğer sevgili, şaire aşkını vererek, onu bir anlamda ödüllendirmezse ya da onun duyguları ile oynarsa, Norwid Tanrının kendisine verdiği ödüle (doğaya) sığınacak ve bu ödülle avunacaktır.

Örneklediğimiz şiirlerinin ışığında, Norwid’deki Eros kavramının olumsuz, kederli, şairi tüketen, kırılgan ve ürkek olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Şair aşık olmaktan, dahası sevgiliye bağlanmaktan korkmaktadır adeta.

Polonya romantizmindeki Thanatos kavramının ise, Avrupa’daki romantizmden farklı olarak, ‘vatan uğruna ölmek’ şeklinde ortaya çıktığına tanık oluruz.

Avrupa romantizminde, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı ünlü yapıtının karakteristik bir örneğini oluşturduğu, bir kadına duyulan aşk uğruna ölüm kavramı, Polonya romantizminde vatan uğruna ölmek kavramına dönüşmüştür. Polonya’nın, romantizm döneminde bir bağımsızlık savaşı verdiği göz önünde tutulursa, aşk uğruna ölüm kavramının, vatan uğruna ölüm kavramına dönüşmesi çok daha anlaşılır bir hale gelmektedir.

Mickiewicz’in ünlü yapıtı “Konrad Wallenrod”da, yapıtın baş kahramanı Konrad, Töton şövalyeleriyle giriştiği savaşta vatanı uğruna ölür.

Yine Mickiewicz, “Dziady” (Atalar) adlı ünlü yapıtında, aşık olduğu kadına ulaşamayan baş kahraman Gustaw’ı, zayıf bir aşıktan vatanı için savaşan bir kahramana dönüştürür. Słowacki’nin “Kordian” adlı yapıtında da aynı yaklaşım gözlenir. Yapıtın baş kahramanı Kordian, aşık olduğu kendisinden büyük genç kıza ulaşamaz ve Werther’in çektiği acıları çeker. Ancak, intihar etmek yerine, vatanı için savaşan bir kahraman olma yolunda bir değişim geçirir. [41]

Bu iki büyük eserin baş kahramanları, aşk uğruna ölmek yerine, vatan uğruna ölümü göze alırlar ve birer kahraman olurlar. Dolayısıyla, Polonya romantizminin, aşk uğruna ölüm kavramını reddettiğini ve vatan uğruna ölüm kavramını yücelttiğini gözlemleriz.

Görüldüğü üzere, romantizmdeki Eros kavramı çok renklidir. Bu dönemde Eros, vatana duyulan büyük ve derin aşktan, bir kadına duyulan yüce ve platonik aşka, daha çok trajik ve acılı bir aşktan, ender olarak eğlenceli ve mutluluk verici bir aşka doğru yönelim gösterir.

Romantizmdeki Thanatos kavramı ise, ‘yalnızca vatan uğruna ölünür ve vatan uğruna ölmek, aşk uğruna ölmekten çok daha yücedir’ düşüncesi ile kimlik bulmaktadır. Bağımsızlığı için savaş veren bir ulusun sanatçılarının, Eros kavramını ilk planda vatan aşkına yönlendirmeleri ne kadar anlaşılır bir durum ise, Thanatos kavramını da aşk uğruna ölüm kavramından vatan uğruna ölüm kavramına yönlendirmeleri de bir o kadar anlaşılır bir durumdur, kuşkusuz.

Polonya’da 1863’de başlayıp 1890’lara dek süren pozitivizm dönemine gelindiğinde, 1795’de üçüncü ve son kez bölünerek, haritalardan silinmiş olan Polonya’nın, romantizm dönemi boyunca özgürlük yolunda verdiği savaşlarda başarısız olduğu ortaya çıkmıştır artık. Bu başarısızlık, 1863 Ocak Ayaklanması yenilgisiyle de belgelenmiş oluyordu.

Romantizm döneminde var olan bağımsızlık ülküsü pozitivizm döneminde de vardı kuşkusuz. Ancak, pozitivist dönemde öngörülen bağımsızlığa ulaşma yolu, romantik dönemde öngörülen yoldan farklıdır. Romantik dönemde bağımsızlığa giden yol topyekün silahlı mücadeleden geçerken, pozitivist dönemde, öncelikle ulusun eğitilip bilinçlendirilmesi ve ancak bu şekilde bir başarı kazanılabileceği inancı gündeme gelmiştir. Çünkü, “1830 ve 1863 yıllarında yaşanan başarısızlıklar romantik düşlerin yıkılmasına neden olmuştu.” [42]

Romantik hayallerin artık yıkılmış olması, romantizmde en büyük öneme sahip edebi tür olan şiirin de, görevini başarısızlıkla tamamladığı görüşünün ortaya çıkmasına neden olmuş ve şiir pozitivist dönemde önemsenmez, hatta küçümsenir olmuştur. Bu nedenledir ki, Polonyalı yazarlar pozitivist edebiyatta şiirden çok, öykü ve özellikle de roman alanında etkinlik göstermişlerdir.

Ancak, yukarıda sözü edilen duruma karşın, az sayıda da olsa, şiir yazan sanatçılar da vardı, kuşkusuz. Bu dönemde bir şairin - Adam Asnyk’ın ön plana çıktığı gözlenir.

Romantik ideolojiye güçlü ve negatif bir tepki olan pozitivizmde ön plana çıkan bu şairin yapıtlarında, toplumsal konuların yanı sıra, Eros kavramı da ortaya çıkar. Ancak, bu yapıtlardaki Eros, romantizmdekinden farklıdır. Romantizmde öncelikle vatan aşkı, ikinci olarak da bir kadına duyulan aşkla bağdaştırılan Eros, bu şairin yapıtlarında sadece bir insana duyulan aşkla sınırlı kalmıştır.

Ancak, bu Eros kavramı da romantizmin yüce, tanrısal, platonik ve çılgın Eros kavramından farklıdır. Bu farklılık, Eros kavramına karşı takınılan olumsuz tutumdan kaynaklanmaktadır. Bu olumsuz tutumu iki temel nedene dayandırmak mümkün. İlki, pozitivist dönem şairinin, romantizmdeki aşkın insana acı ve mutsuzluktan başka bir şey vermediğini görmüş ve bu nedenle de aşkı bilinçli olarak itmiş olmasıdır. İkinci ve asıl önemli neden ise, dönem ruhuna paralel olarak, dönem sanatçısının aşka gücü ve zamanı olmamasıdır. Bu dönemde sanatçılar, tüm enerjilerini toplumu eğitip bilinçlendirebilecekleri konular üzerinde harcamışlardır. Aşk bu dönemde insanın ve toplumun gelişmesine bir engeldir. Kaderin bir armağanı değil, bir talihsizliktir.

Pozitivizm döneminin en önemli şairi kabul edilen Adam Asnyk’da Eros kavramının ilk olarak, şairin, dönemin ruhunun aşkı itmesine karşı serzenişinde ortaya çıkışına tanık oluruz. Zaman artık aşk değil, çalışma zamanıdır. Ulusun kurtuluşu çalışmaktan geçecektir. Asnyk’ın bu konudaki serzenişi aşağıdaki dizelerinde ortaya çıkar.

Aşksız bir çağın çocuklarıyız biz, Düşsüz, büyüsüz, hayalsiz [43]

Asnyk’ın Eros kavramını kullandığı aşk şiirlerinde, dokunulmaz, ulaşılmaz sevgiliye duyulan kırılgan bir aşk göze çarpar.[44] Şairin aşkı, kendisinden önce yaşamış romantiklerin aşk karşısındaki akıbetleri sonucunda gelişen aşık olma korkusunun neden olduğu bir kırılganlığa sahiptir. Aşağıdaki şiirinde bu korkunun vurgulanışına tanık oluruz.

Gdybym byl młodszy, dziewczyno, Gdybym byl młodszy!

Piłbym, ach, wtenczas nie wino, Lecz spojrzen twoich najsłodszy Nektar, dziewczyno! [45]

Daha genç olsaydım, ey genç kadın Daha genç olsaydım!

Ah, şarap değil o zaman

Bakışlarından tadardım

En tatlı nektarı, genç kadın!

Asnyk’ın, duyduğu bu korku nedeni ile, Eros’a karşı tutumunda negatif olduğu gözlenir. Şair, aşkı iter; aşık olmayı denemez bile.

Polonya şiirinin pozitivist döneminde, Asnyk’ın şiirlerinde ortaya çıkan bu Eros kavramı, bir sonraki dönem olan modernizmde, ya da Polonya edebiyatındaki adıyla, Genç Polonya (Młoda Polska) da bambaşka, o döneme dek hiç işlenmemiş bir biçimde karşımıza çıkacaktır.

Polonya edebiyatında 1890 - 1918 yılları arasında yaşanmış olan Genç Polonya döneminde, toplumu güçlendirip bilinçlendirme amacında olan ve bu nedenle de toplumsal sorunlara yönelen pozitivist ideolojinin de başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıkmıştır. Polonya hala Avrupa haritasında yer alamamıştır.

“ Ne, Polonya ulusu için edebiyat akımı olmanın çok ötesinde bir anlamı olan romantizm, ne de toplumu canlı bir organizma olarak gören ve çalışmanın en büyük kurtarıcı olduğunu düşünen pozitivizm, Polonya’yı özgürlüğüne kavuşturmak için gereken çözümü bulamamıştı. ” [46]

Böylesi bir atmosfer içindeki Polonyalı sanatçılar, Avrupa’dan esen modernizm rüzgarlarının da karakterine uygun olarak, karamsar ve umutsuz yapıtlar vermeye başlamışlardır. Aynı zamanda romantizmin mirasçıları olan bu sanatçılar, pozitivist dönemdeki rasyonalizmi (akılcılık), ampirizmi (deneycilik) ve materyalizmi (maddecilik) bir kenara itip toplumsal sorunları göz ardı etmişler, modernizm dönemi içinde varlık göstermiş olan dekadentizm (çöküşçülük) ile bağlantılı olarak da, varoluş zorluklarından kaçış yolu gördükleri metafiziğe ve içgüdülere, yönelmişlerdir.[47]

Pozitivist dönemde bir kenara itilmiş, hatta küçümsenmiş, Genç Polonya döneminde ise olanca hızıyla yol almış olan şiirde, Eros ve Thanatos kavramlarının, işte bu içgüdüsel ve metafiziksel konular çerçevesinde ortaya çıkışına tanık oluruz.

Bu döneme dek duygusal düzeyde kalmış olan Eros kavramı, Genç Polonya dönemiyle birlikte Polonya şiirinde ilk kez fiziksel, seksüel Eros kavramı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, Genç Polonya dönemi, Eros kavramı için bir dönüm noktası niteliğindedir.

Dönemin ünlü kuramcısı Stanisław Przybyszewski, aşkın seksüel bir içgüdü meselesi olduğu gerçeğini ortaya atarak, bu Eros kavramının kuramsal temelini oluşturmuştur. Ünlü kuramcıya göre, bu içgüdü çok güçlüdür ve sadece insan doğasına değil, tüm doğaya hakimdir. Eros her yerdedir, şeytanidir ve daima zafer kazanır.[48]

Edebiyatı güçlü bir biçimde erotizm ile yoğuran Przybyszewski’nin kuramsal temelini oluşturduğu bu Eros kavramını benimseyen dönem şairleri, romantizmdeki

Eros kavramını çok cesur ve radikal bir biçimde alaşağı etmişler ve seksüel

Eros kavramını yüceltmişlerdir.

Genç Polonya dönemindeki seksüel Eros kavramının, ilk olarak Kazimierz Przerwa Tetmajer’in erotik şiirleriyle ortaya çıktığı gözlenir. Tetmajer’in, 1891’de yayımlanan ve platonik Eros kavramını radikal biçimde alaşağı eden ilk şiir kitabı “Poezje” (Şiirler) de yer alan “Lubię, kiedy kobieta...” (Hoşuma gidiyor, kadın...) başlıklı şiiri, Polonya şiirindeki Eros kavramı için bir devrim niteliğinde olup büyük bir tartışmaya yol açmıştır. Bu noktada, seksüel aşkın anatomik bir betimi niteliğinde olan söz konusu erotik şiire yer vermek uygun olacaktır.

LUBIĘ, KIEDY KOBIETA

Lubię, kiedy kobieta omdlewa w objęciu,

Kiedy w lubieżnym zwisa przez ramię przegięciu,

Gdy jej oczy zachodzą mgłą, twarz cała blednie i wargi się wilgotne rozchylą bezwiednie.

Lubię, kiedy ją rozkosz i żądza oniemi,

Gdy wpija się w ramiona palcami drżącemi,

 Gdy krótkim, urywanym oddycha oddechem i oddaje się cała z mdlejącym uśmiechem.

I lubię ten wstyd, co się kobiecie zabrania

Przyznać, że czuje rozkosz, że moc pożądania Zwalcza ją, a sycenie żądzy oszalenia, Gdy szuka ust, a lęka się słów i spojrzenia.

Lubię to - i tę chwilę lubię, gdy koło mnie Wyczerpana, zmęczona leży nieprzytomnie, A myśl moja już od niej wybiega skrzydlata W nieskończone przestrzenie nieziemskiego świata. [49]

HOŞUMA GİDİYOR, KADIN

Hoşuma gidiyor, kadın kendinden geçtiğinde ben onu sardığımda, Şehvetli bir kıvranmayla bedenini geriye attığında, Puslandığında gözleri, solduğunda bütün suratı

Ve şuursuzca aralandığında nemli dudakları.

Hoşuma gidiyor, dili tutulduğunda zevkle ve ihtirasla Tırmaladığında omuzlarımı titreyen parmaklarıyla, Soluduğunda kısa ve kesik kesik bir nefesle,

Ve bütünüyle verdiğinde kendisini bana baygın bir gülümsemeyle

Ve hoşuma gidiyor bu utanç, hani yasaklanmış olan kadına

İtiraf etmesi zevki ve arzunun gücünü hissettiğini ya

Ve bu güç hükmediyor ona, aldığı derin zevk çeviriyor onu çılgına Aradığında öpücüklerimi, korktuğunda sözcüklerimden ve bakışlarımdan ama

Hoşuma gidiyor bu - ve bu andan hoşlanıyorum, hani yanı başımda Yorgun ve tükenmiş, kendinden geçmişçesine uzandığında, Ama ondan uzaklaştığında benim kanatlı fikrim

Uçtuğunda bir başka ebedi boyutuna bu aleminin

Tetmajer’in bu erotik şiiri, o döneme dek biri Polonya edebiyatında, diğeri de Polonya kültüründe var olan iki büyük tabuyu yıkmıştır. Polonya edebiyatındaki tabu, seksüel bir sahne betimidir. Kültürdeki tabu ise, Polonya’daki Katolik kültürün baskısı altında geleneksel olarak oluşmuş olan, ‘kadının orgazmı yoktur’ tabusudur. Tetmajer bu erotiği ile, kadının da seksüel arzulara sahip olduğu gerçeğini ilk kez haykırmaktadır.

Şiirin ilk dörtlüğünde, bir çiftin seksüel yakınlaşması ile karşılaşır okuyucu. İkinci dörtlükte, seksüel ilişki sırasında kadının orgazmının betimlendiği gözlenir. Üçüncü dörtlükte ise şairin, partnerinin orgazma ulaşmış olmasından dolayı duyduğu utancını vurguladığına tanık oluruz. Öyle ki şairin partneri, şairin, kendisini yargılayıcı olabilecek bir bakışından ya da sözcüğünden bile korkmaktadır.

Son dörtlükte, Tetmajer için asıl önemli olan anla karşılaşır okuyucu. Tetmajer’in metafizik düşüncesinin açığa çıktığı son iki dizede şair, tüm bu seksüel yakınlaşma içerisinde kendisine asıl zevki tattıran anı, kendisini o maddi ortamdan, kendisinin ve partnerinin bedeninden soyutlayarak, metafizik boyuta geçme anı olarak vurgular. Tetmajer, tam o anda yaşama ilişkin somut olan her şeyden uzaklaşır, şiirin ve felsefenin var olduğu başka bir aleme kanatlanır.

Tetmajer’in bu erotik şiirinde, seksüel Eros’un, maddesel, somut dünyadan, bu dünyanın çirkinliklerinden bir kaçış olarak ortaya çıkışına tanık oluruz.

Tetmajer’in bir başka erotik şiirinde, şairin metafizik düşüncesinin çok daha güçlü bir biçimde ortaya çıktığını ve Eros ve Thanatos kavramlarının birlikte yer aldığını gözlemleriz.

JA, KIEDY USTA....

Ja, kiedy usta ku twym ustom chylę,

Nie samych zmysłów szukam upojenia, Ja chcę, by myśl ma omdlała na chwilę, Chcę czuć najwyższą rozkosz - zapomnienia...

Namiętny uścisk zmysły moje studził -
Czemu ty patrzysz z twarzą tak wylękła?

Mnie tylko żal jest, żem się już obudził i że mi serce przed chwilą nie pękło.

Błogosławiona śmierć, gdy się posiada, Czego się pragnie nad wszystko goręcej, Nim twarz przesytu pojawi się blada, Nim się zażąda i znowu, i więcej...[50]

BEN, DUDAKLARIMI

Ben, dudaklarımı senin dudaklarına çevirdiğimde,

Sadece bir kendinden geçiş hissini aramıyorum,

Ben isterim ki, bu kısacık anda uyusun bendeki her düşünce
Bir unutuşun en büyük hazzını duymak istiyorum.

Soğudu hislerim tutkulu bir kucaklamadan

Neye bakıyorsun sen böylesi korkmuş bir yüzle ?

Bir tek şeye acıyorum sadece, uyandım artık o güzel rüyadan
Ve çatlamadı yüreğim o kısa an içinde

Kutsanmıştır ölüm, sahip olduğunda

En çok arzuladığın şeye diğerlerinden

Usancın solmuş yüzü çıkar ortaya tam o anda
Başka şeyler arzulanır daha fazla ve yeniden.

Şiirin ilk dörtlüğünde, şairin seksüel yakınlaşma anındaki beklentisi ortaya çıkmaktadır. Şair, sadece seksüel bir hazzın peşinde değildir. O anda tüm düşüncelerinden sıyrılmak, uzaklaşmak ve maddi dünyaya ilişkin olan her şeyi unutmak ister.

İkinci dörtlükte, şairin, kendisi için muhteşem olan o unutuş anının bitmiş, geçip gitmiş olmasından dolayı duyduğu acı gözler önündedir. Öyle ki şair, geçip giden o andan sonra gerçek, somut dünyaya, düşüncelerine geri dönmektense, o mutlu unutuş anında ölmeyi yeğler. “Ve çatlamadı yüreğim o kısa an içinde” dizesi, bu anlamda önem kazanır.

Şiirin son dörtlüğünde, Tetmajer’in sanatı üzerinde büyük etki yapmış olan ünlü Alman düşünür Schopenhauer’ın felsefesi yatar. Ünlü düşünüre göre, bireyin isteğinin doyuma ulaşması bireye mutluluk getirir, ancak bu mutluluğa ulaşmak olanaksızdır. Çünkü, bireyin iradesi sürekli hareket halindedir ve amaçlarına ulaştıkça yeni amaçlar edinir. Aksi halde, yaşama iradesini yitirir. Dolayısıyla, mutluluk ulaşılmaz bir amaç haline gelir.[51]

Şaire göre, her şeyden daha çok arzuladığı bir şeyi elde ettikten sonra, elde ettiği şey değerini yitirmekte, kendisinde bir usanma duygusu yaratmakta ve bir başka arzu onun yerini almaktadır. Şair, bu usanma duygusunu bir kısır döngü şeklinde tekrar tekrar yaşamaktansa, o çok arzu ettiği şeyi elde ettiği anda ölmeyi yeğlemektedir. İşte bu anda, ölüm korkulan bir kavram olmaktan çıkar ve kutsallaşır şairin gözünde.

Dolayısıyla, Tetmajer’in bu erotik şiirinde Eros - Thanatos birlikteliği söz konusudur. Seksüel Eros, şairin maddi dünyanın kötülüklerinden, çirkinliklerinden, tüm düşüncelerinden kaçarak sığındığı bir limandır adeta. Thanatos ise aynı şeylerin, aynı duyguların tekrar tekrar yaşanacak olmasından duyduğu korku nedeniyle baş vurduğu, yöneldiği ve arzu ettiği bir son, bir kurtarıcı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Genç Polonya döneminin Polonya edebiyatı açısından bir diğer önemi de, kadın sanatçıların ilk kez bu dönemde edebiyat sahnesine çıkmış olmalarıdır. Bu dönem, kadının toplumsal ve özellikle de duygusal alanda bilinçlenmeye başladığı bir dönemdir.

Yüzyılı aşkın bir işgal ve esaret döneminde, özellikle genç yaştaki Polonyalı erkeklerin, bir başka deyişle aile reislerinin büyük bölümünün savaşlarda ve ayaklanmalarda ölmüş olması ve dolayısıyla o döneme dek ev işleri ve çocuk bakımı ile uğraşarak, edilgen durumda kalmış Polonyalı kadınların, yuvalarını ayakta tutmak adına verdikleri yaşam mücadelesi için hayata atılmaları ve böylelikle de toplumda etken konuma gelmeleri, bu bilinçlenmede önemli bir rol oynamıştır.

Toplumda giderek daha etken bir konuma gelen Polonyalı kadının sesi, kuşkusuz ki edebiyatta da yerini almış ve ilk kez bu dönemde kadın şairlerin sesleri duyulmaya başlanmış, onlar da duygusal ve toplumsal düzeydeki sorunlarını, kadın dili ve duyarlılığı ile edebiyat sahnesinde dile getirmişlerdir.

Dönemin kadın şairlerinin Eros kavramını ele alış biçimleri, Tetmajer kadar radikal olmamakla birlikte, farklılıklar gösterir. Bu şairlerin bir kısmı, Eros’u bir doğa gücü, doğada bir uyum oluşturan güç olarak betimlerken, diğer bir kısmı da Eros’u var oluş korkusundan kaçış olarak yansıtırlar. Bu Eros da, şeytani ve karanlık olup insana sadece acı verir.

Eros’u bir doğa gücü olarak betimleyen kadın şairlerden biri Bronisława Ostrowska’dır. Bu noktada, şairin bir şiirini örnek vermek yerinde olacaktır.

KASZTANACH SREBRNE PĄKI....

Na kasztanach srebrne pąki,

Na wierzbinie złota mgła-

Po co smutki i rozłąki ?

Po co ty ? - i po co ja ?

Roztopami płyną łąki-

Po cóż jadna więcej łza ?

Na kasztanach srebrne pąki,

Na wierzbinie złota mgła... [52]

KESTANE AĞAÇLARINDA GÜMÜŞİ TOMURCUKLAR.

Kestane ağaçlarında gümüşi tomurcuklar

Altın renkli bir pus söğütlükte

Ne diye var olsun kederler ve ayrılıklar Sen niye var olasın, ben niye ?

Salınıyor donun çözülmesiyle çayırlar

Fazladan dökülmüş bir göz yaşı niye ?

Kestane ağaçlarında gümüşi tomurcuklar Altın renkli bir pus söğütlükte...

Ostrowska’nın bir doğa betimi yaptığı bu şiirinde gözlenen Eros, doğada bir uyum yaratan ve doğadaki canlanmayı sağlayan bir güçtür. Baharın gelişiyle doğada gözlenen kıpırdanışlar, birbiri ile uyumlu doğa manzaraları yaratırlar. Eros’un doğada yarattığı bu uyum öylesine güzeldir ki, bu uyum içerisinde acılara, ayrılıklara, göz yaşlarına yer yoktur. Şairin “sen niye var olasın, ben niye ? ” ifadesi ile vurgulamak istediği düşünce, doğadaki bu uyum karşısında insanlara bile gerek olmadığı yönündedir.

Eros’u var oluş korkusundan kaçış olarak betimleyen kadın şairlerden birisi Kazimiera Zawistowska’dır. Şairin şiirlerinde yer alan Eros kavramı, dönemin ruhuna uygun olarak, seksüel aşk duygularını da betimler niteliktedir. Bu noktada, Zawistowska’nın şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.

ZNUŻENIE

Moja dusza jest łąką chaotycznych kwieci- Czasem nęcą ją gwiazdy, czasem usta świeże, A czasem księżycowe ściele sobie leże

I z niego w wir życiowych rzuca się zamieci.

Moja dusza jest pieśnią lat długich stuleci- Czasem rzewna jak święte prababek pacierze, Czasem myślą goniąca mord, krew i grabieże, Jak rumak bezwędzidlny, rozhukany leci.

Tej duszy śnią się święte lub też kurtyzany- Dym kadzideł skąpany w bakchicznej wonności-

I wówczas jej weselne śpiewają peany,

Że Rozkoszy potęgą świat powstał z nicości... Lecz niebawem, pokutna, znowu w prochu leży

I z żalu na twarz padłszy - w Niebo jasne wierzy.[53]

RUHUM

Ruhum karışık çiçekler çayırı ya -

Kimi zaman yıldızlar baştan çıkarır onu, kimi zaman taze dudaklar

Bazen aydan yapılı yataklarda yatar

Oradan da atlar yaşam kargaşasına.

Hastalıklı çağın şarkıları bulaştırdılar hastalığı ruhuma Kimi zaman rahip önündeki bir nene, hani ağlayan Ya da bazen kanlı katil ve yırtıcı hayvan Gemsiz bir soylu at örneği koşar dört nala.

Bu ruhu düşünde görür hem kutsal kadınlar, hem de metresler

Bakus’un şarap testisinde yıkanmış kutsal tütsü dumanında

Apollon’a ilahiler söylerler.

Zevkin gücüyle kalkar hiçlikten dünya, Ama hemen sonra günah çıkarmak ister Acı ile, inancın önünde yüz sürer. [54]

Zawistowska’nın, kadın ruhunun karmaşık yapısını betimlediği bu şiirinde, kadının hem duygusal hem de seksüel duygularını vurgulayışına tanık oluruz. Kadının duygu dünyası, duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşan bir bütündür. Bu duygu dünyasını bütünleyen heyecanlara sahip ruh öylesine coşkundur ki, azizeler kadar metresler de bu ruha imrenirler.

Şairin kadının seksüel duygularını vurguladığı bölümlerde, seksüel Eros kavramının devreye girdiği gözlenir. İlk dörtlükte, ‘taze dudaklar’ la baştan çıkma ve son üçlükteki, seksüel Eros kavramını en güçlü biçimde yansıtan ‘zevkin gücü ’ betimi, bu anlamda önemli bölümlerdir.

Son üçlüğün ilk dizesinde, şairin, kadının seksüel duygusunun gücünü çarpıcı bir metaforla yansıtışına tanık oluruz. Zawistowska’ya göre, dünya bir hiçlikler dünyasıdır ve bu hiçliklerden kurtulmanın tek yolu seksüel Eros’tur. Bu anlamsız dünyada, sadece seksüel Eros bir anlam ifade eder. Bu noktada da şairin, bir varoluş korkusu karşısında Eros’a sığındığı gözlenir.

Ancak, şairin son iki dizede kadının, seksüel heyecanlar yaşadığı gerçeğini dile getirmesinden, itiraf etmesinden kaynaklanan acısını, korkusunu ve pişmanlığını vurguladığı gözlenir.

Koyu Katolik geleneğin baskısı altında duyulan bu pişmanlık, kadının, günah işlediği duygusuna kapılmasına neden olur. Şeytani seksüel Eros, kadının aklını, duygularını çelmiş ve onu bir günaha sürüklemiştir. Kadının, Katolik kültürün baskısıyla ortaya çıkan bu korkusu ve pişmanlığı, kendisine acı vermektedir. Dünyayı hiçliklerden kurtaran böylesi bir güç, katı gelenekler karşısında bir türlü kabul görmez, yasallaşamaz.

Sonuç olarak, Genç Polonya dönemi şiirinde gözlenen Eros kavramı, romantizmde olduğu gibi platonik bir aşka değil, seksüel bir aşka kapı açmıştır. Bu Eros, yılgın, umutsuz, yaşama ve geleceğe karşı güvensiz, varoluş korkusu yaşayan şairlerin, yaşama tutunabilmek için sarıldıkları bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kadının toplumsal ve duygusal alanda bilinçlenmeye başladığı bu dönemde, Tetmajer’in ve özellikle de pek çok kadın şairin yapıtlarında yansıttığı bu Eros kavramı, Polonya şiirinde bir devrim gerçekleştirmiş olup asıl gelişimini bir sonraki dönemde, yani İki Savaş Arası Dönemde göstermiştir.

Bu Eros kavramıyla birlikte, topluma yeni bir kadın modelinin sunulduğu da gözlenmektedir. Genç Polonya dönemine dek var olmuş olan, evlenmek, bir aile kurmak, geleneklerine bağlı iyi bir Katolik olmak için hazırlanan kadın modeli, bu dönemle birlikte yıkılmıştır. Toplumsal ve duygusal düzeydeki gereksinimlerinin bilincinde olan ve bu gereksinimleri için savaşan kadın modeli söz konusudur artık. İşte bu doğrultuda, seksüel Eros kavramı, kadının topluma başkaldırısının bir sembolü, bir sözcüsü olmuştur adeta. Ancak insan doğasında çok güçlü bir içgüdü ve dönem için son derece radikal olan seksüel Eros, katı tabuların ve geleneklerin karşısına çıkarılabilecek nitelikte bir güçtür.

Ancak, buna rağmen kadın, yüzyıllardır baskısını hissettiği gelenekler doğrultusunda, seksüel duygularını itiraf etmekten yine de acı ve pişmanlık duymuştur. Kısacası kadın, bir yandan seksüel duygulara sahip olduğunu haykırırken, öte yandan da bu durumdan kaynaklanan acı ve pişmanlığını gözler önüne sermiştir.

Bu dönemde Polonya şiirinde gözlenen Thanatos kavramının ise, dönem sanatındaki metafiziksel yaklaşım çerçevesinde var olduğu ortaya çıkmaktadır.

Tetmajer’in şiirinde var olan Thanatos, insanın, iradesinin arzuladığı şeye ulaştıktan sonra duyduğu ve sürekli olarak tekrarlanan usanma duygusu karşısında yeğlediği bir kaçıştır. Bu usanma duygusunu yaşamaktansa, ölümü kutsayarak kucaklamak daha iyidir. Dolayısıyla, bu dönemde Eros, var oluş korkusundan kaçış, Thanatos ise, yaşama ilişkin olan her şeyden kaçıştır.

Polonya edebiyatında İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan ve adından da anlaşıldığı üzere, 1918-1939 yıllarını kapsayan dönem, Polonya için, 123 yıldır beklediği özgürlüğüne kavuştuğu dönem olması bağlamında önemlidir.

1795’de Avusturya, Prusya ve Rusya arasında paylaşılarak, özgürlüğü elinden alınan ve sonraki 123 yıl boyunca kaybettiği özgürlük için her alanda savaş veren Polonya, I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle, kaybettiği özgürlüğüne kavuşmuştur artık.

Bir asırdan fazla bir süreyi esaret altında geçiren Polonya, elde ettiği bu özgürlüğü her alanda büyük bir coşku ile karşılamıştır. Polonya’da artık ne savaşlardan, ne yokluktan, ne esaretten, ne acılardan, ne de yok oluşlardan söz edilmektedir. Zaman artık coşku, mutluluk, sevinç ve özgürlüğün tadını çıkarma zamanıdır.

Polonya’da ortaya çıkan bu ruh hali, kuşkusuz ki, edebiyata da yansımış, bu dönemde yapıt veren sanatçılar, özgürlüğün tadını yapıtlarında doyasıya çıkarmışlardır. Dolayısıyla, bu dönemde, özellikle dönemin yirmili yıllarında Polonya edebiyatına, daha önceki dönemlerin aksine, optimizm (iyimserlik) ve hedonizm (hazcılık) hakim olmuştur.

Bu dönemde, bir ülke ve bir ulus olarak özgürlüğüne kavuşmuş olan Polonya’da, kadının da toplumsal alanda büyük ölçüde özgürleştiği gözlenir. Geleneksel anlamda özgürleşen kadın, artık yaşam biçimini kendisi belirlemekte, yaşama dair seçimlerini kendisi yapmaktadır. Öyle ki, bu döneme kadının olağanüstü derecede özgür olduğu çılgın yıllar olarak bakılır. Evlilik ve bir yuva kurmak, kadın için birinci derecede önceliği olan bir olgu olmaktan çıkmıştır artık. Önemli olan, kadının özgürlüğüdür.

Böylesi bir atmosfer içinde, Polonya şiirinde parlayan yıldız Maria Pawlikowska Jasnorzewska olmuştur. Öyle ki, Pawlikowska’nın şiiri dönemin özgürleşmiş kadınının bildirisi niteliğindedir.

Sanatçılığı, eleştirmenlerce iki döneme ayrılan Pawlikowska, ilk dönem sanatçılığında yaşam sevgisiyle sarmalanmış aşk ve doğa betimlemeleri sunarken, ikinci dönem sanatçılığında, II. Dünya Savaşı’nın yaşanıyor olması nedeniyle, sadece savaşı betimlemeye çalışmıştır. Dolayısıyla, şairin ikinci dönem sanatçılığı çalışmamızın kapsamı dışında kalmaktadır.

Pawlikowska’nın ilk dönem sanatçılığı da, Eros ve Thanatos kavramları açısından iki etaba ayrılır. Bu dönemde genç ve uçarı bir kadın olan şair ilk etap sanatında, dönemin de ruhuna uygun olarak, yaşam sevinci ve aşk dolu yapıtlara imza atmıştır. Bu yapıtlarında da hedonizmin ve Eros kavramının ortaya çıkması kaçınılmazdır, kuşkusuz. Pawlikowska’nın yapıtlarında ortaya çıkan Eros kavramının, hem duygusal hem de seksüel aşkı bünyesinde barındıran bir kavram olduğu gözlenir. Pawlikowska’ya göre, kadının duygu dünyası, duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşan bir bütündür ve bunlar birbirinden ayrılamazlar. Bu noktada, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.

KTO CHCE, BYM GO KOCHAŁA

Kto chce, bym go kochała, nie może być nigdy ponury i musi potrafić mnie unieść na ręku wysoko do góry.

Kto chce, bym go kochała, musi umieć siedzieć na ławce

i przyglądać się bacznie robakom i każdej najmniejszej trawce.

I musi też umieć ziewać, kiedy pogrzeb przechodzi ulicą, gdy na procesjach tłumy pobożne idą i krzyczą.

Lecz musi być za to wzruszony, gdy na przykład kukułka kuka. lub gdy dziecioł kuje zawziecie w srebrzystą powłokę buka.

Musi umieć pieska poglaskać i mnie musi umieć pieścić,
i śmiać sie, i na dnie siebie żyć słodkim snem bez treści.

i nie wiedzieć nic, jak ja nie wiem, i milczeć w rozkosznej ciemności

i być daleki od dobra i równie daleki od złości. [55]

KİM İSTERSE, ONU SEVMEMİ

Kim isterse onu sevmemi, karamsar olmamalı asla ve kaldırabilmeli beni ellerinde yukarıya

Kim isterse onu sevmemi, bir banka oturabilmeli ve solucanları, en küçük otu merakla izleyebilmeli

Ve esneyebilmeli de cenaze geçerken caddeden dindar kalabalıklar yürürken ardında ve ağlaşırken

Ama heyecanlanmak, guguk kuşu öttüğünde örneğin ya da ağaçkakan inatla gagaladığında gümüş örtüsünü şimşirin

Okşayabilmeli bir köpeği, sımsıcak sarabilmeli beni de ve gülebilmeli, konusuz tatlı bir rüyayla yaşayabilmeli kendince

ve hiçbir şey bilmemeli, benim bilmediğim gibi tıpkı ve susabilmeli doruklardaki karanlık içinde uzak olabilmeli iyilikten,uzak durabilmeli kötülükten hem de

Pawlikowska’nın sevgiliden beklentileri doğrultusunda ve bütünüyle hedonist bir çizgide kaleme almış olduğunu gözlemlediğimiz bu şiirinde, Eros kavramının hem duygusal hem de seksüel düzeyde var olduğuna ve bir bütün oluşturduğunu tanık oluruz.

Şair ilk bölümde, seveceği adamın, kendisini yüceltmesi gereğinden söz ederken, ikinci ve dördüncü bölümde doğayı da sevmesi gereğini vurgular. Üçüncü bölümde Thanatos kavramıyla karşılaşırız. Bu kavram, şairin sanatı nın bu etabında, doğanın ve yaşamın doğal bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, Thanatos’u doğal karşılamak, ondan korkmamak gerekir. Doğadaki canlıların ölümü, tıpkı doğumları gibi doğaldır.

Şiirin beşinci bölümünün ilk dizesinde yer alan “sımsıcak sarabilmeli beni de” ve son bölümünde yer alan “ve susabilmeli doruklardaki karanlık içinde” betimlemeleri ise, seksüel Eros kavramının gözlendiği bölümlerdir. Pawlikowska’nın, ‘doruklardaki karanlık’ metaforu ile, kadının seksüel heyecanının en yüksek seviyeye ulaştığı anı betimlediği gözlenir. Burada ‘doruk’ kelimesi seksüel heyecanın en yüksek seviyesini, ‘karanlık’ kelimesi ise, bu heyecanın niteliğini belirtmesi bağlamında ilginçtir.

Şairin, sanatçılığının aynı etabında yazmış olduğu erotik bir şiirini de örneklemek yerinde olacaktır.

Gdy pochylisz nade mną twe usta pocałunkami nabrzmiałe,

Usta moje ulecą jak dwa skrzydełka ze strachu białe,

 Krew moja się zerwie, aby uciekać daleko, daleko

 I o twarz mi uderzy płonącą czerwoną rzeką.

Oczy moje, które pod wzrokiem twym słodkim się niebią,

Oczy moje umrą, a powieki je cicho pogrzebią.

Pierś moja w objęciu twej ręki stopi się jakby śnieg,

I cała zniknę jak obłok, na którym za mocny wicher legł. [56]

Dolgun dudaklarınla öpmeye hazırlandığında beni, Boyun eğiyor dudaklarım, korkudan bembeyaz olmuş iki kanatçık gibi.

Kanım sıyrılıyor benden, uzağa, uzaklara kaçmak için

Ve kırmızı bir nehir gibi yanıyor yüzüm.

Tatlı bakışın altındaki gözlerim, rengine bürünüyor gökyüzünün

Ölüyor gözlerim, göz yaşlarımsa sessizce gömüyor onları büsbütün.

Elinin dokunuşuyla eriyor göğsüm, karlar gibi adeta

Ve tüm bedenim yitiyor bir bulut gibi, hani eser ya üzerine güçlü bir fırtına.

Pawlikowska’nın, bu şiirinde ise, bütünüyle seksüel Eros kavramını yansıttığı gözlenir. Şair, partneriyle seksüel yakınlaşması sırasında yaşadığı duyguları çarpıcı metaforlarla yansıtır okuyucuya. Bu metaforlar, seksüel Eros’un gücünü vurgulamaları bağlamında önem kazanırlar. Bu anlamda da, “kanım sıyrılıyor benden, uzağa, uzaklara kaçmak için”, “ve kırmızı bir nehir gibi yanıyor yüzüm”, “ölüyor gözlerim, göz yaşlarımsa sessizce gömüyor onları büsbütün”, “ve tüm bedenim yitiyor bir bulut gibi, hani eser ya üzerine güçlü bir fırtına” dizeleri dikkat çekici bölümlerdir.

Pawlikowska’nın ilk dönem sanatının ikinci etabında ise, Eros ve Thanatos kavramlarının birlikteliği daha yoğun biçimde gözlenir. Şair bu etap şiirlerini yazdığı sırada artık o genç ve uçarı kadın değil, 40’lı yaşlarını sürmekte olan bir kadındır ve şiirlerindeki Eros kavramının üzerinde yaşlılığın ve Thanatos’un gölgesi sezilir.

Pawlikowska’nın, Thanatos kavramına yaklaşımında artık, hedonist etap olarak betimleyebileceğimiz ilk etap şiirlerinde gözlendiği kadar rahat olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hedonist etapta şaire, henüz genç bir kadın olması nedeniyle, oldukça uzak gelen ölüm, artık gittikçe yaklaşmakta ve bu durum şairi endişelendirmektedir.

Pawlikowska’nın, aşka tutkun bir kadının kaçınılmaz biyolojik yaşlanma, bu nedenle de aşk şansını kaybetme ve sonrasında gelecek ölüm karşısında duyduğu korku ve endişeyi yansıtan şiirlere kucak açan sanatının bu etabını, bir anlamda bir tepki etabı olarak betimlemek mümkün. Her kadın gibi, Pawlikowska da yaşlanmaya ve sonrasında gelecek olan ölüme karşı bir panik duygusu içindedir. İşte, şairin bu etapta yazdığı şiirler, bu panik duygusunun neden olduğu bir tepki niteliğindedirler. Bu şiirlerde, şairin, kadınlığı bütünüyle sona erdiğinde, ne olacağını sorgulayışına tanık oluruz. Bu noktada, şairin bu etap şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.

CZARNY PORTRET

Madonno hebanowa o dwóch pręgach na twarzy!

Nazbyt piękny był owal twój święty.

Za nas, za wszystkie piękności, policzek twój się żarzy,

Nienawiatnie pocięty....

I żadne serca złote, srebrne, platynowe,

Żywe czy z drogich kamieni,

Nie ukoją, nie uciszą zdumienia,

Które się w oczach twych mieni.... [57]

KARA PORTRE

Abanozdan yapılmış Madonna, iki çizgi yüzünde!

Bir zamanlar çok güzeldi yüzünün kutsal ovali.

Bizim için, tüm güzellikler için yanağın geliyor kor hale,

Nefretle kesilmiş yanağın hani

Ve hiçbir diri kalbi altın, gümüş, platinden,

Ya da pahalı taşlardan olan,

Sakinleştirmiyor hayretler, yatıştırmıyor,

Hani gözlerinde ışıldayan....

Pawlikowska’nın, yaşlanma, aşk şansını kaybetme ve sonrasında gelecek ölüm karşısındaki korkusunun ve tedirginliğinin gözlendiği bu şiirinde, daha şiirin başlığıyla ve ilk dizesindeki “iki çizgi yüzünde” betimiyle, yaşlılığın insan yüzünde bıraktığı somut izleri vurgulayarak bu durum karşısındaki kötümserliğini gözler önüne sermesi dikkat çekicidir.

Ayrıca, ilk dizede dikkat çekici olan bir başka unsur da, şairin - bir kadın olarak - hemcinsine verdiği değerdir. Şairin, ““abanozdan yapılmış Madonna” metaforuyla kadına, kadın olmaya verdiği değeri gözler önüne serdiği gözlenir.

Madonna, Hristiyan dininde kutsal Meryem Ana’nın diğer ismidir. Madonna kelimesinin diğer bir anlamı ise, ‘güzel, çekici ve zarif kadın’dır. Pawlikowska’nın, ‘abanozdan yapılmış’ betimiyle de kadına verdiği bu değeri perçinlediği gözlenir. Bilindiği gibi, abanoz ağacı en değerli ağaçlardan birisidir. Şairin, Hristiyan dininde, kutsal Meryem Ana’nın ahşaptan yapılmış ve ikona adı verilen küçük heykelciğine bir gönderme yaparak, kadını kutsal Meryem Ana ile özdeşleştirdiğine, dolayısıyla kadının tanrı tarafından yaratılmış kutsal bir varlık olduğunu vurguladığına ve bu ikonanın abanoz ağacından yapılmış olduğunu vurgulayarak, bu değeri daha da arttırdığına tanık oluruz.

İkinci dizedeki ‘yüzünün kutsal ovali betimiyle de bu değerin altını bir kez daha çizer şair. Aynı dizede yer alan ‘bir zamanlar çok güzeldi ifadesi ise, gençlik günlerinin ve gençliğe has tazeliğin, güzelliğin geride kaldığını vurgulaması bağlamında önemlidir. Şaire göre, yüzünde artık yaşlılığın ve ölümün gölgesi gezinmektedir.

Üçüncü dize, gençlik günlerinin güzel anılarının anımsanması sırasında, yanağın heyecanla ve aynı zamanda hüzünle yanmasının betimlendiği dizedir. Ancak, geçmişin güzel anılarının verdiği hüzünle yanan bu yanak, dördüncü dizede yaşlılığın nefretle kestiği bir yanak olarak betimlenir ve bu yolla oluşturulmuş olan metafor, yine, yüzdeki yaşlılık izleri olan çizgileri çağrıştıran bir güce sahiptir. Pawlikowska’nın, yaşlılığın insan organizmasına düşmanca yaklaşımını, ‘nefretle’ kelimesi ile vurgulaması ve bu şekilde daha yoğun bir metafor oluşturmuş olması dikkat çekicidir.

İkinci dörtlükte ise, şairin, yüzündeki yaşlılık izleri karşısında duyduğu şaşkınlığı, yine yoğun bir imgesel anlatımla vurguladığı gözlenir. Pawlikowska, gözlerinde ışıldayan bu şaşkınlığın hiçbir diri kalbi yatıştırmadığını betimlerken, yaşlanma karşısında duyduğu bu şaşkınlık ve telaş yüzünden, gençlik coşkusu ile dolu olan kalplere hitap edemediğini, yaşı gereği bu coşkudan uzak olduğunu vurgular.

Görüldüğü üzere, Pawlikowska’nın ilk etap şiirinde yer alan Eros, seksüel ve duygusal aşk duygularını bir bütün olarak yansıtan bir kavramken, Thanatos, Eros’un değerinin ve gücünün yansıtıldığı bu etap şiirlerinde - çok sık olmamakla birlikte - sözü edilen bir kavram, doğanın ve yaşamın doğal bir unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ancak, şairin ikinci etap şiirinde bu kavramların daha sık biçimde birlikte kullanıldığı gözlenir. Bu etapta Eros yine seksüel ve duygusal aşk duygularını yansıtır, ancak bu Eros, kaybedilme korkusu yaşayan bir Eros’tur. Bir başka deyişle, şair, yaşının ilerliyor olması nedeni ile Eros’u, aşk şansını kaybetme korkusu duyar ve bu korku da şairin bu etap şiirlerinin dizelerine sinmiştir.

İki Savaş Arası Dönem Polonya şiirinde Eros ve Thanatos kavramları

çerçevesinde yapıtlar vermiş olan bir başka sanatçı Bolesław Lesmian’dır.

Leśmian’ın Eros ve Thanatos konusundaki etkinliği sadece yapıtlar vermekle sınırlı kalmamış, şair bu yapıtlarında Eros’a ilişkin iki temel kuram getirmiştir. Bu kuramlardan ilki, Lesmian’ın, Eros’u - Hesiodos’daki gibi - tüm evreni düzenleyen kozmik bir güç, doğanın dinamiği olarak görmesidir. Şaire göre, evrendeki her şey Eros temeli üzerine kurulmuştur.

Lesmian’ın Eros’a ilişkin ikinci kuramı ise, doğada var olan tüm canlıların Eros’u izlediği, onun peşinden gittiğidir. Doğada bitki, hayvan, insan ve doğaüstü varlıklar (cin, peri, hortlak, vampir vb.) düzeyinde hep Eros vardır. Dolayısıyla, Eros’ta hiçbir ahlaki ve estetik sınırlama yoktur. Doğaüstü varlıkları da kuramına dahil ederek, Eros’u metafizik boyutuna taşıyan Lesmian’a göre, Eros öylesine güçlüdür ki, yaşlılık, hastalık, hatta Thanatos karşısında bile dizginlenemez. Thanatos Eros için asla bir engel oluşturamaz. Varlıklar ölümden sonra da severler, değişen sadece formlarıdır. Bu nedenle, Eros ile Thanatos arasında bir sınır çizmek olanaksızdır, Lesmian’a göre.

Bu noktada, Leśmian’ın ortaya koyduğu bu iki kuram temelinde, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır.

KOCHANKOWIE

Ledwo dziewczyna przyszła z daleka- Dreszcz go obleciał skrzydlaty. Zatrzepotała matwa powieka -

I z grobu wyjrzał na światy.

„ Dobrześ, żeś przyszła! Gniję daremnie, Własnego niepomny cienia!

Gdziem jest, że oto - nie ma mnie we mnie? Są tylko moje cierpienia.

Powiedz - schylona ponad mogiłą - Śpiącemu w mogił obłędzie -

Gdzie się podziewa to, co mną było, A nigdy mną już nie będzie? ”

Nic nie odrzekła w trwodze dziecięcej, Lecz martwa padła na wrzosy.

Pewno kochała o wiele więcej, Niż myślał - kusząc niebiosy.

Padła w ustroniu ojesieniałem,

Gdzie kwiatom - straszno różowieć - By kochasanatçılığınswym ciałem Dać tę jedyną odpowiedź ! [58]

SEVGİLİLER

Genç kız henüz gelmişti ki uzaktan -

Kanatlı bir ürperti sardı delikanlıyı.

Kıpırdadı ölü göz kapakları açılıp kapanmaktan, Ve kaldırı p başını mezarından dünyaya baktı.

“ İyi ki, geldin! Beyhude çürüyorum bu mezarda, Kendi gölgesini bile anımsamaz bir halde!

Neredeyim ki ben, ben yokum bu vücutta?

Acılarım var sadece.

Söyle bana - genç kız mezarın üzerine eğildi -

Hani mezarların divaneliğinde uyuyan - Eskiden ben olan nereye yitti,

Ve artık ben olmayacak mı hiçbir zaman?

Çocukça bir korkuyla genç kız hiçbir şey söylemedi, Düştü otların üstüne cansız bir halde ancak.

Genç kız onu çok daha fazla sevmişti,

Delikanlının düşündüğünden - gökleri kışkırtarak.

Düştü genç kız boş alana bahar ağacı önündeki, Hani dehşet biçimde kızardığı çiçeklerin.

Sevdiği adama tüm bedeniyle hani, Bu tek cevabı verebilmek için.

Leśmian, genç bir kızın, ölmüş sevgilisinin mezarına gelişini ve ölmüş sevgilinin yönelttiği sorulara bedenini Thanatos’a sunarak, bir başka değişle ölerek yanıt verişini betimlediği bu şiirde, Eros’un ölümden sonra da var olduğunu, devam ettiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla, şiirde Eros - Thanatos birlikteliği trajik bir biçimde gözlenmektedir.

Şiirin ilk dörtlüğünde, genç kızın ölmüş sevgilisinin mezarına gelişi ve ölmüş sevgilinin de o andaki uyanışı betimlenir. İkinci dörtlükte şair, Thanatos’un sadece bedenler, bir başka deyişle yaşamda sahip olunan biçimler üzerinde etkili olduğunu, yani sadece bu biçimleri yok edebildiğini, ancak ruhsal düzeyde etkili olamadığını vurgular. Ölmüş sevgilinin “neredeyim ki ben, ben yokum bu vücutta? / Acılarım var sadece” sözleri, bu durumu vurgulamaları bağlamında önemlidir.

Şiirin üçüncü dörtlüğünde, ölmüş sevgili genç kıza sorular yöneltmeye devam eder. Yönelttiği sorularda, sadece bedenini yok eden Thanatos’u anlama çabası gözlenir. Şiirin dördüncü ve beşinci dörtlüğünde, genç kızın, yaşam boyutuna geçmesi mümkün olmayan ölmüş sevgilisine duyduğu derin aşk nedeniyle, kendisini Thanatos’un kollarına bırakıp sevgilisinin boyutuna geçerek, yeniden bir birliktelik sağladığı gözlenir. Genç kızın bu davranışı, aşkın ölümden sonra da var olduğunu, değişen şeyin sadece biçimler olduğunu vurgulaması bağlamında önemli ve dikkat çekicidir.

Leśmian, aşağıda - çok uzun olması nedeniyle - bir bölümünü alıntıladığımız bir başka şiirinde, doğadaki tüm varlıkların Eros’un peşinden gittiği yolundaki kuramını gözler önüne sermektedir. Söz konusu bu şiirde şair, bir karabasan ile genç bir delikanlı arasındaki Eros’u betimler. Polonya halk inanışında karabasan, vücudunun arka bölümü boydan boya testere biçiminde olan doğaüstü bir varlıktır ve doğasında kesmek, parçalamak vardır.

PÎLA

Idzie lasem owa zmora, co ma kibić piły,

A zębami chłopców nęci i zna czar mogiły.

Upatrzyła parobczaka na schyłku doliny, „Ciebie pragnę, śnie jedyny - dyny moje, dyny!

Pocałunki dla cię, chłopcze, w ostrą stal uzbroję, Błysk - niedobłysk na wybłysku - oto zęby moje!

Oczaruj się tym widokiem, coś go nie widywał, Ośnijże się tymi snami, coś ich nie wyśniwał!

Połóż głowę na tym chabrze i połóż na maku, Pokochaj mnie w polnym znoju i w śródleśnym ćmaku”

„Będę ciebie kochał mocą, z którą się mocuję, Będę ciebie tak całował, jak nikt nie całuje!

Będę gardził dziewczętami, com je miał w swej woli, Bo z nich każda od miłości łka, jak od niewoli.

Chcę się ciałem przymiarkować do nowej pieszczoty, Chcę się wargą wypurpurzyć dla krwawej ochoty!

Chcę dla twojej, dla zabawy tak się przeinaczyć,

Abym mógł się na twych zębach dreszczami poznaczyć”

Zazgrzytała od rozkoszy, naostrzyła zęby:

„ Idę w miłość, jak chadzałam na leśne wyręby! „

Zaszumiała ponad nimi ta wierzba złotocha -

Poznał chłopiec, czym w uścisku jest stal, gdy pokocha!

Całowała go zębami na dwoje, na troje:

„ Hej, niejedną z ciebie duszę w zaświaty wyroję! „

Poszarpała go pieszczotą na nierówne części: „Niech wam, moje wydrobiażdżki, w śmierci się poszczęści! „

Rozrzuciła gopodzielnie we sprzeczne krainy: „Niechaj Bóg waspouzbiera, ludzkie omieciny! „ [59]

TESTERE

Yürür ormanda karabasan, hani sırtında testeresi

Baştan çıkarır delikanlıları dişleriyle ve bilir mezarın cazibesini

Fark etti bekar delikanlıyı vadinin sonundaki

„ Seni arzuluyorum, seni düşlüyorum bir tek, bir tek seni!

Öpücükler sana, delikanlım, keskin bir çelikle silahlanmışım, Işıltılar - ışıl ışıl ışıldıyor - işte dişlerim!

Büyülen bu görünümümle, daha önce hiç kimsenin görmediği, Düşle bu rüyayı, daha önce hiç kimsenin düşlemediği!

Daya başını şu peygamber çiçeğine ve haşhaşa

Sev beni ağır bir tarla işinde ve orman karanlığında !„

„Savaştığım güçle seveceğim seni,

Öpeceğim seni hiç kimsenin öpmediği gibi!

Küçümseyeceğim genç kızları, kendi irademle sahip olduğum bir zamanlar,

Çünkü onların her biri, kötü kader yüzünden ağladıkları gibi, aşk yüzünden ağlarlar.

Ölçü almak istiyorum bedenimle yeni bir okşayış için, Kızartmak istiyorum dudaklarımı kanlı bir arzu için!

Girmek istiyorum senin oyunun için başka bir biçime

Dişlerindeki titreyişlerle işaretlenebileyim diye !„

Karabasan zevkten gıcırdatmaya başladı ve biledi dişlerini: „Gidiyorum aşk uğruna, ormana odun kesmeye gider gibi !„

Altın renkli söğüt üzerlerinde uğuldadı -

Bir kucaklama anında öğrendi çeliğin ne olduğunu delikanlı!

Öptü onu karabasan dişleriyle bölerek ikiye, üçe:

„Hey, senden birkaç ruh düşlüyorum öbür aleme !„

Böldü onu sevecenlikle eşit olmayan parçalara:

„Ölün de, benim ufaklıklarım, şanslı olun !”

Onu taksim edip zıt yönlerdeki ülkelere fırlattı attı:

„Tanrı birleştirsin sizi, insan kalıntıları !„

Bu şiirinde Leśmian, canlıların kendi doğalarına aykırı hareket edemeyeceğini, sahip oldukları biçimlerin gerektirdiği biçimde yaşayıp hareket edebileceklerini vurgulamaktadır. Karabasanın doğasında kesmek, bölmek, parçalamak vardır, dolayısıyla aşkı da bu şekilde olacaktır. Karabasan keserek, parçalayarak sevebilir ancak.

Polonya edebiyatında İki Savaş Arası Dönem, İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla (1939) kapanmış ve Polonya, 20.yy’ın gördüğü bu en kanlı savaş boyunca Nazi Almanyası’nın yürüttüğü sistemli bir soykırım hareketine büyük ölçüde ev sahipliği yapmak zorunda bırakılmıştır.

1918 - 1939 yılları arasında kısa bir süre bağımsız yaşayan Polonya, altı yıl süren bu korkunç savaşın başlamasından kısa bir süre sonra bütünüyle işgal edilmiş ve o eski işgal günlerine geri dönmüştür. Gerçi Polonya, önceki dönemlerde çok daha uzun süreli (123 yıl) işgal dönemleri yaşamıştır ancak, bu işgal Polonya’nın daha önceki dönemlerde yaşadığı işgallere hiç benzemeyecektir.

Büyüklü küçüklü pek çok toplama kampının kurulduğu ve bu kamplarda „ari ırk„ adına milyonlarca insanın yok edildiği Polonya toprakları, o güne dek hiç görmediği derecede büyük bir zorbalığa tanıklık edecek ve Polonya, bu savaşa altı milyon sivil vatandaşını kurban vererek, ağır bir bedel ödeyecektir.

Ancak, Polonya’nın bu savaş sırasında ödediği ağır bedeli, sadece sayısal olarak açıklamaya çalışmak, büyük bir hata olur. Çünkü, bu altı milyon Polonya vatandaşı içerisinde, Polonya’nın o dönemdeki kültür yaşamına yön veren yazarlar da bulunmaktadır.

Bu önemli yazarların bir kısmı gerek toplama kamplarında (örn. Janusz Korczak), gerek Varşova Ayaklanması sırasında (örn. Krzysztof Kamil Baczyński, Tadeusz Gajcy, Karol Irzykowski, Andrzej Trzebiński), gerekse toplama kampları dışındaki keyfi infazlarda (örn. Tadeuz Boy Żelenski, Bruno Schulz) Naziler tarafından katledilmiş, bir kısmı da ülkeden göç etmeye (örn. Maria Pawlikowska Jasnorzewska, Julian Tuwim, Antoni Słonimski) zorlanmışlardır. Bazıları ise, Ignacy Witkiewicz örneğinde olduğu gibi, yaşamlarına kendi elleriyle son vermişlerdir. Böylelikle, Polonya edebiyatı büyük bir darbe almıştır. Ancak, kimliğini dili ve kültürüne sıkı sıkıya sarılarak korumak ve ayakta kalmak isteyen Polonya ulusunun, Nazilerin sistemli soykırımından kurtulmayı başarabilen yazarları, sanatsal etkinliklerini bir anlamda bir yer altı edebiyatı yaratarak sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla, Polonya edebiyatı büyük bir darbe almış olmasına karşın, yok olmamıştır.

Savaş sırasında yazılmış yapıtların tümünde, başlıca tema savaş olmuş ve yazarlar dünyayı kıyamet gününe benzeten, tarihi ve insanlığı sorgulayan, kan dökmenin, acı çekmenin, kurban olmanın insanlığı kurtarmak bağlamındaki anlamını irdeleyen yapıtlar ortaya koymuşlardır. [60]

Polonya’nın kaderi İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan Yalta Konferansı ile belirlenmiş ve Polonya, siyasal, toplumsal ve kültürel alanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ellerine bırakılmıştır. Dolayısıyla, savaştan büyük yaralarla çıkmış olan Polonya’da sistem değişecek ve Polonya artık S.S.C.B.’nin uygun gördüğü biçimde, komünist rejimle yönetilecektir.

Polonya edebiyatı 1945-1948 yılları arasında, savaştan sağ olarak kurtulmuş ve böylesine korkunç bir savaşı tüm acılarıyla yaşamış olan yazarların verdiği, başlıca teması savaş olan yapıtlarla renkli bir çizgide yol almıştır. Ancak, 1948-1955 yılları arasında, S.S.C.B.’nin Polonya’da uyguladığı rejim her alanda baskısını arttırmış ve bunun edebiyat alanındaki yansıması da edebiyata tekdüze bir tonun egemen olmasına neden olmuştur. Uygulanan sıkı sansür nedeniyle yazarlar, sistemin onayladığı toplumcu gerçekçi akım çerçevesinde yapıtlar vermeye zorlanmışlardır. Bu güdümlü edebiyatı kabul etmeyen yazarlar ise köşelerine çekilmişlerdir.

1956 yılı, Polonya’da rejimin baskısının bir nebze de olsa yumuşamaya başladığı bir tarihtir. 1956-1968 yılları arasında kültürel politikada gözlenen değişimler, sanatta bir canlanmaya neden olmuş, yasaklı sanatçıların yapıtları ülkede yayımlanmaya, önceki dönemde güdümlü edebiyata karşı çıkarak, susmayı tercih eden yazarlar da yeniden yapıt vermeye başlamışlardır. Bu yazarların yanı sıra, sonradan ‘56 kuşağı’ olarak adlandırılacak olan yeni kuşak yazarlar da, yapıtlarıyla edebiyat alanındaki bu canlanmaya katkıda bulunmuşlardır.

56 kuşağı yazarları tarihe ve geleneğe karşı isyan duygularıyla yüklü, siyasi konular işleyen ve bu konuları işlerken de sistemdeki çarpıklıkları çoğunlukla grotesk söylemlerle gözler önüne seren yapıtlar vermişlerdir. Bu yazarların yapıtlarının temel konusunu, sosyalizm ve sosyalizmle savaş oluşturmaktadır. Dolayısıyla, bu dönem Polonya şiirinde büyük bir aşk liriğinden söz etmek olası değildir. Dönem şairleri, ülke gerçeklerini yansıtmak amacıyla siyasi konuları ele alarak, aşk şiirini bir kenara itmişlerdir.

Ancak, bu duruma karşın, 56 kuşağı şairlerine dahil olan Stanislaw Grochowiak’ın ortaçağ ve barok stillerinde kaleme aldığı şiirlerinde Eros ve Thanatos kavramına rastlanır.

Yaşamda her şeyin çirkin olduğu görüşüne (turpizm) sahip olan Grochowiak’a göre, insan doğası da çirkinliklerle kuşatılmıştır. İnsan doğar, çirkinlikler yaşar ve yaşatır, kan döker ve ölür. Şaire göre, ideal olan, doğadaki denge, simetri, uyum ve güzelliktir, ancak bu değerlere gerçek yaşamda rastlamak olası değildir.Yaşam bizi çirkinlikleri ile sarar.

Bu şekilde antiestetik bir düşünce yapısı ortaya koymuş olan Grochowiak, gerçek olanın, bir anlamda aslolanın çirkinlik olduğunu ileri sürer. Böylesi bir düşünce yapısına sahip olan Grochowiak’ın şiirinde yer alan Eros’un da çirkin ve antiestetik olması kaçınılmazdır, kuşkusuz. Bu doğrultuda da, şairin şiirlerinde Eros kavramına eşlik eden tüm unsurlar olumsuz ve antiestetiktir.

Grochowiak’ın şiirlerinde gözlenen sevgili tipi -fiziksel olarak- şişman, çirkin, pasaklıdır. Böyle bir sevgili tipi çizen şair, bu tip kadınlardan hoşlandığını, çünkü bu tip kadınların daha gerçek olduğunu, yaşamın da bu kadınlar gibi çirkin ve antiestetik olduğunu vurgular ve bu şekilde de okuyucuyu yaşamın gerçekleri konusunda kışkırtmak ister.

Thanatos ise, tıpkı barok dönemi şiirinde olduğu gibi, Eros ile iç içe girmiştir şairin şiirinde. Eros ve Thanatos birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Bu noktada, şairin şiirinden örnek vermek yerinde olacaktır. Grochowiak’ın, örnekleyeceğimiz, ortaçağ stili ile yazdığı aşağıdaki şiirinde, çizdiği antiestetik ve olumsuz sevgili tipi gözler önündedir.

DO PANİ

Lubię z blachy twego kubka

Pić herbatę gorzką, pani -

Lubię głaskać twego szczura,

Gdy się do mych nóg przyczołga -

Albo gadam z pogrzebaczem,

Albo łajam karbidówkę:

Ordynarna to jest dama,

Nie zdobiąca twego dworu.

A wszak piękne masz niechlujstwo

Z astronomią złych pajaków, Z ciemną kaźnią twej piwnicy, Kiedy boczki mrą na hakach.

O feudalna moja pani, Chwale sobie twe domostwo Wieczny lennik na twych włosach, Trwały wasal twego żebra... [61]

HANIMEFENDİ ’YE

Hoşlanıyorum teneke kupanla

Acı kahve içmekten, Hanımefendi - Sıçanını okşamaktan hoşlanıyorum,

Bacaklarıma süründüğü zaman -

Ya çene çalıyorum fırın kancasıyla

Ya da karpit lambasına küfrediyorum:

Bu bayağı bir hanım

Senin sarayını süslemeyen.

Ve hani o güzel pasaklılığın var ya Kötü örümceklerin astronomisiyle,

Bodrumunun o karanlık işkencesiyle,

Kesilmiş hayvanların göğüs etleri çengellerde asılı dururken.

Ah, benim ağa Hanımefendim,

Senin evsahipliğinden hoşnutum,

Saçlarına ebedi köleyim,

Kaburganın vazgeçilmez bendiyim.

Görüldüğü üzere, Grochowiak’ın tüm estetik değerleri alaşağı ederek çizdiği sevgili tipi, Eros’a ilişkin bir unsur olarak antiestetik ve olumsuzdur. Şairin, sevgilinin antiestetiğini „bu bayağı bir hanım„ ve „ve hani o güzel pasaklılığın var ya„ betimleri ile vurguladığı gözlenir.

Ancak sevgilinin çirkin ve antiestetik oluşunu daha çok yaşadığı ortamı betimleyerek vurgulayışına tanık oluruz. Bu sevgili, tıpkı kendisi gibi olumsuz ve antiestetik olan bir ortamda yaşamaktadır. Teneke kupadaki acı kahve, sıçan, karpit lambası (mavi bir ışık ve kötü bir koku veren lamba türü), örümcekler, karanlık bodrumda çengele asılı duran hayvan etleri betimleri, sevgilinin yaşadığı antiestetik ortamı güçlü bir biçimde vurgulamaları bağlamında dikkat çekicidirler.

Grochowiak’ın böylesi bir sevgiliyi ‘hanımefendi’ sıfatı ile betimlemesi ise, anlamsal bir karşıtlık yaratarak, şairin gerçekler konusunda okuyucuyu kışkırtma amacına hizmet etmektedir.

Bu şiirin satır aralarına girildiğinde, Grochowiak’ın, gerçekler konusunda okuyucuyu kışkırtma amacına yönelik olarak, böylesi bir Eros ve böylesi bir sevgili tipiyle, Polonya’da o dönemde var olan ve halka dikte edilen sistemin ve rejimin, aslında halka yansıtıldığı gibi olmadığını, gerçeklerin bambaşka olduğunu vurgulama çabası da ortaya çıkmaktadır.

Şairin örnek vereceğimiz, barok stilinde kaleme aldığı aşağıdaki şiirinde ise, Eros-Thanatos birlikteliği gözlenir.

Dla zakochanych to samo staranie - co dla umarłych

Desek potrzeba zaledwie też sześć, Ta sama ilość przyćmionego światła.

Dla zakochanych te same zasługi - co dla umarłych Pokój z miłością otoczcie bojaźnią,

Dzieciom zabrońcie przystępu.

Dla zakochanych - posępnych w radości - te same suknie.

Nim drzwi zatrzasną,

Nim zasypią ziemię,

Najcięższy brokat odpadnie z ich ciał. 61

Aynı şeylere gereksinir aşıklar - hani ölülerin gereksindiği, Topu topu altı tahta gerekir aşıklar için de, Ve kısık bir ışık.

Aşıklara karşı aynı sorumluluktur bu - hani ölülere duyulan

Aşkın huzurunu korkuyla sarın, Yasaklayın çocuklara yaklaşmayı.

Aşıklar - hani sevinç içinde kederliler - için aynı giysilerdir bunlar Üzerlerine kapatırlar kapıları

Toprakla örterler üstlerini

Dökülür en görkemli kumaş onların bedenlerinden

Grochowiak’ın, aşıkları ve ölüleri karşılaştırdığı bu şiirin ilk üçlüğünde, hem aşıkların hem de ölülerin gereksindiği tek şeyden, altı tahta parçasından söz ettiğine tanık oluruz. Söz konusu bu altı tahta parçası, ölüler için tabutu betimlerken, aşıklar için yatağı betimlemektedir.

İlk üçlüğün son dizesinde, “kısık bir ışık“ betimi ile, mum ışığının vurgulanışına tanık oluruz. Avrupa kültüründe, çiftlerin mum ışığı eşliğinde yedikleri yemek ya da bu ışık altında paylaştıkları zaman, romantik bir aşkı ve aşka daveti simgelemektedir.

Söz konusu mum ışığı, Hristiyan kültüründe ölüyle vedalaşma töreni sırasında da ortaya çıkmaktadır. Ölümden sonra, ölünün bulunduğu ortamdaki perdeler ve aynalar örtülür ve ortam sadece mum ışığı ile aydınlatılarak, ziyaretçilerin ölüyle vedalaşması sağlanır.

Şiirin ikinci üçlüğünde, yine hem aşıklara hem de ölülere karşı duyulan sorumlulukları betimler şair. Aşıklar baş başayken, huzurlu ve rahat bir ortam isterler. Kendilerini rahatsız edecek insanlardan ya da durumlardan korkar, sakınırlar. Diğer insanların, aşıkların bu hassasiyetine saygı göstermeleri gerekir. Aşıklar baş başayken, çocukların da onlardan uzak tutulmaları gerekir. Bu koşullar sağlandığında, aşk huzur verici bir hal alır. Ölüler de geçtikleri boyutta hiç kimse ya da hiçbir şey tarafından rahatsız edilemezler, huzurludurlar artık. Çocuklar da, yaşayabilecekleri psikolojik sıkıntılar göz önünde tutularak, ölülerin yanına yaklaştırılmazlar.

Şiirin son dörtlüğünün ilk dizesinde Grochowiak, aşkın mutluluk kadar mutsuzluk da verdiğini vurgular ve sonraki dizelerde, aşıkların da ölülerin de çıplak kalışlarının altını çizer. Aşıklar başbaşa kaldıklarında, bulundukları ortamı dışarıdaki ortamdan izole ederler. Bu durum, üzerlerine kapatırlar kapıları“ betimi ile vurgulanır. Dışarıdaki ortamdan izole olan aşıklar, aşklarını fiziksel boyuta taşımak üzere elbiselerinden kurtulurlar. Üzerlerine kapılar kapatılan aşıklar gibi, ölülerin de üzerleri toprakla örtülür ve onlar da dış dünyadan izole edilirler. Ölüler de toprağa, bir başka deyişle öteki boyuta elbiselerinden arındırılmış olarak girerler.

Bu şiirde Grochowiak‘ın, Eros‘u daha çok seksüel Eros olarak yansıttığına tanık oluruz. Aşıklar için yatak olarak betimlediği altı tahta, aşıkların üzerlerine kapılar kapatılması, görkemli kumaşın aşıkların üzerinden dökülmesi betimleri, seksüel Eros‘u çağrıştırmaları bağlamında dikkat çekicidir.

Thanatos‘un ise, Eros‘un kardeşi, onun ayrılmaz bir parçası olduğunu gözlemleriz. Eros ve Thanatos el ele yürürler. Eros için geçerli olan herşey Thanatos için de geçerlidir. Dolayısıyla Grochowiak’ın şiirinde, Eros ve Thanatos’un, insan yaşamının iki yüzü olduklarını söylemek yanlış bir belirleme olmasa gerek.

Bu Eros ve Thanatos kavramının dışında, yine bu dönemde bir başka Eros ve Thanatos kavramının da ortaya çıktığı gözlenir. Eros ve Thanatos’u bir mizah çerçevesinde ele alan bu yaklaşımı, Jaremi Przybora’nın aşağıdaki şiirinde irdelemeye çalışalım.

Zosia i Ułani

W lesie przy strumyku Zosia rwie jagody.

na siwym koniku jedzie ułan młody.

Hey, dziewczyno, rzuć jagodki!

Wszak ułana żywot krótki- już za lasem wre potyczka rumianego użycz liczka.

Zosia oczy skryła skromnie podrzęsami- sukienkę splamiła sobie jagódkami.

A choć krzyczy mama sroga- nie żałuje nic nieboga, bo z ulana za dwa dzionki- jeno krzyżyk i skowronki.

W lesie przy strumyku

Zosia szuka jeżyn- na gniadym koniku drugi ułan bieży.

Ułan młody i dorodny,

i miłości Zosi godny- chwyci Zosię wpółprzegnie,

i pokocha, i polegnie.

Jak woda w strumyku tak Zosi wczas leci- na wronym koniku pędzi ułan trzeci.

Ułan pięknie Zosię prosi- strasznie żal ułana Zosi.

A nad nimi chmurka sina i czerwona jarzębina.

Zbiera Zosia grzybki, zebrała z pół kwarty- na bułanku chybkim pędzi ułan czwarty.

A gdy już skończone boje- wodzi Zosia dziecię swoje na kurchanek w polu świeży, gdzie tatusiów szwadron leży. [62]

Zosia ve Süvariler

Dere kenarı ndaki orman içinde

Zosia yaban mersinleri topluyor.

Kır bir tay üzerinde

genç bir süvari yaklaşıyor.

Hey, genç kız, yaban mersinlerini boşver! süvarinin yaşamı kısa sürer- hemen ormanın ardında artık çatışma hadi uzat al yanağını bana.

Zosia yumdu gözlerini mütevazi biçimde altında kirpiklerinin- kirletmişti elbisesini lekesiyle yaban mersinlerinin.

Gaddar annesi azarlasa da hayıflanmıyor hiçbir şey hakkında, çünkü iki gün sonra süvariden geriye- mezarının üzerindeki haç ve çayır kuşları kalacak sadece.

Dere kenarındaki orman içinde böğürtlen arıyor Zosia- doru bir tay üzerinde çıkagelir ikinci süvari dörtnala. Gençtir ve güçlüdür yapısı süvarinin, ve layıktır aşkına Zosia’nın- eğilip atından Zosia’yı çeker kendine doğru ve o da ölecek sevdikten sonra onu.

Su gibi, hani akan derede akıp gider zaman Zosia için- kara bir tay üzerinde üçüncüsü gelir süvarilerin. Zosia’yı ister süvari- Zosia’nın yine acır içi.

Ve bir bulut üzerlerinde mavi Ve kırmızı bir üvez ağacı.

Topluyor Zosia mantarlarını ormanın, doldurmuştu sepetinin yarısını üzerinde hızlı kahverengi-sarı bir tayın dördüncü süvari sürüp gelir atını. Ve savaşlar erdiğinde sona- gezdirir çocuğunu Zosia bulunduğu alanda yeni mezarların hani yattığı bir bölük babasının.

19.yüzyıl diliyle stilize edilmiş olan bu şiirde, Eros ve Thanatos kavramlarının parodik bir biçimde yansıtılışına tanık oluruz. Şiirde gözlenen Eros ve Thanatos kavramları, romantizm dönemi Eros ve Thanatos kavramlarıyla acımasızca alay eder. Anımsanacağı gibi, romantizmin Eros’u platonik ve yüce bir ruha sahipken, Thanatos’u, Avrupa romantizminde ‘aşk uğruna ölüm’ anlamıyla ortaya çıkmaktadır.

Ancak bu şiirde gözlenen Eros, romantizmdeki yüce ve platonik ruhundan sıyrılmış, duygusal yönü bütünüyle yok edilmiş, fiziksele ve basite indirgenmiş bir Eros olarak çıkar karşımıza.

Thanatos ise, aşk uğruna ölüm anlamından bütünüyle sıyrılmış olarak, ‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla kimlik bulur. Thanatos’un bu anlamla ortaya çıkmasında, Polonya’nın II. Dünya Savaşını geçirmiş olmasının payı büyüktür, kuşkusuz. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Polonya sadece sivil vatandaşlarından altı milyon insanını bu savaşa kurban vermiştir. Bu altı milyon insana asker kayıplarının da eklenmesiyle bu rakam daha da artmaktadır, kuşkusuz.

Şiir, 19. ve 20.yüzyılda Polonya edebiyatında çok popüler olan, bir süvari ile bir köylü kızının aşkı motifi çerçevesinde kaleme alınmıştır. Şiirin ana kahramanı Zosia, savaşa giden süvarilerin her biriyle seksüel bir aşk yaşar ve sonuçta bu süvarilerin birinden bir çocuğu olur. Ancak, pek çok süvariyle yaşadığı seksüel aşk sonucunda, çocuğunun hangi süvariden olduğunu bilmez. Zosia’nın seksüel bir aşkı paylaştığı süvarilerin hepsi savaş sonunda ölmüştür ve Zosia, babasının kim olduğunu bilemediği çocuğunu bu süvarilerin mezarlarına ziyarete götürür.

Grochowiak ve Przybora’nın yapıtlarında gözlenen Eros ve Thanatos kavramlarından yola çıkarak, 1956’dan sonra çağdaş Polonya şiirinde üç farklı Eros ve iki farklı Thanatos anlamı olduğu sonucuna ulaşıyoruz.

Bu dönemde Eros bir yandan antiestetik, olumsuz özelliği ile kışkırtıcı bir hal alırken, öte yandan Thanatos’un kardeşi ve Thanatos’a ulaştıran Eros anlamıyla barok dönemine dönüş yapar. Eros’un üçüncü anlamı, duygusuz ve basite indirgenmiş seksüel kimliği ile gün ışığına çıkmaktadır.

Thanatos ise bir görünümüyle Eros’un kardeşi olarak barok geleneğini sürdürürken, öbür görünümüyle ‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla var olmuştur.

Görüldüğü üzere, Eros ortaçağ, İkinci Dünya Savaşı, savaş sonrası 1948-1955 dönemi dışındaki tüm dönemlerde Polonya şiirinde varlık göstermiştir.

Eros Rönesans‘da şakacı, mutluluk verici, karşılıklı aşka ve mutlu sona ulaştıran, kandıran, ikna eden bir kavramken, barok döneminde Kupido ismiyle Thanatos‘un kardeşi, onun bütünleyeni, yaşamın iki yüzünden biridir. Bu Eros, insana mutluluk kadar acı da verir ve insanı Thanatos‘a ulaştırır.

Aydınlanma dönemindeki Eros‘un yine Kupido ismiyle ele alındığını gözlemleriz ve bu Eros, sentimental akımın etkisinin gözlendiği döneme dek ciddi bir duygu değil, bir eğlence unsuru iken, sentimental akımın etkisiyle duygu dozu yüksek, platonik ve melankolik bir hal alır.

Romantizmde iki farklı anlamıyla karşımıza çıkan Eros, ilk anlamını vatana duyulan yüce ve güçlü aşkla bulur. İkinci anlamı ise bir kadına duyulan platonik, yüce, ideal aşktır. Bu aşk yaşamda bir kez yaşanabilecek türden bir aşktır.

Eros pozitivizm döneminde, ulaşılmaz sevgiliye duyulan kırılgan bir aşk niteliğinde ortaya çıkarken, Eros açısından bir dönüm noktası niteliğinde olan Genç Polonya döneminde ise, Polonya şiirinde ilk kez seksüel Eros kavramı olarak karşımıza çıkar. Önceki dönemlerde gözlenen platonik Eros kavramını radikal bir şekilde alaşağı eden bu Eros kavramı, umutsuz, yılgın ve varoluş korkusu içindeki şairlerin bu varoluş korkusundan kaçarken sığındıkları bir liman niteliğindedir. Eros bu şairlerin yaşama tutunabilmek için sarıldıkları büyük bir güçtür.

İki Savaş Arası Dönem Polonya şiirinde gözlenen Eros, bir yandan seksüel ve duygusal açıdan bir bütün oluştururken, öte yandan doğadaki her unsur, her canlı, hatta doğa üstü varlıklar düzeyinde var olan ve onlara hükmeden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu Eros Thanatos‘tan sonra da hüküm sürmeye devam eder. Thanatos bu Eros için asla bir engel oluşturamaz.

1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan Eros kavramının üç anlamla kimlik bulduğunu gözlemliyoruz. Eros ilk anlamını antiestetik görünümüyle bulur ve okuyucuyu gerçekler konusunda kışkırtmaya yönelir. İkinci anlamını barok geleneğindeki Eros kavramıyla özdeşleşerek bulan Eros, Thanatos‘tan ayrı olmayan, onu bütünleyen ve yaşamın ikinci yüzü olan Eros’tur.

Ancak, barok geleneğinden farklı olarak, Eros’un seksüel yönü de ortaya çıkar bu dönemde. Eros bu dönemdeki üçüncü anlamını mizahi yönü ile kazanır. Romantizmdeki Eros kavramının bir parodisi niteliğinde olan bu Eros, yalnızca seksüel ve bir anlamda ahlak dışı profili ile çıkar karşımıza. Bu doğrultuda da, Eros’un Polonya şiirinde en renkli biçimde 1956 sonrası çağdaş dönemde ortaya çıktığını gözlemliyoruz.

Thanatos ise, barok, romantizm, Genç Polonya, İki Savaş Arası Dönem ve 1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan bir kavram olmuştur.

Barok dönemi Polonya şiirinde gözlenen Thanatos, Eros‘un eşi, kardeşidir. Eros‘la el ele yürür. Bu Thanatos kavramı, romantizm dönemi Polonya şiirinde vatan uğruna ölüm kavramına dönüşür.

Thanatos Genç Polonya dönemi şiirinde ise, maddi dünyanın tüm kötülük ve çirkinliklerinden, kısacası yaşama ilişkin olan her şeyden kaçış anlamına bürünmüş şekli ile çıkar karşımıza.

İki Savaş Arası dönemde, bir yandan doğanın, yaşamın doğal bir sonucu iken, öte yandan yaşamdaki formların değişmesi anlamıyla kimlik bulur. Bir sona değil, sadece, yaşamda sahip olunan formların değişmesiyle yeni bir başlangıca kapı açar.

1956‘dan sonraki çağdaş dönem Polonya şiirinde ortaya çıkan Thanatos’un iki anlamla var olduğuna tanık oluruz. İlk anlamını barok geleneğindeki Thanatos kavramıyla özdeşleşerek elde eder; Eros‘un bütünleyeni, yaşamın iki yüzünden biridir. Thanatos ikinci anlamını ise, ‘savaş sonucu ölüm’ olarak bulur.

II.     BÖLÜM

HALİNA POŚWIATOWSKA

Yaşam Öyküsü

Mevcut toplumsal koşulların, yazarın merceğinden süzülerek, edebiyata yansıması gibi, yazarların yaşam öyküleri de yapıtlarına bir ölçüde yansımaktadır, kuşkusuz. Bu ölçü, her yazar için farklı olmaktadır. Kimi yazarların sanatsal yaratıcılıkları daha çok toplumsal koşullar ile biçimlenirken, kimilerinin yaratıcılıkları bütünüyle kendi yaşam öyküleri doğrultusunda biçimlenir.

Halina Poświatowska’mn sanatsal yaratıcılığı da kendi trajik yaşam öyküsü doğrultusunda biçimlenmiştir. Öyle ki, Poświatowska’mn yaşam öyküsünü bilmek, onun şiirine açılan kapının anahtarı niteliğindedir. Bu nedenle, Poświatowska’mn yaşam öyküsü, bu çalışmanın en önemli bölümlerinden birini oluşturmaktadır.

Halina Poświatowska 5 Mayıs 1935’de Częstochowa’da dünyaya gelmiş, çocukluk yılları Nazi Almanya’sının işgali altında geçmiştir.

Ocak 1945’de Rus ve Polonya ordularının Częstochowa^ Alman işgalinden kurtarma girişimi sırasında, küçük Halina annesiyle soğuk ve rutubetli bir bodrumda üç gün saklanmak durumunda kalmış ve bu nedenle de anjin olmuştur.[63]

Henüz on yaşındayken yakalandığı bu anjin hastalığı romatizmal komplikasyonlarla!! da beraberinde getirmiş ve bu hastalık nedeni ile gördüğü altı aylık bir tedavinin ardından, bu hastalığın küçük Halina’nın kalbinde ağır bir hasar bıraktığı anlaşılmıştır. Kalp kapakçıklarının tam kapanmaması şeklinde açıklanan bu hasar, Halina’nın, yaşamı boyunca ağır bir kalp hastası olarak yaşamasına neden olmuştur.

Bu onmaz hastalığa tutulduğu günden itibaren yaşamının sonuna dek, hastane ve sanatoryumlar Halina’nın öncelikli evi olmuş, şair yaşamının büyük bir bölümünü hastane ve sanatoryum odalarında geçirmiştir. Öyle ki, hastalığının başlamasıyla birlikte, okula gidememeye başlamış, eğitimine evde annesinin gözetiminde devam etmek zorunda kalmıştır.

Küçük Halina’nın annesi Stanisława Mygowa, kızının hastalığının başladığı günden itibaren onu yaşatmak için bir savaş başlatmış ve kızının bilgiye duyduğu açlığı ve bu açlığın onu hayatta tuttuğunu fark edip kızının öğrenme isteğini kamçılayarak, eğitimi ile de yakından ilgilenmiştir. Bu durumu Halina, “Opowieść dla przyjaciela” (Dostuma uzun bir öykü) adlı uzun otobiyografik öyküsünde şöyle dile getirir:

“Gelir, yatağımın yanına oturur ve bana kitap okurdu. Dinlerdim ve onun sözcüklerinden hayalimde öylesine canlı manzaralar yaratırdım ki, neredeyse gerçektiler. Sanki her yere gidebiliyordum: Batı Amerika’daki steplerde olabiliyordum, Afrika yerlilerine katılıyordum, coşkun okyanusta yüzüyordum...

Annem bana ilaç vermek için okumaya ara verirdi. Acı şurubu ve tabletleri çabucak yutardım, okumaya ara vermesin diye sadece.” [64]

Halina, 9. sınıfta okula kaydı tekrar yapılmasına rağmen, sanatoryum ve hastanelere bağımlı kalışı yüzünden, lise bitirme sınavını açık lisede verebilmiştir. [65]

Poświatowska, hastalığının neden olduğu sıkıntılara katlanmada, annesinin varlığının kendisine ne kadar çok yardımcı olduğunu, otobiyografik öyküsünde şu sözlerle betimler:

“Elimle yüksek sesle atan kalbimi ezdim ve gözlerimle annemin yüzünü inceledim. Gülüyordu, gözleri ve dudakları gülüyordu ve sözcükleri, yaşamım için en küçük bir tehlike bile olmadığına ilişkin sıcak bir güven veriyordu. Izdıraplı bakışlarla ve iniltilerle dolu bu beyaz odaya, böylesine korkunç bir biçimde atılmış bir ölüm olasılığı, bana dokunmuyordu, ben - annemin varlığı sayesinde - kendimi ölümsüz görüyordum.” [66]

19 yaşındayken, günlerini hastanede geçirdiği dönemlerden birinde, kendisi gibi kalbinden ağır derecede hasta olan Łódź Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu öğrencisi Adolf Poświatowski ile tanışmış ve ilk ciddi aşk deneyimini yaşamıştır.

Aşık çift, bir süre sonra evlenme kararı almış, ancak doktorlar ve çiftin ailesi bu karara şiddetle karşı çıkmıştır. Söz konusu olan, yalnızca olası bir hamileliğin değil, aynı zamanda da bu ağır hasta çiftin birlikte yaşamasının ölümcül bir tehlike oluşturmasıdır. Doktorların: “Bu iki kalp beraber olursa, intihar olur. Tek başınıza belki bir şansınız olur, ama birlikte olursanız, şansınız yok![67] şeklindeki acı ve kaba açık sözlülüğü bile bir sonuç vermemiş, çift, Halina’nın annesinin kendi bakımı altında olacaklarına ilişkin garanti alması sonucunda evlenmiştir.

Evlilikleri sırasında Halina açık lisede öğrenimine devam ederken, yüksek okul öğrenimini ne pahasına olursa olsun bitirmek isteyen Adolf, öğrenimini sürdürmüştür.

Evliliğini “Bu güne dek sadece doktorların ilgilendikleri bir nesne olan bedenim, bir anda önemli ve yararlı oldu[68] şeklinde tanımlayan şair, bu mutluluğu ne yazık ki çok fazla bir süre yaşayamamıştır. Kocası Adolf Poświatowski, doktorların tüm tavsiyelerine kulak tıkayıp günler ve geceler boyunca çalışmış ve 1956 baharında bir gün bir otel odasında ölü bulunmuştur. Henüz 21 yaşında dul kalan Halina, diğer pek çok kadının belki 20-30 sene içinde yaşadığı tüm duygusal yaşam evrelerini, evli kaldığı bu iki yıla sığdırmıştır.

Genç ve dul Halina, kocasının fiziksel varlığının kendisini terk etmesinden sonra, yine yalnız kalmıştır. Bu yalnızlığını şöyle betimler şair:

“Beni, onu tanımadan önce olduğumdan çok daha yalnız bırakıp gitti.

Kocasının ölümüyle biten evliliğini ve kocasının ölümünü ise “Oda do rąk” (Ellere Od) başlıklı üçüncü şiir kitabında şöyle betimler şair:

“ Sol elimin bir kez yüzükle süslenmiş yüzük parmağı şimdi boş ve süsünden yoksun. Bana yüzük veren kişinin parmakları uzun zamandır yok, elleri bir ağacın kökleriyle sarmaş dolaş.” [69] [70]

Duyduğu yalnızlıktan kaynaklanan fiziksel, bir başka deyişle erotik duygularının da şiirlerine yansıdığı gözlenir.

“Nasıl kopulur senin ısrarcı dudaklarından... / Her gece yalnız giriyorum yatağa...” [71]

Sevdiği adam sonsuza dek çıkmıştır yaşamından, ancak Halina bu aşkın şarkılarını söyleyerek onu beklemiştir. “Moje ciało jest jak bezpański pies” (Bedenim sahipsiz bir köpek gibi), “Chodź do mnie mój najmilszy” (Gel bana sevdiğim), “Weź mnie - jestem jak obłok” (Al beni - bir bulut gibiyim), “Mam ciebie w roztanczonej krwi” (Dans eden kanımdasın) başlıklı şiirleri, bu trajik aşkın şarkısı niteliğindedirler.

21 yaşına dek yaşamında pek çok kez acı ve zor deneyimler geçiren Poświatowska, artık yetişkin bir insandır ve yıllar sonra, Amerika’da öğrenim gördüğü sırada, 1961 yılında kız kardeşine yazacağı bir mektupta, yetişkin olmanın zorluklarını şöyle betimleyecektir:

“Çok büyüdün mü? Çabuk büyüme, değmez. Sonra seni evden Krakov’a, ya da Amerika’ya atarlar ve öğrenim görmek zorunda kalırsın, ta ki dünya senin için çirkinle şene dek. Ya da evlenirsin ve çocukların olur.(...) Bu dünyada bir yetişkin olmanın ne kadar kötü olduğunu bilmen için yazıyorum bunları.” [72]

Takvimler 1958 yılını gösterdiğinde, Halina Poświatowska’mn sağlığı tehlikeli bir tempoda kötüleşmeye başlamıştır. En fazla 1 yıllık bir ömür biçilen şair, aylarca yattığı Krakov Kliniğinin yöneticisi olan Prof. Julian Aleksandrowicz’in, yurt dışı bağlantılarını harekete geçirmesi sonucunda, Amerika’da bulunan Polonia Amerykańska adlı vakıfın maddi yardımıyla, Philadelphia Hahnemann Hastanesinde geçireceği kesinleşen ilk kalp operasyonuna hazırlanmaya başlamıştır. Bu operasyondan önce güç toplamak için Żegiestowa’ daki sanatoryumda yatmış ve burada ikinci aşk deneyimini yaşamıştır.

Şairin aşık olduğu adam, evli ve çocuklu bir Almandır. Başlangıçta hayli uçarı ve coşkulu yaşadığı bu aşk, bir süre sonra şaire ruhsal bir çelişki ve umutsuzluk vermeye başlamış ve şair (o güne kadar olan yaşamında) ilk kez, ruhunda bir intihar düşüncesi yeşertmiştir. Bu intihar düşüncesinin, geçireceği operasyondan, dolayısıyla ölümden korktuğu için değil, sadece aşk yüzünden ruhuna hücum etmiş olması [73] dikkat çekicidir. Şair, aşkı ölümcül hastalığından bile üstün görmekte, aşka sarılarak ölüme kafa tutmakta, ancak bu aşk için ölümü bile göze alarak, duygu dünyasında bir çelişki yaratmaktadır.

Henüz organ naklinin yapılmadığı bir dönemde, dünyanın en ünlü cerrahlarından biri olan Profesör Nicols’un gerçekleştirdiği başarılı operasyon, şairin sağlığında radikal bir değişime neden olmamış, sadece Poświatowska’ya uzatılmış bir yaşam bağışlamıştır. Ancak, (uzatılmış) bu yaşam, doktorlar tarafından pek çok koşul altında garanti edilmiştir.

Poświatowska dikkatli, acelesiz ve heyecandan uzak yaşamak, bedenini kullanma konusunda ölçülü olmak zorundadır. Şair, bu durumu sanatçı duyarlılığıyla şöyle yansıtır:

“Hızla akmak yasak kanıma, kalbime titremek yasak, yasak öpmek dudaklarıma ve ellerime başka ellere dokunmak yasak.” [74]

Bu duygular içindeyken, operasyon sonrası iyileşme dönemini geçirdiği Hahnemann Hastanesinde, her gün genç kızların yaşama veda edişlerine tanık olmuş ve bu tanıklık onu büyük bir strese sokmuştur. Bu acı tanıklık karşısındaki duygularını şöyle betimler şair:

“Hemen hemen her gün biri ölüyordu. Her zaman aynı merasim yaşanırdı. Doktorların yatağın üzerine eğilen beyaz silüetleri, rahibenin kanatlı başlığı ve rahibenin hemen ardında, ağır ağır yürüyüşü ile salona giren papaz. Yaşama veda için son kutsama, artık hareketsiz olan bedenin birkaç titremesi. Beyaz çarşaf, ölenin yüzünü sıkıca örterek, yatağın kenarındaki parmaklıklara dek yayılır, bir anlık sessizlik ve ardından, koridora sürülen yatağın gıcırtısı.” [75]

Bu dönemde, intihar düşüncesi Poświatowska’nin ruhuna ikinci kez saplanmıştır. Şair belki de ilk kez ölümden bu derece korkmuş, şiirlerinde gözlenen şaşırtıcı soğukkanlılığını (ilk kez) koruyamamıştır. Bir dostuna yazdığı mektubunda “İlk kez, gelecek gibi bir konuda kuşkuya düşüyorum”[76] [77] şeklinde özetler bu

korkusunu. Hastanenin 8. katından atlamayı düşünmüş, ancak bu kararını ertelemiş, sonrasında hastanenin 24. katına çıkmış, ancak içindeki yaşama içgüdüsü galip 77 gelmiştir.

“Daha ölmeyeceğim. Bekleyeceğim.”[78] şeklinde betimler şair, duygularını.

1958 Aralığında, koltuğunun altına sıkıştırdığı uzatılmış yaşamı ile hastaneden mutlu biçimde ayrılan Poświatowska, Polonya’ya dönmemiş, kısa bir süre sonra aldığı birkaç burs teklifini değerlendirip Massachusetts eyaletindeki Northampton’da bulunan ünlü kız yüksek öğrenim kurumu Smith College’ı seçerek, doktorları ve ailesi için ikinci bir şok niteliğinde olan yüksek öğrenim görme kararını almıştır.

Ancak, istediğini elde etme konusunda çok azimli bir kişiliğe sahip olan Poświatowska’yi hiçbir uyarı, hatta ölüm bile bu kararından vazgeçirememiştir. Şair, göz göre göre ölümde dalga geçmekte, bir kovalamaca oyunu oynamaktadır. Bu onun ölüme direniş biçimidir.

Bir hastane odasında uzun süre yatağa hapsedildiği zorla yaşanmış günlerin acısını çıkarmak istercesine, günler ve geceler boyunca sürekli okumuş, okumuştur. Aşağıdaki alıntıda, Poświatowska’nin öğrenme hırsı, azmi gözler önündedir.

“Neden geceleri, uyku uyumadan kitaplara gömülü bir biçimde geçirdiğimi, Fransızca gramerin, İngilizce ortografinin ve Platon’un diyaloglarının benim için, kısa bir süre önce kazandığım sağlığımdan neden daha önemli olduğunu sorma. Bilmiyorum, dostum, gerçekten bilmiyorum, (...) Bilgileri, sanki havaymış gibi içime çekiyordum ve Massachusetts ’de geçirdiğim ilk kışın o ayazlı günlerinde bu bilgiler benim için hem zaruri hem de arzu edilen şeylerdi.” [79]

Smith College’de felsefe öğrenimi görmüş, İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca öğrenmiştir. Bunca dili öğrenme çabası içerisinde, kendi dilini unutma konusundaki endişesini, annesine yazdığı 2.10.1960 tarihli mektubunda şöyle dile getirir:

“(...) kitaplar için teşekkür ederim - onları okumalıyım, çünkü aksi halde bu dil karmaşasında ana dilimi unutacağım.” [80]

1960 yazında, Kolombiya Üniversitesinde felsefe profesörü, aynı zamanda da bir şair olan Joseph Margolis ile kısa süreli duygusal bir ilişkiye girmiştir.[81] Profesör 40 yaşındadır ve bir ailesi vardır. Ancak, bu koşullar Poświatowska’nin Margolis’le duygusal bir bağ kurmasına engel olmamıştır. Margolis’in ağustos ayında ailesinin yanına dönmesi ile biten bu ilişkinin ardından Poświatowska, aşık, ama terk edilmiş genç bir kadın olarak, annesine şu satırları yazar:

“(....)Uyumuyorum, yemek yemekte bile zorlanıyorum - hiç uyumuyorum. Geceleri onun şiirlerini çeviriyorum - bizim ilişkimize uyan bir kelime bulabilirsem, öyle seviniyorum ki ve bu durum çok zor” [82]

Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere şair, sanki bu ilişkiyi sürdürmek istercesine, kendisini avutacak bir işarete rastlamak ümidiyle, Margolis’in şiirlerini çevirmiştir. Ancak, bir süre sonra, Margolis’in yaşamında önemli bir rol oynamadığının, profesörün yaz maceralarından biri olduğunun farkına varmıştır.[83] Böylelikle, bu kısa süreli üçüncü aşk deneyimi de mutsuz sonla noktalanmıştır.

Öğrenimi sırasında annesiyle sürekli olarak mektuplaşan şairin, bu mektuplarında duygusal yönden gel-gitler yaşadığı gözlemlenir. Öyle ki, mektuplarında annesinin, sağlık durumu konusundaki endişelerini kimi zaman körüklemiş, kimi zaman da yatıştırmıştır. Poświatowska’mn yaşadığı gel-gitler bazen aynı mektup içerisinde bile ortaya çıkmaktadırlar.

Annesine yazdığı 18.9.1960 tarihli mektubunda, annesinin endişelerini önce körüklediği, sonra da yatıştırmaya çalıştığı gözlenir.

“Neden hiçbir şeye karşı hiçbir bağ hissedemiyorum, her şey bana öylesine uzak ki. (...) Benim için endişelenmeye bir son vermeni ister miydim diye düşünüyorum. Hayır, istemem. Senin endişene ihtiyacım var.(.) Yaşam bağışlayan cerrahların aksine, hiçbir zaman uzun süre yaşayacağıma inanmadığımı biliyorsun, inançsızlığım artıyor, kabarıyor, yayılıyor.(...)Korkma, görüyorsun ki yaşıyorum - hatta nasılsa kendimi daha iyi hissediyorum.” [84]

Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi, Poświatowska’mn içinde, uzun süre yaşayacağına ilişkin bir inanç, bir umut yoktur. Ve bu inançsızlık, şairin böylesi gel­gitler yaşamasının temel nedenidir.

Poświatowska’mn, öncelikle hastalığı, buna ek olarak da mutsuz aşk deneyimi nedeniyle yaşadığı bu duygusal sıkıntılar, evinden, vatanından, annesinden ve onun şefkatinden ayrı olmanın getirdiği zorluklarla daha da perçinlenmiştir. Şair bu durumu, yine annesine yazdığı 12.10.1960 tarihli mektubunda şöyle dile getirir:

“O kadar aptalım ki, hemen dönmedim(...)-senin endişene ve Krakov caddelerine. Bir sürgüne böylesine gönüllüce, böylesine kolayca ve inatla kim mahkum olur ki! Böylesi bir tutarsızlıkla...” [85]

Bu satırlardaki son cümle, Poświatowska’mn, Amerika’da - bir başka deyişle evinden, vatanından uzakta öğrenim görme azmi ve isteğine rağmen, bu konudaki duygularında bir tutarsızlık içinde olduğunu ve kendisinin de bu tutarsızlığın bilincinde olduğunu kanıtlar niteliktedir.

14.4.1961 tarihli mektubunda yine, evinden uzakta olmanın güçlüğünü betimlediği gözlenir.

“Evden uzakta olmanın ne kadar kötü olduğunu bilmiyorsun.” [86]

Yetişkin, genç, güzel ve arzuları olan bir kadının yaşadığı bu duygusal buhranlar, annesine yazdığı 1961 tarihli bir başka mektubundaki satırlarına şu sözlerle yansıyacaktır:

“Azgın bir kriz içindeyim ve senin, yazabildiğin kadar çok mektubuna ihtiyacım var, felsefe yapmayı dene - çok güzel felsefe yapıyorsun. Tanrım, sana ne kadar ihtiyacım var. (...) Yaşamın bir anlamı yok - yetişkin bir insan oluncaya, bu tüylü içgüdüler içinde kıpırdayıncaya dek yaşamak mümkün sadece - açlık, nesiller yaratmak - biliyorsun. Çocuk sahibi olmaya cesaretim olmazdı - onu içimde nefessiz bırakırdım.(...) neden içimdeki bu cehennemle yaşadığımı ve neden hiçbir şeyi umursamadığımı bilmiyorum.” [87]

Bu satırlarda şairin, ‘tüylü içgüdüler’ betimi ile seksüel içgüdüyü ve annelik içgüdüsünü betimlediğini gözlemleriz. Bu içgüdüler, her kadında olduğu gibi, Poświatowska’da da uyanmıştır çoktan. Ancak, hastalığı bu içgüdüleri doyasıya yaşamasını olanaksızlaştırmaktadır. Şaire göre, bir yetişkin olup bu tür içgüdüleri bütün coşkusu ile hissederek acı çekmektense, çocuk kalmak, hiç büyümemek yeğdir ve yaşamak ancak o zaman olasıdır. Hastalığının yarattığı koşullar altında yaşamak, şaire gittikçe daha ağır gelmektedir.

Yine bu satırlardan anlaşıldığı üzere, Poświatowska’mn annesi, yalnız koruyucu annelik içgüdüsüyle hareket eden bir anne değil, aynı zamanda da kızının yaşadığı buhranları en iyi anlayabilen ve kızını bu konuda olabildiğince rahatlatabilen bir dosttur.

Poświatowska, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerden dolayı 1961 yılında, üç Amerikan üniversitesinin burs teklifine rağmen, valizinde üniversite diplomasıyla ülkesi Polonya’ya, bir diğer anlamıyla annesine ve onun endişesine, şefkatine dönmüş, 1963 yılında da Krakov Jagiellon Üniversitesi Felsefe Tarihi Kürsüsü’nde Araştırma Görevlisi olmuş ve aynı dönemde lisansüstü öğrenimine başlamıştır.

Poświatowska’mn, 1967 yılında, fransız hükümetinden aldığı iki aylık bursla Paris’e giderken, yaşamında yeni bir duygusal ilişkisi vardır. Ve ne yazık ki, bu son ilişkisi olacaktır. Yazar ve aktör, aynı zamanda da evli ve çocuklu sevgilisi Jan Adamski’yi Krakov’da bırakarak gitmenin verdiği huzursuzlukla Paris’ten kız kardeşine yazdığı bir mektupta, şairin kadınca kıskançlığı gözler önündedir.

“Ona göz kulak ol, kimi kastettiğimi biliyorsun, bol bol ve sık sık yaz, yoksa öleceğim.” [88]

Paris’te bulunduğu sırada, Poświatowska’mn, operasyondan sonra dinlendirmek zorunda olduğu, ancak dinlendirmediği gibi, aşırı derecede de yormuş olduğu kalbi, yeniden olumsuz sinyaller vermeye başlamıştır. Parası ve yanında götürdüğü ilaçları tükenen şair, Krakov’daki kliniğin yöneticisi profesör Aleksandrowicz’in gönderdiği ilaçlarla sağlık durumunu biraz düzeltebilmişse de, [89] Paris dönüşünde önce Krakov’daki klinikte, Eylül’den itibaren de Varşova’daki hastanede yatar.

Şair artık yaklaşan sonu hissetmekte, sürekli ertelenen bu ölüm cezasının sadece gününü bilmemektedir. '“Bağışlanmaya güvenmiyorum.[90] cümlesi dökülür kaleminden.

Yaşama aşık olan, ancak yaşamdan kopmak için çok az bir zamanı kaldığını hisseden Halina Poświatowska, Ekim ayında Varşova’daki hastanede ikinci operasyonunu geçirir. Bu operasyondan 8 gün sonra, 11 Ekim 1967’de - henüz 32 yaşındayken, şiirleri, aşkları ve yaşam tutkusuyla kafa tuttuğu, kısa yaşamı boyunca kendisini hiç terk etmemiş olan sadık dostu ölümün kucağında yerini almıştır. Ve Poświatowska’mn cansız bedeni, ailesinin oturduğu Częstochowa’daki Aziz Roch Mezarlığında toprakla buluşmuştur.

Sanatı

Halina Poświatowska Polonya’nın kültür yaşamında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde değişen sisteme koşut olarak ortaya çıkmış olan toplumcu gerçekçilik akımının var olduğu bir dönemde edebiyat sahnesine çıkmıştır.

II. Dünya Savaşının bitiminde Polonya özgürlüğüne kavuşmuştur, ancak bu özgürlük, savaş sonunda yapılan Yalta Konferansı’yla siyasal, toplumsal ve kültürel alanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ellerine bırakılan Polonya’nın başka türlü bir esaret altına girmesiyle farklı bir boyut kazanmıştır. Bir başka deyişle, Polonya’nın savaş sırasındaki esareti, savaş sonrasında sosyalist sistem ve komünist rejim kisvesiyle üzeri örtülen başka türlü bir esarete dönüştürülmüştür.

S.S.C.B.’nin Polonya’daki ilk uygulaması siyasal alanda olmuş ve Polonya’da, sosyalist sisteme koşut olarak, komünist rejimle yönetim gündeme gelmiştir. Siyasal alanda ortaya çıkan bu değişim, toplumsal ve kültürel alandaki değişimleri de beraberinde getirmiştir, kuşkusuz.

Bu yeni sistemin Polonya’da sağlam temellere oturtulması için, S.S.C.B.’de resmi olarak kabul edilen kültür politikası Polonya’da da uygulanmaya başlamış ve ideolojinin hizmetinde olan toplumcu gerçekçilik akımı, Polonya kültür yaşamının boyun eğmek zorunda kaldığı bir akım olarak ortaya çıkmıştır.

“Bu yeni düşünceye göre sanat, “ruhların mühendisi” olmalıydı, bir başka deyişle, insanları eğitmeli ve biçimlendirmeliydi; elbette sistemin onayladığı şekilde.” [91]

Sanatın görevini bu şekilde belirleyen yeni kültür politikası, işe, savaş öncesi Polonya sanatında var olan tüm söylem biçimlerini reddetmekle başlamıştır.

Edebiyat alanında, bu savaştan sağ olarak kurtulabilen sanatçılar, temel konu yaptıkları bu korkunç savaşı anlattıkları yapıtlarıyla edebiyata 1945-1948 yılları arasında bir renk getirmişseler de, 1956 yılına dek rejimin gittikçe sertleşen baskısı edebiyatta bir renksizliğe ve tek tipliliğe neden olmuştur.

Rejimin 1948-1955 yıllarındaki bu yoğun baskısı, Polonyalı sanatçıları zorunlu bir seçim yapmaya itmiştir. Sanatçılar ya sistemin onayladığı biçimde yapıt verecek, ya da köşelerine çekileceklerdir. Böylelikle bu dönemde Polonya edebiyatı, zorunlu olarak, toplumcu gerçekçi edebiyatı savunan ve sosyalizm için yazan Władysław Broniewski, Adam Ważyk, Witold Wirpsza gibi sanatçıların yapıtlar verdiği bir alan konumuna gelmiştir.

Bu dönemde, toplumcu gerçekçi akımın epik ve drama türlerinde yapıt vermeye daha uygun bir akım olması nedeniyle, şiirden çok düz yazının yön verdiği Polonya edebiyatı da, böylelikle ideolojinin hizmetine girmiştir.

1956 yılına gelindiğinde, sistemin yoğun baskısının bir nebze olsun yumuşamaya başladığı gözlenir. Bu yumuşama, edebiyat alanında, köşelerine çekilen sanatçıların yapıtlar vermeye başlaması ve yapıtları Polonya’da yayımlanma yasağı almış olan Gombrowicz, Schulz, Witkacy gibi sanatçıların yapıtlarının okuyucuyla buluşmaya başlamasıyla daha da hissedilir hale gelmiştir.

Bu dönemde, bu sanatçıların yanı sıra, yeni kuşak sanatçılar da boy göstermeye başlarlar edebiyat sahnesinde. “56 kuşağı” olarak adlandırılan ve Stanisław Grochowiak, Tadeusz Nowak, Jerzy Harasymowycz, Ernest Bryll gibi şairlerden oluşan bu kuşak sanatçıları, her şeye karşı duydukları isyanlarını, politik düşüncelerini, ülkede var olan sansür nedeniyle, genellikle grotesk bir söylem ve turpist [92] bir yaklaşımla betimlemeye başlamışlardır.

Yine bu dönemde, 56 kuşağına dahil olan bir grup kadın şairin de edebiyat sahnesine çıktığını ve kadın liriğini canlandırdığını gözlemleriz. İlk yapıtlarını 1956’dan sonra yayımlayan, Małgorzata Hillar, Helena Raszka, Urszula Kozioł, Anna Kamieńska, Anna Świrszczyńska gibi sanatçılardan oluşan ve Poświatowska’mn da dahil olduğu bu grup, benzer bir düşünsel ve estetik çerçevede etkinlik göstermişlerdir. “(...) bu kadın şairleri, benzer bir yaratım problemi ve dünya, doğa ve biyoloji aşkının coşkun motifi birbirine bağlamıştır.” [93]

Ancak, Poświatowska’nin sanatı, yukarıda sözünü ettiğimiz bu benzer düşünsel ve estetik çerçevede kendi şiirsel programını oluşturma konusunda bir fenomen olarak ortaya çıkar. Şairin sanatı, 56 kuşağı sanatçılarının sanatlarından ayrı bir yönde gelişim göstermiştir. Poświatowska’mn sanatını diğer sanatçıların sanatlarından farklı kılan ve bu sanatı bir fenomen haline getiren unsur, kuşkusuz ki Poświatowska’mn, yaşamını erken geleceğini bildiği ölümün tehdidi altında geçirmiş olmasıdır.

Diğer kadın şairlerin de ele aldıkları ‘biyoloji’, Poświatowska’mn, temeline kaçınılmaz bir biçimde ölüm kavramını koyduğu liriğinin doğallığı olmuş, şairin tüm şiir dünyası bu kaynaktan doğmuştur. [94]

Bu nedenle, Poświatowska’mn şiirinde herhangi bir şairin, herhangi bir şiir anlayışının ya da grubun etkisinin olmadığını, bu şiirin tümüyle kendi içinde doğup geliştiğini gözlemliyoruz. Poświatowska tümüyle kendi duygu dünyası içinde şiirsel bir etkinlik göstermiştir.

Poświatowska’mn liriğinde ortaya çıkan yaşam ve ölüm arasındaki dramatik tartışma, onun politikadan uzak kalışının da nedenidir.

“(...) politika dünyası da hiçbir zaman onun ilgisini çekmemiştir.(...) politik bir isyan ihtiyacı hissetmemiştir. Politikaya karşı tamamen ilgisiz kalışının, kendi orijinal şiir yolunu çizmesine izin vermiş olduğu gözlenir.” [95]

Küçük yaştan itibaren yaşamının noktalandığı güne dek ağır bir kalp hastası olarak, ölümle burun buruna yaşamış olan Poswiatowska’nın sanatı, ülkesinin içinde bulunduğu politik ve toplumsal koşullar altında değil, bütünüyle, erken geleceğini bildiği ölümü bekleyişi çerçevesinde gelişim göstermiştir.

Ölümle sürekli olarak kol kola yaşayan bir şairin, bu acı ve kaçınılmaz gerçeği, bir başka deyişle kendi gerçeğini görmezden gelip onu bir kenara iterek, ülkesinin gerçeğini yansıtmasını beklemek, kanımızca pek de yerinde olmayan bir beklenti olurdu. Bu doğrultuda, Poswiatowska’nın, sanatında ülkesinin değil, kendi gerçeğinin peşine düşmüş olduğunu söylemek, yanlış bir belirleme olmayacaktır kanısındayız.

Poświatowska amansız hastalığı ile boğuşmaya başladığı küçük yaşında, aylarca zorla hapsedildiği yatağında ilk şiirlerini yazmaya başlar. Şiirler yazmaya nasıl başladığını “Opowieść dla przyjaciela” adlı otobiyografik öyküsünde şöyle anlatır şair:

“Ne kadar uzun süre yatakta yattığımı ve bu inatçı hastalığın sürdüğü aylar boyunca nasıl vakit geçirdiğimi tam olarak anımsamıyorum. Annem kitaplar okuduğumu, ders kitaplarını dikkatlice okuyup incelediğimi, şiirler ezberlediğimi ve şiirler yazmayı denediğimi söylüyor. (...) On üç ve on dört heceli uyaklı şiirler yazıyordum, soneler de yazmaya çalışıyordum, bu sanatı öğrendiğimi düşündüğümde, üçlü uyaklara ulaşmıştım ve oktavlar yaratıyordum. Uyak konusunda eksiğim yoktu ve her konuda uyaklı şiir yazabiliyordum.” [96]

Şair 1956 yılında, “Człowiek z Annapurny” (Annapurna’lı bir insan) ve “Szczęście” (Mutluluk) adlı şiirlerini “Życie Częstochowskie” adlı yerel dergide yayımlayarak edebiyat sahnesine adım atar. 1958 yılında, henüz 23 yaşındayken “Hymn bałwochwalczy” (Putperest ilahi) adlı, olumlu eleştiriler alan ve şaire ün getiren ilk şiir kitabını yayımlar ve profesyonel anlamda edebiyat sahnesine çıkış yapar. Polonyalı okuyucu da bu şiir kitabında ölüm ve aşkı iç içe geçmiş bir biçimde solur.

Şair, “Dzień dzisiejszy” (Bugünkü gün) adlı ikinci şiir kitabını 1963 yılında yayımlar. Poswiatowska’nın hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir kitabı “Oda do rąk” (Ellere od) 1966 yılında okuyucuyla buluşur.

Ölümünden sonra, 1968 yılında yayımlanan son şiir kitabı “Jeszcze jedno wspomnienie” (Bir anı daha), yaşamının son döneminde görülmemiş derecede yoğun bir biçimde (yaklaşık 200 şiir) yazdığı şiirlerinden oluşan ve şairin şiir alanında verdiği son yapıttır.

Poświatowska, sanatı sadece şiir alanıyla sınırlı kalmamış çok yönlü bir sanatçıdır. Öykü ve drama alanında da etkinlik göstermiş olan şairin, birkaç öykü ve biri dışında yarım kalmış birkaç draması vardır. Poświatowska’nin erken ölümü, üzerinde çalıştığı diğer dramalarını tamamlamaya izin vermemiştir. Ayrıca, Amerika’da öğrenim gördüğü dönemden itibaren ailesine ve dostlarına yazdığı, duygularını, korkularını, buhranlarını, çelişkilerini yansıtan mektupları da onun edebi mirasının bir parçası niteliğindedirler.

“Son derece kişisel gözlemler, haberler ve her şeyden önce annesine yönelttiği ricalar, yaşadığı günlük sorunları, sevinçleri, endişeleri zamanın akışıyla silinip gidiveren anılardan daha açık bir biçimde ortaya koymaktadırlar. Aynı zamanda bu mektuplar, onun tutkulu derecede insani olan ve ısrar, inanç, acı ve kırgınlıklardan oluşan şiirinin orijinalliğini kanıtlayıcı belgeler niteliğindedirler.” [97]

Yukarıda sözü edilen öyküleri içinde “Opowieść dla przyjaciela” (Dostuma uzun bir öykü) adlı öykü, şairin 1967 yılında yayımlanmış olan uzun otobiyografik öyküsüdür ve dolayısıyla, Poświatowska’mn liriğinin anlaşılması konusunda bir anahtar niteliğindedir.

Sık sık yakınlaşmak zorunda kaldığı ölümün ve hastane gerçeğinin eşsiz betimlerini verdiği ve kendi yaşam hakkı için savaşan genç bir kadının işkence veren psikolojisinin ön plana çıktığı bu uzun öyküsünde Poświatowska, hastalığının başlangıcından Amerika’dan dönüşüne dek geçen süreyi anlatır.

Diğer bir öyküsü “Niebieski ptak” (Mavi kuş), 1966 yılında dönemin önde gelen edebiyat dergisi “Życie Literackie” de yayımlanmıştır. “Znajomy z Kotoru” (Kotor’lu bir tanıdık) adlı öyküsü ise, şairin yazdığı son öyküdür ve ölümünden sonra, 1968 yılında yine “Życie Literackie” de yayımlanmıştır.

“Notatnik amerykanski” (Amerika Notları) adlı bir başka öyküsü de bulunan Poświatowska, bir amerikan şiiri antolojisi hazırlama planını da yine, erken gelen ölümü nedeniyle, gerçekleştirememiştir.

Bu yapıtları dışında, Fransızca ve İngilizceden (Joseph Margolis, Lawrance Ferlinghetti, Ezra Pound, Paul Eluard, Jacques Prevert) de çeviriler yapmış olan Poświatowska’mn ünü yurt dışına da taşmış, şiirleri Almanya, Fransa, Çekoslavakya, Rusya, İsviçre ve Amerika’da yayımlanmış, Çekoslovakya ve Rusya’da antolojilere girmiş, “Opowieść dla przyjaciela” adlı otobiyografik öyküsü de İsviçre, Almanya ve Fransa’da okuyucuyla buluşmuştur.[98] [99]

Şairin yaşamının, Adolf Poswiatowski ile olan evliliği dönemi, Adolf Poswiatowski ile aynı okulda okumuş, aynı evi paylaşmış ve yakın dostu olmuş olan Gerard Zalewski’nin yönetmenliğini yaptığı “Tętno” (Nabız) adlı 1985 yapımlı filme 99 konu olmuştur.

Şairin yaşamını konu alan ikinci film ise, Barbara Sass’ın yönetmenliğinde “Jak narkotyk” (Narkotik gibi) adı ile seyirciyle buluşmuştur. Bu filmde, ölümün kıyısında bulunan, sahip olduğu az zamanı açgözlü ve egoistçe kullanarak, ona bir anlam katmaya çalışan kalp hastası bir kadının psikolojik portresi ön plana çıkar. [100]

Doğduğu kent Częstochowa’da bir müzesi de bulunan Poświatowska anısına, Częstochowa’da ve ülke genelinde şiir yarışmaları düzenlenmektedir.[101]

Böylesi bir sanatçı kişiliğe sahip Poświatowska’mn şiirlerine geri dönelim. Yukarıda, Poświatowska’mn şiirlerinde aşk ve ölümüm iç içe oluşundan ve ölümün, şairin yaşamının en büyük ve en acı gerçeği olduğundan söz etmiştik.

Şair, yaşamının bu en acı gerçeğini şiirlerinde daima işlemiştir. Poświatowska’mn şiirlerinde ölümü sürekli olarak ele alışı, ölüm korkusundan kaynaklanmaz; şair bu şekilde kadere meydan okumaktadır.[102]

Poświatowska’mn çoğunlukla hastane ve sanatoryumlarda geçen yaşamında bir yakınlaşıp bir uzaklaştığı “ölüm yatağın yanı başında, yastık yığınında ortaya çıkar. Her zaman beyazdır ölüm. (...) Ölüm soluğun yavaş yavaş kaybıdır.(...) Ölüm canlı, sıcak bir bedende uyur (...) ” [103]

Şairin, kendi ölümü karşısındaki duygularında son derece gerçekçi olduğu gözlenir.

“Veda etmek nedir, dostum? (...) Ben öldüğümde, her şey aynı mı kalacak? Kitaplarım ellerimin dokunuşundan vazgeçecekler mi, elbiselerim bedenimin kokusunu unutacaklar mı? Ya insanlar? Kısa bir süre benden söz edecekler, ölümüme şaşıracaklar - unutacaklar. Kendimizi aldatmayalım, dostum, insanlar bedenlerimizi toprağa gömdükleri gibi çabucak gömecekler bizi de belleklerine. Acımız, aşkımız, tüm arzularımız bizimle birlikte uzaklaşacak ve onların ardından boş bir yer bile kalmayacak geride. Yeryüzünde boş yer yok.” [104]

Ölüm kavramına bu şekilde yaklaşan Poświatowska’nin şiirlerinde, bu ölüm kavramına eşlik eden bir başka kavram daha vardır: aşk.

Poświatowska’nin şiirlerindeki aşk, dünya üzerindeki pek çok şair için yaşamın büyülü bir güzelliği olmaktan öteye gidemeyen türden bir aşk değildir. Poświatowska’nin aşkı, biyolojik olarak üstesinden gelemediği, gelemeyeceği ölümün karşısına mağrur bir biçimde dikilen ve ölüme meydan okuyan bir aşktır.

Şair, yaşamında ve yapıtlarında çok güçlü bir duygu olan aşka sarılmıştır. Ölümün karşısında aşkla ayakta kalabilmiş, ölüme aşkla karşı koyabilmiş, kafa tutabilmiştir.

Tanışmalarından kısa bir süre sonra evlendiği Adolf Poswiatowski sayesinde ilk kez tattığı aşkı, yıllar sonra otobiyografik öyküsünde şöyle dile getirecektir, şair:

“Aşk benim müttefikim olmuştu. Bana cesaret ve sabır veriyordu.”'00

Aşk, Poświatowska’nin ölüme direniş biçimi, ölümün panzehiri ve bir anlamda Poświatowska’nin terapisti olmuştur. Kısacası aşk, yaşamak demektir, Poświatowska için. Şair aşkı ne kadar solursa, ölümden o kadar uzak kalacaktır. Dolayısıyla, şairin en büyük aşkı yaşamdır, kuşkusuz.

“Sadece tehdit altında bulunan, ölümle ya da sakatlıkla yüz yüze gelmiş insanlar böylesine yoğun bir yaşam duygusuna sahip olabilirler.”[105] [106]

Yaşama duyduğu bu büyük ve tutkulu aşkını şöyle dile getirir, Poświatowska:

“Yaşama aşığım, dostum, beni kısa bir an için ölmeyi arzu etmeme neden olacak kadar çok yaraladığı zaman bile aşıktım ona. (...). Yaşama aşık olduğumu ve bu aşkın beni ölüme mahkum ettiğini de unutma. Ve varım, her şeye rağmen varım, diyorum sana. Benim biricik aşkım bir kez daha zafer kazanmıştı, yaşıyorum, (...). Köpüklü suyun gürültüsünü duyuyorum ve zamanı ölçen tüm enstrümanlardan en duygulu olanının - kalbin göğsümde nasıl nazikçe çarptığını hissediyorum. Hala güçsüz, ama cesurca atıyor ve büyük bir sabırla sıcak kanı döndürüyor.” [107]

Böylesine aşık olduğu yaşam onu erken bir ölüme mahkum etmiştir, ancak şair yine de yaşama tutkuyla aşık olmaktan vazgeçmez. Bu durum şiirlerine de yansımıştır, kuşkusuz.

“Ölüm Halina Poświatowska’nm yapıtlarında ne kadar çok var olursa, yaşam arzusu da bir o kadar açık ve aç gözlü hale gelir.”[108]

Aşağıdaki parçada ise, fenalaştığı bir anda, kaldığı sanatoryuma son anda varan Poswiatowska’nın, doktorun söyledikleri karşısında içinde uyanan isyan çerçevesinde, aşk için yaşama arzusu gözler önündedir.

“- Bu şekilde hareket etmek sana yasak, çocuğum. (...) - Biraz daha geç kalsaydın, seni kurtaramazdım. Yaşamak istiyorsun, değil mi? (...) Yaşamak istiyorum, evet yaşamayı çok istiyorum! Temiz havayı içime çekmek, erkek arkadaşımla öpüşmek, onun kollarında dans etmek istiyorum!” [109]

Görüldüğü üzere, Poświatowska bir anlamda da aşk için yaşamak ister. Dolayısıyla, ‘yaşamak için aşk, aşk için yaşamak’ gibi bir sloganın, şairin aşk, yaşam ve ölüm üçgenindeki felsefesini betimlediğini söylemek, yanlış bir belirleme olmasa gerek.

Yaşamının en acı gerçeği olan ölümü, yaşam bağışlayan aşkla bir anlamda oyalamaya çalışmıştır şair. Ve yaşamında üstesinden gelemeyeceği ölümü adeta sanatında yenmek istercesine, şiirlerinde kendi yaşamının bu acı gerçeği karşısına aşkı çıkarmıştır. İşte bu nedenledir ki, Poświatowska’mn şiirlerinde aşk ve ölüm her zaman yan yana, kol kola, hatta iç içe olmuştur.

“Aşk ve ölüm, yaşamında ve şiirlerinde ayrılmaz bir bağla birlikte yaşarlar.”[110]

Poświatowska’nin şiiri, ölümden kaçtığı ölçüde aşık olmaya, aşk yaşamaya ilişkin keskin bir arzu halini alır, “Poświatowska’nm imgeleminde aşk ölümden ayrı değildir, acıdan kaynaklanan bir tutkudur.”[111] Bu tutku, hem duygusal hem de seksüel aşkı kapsar. Poświatowska, kalp hastası genç bir kadın olarak, kadını, onun aşkını ve arzularını betimler. Dolayısıyla, bu şiirde aşk arzusuyla tutuşmuş, ancak hasta bedeninin, bu arzusunu karşılamada aciz kalışı nedeniyle acılı bir kadın profiliyle karşılaşırız.

po co umyłam piersi

i każdy włos z osobna czesałam w wąskim lustrze puste są moje ręce

i łóżko [112]

neden yıkadım göğüslerimi ve her bir saç telimi ayrı ayrı neden taradım dar ayna karşısında ellerim boş yatağım da

“Yalnızım. Korkunç derecede yalnız - başkaldırıyorum - ve sen ve Freud haklıysanız - haklı olarak başkaldırıyorum - hormonlarım var -doğam gereği - oysa ben, hepsinin topu topu bu kadar olduğunu bilmeme rağmen, kendimi inatçı bir melankoliye ya da benim için bile alışılmadık olan ağlama krizlerine karşı koruyamıyorum. Tanrı aşkına, kadın olmak benim suçum mu - kendimi seve seve kısırlaştırırdım - şu anda böyle bir operasyon benim için tehlikeli olmasaydı - ve aslına bakılırsa, beni parça parça eden bu dinmez acı, bu umutsuzluk sayesinde yazabiliyorum.” [113]

Dostu ve sırdaşı Jan Niwinski’ye yazdığı mektuplarından birinde, duyduğu yalnızlığı ve seksüel arzularını bu şekilde betimleyen ve şiirler yazabiliyor olmasının da, duyduğu bu acıdan kaynaklandığının farkında olan Poswiatowska’nın şiirinde de sürekli olarak bir bedene özlem duyan bu yalnız kadın gözlenir.

Ayna karşısında kendi çıplak yansımasına bakan, gergin tenine dokunan bu kadın, sadece seks arzusunun değil, aynı zamanda da kendi bedenine tapınmanın bir sembolüdür.

Poswiatowska’nın şiirindeki seksüel aşk, duyguların yoğunluğu ile artan bir acıyla sarmalanmıştır adeta. Hastalığı nedeniyle seksüel arzularını sevgiliyle gideremeyen Poświatowska, bu durumu şiirlerine kendi bedenine tapınma, seksüel fanteziler ve bedeninin arzusunu kendi kendine giderme (masturbasyon) betimleriyle yansıtır. Dolayısıyla, Poświatowska’mn şiirlerinde gözlenen bu erotizm, bir homoerotizm olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu tür şiirlerinde ise sık sık göğüslerin betimiyle karşılaşırız. Poświatowska için göğüsler bir tapınma konusu, bir dikkat ve uyarılma merkezidir ve ellerin dokunuşunu, okşamasını bekler.

mój brzuch jest gładkim stawem piersi-rozpieniona woda

ugłaskać je - ugłaskać - ugłaskać [114]

karnım kıpırtısız bir gölet göğüslerim - tutuşmuş bir su okşamalı onları - okşamalı - okşamalı

Görüldüğü üzere, Poświatowska’mn şiiri ölüm ve aşk kavramlarının şekillendirdiği bir karaktere sahiptir. Ölüm kavramı Poświatowska’mn şiirine yaşam öyküsel nedenlerle zorunlu ve güçlü bir giriş yapmıştır ve bu kavram, yaşamı savunmak adına karşısına dikilen güçlü aşk kavramı ile sürekli olarak bir savaşım içerisindedir. Aşk ve ölümün bu savaşımını bir sonraki bölümde detaylı bir biçimde irdelemeye çalışacağız.

III.      BÖLÜM

HALİNA POSWİATOWSKA’NIN ŞİİRLERİNDE EROS VE THANATOS

Şiirlerin İçeriksel Analizi

Bu bölümde, yaşamı boyunca erken gelecek bir ölümün beklentisi ve duygusal bunalımı içinde yaşamış olan, Polonya edebiyatının çağdaş dönem şairi Halina Poświatowska’nin, yaşamının iki büyük gerçeği olan aşk ve ölümü şiirlerinde nasıl yansıttığına tanık olacağız.

İncelemeye çalışacağımız ilk şiirinde Poświatowska hasta kalbine seslenir.

ptaku mojego serca

nie smuć się

nakarmię cię ziarnem radości

rozbłyśniesz

ptaku mojego serca

nie płacz

nakarmię cię ziarnem tkliwości

fruniesz

ptaku mojego serca

z opuszczonymi skrzydłami

nie szarp s ię

nakarmię cię ziarnem śmierci

zaśniesz [115]

 

kalbimin kuşu

üzülme

sevinç yemiyle besleyeceğim seni

ışıldayacaksın

kalbimin kuşu

ağlama

sevecenlik yemiyle besleyeceğim seni

uçacaksın

kalbimin kuşu

terkedilmiş kanatlı

hırpalama kendini

ölüm yemiyle besleyeceğim seni

uyuyacaksın

Şiirin bütününde Poświatowska’nin, yaşamak için az zamanı kalmış olmasından dolayı üzgün olan kalbine, tıpkı bir annenin çocuğuna duyduğu şefkatle yaklaşımı gözler önündedir. Bir anne, çocuğuna nasıl korumacı bir içgüdüyle ve şefkatle yaklaşır ve özenli bir bakım ve ilgi gösterirse, Poświatowska da kalbine o şekilde yaklaşır; Poświatowska’mn çocuğu, özenli bir bakım ve ilgi isteyen kalbidir.

Şiirin ilk dörtlüğünde, Poświatowska’mn üzgün kalbine seslenerek, “üzülme"” telkininde bulunduğu ve kalbini sevindirmek için çaba harcayacağını fısıldadığı gözlenir.

İkinci dörtlükte, şairin, kalbine yönelttiği “ağlama”” telkini ile karşılaşırız. Kalbine göstereceği sevecenlik ve şefkatle onun ağlayışını dindirecektir, şair.

Son bölümde kalbine “terk edilmiş kanatlı”” şeklinde seslenen şairin, bu betimle yalnızlğını vurgulama isteği gözler önündedir. Bir sonraki “hırpalama kendini”” dizesinde ise, Poświatowska kalbinin yaşam için bir savaş verdiğini ve bu savaşta kendisini ne kadar çok yorduğunu gözler önüne serer.

Son iki dizede de, Poświatowska’nin, bu yorgun kalbinin eninde sonunda gelecek ölümle dinleneceğini vurgulayışına tanık oluruz.

Poświatowska, kendini üzen, yoran, hırpalayan kalbini, bir annenin çocuğunu beslemesi gibi, sevinçle, şefkatle ve nihayetinde de ölümle besleyecek ve bu şekilde de çektiği acılara bir son verecektir.

Aşağıdaki şiirinde ise Poświatowska’mn, ölüm kavramına, bir başka deyişle

Thanatos’a yaklaşımı gözler önündedir.

nie ma pewności

istnienie nie jest istnieniem smierć?

cykl biologiczny

pewność?

kłamiemy mówiąc, że mamy tę pewność

my nie mamy pewności

jakże inaczej moglibyśmy żyć

codziennie budzić się o świcie

całować

podnosić wypadłe z gniazd piskleta

jeszcze nie upierzone

patrzeć w słońce

mruzyć oczy

(...)

mamy pewność czy nie mamy pewności?

czym jest to co mamy co my mamy

(...)

oglądam twoje ręce moje ręce twoje ręce

ręce

sprawne jak tresowane psy

wierne

bezradne

naprzeciw wiedzy

która jest pewna

która jest

śmiercią [116]

 

bir kesinlik yok

varoluş varolmayı ştır

ya ölüm?

biyolojik döngü

ya kesinliği?

yalan söylüyoruz, kesinliği var derken

emin değiliz biz

yoksa nasıl yaşayabilirdik

her gün nasıl uyanırdık şafak vakti

nasıl öperdik

alıp yuvalarından düşmüş kuş yavrularını

henüz tüylenmemiş

nasıl bakardık güneşe

gözlerimizi nasıl kısardık

(...)

emin miyiz, değil miyiz yoksa?

emin olduğumuz ne

neye eminiz biz

(...)

ellerini izliyorum ellerimi ellerini

eller

terbiye edilmiş köpekler gibi disiplinli

sadık

çaresiz

bilim karşısında

hani güvenilir olan

hani

ölüm olan

“nie ma pewności” (bir kesinlik yok) dizeleriyle başlayan bu başlıksız şiirinde şairin ölümü sorgulayışına tanık oluruz.

Ölüm konusunda Poświatowska^ “batı sanatının tek bir metafizik sorusu ilgilendirir. Şair ‘Tanrı var mı ’ diye sormaz. Soruyu başka bir şekilde ortaya koyar: ölüm var mı? ölüm her şeyi sonlandırır, kesin olarak kapatır mı?” [117]

Poświatowska ilkin ölümü biyolojik bir döngü olarak tanımlar, ardından ölümün varlığına ilişkin kesinliği sorgular. Şaire göre, insan ölümün var olduğunu, her şeyi sonlandırdığını düşünürken, aslında bundan emin değildir. Aksi halde, insanın her yeni güne uyanması, yaşam içerisindeki etkinliklerini sürdürmesi, kısacası yaşayabilmesi olası değildir.

Ancak, şiirin sonunda Poświatowska’mn, bilimin gösterdiği doğruyu kabullenmek zorunda kalışı gözler önündedir. Bilim güvenilirdir ve ölümün var olduğunu, her şeyi sonlandırdığını söyler. Bu zoraki bir kabullenmedir, çünkü şair henüz ölümün var olup olmadığı sorusuna kesin bir yanıt bulamamıştır.

Aşağıdaki şiirinde, şairin yine ölüm kavramına yaklaşımı gözler önündedir.

koniugacja

ja minę ty miniesz on minie mijamy mijajmy

woda liście umyła olszynie

nad wodą
olszyna

czerwona

zmarzła moknie

mijam

mijasz

mija

a zawsze tak sam otn ie

minąłeś

minęłam

już nas nie ma

a ten szum wyżej

to wiatr

on tak będzie jeszcze wieczność wiał

nad nami

nad wodą

nad ziemią [118]

 

fiil çekimi

ben geçip gideceğim

sen geçip gideceksin

o geçip gidecek

geçip gideriz

geçip gidelim

yıkadı su kızılağaç koruluğunun yapraklarını

suyun üzerindeki

kızılağaç koruluğu

hani kırmızı

ıslanıyor donmuş halde

geçip gidiyorum

geçip gidiyorsun

geçip gidiyor

ve her zaman böyle yalnız biçimde

geçip gittin

geçip gittim

artık yokuz

yukarıdaki şu uğultu ise

rüzgar

o sonsuza dek esecek daha böyle

üzerimizde

üzerinde suyun

ve toprağın

Bu şiirde Poswiatowska’nın, ölüm kavramını vurgularken, Türkçe’ye ‘geçip gitmek’ olarak aktardığımız ‘mijać /minąć’ fiilini kullandığını gözlemliyoruz. Lehçede bu fiilin anlamı ‘geçmek’ tir ve zaman kavramı için kullanılır. Dolayısıyla, bu şiirde de Poświatowska’nin, bir önceki şiirinde ölüme ilişkin ‘biyolojik süreç’ betimine paralel olarak, insanoğlunu bir süreç olarak yansıtışına tanık oluruz. Her süreç gibi, insanoğlu da gelip geçer, şaire göre.

Şiirin ilk bölümünün ilk üç dizesinde şair, bu fiilin gelecek zaman çekimini yapar. Dolayısıyla, insanoğlu için geçip gitme vaktinin, bir başka deyişle ölüm vaktinin henüz gelmemiş olduğunu vurgular. Yaşam henüz devam etmektedir. Ancak, hemen sonraki dizede bu fiilin geniş zamanını kullanarak, insanoğlunun kaderini vurgular. İnsanoğlu bir süreç, bir zaman dilimi gibi geçecek ve günün birinde gidecektir.

Şiirin ikinci bölümünde söz konusu fiili şimdiki zaman kalıplarında çekime sokan şair, geçip gitme anındadır artık. “ve her zaman böyle yalnız biçimde” dizesi ise, şairin geçip gitme, ya da ölüm anında insanoğlunun yalnız oluşunu vurgulama amacının bir ürünüdür. Her insan yalnız ölür.

Şiirin üçüncü bölümünde ise, söz konusu fiilin geçmiş zaman kalıbıyla çekime sokulduğunu gözlemliyoruz. Ölüm gerçekleşmiştir artık ve şair bundan sonraki dizelerde mezarından konuşur. “yukarıdaki şu uğultu ise /rüzgar” dizeleri, şairin artık mezarından konuşuyor olduğunu vurgulaması bağlamında önemlidir.

Poświatowska’mn kullandığı ‘rüzgar’ sözcüğünün, yaşamı betimlediğine tanık oluruz. “o sonsuza dek esecek daha böyle” dizesi, ‘rüzgar’ sözcüğünün yaşamı betimlediğini kanıtlar niteliktedir. Yaşam toprağın ve suyun, kısacası doğadaki tüm unsurların üzerinde ve onlar için sürüp gidecektir. ‘sonsuza dek’ betimi ise, Poświatowska’nin bu evren ve yaşamın bir sonu olmadığı yolundaki görüş ve inancını vurgulaması bağlamında önemlidir.

Görüldüğü üzere, Poświatowska için insanoğlu bir süreç, ölüm ise bu süreci sonlandıran bir durumdur. Bu noktada şairin ölüm kavramına yaklaşımındaki metafizik boyut da ortaya çıkmaktadır. Sürecin sonlanmasından, yani ölümden sonra da insan, bedeni toprak altında olmasına rağmen, ruhuyla yaşamaya devam eder, duyar ve hisseder.

Ancak, tam bu noktada şairin metafizik yaklaşımının net sınırlarla çizildiğine tanık oluyoruz. “Ölümden sonraki yaşam Poświatowska’nm şiirinde iki alanda sürer: yukarıda ve aşağıda, gökyüzünde ve yeraltında. Her ikisi de şairin imgelemine yabancı, yaşamın düz yüzeyinden uzaktır.” [119]

Poświatowska ne gökyüzündeki ne de yer altındaki başka bir yaşam boyutunu kabullenir. Bedeni toprak altındadır ve o, ruhuyla yeryüzünde, ‘yaşamın düz yüzeyinde’ kalmaya devam edecektir. Bir başka boyuta kanatlanıp uçmaz. Şairin bu görüşünde, erken yaşta ölmek zorunda kalıp yaşamaya doyamayacak bir insan olmasının etkisi gözlenir. Onu ölümden sonra da yeryüzündeki yaşam ilgilendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, şiirin son dört dizesi, sınırlarını şairin belirlediği metafizik bir anlam kazanır.

Poświatowska’nin, sevgiliye seslendiği gözlenen aşağıdaki şiirinde, Eros ve

Thanatos kavramlarının birlikteliği göze çarpar.

bądź przy mnie blisko bo tylko wtedy nie jest mi zimno

chłód wieje z przestrzeni

kiedy myślę
jaka ona duża

i jaka ja

to mi trzeba

twoich dwóch ramion zamkniętych

dwóch promieni wszechświata [120]

yakın ol bana sen çünkü yalnız o zaman

üşümem

o soğuk, esiyor boşluktan

düşündüğümde

ne kadar büyük olduğunu o boşluğun

ve kendimin

benim için

kavuşturduğun iki kolun gerekir hani iki nuru evrenin.

Şair ilk üçlükte, kendisini üşüten ölümün soğukluğundan kurtulmanın tek yolunun aşk olduğunu vurgular. Aşk dışında, yaşamdaki hiçbir şey şairi bu soğukluktan kurtarmaya yetmemektedir. “O soğuk, esiyor boşluktan” dizesinde, ölümün ‘soğuk’ sıfatı ile betimlendiğine, ölümün karanlık bilinmezinin ise ‘boşluk’ kelimesi ile vurgulandığına tanık oluruz.

İkinci üçlükte şairin, kendisini ölümün büyüklüğü ile karşılaştırdığı ve bu büyüklük ve gerçeklik karşısında aciz kalışını vurguladığı gözlemlenir. Ancak, hemen sonraki son üçlükte, Poświatowska’mn bu büyüklük karşısındaki silahına, bir başka deyişle yaşamdaki öbür gerçeği olan aşkına sarılması dikkat çekicidir. Şair, ölüm karşısında asla pes etmemektedir. Sevgilinin sevgi ve şefkatle saran kollarını “iki nuru evrenin” şeklinde betimlemesi, aşka verdiği büyük değeri gözler önüne sermesi bakımından dikkate değerdir.

Poświatowska’mn aşağıdaki şiirinde yine Eros ve Thanatos kavramlarının birlikteliği gözlemlenir.

znowu pragnę ciemnej miłości miłości która zabija tak o śmierć modli się

skazany

przyjdź dobra śmierć

rozrzutna bądź jak noc sierpniowa bądź ciepła

dotknij mnie lekko

odkąd poznałam jej prawdziwe imię przygotowuję moje serce

na ostatni urwany wstrząs [121]

yine koyu bir aşk arzuluyorum

bir aşk ki öldüren

ancak böyle yalvarır ölüm için bir mahkum

gel güzel ölüm

bir ağustos gecesi gibi savrulmuş ol

sıcak ol

dokun bana hafifçe

nicedir bilirim ölümün gerçek ismini hazırlıyorum kalbimi o son zayıf vuruşuna.

İlk dörtlükte, ölüme mahkum yaşayan bir şairin hastalık yüzünden değil de, aşk yüzünden ölmeyi yeğleyen haykırışı gözler önündedir. Şair, kendisini ölüm cezası verilmiş bir mahkumla karşılaştırmaktadır. Ölüm cezası verilmiş bir mahkum, kendisine ızdırap veren ölüm bekleyişinde, pes edip bir an önce öldürülmeyi ve böylelikle de bu ızdıraptan kurtulmayı ister.

Ancak, Poświatowska bu bekleyişte ölüme ve ölüm korkusuna boyun eğmemektedir. “Ancak böyle yalvarır ölüm için bir mahkum” dizesi, bu duygusunu vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Şairin başka bir şey için yalvarması olası değildir; o ancak aşk için yalvarır. Yalvardığı aşk ölüm getirecek bile olsa! Bu noktada, Poświatowska’mn, duygu dünyasında bir paradoks yarattığı gözlenir. Ölüme aşkla karşı koyarken, aşk uğruna ölmek daha yücedir şair için.

Poświatowska ikinci dörtlükte ölüme seslenir. Şairin, yaşamının gerçeği olan ölüm beklentisini yaşadıkça, ölüme daha fazla alışmış, onu daha fazla kabullenmiş olduğu gözlenir. Bir önceki şiirde, ‘soğuk’ olarak betimlediği ölümü, bu şiirin ikinci dörtlüğünde ‘güzel ölüm’ olarak betimleyerek çağırması dikkat çekicidir. Bu iki şiirin kronolojik sırasına bakıldığında, bu şiirin şairin hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir kitabı “Oda do Rąk” da yer aldığı, bir önceki şiirin ise, şairin ikinci şiir kitabı “Dzien Dzisiejszy” da yer aldığı görülür.

Nitekim, Poświatowska son dörtlükte ölümü çok uzun zamandır tanıdığını dile getirir ve yaklaşan ölümü hissetmişçesine, hasta kalbini son kez atacağı o ana hazırladığını vurgular. Ölümü böylesine sükunetle karşılaması, ölümü artık bütünüyle kabullenmiş olduğunun da bir göstergesidir.

Ancak, ölümü böylesine kabullenmiş olan şairin, bir başka şiirinde, ölüm karşısında yaşama yakarışı, yaşama sarılışı gözler önündedir. Ne de olsa her insan gibi, şairin de yaşam içgüdüsü ölüme daima üstün gelmektedir.

zawsze kiedy chcę żyć krzyczę gdy życie odchodzi ode mnie przywieram do niego mówię - życie nie chodź jeszcze

jego ciepła ręka w mojej ręce

moje usta przy jego uchu

szepczę

życie

- jak gdyby życie było kachankiem który chce odejść -

wieszam mu się na szyi krzyczę

umrę jeśli odejdziesz [122]

ne zaman yaşamak istesem, haykırırım daima benden uzaklaştığında yaşam ona sokulur derim ki - yaşam

benden henüz uzaklaşma

sıcak eli elimde yaşamın kulağında dudaklarım fısıldarım ona

yaşam

- yaşam hani bir sevgili sanki
çekip gitmek isteyen -

boynuna sarılır haykırırım ona ölürüm, gidersen.

Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide sürekli gidip gelen bir insanın, yaşama yakaran sesinin, haykırışının gözlendiği bu dizeler, aslında üzerinde çok fazla söz edilmesine gerek olmayacak denli açık, naif ve bir o kadar da dokunaklıdır. Şiirin bu denli açık oluşuna rağmen, son bölüm üzerine birkaç söz söylemek, kanımızca yerinde olacaktır.

Şiirin son bölümünde, Poswiatowska’nın, yaşamı ‘çekip gitmek isteyen bir sevgili’ ile özdeşleştirdiği gözlenir. Bu bölümde yer alan dizelerde, şairin, yaşamının gerçeği olan ölüm hükmü karşısındaki çaresizliğini vurgulayışına tanık oluruz.

Yaşam, çekip gitmek isteyen bir sevgilidir adeta ve şair bu sevgilinin boynuna sarılıp kendisini terk etmemesi için yalvarır. Ancak, şair için verilmiş olan ölüm hükmü infaz edilecek, yaşam da bir sevgili gibi çekip gidecektir.

Bu acı bilinçle yaşayan şair, şiirin son bölümündeki yaşamla sevgili özdeşliğini son dizede çarpıcı bir imgesel anlatımla bütünleyip şiire, bir anlamda da yaşamına son noktayı koyar. Yaşamın insandan uzaklaşması, ölümün insana sokulması demektir. Bir sevgili gibi gördüğü yaşamın şairi terk etmesi, şairin ölmesi anlamına gelecektir.

Poswiatowska’nın yaşamla sevgiliyi özdeşleştirmesi, aşksız bir yaşamın, kuru ve hiçbir anlamı olmayan bir yaşam olduğu yolundaki düşüncesini vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Bu imgesel anlatımdan çıkan açık sonuç, yaşamın - şair için- aşkı koşullandırdığı gerçeğidir. Kısacası, şair için yaşamak, aşk demektir. Aşk çekip giderse, ölüm gelir koşa koşa ve yaşamın yerini alır. Poświatowska yaşamı, dolayısıyla aşkı ne kadar fazla solursa, ölümden o denli uzak olacaktır.

Poświatowska’mn, aşağıdaki şiirinde yine aşka seslenişi, aşka çağrısı gözler önündedir.

czekałam długo wspierałam włosy na ręce podpórkę robiłam włosom

z moich rąk samotnych z palców usta oszukiwałam pieszczotą kolorowej szminki

czekajcie - mówiłam ustom - przyfruną pocałunki

opadną rojem pszczół w wasze różowe wnętrze

i piersi dotykałam ręką szeptałam w uniesione końce czekajcie - przyjdzie ten w którego rąk zagłębieniu znajdziecie przystań spokojną i nóg strzelistym wieżom odwróconym w dół kłamałam - przyjdzie

i drżały - wierząc

teraz - rzucam to wszystko w chłodną taflę lustra jak w głęboki staw

i odwracam twarz i się śmieję 

uzun süre bekledim

dayadım elimi başıma dayanak yaptım saçlarıma parmaklarımı, yalnız ellerimi

aldattım dudaklarımı okşamasıyla renkli rujun

bekleyin - dedim dudaklarıma - uçuşup gelecek öpücükler

konacaklar

balalılarının uçuşuyla sizin pembe aralığınıza

ve dokundum göğüslerime elimle kalkmış uçlarına fısıldadım bekleyin, o

hani geniş omuzlarında

dingin bir liman bulacağınız sevgili, gelecek ve bacaklarımın doruğundaki

aşağı dönük kubbeye yalan söyledim - gelecek ve titredi bacaklarım inanarak

şimdi fırlatıyorum her şeyi soğuk, pürüzsüz yüzeyine aynanın derin bir gölete fırlatır gibi

çeviriyorum yüzümü ve gülümsüyorum

Poświatowska’nin, sevgiliyi, dolayısıyla aşkı bekleyişini yansıtan bu şiirinde, erotik öğeler kullandığı gözlenir. Kalbinden ağır derecede hasta da olsa, şair seksüel arzuları olan genç bir kadındır; her genç kadın gibi, seksüel arzularının karşılanmasını ister. Ve bu uğurda sevgilinin yolunu gözlemektedir.

Ancak, beklenen sevgili gelmeyecektir. Poświatowska’nm, seksüel arzularını sevgiliyle karşılaması sağlığı açısından son derece sakıncalıdır. Şair bunu bilse de, aşk isteyen haykırışlarını dindirmek için bedenine yalan söyleyerek, onu oyalar. ‘Aldattım’ ve ‘yalan söyledim’ ifadeleri, bu durumu vurgulamaları bağlamında önemli ve dikkat çekicidir. Bu bağlamda da şiirde, bir kadının seksüel arzularını kendi kendine gidermesi betimleriyle karşılaşıyoruz.

İlk dörtlükte şair, sevgiliyi bekleyişi sırasındaki yalnızlığını gözler önüne serer. Bu bekleyiş uzun, sıkıntılı ve sabırsız bir bekleyiştir.

Poświatowska’nm, şiirin ikinci bölümünü oluşturan dizelerden başlayarak erotik öğelere geçiş yaptığı ve bu öğelerin imgesel dozunu üçüncü ve dördüncü bölümü oluşturan dizelerde daha da arttırdığı gözlenir.

Sevgilinin öpücüklerinin, şairin dudaklarına konacak olması telkini ve fantezisi ile başlayan bu erotik öğeler, göğüslere, oradan da kadınlığa iner. Bu bağlamda, “ve dokundum göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım / (...) / ve bacaklarımın doruğundaki /aşağı dönük kubbeye” dizeleri önem kazanır.

Şiirin son dörtlüğünde, Poświatowska’nin bu nafile bekleyişe son verdiği gözlenir. Umudu tamamen tükenmiş, hayal kırıklığına uğramış, hüzünlü bir kadının sesidir bu dizelerde çınlayan ses. Gelmeyeceğini bilmesine rağmen, bir umut beklediği sevgili, şairin son umudunu da tüketmiştir gelmeyişiyle. Şair elindeki son umudu da fırlatıp atar “soğuk,pürüzsüz yüzeyine aynanın” ve “derin bir gölete fırlatır gibi” savurduğu bu son umut kırıntısını o derin gölete, bir daha su yüzüne çıkmamacasına gömmek ister.

Son dizede, bir aşkın, bir aşk bekleyişinin bitiminde duyulan hüzün ve çaresiz bir boş veriş gözler önündedir; ‘ve gülümsüyorum’ ifadesi, bu boş verişi vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir.

Bedensel arzularının sevgili tarafından karşılanamıyor olması durumu, Poświatowska’ya acı verir ve şairi bedeninden kaçışa sürükler. Bu kaçış, cansız, ruhsuz ve arzusuz bir mankene dönüşme isteği ile kimlik bulur.

Manekiny manekiny mają ślepe piersi kształt łydek jak napięta struna dzwiecząca wiecznie chłodnym tym samym tonem manekiny mają włosy skończone a twarze szczupłe zapatrzone w siebie spod przymkniętych powiek manekiny pogardzają tłumem nie drżą w istnieniu doskonałe nieruchome rozpościerają palce chwil nad mijającą barwą jedwabiu z twarzą przyklejoną do szyby

pod suknią

pod szeleszczącą suknią

jestem wspaniałym elastycznym manekinem [123]

Mankenler

göğüsleri kördür mankenlerin

baldırlarının biçimi gergin bir tel gibidir hani ebediyen çınlayan soğuk ve aynı tonla

muhteşem saçları vardır mankenlerin

ve incedir yüzleri

hani kendilerine bakan

örtülü gözkapaklarının altından

mankenler

alay ederler kalabalıkla titremezler varoluşta, muhteşem hareketsiz parmaklarını açarlar anların ipeğin geçip giden rengi üzerinde yüzü cama yapıştırılmış giysinin altında

hışırdayan giysinin altında

muhteşem esnek bir mankenim ben

Poświatowska’mn, yaşadığını duyumsayabilmesi için, sağlıklı insanlar gibi yaşama tümüyle katılması, yaşamdaki tüm etkinlikleri gerçekleştirebiliyor olması gerekmektedir. Ancak, şair, hastalığı nedeniyle, yaşamın pek çok etkinliğinden kendisini soyutlamak zorundadır. Bu koşullar, Poświatowska’mn kendisini ruhsuz ve cansız bir mankenle özdeşleştirmesi sonucunu doğurur. Poświatowska bu özdeşleştirmeyi şiirin son dizesinde açık bir biçimde sunar, okuyucusuna.

Şiirin ilk dizesi, şair için bir tapınma unsuru olan göğüsleri içermesi bağlamında seksüel aşkı betimlemektedir. Poświatowska’mn ‘göğüslerin kör olması’ betimiyle vurgulamak istediği, kendisinin seksüel aşkı yaşayamaması yüzünden, göğüslerinin seksüel bir aşk sırasındaki işlevini gerçekleştirmediği düşüncesidir.

Poświatowska “baldırlarının biçimi gergin bir tel gibidir”, “muhteşem saçları vardır mankenlerin / ve incedir yüzleri” dizeleriyle mankenlerin fiziksel özelliklerini betimlerken, aynı zamanda kendi genç, diri ve güzel bedenini de betimler. Ancak, her ne kadar görünümleri muhteşem ve diri de olsa, mankenler ruhsuz ve cansızdırlar.

“yüzü cama yapıştırılmış / giysinin altında / hışırdayan giysinin altında / muhteşem esnek bir mankenim ben” dizelerinde Poświatowska, kendisinin dış dünyayı, tıpkı bir vitrin mankeni gibi camın ardından izlediğini vurgular. Bu dizeler iki anlamlı bir betim sunar okuyucuya. Bu anlamların ilki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Poświatowska’mn, yaşamı sağlıklı insanlar gibi yaşayamıyor, sağlıklı insanların yaşam içerisinde gerçekleştirdiği en basit ve en temel etkinlikleri gerçekleştiremiyor olduğu gerçeğinin altını çizer. O uzun süre ve hızlı yürüyemez, koşamaz, merdiven çıkamaz, hızlı dans edemez, heyecanlanamaz.

İkinci anlam ise, Poświatowska’mn tedavi amacıyla sürekli olarak ve sıklıkla bir hastane ya da bir sanatoryumda kalmak zorunda olmasıdır. Hastane ve sanatoryumlarda olduğu zamanlarda yine yaşamdan soyutlanmış bir Poświatowska söz konusu olmaktadır; şair, yaşamı yine bir hastane ya da sanatoryum penceresinin ardından izler.

Cansız bir mankene dönüşmek isteyen bu kadın, Poświatowska’nin dünyasında yalnız olmasına karşın, yalnız değildir aslında. İşte bu noktada, Poświatowska’nin şiirinde önemli bir yer edinmiş olan doğa öğesi ortaya çıkar. Tüm doğa kadınla vardır ve kadının içinde saklıdır. Doğa, tıpkı kadın gibi, etkinlik ve yaratım merkezidir. Poświatowska kadınla doğa arasında bir eşitlik işareti olarak durur. Doğa ve kadın bedeni birbirlerinin içine sızarlar. [124]

W środku mnie rasta się drzewo gałęzie ciasno przylegają do moich zył korzenie krew moją piją brunatnieją zaschłe usta moje w środku mnie panoszy się głód jak żołnierz pośród zdobytego miasto

dzień jest biały jak rozżarzona krew bez horyzontu na którym

mogłabym postawić swoją miłość powiedzieć żyj [125]

İçimde bir ağaç yeşeriyor dal budak sarıyor olabildiğince sınırlı damarlarımın yanı başında kökler kanımı içiyorlar koyu kahverengiye bürünüyor kurumuş dudaklarım içimde açlık hüküm sürüyor

fethedilmiş bir kentin ortasındaki asker gibi

gün beyaz

kızdırılmış kan gibi ufuksuz

hani dikebilirdim ya ona aşkımı

yaşa diyebilirdim

Poswiatowska’nın imgelemindeki ağaç, kadın, yeşil ise yok olmamaktır.[126] Yukarıdaki şiire bu açıdan bakıldığında, Poswiatowska’nın içinde yeşeren ağacın bir kadının aşık olma arzusunu betimlediğine, ağacın yeşilinin de şairin yok olmama, ölmeme isteğini vurguladığına tanık oluruz.

Şiirde sözü edilen açlık ise, aşka duyulan açlıktır. Poswiatowska’nın dünyasında aşk, yaşam demek olduğundan, şairin bu açlığı aynı zamanda yaşama duyulan açlık anlamındadır. Poswiatowska’nın aşka, dolayısıyla yaşama duyduğu bu açlığını, “fethedilmiş bir kentin ortasındaki asker”e benzeterek oluşturduğu metafor, şairin bu açlığının ne denli zorbaca olduğunu vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Dolayısıyla, şiirin genel dokusunda, aşkın gücüyle yaşamda kök salma, yaşamı fethetme isteğinin vurgulanışına tanık oluruz.

Poswiatowska’nın, bir başka şiirinde, üzerindeki ölüm hükmünün ağırlığını daha yoğun hissettiği gözlemlenir.

odkąd ptaki odfrunęły z moich słów

i gwiazdy zgasły

nie wiem jak nazwać

strach i śmierć i miłość

przyglądam się dłoniom

bezradne

oplataj ą jedna drugą

i moje usta milczą

bezimienne

wyrasta nade mną niebo

i coraz bliższa

bez imienia

ziemia rozkwita [127]

kaç zamandır uçtu sözcüklerimden kuşlar ve söndü yıldızlar

bilmiyorum nasıl adlandırmalı

korkuyu, ölümü ve aşkı

bakıyorum avuçlarıma

çaresizler

sarıyor biri diğerini

ve susuyor dudaklarım

isimsiz

gökyüzü büyüyor üzerimde

ve gitgide daha yakın olan

isimsiz

toprak çiçekleniyor.

İlk dörtlüğün ilk iki dizesi, şairin yaşama sıkı sıkıya sarılan ellerinin gevşediğini vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Sonraki iki dizede ise, şairin artık aşk-ölüm-ölüm korkusu üçgenindeki duygularının karmaşıklaştığı gözlenir.

İkinci dörtlükte Poświatowska’mn, yaşamın avuçlarından kayıp gidişini çaresizlikle izlediğini vurgulayışına tanık oluruz. Son üçlükte şair, yaklaşan ölümünü hissetmişçesine, öldüğünde bedeninin karışıp bütünleşeceği toprağın, dolayısıyla ölümün gittikçe daha fazla yakınlaştığını vurgular. “ve gitgide daha yakın olan ” dizesinin, ölümün yakınlığını vurguladığını gözlemleriz.

Toprağın çiçeklenmesi baharı simgelemektedir, ancak çiçeklenen bu toprak, kısa bir süre sonra şairin cansız bedenini saracaktır. Şairin, toprağı ‘isimsiz’ kelimesi ile betimlemesi de bu anlamda önemlidir. Şair için mevsim bahar değil, hazan mevsimidir.

Poświatowska’mn aşağıdaki şiirinde, ölüme iyice yaklaşmış olan bir insanın ruh durumu gözler önündedir.

całe twoje ciało

nie nakarmi jednego westchnienia

niespokojnego oceanu

ptaki

zbierają się na ucztę z twojego ciała

a ty je przyciskasz do obcych ust

i w ciepłym dotyku

podwajasz

swoje tętniące jestem

przysiadła na wierzchołku masztu mewa kracze [128]

senin tüm bedenin

beslemez içinde tek bir soluğu bile ve tedirgin bir okyanusu

kuşlar

toplanıyorlar ziyafeti için

bedeninin

ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara

ve sıcak bir dokunuşta arttırıyorsun iki kat kalp atışlarını

oturmuş direğin tepesine bir martı, çığlık çığlığa

Poświatowska’nin, aşk ve ölüm arasında gidip geldiğini, ancak ölümün daha ağır bastığını gözlemlediğimiz bu şiirini, sağlık durumunun hayli bozuk olduğu, dolayısıyla da duygularında karamsar olduğu bir dönemde yazmış olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Bu noktadan yola çıkarak, şairin, bu şiiri ölümünden kısa bir süre önce kaleme almış olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Nitekim, şiirin ilk iki dizesinde Poświatowska, nefes almakta güçlük çektiğini vurgular.

Şiirin bütününde kendisine seslenen şair, üçüncü dizede, ruhunu ‘tedirgin bir okyanus’ olarak betimleyerek, yoğun bir imgesel anlatım yaratır. Şairin ruhu tıpkı bir okyanus gibi uçsuz bucaksızdır, bu okyanusta her türlü heyecana, serüvene yer vardır. Ancak, şairin bu okyanusu ‘tedirgin’ olarak betimlemesi, bu heyecanları ve serüvenleri yaşama konusundaki huzursuzluğunu dile getirmesi bağlamında dikkat çekicidir. Poświatowska’mn bedenine ve ruhuna heyecanlar yaşaması yasaktır ne de olsa. Bedeni, hastalık nedeniyle, ruhunun arzularını doyuramamaktadır.

Sonraki üç dizede ise, ölümün yaklaştığını vurgular şair. Öldüğünde cansız düşecek olan bedeninin kuşlar için bir ziyafet niteliğinde olacağını belirterek, yine yoğun bir imgesel anlatımla ölümü bekleyişini yansıtır okuyucuya. Kuşların şairin cansız bedeni için toplanıyor olmaları, ölümün çok yakın olduğunu vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir. Poświatowska’mn ‘kuşlar’ olarak betimlediği, kuzgunlardır. Avrupa kültüründe, dolayısıyla Polonya kültüründe uğursuzluğun, özellikle de ölümün simgesi olan bu kuşlar, şairin ölümün çok yakın oluşunu bir kez daha vurgulaması bağlamında önemlidir.

Erotik bir anlatıma sahip ve dolayısıyla seksüel aşkın göstergesi olan “Ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara” dizesi, şairin, bu ızdıraplı ölümü bekleyişi sırasında, yaşama tutunmak için aşka sığındığı gerçeğini dile getirmesi bağlamında önemli, bir o kadar da dokunaklıdır.

Şair artık ölümle yaşam arasındaki ince çizgide gidip gelmektedir ve ölümün gölgesini, soğukluğunu kendisinden bir an olsun uzak tutabilmek için seksüel aşka sığınmaktadır. Çünkü Poświatowska için seksüel aşk, yaşadığını hissetmesi için gerekli olan tek şey, ölümü bekleyen bir yaşamın tek etkinliğidir. Sevgiliyle seksüel bir yakınlaşma şairin yaşamını kısa bir an olsun uzatacak, sevgilinin sıcak bir dokunuşu şaire soluk ve yaşam verecektir.

Poświatowska bu seksüel yakınlaşmanın kiminle olduğunun önemli olmadığını, ‘yabancı dudaklar’ betimi ile vurgular. Önemli olan seksüel aşkın kiminle olduğu değil, seksüel aşkın kendisidir.

Şiirin son iki dizesi, yine ölümü çağrıştırması bağlamında önemlidir. Türk kültüründe uğursuzluk, kötü bir olay ya da kötü bir haber simgesi olarak kabul edilen baykuş, Avrupa ve Polonya kültüründe yerini, yukarıda da belirtildiği gibi, kuzguna bırakır.

Ancak, şairin bu şiirinde kuzgun yerine martıyı kullanmış olduğu gözlenir. Martı, renginin beyaz olması nedeniyle, umudun sembolüdür. Ancak, martının bir direk tepesinde çığlık çığlığa oluşu, yine, ölümün çok yakın olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü bilindiği gibi, martılar değil, kuzgunlar ölmüş bir bedenin başında haykırırlar.

Poświatowska’nin kuzgun yerine martıyı ölüm simgesi olarak kullanarak, yoğun bir imgesel anlatım oluşturduğu gözlenir. Şairin yaşamaya dair küçük de olsa bir umudu varsa da, yaklaşmış olan ölümün soğuk soluğu bu umudu da tüketmiştir. Kısacası, Poświatowska’mn içinde beslediği yaşam umudu bile ölüm çığlıkları atmaktadır.

Poświatowska’mn      aşağıdaki şiirinde yine Eros ve Thanatos birlikteliğigözlemlenir

czekam na ciebie obok tej nocy

która przysiadła na sąsiednym krawężniku i ciemne usta podpiera

i ma postać Murzynki

chmurne oczy

na policzku cień liścia palmowego

mówię tej nocy - nie dzwoń złotem gwiazd uspokój w fałdach sukni wiatr

czekaj

przecież wiesz że on przyjdzie

jak deszcz co myje włosy

wyschniętego na słońcu drzewa 

seni beklerim yanı başında bu gecenin hani bitişik kaldırımda oturmuş olan ve karanlık dudaklara destek veren alttan ve bir zenci kadın görünümünde olan bulutlu gözleri yanağında palmiye yaprağının gölgesi şöyle diyorum geceye - altın yıldızlarla yanıp sönme sakinleş giysisinin kıvrımlarında rüzgarın bekle biliyorsun ya onun geleceğini saçlarını yıkayan bir yağmur gibi güneşte kurumuş bir ağacın

Poświatowska, bir sevgili, başka bir deyişle aşk beklentisi içindedir. Şiirin ilk dizesinde ‘seni beklerim’ ifadesiyle, şairin sevgiliye, aşka seslendiği gözlenir.

Şiirin ilk bölümünde, bir gece betimiyle karşılaşırız. Bu betimde, gecenin ölümü simgelediği gözlenir. Poświatowska, aşkı ölümün gölgesinde beklemektedir. Gecenin bitişik kaldırımda oturmuş olması betimi, ölümün şairin yanı başında çöreklenerek, şairi bekliyor olduğunu vurgulaması bağlamında dikkat çekici bir metafor oluşturmaktadır.

Gecenin karanlık dudaklara destek vermesi betimi ile Poświatowska, kalp hastalarının mor, bir anlamda koyu dudaklara sahip olmalarına işaret eder. Dudakların koyu rengi, ölümün kol gezdiğini vurgular niteliktedir.

Şair, gecenin bir zenci kadın görünümünde olması betimi ile, ölümün karanlığını vurgular. Bu betimin, metafor içinde metafor oluşturduğunu söylemek, yanlış olmasa gerek. İlk metafor gecenin zenci bir kadına benzetilmesi ile oluşturulmuşken, ikinci metafor zenci kadının karalığı ile ölümün karanlığı arasındaki bağla ortaya çıkmaktadır. Gecenin bulutlu gözlere sahip olması betimi ise, ölümün, ölüm duygusunun kederini vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir.

Şiirin ikinci bölümünde, Poświatowska’nin geceye, yani ölüme seslendiği gözlenir. Şairin ölümden bir dileği vardır: ölümün kendisine sokulmamasını ister. Bu isteğini “altın yıldızlarla yanıp sönme / sakinleş elbisesinin kıvrımlarında rüzgarın / bekle” dizeleriyle vurguladığına tanık oluruz. Şair “altın yıldızlarla yanıp sönme” dizesiyle, ölümün çok yakın olduğunu vurgulamaktadır. Dilimize, şiirsel bir anlatım yakalamak kaygısıyla ‘yanıp sönme’ şeklinde çevirdiğimiz bu betim, şiirin orijinalinde ‘dzwonić’ fiili ile ifade edilmiştir. Bu fiilin anlamı dilimize ‘çalmak, sinyal vermek’ olarak aktarılmaktadır. Dolayısıyla, Poświatowska’mn bu dizeyle ölümün çok yakın olduğunu vurguladığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim, bu şiir şairin hayattayken yayımladığı üçüncü ve son şiir kitabında yer almaktadır.

“Sakinleş giysisinin kıvrımlarında rüzgarın” dizesinde yer alan ‘rüzgar’ kelimesinin, bir anlamda yaşamı simgelediğini söylemek, yanlış olmasa gerek. Şair, üzerine dolu dizgin gelen ölümün, içinde duyduğu yaşama isteği karşısında sakinleşmesini istemektedir, adeta.

Ölüme “bekle” şeklinde seslenen şair, sevgilinin geleceği telkini ile ölümü oyalamaya, onu durdurmaya çalışır. Ancak, sevgilinin gelişi “güneşte kurumuş bir ağacın saçlarını yıkayan bir yağmur gibi” nafile olacaktır. Bu dizelerde şairin kendisini güneşte kuruyup ölmüş bir ağaçla özdeşleştirdiğine tanık oluruz. Ağaç artık kurumuştur ve nasıl ki yağmurun kurumuş bir ağacın dallarını, ağacı canlandırmak adına yıkaması boşuna bir çabaysa, sevgilinin-aşkın gelişi de aslında şair için nafile olacaktır. Poświatowska’mn gerçek sevgilisi, ölümdür.

Şairin, bir başka şiirini tanrıya yakarışı biçiminde kaleme aldığını gözlemleriz.
powlokłam lakierem poznokcie

i moje palce błyszczą

panie mój bądź miłościw

moim myślom

obrysowałam ciemną kredką powieki

i niebo gwiaździste odbija się w mym spojrzeniu panie mój bądź miłościw

memu pragnieniu

przywitałam cię pocałunkiem

najprościej

panie mój bądź miłościw

mojej miłości 

cilaladım tırnaklarımı

ve parıldıyor parmaklarım

merhamet et tanrım

düşüncelerime

boyadım koyu bir kalemle göz kapaklarımı ve yansıyor yıldızlı gökyüzü bakışlarıma merhamet et tanrım

şu arzuma

karşıladım seni öpücüklerle

en yapmacıksız biçimde merhamet et tanrım

aşkıma.

Bu dizelerde hem duygusal hem de fiziksel olarak aşka hazır bir kadın gözler önündedir. Şair, bir sevgilinin, bir aşkın gelişi için kendisini hazırlamıştır.

Poświatowska aşk istemektedir, ancak yaşamak istediği aşkın önünde bir engel vardır: ölüm. İşte bu noktada şair tanrıya yakarır ve ondan, kendisi için verilmiş olan ölüm hükmünün kaldırılması konusunda merhamet dilenir. Şiirin her dörtlüğünde tekrarlanan “merhamet et tanrım” dizesi, şairin bu ölüm hükmü karşısındaki çaresizliğini vurgulaması bağlamında dikkat çekici ve bir o kadar da dokunaklıdır.

Poświatowska’nin, bir başka şiirinde doğa motifleri kullanarak, Eros’u işlediği gözlemlenir. Bu Eros elbette ki Thanatos’un gölgesindedir.

liściu

osłoń mnie zielenią

jestem jesienne nagie drzewo

z zimna drżę

wodo

napój mnie

jestem piaskiem

gorącej suchej pustyni

wiatr mnie przegarnia ręką

ogrzej mnie

ty który jesteś słońcem

przed którym stoję

ukryta w słowach jak w drzew cieniu

żródło bijące [129] yaprak

siper ol bana yeşilinle

çıplak bir sonbahar ağacıyım ben

soğuktan titreyen

su

sula beni

kumuyum ben

sıcak, kuru bir çölün

rüzgar kucaklıyor beni eliyle

ısıt beni

sen, güneş olan

önünde durduğum

kelimelerde saklı biçimde, hani ağaçların gölgesindeki atan bir kaynak gibi

İlk dörtlükte şair, kendisini soğuktan titreyen çıplak bir sonbahar ağacı olarak betimleyerek, neredeyse cansız olduğunu ve ölümün soğuğuyla üşüdüğünü dile getirmek ister. Bu doğrultuda da, şair tıpkı bir ağacın soğuktan korunabilmek için yaprağın yeşiline sığınması, yapraklarla yeniden yaşam bulması gibi, aşkın gücüne sığınır. Bu bağlamda, yaprak aşkı simgelemektedir. Nasıl ki kurumuş bir ağaç için yeşil yapraklar yaşam, canlılık demekse, ölümün soğuğunda üşüyen şair için de aşk, yaşam demektir.

İkinci dörtlükte, Poswiatowska’nın kendisini bir çölün kumu olarak betimlediğine tanık oluruz. Şair, çölde rüzgarla oradan oraya savrulan kum taneleri gibi, ölümle yaşam arasında savrulmaktadır. Bu dizelerde yer alan su, nasıl ki çölde bir yaşam kaynağı ise, aşk da şair için bir yaşam kaynağı, yaşam bağışlayan bir duygudur. Bu doğrultuda, Poswiatowska’nın kullandığı su imgesi ile yine aşkı simgelediği gözlemlenir.

Şiirin son bölümünde şairin sevgiliye seslendiği gözlenir. Poświatowska sevgili, bir başka deyişle aşk ile yine bir yaşam kaynağı olan güneşi özdeşleştirir. Kendisini de ‘ağaçların gölgesinde atan bir kaynak gibi kelimeler içinde saklı’ olarak betimlediğine tanık oluruz. ‘kelimelerde saklı’ ifadesi, sevgiliye aşkını itiraf etmemesi şeklinde açıklanabilir. Şair, aşkını itiraf edemediği, ancak, kelimelerinden anlamasını beklediği sevgiliden aşkıyla kendisini ısıtmasını, kendisine tıpkı bir güneş gibi yaşam bağışlamasını ister.

Görüldüğü üzere şair, şiirin tümünde aşkla su, güneş ve yaprak gibi yaşam kaynaklarını özdeşleştirerek, kendisi, yaşaması için aşkın önemini vurgulamaktadır.

Poświatowska’nin aşağıdaki şiirde yine yaşamının iki gerçeği -Eros ve

Thanatos’u işlediği gözlemlenir.

kiedy umrę kochanie gdy się ze słońcem rozstanę

i będę długim przedmiotem raczej smutnym

czy mnie wtedy przygarniesz

ramionami ogarniesz

i naprawisz co popsuł los okrutny

często myślę o tobie

często piszę do ciebie

głupie listy - w nich miłość i uśmiech

potem w piecu je chowam płomień skacze po słowach

nim spokojnie w popiele nie uśnie

patrząc w płomień kochanie myślę, co się też stanie

z moim sercem miłości głodnym

a ty nie pozwól przecież

żebym umarła w świecie

który ciemny jest i który jest chłodny [130]

öldüğümde sevdiğim güneşe veda ettiğimde

ve uzun bir mevzu olduğumda, daha doğrusu hüzünlü

okşar mısın beni o zaman da sarar mısın kollarınla

ve onarır mısın zalim kaderin bozduğunu

seni düşünüyorum çoğu zaman sık sık yazıyorum sana

aptalca mektuplar - içlerinde aşk ve tebessüm

sonra sobaya atıyorum onları sıçrıyor alevler kelimeler üzerinde

küllerin üzerinde uyumadan önce

alevlere bakarken sevdiğim

ne olacağını düşünüyorum bir yandan da aşka aç yüreğimin

ama sen izin verme sakın ölmeme bu dünyada hani karanlık ve soğuk olan

Poświatowska’nin, bu şiirinde sevgiliye seslendiği gözlenir. Şiirin ilk iki üçlüğünde şairin sevgiliye dokunaklı ve trajik bir tonda sorular yönelttiğine tanık oluruz. Bu sorularda Poświatowska’mn aşka, sevgilinin şefkatine duyduğu gereksinim gözler önündedir. Öyle ki, sevgilinin verdiği aşkı ve şefkati, olası olmadığını bilse de, ölümden sonra da arzu etmektedir.

Ölüm giderek yaklaşmaktadır ve durması, durdurulması olası değildir. Ancak, şair henüz aşka doyamamıştır. Aşk, Poświatowska için yaşam olduğuna göre, şair yaşama doymamıştır. Şiirin beşinci üçlüğünde yer alan “aşka aç yüreğimin” dizesi, bu durumun altını çizmesi bağlamında dikkat çekicidir.

Şiirin son üçlüğünde Poświatowska’mn, sevgiliye adeta yakarışı gözler önündedir. Şairin, ölümün gölgesinde yaşadığı hayatı karanlık ve soğuk olarak betimlemesi, yine ölümün soğukluğunu ve karanlık bilinmezini çağrıştırması bağlamında dikkat çekicidir. Sürekli olarak bir ölüm beklentisi içinde yaşayan Poświatowska, her gün biraz daha ölmektedir, bir anlamda.

Sevgiliden, kendisini sevmeye devam ederek, ölmesine izin vermemesini ister. Çünkü şair için sevgilinin aşkı, sevgisi şairi ölüm karşısında ayakta tutan tek güçtür. Poświatowska sevgiliye dolaylı yoldan ‘beni sev ki, yaşayayım’ der.

Eros-Thanatos birlikteliğinin yer aldığı bir başka şiirinde Poświatowska sevgiliye, dolayısıyla aşka seslenmektedir.

chciałabym cię zobaczyć raz jeszcze raz jeszcze

przed wieczorem

chciałabym przeżyć jeszcze jedno lub nawet dwa życia żeby móc cię zobaczyć

i tamten ból

który mnie wyniósł na rozżarzony piasek

i tamten deszcz

kwietniowej niepogody

i ją zdyszaną podążającą wiernie

wszystkimi moimi śladami

odwracając głowę na zakrętach krzyczę

żeby nie śmiała przyjść bez ciebie [131]

bir kez daha görmek isterdim seni bir kez daha

akşam üstü

bir yaşam daha yaşamak isterdim

hatta iki yaşam

seni görebilmek için

ve şu ağrıyı

hani taşıyan beni

kızgın kuma

ve şu yağmurunu

kapalı nisan havasının ve ölümü, hani soluk soluğa ve inançla yönelmiş olan tüm izlerime benim

çevirip başımı dönemeçlerde haykırıyorum

sensiz gitmenin cesaretsizliğiyle

Şiirin ilk üçlüğünde sevgiliye, aşka seslenen şair, onu bir kez daha görebilmek, yaşayabilmek istediğini dokunaklı bir tonda fısıldar, adeta. ‘Bir kez daha’ ifadesinin aynı üçlükte iki kez tekrarlanması, şairin olası olmayan, olası olmadığını bildiği bir durumu, yaşama isteği konusundaki özlemini vurgulaması bağlamında dikkat çekicidir.

Şair, şiirin ikinci üçlüğünde sevgiliyi görebilmek, bir başka deyişle bir aşk yaşamak için bir kez, hatta iki kez daha dünyaya gelmek istediğini vurgular. Bu ise, şairin aşka ne denli aç, tutkun olduğunu gözler önüne sermesi bağlamında dikkat çekicidir. Ne de olsa aşk, şairin ölüm hükmü karşısındaki tek silahıdır.

Şiirin üçüncü üçlüğünde Poswiatowska’nın, yaşadığı yaşamı her şeye rağmen kabullendiği, sevdiği duygusu karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, hastalığından dolayı çektiği ve kendisine ızdırap veren fiziksel acıları bile, olmasını düşlediği ikinci, hatta üçüncü yaşamında da yaşamak ister.

Şiirin dördüncü üçlüğünde şairin, bu yaşamında soluğunu ensesinde sürekli hissettiği ölümü bile ikinci, hatta üçüncü kez yaşamak istediğini vurgulayışına tanık oluruz.

Ancak, Poświatowska’nin bu dizelerde ölüm kelimesini kullanmadığını, bu kelimenin yerini alan zamirini kullandığını gözlemleriz. Lehçede ölüm kelimesi dişi bir kelimedir ve bu kelimenin işaret zamiri ‘ona’ (o) dır. Şiirin orijinalinde yer alan ‘ją’ (onu) ifadesi, ‘ona’ zamirinin çekime girmiş hali olup ölümü işaret etmektedir. Bu nedenle, anlamda açıklık yaratmak amacıyla, şiirin çevirisinde, ‘onu’ işaret zamiri yerine ‘ölümü’ kelimesi kullanılmıştır.

Dolayısıyla, şairin ölüm kelimesini bilinçli olarak kullanmadığını, kendisini bu kelimenin ürperten etkisinden bir anlamda korumaya çalıştığını söylemek, yanlış olmasa gerek. Bu durum ise, dizelerde yansıtılan duygu bağlamında bir çelişki yaratmaktadır. Poświatowska bir aşk (daha) yaşamak uğruna ölümü bile ikinci, hatta üçüncü kez yaşamayı göze alırken, bu kelimeyi kullanmaktan kaçınır.

Ölümün şairin tüm izlerine inançla ve soluk soluğa yönelmiş oluşu betimi, ölümün şairi kucaklama konusundaki ısrarının ve acelesinin vurgulanması bağlamında dikkat çekici bir metafor sunmaktadır, okuyucuya. Ölüm infazı, şairin genç yaşında kesin olarak gerçekleşecektir.

Şiirin son üçlüğünde aşksız ölmenin, bir başka deyişle sevgilinin yokluğunda ölmenin şaire verdiği acı gözler önündedir. “Çevirip başımı dönemeçlerde” dizesi, şairin ölüme doğru yürüdüğünü vurgular niteliktedir. Şair ölüme giden yoldadır ve ölümle yaşam arasındaki her dönemeçte, her kesişmede, bir başka deyişle, her kritik anda gözleri, yanında kendisine cesaret veren bir yoldaş olarak gördüğü aşkı aramaktadır.

Ancak, o yoldaş - aşk, sevgili yoktur, Poświatowska’nin yanında ve bu durumun verdiği cesaretsizlikle ölüm karşısında durmakta, kaçınılmaz sonu beklemektedir artık. “haykırıyorum /sensiz gitmenin cesaretsizliğiyle” dizeleri, şairin bir panik içinde olduğunu yansıtmaları bağlamında dikkate değerdirler.

Poświatowska’mn, bir başka şiirinde, sevgili ile soru-yanıt biçiminde bir diyalog içinde olduğunu gözlemleriz. Şair yanıt veren taraftır ve bu soru-yanıt formu içinde Eros ve Thanatos kavramlarını işlediği gözlenir.

kto pomalował twoje policzki

że płoną

to świt ubarwił moje policzki

czerwono

a kto pociemnił twoje źrenice

że gasną

to zmierzch pociemnił moje źrenice

jasne

a kto ci oddech zatrzymał w krtani

o miły

twoje to usta i twoje ręce

sprawiły [132] kim boyadı ki yanaklarını

yanıyorlar.

şafak boyadı yanaklarımı

kırmızıya.

ya kim kararttı ki gözbebeklerini

sönüyorlar.

alacakaranlık kararttı göz bebeklerimi

aydınlık göz bebeklerimi

ya kim tuttu boğazında soluğunu

ah sevdiğim,

senin dudakların ve ellerin

yaptı bunu.

Sevgilinin, yanaklarının neden yanıyor olduğu yolundaki ilk sorusu karşısında şair, bunun gerekçesi olarak şafağı gösterir. Sevgilinin ikinci sorusu, şairin gözbebeklerinin neden karardığı yolundadır. Bu soruya şairin yanıtı alacakaranlık olur.

Ancak, sevgilinin üçüncü sorusu, şairin soluk almakta güçlük çektiğini ortaya koyması bağlamında dikkat çekicidir. Poswiatowska’nın bu soruya verdiği yanıt, iki sevgili arasında yaşanan seksüel bir yakınlaşmayı gözler önüne sermektedir. Şair soluk almakta güçlük çekme nedenini, sevgilinin dokunuşları ve öpüşleri olarak gösterir.

Bir kalp hastası olan Poświatowska’ya özellikle fiziksel heyecanlar yaşaması yasaktır ve şair böylesi anlar yaşadıktan sonra neredeyse ölümün eşiğine gelmektedir. Ancak, bu duruma rağmen, Poświatowska’nm aşkı, seksüel aşkı ve aşk uğruna ölmeyi, hastalık sonucu ölmeye yeğlediğini, hatta aşk uğrunda ölmeyi yüceltip kutsadığını gözlemleriz. Bu duygu, şiirin tüm dokusuna sinmiş durumdadır.

Şair, sevgiliyle yaşadığı seksüel yakınlaşma sonrasında bedeninde ortaya çıkan olumsuz değişimlerin nedenlerini şafak ve alacakaranlık gibi başka unsurlara yükleyip hastalığını sanki anımsamak bile istemez. Onun ölümü, aciz bir hastalık değil, ancak aşk yüzünden olabilir. Poświatowska hastalık sonucu ölmeyi sıradan bir ölüm, aşk uğruna ölmeyi ise kutsal bir ölüm şekli olarak görmektedir, adeta. Bu doğrultuda da, aşk uğruna ölümü yücelttiğine tanık oluruz.

Poświatowska’nin sevgiliye, dolayısıyla Eros’a seslendiği gözlenen bir başka şiirinde, sevgiliye yöneltilmiş ve şiirin tüm dokusuna sinmiş bir yakarış gözler önündedir.

jeśli chcesz mnie zatrzymać ( spójrz odchodzę ) podaj mi rękę jeszcze może zatrzymać mnie ciepło twojej dłoni uśmiech też ma własności magnetyczne, słowo

jeśli chcesz mnie zatrzymać, wymów moje imię

sluch ma granice ostro zakreślone

i ramię jest o wiele krótsze niż słoneczny promień jeśli chcesz mnie zatrzymać, musisz się pospieszyć krzyknij, inaczej głos twój nie dobiegnie do mnie

proszę, pospiesz się, proszę, nie zatrzymywana

odejdę i cóż z tego że przeklniesz tę ziemię

cóż z tego że ją zdławisz mściwymi rękoma

w sypki piasek wpisując moje zblakłe imię

jeśli chcesz mnie zatrzymać ( patrz idę ) daj rękę tchnij w moje usta oddech ( tak ratuje się utopionych ) nie mam wielkiej nadziei, długo byłam sama niemniej, uczyń to proszę, nie dla mnie, dla siebie [133]

beni alıkoymak istersen eğer ( bak gidiyorum ) bana elini ver elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni

mıknatıslı özelliği vardır bir gülüşün de, bir sözcüğün de beni alıkoymak istersen eğer, adımı söyle

keskince çizilmiş sınırları vardır bir işitişin

ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından

beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin

haykır, başka türlü ulaşmaz bana sesin lütfen, acele et, lütfen, alıkoyulmamış biçimde gidiyorum ve ne çıkar lanet etsen de bu toprağa ben gittikten sonra ne çıkar intikamcı ellerle bu toprağı ezsen de yazıp solmuş adımı savrulan kuma

beni alıkoymak istersen eğer ( bak gidiyorum ), elini ver soluğunu üfle dudaklarıma ( böyle kurtarılır boğulanlar ) büyük bir umudum yok, yalnızdım uzun süre

ama yine de, bunu yap lütfen, benim için değil, kendin için

Şiirin ilk dörtlüğünde, sanki sevgilisinden ayrılmak üzere istemeyerek yola çıkmış bir insanın, kendisini durdurması için sevgilisine yakaran sesiyle karşılaşır okuyucu. Şair, sevgilisinden kendisini durduracak sıcak bir dokunuş, bir gülümseme, bir sözcük bekler. Kendisini durdurabilecek tek şeyin böyle bir yaklaşım olabileceğini vurguladığına tanık oluruz.

İkinci dörtlüğün son dizesinde, şairin artık hayli uzaklaşmış olduğunu gözlemleriz. Terk edilen sevgilinin, sesini duyurabilmek için haykırması gerekmektedir. Şair bu dörtlükte de sevgiliden yine bir söz, bir dokunuş beklediğini vurgular. “ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından” dizesiyle Poświatowska, sevgilinin, kendisini durdurmak için uzanan kolunun, kendisine gün ışığından daha çabuk ulaşabileceğini vurgulayarak, ilginç bir metafor yaratır. Bu dizeden de anlaşılıyor ki, şair, sevgiliyi bir gece vakti terk etmektedir. Günün doğmasına henüz çok vakit vardır. Poświatowska, gün doğduktan sonra belki sevgilisini terk etmeyecektir, ancak, sevgilinin, şairin onu terk etmeye hazırlandığı sırada kendisini durdurmasını diler.

Üçüncü dizenin sonunda yer alan “acele etmelisin” ifadesi, şairin kalmak için çok fazla vakti olmadığını betimlemesi bağlamında dikkat çekicidir.

Üçüncü dörtlüğün ilk dizesinde, şairin içinde bulunduğu panik gözler önündedir. Bu paniğin “lütfen, acele et, lütfen” ifadesiyle yansıtılmış olduğunu gözlemleriz. İkinci, üçüncü ve dördüncü dizede, şairin paniğinin gerçek nedeni ile karşılaşır okuyucu. Şair ölmek üzeredir ve terk edip gittiği sadece sevgili değil, koca bir yaşamdır. Poswiatowska’nın sevgiliden kendisini yaşamda tutmasını dileyen yakarışlarıdır, bunlar. Dolayısıyla şiirin ana dokusuna hakim olan kavramın Thanatos olduğunu gözlemleriz. Poswiatowska’yı yaşamda tutmanın tek yolu ise aşktır ve bu nedenle, şair yaşamda kalmak için sevgiliye, aşka yakarır. Dolayısıyla, bu şiirde yine Eros - Thanatos birlikteliği, iç içeliği söz konusudur.

Şair, kendisini ölüm yolundan çok geç olmadan alıkoymasını diler, sevgiliden. Poswiatowska’nın, yaşamdan koptuktan sonra, sevgilinin pişmanlığının nafile olacağını vurgulayışına tanık oluruz, bu dizelerde.

Şiirin son dörtlüğünde, şairin yakarışlarını tekrarlamasının yanı sıra, ikinci dize dikkat çekicidir. “soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır boğulanlar)” ifadesinin yer aldığı bu dizeden, şairin artık soluk almakta bile büyük bir güçlük çektiği, dolayısıyla ölüme çok yakın olduğu anlaşılmaktadır. Bu şiirin, sanatçının ölümünden sonra yayımlanmış olan son şiir kitabında yer alışı da, şairin kaçınılmaz sona çok yaklaşmış olduğunu kanıtlar niteliktedir. Poświatowska, bu şiirini yaşamının son döneminde kaleme almıştır.

Bu noktada, şiirin ikinci dörtlüğündeki “ve bir kol çok daha kısadır gün ışığından” dizesi için yaptığımız açıklamaya geri dönmekte fayda olduğu kanısındayız.

Yukarıda, şairin sevgiliyi bir gece vakti terk ediyor olduğundan söz etmiştik. Şiirin ilerleyen dizelerinde ise, Poswiatowska’nın aslında sadece sevgiliyi değil, aynı zamanda bir yaşamı terk etmek üzere olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Bu sonuçtan hareketle, şairin bu şiiri büyük bir olasılıkla bir gece vakti kaleme almış olduğunu söylemek, pek de yanlış bir belirleme olmasa gerek.Çünkü bilindiği gibi, hastalıklar sahiplerine çoğunlukla geceleri ızdırap verir. Ve Poświatowska da bir gece vakti, fiziksel acılarının yoğun olduğu bir anda yaşamdan kopmak üzere olduğunu hissetmiş ve bu şiiri kaleme almıştır. Bu görüşümüzü, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız dize de doğrular niteliktedir.

Gün doğduğunda ise, şairin fiziksel acıları büyük olasılıkla hafifleyecektir ve şair kendini ölüme değil, yaşama daha yakın hissedecektir. Ancak, bu dizeleri yazdığı sırada kendisini ölüme daha yakın hisseden Poświatowska’mn karamsar bir ruh hali içinde olması, onun sevgiliden kendisine hemen el uzatmasını dileyen panik dolu yakarışlarını dizelere yansıtmasına neden olmuştur.

Soluk almakta güçlük çeken ve kendisini boğulan bir insanla özdeşleştiren şair, sevgiliden, kendisine tıpkı boğulan bir insana uygulanan yaşam öpücüğünü vermesini ister. Sevgilinin sıcak soluğu, şaire yaşam bağışlayacaktır.

Üçüncü dizede yer alan “büyük bir umudum yok” betimi, Poświatowska’nin içinde bulunduğu çaresizliği vurgulaması bağlamında dikkat çekici ve bir o kadar da dokunaklıdır. Sevgilinin, dolayısıyla aşkın, şairi yaşamda alıkoyma çabası, küçük de olsa bir umuttur, şair için. Yaşamda kalabilmek için, bu küçük umut parçasını yine Eros’tan yana kullanır şair. Onu yaşamda tutabilecek tek güçtür, Eros.

Bir başka şiirinde Poświatowska’mn yine Thanatos kavramını yansıtışına tanık oluruz.

czy świat umrze trochę kiedy ja umrę

patrzę patrzę ubrany w lisi kołnierz

idzie świat

nigdy nie myślałam

że jetsem włosem w jego futrze zawsze byłam tu

on - tam

a jednak

miło jest pomyśleć

że świat umrze trochę

kiedy ja umrę [134]

ölecek mi dünya biraz ben öldüğüm zaman

bakıyorum bakıyorum

işte, tilki kürkünden yakasıyla yürüyor dünya düşünmemiştim hiçbir zaman onun kürkünde bir tüy olduğumu her zaman buradaydım ben o ise - orada

ama

düşünmek güzel

dünyanın biraz öleceğini ben öldüğüm zaman

Yaşama aşık olan, ancak, erken yaşta öleceğini bilen bir insanın içinde bulunduğu çaresizliğin dizelere yansımış halidir, bu şiir. Yaşamayı böylesine çok arzu eden şair, öldüğünde dünyanın da biraz öleceği telkini, düşüncesi ile kendisini avutmak ister, adeta.

Şiirin ikinci bölümünde, dünyayı, dolayısıyla yaşamı boynunda tilki kürkünden bir yakayla yürüyen bir insana benzettiğine tanık oluruz. Bilindiği gibi, tilki kürkü değerli bir kürk türüdür ve varlıklı insanların sahip olduğu bir giyim eşyasıdır. Poswiatowska’nın, kürk betiminde tilki kürkünü kullanılması, dünyanın, yaşamın son derece zengin, gösterişli ve görkemli olduğunu vurgulaması bağlamında, çok çarpıcı bir metafor sunmaktadır, okuyucuya.

Üçüncü bölümde, şairin, kendisinin bu kürkün bir tüyü olduğunu vurgulamasıyla karşılaşırız. Tilki kürkünden bir yakada nasıl milyonlarca, milyarlarca tüy varsa, dünya üzerinde de milyonlarca, milyarlarca insan vardır. Ve şair, bu milyarlarca insanın her birini, tilki kürkünden yakada bulunan her bir tüyle özdeşleştirir. Kendisi de bu tüylerden biridir.Yaşamın bu görkemi ve zenginliği içinde, dünya üzerindeki milyarlarca insan gibi, Poświatowska da yer alır ve bu görkemin bir parçasını oluşturur.

Şiirin son bölümünde, sanatçının, öldüğünde, dünyanın da biraz öleceği düşüncesiyle kendini ne kadar avutsa da, acı gerçekle yüz yüze gelişini ve bunu kabullenişini gözlemleriz. Nasıl ki kürk yakadan bir tüyün düşmesi, yakanın değerinden, görkeminden, güzelliğinden bir şey kaybettirmezse, Poswiatowska’nın ölümü de yaşamın görkeminden, güzelliğinden bir şey kaybettirmeyecektir. Bu noktada, yukarıdaki görüşe paralel bir başka bakış açısıyla, şairin, kendisinin milyarlarca insan içinde ne derece önemsiz bir varlık olduğunu kabullenişini de belirtmek mümkün. Şairin ölümünden sonra da yaşam bütün güzelliği ile sürüp gidecek, bir başka deyişle, dünya, tilki kürkü yakasıyla mağrur bir biçimde yürüyerek, yoluna devam edecektir.

İşte bu gerçekle yüzleşen şair, “ama / düşünmek güzel / dünyanın biraz öleceğini” dizeleriyle yine, kendisini avutma, ölüm düşüncesinin acısını biraz olsun hafifletme çabasını gözler önüne serer.

Aşağıdaki şiirinde, yine Thanatos kavramı gözler önündedir.

ona jest z nami

nasłuchuje brzęku osy bawi się moimi włosami w twoje palce wplątana słonce miękko podkłada pod głowy potem trochę traw potem jeden kwiat maku jak wykrzyknik czerwony

ona przeczy naszym ruchom

przygina nas do ziemi zapachem

ciepłem

zatrzymuje wiecznie

na chropawej powierzchni ziemi bezwładnych miłością - śmierć [135]

o bizimle

yaban arısının vızıltısını dinliyor saçlarımla oynuyor

senin parmaklarına dolaşmış

güneşi

seriyor başının altına hafifçe sonra biraz çimeni

sonra bir afyon çiçeğini bir ünlem işareti gibi

kırmızı

karşı çıkıyor canlılığımıza

eğiyor bizi toprağa doğru kokuyla

sıcakla

ebedi biçimde alıkoyuyor pürüzlü yüzeyinde toprağın aşkla uyuşmuşları - ölüm

Şiirin ilk iki bölümünde, Poswiatowska’nın, doğadaki her şeyde Thanatos’un var olduğunu vurgulayışına tanık oluruz.

İlk bölümün “o bizimle” dizesi, Thanatos’un sürekli olarak dar anlamda insanlarla, geniş anlamda da tüm canlılarla var olduğunu işaret etmesi bağlamında dikkat çekicidir. Canlılar var olduğu sürece, Thanatos da var olacaktır. “saçlarımla oynuyor / senin parmaklarına dolaşmış” dizelerinde, Thanatos’un insandan ayrı düşünülemeyeceği, insanın nerede olursa olsun, nereye giderse gitsin hep

Thanatos’un eşliğinde olacağı görüşü vurgulanır. İnsanların gölgesidir, Thanatos.

İkinci bölümde de, doğadaki her şeyde yine Thanatos’un var olduğu düşüncesiyle karşılaşırız.

Thanatos’un ‘güneşi, çimeni ve afyon çiçeğini başının altına sermesi’ betimiyle ilginç bir metafor oluşturan Poświatowska, Thanatos’u tüm doğaya hakim bir güç olarak yansıtır. Thanatos doğadaki her canlı, her unsur için vardır.

Şair şiirin üçüncü bölümünde, Thanatos’un etkinliğini betimlemeye çalışır. Thanatos doğadaki tüm canlıların canlılığına karşı çıkan, onları bu canlı biçimlerden mahrum eden bir güçtür. “eğiyor bizi toprağa doğru” dizesiyle Poświatowska, her canlının, Thanatos’un etkinliği ile, her gün biraz daha yok oluşa yaklaştığını vurgular. Sonunda, her canlı toprakla buluşacaktır.

Şiirin son bölümünde, şiirin tümünde hakim olan Thanatos’a Eros’un eşlik edişi gözlenir. ‘Thanatos’un, aşkla uyuşmuş olanları toprağın pürüzlü yüzeyinde ebedi bir biçimde alıkoyması’ betimi, Poświatowska’mn, Eros’u doğada böylesine büyük bir güce sahip olan Thanatos’un da üzerinde bir güç olarak kabul edişinin bir göstergesidir.

Doğadaki tüm varlıklara hükmeden Thanatos, Eros’un etkisiyle kendinden geçmiş olan insanlar üzerinde bu hükmü tam olarak uygulayamaz. Aşkla sarhoş olmuş insanlar, Thanatos’a rağmen, yaşamaya devam ederler.

Poświatowska’nin, şiirin bütününde Thanatos için ‘ona’ (o) şahıs zamirini kullandığını gözlemliyoruz. Bu durum ise şairin, ölüm kelimesini, bu kelimenin verdiği ürkütücü anlamdan sakınmak için ısrarla kullanmak istemeyişinin bir göstergesidir. Poświatowska bu kelimeyi kullanmayarak, kendisini bir anlamda ölüm korkusudan korumak istemiştir.

Yukarıda, anlamsal açıdan titizlikle dilimize aktarılmaya çalışılmış şiirlerinde de görüldüğü üzere, Poświatowska ölümle yaşamı, bir başka deyişle aşkı, hiçbir zaman ayrılmayacak olan bu iki kavramı şiirlerinde bütünselleştirmiştir.

IV.     BÖLÜM

SONUÇ

İnsanoğlu tüm insanların ölümlü, yaşamın da ölüme koşan bir süreç olduğunu bilir, ancak ölüm erken gelirse ve bir erken ölüm bilinciyle yaşamak söz konusu olursa, akıp giden zaman insan için başka bir değere sahip olmaya başlar.

İşte, tıbbın hastalığı karşısında yetersiz kalışı nedeniyle, erken bir ölüme mahkum yaşamış olan Poświatowska için de akıp giden zaman, yaşam başka bir değere sahip olmuştur. Yaşamak için çok fazla zamanı olmadığını bilen şair, kısa yaşamının her anını, her saatini, her dakikasını değerlendirmek için büyük bir çaba harcamıştır.

Yirmili yaşlarında ölümle sürekli bir yarış haline giren Poświatowska, bu yarışı, belki de, çabalarının umutsuzluğu ve yenilgi bilinciyle sürdürmüştür. “İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır” [136] der ünlü filozof Schopenhauer. Dünya üzerindeki her insan için geçerli olan bu çaba, ölümünün erken geleceği bilinciyle yaşamış Poświatowska için başka bir anlam taşımıştır. Poświatowska için kısacık yaşamı, bu çabalara değerdir.

Bu zaman süresince şair, ruhunun ölüm gerçeği karşısındaki sancılarını dindirme yolunu şiirler yazmakta bulmuş ve ölüm korkusunu kendisinden bu şekilde uzak tutabilmiştir. Kısacası Poświatowska, kurtuluşu sanatta aramıştır.

Poswiatowska’nın yaşam öyküsünde bir olağanüstülük olarak karşımıza çıkan yaşam ve ölümün böylesi yakın dostluğu, şairin şiirine tümüyle yansımış ve şiirini, yukarıda da belirttiğimiz gibi, dönem Polonya’sındaki şiir anlayışından uzaklaştırarak, özgün bir çizgide yol almaya sürüklemiştir.

Poświatowska’mn şiiri incelendiğinde, bu şiirin iki temel kavram üzerinde yükseldiği gözlenir. Bu temel kavramlardan ilki ve sanatının çıkış noktası, ölüm kavramı, ya da bir başka deyişle, Thanatos’tur. Bu kavramın, Poświatowska’mn şiirine - yaşam öyküsel nedenlerle - kaçınılmaz ve zorunlu bir giriş yapmış olduğu gözlenir.

Poswiatowska’nın Şiirinde Ölüm - Thanatos

Ölüm Poświatowska’mn şiirinde bazen “o soğuk, esiyor boşluktan” dizesinde olduğu gibi ‘soğuk’, bazen de “gel güzel ölüm” dizesinde olduğu gibi ‘güzel’ olarak betimlenmiş şekliyle belirir. Ölümün Poświatowska’ya yaşamı boyunca bir yakınlaşıp bir uzaklaşmış olması, şairin, ölümü bazen kendisine bir dost, bazen de düşman olarak görmesine neden olmuştur.

Ölüm soluğun yavaş yavaş kaybıdır ve şairin “beni alıkoymak istersen eğer (bakgidiyorum), elini ver/soluğunu üfle dudaklarıma (böyle kurtarılır boğulanlar)” dizelerinde olduğu gibi, yaşamak için bir soluk istemesine neden olur.

Ölüm “soluk soluğa / ve inançla yönelmiş olan / tüm izlerime benim” dizelerinin betimlediği gibi, Poświatowska’nin izini süren ısrarcı, aceleci bir avcı; şair ise bu aman vermeyen acımasız avcının birkaç adım önünde, yaşayabilmek için kaçan bir avdır, adeta.

Poświatowska’da, ürkmüş bir hayvan gibi dolu dizgin üzerine gelen ölümü, ona seslenerek, onunla konuşarak evcilleştirme eğilimi gözlenir. “gel güzel ölüm / bir ağustos gecesi gibi savrulmuş ol /sıcak ol /dokun bana hafifçe” dizeleri, şairin bu eğiliminin gözlendiği bölümlerdir.

Ölüm, Poświatowska’mn bilincinde ve imgeleminde tüm doğaya egemen olan büyük bir güçtür. Ölüm her yerde ve her şeydedir. “o bizimle / yaban arısının vızıltısını dinliyor / saçlarımla oynuyor / senin parmaklarına dolaşmış” dizelerinde, şairin bu doğrultudaki görüşü gözler önündedir.

Ancak, bu büyük gücüne rağmen ölüm, aşk karşısında geri çekilir, Poświatowska’mn şiirinde. “ebedi biçimde alıkoyuyor /pürüzlü yüzeyinde toprağın / aşkla uyuşmuşları - ölüm” dizeleri, Poświatowska’mn Eros’un Thanatos karşısındaki gücünü, Thanatos’a ayak direyişini vurguladığı dikkat çekici bölümlerdir.

Ölüm kavramı, bazen de metafizik boyutuyla çıkar karşımıza. Poświatowska ölümün ne olduğunu sorgularken, bir yandan “ya ölüm? / biyolojik bir süreç” dizeleriyle ölümün sadece yeryüzündeki yaşamı sonlandıran biyolojik bir süreç olduğu sonucuna varır, öte yandan imgeleminde ölümden sonraki süreçte yer altı ve gökyüzü düzlemindeki yaşamı kabul eder. Ancak bu kabullenme, şairin, yaşamı doya doya, kana kana içemeden ölecek olmasının etkisiyle, yeryüzündeki yaşamla ilgilenmesini engellemez.

Poświatowska ölümünden sonra da yeryüzündeki yaşamı izler. Yeryüzündeki yaşamdan bedenen kopmuş olsa da, ruhuyla bu yaşamı izlemeye devam edecektir, şair. Bu bağlamda, “geçip gittin /geçip gittim / artıkyokuz /yukarıdaki şu uğultu ise / rüzgar / o sonsuza dek esecek daha böyle / üzerimizde / üzerinde suyun / ve toprağın” dizeleri önem kazanır.

Poswiatowska’nın Şiirinde Aşk - Eros

Ölüm kavramını bu şekilde ele alan Poświatowska’mn şiirindeki ikinci temel kavram ise aşk, ya da bir başka deyişle, Eros’tur. Bu kavramın, sanatçının şiirinde ölüm kavramının karşıtı bir kavram olduğunu gözlemliyoruz. Bu karşıtlık kendisini, şiirde Eros kavramının kazandığı iki güçlü anlamla ortaya koyar.

Eros’un bu şiirdeki ilk anlamı, ölüm karşısında yaşama duyulan aşk olarak kimlik bulur. Eros, Poświatowska’mn şiirinde ilk planda büyük ve tutkulu bir yaşam aşkını kucaklar ve bu kucaklayış Poświatowska’mn şiirinin sınırlarını belirler. Onun şiiri, ölümün kıyılarından olabildiğince uzaklaşmak, karşı kıyıya - yaşama ulaşabilmek, tutunabilmek için var gücüyle yüzen bir kadının, bu yüzüşte kollarına derman veren Eros’a sığınmasıdır. Poświatowska’nin şiiri, genç ölmek zorunda olan bir kadının ölüm karşısında yaşama yakarışıdır.

Yaşam

-Yaşam hani bir sevgili sanki

Çekip gitmek isteyen -

Boynuna sarılır

Haykırırım ona

Ölürüm gidersen.

Bu dizelerden, şairin en büyük aşkının yaşam aşkı, en sevgili sevgilisinin de yaşam olduğu sonucuna varıyoruz.. Şair çok fazla yaşayamayacağının bilincindedir, bu nedenle yaşama bir başka türlü sarılır.

Eros’un bu şiirde kazandığı ikinci anlam ise, yaşama duyulan büyük aşkın sınırlarının daralmasıyla, sevgiliye duyulan aşk olarak ortaya çıkar.

Poświatowska, kendisi için erken bir ölüm hükmü vermiş olan yaşamda, ölüme karşı cesaretle ayakta kalabilmek, ölüme direnebilmek, kısacası yaşayabilmek için aşka sarılır. Aşk hem duygusal hem de seksüel düzeyde ortaya çıkarak, bir bütün oluşturup şairin tüm benliğini kapsar.

Aşk, yaşama yakaran Poświatowska’mn dilindeki dua, yaşama duyduğu tutkulu duygunun bir başka ifadesidir. Bu doğrultuda da, sanatçının şiirinde “yakın ol bana sen / çünkü yalnız o zaman / üşümem” dizelerinde olduğu gibi, sıklıkla aşka, sevgiliye çağrı gözlenir ve şair “beni alıkoymak istersen eğer ( bak gidiyorum ) bana elini ver / elinin sıcaklığı da alıkoyabilir beni / mıknatıslı özelliği vardır bir gülüşün de, bir sözcüğün de / beni alıkoymak istersen eğer, adımı söyle / (...) / beni alıkoymak istersen eğer, acele etmelisin /haykır, başka türlü ulaşmaz bana sesin” dizelerinin de yansıttığı gibi, aşkını vererek kendisini yaşamda tutması için sevgiliye yakarır.

Ölümün dehşetini kendisinden uzaklaştırmak için sürekli olarak aşka ihtiyaç duyan ve bu aşkı karşılamak için sürekli olarak hazır durumda bulunan Poświatowska, bu aşk için bazen “boyadım koyu bir kalemle göz kapaklarımı / ve yansıyor yıldızlı gökyüzü bakışlarıma / merhamet et tanrım / şu benim arzuma” dizeleriyle Tanrı’ya yakarır, bazen de ölüm bekleyişinin ızdırapları içindeki bir ölüm mahkumunun bir an önce öldürülerek ızdıraplarından kurtulmayı istemesi gibi, “yine koyu bir aşk arzuluyorum / bir aşk ki öldüren / ancak böyle yalvarır ölüm için / bir mahkum” dizelerinin vurguladığı ‘aşk uğruna ölüm’ü yüceltir. Dolayısıyla şairin, aşk uğruna ölümü, hastalığı nedeniyle gelecek ölümün üzerinde tutuşuna ve bu ölüm şeklini kutsayışına tanıklık ederiz.

Poświatowska, imgelemindeki seksüel aşk doğrultusunda şiirine erotizmi dahil eder. Ancak, bu erotizmin, hastalığı nedeniyle bedensel arzularını sevgiliyle gideremeyen Poświatowska’mn şiirinde daha çok bir homoerotizm olarak ortaya çıkışına tanık oluruz.

Söz konusu homoerotizmin, şairin kendi bedenine duyduğu büyük bir hayranlık, kendi bedenine tapınma biçiminde var olduğunu gözlemleriz.

Poświatowska, şiirinde ayna karşısında kendi çıplak ve aşk arzusuyla yanan bedenini inceler.

Bu homoerotizm doğrultusunda, Poświatowska’nin şiirinde bir kadının bedensel arzularını kendi kendine gidermesi betimleriyle karşılaşırız. “ve dokundum göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım / (...) / ve bacaklarımın doruğundaki / aşağı dönük kubbeye /yalan söyledim - gelecek / ve titredi bacaklarım inanarak” dizeleri, sanatçının şiirinde gözlenen, bedensel arzuları kendi kendine gidermenin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmaktadır.

Poświatowska’nm şiirindeki Eros’un yukarıda sözü edilen bu iki anlamı, sanatçının şiirinde tek bir amaca, şairin yaşam amacına hizmet etmektedir. Bu Eros, şairin yaşam arzusunun yapıtına yansımış biçimidir.

Eros’un bu iki anlamı birbirini koşullayan bir karakter taşır. Yaşam aşkının, bir aşk yaşamayı, bir aşk yaşamanın da yaşam aşkını koşulladığı gözlenir bu şiirde. Dolayısıyla, Poświatowska’nm imgeleminde, yaşayabilmek için Eros’a sarılma olgusunun gözlendiği sonucuna varıyoruz. Şair için yaşamak, Eros demektir.

Bu bağlamda, Poświatowska’nm şiirinde gözlenen Eros kavramını, şair için etkinlik gösteren çift başlı bir meleğe benzetmek pek de yanlış bir belirleme olmayacaktır. Bu çift başlı melek, Poświatowska^ ölüm karşısında korumaktadır.

Sonuç olarak, yukarıdaki belirlemelerin ışığı altında, Poświatowska’nin şiirinde var olan Thanatos kavramının, yeryüzündeki tüm canlılar üzerinde egemen olan ve yeryüzündeki yaşamı sonlandıran, yine de Eros karşısında geri çekilen bir güç olarak ortaya çıktığına tanık oluyoruz.

Eros ise, Poświatowska’mn şiirinde tüm canlılara hükmeden Thanatos kadar güçlü bir kavram olarak ortaya çıkar. Eros bir anlamda, Poświatowska’mn Thanatos’a karşı yaşam reçetesi, kalkanı olmuştur. Bu bağlamda, Eros kavramının Thanatos kavramının karşısına çıkarak, bu şiiri dengelediği gözlenir.

Poświatowska’mn yaşamını ve şiirini bir terazi olarak düşünürsek, bu yaşamın ve şiirin bir kefesinde Thanatos kavramı, diğer kefesinde de eşit ağırlıktaki Eros kavramı yer alır. Şair, Thanatos’un ağırlığını ne derece duyumsamışsa, Eros’u da o ölçüde güçlendirmiştir.

Bu durum ise, bize yine Yin Yang düşüncesini anımsatmaktadır. Poświatowska’mn yaşamını ve şiirini dengeleyen kavramlardan Eros Yang, Thanatos ise Yin’dir. Şair yaşadığı süre boyunca Eros’un Thanatos’a karşı verdiği savaşla yaşama tutunabilmiştir. Poświatowska’mn şiiri de yine bu savaşımla ayakta durabilmiş, gelişip serpilmiş ve canlılığını koruyabilmiştir. Sadece Thanatos’un egemen olduğu bir şiirin bir süre sonra verimsizleşip kuruyacağı ve yine kendi kıyılarında çökeceği kuşku götürmez bir gerçektir, kanısındayız.

Polonya Şiirindeki Aşk - Eros ve Ölüm -Thanatos Perspektifinde

Poswiatowska’nın Şiirindeki Aşk—Eros ve Ölüm — Thanatos

Eros ve Thanatos kavramları açısından böylesi bir çizgide gelişim göstermiş olan Poświatowska’nin şiiri, Polonya şiirindeki Eros ve Thanatos kavramları perspektifinde ele alındığında, bir sıra dışılık ortaya koyar.

Bu noktada, Poświatowska’mn şiirinde var olan Eros ve Thanatos kavramlarının izini, Polonya şiirindeki Eros ve Thanatos kavramları çerçevesinde sürmeye çalışalım.

Ölüm -Thanatos:

Polonya şiirinde barok, romantizm, Genç Polonya, İki Savaş Arası Dönem ve 1956 sonrası çağdaş dönemde ortaya çıkan Thanatos kavramı, Poświatowska’mn şiirinde daha özgün bir nitelik taşır.

Thanatos kavramının, öncelikle Poświatowska’nm şiirine giriş nedeninde bir özgünlükle karşılaşırız. Poświatowska dışında, Polonya şiirinin hiçbir döneminde hiçbir şair ölümü bu denli bilinçli bir biçimde beklememiştir. Bu nedenle, Polonyalı şairlerin şiirlerinde gözlenen Thanatos kavramı, etkinlik gösterdikleri dönemde var olan edebi anlayış çerçevesinde ortaya çıkar.

Oysa Poświatowska’mn Thanatos’u, kişisel, bir başka deyişle yaşam öyküsel nedenlerle şiirine girmiş, girmenin de ötesinde, bu şiirin çıkış noktasını oluşturmuştur. Bu nedenle, Thanatos’un şairin yapıtlarında çok güçlü bir biçimde ortaya çıkışına tanık oluruz.

Polonya şiirinin barok döneminde, zamanın önemli şairlerinin imgeleminde, doğrudan tehdidi altında yaşamamış olmaları nedeniyle soyut bir kavram olarak ortaya çıkan Thanatos, Poswiatowska’nın imgeleminde, klinik olarak pek çok kez ölüme çok yaklaşmış, ölüme dokunmuş ve ölümün tadını bilen bir insan olması nedeniyle, tüm benliği ile yaşadığı somut bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Thanatos, şairin ruhunun ve bedeninin somut gerçeğidir.

Romantizm dönemi Polonya şiirinde gözlenen Thanatos’un ise, Poswiatowska’nın yaşamının ve dolayısıyla şiirinin gerçeğine hiç uymadığı açıktır. Romantizm döneminde bir bağımsızlık savaşı verilmesi nedeniyle ortaya çıkmış olan ‘vatan uğruna ölüm’ kavramı, Poswiatowska’nın şiirinde, şairin ülkesinin değil, kendi gerçeğinin peşine düşmüş olması nedeniyle, ‘aşk uğruna her şeyi, hatta ölümü bile göze alış’ anlamıyla belirir. Bu doğrultuda da, şairin “bir kez daha görmek isterdim seni / bir kez daha / akşam üstü / bir yaşam daha yaşamak isterdim / hatta iki yaşam / seni görebilmek için / ve şu ağrıyı / hani taşıyan beni / kızgın kuma / (...) / ve ölümü, hani soluk soluğa / ve inançla yönelmiş olan / tüm izlerime benim” dizeleri önem kazanır.

Genç Polonya dönemi şiirinde ortaya çıkan, maddi dünyanın tüm çirkinliklerinden kaçarken kucaklanan ve kutsanan Thanatos kavramının ise yine, Poswiatowska’nın şiirindeki Thanatos’tan ayrıldığı gözlenir. Poświatowska, kendisi için erken bir ölüm hükmü vermiş olsa da, yaşamdan kaçmaz, yaşamı büyük bir aşk ve tutkuyla kucaklar. Genç Polonya dönemi şairlerinin yaşamın çirkinliklerinden kaçarken kucakladıkları Thanatos, Poświatowska’da kaçılan bir kavram, bir gerçektir.

İki Savaş Arası Dönem şiirinde bir yandan doğanın ve yaşamın doğal bir sonucu, öte yandan da yaşamdaki biçimlerin değişmesiyle yeni bir başlangıç anlamıyla ortaya çıkan Thanatos kavramı, Poświatowskamn şiirinde reddedilir. Bu reddediş, şairin Thanatos’u doğanın ve yaşamın doğal bir sonucu, biyolojik bir süreç olarak kabul etmesine rağmen, genç ve güzel bir kadın olması nedeniyle çok erken gelecek ölüme karşı isyan duygusunda ve ölümden sonraki başka biçimleri ya da başka boyutları kabul etmeyişinde ortaya çıkmaktadır.

1956 sonrası çağdaş dönem Polonya şiirinde, barok geleneğine dönüşle, Eros’un kardeşi, yaşamın iki yüzünden biri olarak ortaya çıkan Thanatos ve ‘savaş sonucu ölüm’ anlamıyla kimlik bulan Thanatos kavramının yine Poświatowska’mn şiirinde gözlenen Thanatos kavramıyla örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.

Aşk - Eros:

Polonya şiirinde ortaçağ, İkinci Dünya Savaşı, savaş sonrası 1948-1955 dönemi dışındaki tüm dönemlerde varlık göstermiş olan Eros kavramı da Poświatowska’mn şiirinde, tıpkı Thanatos kavramında olduğu gibi, özgün bir nitelik taşır.

Söz konusu özgünlük kendisini ilk olarak, bu kavramın iki anlamla var olmasıyla ortaya koyar. Poświatowska’nin şiirinde Eros’un yaşam aşkı olarak beliren ilk anlamı Polonya şiirinde hiçbir dönemde, hatta şairin etkinlik gösterdiği dönemde bile var olmamıştır.

Poświatowska’mn şiirinde Eros’un sevgiliye duyulan aşk olarak beliren ikinci anlamını ise, öncelikle barok döneminde gözlemlemeye çalışalım.

Anımsanacağı gibi, barok döneminde “carpe diem” (anı yaşa) ve “momento mori” (ölümü hatırla) kavramları yan yana yer almaktadır. Bu doğrultuda da Eros, ‘sev, çünkü yaşam bitiyor, ölüm seni bekliyor’ çağrısı yapar.

Barok dönemindeki Eros’un karakteristiği olan bu düşüncenin Poświatowska’mn imgeleminde de ortaya çıktığını gözlemleriz. Ancak, şairin imgeleminde bu düşüncenin ortaya çıkış nedeni farklıdır.

Poświatowska, yaşamının çok kısa olduğunu bildiğinden acele eder, aşk için; aşkı hemen, şu anda yaşamak zorundadır, o. Bir sonraki krizi atlatamayabileceğinin, ya da bir sonraki operasyonda yaşama dönemeyebileceğinin bilincindedir. Ve ne yazık ki, öyle de olmuştur.

Bu nedenden ötürü, Poświatowska’da gözlenen ‘sev, çünkü yaşam bitiyor, ölüm seni bekliyor’ düşüncesinin çok daha acil, çok daha gerçekçi bir anlam taşıdığına tanık oluruz. Bu bağlamda, “kuşlar / toplanıyorlar ziyafeti için / bedeninin / ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara” dizeleri önem kazanmaktadır.

Bu doğrultuda da, şairin imgelemindeki Eros kavramının, barok dönemi Eros kavramından farklılaştığı gözlenir.

Poswiatowska’nın şiirinde, sevgiliye duyulan aşk anlamlı ikinci Eros’un, hem duygusal hem de seksüel düzeyde ortaya çıkarak bir bütün oluşturması bakımından, Genç Polonya dönemi öncesinde var olan tüm Eros anlamlarından sıyrıldığı, Genç Polonya dönemi itibariyle varlık gösteren Eros kavramıyla örtüştüğü gözlenir.

Anımsanacağı gibi, Genç Polonya dönemi, seksüel Eros’un Polonya şiirinde ilk kez belirmesi açısından bir dönüm noktası niteliğindedir ve Genç Polonya dönemini izleyen İki Savaş Arası Dönem ve 1956 sonrası çağdaş dönemde de, hem duygusal hem de seksüel aşkı kapsayan Eros kavramı, var olmaya devam etmiştir. Bu nedenledir ki, Poswiatowska’nın şiirinde sevgiliye duyulan aşk anlamlı Eros’un izini, Genç Polonya döneminden itibaren sürmek gerekir.

Bu Eros, duygusal ve seksüel açıdan dengede duran bir profil çizmesi bakımından, ne Genç Polonya dönemi şiirinde öncülüğünü Tetmajer’in yaptığı yaşamın çirkinliklerinden kaçış için sığınılan seksüel yönü baskın Eros kavramına, ne İki Savaş Arası Dönem şiirinde öncülüğünü Maria Pawlikowska Jasnorzewska’nın yaptığı çağdaş kadını ve duygularını ön plana çıkaran Eros kavramına, ne de 1956 sonrası çağdaş dönemde öncülüğünü Grochowiak’ın yaptığı antiestetik Eros ve parodik nitelikli Eros kavramına benzer.

Genç Polonya döneminde, varoluş korkusu yaşayan şairler, seksüel Eros’a sığınır ve bu doğrultuda da şiirde seksüel aşk tabloları gözlenir. Oysa Poświatowska yaşamak için Eros’a sığınır ve yansıttığı Eros, sadece seksüel yönü ile sunulan bir Eros değildir.

Yine aynı dönemde, özellikle edebiyat sahnesine ilk kez bu dönemde çıkan kadın şairlerin yapıtlarında ise, seksüel aşkını yaşayan çağdaş kadın yansıtılır, okuyucuya. Ancak, bu kadın yine de dini ve toplumsal geleneklerin baskısı altında ezilmektedir ve seksüel duygularını itiraf etmiş olmaktan dolayı huzursuzdur. Oysa Poświatowska seksüel duygularını haykırmaktan asla çekinmez.

İki Savaş Arası Dönemin ünlü kadın şairi Pawlikowska’nın şiiri duygusal ve seksüel arzularını haykıran ve bu arzularını doya doya yaşadığını dile getiren çağdaş kadının sesidir. Bu şiir, kadının duygusal ve seksüel arzularını haykırması bağlamında Poświatowska’mn şiiriyle benzerlik gösterse de, Poświatowska’mn şiirinden farklıdır. Bu farklılık, Pawlikowska’nın şiirinin temeline kadınlığı, kadın olmayı, Poświatowska’mn ise ölüm ve yaşamı koymasıyla ortaya çıkar.

Pawlikowska şiirinde, duygusal ve seksüel heyecanlardan oluşmuş bir bütün olan kadını ve aşkını yansıtır. Oysa Poświatowska’mn yansıttığı, ensesinde sürekli olarak ölümün soğuk nefesini hisseden ve bu nedenle de yaşama tutunmak için aşka sarılan acılı ve yalnız bir kadındır. Pawlikowska’nın şiirinde aşk kadın olmanın doğal bir getirisi iken, Poswiatowska’nın şiirinde ölüm karşısında tutunulan bir dal, ölümden kaçışın doğal bir getirisidir.

1956 sonrası çağdaş dönem şiirinde gözlenen antiestetik Eros, okuyucuyu yaşamın gerçekleri konusunda kışkırtmaya yönelir. Oysa Poswiatowska’nın böyle bir sorunu yoktur. Dolayısıyla, Poswiatowska’nın şiirindeki Eros’un, böylesi bir görev yüklenmiş antiestetik Eros’la örtüşmemesi son derece doğaldır.

Yine bu dönemde Polonya şiirinde ortaya çıkmış olan, romantizm dönemindeki yüce ve ideal Eros’u alaya alan mizahi Eros’un, yalnız seksüel yönüyle ortaya çıkan - bir anlamda - ahlak dışı niteliği, Poswiatowska’nın hem duygusal hem de seksüel bir bütünlük oluşturan Eros’uyla örtüşmez.

Poswiatowska’nın imgelemindeki Eros, ahlak dışı değildir ve ahlak dışı yaşanmaz. Poświatowska sadece, yaşamının çok kısa olduğu bilinciyle yaşadığı için, hem duygusal hem de seksüel düzeyde yaşayabildiği kadar çok aşk yaşamak ister; çünkü bu, şairin yaşama tutunabilmesi, yaşadığını duyumsayabilmesi için zorunludur.

Bu bağlamda, yukarıda da andığımız “ve sen bastırıyorsun bedenini yabancı dudaklara” dizesi önem kazanır. Bu dizede yer alan ve seksüel Eros’u betimleyen ‘yabancı dudaklar’ ifadesi, ahlak dışı bir niteliğe sahip değildir. Bu ifade, önemli

olanın seksüel aşkın kendisinin olduğunu vurgulama niteliğine sahiptir. Seksüel aşk, şairin yaşadığını duyumsayabildiği bir etkinlik olması bağlamında önemlidir.

Poświatowska’nin şiirinde seksüel Eros bağlamında gözlenen erotizmin de, Genç Polonya dönemi şiirlerinde gözlenen, kadın ve erkek arasındaki seksüel aşk betimlerinin oluşturduğu erotizmden, yine aynı dönemdeki kadın sanatçıların şiirinde gözlenen sınırlı erotizmden, İki Savaş Arası Dönem şiirinde gözlenen coşkun erotizmden sıyrılarak, daha çok, yukarıda da andığımız “ve dokundum göğüslerime elimle / kalkmış uçlarına fısıldadım / (...) / ve bacaklarımın doruğundaki / aşağı dönük kubbeye /yalan söyledim - gelecek / ve titredi bacaklarım inanarak” dizeleri örneğinde olduğu gibi, kendi bedenine duyulan hayranlık, seksüel fanteziler, bir kadının seksüel arzularını kendi kendine gidermesi biçiminde bir homoerotizm olarak Polonya şiirinde ilk kez ortaya çıktığını gözlemliyoruz.

Görüldüğü üzere, Poświatowska’mn şiirinde iki temel kavram olarak gözlenen Eros ve Thanatos, Polonya şiirinin hiçbir döneminde Poświatowska’mn imgeleminde ortaya çıktıkları biçimiyle belirmemişlerdir.

Thanatos Poświatowska’mn şiirinde yaşam öyküsel nedenlerle ve son derece somut, gerçek ve güçlü bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Eros kavramı ise, bu şiire böylesine güçlü bir biçimde girişini, Thanatos’a borçludur. Şair, Thanatos’un etkisi altında ızdırap çektikçe Eros’a sığınmış, Thanatos’un verdiği ruhsal sancıları olabildiğince giderebilmek, yaşama tutunabilmek için Eros’u güçlendirmiştir.

Bir an için, Poświatowska’nin ölüm tehdidi altında yaşamamış sağlıklı bir kadın olduğunu var sayalım. Şiiri o zaman da böyle güçlü bir biçimde yansıtabilir miydi Thanatos’u ve Eros’u? Ya da o şiir, bu şiir olur muydu? Böylesine güçlü ve böylesine dokunaklı...

ÖZET

Halina Poświatowska’nin Şiirinde Aşk ve Ölüm

Halina Poświatowska Polonya edebiyatının 1956 kuşağı çağdaş dönemine dahil bir kadın şairdir.

Yaşamı boyunca ağır bir kalp hastası olarak yaşamış ve bu hastalık nedeniyle erken gelecek bir ölüm bilincine sahip olmuş olan Poświatowska’mn sanatı, tümüyle kendi trajik yaşam öyküsü doğrultusunda şekillenmiştir.

Poświatowska’mn şiiri iki temel kavram - aşk ve ölüm üzerinde yükselir. Poświatowska’mn şiirinde, ölüm kavramının bu şiirin çıkış noktasını oluşturduğunu, aşk kavramının ise ölüm kavramının karşısında cansiperane bir biçimde yaşamı savunduğunu gözlemleriz.

Şairin yaşamının en acı ve en ağır gerçeği, genç yaşta gelecek bir ölümdür ve şair, yaşamının bu acı gerçeğini şiirlerinde sürekli olarak işlemiştir.

Aşk ise, Poświatowska’mn şiirinde bir yaşam zırhıdır adeta. Şair ölüm karşısında aşka sığınır, aşkla yaşama sarılır.

Ve bu iki kavram Polonya şiirinde ilk kez bu denli dokunaklı bir bütün oluşturur. Poświatowska’mn şiirinde aşk ve ölüm birbirine sarmalanmıştır adeta.

Miłość i Śmierć w Wierszach Haliny Poswiatowskiej

Halina Poświatowska jest poetką, która należy nominalnie do pokolenia 56.

Poezja Poświatowskiej, która żyła pod ciągłą groźbą przedwczesnej śmierci z powodu nieuczalnej wady serca, kształtowała się i rozwijała wokół tragedji jej życia, walki o zdrowie i życie.

Głównymi koncepcjami są miłość i śmierć w poezji Poświatowskiej. Koncepcja śmierci jest punktem wyjściowym tej poezji, a koncepcja miłości ofiarnie broni życia przed śmiercią.

Najbardziej gorzką i najtrudniejszą prawdą jej życia jest przedwczesna śmierć i poetka ciągle pisała w swoich wierszach o tej prawdzie.

A miłość przybiera formę pancerza życiowego chroniącego przed śmiercią w tej poezji. Poetka schroniła się w miłość uciekając przed śmiercią, głosząc silny uścisk miłości ze zgonem.

I te dwie koncepcje po raz pierwszy w poezji polskiej sformuowały pewną całość bolesną i zwartą.

BİBLİOGRAFYA

Aşkın Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev: Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları, 2002

Borkowska,Grażyna,Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Kraków,Wydawnictwo Literackie, 2001

Branach, Zbigniew, “Życie z Wyrokiem Śmierci”, Dziennik Polski, 1995, No: 238

Can, Şefik, Klasik Yunan Mitolojisi, 5. baskı, İnkılap Kitabevi

Cevizci, Ahmet, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001

Chadzinikolau, Nikos, Miłość Greków, Warszawa, Ad Oculos, 1998

Cybulski,Władyswał, “Kucówna i Sass”, Dziennik Polski, 1999, No: 248

Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, 10. Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2001

Erhat, Azra - Bektaş, Cengiz, Safo, Şiirler, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi:28, 1999

Freud, Sigmund, Haz İlkesinin Ötesinde - Ben ve İd, Çev. Ali Babaoğlu, İstanbul, MetisYayınları, 2001

Gizela, Jerzy, “Halina Poświatowska to jest podobno człowiek”, Przegląd Polski, 2002

Gomulicki, Juliusz W., Pisma Wszystkie, Tom pierwszy, Warszawa, 1971

Gutek, Alina, “Tak Ładnie Zaczynam Dorostać”, Zwierciadło, 2002

Hertz, Paweł - Kopaliński, Władysław, Księga cytatów z polskiej literatury pięknej od XIV do XX wieku, Warszawa, 1981

Jasnorzewska, Maria Pawlikowska, Wiersze, Toruń, 1994

Krzyżanowski, Julian, Jan Kochanowski, Dzieła polskie, Warszawa,1960

Kubiak, Zygmunt, Mitologia Greków i Rzymian, Warszawa, Świat Książki, 1999

Literatura Starożytność-Oświecenie, Warszawa, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, 1987

Mickiewicz, Adam, Pan Tadeusz, Księga Pierwsza: Gospodarstwo, Panstwowe

Zakłady Wydawnictw Szkolnych, 1948

Misiak, Iwona, “Erotyczna wyobraźnia Haliny Poświatowskiej”, Twórczość, 1994, No:10

Nawrocki, Aleksander, Najpiękniejsze Wiersze, Mickiewicz, Wydawnictwo Książkowe, IBIS, 1993

Piersiak, Tadeusz, “Twarz siostryjak matki”, Gazeta Wyborcza - Częstochowa, 2002, No: 270

Poświatowska, Halina, Opowieść dla przyjaciela, Kraków, Wydawnictwo Literackie, 2000

Przybora, Jaremi, Piosenki Prawie Wszystkie, Warszawa, Warszawskie Wydawnictwo Literackie MUZA SA, 2001

Smolka, Iwona, “Pochwała istnienia”, Twórczość, 1969, No:2

Stabro, Stanisław, Halina Poświatowska-Poezje wybrane, Wstęp, Warszawa, Ludowa Spółdzielna Wydawnica, 1976

Stabro, Stanisław, “ “Ja minę ty miniesz on minie” (O poezji Haliny Poświatowskiej)”, Poezja, 1994, No: 2

Stanuch, Stanisław, “Izolda Siostra Thanatos”, Dziennik Polski, 1980, No: 202

Szulczynska, Malgorzata, “Legenda i Jej Paradoksy”, Zycie Literackie, 1988, No: 41

Trznadel, Jacek, Poezje Wybrane, Bolesław Leśmian, Wydanie drugie, Wrocław, Biblioteka Narodowa, 1983

Tuğcu, Tuncar, Batı Felsefesi Tarihi, Alesta Yayınları, 2000

Vernant, Jean Pierre, Evren Tanrılar İnsanlar, Çev. Emin Özcan, Ankara Dost Kitabevi Yayınları, 2001

Weiss, Tomasz, Literatura-Młoda Polska, Wydanie Czwarte, Warszawa, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, 1993

Yüce, Neşe Taluy, “Polonya Edebiyatında Werther’in İzleri”, A.Ü. D.T.C.F. Batı

Dilleri ve Edebiyatları Araştırma Enstitüsü, Cilt III, 1995, Ankara, A.Ü. Basımevi

Yüce, Neşe Taluy, Ortaçağdan Baroka Polonya Edebiyat Tarihi, Ankara, Ankara

Üniversitesi Basımevi, 1999

Yüce, Neşe Taluy, Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm -

Realizm, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000

Yüce, Neşe Taluy, XX.Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000

Yüce, Neşe Taluy-Zielinska, Ewa Odachowska, Genç Polonya Dönemi Edebiyatı, Ankara,T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla.

Zadura, Bochdan, Maria Pawlikowska Jasnorzewska, Lublin,Wydawnictwo Multico, 1997

Zaworska, Helena, “Kot Wygitęy Pragnieniem”, Gazeta Wyborcza, 1997, No: 276

Zych, Jan, Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Kraków, Wydawnictwo Literackie, 1997

“Historia miłości - Tętno”, Rzeczypospolita, 1999, No: 247

“Nagrody rozdano”, Gazeta Krakowska + Echo, Krakow, 2003, No: 75

www.poema.art.pl adresli internet sitesi

www.monika.univ.gda.pl adresli internet sitesi

www.nurb@yasamenerjisi.com internet sitesi

 



[2] Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, İnkılap Kitabevi, 5. Basım, s. 2

[3] Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 282

[4] Mitologia Greków i Rzymian, Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 268

[5] Evren Tanrılar İnsanlar, Jean Pierre Vernant, Çev. Emin Özcan, Dost Kitabevi Yayınları, Şubat 2001, Ankara, s. 18-19

[6] A.g.y., s. 320

[7] Mitologia Greków i Rzymian, Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 328-329

[8] Mitologia Greków i Rzymian, Zygmunt Kubiak, Świat Książki, Warszawa, 1999, s. 327

[9] Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 106

[10]            Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 10. Basım, Kasım 2001, s. 107

[11]  Miłość Greków, Nikos Chadzinikolau, Ad Oculos, Warszawa, 1998, s. 39

[12]  Safo, Şiirler, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi: 28, Azra Erhat - Cengiz Bektaş, Ocak 1999, s. 145

[13]  A.g.y., s.176

[14] Haz İlkesinin Ötesinde-Ben ve İd, Sigmund Freud, Çev. Ali Babaoğlu, Metis Yayınları, 2001, s. 99

[15] A.g.y., s. 100

[16] Haz İlkesinin Ötesinde-Ben ve İd, Sigmund Freud, Çev. Ali Babaoğlu, Metis Yayınları, 2001, s. 104

[17] A.g.y., s. 104 -105

[18] www.nurb@yasamenerjisi.com adresli internet sitesi

[19] Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı, s. 2

 

0 Batı Felsefesi Tarihi, Tuncar Tuğcu, Alesta Yayınları, Ankara, Ekim 2000, s. 22 - 23

[22]  Safo, Şiirler, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi : 28, Azra Erhat - Cengiz Bektaş, Ocak 1999, s. 74

[23]  Jan Kochanowski, Dzieła polskie, Oprac. Julian Kryzżanowski, Warszawa, 1960, s. 141

[24] Jan Kochanowski, Dzieła polskie, Oprac. Julian Kryzżanowski, Warszawa, 1960, s. 143

[25] Literatura Starożytność - Oświecenie, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987, s. 331

[26] Literatura Starożytność - Oświecenie, Wydawnitcwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987, s. 333

[27] Ortaçağ’dan Barok’a Polonya Edebiyat Tarihi, Dr.Neşe Taluy Yüce, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1999, s. 135

[28] Literatura Starożytność - Oświecenie, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Warszawa, 1987, s. 337

[29] Księga cytatów z polskiej literatury pięknej od XIV do XX wieku, Paweł Hertz - Władysław Kopalinski, s. 31

[30] Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 43

[31] A.g.y., s. 49

[32] Polonya Edebiyatında Werther’in İzleri, Neşe Taluy Yüce, A.Ü. D.T.C.F. Batı Dilleri ve Edebiyatları Araştırma Enstitüsü, Cilt III, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1995, s. 146

[33] Adam Mickiewicz, Pan Tadeusz, Ksiega Pierwsza: Gospodarstwo, Panstwowe Zakłady

Wydawnictw Szkolnych, 1948, s. 3

[34] Mickiewicz, 1793 yılında, o dönemde Polonya toprakları içinde yer alan Litvanya’da doğmuştur.

[35] Najpięknejsze Wiersze, Mickiewicz, Wybór i opracowanie Aleksander Nawrocki, Wydawnictwo Książkowe IBIS, s. 129 - 130

[36] Juliusz Słowacki, Beniowski, Pieśń Czwarta, www.monika.univ.gda.pl adresli internet sitesi

[37] Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 190

[38]  Pisma Wszystkie, Tom pierwszy, Oprac. Juliusz W. Gomulicki, Warszawa, 1971, s. 272

[39] Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 200

[40] Pisma Wszystkie, Oprac. Juliusz W. Gomulicki, Warszawa, 1971, Tom pierwszy, s. 369

[41] Polonya Edebiyatında Werther’in İzleri, Neşe Taluy Yüce, A.Ü. D.T.C.F. Batı Dilleri ve Edebiyatları Araştırma Enstitüsü, Cilt III, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1995, s. 146, 148

[42] Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 207

[43] Polonya Edebiyatında Aydınlanma - Romantizm - Realizm, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür

Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 286

[44] A.g.y., s. 289

[45] Księga cytatów z polskiej literatury pięknej od XIV do XX wieku, Paweł Hertz - Władysław Kopalinski, s. 14

[46]  Genç Polonya Dönemi Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska, Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla

[47] Genç Polonya Dönemi Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska, Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla

[48] Literatura - Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa, 1993, s. 63

[49] Literatura - Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa, 1993, s. 135

[50] Literatura - Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa, 1993, s. 136

[51] Aşkın Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev: Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları, 2002, s. 93

[52] Literatura-Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa, 1993, s. 249

[53]  Literatura-Młoda Polska, Tomasz Weiss, Wydawnictwa Szkolne i Pedagogiczne, Wydanie czwarte, Warszawa, 1993, s. 247

[54] Genç Polonya Dönemi Edebiyatı, Doç. Dr. Neşe Taluy Yüce, Dr. Ewa Odachowska Zielinska, Kültür Bakanlığı Yayınları, Basıla

[55] Maria Pawlikowska Jasnorzewska, Różowa Magia-1924, Wiersze, Toruń, 1994, s. 16

[56] Maria Pawlikowska Jasnorzewska, Wstęp i wybór Bohdan Zadura, Wydawnictwo Multico, Lublin, 1997, s. 11

[57] Maria Pawlikowska Jasnorzewska, Wstęp i wybór Bohdan Zadura, Wydawnictwo Multico, Lublin, 1997, s. 97

[58] Bolesław Leśmian, Poezje Wybrane, Biblioteka Narodowa, Oprac. Jacek Trznadel, Wydanie Drugie, Wrocław, 1983, s. 185

[59] Bolesław Leśmian, Poezje Wybrane, Biblioteka Narodowa, Oprac. Jacek Trznadel, Wydanie Drugie, Wrocław, 1983, s. 77 - 79

[60]  XX. Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Neşe Taluy Yüce, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s. 20 -21

[61] www.poema.art.pl adresli internet sitesi

[62] Jaremi Przybora, Piosenki Prawie Wszystkie, Warszawskie Wydawnictwo Literackie MUZA SA, Warszawa, 2001, s. 204-205

[63] Legenda i Jej Paradoksy, Malgorzata Szulczynska, Życie Literackie, No: 41, 1988, s. 3

[64] Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 31

[65] Halina Poświatowska to jest podobno człowiek, Przegląd Polski, Jerzy Gizela, 2002, s.7

[66] Tak Ładnie Zaczynam Dorostać, Zwierciadło, Alina Gutek, 2002, s. 12

[67]  Życie z Wyrokiem Śmierci, Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 11

[68]  A.g.y., s. 11

[69]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 71

[70]  Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 6

[71]  A.g.y., s.12

[72]  Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 15

[73]  Życie z Wyrokiem Śmierci, Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 11

[74]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 110

Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 58

Życie z Wyrokiem Śmierci, Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 12

A.g.y., s. 12

A.g.y., s. 12

[79] Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 147

[80]  Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.11

[81]  Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2001, s. 76

[82]  A.g.y., s. 77

[83]  A.g.y., s. 77

[84]  Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 10

[85] Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 11

[86]  A.g.y., s. 14

[87] Wiersze wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.11

[88]  Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2001, s. 94

[89]  A.g.y., s. 95-96

[90]  Życie z Wyrokiem Śmierci, Dziennik Polski, Zbigniew Branach, No: 238, 1995, s. 12

[91] XX. Yüzyıl Polonya Edebiyatı Çeviri Seçkisi, Neşe Taluy Yüce, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s 2000, s. 23

[92]  Turpizm: yaşamda her şeyin çirkin olduğu görüşü

[93]  “Ja minę ty miniesz on minie” (O poezji Haliny Poświatowskiej), Stanisław Stabro, Poezja, No: 2, 1994, s. 10

[94]  Halina Poświatowska - Poezje wybrane, Wstęp, Stanisław Stabro, Ludowa Spółdzielna Wydawnica, Warszawa,1976, s. 8

[95] Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2001, s. 8

[96] Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 37

[97] Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 9-10

[98]  Twarz siostry jak matki, Tadeusz Piersiak, Gazeta Wyborcza - Częstochowa, No: 270, 2002

[99]   Historia miłości - Tętno, Rzeczypospolita, No: 247, 1999

[100]   Kucówna i Sass, Władyswał Cybulski,Dziennik Polski, No: 248, 1999

[101]   Nagrody rozdano, Gazete Krakowska + Echo, No: 75, Krakow, 2003

[102]  Izolda Siostra Thanatos, Stanisław Stanuch, Dziennik Polski, No: 202, 1980, s.62

[103]  Erotyczna wyobraźnia Haliny Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 92

[104]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 99

[105]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 54

[106]  Kot Wygięty Pragnieniem, Helena Zaworska, Gazeta Wyborcza, No: 276, 1997, s. 13

[107]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 214

[108]  Pochwała istnienia, Iwona Smolka, Twórczość, No:2, 1969, s. 110

[109]  Opowieść dla przyjaciela, Halina Poświatowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2000, s. 53

[110]  Kot Wygięty Pragnieniem, Helena Zaworska, Gazeta Wyborcza, No: 276, 1997, s. 12

[111]  Erotyczna wyobraźnia Haliny Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 95

[112]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.268

[113]  Tak Ładnie Zaczynam Dorostać, Zwierciadło, Alina Gutek, Luty 2002, s. 40

[114]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s.268

[115] Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 293

[116]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 307-308

[117]  Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2001, s. 187

[118] Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 335-336

[119]  Nierozważna i nieromantyczna o Halinie Poświatowskiej, Grażyna Borkowska, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 2001, s. 188-189

[120]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 156

[121]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 156

[122]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 172

[123]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 31

[124]  Erotyczna wyobraźnia Haliny Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 93-94

[125]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i wybór Jan Zych, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 93

[126]  Erotyczna wyobraźnia Haliny Poświatowskiej, Iwona Misiak, Twórczość, No:10, 1994, s. 93

[127]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 186

[128]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 417

[129]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 169

[130]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 390

[131]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 415

[132]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 399

[133]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 272

[134]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków, 1997, s. 331

[135]  Wiersze Wybrane, Halina Poświatowska, Wstęp i Wybór Jana Zycha, Wydawnictwo Literackie, Kraków,1997, s. 55

[136] Aşkın Metafiziği-Schopenhauer’in Felsefesi, Çev. Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları, 2002, s. 60

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar