Acılar ve Yaralar...Sinem Öztürk
“Yaralarım
benden önce de vardı; ben
onları
bedenimde taşımak için
doğmuşum.”
Ulus Baker
Giriş
Uzun süreli bir sıkıntının küçükten de
küçük bir kısmıdır belki bu yazı. Bu sıkıntı ben doğmadan önce de vardı. Ben de onlarla yaşıyorum. Acı Türkçede üç
harfin yan yana gelerek oluşturduğu bir kelimedir. (Çağdaş Türkçenin Etimolojik
sözlüklerinde böyle bir köken bilgisine rastlanmasa da ben “aç” kelimesi ile
ilişkilendiriyorum “acı” yı.) Peki bu kelimeye
ait şeyler nelerdir? Cinsiyetçiliktir,
ırkçılıktır, emperyalizmdir, sömürgeciliktir, faşizmdir, köleliktir,
tutsaklıktır, otoritedir, şiddettir, işkencedir, baskıdır, her türlü
eşitsizliktir: İktidar ve ideolojidir… Bütün bu şeylerin içinde olduğu dünyada
yaşıyor olmak bile başlı başına acıdır.
Acının tarifi olan bütün bu şeylerin
karşısında, bütün bu şeylere direnerek yaşamak yaraları iyileştirmeye yetmemiş,
yetemiyor. Her türlü acının karşısındaki bireysel direniş, kolektif bir hareket
yaratamıyor. Acıya ait olan şeylere
direnebilmek için kolektif bir hareketin içine girdiğin zaman ise bu
örgütlenmenin içerisinde acıya ait olan şeylerin yine bir kısmının varlığını
üzerinde hissedersin ve bunlar yaralarının iyileşmesine engel olur, daha başka
yaralar açar. Derdimin bire bir acıyla ilgili olduğu açık. Bu kelimenin
karşılık geldiği birkaç şeyle ilgili değil sadece, bütün şeylerle ilgili... Çünkü
bunlardan bazılarının ortadan kalkmasının yeterli olmadığını biliyorum. Buradan
hareketle şimdilik Foucault’ ya, Said’ e ve Adorno’ ya danışmak istiyorum
biraz.
Acı
ve İktidar Üzerine
Acı dediğimiz kelimenin tek bir bütünü
temsil eden bir şey olmadığını biliyoruz. İçinde çok parçalı şeyler vardır,
ancak aynı zamanda bu şeylerin birbirinden ayrılmayan diyalektik bir
beraberliği de vardır. Bu diyalektik bütündeki ilişkiyi kuran şeye iktidar
diyebiliriz. Yani acıyı ortadan kaldırmak, bu şeylerin hepsini birden ortadan
kaldırmakla mümkün olabilir. Çünkü hepsinin beslendiği yer iktidardır. O zaman
sadece iktidarı ortadan kaldıralım diyebiliriz, ancak iktidar dediğimiz şey de orada
öyle tepede, öylece duran bir şey değildir. İktidar bütün bu şeylerin içine
işlemiş çoğul bir şeydir.
Şimdi Foucault’ nun iktidar kavramını
analizine giriştiği yere bakmak lazım. Foucault iktidar kavramının genel kabul
görmüş olan biçiminin, yani baskı ve yasaklama ile, hukuksal ve olumsuz olarak
işleyen biçiminin yanlış olduğunu anlatır. Bunun tam tersi olarak, iktidarın
analizini, pozitif bir süreçle ilişkilendirerek yapar. Marx’ ın Kapital’ in
ikinci cildindeki üretim alanları olarak küçük iktidar bölgelerinden genel
olarak iktidar yapısına nasıl ulaşılmış olduğu yaklaşımından yola çıkarak, iktidardan
değil iktidarlardan bahseder Foucault. “Bir
toplum, bir iktidarın, sadece tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde
değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine de spesifiklerini muhafaza eden
iktidarların yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve hiyerarşisidir”
(Foucault, 2005:145). Bu koordinasyon ve hiyerarşinin işlemesi iktidarın
pozitif işlemesi ile ilgilidir. Bundan dolayı merkezi bir iktidar fikri,
iktidarın işleyişi ile ilgili bir şey söyleyemez. Yani analizi yapılacak olan
şey iktidarın temsili değil, işleyişidir Foucault’ ya göre.
İktidar yasaklamayla, doğrudan uygulanan
bir baskı ile işlemez; böyle işlediği taktirde zaten devamlılığını sağlayamaz. “…bir biçimde denetim dışında kalan ekeonomik
süreçler ve çeşitli mekanizmalar sürekli, belirli,atomik türde bir iktidarın
yerleşmesini gerektiriyordu: boşlukları olan, global bir iktidardan, global ve
kitlesel denetimler yerine herkesin, her bireyin kendi başına, gövde içinde,
davranışları içinde denetlenebileceği sürekli, atomik ve bireyleştirici bir
iktidara geçmeyi gerektiriyordu” (Foucault, a.g.e.:148). Foucault
iktidar(lar)ın bunu temel olarak “disiplin ve düzenleme” ye dayanan iki tekniği
kullanarak yaptığını söyler. Bu tekniklerin disiplinle ilişkilendirdiğini anatomo-siyaset; düzenleme ile
ilişkilendirdiğini de biyo-siyaset
olarak adlandırır. Disiplinin işleyişi bütünsel bir yapıdan, kurumdan vb. den başlayarak
özneye kadar iner; buradan itibaren de özneden zincir halinde bir
kontrol-denetleme mekanizmasıyla genele yayılır ve artık özneden kopamaz. Böylece yaşam ve beden tamamen iktidar
alanının içerisine alınmış olur. Bunlar iktidarın bireyleştirici teknolojileridir.
Foucault psikanalizlerin Freud’ dan yola
çıkarak, iktidarı analiz ederken, baskı temelli “içgüdünün karşısına baskıyı çıkaran, içgüdü ve kültürü karşı karşıya
getiren” anlayışlarının içerisindeki arzu anlayışlarını değiştirmiş
olmalarının iktidar anlayışlarını değiştirmeden bir işe yarayamayacağını
anlatır. “…içgüdüyü doğal bir veri olarak değil, beden ile yasa arasındaki, beden
ile nüfusu denetlemeyi sağlayan kültürel mekanizmalar arasındaki bütün bir
karmaşık oyun, bütün bir şekillendirme olarak düşünmek gerekir” (Foucault,
a.g.e.:141). İktidarın derdi güçlenmektir ve güçlenmesini de sömürüyü
derinleştirerek yapar. Aynı zamanda da Marx’ ın dediği gibi kendisini
perdelemek zorundadır. Bu perdelemeyi gerçekleştirirken de ideolojiyi, kültürel mekanizmaları kullanır;
tahakküm ve bağımlılık ilişkilerini kültürel mekanizmalar içerisine gizler.
Böylece bütün özneler üzerinde tam bir denetim sağlar.
Yaşam ve bedenlerimizi ele geçirmiş olan
bu iktidarlar acılarımızın devamlılığı ile beslenirler. Özneler acılarının
birbirlerininkinden farklı olduğunu düşünürler. Acının parçalı olması da direnişin
kolektif olmasını engeller. İktidar kültürel mekanizmaları kullanmaya devam
ederek, acının diyalektik boyutunun anlaşılmasını engeller. Bu yüzden iktidar,
pozitif bir işleyişle öznelerin ortak acılarını maniple eder ve kolektif bir
hareketin önüne geçer.
Direniş
ve Örgütlülük Üzerine
Direniş ile ilgili sorun özne sorunu ile
ilgilidir. Özne kendi acılarının kendisinin dışındaki herkesten çok farklı olduğunu
düşünür. Başkasının yaşadığının kendi başına gelmeyeceğini zanneder. Aslında bu
bile bir ahlak sorunudur. Acı ki çok parçalı olmasına rağmen diyalektik bir
bütündür. Ama yine de kendi başına hiçbir zaman gelmeyeceğini düşünsen bile
başka birinin çektiği acının seni ilgilendirmiyor olması bir ahlak sorunudur.
Tabii ki bu ahlak sorunu çok yönlü bir biçimde, özellikle de iktidar ve
yabancılaşma temelinde tartışılabilir.
Adorno’ nun örgütlenme pratiğiyle olan mesafeli duruşu
çok açıktır. Örgütlenme denilen şey ancak “ben” in ortadan kaldırılması ile
mümkün olmuştur. “Ben’ in ve ben’ in
kendini emanet ettiği kolektifin çıkarları arasında saydam hiçbir ilişki egemen
değildir. Ben, kolektifin yaptığı seçimde kendi payı da olsun diye kendini
defterden silmek zorunda kalıyor” (Adorno, 2006:105). Ona göre siyasi
eylemler de sahte etkinlikler haline dönüşmüştür. “Sahte gerçekliğe öznel davranış olarak denk düşen şey sahte
etkinliktir, kendi aralarında paslaşarak faaliyet gösteren ve kendini ne ölçüde
kendi amacı haline getirdiğini itiraf etmeksizin, sadece kendi reklamını yapan etkinliktir”
(Adorno, a.g.e.:103).
Adorno’ nun önemle vurguladığı şey
örgütlenme içerisinde baskılara karşı
direnmeyi yine baskı biçiminde uygulanması ile ilgilidir. Sonuçta örgüt
dediğimiz şey amaç yönelimli bir
birliktir (Adorno, a.g.e.:84-85). Amaç örgüt içinde dolayımlanarak
varlığını sürdürür ve özneler bu birliğin içerisinde alet olarak eriyip giderler. “Örgüt
yutup özümserken, bu arada teknik birlik ve bütünleşmeyi kovalıyor, dolayısıyla
kendi güçlenmesini de gözetmiş oluyor. …Kendi dışındaki amaçlardan kopan örgüt
kendi kendisinin amacı haline geliyor. Katıksız bütünsellik durumuna doğru
ilerledikçe örgüt, bir aletler sistemi olarak soruynun kendisi o imiş
görüntüsünü pekiştiriyor, kendisine benzemeyen ne varsa hepsine karşı pekleşip
yoğunlaşıyor. Her şeyi kendine yontan örgütlerin içinde ne çelişkidir ki özel’
in, dıştalayanın niteliği yatar” (Adorno, a.g.e.:85-86). Bu kadar alıntı Adorno’ nun ne dediğini tam
olarak anlayabilmek için başlangıçta yeterli gözüküyor. Adorno gibi kolektif
direnişin örgütlü bir biçimde olduğunda kendi amaçlarının bütünlüğüne aykırı
şekilde işleyeceğini düşünüyorum.
Freire “ezilenlere ve onlarla acı çeken, onların safında mücadele edenlere”
adadığı çığır açıcı baş yapıtında, örgütlenmenin çoğu zaman manipülasyona yol
açtığından bahseder. Bu manipülasyon ise tamamen egemenin çıkarına hizmet
etmektedir. (Freire, 1998) Freire çıkış yolu olarak “özgürlüğün otorite haline gelmiş” olması gerektiğini vurgular.
Bunun için ise diyalogcu bir eyleme ihtiyaç vardır. “Diyalogcu eylem kuramında örgütlenme, otoriteyi gerektirir, bu yüzden
otoriter olamaz; özgürlüğü gerektirir bu yüzden dizginsiz olamaz. Örgütlenme bu
nedenle daha ziyade, içerisinde önderlerin ve halkın; gerçekliği dönüştürerek
daha sonra tüm toplum içinde kurmaya çalışacakları gerçek otoriteyi ve
özgürlüğü birlikte yaşadıkları, toplumsal olarak algılanan son derece eğitici
bir süreçtir” (Freire, a.g.e.:154-155).
Peki ne yapmalı? Direnişi nasıl kolektif
hale getirmeli? Direnişin kolektif hale gelmesi yine özne ile ilgili bir
süreçtir. İktidar(lar)ın özneden hareketle zincir halinde işlediğini
düşündüğümüz zaman, direnişin de zincirin bu en küçük parçasından yola çıkarak
oluşabileceği kanısındayım. Burada özneyi özerkleştirmek ile ilgili sorunsal
ortaya çıkar. Bu özerklik de tıpkı iktidarın kendi kurulumu ve bakiliği
üzerinden yaptığı gibi, kültürel mekanizmaların da özne üzerinden direniş
ekseninde bir farkındalık yaratma sürecinde sağlanır. Belki bu şekilde bireysel
direniş bireysel özerkliğe ve kolektif direniş de kolektif özerkliğe
dönüşebilir.
Kültür
ve Direniş
Sıra kültürel mekanizmalar üzerinden biraz
Said’ ten akıl almaya geldi. Edward Said’ in zihin açıcı ve birçok alanda başka
çalışmalara esin kaynağı olmuş çalışması “Şarkiyatçılık”, sadece egemen olan
Batı hegemonyasının Doğu üzerindeki etkisini değil, acı ile tarif etmeye
çalıştığım bütün şeylerin diyalektik bütünselliğini anlamamız açısından önem
taşıyor. Kültürel mekanizmaların kullanımının, hegemonya dizgelerinin
sağlamlığını ve kalıcılığını nasıl yarattığını acı çekenlerin tarihi üzerinden
anlatır Said. Şarkın “Şarkiyatçılık
yüzünden bağımsız bir düşünme ya da eyleme nesnesi” (Said, 2004:13) olamadığı gibi iktidar alanına giren
acıya ait olan şeylerin altında ezilenlerin hiçbiri de özerk bir düşünme ya da
eyleme nesnesi olamamıştır.
Said Gramsci’ den temellendirerek kültürel
hegemonyanın işlerlik kazandığı yer olarak sivil toplumu ele almaktadır. “Kültür gibi her yere sinen hegemonya
dizgelerinin sağlamlığı ve kalıcılığı, bu dizgelerin yazarla, düşünürler
üzerinde içsel zorlayıcılığının tek yönlü bir dizginleme olmadığı, üretici bir
zorlama olduğu görüldüğünde daha iyi anlaşılabilir” (Said, a.g.e.:24). Said
buradan yola çıkarak Gramsci, Foucault ve Raymond Williams’ ın kültür ve
iktidar ile ilgili olarak aynı biçimde düşündüklerini belirtir. Yani iktidarın
işleyiş mekanizması kültürel hegemonya yaratarak devamlılığını sağlar.
Ben burada Foucault’ un özne üzerindeki
iktidarın yerleşmesi ile ilgili diğerlerinden farklı bir yerde durduğunu
düşünüyorum. Bir kitle kültürü yaratmak değil, kitlenin en küçük birimine bu
iktidarı sindirmekle alakalı Foucault’ un baktığı yer. Bu yer Said’ in de
Şarkiyatçılık ile ilgili analizinde kullandığı yöntemle ilgilidir. Kültürel
mekanizmaların özneye iktidarı sindirdiği yerde kullandığı en belirgin araç
söylem olmuştur. Söylem dediğimiz şey aynı zamanda acını iktidarın içerisinde
nasıl perdelendiği ile ilgilidir. İktidar söylemi metin üzerinden
kurgulayabilir. Metindeki kilit nokta ise dildir. “Bir kültürün temel kodları –onun diline, algılama şemalarına, alış
verişine, tekniklerine, değerlerine, uygulamalarının hiyerarşisine
hükmedenleri-, daha işin başında her insan
için, karşılaşacağı ve kendini onların içinde bulacağı amprik düzenleri
saptar” (Foucault, 2006:18). Bu kodlar dili iktidar mekanizmasının
içerisine alan söylem ile oluşturulmuştur.
Said Şarkiyatçılık üzerine olan analizinde
bunun sadece bir akademik sorun olmadığını yaşam alanında direnişini
sağlayacağı bir düşünsel sorun olduğunu vurgulaması açısından da ayrı bir yerde
durur. Said kültür analizini kolektif direnişin gerçekleştirilebileceği bir
pratik alan üzerinden harekete geçirilebileceğini; bireysel ve toplumsal
özerkliğin bu şekilde sağlanabileceğini görmüş ve aktivist olarak da bu
hareketin içinde yer almıştır. Bu çalışmalar pratik üzerinde de etkisini
yaratmış, direniş mekanizmalarını harekete geçirmiş çalışmalardır. Bunların bir
örneği de Guha’ nın içinde yer aldığı madun çalışmalarıdır. Direnişin de tıpkı
iktidarın olduğu yerde kültür ve mekanizmaları üzerinde olabileceğinin
anlaşılması ve kat edilecek yolun başlangıcının görülmesi umut vericidir.
Sonsöz
“Yaralarım benden önce de vardı; ben onları
bedenimde taşımak için doğmuşum.” sözü Ulus Baker’ in en sık dile getirdiği
sözlerinden biriymiş. Bu yaraların ilişik olduğu şeyler ise acılardır. Hayat
egemenler tarafından en acı hale getirilmiş bir oyundur. Bu oyunu bozmak ve acı
çekenlere oyunun mutlu olunacağı olumlu olan haliyle teslim etmek gerekir ya da
ölmek gerekir. Burada teslim etmek kelimesini kendimi acı çekenlerden ayırarak
dile getirmiyorum. Kendime de teslim etmek gibi bir derdim var. Ancak o zaman “bu cehennemde hala soluyabilecek havayı
bulabiliyor olmanın utancından ötürü” (Adorno, 1998: 28) ölmek yerine var
olabilirim.
Sinem
Öztürk
Kaynakça
Adorno, T.W. (1998) Minima Moralia, çev: Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan, Metis
Yayınları,
İstanbul
(2006)
Eleştiri, toplum Üzerine Yazılar, çev: M. Yılmaz Öner, Belge
Yayınları,
İstanbul
Freire, P. (1998)
Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek,
Ayrıntı
Yayaınları, İstanbul
Foucault, M. (2005) Özne ve İktidar, çev: Işık Ergüden ve Osman Akınhay, Ayrıntı
Yayaınları,
İstanbul
(2006)
Kelimeler ve Şeyler, çev: Mehemet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi
Ankara
Said, E. (2004)
Şarkiyatçılık, çev: Berna Ünler, Metis Yayınları, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar