ARİFLERİN DELİLİ - MÜŞKİLLERİN ANAHTARI... KIRIMLI SELÎM DÎVÂNE
VELÎLERİN TEVHİDİ
Velîlerin edep, sülük ve huylarını anladınsa, şimdi de Hakikî tevhidi, yani
velilerin Hakk'ı tevhid etmesi nasıldır, onu anlatalım:
Ey
sâdık âşık, Hakk diye varlığa derler, bâtıl diye de yokluğa. Her ne ki vardır,
Hakk'tır, varlığıyla vardır; yani bütün varlıklar
Hakk'ın vücudundan meydana gelirler ve yine Hakk'ın vücuduna dönerler. Peygamber "Ondan meydana gelir ve ona döner." buyurur. Bütün eşya Hakikatte Hakk'ın vücudundan meydana gelir ve yine Hakk'ın zâtına geri döner. Buna, mebde ve meâd (başlangıç ve son) sırrı derler. Niyâzî-i Mısrî'nin, mebde ve meâd nedir, bana bunları bildir, demesi budur:
Hakk'ın vücudundan meydana gelirler ve yine Hakk'ın vücuduna dönerler. Peygamber "Ondan meydana gelir ve ona döner." buyurur. Bütün eşya Hakikatte Hakk'ın vücudundan meydana gelir ve yine Hakk'ın zâtına geri döner. Buna, mebde ve meâd (başlangıç ve son) sırrı derler. Niyâzî-i Mısrî'nin, mebde ve meâd nedir, bana bunları bildir, demesi budur:
"Bunları bildir bana hem nedir mebde vü
meâd"
Yer- gök ve ikisi arasında Hakk'tan başka bir şey yoktur. Nitekim Allah Teâlâ: "Allah, göklerin ve yerin nurudur."
(Nur, 35) buyurur. Şimdi, nur, varlığa derler. Varlık Hakk'ındır. Zulumât,
yani karanlık yokluğa derler. Hakk'tan başka var olan bir şey yoktur. Nitekim
Eşrefoğlu Rûmî şöyle buyurur:
Eşrefoğlu
Rûmî'ye sorar isen Hakk kandadır
Deye yer gök
arş u kürsî dopdolu bu aralar
Eşrefoğlu Rûmî'ye Hakk nerededir? diye sorarsan, yer, gök; arş ve kürsî
ile bunların arası dopdoludur, der.
Niyâzî-i Mısrî:
Her ne denlü
aşikâr etsem hafâsın artırır
Ol ayan iken
anı örter delâil-i beyyinât
Her ne kim
fevka'l-ulâ tahte's-serâ da var durur
Zâtı vahiddir
velî göründü nice bin sıfât
Zât birdir lîk
evsâfına gayet yok durur
Gör bu fanusu ki anun şem'î oldu nûr-ı zât
Her ne kadar açıklarsam, gizliliğini o kadar artırır; o ortada iken
bütün açıklamalar onu gizlemekten başka bir şeye yaramaz-
Aşağıdan yukarıya her ne varsa, hepsi tek bir zâttır; ama pek çok değişik sıfat ile görünmüştür.
Zât tektir; ama sıfatları pek çoktur. Fanusa bak ve gör, onun mumu zâtın nuru olmuştur.
Allah Teâlâ, "O
evvel, âhir, zahir ve bâtındır." (Hadîd, 3) buyurur. Şimdi bundan anla ki, gizli veya açık,
O'ndan başka bir şey yoktur. Hep
O'dur. Nitekim "Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır." (Bakara, 115) buyurur.
Niyâzî-i Mısrî şöyle buyurur:
"Kanda baksam dost yüzü andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü çağırıram dost dost"
Nereye bakarsam, orada dostun yüzü vardır, gözümü ondan ayırmam;
dilimden onun sözü, zikri gitmez, sürekli dost dost diye çağırırım.
CAN GÖZÜYLE HAKK'I GÖRMEK
Şimdi bu makamda ârif-i billah şöyle der: "Ben her şeyde, önce
ve sonra ancak Allah'ı gördüm." yani ben bir şeyde Allah'tan
başkasını görmedim veya ilk ve son, önce ve sonra yalnızca Allah'ı gördüm, demektir. Çünkü bütün eşya yani varlık, Allah'ın cemâl perdesidir. Ârif-i billah, gaflet perdesini kaldırıp eşyayı Hakk'a perde
yapmayarak can gözüyle daima Hakk'ı görendir. Nitekim
Nâcî şöyle der:
Eşya hicâb oldı cân gözü bakmaz
Göster Cemâl'ün canım arzular seni
"Eşya bir perde oldu, can gözü bakmaz canım seni arzuluyor, cemâlini göster."
Şimdi vuslatın mânâsı, gönlü Hakk'tan başka şeylerden temizleyip eşyayı
Hakk'a perde yapmadan her ân onu görmektir. Eğer
eşyayı perde yaparak Hakk'ı görmeyip eşyayı görsen, Hakk'ı bilsen bile
ona vuslat demezler, ayrılık derler. Nitekim Şemsî
şöyle der:
"Bi-hamdillah derim Allah alıp aklımı fikrullah
Dilimde zât'in esması bana üns oldu zikrullah
Gönül âyinesin
sûff eğer ider isen safî
Açılır sana bir
kapı ayan olur Cemâlullah"
"Allah'a hamd olsun ki, Allah derim; onu düşünmek aklımı aldı;
dilimdeki zât esmasının zikri bana arkadaş oldu.
Ey sûfî, eğer gönül aynasını saflaştırıp temizlersen, sana bir kapı açılır ve
Allah'ın cemâlini apaçık görürsün."
Sûfi eğer gönül aynasını temizlersen, dediği, gerçi sen Hakk'ın tam bir
mazharısın, fakat Hakk'tan başka şeyleri gönlünden çıkarıp gönlünü temizler ve onları perde yapmazsan, Allah'ın cemâlini eşyada apaçık görürsün. Eğer gaflet
edersen, Hakk'ı göremezsin, demektir. Hakk'ı görmek, eşyadan perdeyi kaldırmakla olurmuş.
Hazret-i
Peygamber, "Ya Rabbi, bana eşyanın Hakikatini göster."
buyurmuştur. Eşyanın Hakikati Hakk'tır, yani ey Rabbim can gözümden gafleti kaldır, cemâlini göreyim, demektir. Çünkü
Hakikatte bütün eşya, Hakk'ın vücudundan meydana gelir, yoksa Hakk son derece
latîf ve gizli olduğundan idrâk etmek mümkün olmazdı. Kendi zâtında olan
bütün kudretini göstermek ve görmek
istedi, halk yüzünden göründü. Yani zâtı sıfatına tecellî etti. Zâtı
sıfatına tecellî edip sıfatı yüzünden göründüyse, bizim sıfat zannettiğimiz aslında zâttır. Tevhid, izafetleri
kaldırmaktır, yani tevhid masivayı
terk etmektir, dedikleri budur. Tevhid, sıfatı kaldırıp zâtı görmektir,
böyle olursa tevhid sahih olur. Çünkü Hakk'tan
başka vücut, varlık olduğunu isbat etmek şirktir. Son derece naz ve
istiğna sahibi olup büyüklüğü kendi şanından olduğu için, eşyayı zâtına perde
yapıp, "beni göremezsin" (Araf,143) hitabıyla halktan
gizlendi.
"Yüzün seb'a'l- mesânîdir yerâhu men yerânîdir
Velîkin len terânîdir tahayyertü bi hâteyni"
Muhammediyye
sahibinin, "yüzün seb'a'l-mesânîdir, gören ve görünen kendisidir; fakat göremezsin kitabıyla halkı hayrette
bıraktı", dediği buna işarettir. Yani gören ve görünen
kendisidir; kendisinden başkası yokken göremezsin, diyerek halkı
hayrette bıraktı.
Niyâzî-i Mısrî şöyle buyurur:
Zerreler zahir mi olurdı âfitâbı olmasa
Katreler kanda yağardı hiç sehâbı olmasa
Bahr-i zâtın mevcinin hiç haddi yok pâyânı yok
Zahir olmazdı cihan anın habâbı olmasa
Herkes anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin
Kibriyâ-yı len terânîden nîkâbı olmasa
Kim bilirdi zülfün ile kaşların mânâsını
İki âlem gibi
şerh eyler kitabı olmasa
Kurb-ı vahdet kuşesi hasrı temaşâgâh idi
Ey Niyâzî kimde kim cehlin azabı olmasa
"Güneş olmasa zerre görünür mü?
Bulut olmasa yağmur damlaları nasıl yağardı ?
Zât denizi dalgasının ucu bucağı yok; eğer onun hava kabarcıkları
olmasa cihan ortaya çıkmazdı.
Ey dost, 'sen beni göremezsin' azametli hitabınla zâtını perdelemeseydin, senin yüzünü herkes görürdü.
İki âlem gibi şerh eden, açıklayan bir kitap olmasa senin zülfün ile
kaşlarının mânâsını kim bilirdi?
Ey Niyâzî, bir kimsede cehaletin
azabı olmasa, vahdet yakınlığının
köşesi, hasrı seyretme yeri olurdu."
İNSAN HAKK'IN ÂLETİDİR
Ey benim canım! Senden, benden ve bütün herkesten sen ve ben diyen odur; çünkü can Hakk'ın zâtından ayrı değildir, ten onun sıfatıdır.
Allah Teâlâ zâtındaki kudretini göstermeyi istediyse; görmeye göz, tutmaya el,
işitmeğe kulak, yürümeye ayak lâzım olduysa,
senin ve benim vücudumuzu kendisine vasıta yaparak "Ben ona
ruhumdan üfledim." (Hicr, 29) hitabına göre sana ve bana tecellî
ederek bizi diriltip gezdirdi. Yüce muradı senin
ve benim vücudumdan, hayır veya şer ne meydana getirmek istediyse
getirdi. Nitekim "Sizi kendim için yarattım." buyurdu. Bâtın mânâsı sizin vücudunuzu kendi zâtıma
âlet olarak yarattım; gözlerinizden gören, elinizden tutan benim; yani bütün
söz, fiil ve tasarruflarımı sizin vücudunuzla icra ederim, demektir.
Men ârefle mârameyte iz rameyte remzini
Fark ediver
mümkin ise ber-sebil-i infirâd
Niyâzî-i Mısrî'nin, "Nefsini bilen Rabbini bilir." ile
"Attığın zaman sen atmamıştın." sözlerinin
sırrını eğer mümkün ise fark edip tek tek açıklayıver, diye sorduğu budur.
Cevabı aşağıda verilecektir. Çünkü bizim
vücudumuz Hakk'tan bize verilmiş bir emanettir ve geçicidir. Emaneti
sahibine iade eden azaptan kurtulur. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik
de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir." (Ahzab,
72)
Bu âyetteki emanetten maksat, Hakk'ın varlığı, fiilleri, sözleri, zâtı, sıfatlan, isimleri ve bütün tasarruflarıdır. Çünkü yer,
gök, dağ, taş; hepsi Hakk'ın varlığıdır; fakat Hakk isimlerini, fiillerini, sözlerini, zât ve sıfatlan ile bütün tasarruflarını insana yükledi. Bütün kudreti ve tasarrufuyla insan yüzünden zuhur eder. Görmüyor musun, Hakk'ın gerek kahrı, gerek lutfu bütün tasarrufu zahir ve bâtında insan yüzünden zuhur eder. Rızkını insan yüzünden verir. Bari bundan hisse, ibret al! Böyle ol!
İnsan, Hakk'ın görür gözü, tutar eli, söyler dili ve yürür ayağı imiş; her surette Hakk'ın âleti imiş. Bakmaz mısın ki Allah'ın gerek keremi ve gerek lutfu veya gazabının hepsi insan yüzünden zuhur
eder. Hakk bizim yüzümüzden söyler, görür ve işitir;
söz, fiil ve her tasarrufu bizim yüzümüzden ortaya çıkıyorsa, vücudumuz Allah'ın kudretini göstermeye ve
tasarrufuna âlettir. Bizde bu
tasarruf ve hareketi yapan Hakk'tır. Bizdeki bu vücudun Hakk'ın emaneti ve
geçici olduğunu bilmeyip Hakk'ın varlık ve tasarrufunu kendi üzerimize alarak
vücudun aslı ile her tasarrufu bizim zannederek nefsimize cahillik ve zulüm
yaptık. Bunun için Peygamber, "Nefsini bilen Rabbini
bilir." buyurdu; yani nefsini
bilen Allah'ı bilir. Bizim Hakk'a âlet olup vücudumuzda, hayır ve şer tasarruf
eden Hakk'tır. Bunu bilir, bizde külli veya cüz'î irade bulunmadığını,
irade ve hareketimizin Hakk ile olduğunu ve
aslının Hakk'ın olduğunu bilip varlığı Hakk'a verirsen, zulüm ve cahillikten
kurtulursun.
Ey benim canım! Zahir ilmine güvenerek gururlanma. Akl-ı maaşınla bunu idrak edemezsin; anlamadığın için hulul ve ittihat zannetme. Çünkü hulul ve ittihat şeriatta nasılsa Hakikatte de öylece küfürdür. Allah hulul ve ittihattan uzaktır. Bunda birliktelikten maksat, bir tarafın gizlenip bir tarafın var olmasıdır; belki
bir taraf yok olup bir taraf var olmaktır. Bunda ilim, his ve aklın yolu yoktur. Kâmil bir mürşid huzurunda can ve baş feda edip onun himmetiyle nûrânî ve zulmânî perdeleri bir bir geçmeden bu sırlar
bilinmez; çünkü keşif ve cezbeye muhtaçtır.
Aman erenler!
Gerçek mürşidim, fani vücudumun varlık
sebebi, ariflerin sultanı Şeyh Hamdi bütün her şeyiyle size emanettir. Ona teşekküre gücüm yetmez.
Mürşidim
cananım oldur
Söyler dilim
canım oldur
Kavlim (hem) sultânım oldur
Hüseyin Sultân Hû
Selîm Dîvâneye meded
Ondan erdi kalmadı derd
İsmi olsun
dilimde vird
Hüseyin Sultân Hû
HAKK VE HALK
Duadan sonra
tekrar sözümüze dönelim: Şimdi, tamamıyla bütün
vücüd Hakk'ın vücududur, dediklerini, her şey top yekûn Tanrı'dır, diye
anlama. Halk yoktur, Hakk vardır ya da Hakk yoktur, halk vardır şeklinde zıddıyla da anlama. Zahir ve bâtın (iç ve dış) bütün tasarruf
Hakk'ındır. Halkın varlığı geçicidir, Hakk'ın varlığı yanında bir serap ve
hayal gibidir.
Geçici olan şey
de yok sayılır. Çünkü halk, vücudunu, varlığını
Hakk'tan alır. Sahibi emanetini aldığında sende ne vücut kalır ne de yetki. Meselâ bir düğüne gidecek
olsan, bir kimseden emanet elbise alıp
giyerek düğüne gidersin; dönüşte sahibine teslim edersin.
Ey benim canım, bu mesele kâmil bir mürşidin yardımına muhtaçtır. Bunu sadece söz olarak öğren pek çok kimse sapıklığa düşmüştür.
Çünkü ne kul Tanrı, ne de Tanrı kul olur.
Bazı sapıklar bunu anlamayıp bizdeki külli iradedir, o hâlde Hakk'ın iradesidir, derler. Gerçi herkesteki irade Hakk'ındır; fakat, Tanrı
kendi irade ve yetkisini kimseye vermez, kimseye devretmez.
Bir şey senin
isteğinle ortaya çıksa, benim irademle oldu sanırsın. Ama o senin değil,
Hakk'ın iradesidir, dileğidir. Küllî irade, insan-ı kâmilde bile yoktur. Bilmez
misin, Allah'ın Resûlü'nün mübarek dişi
kırıldı. Onda küllî irade olsa kırılır mıydı? Bütün tasarruf, yetki Hakk'ındır. Yüce isteği seni düşmana karşı galip kılmak ise
yapar ve değilse düşmanı sana karşı galip yapar. Mülk onun, tasarruf onun!
Kimden dilerse onun vücudundan iş görür.
Şimdi, böyle
küllî irade davasında olan can, bil ki dalâlete düşmüştür. Eğer sende küllî irade olsa hasta olmayı veya ölmeyi ister
misin? Ama, hasta olursun ve vakti gelince ölürsün. Bundan anlaşıldı ki insanda ne küllî, ne de cüz'î irade
vardır. İnsana gereken, hayır ve
şer, her tasarrufu Hakk'tan bilmektir. Hakk'a karşı gelmeyip aczini itiraf ederek kullukta bulunmak
için melâmet yoktur.
Ne ol bu olur ve ne bu olur ol
Hakikatde budur vahdetdeki yol
Halkın sonu
fena önü ademdir Hakk'ın sonu beka, önü
kıdemdir
Nitekim Muhammediyye sahibinin şu sözleri buna işarettir:
Hakikatde odur mevcûd bu söze demezem lâ lâ
Velâkin bil, bu ân durur değil ol bu bu ol kellâ
Şimdi bu meseleyi tasavvuf ehline sorup cevap alırsan, kâmil mürşidin
yardımına ihtiyaç olduğundan sapıklığa düşersin. Çünkü bazı âşıklar, her şey birden Hakk'ın vücududur, dediklerinden yanlış anlar ve Allah korusun, Hakk'ı veya halkı inkâr ederler. Ya da Hakk'ın kudretini fark etmezler
ve Hakk'tan korkulan kalkar; diline ne gelirse onu söylerler. Bunun sebebi, kendisi
taklitçi olduğundan Hakk'ı da taklit sanır.
Kendisi bütün yorumlarından ve şüphelerinden kurtulup Hakikate
ulaşsaydı, Hakk'ın beraberliğinden ve tam
bir yakınlığından uyanık olup son derece edepli olurdu.
Bir âşık Hakk'ın cezbesi ve bu yakınlıkla bu uyanıklığa ulaşırsa onun
işareti yalnız bile olsa yakınlık ve beraberlikten asla gaflette bulunmamasıdır; son derece acizlik ve niyaz hâlinde olup edebinden ayağını uzatmaya bile Hakk'tan
utanmasıdır.
Bizler, taklitte olduğumuzdan, yalnız Hakk değil, halk yanında bile
edepsizlik edip ayak uzatırız. Sultan meclisinin âdabına uymayız. Bunun sebebi,
yakınlığımızın sadece sözde olmasıdır. Yoksa
yaşayarak ve bilerek değildir. Veya o can kendinin gölge gibi son derece
âciz olduğunu, her hâlinde, nefes alıp vermede, Hakk'a muhtaç bulunduğunu
unutup, kendisinin çok büyük olan ihtiyaç ve
aczini bilmeyip, Hakk'ın tam kudretini kendisinde görerek yanılmakla, halkın varlığı Hakk'ın imiş;
meğer halk, Hakk imiş diye, yanlış
anlar.
Bu sözler sen Tanrı’sın veya halk Tanrı’dır demek değildir. Fakat Hakk'ın tasarrufunun ortaya çıkışı, zahir ve batında kudretinin kemâlini göstermesi halkın yüzünden zuhur eder. Bu halkta asla
irâde ve vücut olmayıp gerek hayır ve gerek şer, cümlesinin Hakk'ın olduğunu ispat
etmek içindir. Çünkü halkın Hakk'sız, asla harekete gücü,
kuvveti yoktur. Yoksa, halk Tanrı'dır demek değildir.
Böyle yanlış anlayan can, ben Hakk'ım, gaypta Tanrı yoktur; eğer bir iş tutarsam rızkım ortaya çıkar veya bir yerden istersem rızkım
gelir; yoksa aç kalırım diye yanlış düşünür. Bu inanış, Hakk'ın cümleyi kuşatan, her şeydeki ilmi değildir. Allah'ın kendi
zâtına mahsus olan bir ilmi vardır. Onu ne enbiyâ ne evliya bilir. Diğer taraftan, bazıları, Allah her şeyle, herkesle
beraberdir ve yine her şeyden münezzeh, ayrı
ve uzaktır, şeklinde söylenenlerin
Hakikatini bilmeyerek yanlış inanca saparlar.
Allah korusun, bu inanç, Hakk'ı bildim zannedip bilmemekten ortaya çıkar. Onun için herkese bir kâmil mürşit lâzımdır. Bu anlattıklarımız dinden çıkan, sapıtan ve dalâlete düşenlerdir. Bunlar hep yarım mürşitlere rast geldiklerinden böyle dalâlete düşerler. Zahirî ilimlerle donanan bazıları da bu
ilimleriyle gurura kapılıp mürşide teslim olmaz.
Nefsin gururundan ve ilmin varlığından gereği gibi kurtulamayıp ahlâkını güzelleştiremezse, ruhunu temizleyemez ve ilâhi sırlar
kendisine keşfolmaz. Tasavvuf kitaplarına bakıp söz öğrenmekle kendini kâmil
oldum sanarak gururlanır. Nefsinin hilesine
aldanıp marifet menzilinde kalır, Hakikate ulaşamaz. Çünkü hâl olmayınca
(yaşamayınca), söz ile Hakikate ulaşamaz veya
inkâra düşer, Allah korusun!
BAZI CAHİL
ŞEYHLER DE MERKEP İZİNDE SU GÖRÜP DENİZİ BULDUK SANIRLAR.
İlâhî sırlardan azıcık haberdar olan kimse kendisini kâmil oldum zanneder; nefsin hilesine aldanarak Hakikate ulaşamayıp berzahta
kalır. Birkaç tasavvuf kitabına bakarak oradaki şeriata aykırı gibi görünen sözleri, âlim gibi görünenlerin akl-ı maaşı anlayamaz, kusurun kendisinde olduğunu da bilmez. Ehlullâhın yanlış
inançta olduğunu sanıp cebriyye ile müridi fark edemediğinden, ehlullahı
cebriyye veya kaderiyye ya da hulul ve ittihad inancı içinde zanneder. Hakikati
ve ilâhi sırları inkâr eder. Şeriat dairesinden
dışarı çıkmağa korkar. Gerçi cahilin samimiyeti fazladır; fakat az şeyle kanaat edip kalır. Ama sâdık
âşıklar, Hakk yoluna din ve mezhep
değil canlarını başlarını bile feda ederler. Sakın gece ve gündüzünü ziyan etme. Bütün korkulan bırakıp gece ve gündüz, Allah aşkı ile mest, sarhoş ve
hayran ol:
Ey yâr-ı cinân ten ile canım senin olsun
Mezheb ile dîn
ile îmânım senin olsun
Aşkınla senin varlığımı hep sana verdim
Evrâd ile ezkâr
ile esmam senin olsun
Yüzünde olan
nûr ile envârını gördüm
Bana sebep ol küllî ile varım senin olsun
Dîvâne Selîm mahv oluban çıksın aradan
Bi'l-cümle olan nâm ile sânım senin olsun
diye kendini mahvedip mahviyyet, yokluk makamında, Hakk'ın cemâlini seyretmeye dalmayınca karar edemem.
Benim canım,
amaç nedir? Allah korusun, ayıp görmek değil
veya 'erenleri noksan görüp kendimi tamam görmek, göstermek değildir. Fakat bu
yolda "Himmetin yüceliği imandandır." mânâsının gereğince
gayet ulu himmet, çok gayret ve ilâhi cezbeyle mest ve hayran olan
sâdık âşıklarla sohbet lâzımdır. Maksat, Hakk taliplerine gayret vermektir. Tesellî
bulup makamda kalmayalım ki, nefsin hilesi
ve gururudur. Makamsızlığa erelim, yeter.
VARLIK HAKK'INDIR
Ey Dîvâne!
Çok gevezelik ettin. Kendi sözümüze gelelim ki asıl maksat Hakk'tır. Eğer sen ters anlayıp Hakk'ım dersen, bilirsin ki, kendini ve bu yaratılmışları yaratmadın. Elbette senin ve bu yaratılmışların
bir Hâlık'ı (yaratıcısı) vardır. Ama yaratılmışlar yüzünden zuhur etmiştir.
Niyâzî-i Mısrî, bütün varlık Hakk'ın ve yaratılmışlar yüzünden zuhur eden Hakk olup
Hakikatte bütün varlık tamamıyla Hakk'ın ise "Kendini bilen Rabbini
bilir sırrı nedir, "Attığın
zaman sen atmadın, fakat, Allah attı" sun nedir? Ya kul hangisidir veya Allah hangisidir, fark
ediver" diye sormuştur.
Bu, keşfe muhtaçtır; söze ve yazıya gelmez, benzetme kabul etmez. Fakat
gerçek mürşidim, fani vücudumun hayat sebebi, ariflerin sultanı, kutup, evliya
çeşmesinin başı, Zât-ı kibriyânın nuru Şeyh
Sultan Hamdi hazretlerinin himmetiyle, imkân nispetinde açıklayalım. Niyâzî-i
Mısrî'nin sorusu şudur:
Müşkilim var
size ey Hakk dostları eylen reşâd
Kim cevâbın veren olsun Hakk katında ber-murâd
Ol ne kesretdir
ki onun haddi yok pâyânı yok
Kesret içinde
ne vahdetdir ki ona yok idâd
Çokdur enva'ı bu halkın biri insan üç bölük
Biri ehl-i
hayme birisi kura biri bilâd
Üç bölükden dahi üç bölük bölünmüş ey hâce
Biri mü'min
biri kâfir biri ehl-i inkiyâd
Kangısı Hakk'dan ırak olmuş bunların söylegil
Kangısı kadir
ki Hakk emrine eyleye inâd
Hakk'ın iken her tasarruf bu abes sözler neden
Nefs ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd
Dünye vü ukbâ
dahi haşr u neşr olmak nedir
Bunları bildir bana hem ne durur mebde vü meâd
Âhiretde cennet
ü nîrân u berzah kim denir
Bunların aslı nedir kim olupdur yevmi 't-tenâd
Kahr u lutfun illeti bir demenin aslı nedir
Bu ikinin
vahdeti midir aceb râh-ı sedâd
Ya'ni rahat ayn-ı mihnet mihneti rahat mıdır
Cümleden râzî mıdır Hakk ber-tarik-ı ıttırâd
Hakk Teâlâ 'dan yakın eşyaya bir şey yok denir
Lîk bildir kim
durur Allah yâ kimdir ibâd
Men arefle mâ rameyte iz rameyte remzini
Fark ediver mümkün ise ber-sebîl-i infirâd
Müşkili çoktur
Niyazi'nin velî biri de bu
Zâhid anlasa Hakk'ı zühdü neden olur kesâd
BENİM CANIM,
NİYÂZÎ SULTAN'IN BU NUTK-I ŞERİFİ ELİME GİRDİĞİNDE GERÇEKTEN GÖRDÜM Kİ, DÖRT
KİTABIN MÂNÂSINI KENDİNDE TOPLAMIŞ, BELKİ
GELMİŞ GEÇMİŞLERİN HEPSİNİN İLMİNİ KAPLAMIŞ BİR UÇSUZ BUCAKSIZ OKYANUSTUR. BİR ÂŞIK BUNLARIN CEVABINI TEK TEK, HER
BİRİNİ FARK EDERSE BÜTÜN TEHLİKE VE DALÂLETTEN KURTULUP YERYÜZÜNDE HAKK'IN HALİFESİ OLUR.
Aman meded, mürüvvet erenler!
Bu âciz yüzü karadan bu müşkili halleden sizlersiniz. Arada bu gamdan ve nefsin hilesinden sizlere sığınırım. Bu günahkârı siz koruyun;
içimden, gönlümden Hakk'ın dışındakileri çıkarın. Tabiat bağından, tuzağından;
hevâ ve hevesinden, nefsin lezzetlerinden kurtarıp gönlümü gizli sırrın
nuruyla aydınlatın. Sizlerden isteğim,
dileğim; aşkımı, derdimi, ziyade edin, arttırın. Dileğimin kabul edilmek için yüzü kara olduğunu
biliyorum, meğerki Hakk kabiliyet vere. Fakat cürmümü ve eksikliğimi
itiraf ettiğimden dergâhınıza acz, niyaz ve yoklukla yüz sürerim. Bu niyazımı
kerem edip kabul edin. Sizin şânınıza düşen lütuf, kerem ve aftır. Bizim
şânımız daima cahillik, gaflet ve haddimizi bilmemektir.
"Ey hâl ve
hareketleri değiştiren (Allahım)! Hâlimizi iyiye
çevir."
Aman erenler! Kınanan, yerilen huylarımızı iyi ahlâka çevirin. Hevâ ve
hevesimizi rûhaniyete dönüştürün. Cahilliğimizi, bilgiyle, ayrılığımızı vuslatla değiştirin. Can gözüyle daima Hakk'ın cemâlini seyretmeye dalalım
I
|
Şimdi, mürşidim gavsü'l-vâsılîn Sultan Hamdi Hazretleri'nin himmetiyle
bu soruların cevabı doğru bir biçimde açıklanıp yazıldı. Ama bazılarının cevabı
yok ve bazılannmkinin de yazılması lazım.
Şimdi, şunu iyice anla! Ne halk, Hakk olur ve ne Hakk, halk olur. Çünkü, halkın evveli yokluktur, âhiri,
sonu yine fânîdir. Yokluk bunda teklik manasınadır. Zira, yok var olmaz, var da
yok olmaz. Yani halkın evveli yokluk demek teklik demektir. Yani sen yaratılmadan
önce ruhun ve cesedin yok değildi, var idi. Ama başka başka idi. Yani, ruhun
başka ve cesedindeki ateş, su, hava ve
toprak başka idi. Ve halkın ortası birleşiktir. Yani Allah yarattı demek: Allah'ın emri dört unsura
geldi. Tek iken ateş, su, hava ve
toprak bir yere geldi; birleşip dördünden bir vücut oluştu. Sonra, "Ben ona ruhumdan üfledim" (Hicr, 29)
mânâsınca ruh üfleyip diri kıldı.
Vakti gelince doğup âdem oldu ve halk
oldu. Buna sen nasıl Hâlık (yaratıcı) dersin ve nasıl önceden yok idi dersin?
Şimdi, bundan
anla ki: Sen kulsun. Her şeyi yoluyla, usulüyle
anla; yoksa Firavun gibi benlik davasına kalkma! Halkın âhiri yine fânî olmaktır.
Yani her şey yine geldiği yola gidip bir yere toplanıp birleşmişken yine
ayrılır. Çünkü önce her organın var idi;
fakat, başka başka idi. Sonunda yine dağılıp başka başka olur. Fakat Hakk'ın
evveli kadîmlik (başlangıcı olmayan öncelik) ve âhiri yine bâkîliktir.
Şimdi, bundan sonra cem'den farka gelip ubûdiyyeti (kulluğu) ve
ulûhiyyeti (ilâhlığı) birbirlerine karıştırmayıp kulun aczini ve Hakk'ın
kudretini isbat edelim.
Şimdi, Hakk,
değişmek ve başkalaşmaktan uzaktır. Halk daima
değişim ve başkalaşım içindedir.
Ama Hakikatte değişen yine
Hakk'tır. İmdi sen yaratılmışsın
ve hadissin yani sonradan olmasın. Sen bilirsin ki, gözü ve kulağı, eli
ve ayağı sen yaratmadın. Bunları yaratan
cümlenin varlığı olan zâttır. İmdi, bundan yanlış anlayıp bu halkı yine halk yaratmıştır diye dalâlete düşme. Yani
Hakk'ın kudreti ve zâtı cümlenin vücudunda gizlidir. Çünkü her şeyi işleten
odur ve her şey onun vücududur. O bir zâttır. Benim
canım, bu halk-Hakk ifadeleri, henüz yeni başlayanların anlaması
içindir. Hakikatte ne yaratılmış var, ne yaratılacak olan var. "O, her
an yaratma halindedir" (Rahman, 29), mânâsınca Hakk'ın işleri,
Hakk'ın ortaya çıkışı ve hikmeti böyle gerektirir. Her şey onun vücudu. Âra
yerde kimse yok. Kendi aldı, kendi sattı,
kendi pazar eyledi.
Şimdi, her şey tamamıyla Hakk'ın vücudu iken Hakk yine her şeyden
münezzehtir, uzaktır. Münezzehliği şu mânâyadır ki; cümlenin vücudu onun zâtının âletidir, belki zâtıdır. Cümlesini yine nasıl isterse öyle kullanır. Her şey, onun
vücuduyken her şey, yine O’nun ilminden âcizdir. Kendi işini ve kendi
zâtını yine kendi bilir, kimse bilmez.
Meselâ elin ile tutarsın, ayağın ile yürürsün. Sen ne tuttun, el bilmez ve nereye gidersin, ayak bilmez. Bilen, can olduğu gibi cümlenin canı, Allah'tır. Cümle vücudu nasıl kullanır, kendi bilir; insanlar bilmez. Bakmaz mısın ki kuluna bir belâ verir, kul
Allah'ın hikmetini bilmediği ve Hakk'ın kuluna o belâyı vermekten muradının
hayır olduğunu kul bilmediğinden, razı olmayıp şikâyetçi olur. Eğer Hakk'ın muradını kul bileydi, o kul, o belânın geldiğine sevinirdi. Çünkü Hakk kuluna
düşman değildir. Niçin olacağını kul bilmez, ama Allah bilir. Nitekim buyurur: "Sizin
için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha
kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür..."
(Bakara, 216).
Bilmediğin bir
şey sana çirkin gelse, onu çirkin görme; belki, sana hayırlıdır. Ama bir şey
sana nispet sevimli gelse sevinme; belki,
o şey sana yaramazdır.
Şimdi, velîler bu sırrı bildiklerinden, Hakk onları nasıl kullanırsa, onlar Hakk'ın hükmüne teslim olup razı olurlar. Hakk'ın hikmetini kimse
bilemez. Ancak Hakk'ın yaklaşıp gece ve gündüz
işi gücü Hakk ile olanların beşeriyeti mahvolmuştur. Onlar her sırra
erişebilirler. Nitekim buyurur: "İlimde râsih olanlar, yüksek payeye erişenlerdir." (Âl-i İmran, 7). Gerçi Hakikatte Hakk'tan başka yoktur; ama
ona tamamıyla kimsenin aklı ermez. Onun için Peygamber: "Nefsini bilen
Rabbini bilir" dedi; fakat, "Allah'ı
bilir" demedi.
Bu
yazılanlardan maksat, Hakk'a akıl ermez. Her sırrı tamamıyla bildik zannedip
gururda olmayalım. Nefsin hilesidir. Bildik
dediğimiz cahilliğimizdendir. Bizden bilen, Hakk'tır. Bize ne kadar
bildirirse o kadar biliriz. Öyle ise biz daima aczde ve niyazda, kulluk ve yoklukta olalım.
Şimdi, sen bütün varlıkların toplamısın. Özünü bil. Zira senden hariç ne
Hâlık (Yaratıcı) ve ne mahlûk (yaratılmış) var. Şimdi, sende hem Hâlık var, hem
mahlûk var. Hem hadis (sonradan yaratılan)
var, hem kadîm (önceden var olan) var. Hem fena var, hem beka var, hem kul var, hem Tann var. Hem ceset var,
hem rûh var. Hem zahir var, hem bâtın var. Hem evvel var, hem âhir var.
Bunları kendi vücudunda Yaratıcıyı yaratılmışa, yaratılmışı Yaratıcıya; yani kulluğu ve ilâhlığı birbirine perde yapmayıp daima acz ve
kullukta ol. Erlik ve keramet budur. Yoksa ben Tanrı'yım diye Firavun olmak değil. Ya da ben kulum diye benim gaybda Tanrım var; seni başka, Hakk'ı başka
bilip şirke düşmek değil. Vücudunda hem Hakk'ı bul, hem seni bul. Birbirlerine perde etme!
İmdi, senin
aslın ateş, su, hava, topraktan oluştuğundan yaratılmışsın, sonradan olmasın.
Bunlar toplanıp bir araya gelmeden önceki teklik hâline bakarsan, Hakk'sın,
kadîmsin, yani başlangıcın yok. Sonra yine değişip başkalaştığından fânisin.
Canın aslı ve dört unsurun aslı Hakk'ın
zâtıdır. Fakat unsurlar değişir. Can ne bir yerden geldi ve ne bir yere
gider.
Behey Dîvâne,
bozulup yazılan da sensin. Gidip gelen de sensin. Lâkin değişen tarafına halk
denir. Her şeyin aslına dönüp bakî olduğu tarafına Hakk denilir. Nitekim buyurur:
"Yeryüzünde
bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve
ikram sahibi Rabb'in zâtı bakî
kalacak." (Rahman, 26-27). Yani bütün eşyanın görünen yüzü
yaratılmıştır, fânîdir ve değişip başkalaşır. İç yüzü Hakk'tır, bakîdir. Şimdi,
Hakk'ı bulmak kolaydır, çünkü cümlenin vücududur.
Fakat dönüp halkı bulmak güçtür. Çünkü bağımsız bir vücudu yoktur. Onun
için Niyâzî-i Mısrî:
Hakk Teâlâ'dan
yakın eşyaya bir şey yok denir
Lîk büdur kim durur Allah yâ kimdir ibâd
diye buyurdu. YANİ SEN DE HEM HAKK'I BUL, HEM KULLUĞUNU BUL diye uyarır.
Şimdi, her kim hem Hakk'ı hem halkı, hem fenayı hem bekayı, hem hadîsi hem kadîmi, hem kendinin bütün aczini hem Allah'ın sonsuz
kudretini kendi vücudunda
bulup kulluğu, ilâhlığı birbirlerine perde yapmazsa, o kimse bütün
şüphe ve tereddütlerden kurtularak tevhit ehli olup kullukta bulunur.
Çünkü, kullukta bulunmamak Hakk'ı ve halkı
fark etmeyip kararsızlık ve şüphedir.
Veya ters anlayarak kulluğunu kaldırıp ben Hakk'ım diye tozu koz anlamış olmaktır; Hakk'ı yanlış anlayıp farkı
bilmeyenler nefsin hilesine aldanıp kendini evliya zanneder.
"Şeytan
onlara yaptıklarını güzel gösterdi." (Enfal, 48).
Onlar ise
insan-ı kâmilin inanç ve yolunu bilmediklerinden kulluk, zayıflık ve yoklukta olanlara acemi ve bulanık derler. Doğru yolu araştırmaya devam ettiğini sanıp
insan-ı kâmilin nazarından ve
himmetinden uzaklaşıp mahrum kalırlar. Onun için insan-ı
kâmili şeriat ehli de tarikat ehli de bilemez; her ikisi de insan-ı kâmili göremez. Onun için mürşidimiz Hamdi Sultanı, o
bölgedeki tarikat ehli noksan ve olgunlaşmamış sanarak kendi acemiliklerini onda görürler.
"Vuslatı olmayanın marifeti yoktur. Farkı olmayanın da kulluğu
yoktur." Yani, bir kimse Hakk'a ulaşmadıkça şeriat yolunda kalmıştır. O
kimse Allah'ı bilmez. Bir kimse Hakk'a ulaştıktan sonra geri farka gelip
kulluğunu ve zayıflığını bulmamışsa, o kimsenin kulluğu yoktur. Önceki hâli
gizli şirkti, ikincisi dalâlet ve dinden dönme yoludur. Tevhit ehli hem ceme
varmış hem de farka gelmiş olmalıdır. Nitekim Hüdâyî Sultan buyurur:
Şunun kim cem'i
yok irfanı yoktur
Şunun kim farkı
yok ilhâdı çoktur
Biri şol Türk'e
benzer şehre gelmez
Biri şehr âdemi
karyeye gelmez
Hakikatte kemâl
ehli hem köye hem şehre gelendir. Şimdi, tevhidin aslı hem cem'e varmış olmalı
ve hem geri farka gelip kulluğu ve ilâhlığı birbirlerine perde yapmayıp
zayıflığını anlamalı ve kullukta bulunmalıdır. Nitekim, Hz.Ali (kerremallâhü
veche) buyurur:
"CEM'SİZ
FARK ŞİRK, FARKSIZ CEM' ZINDIKLIK; İLHAD, CEM' VE FARK TEVHİDDİR."
Evliyâullahtan
bir âşık, Hakk'a demiş ki;
"YÂ RAB, BEN YOĞUM, SEN VARSIN." Hakk, o kula:
"EY KULUM! GÜZEL, BENİ TEVHÎD ETTİN. YA HANİ SENİN KULLUĞUN !" demiş.
Şimdi, Hakk'a kavuştuktan sonra geri farka gelip kulluğu bulup kulluğunu
ulûhiyyete perde etmemek her âşığın elinden gelmez.
Son derece zordur; kâmil mürşide ihtiyaç vardır.
Ey benim canım! Niyâzî-i Mısrî'nin;
Müşkili çokdur
Niyazi'nin velî biri de bu Zâhid anlasa Hakk'ı zühdü neden olur kesâd dediği, cemden sonraki farka işarettir. Zira cem makamında secde edenle
secde edilen bir olur. İbadet eden, ibâdet edilen bir olur. Harf, ses ve söz kalmaz. Bu makamda sâlik, şeriatı
gereğince yapamaz, ilhâda
meylederek gerçek inançtan sapar.
Buraya ulaşan
âşığın yaptığı zühd niçindir? Önce yaptığı Hakk'a
kavuşmak için idi; Hakk'a kavuştu, istediğine ulaştı. "Ebrârın iyilikleri, mukarreplerin
seyyiatıdır." Yani, Hakk'ı
isteyenin iyilikleri, yani ibâdeti,
Hakk'a kavuşan âşığa günahtır. Çünkü
Hakk'a kavuşan âşığa gerek ibadetler gerekse sülük bunların hepsi şirktir.
Böyle olunca sona ulaşanların ibadeti ne içindir, demektir. Şimdi, sona ulaşanlar insan-ı kâmildir, insan-ı kâmil sadece bir kuldur. Niyazi'nin şu mısraı
buna işarettir:
"Abd-i mahzam ben tasarruf bilmezem"
ABD-İ MAHZ
Şimdi, gerçek kul ona derler ki, elinden, dilinden, gözünden kimseye zarar vermeden her ibadeti yapar ve her âdabı yerine getirir. Fakat
yaptığı ibadetinde bir maksat olmaz. Yani, Cehennem korkusundan veya Cennet ümidinden ya da dünya için yapmaz. Halis, muhlis, sadece Allah için yapar.
Yani, onun ibadeti Hakk'ın emrine uymak içindir. Çünkü ibadetinden bir şey bekleyen
Allah'a şirk koşarak ibadet etmemiş olur. "Hasenâtü'l-ebrâr (iyilerin iyilikleri)" demek budur.
Hakk'ı isteyen, ibadeti Hakk'a kavuşmak için yapardı. Sona ulaşanlar ise
Hakk'a kavuştu. Bunların ibadeti Hakk'ın emrine uymak değil, ebrârın ibadeti gibi Hakk'a kavuşmak için veya herhangi bir şey için olursa sona ulaşanlara öyle
ibadet günahtır. Sona ulaşanların ibadeti ancak emre uymak için olur, demektir.
Bu makam son derece tehlikeli makamdır. Bazısı bir Hakk mürşid-i kâmile
rast gelmediğinden, bu makamda ben Hakk'a kavuştum, ibadet edersem şirk olur
diye dalâlet ve sapıklığa kalkıp gerçek inançtan döner. Oysa bu ibadet etme
demek değil, ibadetinde başka maksat olmasın ve ettiğin ibadeti görme, demektir. Nitekim Hasan-ı Basri buyurur: "Hakîkat ibadet edip ibadeti (görev yapmış gibi) görmemektir." Hakîkat
oldur ki ibadeti edip ve ettiği ibadeti görmemektir. Yani görmeyi terk
etmektir. Yoksa ibadeti terk et, demek
değildir. Hüdâyî Sultan buyurur:
Hakikat sanma ki terk-i ameldir
Terk-i rü'yet-i ameldir ki güzeldir
SÖZÜN ÖZÜ, BİR
KİMSE ŞERİATI YERİNE GETİRMEZSE O KİMSE YANLIŞ
ANLAYIP DALÂLETE VE SAPIKLIĞA DÜŞMÜŞTÜR. Zira önce vuslat, kavuşma neye derler, onu bil. Vuslat,
kesifliği bırakıp latif olmaktır. Yani kesif, dalâlettir; latîf, hidayettir. Muhasebe ile
dalâleti bırakıp hidayet hareketiyle
hareket ettikten sonra, senin yok olup
Hakk'ın var olmasıdır. Sen yok ol dedikleri: Sendeki suret ve sıfat
senin değildir, Hakk'ındır. O sureti ve sıfatı Hakk'a verip senin aradan çıkmandır. Bir de senin sıfatını
Hakk'ın sıfatına değiş demek, yani,
senin sıfatın beşeriyettir; yaramaz huylardır ve hayvan sıfatıdır. Bunlardan kurtulup Hakk'ın insan-ı kâmil sıfatı olan iyi huylarıyla huylanmandır. Yaramaz
huyu iyi huyla değiştirmendir.
Nitekim, şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî buyurur.
Eğer tebdil edersen hüsne sıfatı
Hemân tebdil edersin zâta zâtı
Yaramaz huyunu
iyi huya çevirirsen sendeki sureti ve sıfatı değiştirmiş
olursun ve eğer ahlâkını değiştirmezsen Hakk'ı bilsen de fayda etmez. Çünkü
nefsin gururu ortaya çıkar. Hakk'ı ortaya çıkarıp herkesin Hakkını yerine getiremezsen halk senden emin olmaz.
Şimdi, kavuşmaktan maksat, sadece Hakk'ı bilmek değildir. Hakk'ı
bilmek, inkâr etmeyip her şeyi Hakk bilip her şeyin Hakkını vermektir ve bütün organlarından halkın emin olmasıdır. Bu ise kalp düzeltilip, ruh temizlenip, nefis
terbiye edilmedikçe olmaz. Kalbin düzeltilmesi Hakk tarafından sâlikin gönlüne gizli sır gelmedikçe olmaz. Kavuşmaktan maksat,
ancak sırr-ı hafî denilen gizli sırdır. "Allah, dilediği kimseye nurunu
eriştirir." (Nur, 35) dediği buna işarettir.
Herkesin Hakkını verip, herkes ondan razı olup, herkeste Hakk'ın yüzünü
görüp daima kontrol altında olmadıkça kimseye bu
nur gelmez. Bu nur gelmedikçe, kimse hidayet bulup ve Hakk'a kavuşup
herkesin Hakkını vermez. Mülhid ve zındık, bu gizli sırrı bilmediklerinden
sözle ve gerçekte yaşamadan sadece bilmekle Hakk'a vasıl olduk sanıp nefsin gururuna
aldanmışlardır. Hevâ ehli ile ehlullah arasındaki fark, bu gizli sırdır. "Kendi
yollarımıza eriştireceğiz" (Ankebut, 69)
âyetinde yoldan maksat, bu nurdur ki buna cezbe-i Hakk derler. Şimdi, yaramaz
huylardan kurtulmayanlar, Hakk'a ulaşmış değildir. Kavuşmaları
kendi zanlarıyladır, taklittir. Bundan anla!
BİR KİMSE ŞERİATA UYMAZ VE YARAMAZ HUYLARDAN KURTULMAZSA, OL KİMSENİN KALBİ DÜZELMEZ; RUHU ARINIP, NEFSİ TERBİYE OLMAZ. NEFİS TERBİYE EDİLMEYİNCE KİMSEDEN BU SIRR-I HAFÎ DENİLEN GİZLİ SIR ORTAYA ÇIKMADI.
O KİMSE, DAVADAN VE GURURDAN KURTULAMAZ; YALANCIDIR.
Şeriatta, önce
YALANCI MEHDÎ ortaya çıkar, dedikleri budur. Bunun yalancı olması, Muhammed'in yoluna
uymamasıdır. Çünkü eğer gerçek mehdî olaydı, Muhammed'in yolunda
olurdu. O hâlde şeriata uymadan Hakk'a
kavuşup hidâyet buldum, demesi yalandır. Mehdî'den maksat, hidâyet
bulmaktır. İsa'dan maksat, ruhun nefisten temizlenip Rûhü'l-kudse (kudsî
ruha) ulaşmasıdır.
Şimdi, bundan anla ki, yaramaz huylardan kurtulmayan ve şeriata
uymayanlar, Hakk'a kavuştum diye vuslat davasında bulunsalar, onlar
yalancıdırlar. Zira, bir kimse hidâyet bulmadıkça Hakk'a ulaşamaz ve eğer
hidâyet bulsaydı şeriatı, Hakk bilip ona uyardı. Böyle marifetullaha ulaşıp
ayne'l-yakîn makamında iken kendini Hakikate ulaştım zannedip
Hakke'l-yakîn makamındayım diye dava eden âşıklara, Bârî-i Teâlâ hidâyet edip "Allah,
dilediği kimseye nurunu eriştirir." (Nur, 35) âyetince Hakka'l-yakîn
makamına ulaştırmayı isterse Hakk tarafından o âşığın gönlüne hidâyet nuru
tecelli eder. Ona Hakk'ın cezbesi, gizli sır, rûhü'l-kuds ve izafî ruh derler. İsa'nın gökten inmesi ve Mehdî'nin çıkması
budur. O âşığa o saat hidâyet erişerek kendi vücudu, kendi İsâ ve eksikliği keşfolur.
Kendi hâllerine bakar ki kendi hâllerinde asla erenlerin hâllerinden bir
hâl yok. Bu durumda ne Muhammed'in emirlerini yerine
getirebilmiş, ne tarîkat kurallarına uyup kalbini saflaştırmış, ruhunu cilalamış ve nefsini temizlemiş...
Daima heveslerine kapılıp gaflette bulunmuş, nefsin gururuna son derece
aldanıp halkın gönlünü yıkmakta!
Köpek sıfatıyla basit hileler yapar. Tilki sıfatıyla bakar; görür ki
kendi yine önceki yaramaz huylarından ve hayvani sıfatlarından
kurtulmamış ve asla ahlâkını değiştirmemiş. Meğer kendini kâmil gördüğü, nefsin
gururu ve hilesi imiş. Uykudan uyanır gibi
gafletten uyanır. Böylece kendini ayıp ve noksan içinde görür. Tövbe
ederek feryad u figân ile ağlayıp şeriata döner.
Nefsini hesaba çekerek günden güne yaramaz huylarını iyi huyla değiştirir. Halka
muhabbet edip eksikliği kendinde ve tamlığı halkta görmeye başlar. Çünkü, o
zaman Hakk'tan başkasını görmez. Kendini baştan ayağa
kadar isyana batmış görüp feryat eder ve
görür ki, bunun Mehdî'yim dediği-meğer Deccâl imiş. Yani hidâyet olup Hakk'a vasıl oldum,
dediği yalan dava imiş. Tamamıyla nefsin
hilesine, oyununa ve gururuna aldanıp davada kalmış.
Dertmend sâlik bunları böyle görerek kendinin evvelden yalancılık ile velilik davasını ettiğinden gerçek erenlerden haya ve edep edip yüzünü yerlere sürer. Feryat ve figân edip gerçek erenlerden medet istemeye başlar. Erenler de bunun feryadına merhamet
ederek kendilerini gizlemeyip bunun gönlüne nazar ederler. Allah'ın velîlerinin yolunu, itikadını, tevhidini ve edeplerini gösterip bunu
doğru yola iletirler. O himmet sebebiyle buna Hakk tarafından hidâyet yetişip sırr-ı hafî (gizli sır) tecellîsi zuhur eder.
O zaman bunun beşeriyyeti ve yaramaz huylan iyi huya dönüşür. Zâtı ve
sıfatı mahvolup bunda asla irade, kudret, gurur, dava ve benlik kalmaz.
Zahirinde Hakk'tan gayrı bir şey kalmaz. Kendine,
halka, muhabbeti artar ve yaramaz huyları gider. O zaman herkes bunun elinden, dilinden, gözünden
emin olur. Herkes bundan hoşnut ve razı olduğundan Hakk tarafından
sevilip Allah'ın velî kullarından olur. O zaman bunun vücudundan gerçek Mehdî
ortaya çıkarak Muhammed'in şeriatını uygular; İsâ, gönlünün göğünden kalbe iner ve Deccâl'e Mekke kapısında mızrakla vurup öldürür. İsâ, Mehdî'ye uyup namaz kılar, imâm olur. Yani nefsi rûh ve
ruhu rûh olursa, değişim olur. İsa'nın Mehdî'ye uyması, Hakk tarafından sırr-ı
hafî tecellîsi ortaya çıkınca nefsinin rûh olmasıdır. Ruhu dahi
rûhü'l-kuds olup hidâyete uyar.
Mızraktan maksat muhasebedir. Deccâl'den maksat nefistir. Çünkü
nefis baş kaldırıp bilmekle ve akılla Hakikate ulaştım diye sâliki aldatıp gurura ve davaya bırakmış idi. Şimdi rûh, rûhü'l-kuds olur. Kendinin, gaflette olup nefsin hilesi ve gururuyla yanlış
fikirlerle içinin kirlendiğini bilir. Gönül kapısı önünde muhasebe mızrağıyla
Deccâl olan nefsi katleder. O zaman sâlikin vücudundan gerçek Mehdî ortaya
çıkar. İsâ da inip Deccâl'i katleder ve Muhammed'in şeriatına uyar. Bundan
anlaşıldı ki, şeriata uymayanlar Hakke'l-yakîn makamına ulaşamaz; yalancıdır.
Onlar kararsızlıkta kalmıştır. Temkîn ve
istikâmet bulmamıştır. Temkîn bulan âşık şeriatı inkâr etmez; gereği
gibi icra edip her şeyin Hakkını verir.
Henüz şeriatın Hakkını icra edemiyorsun ki, Hakk'tır. Nerede kaldı ki
diğerlerinin Hakkını icra edesin.
Şimdi, ey Dîvâne anla! Yine sözümüze gelelim:
KULLUĞU BULMAK
Kulluğunu bul demek, zahir halkı gibi kendini başka ve Hakk'ı başka bilip
şirk et, demek değildir. Kulluktan maksat, senin
cüz'lüğün ve fâniliğindir. Unsurların aslına dönerek değişip başkalaşırsın Rûh edip bakî olursun ve küçük iken büyük olursun.
Ulûhiyyet oldur
ki, can Hakk'ın zâtından ayrı değil. Göz, kulak,
el, ayak Hakk'ın âletidir ve onlar da Hakk'ın zâtıdır. Senin ne tende ve
ne de canda alâkan var. Bârî-i Teâlâ zâtında olan kudretinin kemâlini senin vücudunda yürütmeyi istedi. Ten cana âlet edilerek tenin yollan cana verildi. O ten ile
o cana bir isim konulup Hakk senin vücudundan o isimle ortaya çıkıp nasıl
hareket etmek istediyse, öyle hareket
etti.
Eğer, Hakk senden, Hâdî ismiyle zuhur ettiyse, hidâyet hareketini
eder. Ve eğer Mudili ismiyle zuhur ettiyse dalâlet hareketini eder. Sen o isimle Hakk'ın senden zuhurunu bilmeyip Hakk'ın varlığı üzerine ben zannedip şirk edersin.
KENDİNİ BİL
Şimdi, kulluktan maksat senin cüz'lüğün idi. Anladınsa, kulluğunu buldun.
Bundan sonra ulûhiyyeti kendi vücudunda bul. Yani,
Bârî-i Teâlâ senin vücudunu kendine âlet olarak yaratıp Hakk senden senin isminle zuhûr etmiştir. O sen
değilsin, Hakk'tır. Sen onu bilmediğinden
ben zannedip şirk ettin. Evvel sensin, âhir
sensin, zahir sensin, bâtın sensin; gizli sensin, ayan sensin. Kendini bil.
Sen, rûh cihetinden ve unsurların tekliği bakımından evvelsin. O ayrı ayrı olan unsurlar bir yere toplanıp birleştiğinden âhirsin, sonsun. Resulullah'ın "Biz sâbikûnun sonuncusuyuz."
dediği buna işarettir. Unsurlar bakımından zahirsin,
görünensin. Rûh bakımından bâtınsın, görünmeyensin.
Unsurlar açısından fânîsin. Değişip başkalaşman bakımından
halksın. Rûh kalıptan ayrılıp rûh ruha, unsurlar unsurlara ve her organın aslına dönüp bakî olduğu cihetten Hakk'sın. Yani unsurlar
bakımından topraksın. Rûh yönünden Hakk'sın. Semi'sin, Basîr'sin,
Mürîd'sin, Hay'sın, Kayyûm'sun, Kghhârjsm,
Rezzâk'sın, Vehhâb'sın. (Yani,işitensin,
görensin, isteyensin, yaşayansın, ezelîsin, kahredicisin, rızık verensin, çokça
bağışlayansın).
Sözün özü isim,
fiil ve sıfatlarıyla Hakk senden zuhur eder; Hakk'ın
görür gözü, söyler dili, işitir kulağı, yürür ayağısın ve Hakk'ın bütün
tasarrufu senin vücudundan ortaya çıkar. Nitekim Hz.Ali (kerremallâhü
veche) buyurur:
"Ey insan,
sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın. Fakat bütün âlem senin içine
sığdırılıp gizlenmiştir." Yani sen bütün varlıkların toplamısın.
Hakk ve halk hepsi sensin. Ama sen bilmediğinden, kendini küçük sanırsın.
Şimdi gafil olma, özünü bil. Hakk'ı sana ve seni Hakk'a perde yapmayıp
daima yoklukta, zayıflıkta ve niyazda ol.
Şimdi, bu sözü anladınsa, Hakk ve halk kimdir, fark edip dalâletten ve
ilhaddan emin, insan-ı kâmil olursun. Bu sözü anlamadınsa, başka bir şekilde bir daha anlatalım. Sâdık âşıklar ubûdiyyeti ve ulûhiyyeti vücutlarında bulup
"Ene'l-Hakk" (Ben Hakk'ım)
sözünü "Hüve'l-Hakk" (O Hakk'tır) sözüne dönüştürerek
"ene"yi (ben), "hüve"yi (o) birbirlerine örtü yapmasınlar.
Ey benim canım!
ENE'L-HAKK, HÜVE'L-HAKK'A DÖNÜŞMELİDİR. Onun için ki yalnız senin vücudun Hakk'ın bir
âzası gibidir. Hakk'ın tam vücudu değildir. Zira, eğer sen
ve ben Hakk'ım dese olmaz. Cümlenin vücudu birden Hakk'ındır. Yoksa, yalnız senin ve benim vücudum değil. Sen Ene'l-Hakk davasını
etsen, bu, sanki bir el veya ayağın "ben tamam idim"
diye âdemlik davası etmesine benzer. Bir el ve bir ayağa âdem denilir mi?
Âzânın cümlesine birden âdem denir.
Yer, gök, bütün insan ve hayvanların hepsi birden Hakk'ın vücududur. Gerçi bir âdemin vücudunda yer ve gök, hayvan, insan, cümlesi vardır; fakat muhtasar (özet) halindedir; mufassal (aynntılı) değildir. Onun için mufassala, âfâk ve büyük âlem denilir.
Muhtasara, enfüs ve küçük âlem denilir. Öyleyse büyük âlemin, küçük âlemin hepsi birden Hakk'ın vücududur. Yalnız enfüsün
değildir. Öyleyse sen cüz'sün, kül değilsin. Âlem-i âfak ve âlem-i enfüs cümlesi birden küldür.
Bakmaz mısın ki, Hakk'ın her bir kudreti bir sıfattan ortaya çıkmıştır.
Meselâ kuşlar uçar; ama, insan uçmaz. Fakat, insandaki kudret, başka hayvanda yoktur. Çünkü insan
tam bir mazhardır. İnsanın da her birinden bir kudret ortaya çıkmıştır. Kiminden güzel yazı ve kiminden diğer sanatları
yapar. Sende bir çeşit kudret
yaratmıştır ve benden bir çeşit kudretini ortaya çıkarmıştır. Senden senin
vücudunu kullanır, senin işini bilir ve benden
benim vücudumu kullanır, benim işimi bilir. Bizim kulluğumuz ve
cüz'lüğümüz yoktur. Çünkü sen benim hâlimi bilmezsin ve ben senin hâlini
bilmem. Ama senin kendi hâlini bildiğin ve benim kendi hâlimi bildiğim de
Hakk'ındır. Senin ve benim değildir. Fakat
biz ona "bizlik ile cüz'lük bilmesi" deriz.
Bârî-i Teâlâ cümle ile beraberdir. Beraberdir dedikleri, bu cüz bilgisidir.
Senin hâlini senden bilir ve benim hâlimi benden bilir. Bârî-i Teâlâ'nın ilmi
hemen bu kadarca değildir. Kendine mahsus
olan küll bilgisidir ki, o ancak kendine mahsustur; sana ve bana değil.
Çünkü Bârî-i Teâlâ senin hâlini ve/benim hâlimi, bilir. Cümleden münezzehtir,
hepsinden uzaktır, dedikleri bu mânâdır.
Bazı âşıklar var ki, Hakk ile ülfet ederek küll bilgisine de sahip olup
herkesin hâlini ve herkesin gönlüne geleni bilir. Şimdi bütün yaratılmışlarda olan vücut ve hareket tamamıyla Hakk'ındır. Her birinden bir çeşit kudretini
göstermiştir. Cümlesi Hakk'ın kudretidir ve Hakk'ın her ne kadar kudreti var
ise, hepsinde gizlidir. Bütün güç ve
kudreti insan-ı kâmilde gizlidir. Bakmaz
mısın ki, bazı velîlerden öyle kudret meydana gelir ki, dünyada olan insan bir
yere cem' olsa cümlesi âciz kalır.
Şimdi öyleyse Bârî-i Teâlâ bir mahlûktan bir başka vücut olmaktan uzaktır. Hakk'ı mahlûktan başka anlayanlar şirk koşanlardır.
Şimdi, bundan anlamadınsa bir başka şekilde açıklayalım:
Şimdi, benim canım!
BENİM BEN DEDİĞİM HAKK'TIR.
BEN HAKK DEĞİLİM.
BENİM BEN DEDİĞİM HAKK’TIR, DEMEK BENİM NE TENDE NE CANDA ALÂKAM VAR.
TEN HAKK'IN SIFATIDIR. AMA BEN HAKK DEĞİLİM, DEDİĞİM BÜTÜN VÜCUT HAKK'INDIR, DEMEKTİR. YOKSA YALNIZ SENİN VE BENİM DEĞİL. Öyleyse
Hakk Teâlâ senin ne aynındır ve ne gayrındır.
Meselâ, aynada görünen suret gibi. Aynada görünen suret senin
kendin değildir, suretindir; ama gayrın da değildir. Hakk senin aynın olmadığı, sen Hakk'ın tam vücudu değilsin; bir âzası gibisin. Hakk senin gayrın olmadığı, sendeki görünen suret Hakk'ındır; senin değildir. "Allah,
Adem 'i kendi suretinde yarattı" demek, bu mânâyadır. Onun için Hakk'ın kudreti cümlede gizlidir. Herkesten hareket eden ve her işi
işleyen Hakk'tır. Halk Hakk'sız hareketten ve fiilden âcizdir. Onun
içindir ki herkesteki görünen suret ve yüz,
Hakk'ın sureti ve yüzüdür. Herkesin değildir. Onun için herkes
âcizdir". Bârî-i Teâlâ herkesi nasıl isterse öyle kullanır. Bakmaz mısın
ki bu yüzden bir gayrı yüzüne ihtiyacı
var. O yüzden yine bir gayn yüzüne ihtiyacı var. Bir yüzden bir yüzüne ihtiyacı olursa o şeyi o yüzüne verip
ihtiyacını giderir. Sözün özü
Bârî-i Teâlâ yaratılmışlardan bir başka vücut olmaktan uzak mıdır? Bundan dahi hisse almaz mısın ki kulun rızkını veren Hakk'tır, derler. HİÇ BU ÂNA
GELİNCEYE KADAR HAKK'IN HALKTAN BİR BAŞKA VÜCUT OLUP KUL RIZKINI
VERDİĞİ YOKTUR.
HERKES RIZKI ALLAH'TAN İSTER.
RIZIK YİNE KUL ELİNDEN ORTAYA ÇIKAR.
KİMSE DİKKAT EDİP ARAMAZ Kİ BU NE HÂLDİR?
KUL KİMDİR?
Allah kimdir? Kimse bilmez. Böyle gafletle geçip giderler
Bundan Bari anla!
Allah
kullarından ayrı değildir. Bil ki kullarının zahir ve bâtın
tasarrufunu eden Hakk'tır. Fakat kullarını kendine perde ve âlet
etmiştir. Her işi işleyen Hakk'tır. Sen kör olup gaflette olduğundan kul işler
sanırsın. Sen, senin ardında kalmışsın. Hakk'ı bu yüzden göremiyorsun.
Bari Karagöz oyunundan hisse al! Ârif-i billah olanlar her şeyi
künhüyle bildiler. ONUN İÇİN "ENE'L-HAKK"I, "HÜVE'L-HAKK"A DÖNÜŞTÜRDÜLER.
Sürüp ismin dilde tekrar eylerem
Varlığım seninle ben var eylerem
Koma beni etmeyem bir derdle âh
Yakaram dünyâyı hep nâr eylerem
Aşk-ı pâkin
boynuma zincirini
Takmışam Mansûr olup dâr eylerem
Ene'l-Hakk'ı
mahvedip sende şehâ
Hüve'l-Hakk zikrini her bâr eylerem
Beni sende seni Hakk'da mahvedip
Hakk'ı sende Seyyid'im var eylerem
Cemâlinden okuyup âyetleri
Şerh edip ledünnü tekrar eylerem
Vech-i pâkin ismidir ümmü'l-kitâb
Bu Selîm'e anı
ezkâr eylerem
Şimdi, kendini aradan çıkarıp varlığı Hakk'a vermelidir. Biz arada
yokuz. Varlık onundur. Kulluk ve ulûhiyyeti bundan anlamadınsa bir başka şekilde daha açıklayalım:
Şimdi, sende
ulûhiyyet var ve kulluk var. Kulluktan maksat senin
cüz'ün değildir. Hakk'ın bir âzası gibisin. Tam bir vücut değilsin. Ulûhiyyetten maksat, o sendeki vücut ki cüzlük idi; o, Hakk'ındır,
senin değildir. Öyleyse
cüz' olman bakımından kulsun. O cüzde dahi alâkan olmayıp o sendeki vücut cüz'lük eyledi.
O Hakk'ın bir yüzü olduğundan Hakk'sın. Bunu anladınsa, sende hem seni buldun, hem Hakk'ı buldun. Çünkü senin vücudun Hakk'ın bir âzâsıdır.
Sen nasıl hareket etmek istersen, öyle hareket ettirir. Hepsi Hakk'ındır. Çünkü herkesteki vücut Hakk'ın vücududur. Vücut sahibi vücudunu nasıl isterse, öyle kullanır. Hangi âzâsını nasıl hareket ettirmek isterse, öyle hareket ettirir. Cümle halkın âciz olup tasarruf
Hakk'ın olduğu bundan bellidir. Çünkü senin vücudun Hakk'ın bir âzâsıdır. Her haliyle âzâ sahibine ihtiyacın var. Sen zelilsin, âcizsin. Aczini itiraf et.
Daima sen zannettiğin vücut sahibinin
emrini tutup yasaklarından kaçınarak hep kullukta bulunup niyazda ol.
Ey benim canım! Hakikatte halk Hakk'tan ayn veya başka değildir. Bu değişimler Bârî-i Teâlâ'nın kudretinin kemâlidir ve kulun elinde
bir şey yoktur. Kul son derece zayıf olduğunu isbat etmelidir; kulun şanına
lâyık olan hareket dâima zayıflık, kulluk ve
niyazdır. Bunu böyle yazmaktan maksat, bazı taklitçilerin yanlış anlayarak "ben Hakk'ım" diye
Firavun iddiasını tekrarlamalarıdır.
Allah korusun; kulluklarını
kaldırıp Hakk'ın emrini tutmazlar ve
Hakk'ın şerefli şanına lâyık olmayan sözler söyleyip, imansız gitmeye sebep olurlar.
Bârî-i Teâlâ
halk eder demek: Zâtı, sıfatına tecellî eder, demektir. Yani, sıfat yüzünden görünen zâttır. Nitekim Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurur: "İki evde Allah'tan başkası
yoktur." Yani dünyada ve
âhirette Allah'tan başkası yoktur. Bütün eşyaların her birisi iki cihandır. Her eşyanın zuhuruna dünya ve fânî halk
derler. O da Hakk'ın zâtı idi; fakat sıfatlar bakımından göründü idi. Ve bütün eşya aslına dönünce Hakk, baki ve âhiret denilir. O
ise Hakk'ın sıfatları idi, aslına döndü, demektir.
Arif ol gayri değil oldun giden, oldur gelen
Ne gider ol ne gelir, gider görünür sureta
Şimdi bundan
yanlış anlayarak hasrı ve neşri inkâr etme. ŞERİATI İNKÂR ETME. GAYET AZÎZ TUT. HATTA HAKİKATİ ŞERİATA TATBİK ET.
EĞER UYGUNSA HAKİKATTİR; YOKSA YANLIŞLIK SENDEDİR. MARİFETİ EHLİ OLMAYANDAN ALMIŞSINDIR.
ARTIK MÜRŞİD-İ KÂMİL ARA DA SANA İRFANI, ALLAH'IN İLMİNDE OLDUĞU GİBİ VERSİN.
HALKIN VE HAKK'IN SIFATI
Ömer Nesefî şöyle der: "Bir kişi halkın sıfatıyla Hakk'ın sıfatını fark etmezse, o kişi sapmıştır; saptırmıştır." Yani bir kimse halkın sıfatı ile Hakk'ın sıfatını fark edip ayıramazsa, o kimse azmıştır; halkı
da azdırır. Halkın sıfatı demek unsurların tabiatı demektir. Nefis dedikleri budur. Hakk'ın
sıfatı dedikleri övülen huylardır. Yani rûhaniyettir. Çünkü ruhlar, çirkin
görülen bütün sıfatlardan uzaktır.
Allah korusun zina ve livâta edip, içki içip ben arada yoğum, bunu Hakk yaptı, diye nefsin isteklerini ve çirkin
işlerini Hakk'a isnat etmek değildir. Eğer senden bir noksan zuhur ederse,
kendi kusurun bilerek Hakk'tan bunun affını iste. Nitekim Âdem-i safî günah
işledi. Eksikliği kendinden bildi; bağışlandı. Şeytan, Hakk'ın emrini tutmadı.
Kendinin dalâletini Hakk'tan bildi; kovuldu.
Gerçi hidâyetin ve dalâletin Hakikatte faili Hakk'tır. Fakat edep gözetmek
lâzımdır. "YÂ RAB! BU NOKSANLIK BENDENDİR, BENİM UNSURLARIMIN HİDÂYETE KABİLİYETİ OLMADIĞINDAN DALÂLETE KULLANDIM" diyerek noksanlığı kendinde bil. Ama kendine zerre miktarı hareket ve kudret isnat etme ki, şirk
olmasın. Gerek cüz'î ve gerek küllî
hepsi Hakk'ındır. Görünüşe aldananların cüz'î irade isnat etmeleri Hakk'ın kudretini bilmediklerindendir. Böyle desen,
onların aklına ters geldiğinden cebriyye sanırlar. Zorlama ile isteği anlayıp
ayırt edemezler.
Şimdi, bunu bildikten sonra şunu da bil: Peygamberlerin gönderilerek
emir ve nehiylerin bildirilmesinden maksat, Hakkın rızâsına uymaktır. Hakk'ın
rızâsı, dalâleti bırakıp hidâyet hareketiyle
hareket etmektir. Çünkü Hakk'ın bu halk yüzünden zuhuru Hâdî (hidâyet verici) ve Mudil (dalâlete düşürücü)
ismiyledir. Evliyâullah, Hâdî isminin
mazharıdır. Sıradan insanlar, Mudili isminin
mazharıdır. Bunları fark et. Gerçi hidâyet ve dalâlet hakîkatte Hakk'ın vücudundan meydana gelir. Fakat
dalâlete rızâsı olmadığından
peygamberler ve mürşidler gönderip halkı hidâyete davet etmiştir. Bunlan fark edip hidâyet hareketiyle hareket eden ve
şeriata riâyet edip dört kapıdan baş gösteren âşığa aşk olsun!
KALP
Eğer cüz'î ve küllî irade Hakk'ın olup bende irâde olmayınca nasıl hidâyet
hareketiyle hareket edeyim dersen, cevabı şudur:
İnsanda bir kalp bulunur. Bu kalbin de iki tarafı vardır. Bir tarafı
halka, kesret âlemine ve gaflete açılır. Kesrete açılan tarafı, hayvan sıfatı olan keşfe ve dalâlete meyleder. Yemek, içmek, şehvet ve dünya sevgisi gibi. Kalbin diğer bir tarafı, Hakk'a ve vahdet âlemine
açılır; latiftir, hidâyete meyleder, rûhaniyet sıfatıdır.
Herkeste kalp olduğundan, herkesin meyli iki tarafadır. Kalbi Hakk'a açılıp Hakk'la kâim olan âşıklar
ile ülfet edersen onların gönlünden senin gönlüne hidâyet
yetişir. Senin kalbinin halka olan tarafı kapanır, Hakk'a olan tarafı açılır.
Çünkü gönül gönülden nem kapar. Bakmaz mısın bir gamlı
adamın yanına varsan, onun gönlünden senin gönlüne de gam bulaşır, hemen sana da keder gelir. Eğer sevinçli adamın yanına varsan sen de sevinirsin. Eğer mecliste bir başka sohbet olsa veya
dünyaya ait sohbet olsa, meclise, bir kesafet gelir. Meclistekilerin hepsine gaflet ulaşır
ve Hakk'ı unuturlar. Ama evliyâullah sohbeti veya Hakk sohbeti olsa meclise bir rûhaniyet gelir. Meclistekilerin gönlünden
dünya muhabbeti çıkar, gafletten kurtulurlar; günahkâr olanları da Hakk'a muhabbet ederler.
Şimdi, bundan
anla ki, eğer sen hidâyet istersen ehlullah meclisine
var. Onların sohbeti senin gönlünü hidâyete çevirir. Bârî-i Teâlâ da
sana hidâyet eyler, ehlullahtan olursun. Ama eşkıyalar,
günahkârlar ve hevâ ehliyle sohbet edersen ehlullahtan olsan da bunlardan olursun.
Hakikatte ezel ve ebed (geçmiş ve gelecek) yoktur. Ezel ve ebed tâbiri
anlamak içindir. Eğer ezel olsa Bârî-i Teâlâ'nın başlangıcının olması gerekir.
Sözün özü hidâyet istersen hidayet ehli ile sohbet et. Sonunda onların
sohbeti sana tesir edip Bârî-i Teâlâ, dalâletini hidâyete çevirir. Eğer,
ezelde nasılsa öyle kalınacak olsa, Cenâb-ı Hakk,
peygamberler ve mürşitler göndermezdi. Ezelde iyi olan iyi olurdu. Eşkıya olan
eşkıya olurdu. Ama Hakikatte böyle değildir. Bakmaz mısın ki günahkâr ve kötü bir kimse ehlullaha bey'at edip onun terbiyesinden geçer. Bârî-i Teâlâ onu eşkıya iken kutlu kimse
yapar. Nitekim Kur'ân'da buyurur: "Allah dilediğini siler, dilediğini
sabit bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O'nun katındadır." (Ra'd, 39). Bu "ezel
tâbiri" Hakk'ı bilmemekten gelir.
Senin ezelin,
ruhun unsurlara gelip kulluk elbisesini giyip akılla
kayıtlanıp dinî emirlerle mükellef olduğun gündür. Eğer, yevm-i ezelde, mürşide
teslîm olup Hakk'ı bulursan, "belî" (olumsuz soruya olumlu
anlamda evet) deyip ikrar edersin ve eğer tarîka girmezsen "neam" (olumsuz soruya olumsuz anlamda evet) deyip Hakk'ı inkâr edersin. Bunda
"belî" ve "neam" ikisi bir mânâyadır. Ehl-i vuslat olanlar "belî" deyip ikrar
ederler. Ama kâfir olanlar
"neam" deyip Hakk'ı inkâr ederler. Burada "kâfir" diye Hakk'ı örtene derler. Bunda
kâfirden maksat, "Yahudi"
ve "Hıristiyanlar" değildir; Hakk'a ulaşamayanlardır; çünkü onlar,
Hakk'ı ikrar ederiz, derler. Ama şirk koşarlar.
BELÂ
Bir kimse Hakk'ı anlayıp bilirse, o kimse Hakk'ın kazasına razı olup belâsına sabreder. Kimseye hacetini arz etmez. Çünkü, belâya sabretmek, Hakk'ı kemâl mertebe bilmekten gelir. Bir kimse bütün makamları geçer; ama, bir makam vardır ki, o belâ ile geçilir. Bârî-i Teâlâ ona bir belâ verir. O da sabreder. Hakk Teâlâ onu, o makamdan geçirip mahbûb edinir. Fakat mülhidler, yanlış anlayıp:
"Sen Hakk'sın, Hakk'ı bildin; Hakk'a kavuştun; daha ne makam vardır, ne olacaksın? Evvelin ve âhirin Hakk" deyip yürüyerek makama itibar etmemeleri,
dalâletten ve sırr-ı hafî denilen gizli sırrı bilmemekten ileri
gelir. Bilmezler ki, makamdan maksat,
sırr-ı hafinin zuhur edip ruh küllîye, kalb tasfîye ve nefs tezkîye olup tamamen hayvan sıfatından temizlenmesi; halka hile yapıp halkı aldatmaktan vazgeçmesi; ruhu
Hakk olup Hakka'l-yakîn makamında
daima uyanık bulunması ve
asla Hakk'ın kurbiyetinden ona
gaflet gelmemesidir. Yoksa sözle, bilmekle hayvan sıfatından kurtulmak
mümkün değildir. Onların asla Hakk'tan
haberleri yoktur. Herkesi taklit ederler.
Şimdi, bunları anlayıp tam bir inançla Hakk'ın belâsına sabreden âşık,
Hakk'ın her sırrına ulaşır. Halkın belâya sabretmeyip türlü türlü
mihnetlere uğradığını görür. Çünkü HAKK TEÂLÂ, ÂŞIKLARINI BELÂ İLE İMTİHAN EDER.
Şimdi, ârif-i billah ile evliyâullahın cemâl müşahedesinde farkları çoktur. Çünkü, ârif-i billahın müşahedesi ilmîdir; evliyâullahın aynîdir. Meselâ ârif-i billah Hakk'ı bildim ve gördüm, der ama gaflettedir; fakat, evliyâullahın görmesi aynîdir. Yani yakınlık ve uyanıklık iledir. Meselâ onlar cezbeyle bir mertebe
Hakk'a yakınlık kazanmıştır ki, güya zahirlerinde ve bâtınlarında vücudları kalmayıp vücudlarından
her fiili yapan Hakk'tır, diye
kendi vücudlarını son derece yakınlık ve uyanıklıkta mahvedip Hakk'ın vücudunu görerek gayet edepli olurlar. Evliyâullah,
Hakk'ın kendine yakınlığından bir nefes gafil olmayıp yalnız olsa dahi, Hakk ile beraberliğini bir
nefes unutmayıp her zaman Hakk'la
var olur. Her nefes Bârî-i Teâlâ'nın meclisinde ve huzurunda durur. Asla gaflette bulunmaz. Eğer bu yakınlık ve uyanıklık
her nefes devam eder, kendinden gaflet zuhur etmezse o ârif-i billahtır.
Benim canım, nice canlar vardır ki, mürşid-i kâmile rast
gelmediklerinden Hakk'ı yanlış anlayarak dalâlete düşmüşlerdir. Yani Hakk'ın kudretinin kemâlini ve halkın zayıf ve güçsüz olup her nefeste Hakk'a muhtaç olduklarını bilmezler. Hakk'ı ve halkı fark edemediklerinden nefis ve benlikle Ene'l-Hakk davasında bulunurlar veya Hakk'ı tamamen inkâr ederler. Hakk'a noksan
itikatlarından dolayı Bârî-i Teâlâ onlara türlü türlü belâlar verir. Onlar da
sabretmeyip, edepsizlik ederek Hakk'ı kınarlar.
Böyle kişiler, Hakk
yolundaki bir âşığa bir musîbet gelse, o âşık
da o musibeti kendi noksanından bilip sabretse ve Bârî-i Taalâ'dan o musîbet
karşılığında yüce mertebeler, dereceler ve yakınlık umsa, derhal şeytan gibi
onun önüne geçerler.
"Behey Dîvâne, behey ahmak hemen zahmet çekmeye gör. Hemen çektiğin
zahmet yanına kalır. Tanrı'dan büyük dahi ne olsa gerektir." Veya "ne makamın ne de mertebelerin
aslı var" diye dertli sâlikin itikadını bozarlar.
Bârî-i Teâlâ'nın her fiilinde bir hikmet bulunduğunu bilmezler. Kul bilmez; ama, velîler bilirler.
Onlar evliyâullahı kör zannederler. Evliyâullahın ilmini kendi ilimleri kadar sanırlar. Bozuk itikatta olanlara Bârî-i Teâlâ türlü türlü belâlar verir. Sabretmezler. Sabretseler de velîlerin sabrı gibi teslimiyet, rızâ, ferah ve sevinçle değildir. Belki Hakk'tan yüz
çevirmek ve çaresizlik iledir. Evliyâullah, Hakk'ı kemâl mertebe bilmişlerdir. Bilirler ki, kahrı içinde lutfu gizlidir. Gerek cevr ve cefâ etsin, gerek lütuf ve vefa
etsin; bütün fiili sevimlidir. Zâtı
gibi sevgilidir. Sevgilinin lutfunu, kahrım bir bilip Hakk'ın muhabbetiyle zehir de olsa içerek şeker şerbeti bilirler.
Böyle itikatta olan Hakk'ı bilmiştir, Hakk'a ulaşmıştır. Beşeriyeti de mahvolmuştur. Hakk'ın ulûhiyyeti
Hakkında böyle âşığın alâmeti şudur:
Elinden, dilinden, kulağından, gözünden halk emin olur.
Dil ile kulum
diyenler kul değildir şöyle bil Olmayınca doğru çeşm ü doğru gûş u doğru dil Dil ile kulum
diyenler, kul değildir. İnsanın gözü doğru görür,
kulağı doğru işitir, dili doğru söylerse halka düşmanlığı kalmaz.
Düşmanlık yerine dostluk, soğukluk yerine muhabbet, gazap yerine şefkat gösterir.
Her yaratılmışa Hakk nazarıyla bakar ve
herkesin isteğince hareket edip, gönül yapar ve herkesten medet talep eder. Kendini âciz, miskin ve zelîl görerek
gurur, dava ve riyadan korunur. Böyle
âşığın sözünden ve fiilinden şeriata ve tarikata aykırı hareket çıkmaz.
Gayet edepli olur. Herkes ondan razı ve hoşnut olup mübarek cemâlini gören bir
daha görsem, der. Çünkü velîdir. Hakk'ın
sevgilisidir.
TAKLİT VE
HAKİKAT
Şimdi, bunları böyle anladıktan sonra şunu da bil de taklit ile gerçeği
fark et. Eğer sen halkı taklit eylemeyip Hakk'a kavuşup Hakk'ı bir yerde
hazır gördünse ve her yüzden cemâlini gördünse, gördüğün bildiğin taklit değil
ise, Hakk'ı nasıl seversen, halkı dahi öyle
seversin. Kimsenin gönlünü
yıkmazsın ve halk her ne söylerse "gerçeksin" dersin.
Kimse ile çekişmezsin. Çünkü Hakk Teâlâ
yalan söylemez ve kimsenin itikadına karışmazsın. Kurallara uyarsın. Dalâlete kendin varmazsın. Dalâlette olanları
dahi Hakk bilip inkâr etmezsin. Hakk'a yakınlığın arttıkça her edebini ziyâde edersin.
Eğer cezbe gelip beşeriyetin kalktıysa alâmeti şudur:
Bir daha kendini görmezsin. Hakk'ı görürsün. Çünkü cezbe ile alındın ise sen yok oldun, Hakk var oldu. Senden bir
daha asla dava, gurur, iki yüzlülük
zuhur etmez. Daima Hakk'ı kendi vücudunda görürsün. Sohbetin, zikrin, fikrin
kendin ile olur. Böyle hâl senden
zuhur ettiyse, böyle âşık kararsızlıktan kurtulmuştur. Böyle âşık her nasıl
keramet göstermek isterse yapabilir. Çünkü kendi zâtını, sıfatını, fiillerini,
sözlerini ve isteğini Hakk'ta mahvetmiştir. Onun dileği Hakk'ın dileği olmuştur. Çünkü, kararsızlıktan kurtulmuştur, asla beşeriyet kalmamıştır. Gururdan
ve davadan uzaktır.
Telvînden (kararsızlıktan) maksat beşeriyettir. O da ayıp, gurur, dava ve halkı taklit edip halka hainlik etmek; eğri bakıp rencide
etmektir. Bu kişiler telvîn (renklenme, kararsızlık) makamında olup Hakk'a ulaşmamıştır; ama, kendi zannıyla kavuştum,
zanneder. Eğer Hakk'a kavuşsaydı onda gurur, dava, halka hainlik ve düşmanlık olmazdı. Kendini mahvedip vücudundan bütün işleri yapanın Hakk olduğunu bilen kişide zerre miktarı kudret, irâde ve varlık olmayınca daima âciz olmak gerekir. O can, bu sırrı bilmediğinden daime gururda ve varlıkta bulunur. Öyle can, evliyâullahın
nutuklarını ezberler; söylediği söz, erenlerin
hâlidir. Yoksa kendi hâli değildir.
Fakat, Hakk'ın cezbesi gelip
beşeriyeti mahvolmamıştır. Daima benlikte, gururda ve davada
olur. Ama, elinden
bir şey gelmez
ve kerâmet göstermez.
Çünkü beşeriyeti, benliği ve gururu mahvolup Hakk'la var olmamıştır. Telvin (kararsızlık)
makamındadır. Keramet izhâr edememek telvin makamından gelir. Çünkü
kulun elinde bir şey yoktur. Her
fiilin zahiren ve bâtınen faili Hakk'tır. İşte bundan anla ki, telvin ehlinin her işi taklittir. "Ben yok oldum, Hakk var oldu"
der. Yine taklit olduğundan Hakk'ın yakınlığını unutup Hakk'ı uzak zannedip benlikle Hakk'ın huzurunda gurur ve dava eder; şeriata uymaz. Halk onu maskaraya
alıp bir sözünü kabul etmez. Bir âşık, Hakk'ın beraberliğinden ve
yakınlığından bir nefes gafil olmayıp uyanık
olsa bir zaman huzurunda gurur ve
dava etmez; benlikte bulunmaz ve şeriata uyar. Çünkü sena uymamak mutlak kararsızlık ve şüphede olmaktan,
Hakk'ı bilememekten ve itikadı bozuk
olmaktan ileri gelir. İçkiyi ve diğer
çirkin işleri, nefsine uygun olduğundan Hakk görürsün. Ya namazı, orucu, zikri, fikri niçin Hakk görmezsin. Bundan
anlaşılır ki, nefsin hilesine ve gururuna uyup dalâlete düşmüşsün. Çünkü nefis, hidâyetten hoşlanmaz.
Bunlar bütün kararsızlıktan, şüpheden
ve Hakk'ı bilmemekten olur. Eğer sen, "Ben Hakk'ım, kendime secde etmem" dersen, bu gibi sözler evliyâullahın nutuklarıdır. "Sen
Allah'sın" demek değildir. Ters anlayıp dalâlete düşme. Senin sen
zannettiğin odur. Yoksa sen değilsin. Senin bâtının Hakk'ın bir yüzüdür. Ve
zahirin Hakk'ın âletidir. Senin dilinden söyleyip elinden tutan; sözün özü,
senin vücudundan bütün hayır ve şer, hareketleri yapıp senin vücudunu kullanan, Hakk'tır. Senin onsuz harekete mecalin
yoktur. Sen âcizsin. Eğer sen Hakk'ın
yakınlığını ve beraberliğini bilip ve görüp,
bildiğin ve gördüğün gerçek ise, edebin, hayan ve korkun ziyâde olur. Hakk'ın
seninle bulunduğunu gönlünden çıkaramazsın ve gaflet etmezsin. Hâl sahibi ve
gönül ehli, böyle âşığa derler. Yoksa
sözle bilmek ve gafletle hâl olmaz. Eğer böyle olsaydı, ehl-i tarîkten erenler sırrını bilen
okur-yazar, evliya olurdu. Ama,
taklittir, boştur.
Bunda aşk u
muhabbet terk ü uzlet isterler
Yoksa söz söylemekle, gafletle insanda hâl olmaz. Hakk'ın cezbesi zuhur etmedikçe bu yakınlık ve bu ay anlık kimseden zuhur etmez. Bari eskilerden, geçen âşıkların feryadından ibret al.
Bak, Eşref Sultân ne der:
Nideyim sabredebilsem dil ü can oda yanar
Velî âh eyler
isem kevn ü mekân oda yanar
Boyadı
yeryüzünü âh ile zarım tütünü
Bu firakım
nârına cümle cihan oda yanar
Bak, Nesîmî Sultân ne der:
Evvel aldandım key kolay sandım
Kat be kat yandım âteş-i aşka
Bak, Eşref Sultân ne der:
Ger beni senin için yetmiş kez öldürseler
Bin kez dahi ölmeye boyun vereyim canım
Şimdi, Hakikat sözle, bilmekle olmaz. Hakk yolunda cümle maksattan geçmekle olur. Ya böyle şerefli kimseler Hakk'ın bizimle
beraber olduğunu, bizim kadar bilmezler miydi? Bunların böyle ayrılıktan
şikâyetleri nedir? Bundan bari anla. Hakk'a yakın olup Hakk'la beraber olmak
için, bütün hayvan sıfatlarından; gazaptan, hasetten, kibirden, şehvetten,
gururdan, davadan kurtulduktan sonra halkı incitmeyip halkın
iyiliğinden ve kötülüğünden bir şey söylemeyip Hakk'ı nasıl
seversen, halkı da öylece sev. Tamamıyla iyi huylar ile huylanıp Hakk
sıfatı ile sıfatlanıp Hakk'tan gayriyi zahirinden ve bâtınından
çıkarma:
Savm-ı sivâyı kim tutar Iyd-ı visale ol erer
(Sivâdan
-Allah'tan başka şeylerden- oruç tutan, vuslat bayramına erer.)
Gaflet etmeyip
can kulağını açmalı, kulağı Hakk sadâsından başka sadâ işitmemeli ve gözü
Hakk'tan başkasını görmemeli ve dili
Hakk'tan başkasını söylememelidir ki, zahiri ve bâtını Hakk ile olsun. Nitekim
Eşref Sultân buyurur:
Ben ol hayran u mestem kim bilişten bilmezem yâri
Gözüm her kanda kim baksa görürsün sûret-i Rahman
Yoksa zahir halkı gibi, eşyayı Hakk'a perde edersen, eşyayı görüp Hakk'ı göremezsin. Hakk'ı anlasan ve bilsen bile ayrılıktasın ve daima gaflettesin. Asla yakınlaşıp Allah'ın sırrına ulaşamazsın. Hakk'ı bildim ve gördüm, dediğin yalandır. Kendi zannından
ibarettir. Bari evliyâullahtan utan. Gafletle vuslat olmaz. Nitekim Bârî-i Teâlâ buyurur: "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." (Nisa, 43). Yani sizler, dünya muhabbetiyle gaflet şarabını içip
sarhoş iken benim vuslatımı ümit etmeyin. Çünkü gafletle vuslat olmaz, demek; vuslat, uyanıklıkla olur. Daima Hakk'la olmak, Hakk'ı her nefes kendi vücudunda
görmektir. Yoksa gaflette olup daima
halkla kavga ve çekişmede olup halkla muhabbet etmeyip kimini azarlayıp, kiminin
gönlünü yıkıp ve kimine tilki gibi oyun ve hîle edip, aldatmaya
çalışırsan, içinde yaramaz huylar türlü türlü
suretler bağlar. Ameline ve fiiline göre
yalancılıkla kimi kurt, kimi tilki ve kimi yırtıcı hayvanlar içini kaplar.
Dünya muhabbetiyle, bozuk fikirlerle kalbin kirlenir; halk, şerrinden yanına varmaya korkar. İçin
dışın hayvan iken bütün yaramaz
huylardan kurtulamazsın. Uyanık durup, Hakk'tan gaflet etmeyip, gönlü
cilalayıp saflaştıramazsın. Gönlünü bozuk fikirlerden, dilini gurur ve davadan
kurtaramazsın. Zahirinde ve bâtınında,
Hakk'tan gayrı şeyleri temizleyemezsin. Sen bu hâldeyken zât-ı
ahadiyyetin nuruyla nurlanan sâdık âşıkların makam, menzil ve hâlini yaşamadan,
kendi hayvan sıfatınla nasıl onlardan edep
ve haya etmeyip onların hâlini ve makamını
dava edersin. Sonra da dönüp bunlar benim halimdir, dersin!
Evvelki hayvan
sıfatlarını ve yaramaz huylan hiç değiştirmedin
ve içini Hakk'tan gayrıdan temizlemedin. Daima gaflette iken sözle bilmekle
kendini insan oldum sanırsın. "Bir kimse tâgutu (putları) örtmeyince, Allah'a iman
etmez." (Bakara, 256). Burada "tâgut"tan murâd tabiattır.
Nefis dedikleri budur. Bir kimse nefsin lezzetlerinden ve
nevasından kurtulmazsa, o kimse nefsine
ibadet eder. Allah'a ibadet etmez, demektir. Nitekim Yunus Sultân buyurur:
Sen canından
geçmeden cânân arzu kılarsın
Belden zünnâr kesmeden imân arzu kılarsın
Senin canım
dediğin nefsin lezzetleridir. Belki o sana canından
azizdir. Ama senin düşmanındır. Ondan geçmeden Hakk'ı bulurum zannetme.
"Zünnâr"dan maksat tabiattır. Yani, yaramaz
huylardan, hevâ ve hevesten geçmeden imân isteme ki, senin imânın tabiatındır; Hakk değildir, demektir.
Şimdi, böyle sözle bilmekle tabiatından kurtulmayıp Hakikate kavuştum diye vuslat davası eden yalancılar bile bir kâmilin terbiyesi altına girerek ahlâkını güzelleştirip bir Hakk tarîka dahil olsalar,
evliyadan olurlardı; lâkin, böyle yezitler bir yerde Hakk'ı arayan, mücâhede ve sulükta gayret eden bir âşık
görseler, hemen şeytan gibi yanına
varıp şöyle derler:
"BEHEY DÎVÂNE, NE ZAHMET ÇEKERSİN? SAFAMIZA BAKALIM. KİMİ
ARARSIN?
ARADIĞIN YİNE SENSİN.
YANİ TANRI SENSİN. KİMDEN KORKARSIN?
ORUCU, NAMAZI NE YAPACAKSIN?
KENDİ KENDİNE AZAP MI EDERSİN?
ELİNE NE GİRERSE FIRSATI KAÇIRMA. ŞERİAT, NİZAM İÇİNDİR.
(ALLAH KORUSUN!) NE PEYGAMBERLERİN, NE VELÎLERİN ASLI VAR. ŞERİATI
KURAN SENİN GİBİ BİR ADAM DEĞİL MİDİR?"
Böyle sözlerle onlar, dertli sâlikin yolunu kesip kendileri gibi yezit ederler.
Gerçi aradığın
sendedir. Fakat, insan kendisini, tabiat bendinden, nefsin lezzetlerinden ve
yaramaz huylardan geçirip Hakk sıfatı ile sıfatlandırmasına, benliğini
mahvetmesine bir mürşîd-i kâmil lâzımdır. Onu bilmediklerinden, söz ile
bilmekle ahlâk değiştirerek vuslat olur zannederler.
"DİKKAT EDİNİZ, ALLAH'IN LANETİ ZALİMLERİN ÜZERİNEDİR." (sh:100-140)
Kaynak:
Selim Divane, hzl: Halil
Çeltik- Mustafa Tatcı- Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı [Kitap]. - 2004.
BİBLİYOGRAFYA
Kırımlı Selîm Dîvâne; Tasavvufi Sorulara Cevaplar-Miftahu Müşkilâti'l-Arifin Adâbu Tarîki'l-Vâsilîn, (Haz. Mustafa Tatcı), MEB Yay., İstanbul 1996.
Kırımlı Şeyh
Selim Divane; Ariflerin Delili, (Haz. Halil Çeltik - Mümine Çakır), Akçağ Yayınları, Ankara 1998.
YORUM:
Selim
Divane kaddese’llâhü sırrahu’l azîz[1]
in bizlere anlattıklarından tasavvuf ehli (geçinenler) büyük hisseler çıkarmalıdır. Yoksa bu kişiler
fazla bilgileri ile zındık olmakla kalmayıp, şarlatanlardan olup ve cehennemin dahi kabul etmeyeceği
günahkârlardan olacağını bilmelidir.
Bu
kişiler ölüm denilen akıbeti tatmazlar ve hesaba da varamazlar. Onlar berzah
makamlarında yabancıların bilim-kurgu filmlerindeki zombilerden farksız
olurlar. Bu kimselerin ruhları cesetlerinden ayrıldıkları halde aptal ve
manyak gibi dolaşan yersiz yurtsuz ve
menziller arasında kalırlar. Çünkü Allah
Teâlâ’yı avamdan farklı havas ehli kadar bildikleri halde kulluk etmemenin bedelini
bu şekilde ağır ödemeye mahkûm olup, hesap meydanında sonuçsuz geçen mahkemeler
ile bekleşip dururlar. Ceza alıp Cehenneme girmek kurtuluş olacağı halde,
cehennemin yolunu dahi bulamazlar. Sonuçsuz geçen yılları için Allah Teâlâ’nın
takdiri nedir bilemezler. Bekleşip dururlar. Bu kimseler ilahlık iddia
ettikleri gibi kullukta etmeyip arada
kalmışlardır. Mutezilenin “el-menzilu
beynel menzileteyn” “iki menzil arasında kalanlar” dediklerinin de
burada bir hakikat olduğunu söyleyebiliriz.
Bir
insanın Hakk olması mümkün değildir. Ancak Kul olduğunu da kabul etmiyorsa bu
kimse için ancak iki menzil arasında bırakılması Allah Teâlâ’nın sıfatlarının
gereğidir. Psişik vampirler olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız..
Sonuç
olarak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin izinden yürüyüp, kul olmaktan
başka çaremiz olmadığını bilerek hareket etmeliyiz. Efendimizin temiz yolunu
kirletmeden kullukta sabredelim.
Evliyâullahtan bir âşık, Hakk'a demiş ki;
"YÂ RAB, BEN YOĞUM, SEN VARSIN." Hakk, o kula:
"EY KULUM! GÜZEL, BENİ TEVHÎD ETTİN. YA HANİ SENİN KULLUĞUN !" demiş.
[1] Aslen Kırımlı olan Selim Divâne,
kaynaklarda Şeyh Selim el-Kırımî, Kırımlı Selim Baba, Selim el-Kadirî el-Kırımî
el-Alevî künyeleriyle anılan şöhretli bir Kadiri mürşididir. Genç yaşta
İstanbul'a gelerek medrese eğitimi aldı. Bosna'ya kadı tayin edildi. Bu arada
tanıdığı Şeyh Muhammed Efendi'ye intisap edip kadılığı bıraktı. Daha sonra
Kesriyye'de bulunan Kadiri mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi'ye
bağlandı. Seyr ü sülûkunu tamamladıktan sonra hilâfet makamına getirildi. Daha
sonra şeyhinin emriyle Üsküp'e gönderildi. Oradan Köprülü'ye geçti, ömrünün
sonuna kadar burada kaldı. 1170/1757 tarihinde Köprülü'de Hakka’a yürümüştür.
Kabri, dergâhının haziresindedir.
Eserleri:
1. Divan: Kaynaklarda bir divan ya
da divançesi olduğu söyleniyorsa da henüz böyle bir eser bulunamamıştır. Diğer
iki eserindeki şiirleri yayınlanmıştır (Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı; Kırımlı
Selim Dîvâne'nin Hayatı Eserleri ve Şiirleri", İLAM Araştırma Dergisi,
11/\ (Ocak-Haziran 1997), 165-177).
2. Burhanü'l-Ârifîn ve
Necâtü'l-Gâfilîn: Selim Divane'nin en önemli eseri sayılmaktadır. Tevhidin
nasıl anlaşıldığı ve nasıl anlaşılması gerektiğini anlatır. Halil Çeltik ve
Mümine Ceyhan Çakır tarafından günümüz Türkçesine aktarılarak yayınlanmıştır
(Ariflerin Delili, Akçağ Yay., Ank. 1998).
3. Miftâhü Müşkilâti'l-Ârifîn Âdâbu
Tarîki'l- Vâsılîn: Tasavvufî bir şerhtir. Velîlerin yaşayış ve davranışları,
peygamber ve mürşid gönderilmesinin sebepleri gibi konularda bilgiler verir.
Yayınlanmıştır (Haz. Mustafa Tatcı, MEB Yay., İst. 1996).
Kaynakça:
Osmanlı Müellifleri, 1/188; Kırım
Müellifleri, 10; Keşfü'z-Zünûn Zeyli, 1/509; Hediyyetü'l-Arifîn 1/404; Sefine-i
Evliya, C. I; TDEA, VII/497.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar