Print Friendly and PDF

Apostaz, Dünyanın Kutsal İntiharı


Büyük Dörtleme BİLGİ-DİN-HUKUK-YALAN

Hzl: Üner BEKÖZ
Alâeddin’in Sihirli Lambası’nın Şifresi
Alâeddin’in Sihirli Lambası, hepimizin yakından tanıdığı, her tür şekli ile çocukluğumuza hatta yetişkinliğimize girmiş bir “masal”dır. Girmiştir girmesine, üretmişizdir bir sürü fıkra, anektod falan, biliriz ovalanan lambayla, içinden çıkan cini bilmesine ama söyler misiniz, nedir ana fikir?
Masal işte, ana fikir mi olur?
Olmaz mı?
Olmaz.
Tamam o zaman diyerek, bu masala bir şekilde maruz kalmış, 10-12 yaş arasındaki çocuklarla ve maruz bırakmış öğretmenlerle görüştüm. Öğretmenlere, neden öneriyorsunuz diye sordum. Sevgi, kardeşlik, barış, vs. öğrensinler diyen öğretmen sayısı “istatistiksel olarak tamamen anlamlı”. Siz de öyle söylediklerini tahmin ediyorsunuzdur zaten. Pekiyi, “kol-kanat geren”, çocuğunun eğitiminin iyi olmasını isteyen ebeveyn konumundaysanız, siz neden önerirdiniz? Aynı nedenlerle mi?
Çocuklara başka bir soru yönelttim: Bu masalı okuyunca aklınızda kalan ne oldu ve neyi öğrendiniz?
Ne deseler beğenirsiniz?
Yine istatistiksel anlam yoğunluğunda; “başarı için mucize gerekir” şeklinde toparlanabilecek laflar ve eğer bir cinleri olmazsa, işlerinin zor olduğu inancı.
Bilmem, masalın orjinalini okudunuz mu? Özetle şöyle: Alâeddin bir lamba bulur, lambayı ovalayınca bir cin çıkar, her başı sıkıştığında cini çağırır ve cinin yöntemleriyle sorunu halleder. Lambasını korumaya, çaldırmamaya çalışır, mutlu bir hayat sürer ve bitti.
Biraz daha yakından bakınca, durumun farklı olduğunu, masalı üreten bilgelerin, aslında ne anlatmaya çalıştığını belki anlarsınız. Bu bir masal değil bir öğüttür.
Alâeddin’in lambayı bulması, aydığını, kendisinin farkına varıp, yetişkin sorumluluğuna geldiğini gösterir. Lamba onun aklını, ovuşturma, düşünme aşamasını (çözüm yolları) ve cin, aklına uyarak gerçekleştirdiği uygulamayı gösterir. Fikir ve deneyimlerinin, yapabilirliğinin başka eller altında olmasını istemediği için aklına özgürlük sağlamaya çalışır. Cin, onun sonucu, belki de öğrenmişliği ve silah olarak kullandığı bilgisidir. Masalın (öğüdün) kendisinde, cinin hep güzel işler yaptığını sanmayın. Bazen kanlı girişimlerde bulunabilir. Kötü cindir kısacası. Cinin uygulamalarına yön veren ise, Alâeddin’in edinmiş olduğu değerlerdir.
Bunu babama çınlattığım zaman, oturup ağladı ve torunlarının elinde ne kadar Polyanna kitabı varsa, topladı. Neden yaptı bilemiyorum, ama anlarım birgün herhalde. Bu arada, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’de, yedinci cücenin adını yerli-yabancı bir kaynakta gören, bilen varsa, beri gele.
İngiltere’nin ünlü, üniversiteden olma kenti, Oxford’ta gezerken, bir binanın duvarında şu yazıyı gördüm:
Ne kadar çalışırsak,
O kadar öğreniriz.
Ne kadar öğrenirsek,
O kadar biliriz.
Ne kadar bilirsek,
O kadar unuturuz.
O halde, çalışmak niye?
Eni konu, kakılmış duvara. Öyle, boyayla yazıp geçme değil yani.
E doğru diyeceksiniz. Hepimiz öğrenci olduk. Haklı çocuk (her kim yazdıysa). Çok öğrencisel bir lakırtı. Hoş, ama doğru değil. Bireysel olarak, öğrendiğimizi unutabilmek gibi güzel bir özgürlüğümüz olsa da, tür olarak, ürettiğimiz her bilgiyi saklamasını ve kullanmasını bildik. Hiçbirini asla unutmadık.
Alâeddin’in Sihirli Lambası’ndaki cinin, hiç işini yarım bıraktığını veya Alâeddin’in cini lambaya geri sokabildiğini gördünüz mü? Eğer o öğüt geçerliyse, bilgi olarak üniversite çiftliklerinde üretedurduklarımızı asla unutmayacağız. Çiftçilerin  (akademisyenlerin) sonunda (evreka), işte bilgi diye bağırarak odalarından fırlayıp koşuştururlarken ellerinde tuttukları her lokmayı, bir güzel yutacağız.
Bilgi bir kere üretilmeye görsün, lambaya geri sokmanın imkanı yoktur. Koca engizisyon, devasa katolik kilisesi yapamadı, şimdi biz mi yapacağız? Ne ki ürettiğimiz bilginin kötü cin mi yoksa, iyi cin mi olduğuna tamamen “değerlerimiz” dediğimiz her neyse, işte o karar verecektir.
Aslında, göreceksiniz ki, artık “değerlerimiz”in ne olacağına da bilgi karar vermektedir ve bilginin nasıl bir cin olduğu, onu evcilleştiren topluma göre yargılanacaktır. Bu, bilginin evcilleştirilmesi konusu, inanın hoş bir anlatım olacak.
O bilgiyi ne amaçla kullanmaya kalkıştığımız ya da o bilgiye neden ihtiyacımız olduğu sorusunun yanıtları, acaba değerlerimizden gelir yoksa, yeni değerler mi üretir? Eğer atomu bölüp, un ufak etmemiz bir bilgiyse, atom bombasıyla orayı burayı yerle bir edişimiz ve tıp alanında veya enerji üretiminde kullanmak istememiz arasındaki bakış ve değerlerden söz etmiyorum. Bunu, “neden doğayı kontrol altına almak için kullandığımızı” sorguluyorum. Ne olacak yani sonunda?
Olacağı şu: “Ölümsüzlük”.
“Tanrı insanı o kadar sevdi ki, oğlunu onların yanına gönderdi. Ve kim ki ona (oğluna) inanır, ölümsüz olur.”
İncil, John 3:16
Gördünüz mü?
Ölümsüz olmak kolay. İnandınız mı iş tamam. Kime inanacakmışız demek ki?
Ölümsüzlük arayışına yeni bir düzen getiren ve vaat edip, bu vaadinde ısrarcı olan her kimse, ona.
Eski (ama çok eski veya eskiliğini hâlâ koruyan) küçük sürülere [Bunlara; ister oba deyin, ister kabile, ister grup. Nasıl arzu ederseniz]  baktığımız zaman, bireyler içinde, yaşlanabilmiş, hayatta kalmış ve avlanmaya gidemediği halde diğer bireylerin avlayıp topladığına ortak olabilen (çoğunlukla erkek) şamanlar görüyoruz. Şamanların, sürünün hareketine yaşlılıkları ile engel olmadan ve hâlâ beslenebilerek hayatta kalmalarının nedeni, diğer bireylerin onlara olan sevgi ve saygısı değil elbette. Genç bireyler, daha kuvvetli ve hareketli olduklarına göre, yaşamakta ısrar edecek yaşlı bireyi neden doyurup, kendi paylarını üleşsinler ki?
Deneyimi olan bireylerin bilgisinin, genç bireyler tarafından “saygı” duyulduğu ve bu bilgiden faydalandıkları söylenebilir mi? Sanmıyorum. Daha doğrusu, Doğa kitabına göre, söylenemez. Yeni doğan bireylerin, hayatta kalmaya ilişkin eğitimi, kendi ebeveynlerinden aldıklarını biliyoruz.
O halde ne?
Korku.
Şamanlar, aynı zamanda, sürünün hekimidir. Üstelik bu, hâlâ böyledir. Şaman, zor durumdaki bireye, hayat verir veya hayatın devamına ilişkin güçleri barındırdığı düşünülür. Ölüm ve sonrasını onlar anlatır. Kendilerine karşı olan davranışlar da, bu nedenle (diğerlerinden farklı olan güya güçleri nedeniyle) baskı altına alınır. Korkulurlar kısacası. Buna “saygı” demek, o yüzden ne kadar doğru olur bilemiyorum. Nitekim, şamanlık çoğu sürüde, babadan oğula geçer. Sürünün lideri veya hâkimi bunlar değildir ama sürü liderin kararlarının sürü tarafından kabul edilmesinde önemli etkileri vardır. Böylece lider tarafından korunurlar. Al gülüm, ver gülüm.
Hayalgücü geniş olan şamanların ulaştıkları yerler, birçok sürü için, parmak ısırtır doğrusu. Sonunda öyle numaralar yaparlar ki, bir danışmandan çok, gerçekten korkulur hale gelip, “büyücü” olurlar. “Medicine Man”, sürünün iyileştiricisi, ölüm kovucusu ve şamanıdır. Şamanlar, lider görevine soyunmadıkları için, arkalarına, onların fiziksel varlığından daha büyük bir güç almayı ihmal etmemişlerdir. Böylece tanrılar boy gösterecek, ölüp gidenler de, sonsuz çayırlarda at koşturabileceklerdir.
Sürü anlatımları bir yere gelip tıkanınca, yerleşik düzenin yıldızı parlamaya görsün. İnşaat, paylaşım, “bireylerin görev paylaşımı” derken, maddî edinimin ilk sanal hali olan “para”nın işe katılması, sürüyü, “toplum” gibi daha nezih bir kelimeyle ifade etmemizi gerektirmemiş midir?
Yerleşik düzende temel mantık şudur: Yaşaması gereken, toplumdur ve her birey bu toplumun yaşaması için belli bir görev üstlenir. Bireyin doğal olarak yapması gereken sıralı eylemlerin tamamı, başka bireyler için görev olur. Ne yazık ki, toplum tüzel kişiliğinin sadece sistematik bir parçası olan bireyin kendisi, hâlâ ölümlüdür.
Ne soru ama?
Şimdi bu anlattıklarımla, Karl Marx, yattığı yerde iki tur dönecektir, ama toplumu tek bireymiş gibi görmek isteyen ideolojisinin her anlatımını, özene bezene yaratıp, toplumun tüzel varlığını ölümsüz kılmayı amaçlarken, çok önemli bir yol ağzında, kötü manevra yapmıştır.
Toplumun sanal (tüzel) varlığını, birey varlığından bağımsızlaştırıp üstün kılmak dâhice bir fikirdi ve aslında ilk kez düşünülmüyordu. Toplumun anaerki (anayasası), toplumun enerjisini veren “işgücü” olacaktı. Fazla kurcalamadan, dümdüz söylemek gerekirse, tanrının veya (Marx’a göre) onu arkasına almış sınıfların kurduğu güya toplum ilkelerinin yerini, bireylerin toplum için ürettiği işgücü alacaktı. Bu cümleyi dikkatle yazdım. İşçiler veya iş üreten bireyler değil, işgücü dedim. Böylece, işgücünü yaratan bireylerin hepsi, aynı hizaya gelecektir. Buna eşitlik diyebilirsiniz, demesine de, bu durum bana hep karımın mikroskobuyla oynarken gördüğüm bakterileri hatırlatır. Bakterilerin oluşturduğu toplumda, her bakteri eşittir ve hepsi aynı görünür. Neticede, birarada iş gücü üreterek (etki ederek) hastalığa yol açarlar. Kesinlikle Marxist ideolojiye, “hastalık” kelimesiyle bir gönderme yapmak istemedim. O kadar ucuz değil.
Ne ki, Marx, yerinde kaç tur atarsa atsın, doğa, bu olaya sıcak bakmayacaktır. Ne bilsin garibim, insan zekâsının, kendi varlığı üzerinde oyun tezgahladığını? Dolayısıyla, bireylerin genetik yazılımını, Marx istedi diye değiştirivermemiştir. Böylece, sanal bir ortamı ölümsüz kılmak için, bireylerin ölümlü olması fazlasıyla gerekince ve bu bireyler, önemsiz bakteri tanelerine dönüşünce, onlardan alman işgücüne yaslanmış toplumun ölümsüzlüğü ideolojisi, doğaya yenik düşmüştür. Marx, dini reddederken, bilim ve bilgiyi esas kılma çabasındadır. Böylece, “inanç” ortamı törpülenerek bireysel varolumun önüne geçilebilecektir.
Hâlbuki Marx, hiç fikir falan üretmeyip, birkaç yüzyıl bekleyeydi, istediğinin kendiliğinden olageldiğini görürdü. Sabır zor iş.
Marx’a göre din, kurulu düzen her neyse, onun korunmasında, yönetici sınıfın halk üzerinde kurduğu baskıdır. İşte bu yüzden, bilimin getireceği nesnel açıklamalar, örtbas edilir ve cennet avuntusu ile, halka “fedakarlıkları için ödül verilir. Marx, ruhun ölümsüzlüğü vaadini, çok bireysel bulmuş ve bununla halkın kandırıldığında ısrar etmiştir. O’na göre tanrı, karşı devrimin ağır topudur . Şakayla karışık, eğer Marx, fikirlerinin orasına burasına, biraz ölümsüzlük vaadi serpiştirseydi, günümüz dünyası böyle mi olurdu sizce?
Bu yapılamaz mıydı? Bugün Marxist ideolojinin karşısında yüreyegiden anlayış, yine “sosyal adalet” aramıyor mu? Tek farkı, bireylerini önemser görünmesi. Baksanıza, aynı sistemler, yine bireylerinden, o sistemin ya da toplumun korunması için, birey varlıklarını feda etmelerini rahat rahat isteyebiliyor. Hatta zora koşuyor ve hatta bireylerinden vaz geçebiliyor. Bunları kolayca yapabilmelerinin nedeni, ölümsüzlük vaadi değil de ne? Yobazların seslerini duyar gibiyim. Dinin ölümsüzlük vaat etmediğini, ve toplum için bireyin ölmesinin şart olduğunu, seve seve de öleceklerini çığırıyorlar. Biliyorum. Şehit olanlar o yüzden cennete gider. İşte bu nedenle, cennet, ağzına kadar; kan dökmüş, can almış, yakmış yıkmış, sayısı hayal bile edilemeyecek kadar çok insanla doludur ve bizlerin pamuk elli babaanneleri, nur yüzlü anneleri falan da korkarım, onlarla aynı yerdedir.
Hadi hadi, Marx’ı son bir tur daha döndürelim.
Sizce, yobazlar, Marxist ideolojiye karşı zafer kazandı mı?
“Kazandı” diyenler?
“Kazanmadı” diyenler?
“Savaş sürüyor, daha belli olmaz” diyenler?
Görüyorum ki her düşünceden olanlar var.
Ben de satıyorum o zaman. Saaattım.
Sizce, günümüzde; dinden kopanlar ya da oldum olası hiç işi olmamışlar, dine karşı eylem koyanlar, tanrıyı ve vaatleri inkâr edenler, şunlar bunlar, ölümsüzlüğün peşini bıraktı mı? Elbette hayır. Pekiyi nerede arıyorlar?
Hemen hepsi; bilim yanlısı, bilim adamı, bilimsel veriye göre diye söze başlayan, üniversiteye özgür düşünce diye bağıran, akademisyen kimlikli, bilimsel gerçekleri sonuna kadar savunan, spritualizm savaşçısı, iki lafın arasına bilim deyip, bilim adamlarını kaynak gösteren insanlar değil mi?
Tabiî ki onlar, çünkü artık bize “ölümsüzlüğü” getirecek olanın, “bilim adamlarının çalışmalarında saklı olduğunu” bilmeyen yok.
Bilim adamları çalışıp çabalayıp, sonunda “ölümsüzlük iksiri” ile çıkıp gelmeyecekler, ama bunu açıklamanın iki yolu var: Birincisi, insanın fani ömrünü her yeni bilgiyle biraz daha uzatmaları ve bireyin, içinde kaldığı toplumdaki görev paylaşımının devamını sağlamaları.
İkincisi ise, çok daha detaylı ve uzun bir planın ürünü olan, “sonsuz hayat vaadi”.
Emin olun ki Marx, ideolojisinin rütbeli askerleri olan bilim adamlarının, günün birinde yeni gelişen bir dinin ruhban sınıfını oluşturacağını hayal bile etmezdi.

YENİ ÖLÜMSÜZLÜK VE YENİ DİN

Çok sevgili bir genç arkadaşım var. Daha yirmili yaşlarına yeni başladı. Bildiğiniz bütün değerlerle, çoktan adam olmuş birisi. Zarif ve kırılgan. Ondan önemli kazançlarım oldu. Onun acıkan ruhunu biberonla besledim. Beni sevdi. Ona borçlandım ve borcumu ödemek için bir söz verdim.
Bu güzel arkadaşım şeker hastası ve insülin bağımlısı. Her gün birkaç kere kendine ilaç enjekte etmesi ve yediğine içtiğine çok özen göstermesi gerekiyor. Küçüklüğünden beri durum böyle. Bizimle birlikte, aynı toplumun içinde, üstelik birey görev paylaşımında yeralmak üzere hazırlanarak yaşıyor. Evet hâlâ yaşıyor. Yakın geçmişin bir yerlerinde dünyaya gelmiş olsaydı, çoktan ayıklanmış olacaktı ama, üzgünlüğüne alışmış, gıda seçimine boyun eğmiş de olsa, iyi ki bizimle beraber. İlaçlarla ve reçeteli beslenmeyle onu hayatta tutmayı başarabilmemize karşın, hastalığın diğer organlarında yaratacağı hasara çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu hasarlar, istenmeyen durumlara, yeterince yaşlanmadan önce düşmesine pekâlâ neden olabilir. Güzel yüzünden eksiltmediği gülümsemesiyle, hâlâ sadece ruhunu beslemeye çalışan bu arkadaşıma iddialı bir söz verdim. Dedim ki, “senin hayat süren içinde, bu hastalıktan tamamen kurtulmanı sağlayacak tıbbî girişim, mutlaka gerçekleşecek  ve hatta sıradan bir uygulama olacak. Söz veriyorum. Dahası, bu hastalığı sonraki nesillerine aktarma olasılığını da ortadan kaldıracaklar”.
Ona bir cins ölümsüzlük vaat etmiştim. Sonra, gözlerindeki o ışığı gördüm. Kalbi gülümsüyor olmalıydı. Boğazım gerildi, hırslandım, sözcükler tekrar çıkmak istedi, “söz veriyorum evlat" diye yineledim.
Bu sözü veren, ben değil, benim gördüğüm gerçekler, yeni dinin rahipleriydi.
Yeni din ve yeni ölümsüzlük anlatımı bu değil, yani insanın, asla hoşlanmadığı ve beğenmediği organik bedeninin kalıcılığını arttırmak değil.
Tamamen ortadan kaldırmak!
Doğayı binlerce yıl önce karşımıza aldığımızdan bu yana, bedenimize, hep zihnimizi taşıyan bir araç olarak bakmadık mı?
Bütün dinler, bunu vaat etmedi mi?
Ruh diye isimlendirdikleri, aslında bizi biz yapan zihnimizin ta kendisi değil miydi?
Hangisi olursa olsun, dinler, bu dünyada acı çeken zihnimizin huzur bulacağı günler için yatırım yapmamızı istemedi mi?
Bu yatırım için, ödenecek bedel olarak da, kurdukları toplum ve sınıf düzenindeki görevlerimizi belirtip, bunlara karşı gelmemiz durumunda yatırımlarımızın batacağına bize inandırmadılar mı?
Bunu başarmak için kullanılan sıkı dinlerin dokusunun oluşumunu, hep bugün ve bugünün şartlarına göre değerlendiriyoruz. Ne büyük hata.
Bugün, oturup internetin ileride neleri yapabileceğine, yeni insanları inandırmamız ne kadar kolaydır. Bir düşünsenize.
Bu noktadan sonra, yeni dini ilan edeceğim. Bunu dikkatle ele almamız gerekiyor. Fazla heyecanlanmadan, örselemeden.
İkibin yıl önce, toplum anlayışı (yerleşik düzende görev paylaşımı) iyice alışılmıştı. İnsan hareketinin çevre üzerine baskısı için, daha çok öğrenmek ve “bilmek” gerekiyordu. İnsan, artık oyunu, fizik varlığı ile değil, onun çok üstünde olduğunu keşfettiği (öyle sanageldiği) zihni ile oynamaya başlamıştı. Tıpkı bedeni gibi, zihni de acıkır olmuştu, ama bu doymak bilmeyen zihin, asıl aradığını bulmak için bakalım kaç bin yıl daha bekleyip görecekti: “ölümsüzlük”.
Zihnin yaratıcı enerjisinin ve hayal gücünün önü alınmaz akışının farkına varıp, bu duruma (zihine) organik bir kılıf bulunamayacağını fark etmek ve daha önemlisi, bilgi ihtiyacını karşılayamamak, bir yaratıcı (ama öyle böyle değil, çok büyük bir yaratıcı), inancının anlam bulmasını kolaylaştırmıştır. Bunu ifade etmeye kalkınca, çarmıha gerilmek sonucu da bir o kadar kolay olmuştur herhalde.
İnancın anlam bulması kolay olmuştur lafını da çok kolay ettik hoş. Aslında oldukça uzun süren bir anlatımlar ardışımının sonucunda olmuştur. O zaman, bu anlayışa “vahşice” karşı koyanlar için bugün, ne tür niteleme yapıyorsunuz? Hiç.
Onlar için, yeni anlatım, tamamen kabul edilemez değil miydi?
Zihne özgürlük vermek ve ölümsüz kılmak kadar büyük ne olabilir?
Mesih bunu, toplumu yönetsin diye mi yapmıştır?
Ne ilgisi var?
O, ne bir düşünür ne de, bir yöneticidir. O biçareyi işe çok karıştırmamak gerekir. Aslında, öyküden yola çıkıp, bunu toplum oluşumunda yöneticilere (liderlere) silah olarak verecek olan, havari diye bildiklerimizdir. Ölümsüzlüğü pazarlayan aslında onlardır. O günlere dönecek olursanız, Mesih’in yaşadığı çağın ulaştığı denge, insan zihni için bugün bizim bilgisayar karşısında ulaştığımız dengeyle neredeyse aynıdır.
Doğal olarak, önceki tanrılar ve onların erki altındaki güçler, Mesih’i hemen oracıkta infaz etti.
Kimdi onlar?
Yobazlar mı?
Bugün bakarsanız, “evet”. Yani, şimdi tarihin o kısmından önceki, Aristotalesleri, Platonları ve bütün diğer “düşünür”leri taşıyan tarih kısmı ve bu adamlar, yobaz mıydı?

YOBAZ KİME DENİR?

Ben olabilirim örneğin. Ne dersiniz?
Ya sizin için denebilir mi?
Sevgili arkadaşım Ö..B…’yla aynı sıkış tepiş ofisi kullanıyoruz. O’da başka bir kitap yazıyor hemen yanı başımda. Kendisi, yobazın dik âlâsı, önde gideni. Bazen ekranına sarkıp, yazdıklarına bakıyorum, bazen okumam için elime tutuşturuyor. Çok ince bir konuda, ince ince araştırıp bilgi yığını oluşturuyor. Geçenlerde bir cümlesini gördüm. Başladık tartışmaya. Diyor ki: “Genel tarih açısından bakıldığında, Orta Çağ, koyu bir vahşetin yaşandığı, karanlık bir çağ olarak nitelenir.” Bunu söyleyen, aslında Ö.. B… değil. Onun izlediği yolda, Orta Çağ böyle görünüyor, çünkü B… sırtını, bugünü oluşturan bilgi üstünlüğüne dayamış ve o çağda, güya zulüm görmüş, kendisini ifade edememiş, zorluk çekmiş “bilim adamlarına” üzülüyor. Kimbilir?
Belki o günlerde yaşıyor olsaydı, başka düşünüyor olacaktı. Büyük bir olasılıkla da, evrenselleştiğini, yükseldiğini ve tanrıya olan güven ve sadakatini anlatacaktı.
Bizim (ya da bu kitabı hâlâ okuyor olan sizlerin), bugün “karanlık” olarak niteleyegeldiği dönemde, yaratılmış yazılı belgelerin, hele hele sanat eserlerinin sayısı, o çağı güya aydınlatan çıktılardan yüzlerce kat fazladır. Dahası, o günün aydınlıkçılarına, bugün bana baktığınız gibi bakılıyordu ve tıpkı sizin de öngördüğünüz gibi, “hezeyan” içinde olduklarına inanılıyordu. O çağ, hiç de karanlık falan değildi. İnsanlar, aradıklarını bulmuştu. Bu anlayışla, Mesih’in dönemini inceleyin. O dönem, artık toplum sistematiğinin yerel tanrıların yetemeyeceği karmaşaya ulaşmış ve ölümsüzlüğü bedenden uzaklaştıramamış bir dönem değil midir?
Bu nedenle, yobaz kelimesine biraz daha geniş yaklaşalım. Bence yobaz, kendine bağışlanmış ölümsüzlük iksirinden daha güvenilir olabilecek bir başkasına geçmek istemeyendir. Sizler ise, şimdilik yeni iksire şüphe, ama umutla bakıyorsunuz. Bu yüzden yobaz olmadığınızı savunabilirsiniz. Bunun adı, “takiye”. Mesih zamanında, insanların İlyada masalından veya her ne ile güdülüyorlarsa, ondan vazgeçmeleri, bir gecelik çarmıh töreniyle olmadı. Zaman aldı ve hâlâ almaya devam ediyor. Hâlâ misyonerler, “ilkel” kabileleri, eskimoları , vs. yola getirmeye çalışıyor.
Karanlık dönemmiş. Pöh.
Onların en aydınlık dönemiydi.
O zamanın sanatçılarının eserlerine bir bakın.
Güya karanlık çağın zihinsel enerjisini ellemek, koklamak, görmek isterseniz, size önerebileceğim bir iki iyi müze var.
Ölümsüzlüğü aydınlatan, insanların bu dünyada, medeniyet yöneticilerinin zenginleşmesi için kaybettiklerinin karşılığını alabilecekleri tek anlayış olan ve bütün evrene hükmeden bir gücün, gölgesinde olmaktan daha hayırlı ne olabilir?
Eğer sorulması gereken sorular varsa, bunların bütün yanıtı nerededir veya nerede olacaktır?
Bu soruya, bugün vereceğiniz yanıtla, o zaman verilecek yanıt, aslında, dayanaklar bakımından çok da farklı değildir. O günlerde, bütün yanıtlar, tek kaynaktaydı ve yüce yaratıcı, hepsinin yanıtıydı. Gerçeği (fizik dünyaya ait) arayanların, kelimenin tam anlamıyla yoldan çıktıkları kesindi. Onlar, olmaları gereken yolda değillerdi ve insanların kafasını, yine o insanların anlaması mümkün olmayan “karmaşa” ile doldurabilirlerdi. Bu durum ise, aydınlık yol için tehlikeliydi. O dönemlerin içinde sivrilen ve fizik dünyanın gerçeklerini (o zaman için) anlaşılması çok zor bir dille anlatan “büyük bilim adamları”nın dine ilgisiz olduklarını sanmak, gaflet olur. Tam tersine, çoğu, baştan aşağıya dindarlardı ve ulaştıkları sonuçlara dinî bir gerekçe aramışlardı. Dini temsil eden kuvvet de, durmadan artan bir katılığa doğru sürüklenmişti.
Aynı durum bugün de geçerli. Yanıtları aranan sorular için yönümüzü “bilim”e çevirdik. Evrenin bile nasıl oluştuğunu öğrendik. Ardından tanrıyı inkâr ediverince, ondan gelecek ölümsüzlüğü beklemenin, daha doğrusu “medet ummanın” zaman kaybı olduğunu anladık. Şimdi sıra bilim dünyasının “kara dönemi”nde. Doğruyu bilen ve daha yüce olmayan tek anlayış bilim. Bazı akademisyen arkadaşlarımın “yabancı yayın” denen saplantısı, ayyuka çıktığı için biliyorum ve görüyorum ki, şimdilerde herhangi bir bilimsel dergide makale, araştırma yayınlamak, deveye hendek atlatmaktan daha zor iş. Çalışmaların ulaştığı gerçeklerden çok, yordamları ve dayanakları inceleniyor. Test edilebilirlikleri, tekrarlanabilmeleri önemli. Bir teoriyle çıkıp gelmek, her baba yiğidin harcı değil. Yine izleyebildiğim kadarıyla, bugünün bilimsel (ne demekse) dergilerinde yapılan yayınlar, bir format altında birleşmiş. Bu bir anlayış formatı. Eğer Einstein, şimdi yaşıyor olsaydı, dergilerin hiçbirisi, bugün onları adam etmiş olan o ünlü teorileri yayınlamazdı. Hadi test et de görelim bakalım, der geçerlerdi. Bir de çalışmaların bağlanadurduğu “etik” anlatımlar var. Tıpkı dinde olduğu gibi. Günahlar  var kısacası. Hayvan deneyleri sorunları, insanlar üzerinde yapılan çalışmalarla ilgili anlatımlar vs. Ben size doğrusunu söyleyeyim: Bilim adamları, bu “etik” lafından, zırıl zırıl korkuyor ve nefret ediyorlar.
Bugün, bilimin adını anmadan, sağa sola bile bakamazsınız. Bundan hoşnut olmayan var mı? Artık dindarlar bile, bilimi kullanarak kendilerini anlatmaya çalışmıyor mu? Bilim ve bilim adamları (ki bunun göstergesi, bir çiftlikte paye sahibi olmaktır) ne derse, artık doğru odur. Tıpkı, karanlık dönemde, din adamlarının dedikleri gibi. Şimdi siz, etrafınızda doğru bilenler olduğu halde, bir karanlık, bağnazlık döneminde olduğunuzu söyleyebilir misiniz?
O zaman da söylemediler. Doygun ruhlarıyla, ürettiler ve bilim adamlarına şimdi sizin bana baktığınız gibi, “garip ve tehlikeli” yakıştırmasıyla, ama çoğu zaman hoşgörüyle baktılar. Ben bilim adamlarını yobaz olarak görmüyorsam, o karanlık çağda insanlar, din adamlarını yobaz olarak görmedi. Nasıl ki o zamanlar bilim adamları, dinden yola çıktı. Önümüzdeki yeni türün adımları da bilimden yola çıkacak gibi görünüyor. Bilime rağmen ve bilimi kullanarak.
Şimdi kalkıp o karanlık diye ünlediğimiz zamana gidelim. Tam insan aradığını bulmuşken, hayal gücünün motoru istimini almışken, yaratıcılığı bütünüyle kendisini, kurtarıcısına vermiş ve ölümsüzlük, kelimesi kelimesine anlatılmışken, bililerinin çıkıp, düzeni allak bullak edecek sözler etmesi ve bu sözlerin, o zamanki zihinlerin kabulü dışında olması, geniş nüfus için, tıpkı sizlerin veya başkalarının benim biraz sonra edeceğim sözleri karşılaması gibi olurdu. Mahkeme edilir, yakılarak infazları gerekirdi. O halde, yakın gelecekte, içinde olduğumuz bu döneme, “kapkara bir çağdı” denecek olmasına şimdiden hazır olun. Yani şimdi bizler, aydınlık ürünler sunmuyor muyuz? Baskı ve yeni anlayışı inkâr mı ediyoruz? Bilmem. Siz ne dersiniz?
Vatikan’a gittim. İnsanlar mutlu. Huzurlu. Galilo’dan yarım ağız “özür dilediler” diye “knock out” olduklarını hiç düşünmüyorlar. Onlar için, dünya, güneşin etrafında dönmeye yeni başladı da diyemeyiz. İçlerinde sakladıkları ve hep öğrenegeldikleri, kendi anlatımları ve çoğuna göre, dünyanın neyin etrafında döndüğü, çok fiziki bir durum ve zerre kadar önemi yok. Sizin karanlık dediğiniz dönemin keyfini sürmeye devam ediyorlar. Şiir ve sanatla, ruhlarını doyurup, yönetimleri “manuple” ediyorlar.
Bununla, onların olan bitene umursamaz kaldığını söylemiyorum. Tam tersine, kendi doğrularını yaymak için programlı olarak çaba sarfetmeye devam ediyorlar. Ne acı ki, güya “evrensel gerçeği” götürdükleri “ilkel” insan gruplarına bilim bugün biraz farklı bakıyor .
Bilimin, eski dini inançlara göre çok daha vahşi ve sinsi olduğunu anlamak gerçekten çok güç, ama bilimin önde giden rahipleri, yeni bir tür oluşturmadan, azalan kaynaklarla insan “zihninin” çok da uzun ömürlü olmayacağının farkında. Dinin ve diğer sonradan olma değerlerin, çoktan tükenmeye başladığının ve bunların insan türünü ölümsüz kılmak için kesinlikle zaman kaybından öte olmadığını söyleyedurmakta.
Teknolojiyi evirip, bilim katedrallerinde ayinler yapan yeni tür habercileri ve onların açtığı çukura boğazına kadar gömülmüş olan sanal varolum toplumları, din gereklerini sadece bir cins “rahatlama” için veya alışkanlık uğruna yerine getiriyorlar. Gerçek ibadet ise, çok daha başka.
Neden hiç İslâm’dan söz etmediğimi merak ediyor musunuz? Etmeyin. Aslında İslâm’ın, ulaşmak istediğim yer için, konuyla çok ilgili olduğunu söyleyemeyeceğim.        
O zamanlar, yani Çoban Mesih ve sonrasındaki uzun yıllar, iletişimin durumu, bugünkü gibi değildi. Anlayışlar, basit şekillenmelerle “kabul edilerek” yayılıyordu. Bir menüyle insanların önüne, seç, beğen tarzında sunulmuyordu. Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in olağan dışı zekâsı ve uzun yolculukları sırasında gözlemleyebildiği toplumsal farklılıklar, öğrenme gücü ve liderlik özellikleriyle birleşince, yeni anlatımın bir güzel uygulanabilmesini sağlamıştır. O, yeni anlayışı bir rejim haline sokabilmiştir. İslâm’ın en can alıcı noktası burasıdır. İslâm, topluluğu bir liderin eline verip  liderin kararlarını “manuple” ve topluluk bireylerini ikna yolu amaçlı değil (şaman ve hıristiyan anlayışında olduğu gibi), doğrudan rejimin kendisi olarak kullanılmıştır. O nedenle, İslâm’da laiklik olmaz. Dini toplum yönetiminden ayıramazsınız; çünkü hem yönetim hem de toplumun anlatımı zaten İslâm’dır. İslâm sonuçta, aynı tanrıyı, aynı ölümsüzlük ve aynı “sonraki hayatı” sunmaz mı?   
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) in kudreti de tıpkı Mesih gibi, masalsı ve “önemsiz” dir. Önemli olan sunduklarıdır. Nasıl Mesih’in yükselişi, yeniden dirilişi, vs. bugün çok “inanılası” değilse, bir meleğin başına dikilip, “oku” demesiyle okumak da bir o kadardır.  Elbette Hz. Muhammed okumayı, başına dikilen bir melekten öğrenmiştir. Benim de başıma ilkokulda birisi dikilmişti. Sizin de. Benimki pek melek gibi değildi ya neyse.
İslâm, yönetir. Bu nedenle, toplum organizasyonunu başka bir erkin eline verip, arkasından işe karışma formatı yoktur. Yani “Batı”nın yönetim sistemini alıp, inancı İslâm olan bir topluma uydurmaya kalkar ve dinî inanç konusunda, ısrar ederseniz, işte bizde olduğu gibi sonuçlarla karşılaşırsınız. Yönetsel erk olarak İslamı kullanan topluluklarda yüzünüzü buruşturup bakar, hatta saldırırsınız. O yüzden Mustafa Kemal’e din konusunda fazlasıyla sataşılmıştır. O yüzden, uygulaması, kommunizmayla karıştırılmıştır.
Uzun lafın kısası İslam, Mesih’i bahane eden havarilerin gördüğünden daha ileriyi gören, yeni bir anlatımdan çok bir uygulama ve dize-yola getiriş şekli olarak, çok daha iyi anlam bulacaktır. Aradan geçen 500-600 yıl, şimdiki 500-600 yıl değildir. Çağların geometrisi  düşünüldüğünde, “aynı zaman” bile sayılabilirler.

HUKUK VE PSİKİYATRİ

Çok konuşmayacağım, şimdiye kadar; hangi dergide, hangi kitapta, hangi başka yerde, “hukuk”la ilgili yazsam, en az okunmuş yazılarım onlar oldu. İnsanlar bu konuyu ve rengi sevmiyor. Adaletin ne incelikle dağıtıldığını veya nasıl körü körüne batağa saplandığını gösteren filmleri ilgiyle izlemekle, hukuk hakkındaki lakırtıları dinlemeyi birbirine karıştırmamak gerekir. O yüzden, biran önce ne diyeceksem diyorum ve kaldığım yere geri dönüyorum.
Hiç guguk kuşu sesi duydunuz mu?
Şimdi ben duymadım diyeceğim, anlamsız olacak ama herhalde, gak gak gak ya da benzer bir ündedir. Böyle düşünüyorum, çünkü eğer hukuk kelimesi “hak” kelimesinin çoğuluysa, guguk kelimesi de gak kelimesinin çoğulu olsa gerektir. Gak ve guguk nedir bilmem ya, bildiğim, hukuk kelimesinin “haklar” anlamında olduğudur.
Bir süre, hukuk başlıklı derslere girmiştim. Orada öğrencilere, hukuk tanımı yapardım. Öğrenci derse gelirken kafasında, mahkeme, avukat, mapushane fikri olurdu. Öyle ya, hukuk denildiği zaman akla hemen adalet gelir, ceza gelir, öfke gelir. Belki bu yüzden dersler daha başından sıkıntı kokardı. Tanımı yapınca, öğrenci iyice yayılırdı. Papazı bulduk, hadi bakalım şimdi de felsefe tıraşı diye iç geçirip, katlanacakları kaç dakikaları olduğunu anlamak için saatlerine bakarlardı. Başarılıydım herhalde, çünkü derslerin sonunda hiç de başladığı gibi biten bir hava olmazdı. Bir süre böyle para kazandım. Dersler başarılıydı, çünkü öğrenciler şaşkındı. Şaşkın öğrenci, tatmin olmuş öğrencidir. Öğrendiğini zanneder. Kazanılması istenen yapabilirlikler için öğrenme gerekir.
Yerleşik düzende yaşayan insan için, yapabilirlik kazanma adına eğitim-öğretim pek önemlidir, çünkü görev paylaşımı vardır. Bu şu demektir: Ben bir iş üstleneceğim, o işi yapıyor olmamdan sen faydalanacaksın, ben de senin yaptığın işin sonucundan faydalanacağım. Böylece, üretim denen zımbırtıyı organize edeceğiz. Yani ben kasaplık yapacağım, sen ampul üreteceksin. Sen hayvan kesmeyeceksin, ben ampul yapmayacağım. Bu arada başka birsinin yaptığı evde oturup, yine başkasının ürettiği otu, aş yapacağız. Biz bunları yaparken bir diğer başkası, polis olup, karımızı çocuğumuzu gözetecek ve onların başında bekleyip işten güçten olmamamızı sağlayacak falan. Bu, böyle dallanıp budaklanırken, hükmeden devlet kudreti, bizim işlerimizi doğru yaptığımızdan emin olmak isteyecek. Bizi ehil kılacak, aletimizi ruhsatlandıracak. Ehil olabilmemiz için eğitimli olmamızı isteyecek ve eğitimi organize edecek. İşte eskiden, güçlünün hayatta kalması kadar basit olan “adalet” anlayışı bu noktada değişiverip, siz şimdi ne anlayıp bekliyorsanız o olacak. Neymiş o anlayış: Efendim, “hak”larınız varmış. Nedenmiş? E eğer yerleşik düzen hükümü, senin hayvan kesip yemeni istemiyorsa, bunu benim yapmam zorunlu olur ve bu benim görevim, senin de hakkındır. Ben bunu yapmazsam, eline kılıcı alır, sokakta hayvan avlayıp, kamını doyurmaya kalkarsın ve düzen bozuluverir. Aynı kılıçla, sana yan bakana kim bilir neler yaparsın?
Demek ki sadece dört denge üzerinde, organizmamızı besleyip, üreyip, ölmek yerine, yerleşik düzende, kocaman insan güruhlarını tek bir organizma gibi hareket ettirip, bunların enerji tüketerek, “üretim” denen keskin dişli çarkı döndürüp durmalarını ve bu çarkın yarattığı gıdayla ruhlarımızı beslemek istersek, haklarımızın olması gerekirmiş.
Bu gerçekten de böyle. Sahip olduğunuz her hak, uygulama bulduğu andan itibaren sizi, doğal konumunuzdan biraz daha dışarıya öteler. Her yeni hak, yeni bir yapabilirlik ve doygun ruhların bu doygunluğu sürdürme isteği ile çıkagelir ve değerler şekil değiştirir. Ne bileyim, tutar hayvan haklarından bahsedersiniz. Nitekim, hak arayışının azıttığı ve haklara sahip çıkarak, hukuk sistemini içinden çıkılmaz bir karmaşaya dönüştüren toplumların, yerleşik düzenin zirvesinde olan toplumlar (Avrupa) olduğunu görürsünüz. Görev paylaşımı o kadar çizgilidir ki aslı doğadan gelen bir organizmaya ait hiçbir denge izi kalmaz. Bütün ortam, giderek bireyselleşen ve görev üstlenen bireylerin, ruh doygunluğu  için bütünleşen değerler haline dönüşür ve bunlar kurallaşarak “haklar” yani hukuk şekillenir. Bu haklara karşı koyuma “suç” denir. Yani daha doğal olma, daha genetik gerçeklere göre davranma isteğine suç deniyor olabilir mi? Çok gereksiz, saçma veya kafa karıştırıcı bir soru gibi gelse de, böyle gelmesinin sebebi, edinilen değerlerin sentetik olmasıdır. Doğada “hak” diye, üzerinde değerler oluşturulacak bir gereksinim yoktur. Canlılar; doğar, beslenir, ürer ve ölür. Sevmezler, nefret etmezler, güzel ve çirkin gibi duygudan enerji alan sıfatları tanımazlar. İyi ve kötü vardır. İyi olan, yaşam sürecini aksatmayacak, kötü olansa, avcıdır. Av olan; iyi, kötü sıfatlaması almaz. O gıdadır. Doğadaki olabilecek tek hak, öldürmektir.
Olaya, La Fontaine ile burkulmuş zihnimizle değil de böyle, çırılçıplak bakıverince, hukukun ne olduğunu, daha doğrusu, hukuk dersine girmek zorunda olan kişilerin, neyin içinde yaşamak durumunda olduklarını anlamaları çok daha kolay olur. Kısacası: doğal olmayan bir ortam oluşturup, insanın ruhunu besleyebilmesi için bireyselliğini güçlendirmesi isteğine, şimdiki anlamda “hukuk” denir. O yüzden Avrupa’daki “insan hakları”yla Rwanda’daki insan hakları, aynı “insan”ın hakları değildir.
Şimdi gelelim psikiyatriye.
Kazık bir soruya kolay bir yanıt verelim:
“Bir insanı, bilinen bütün hukuk anlatımlarının üstüne taşıyıverecek özel durum nedir?”
Yanıt: Delilik. Kulakları küpelilik. İyi sıhhatte olsunluk.
Deliliğin yeni ve alaycı ya da aşağılayıcı olmayan adı, “aklî dengesizlik”.
Yahu birisi bu dengenin ne olduğunu biraz anlatabilir mi?
Az ileriye, “Ölümsüzlük Tacirleri” başlıklı bir bölüm yazdım. Sıkıntıdan, önce onu yazmıştım. Keşke buraya yazsaydım. Neyse, orada aklî dengesinden şüphe edilen birkaç kişinin adı geçecek ve asıl kudretin gerçekten de kendilerini hukukun üstüne taşıyabilmiş bu adamlarda olduğunu daha iyi anlayacaksınız.
Aklî dengesizlikmiş, Pöh!
Kimin dengesi bu?
Ağırlıkları kefelere kim koyuyor?
Daha doğrusu, ne halt etmeye koyuyor?
Doğal olmayan bir ortamın ölçülerini belirleyip, bu ortamın içine düşen bireylere ölçüleri dayatma ameliyesine psikiyatri, dayatılamayanlara da deli denir.
“İlkel içgüdülerimize boyun eğerek işlediğimiz suç, Nil Nehri ’nin taşkınlarıyla ya da denizin zarar verdiği zamanlarda işlediği suçtan büyük değildir.”
Hatırladınız mı? Kitabın ilk sayfasında vardı. Hani havalı olsun diye, çoğu yazarın neredeyse “standart” hale gelen uygulaması şeklinde yazılmış, “ilham” ya da “öz” halde ifadelerin bir örneği. Güzeldi ama şimdi. Lafın edildiği zamana bir bakarsanız, sadece güzel değil, aynı zamanda beni boşuna uğraştıran bir lakırtı olduğunu görürsünüz. Uzun lafın kısası, şeklinde algılamayın ne olur, demek istediğim, laf ne kadar doğru ve yerinde olursa olsun, bir işe yaramadığı. Hangi kitabın en önünde, tırnak içine, iliştirilmiş lafın işe yaradığını gördünüz? İşe yarıyor olsalardı, o kadar etkileyici, o kadar dudak bükülesi, o kadar yoğun anlamlı, o kadar düşünülüp taşınılmış olurlar mıydı?
Bakın şöyle özetleyeyim: Yukarıdaki cümleyi, bu kitabı okuyan 100 kişiye gösterdikten sonra, bu kişilere, aşağıdaki cümlelerden hangisini anlam olarak en yakın bulduğunu sorduğumuzu varsayalım.
%1 ve belki de daha az kişi şu cümleyi seçerdi:
Sahip olduğumuz içgüdüler, organik gereğimizin gerçeğidir. Onların yarattığı davranışları yadırgamamız, kendi varlığımızı yadırgamamız anlamındadır.
Diğer %1, şuna kaanat getirirdi:
Nil Nehri’nin taşmasıyla tasvir edilen, doğanın esas varlığının hareketi, tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi, insan için de geçerlidir. Doğal yapımız gereği olan bitenin sanki suçmuş gibi gösterilmesi çabası, insanın kendisini doğadışına koyması çabasıdır.
Başka %1, şunu beğenirdi:
Doğanın bazı hareketleri, olagelmesini istemediğimiz hareketler olmakla birlikte, bunları; töreyle, hukukla, etikle, zorla, silahla durdurmamız mümkün olmadığı gibi, sonrasında cezalandırmamız da olası değildir. O halde, doğal hareketlerin kendisi, hiçbir şekilde "suç” değildir ve suç olmadıkları için cezalandırılamazlar ya da en azından cezalandırmaya kalkışmak gaflet hali olur.
Hiçbir yüzde şunu beğenmezdi herhalde:
Yahu kardeşim, nasıl ki doğal olagelimlerin sahiplerine suç isnat edip, ardından, vay öyle yaparsın ha, al sana ceza diyemiyorsun. Aynı şekilde benim, sokakta yürüyen bir kadına karşı üreme hisleri geliştirmem ve hatta buna kalkışmam da aynı doğal olagelimler içindeyse (ki köpekler bunu yaptığı zaman bayıla bayıla izliyorsun), o halde bana da hiçbir şekilde suç isnat edip cezalandırmaya kalkışamazsın.
Aklı başında bir kısım yüzde, şunu beğenir miydi dersiniz?
Doğaya ait kimliğimizin bir canlı olarak bize verdiği davranış şeklimizi, değiştirmek ve bu dünyadan olmayan bir varlık haline dönmek için, doğal yapımızın dışavurumlarını baskılamaya çalışıyoruz. Böylece yeni davranışlar oluştururken, doğal davranışımızı cezalandıracak kurumlar oluşturuyoruz (hak-hukuk). Doğal davranış ihtiyacımız suç olarak belirlenirken, buna “anormal ” diye isim takıyoruz ve bu anormallikleri belirleyecek “bilimler" üretiyoruz. Böylece, haklarımızı öğrenip, buna karşı, suç kabul edilecek olan davranışın ne olması gerektiğini araştırıyoruz. Yani, bağırsaklarınızı boşaltma ihtiyacını, sokak ortasında giderirseniz, “konulu kurallara uyumsuz ” bir halde, en yakın psikiyatri servisine götürülüyorsunuz ve oradaki psikiyatra bir türlü, bunun en doğal davranışınız olduğunu anlatamıyorsunuz. Köpeğiniz için bile, gün geçtikçe durum aynı hale geliyor ve oncağızların, sokağa def-i hacet ederken utanmaları bekleniyor. Onlar utanıyor mu?
Kim bilir?
Psikiyatrlara sormak lazım.
Şuna ne dersiniz?
Biz insanız ve farklıyız. Doğal varlığımızı boş verip, davranışımızı yeniden organize etmemiz gerekiyor ve doğal davranışlarımızı sergilememizin adına delilik diyebilmemiz için, yeni davranışlarımızın (normal) ne olacağını söyleyecek insanlara yani psikiyatrlara ihtiyacımız var.
Sonuçta şöyle olsa, en anlamlısı olurdu ve aslında 100 kişinin yüzü de (bence) şu anlatımı en yakın bulurdu:
“Bu yaptığın hayvanlık, sen ayı mısın da böyle davranıyorsun?"
Eh, bu cümle kitabın ilk sayfasına pek yakışırdı doğrusu. Keşke diyorum, oraya bunu mu yazsaydım?
Gelişmiş diye ünlenen, yerleşik düzenin tam hâkimiyeti altındaki toplumlarda, hukuk ve psikiyatri, bozacıyla şıracı gibidir. Elbette hukuku yaratan, dümdüz psikiyatri değildir, ama modem toplumda, psikiyatrinin kökü de aynı yaratım değil midir? Psikiyatriye, “eski sanat, yeni bilim” denmesinin bir sebebi olmalıdır. Gerçekten de öyle midir acaba? Bunu, ileride sanatçıları anlatıp, ne iş yaptıklarını anlayınca yeniden düşünürüz.
Neyse, insanın toplum içindeki davranışlarını belirlemek adına, suçun ne olduğunu, en azından belirlenmiş kurallara göre, kimin suçlu “olamayacağını” belirleyen, psikiyatri mi değil mi?
Şimdi hemen hukukun tamamını suç ve ceza üzerine yansıtmaya çalıştığımı söylemeye kalkmazsınız umarım, çünkü öyle olmadığını belirtmeye çalışmıştım. Öte yandan, hak alışverişinde psikiyatri, kimlerin hak sahibi olabileceğini de belirler. Buna göre, aklî dengesizlik, hak mahrumiyeti getirir. Hoş, aklî dengesizlik konumuna girmiş bir kişinin ne kadar “hak arayışında” olduğu ayrıca sorgulanmalıdır ya, kısaca eğer “deliyseniz” haklarınız yoktur. Böylece başkasının haklarını tanımak sorununuz da yoktur ve özgürce “suç” işleyebilirsiniz. Doğanın size vermiş olduğu, obsesif (takıntılı) olma özelliğini rahatlıkla kullanabilir ve her an hayatınızı riske sokacak bir unsur tarafından takip edildiğinizi dile getirebilirsiniz. Yerleşik düzenin kural ve kaygılarını boş verip, kendi dünyanızı yaratabilir ve gerektiğinde saldırganlaşabilirsiniz. Hatta başka kişilerin canım alabilir ve kendinizi güvende hissedebilirsiniz. Kimse size neden yaptın diye sormaz, ama bir yere kapatıp, “rehabilite” olmanızı bekleyebilirler. Ne demekse, rehabilite olursanız, yani, yerleşik düzeni tanır ve doğal dürtülerinizi bastırırsanız, salıverilirsiniz.
Önemli olan, belirlenmiş aklî denge ölçütleri içinde kalmayı başarabilmenizdir. Sizden beklenen budur. Aklî dengenin ölçütleri içinde olanlar, hukuktan yararlanır veya ona boyun eğer, olmayanların ne kadar olmadığı ölçülür ve hukuk dışına konur. Bu, sadece bir insana yapılabilir. Sıkıyorsa kaplanlara, geyiklere, kurbağalara da aklî denge ölçütleri koysalar ya.
Velhasıl, insanı başka bir biçime sokmak veya ulaşılmak istenen biçime karşı koyan bireyleri ayıklamak için cüppe giymiş rahiplere psikiyatr denir gibi hiç de içimden gelmeyen bir tanım yapmak zorunda olduğum için çekiniyorum, çünkü büyük olasılıkla aklımın değil ama dengesinin durumu, yakın zamanda tartışılmaya başlayacaktır.
İlk yalanını hatırlayan var mı?
Ben de hatırlamıyorum, ama küçük oğlumun ilk yalanı, “Çişin var mı?” sorusuna verdiği “ı-ıh” yanıtı olmuştu.
“Yavrucum, gel, bak sabahtan beri yapmadın. Hiç olmaz mı ayol?” Yüzüme bile bakmadan yineledi: “ı-ıh”.
Hemen birkaç dakika sonra, altına etti. Kabahat bende, oyununun tam ortasında sormuştum. O da, oyunu kesip, helaya kadar gidip, don pantolon indirip, çiş yapıp, yeniden lahana gibi kat kat giysinin belinden içeriye doluşturulması azabıyla, zaman ve konsantrasyon yitirmek yerine, “ı-ıh” gibi kolay bir yol seçmişti. Bıraksam, sormasam, yine altına edecekti. Ne değişti? Benim oğlan “yalancı” oldu. Pekiyi bunu umursadı mı? Hayır.
Onu cezalandırmalı mıydım? Yalan söyleme alışkanlığı kazanmasını, yılanın başını erkenden ezmek adına, hemen oracıkta engellemek için, pelerin ve çizmelerimi giyip, 2 yaşındaki çocuğa bir cins davranış mı geliştirmeliydim? Ya da, nasıl olsa yalan söyleyecek öngörüsüyle, hiç sormadan, kaptığım gibi helaya seyredip, ağlaya zırlaya mı yaptırsaydım?
Sizce ne yaptım?
Evet, doğru bildiniz. Temiz don aradım. Onu bile istemedi. Ben, öfleye, pöfleye donunu değiştirme savaşı verirken o, oyununa devam etti.
Hadi bakalım pedagoglar, buna bir yanıt bulun. Bulun bulmasına, ama önce bir çocuk doğurun, onu bakıcınıza değil de kendi zamanınıza dâhil edin ve yanıtlayın. Bir dediğinizi iki edersem, ne olayım.
Nedenini hepimiz farklı biliriz sanırım. Yalan söylemek; günahtır, yasaktır, suçtur, ahlâksızlıktır, dürüstsüzlüktür, erdemsizliktir, iki yüzlülüktür, saygınsızlıktır. Yalan söyleyenler; taş olur, iflah olmaz, hayır gelmez, suçludur, günahkardır, vs.
Siz hiç yalan söylediği için taş kesilen birisini gördünüz mü? Yalanı “büyük günah” ilan eden din keçilerinin kendileri baş yalancı değil mi?
İyi de, nedir bu mis gibi doğal yaşam kaynağı ile alıp veremediğimiz?
Neden, yaşam isteğinin bu en temel dışavurumu, bir günah veya suç haline geliyor?
Yalandan korkan kim, ve neden bu kadar büyük bir baskı görüyor?
Kim yalan söyler veya yalan davranır?
Yavaşça ama hırçın bir soğukkanlılıkla düşünün.
Valla, bildiğim kadarıyla, bütün canlı varlıklar, öyle ya da böyle yalan söyler veya yalan davranır. Böyle de olması gereklidir. Hatta biraz daha iddialı sözedecek olursak, hayatta kalmayı uzun tutmanın yolu, çoğu zaman iyi bir “yalancı” olmaktır ve yalancı olmak, yalanı iyi kıvırmak, kötü değil, tersine iyi donanımlardır ve kötü haber, yalanın pembesinin, mavisinin olmadığıdır. Bütün yalanlar, ister “çişin var mı?” sorusuna, “ı-ıh” şeklinde bir masumiyete sahip olsun, isterse, “seçilirsem, hepinize at-araba-döşek vereceğim” yavanlığında ve isterse, “biz falanca ülkenin insanlarını onlara özgürlük vermek için öldürüyoruz” vahşetinde olsun, hepsi kan gibi kırmızıdır. Kıpkırmızı.
Kaçacak delik bulamadığında veya avcının çok ısrarcı olduğu hallerde, “ölü taklidi” yapan pek çok hayvan vardır. Mercan yılanının sihirli bir ölüme sürüklediği zehirine sahip olmadığı halde, kurda kuşa karşı bir mercan yılanı olduğunu varsaydırmaya çalışan ve aynı renklere bürünüp ortada gezdiği halde, bırakın zehiri, ısırmayı bile beceremeyen bir yılan türü vardır. Kuyruğunu, saçağını, orasını burasını sanki yemmiş gibi ortada tutup, ona yaklaşan küçük yaratıkları bir çırpıda yutuveren hayvanların yaptığına ne demeli?
Ya kendisini yaprağa, kayaya, ota, dala benzeten börtü böcek?
Etrafına ışıklar saçarak “cazibe” yaratan çoğu denizel canlının “cazibe”si kapılanlara ölüm getirdiğine göre, pek erdemli bir çekicilik olmasa gerektir. Büyük kedilerin kulaklarının arkasındaki, göz benzeri lekeler, arkadan yaklaşanlara bakan gözlermiş hissini yaratmak içindir. Kamuflaj, baştan aşağıya bir yalan örtüsüdür.
Bitkiler bile yalancı olabilir. Bazı etçil bitkiler, böcekleri kendisine çekmek için bir öz salgılar ve özün cazibesine kapılan böcekler, doğal ayıklamanın geri dönülmez yolunu da çoktan adımlamaya başlamış demektir. Vardığımız sonuç; “yalan”, yani; gerçek olmayan şekilde ifade etme ya da gerçeği saptırma ya da olmadığı halde olmuş gibi gösterme veya olmadığı şekilde görüntü kazandırma ameliyesi, tamamen genetik izlerimizde bulunan silahlarımızdandır ve zamanla sivriltilip, keskinleştirilerek, farklı kullanımlar için doldurulmuş nükleer bir cephane haline dönmüştür. Günümüzün sanal ortamları bile, sanırım, bu silahın gölgesinde büyüyüp serpilmiş çıkagelimlerdir.
Doğal canlılığın dört dengesi üzerinde yalan, hayatta kalabilmek için, av ve avcı arasındaki taktik dansın müziğidir. Diğer canlılarda yalan, bizim tarafımızdan seyredildiğinde, gerçekten de büyüleyici ve sanatsal içerikli olabilecek kadar etkileyici ve özgünken biz insana ait yalanlar, çok daha gelişerek, etkileyicilikte her türlü sınırı aşıp geçmiştir.
Yalan söylediğiniz veya size yalan söylendiği durumları düşünsenize. Hızla karar verilmiş veya yavaş yavaş planlanmış yalanların hangisi, ne için ve nerede olursa olsun, yalanı söyleyeni korumaya yönelik değil midir?
Yalanı, “sahtecilik” bürüsü içinde aşağılamak, doğal kalabilmiş küçük bir yanımızı da silip süpürmek anlamındadır. Eğer tutup makyaj yapıyorsanız, yer çekiminin kendisine doğru assıldığı yanaklarınızı geriye doğru ittiren, gerip, düzelten kozmetiklerden ve cerrahlardan medet umuyorsanız, yani kısaca olmadığınız gibi görünüyorsanız, bunun kendisi bir “yalan” olduğu gibi, “kendinizi iyi hissetmek için yaptığınız” masalı da ayrı bir yalandır. Elbette asıl amaç, daha çekici ve genç görünmek, kötü olduğu düşünülen renk ve görüntüyü örtmektir.
Hadi söyleyin bana; şu yalan kadar göreceye bağlı, yalan kadar, insandan insana değişen duruma sahip, yalan kadar suçlu bir masumluk, yalan kadar nefret edilen bir sevgi, yalan kadar dümdüz bir karmaşıklık, yalan kadar genel bir başka özgünlük var mı?
Hayatta kalmanın çok özel bir manevra yeteneği iken, insan elinde, özlemsel düşünüşün yaratıcı aleti haline gelen yalan, bütün düzen kurucuların ve yerleşikliğin patronlarının en korkulu rüyası ve elbette en etkin silahı olmuştur. Evrimleşmiş yalan mekaniği, ne kadar “günahlaşırsa”, başka taraftan o kadar “kabul edilir” hale gelmiştir.
Gerçek olmayanı, varmış gibi gösterme güya edepsizliğinin, bir gün gelip de, gerçek olmayanı varmış gibi görme “arzu”suna dönüşeceğini kim bilebilirdi?
İşte sanal dünyalar böyle oluşur. Bütün tanrılar; geçmiştekiler ve gelecektekiler, hep aynı yerden ilham alır. Öte yandan yalan, kendi kudretinin altındaki tehlikesini hep ve açık olarak göstermiştir. Bu yüzden olsa gerek, sadece insana ait olmamasına karşın, yine sadece insanda bastırılmaya çalışılır.
Yalan söylemelerinden hoşlanılan, yalan söyleme özgürlüğüne sahip olan tek zümre, “sanatçılardır”.
Onlar da kimdir mi? 
Şu Beşinci Denge’nin ne olduğunu anlatır anlatmaz, bu özel dörtlemenin süvarilerine bakacağız, yani bilim adamları, din adamları ve sanatçılara.
Bundan önce isterseniz, yalanın hemen hiçbir türünün bulunmadığı bir canlılığın var olup olmadığını sorgulayalım mı, ne dersiniz?
Tam, “olmasa gerek”, diye kestirip atabileceğimiz yerde, bir de bakıyoruz ki; yalan, sahte, gerçek olmayan davranışların genlerinin hiçbir yerinde izinin dahi olmadığı bir takım “üst düzey” canlılar var. Ortak özellikleriyle birlikte bu canlılar, “besin zincirinin en tepesinde duran” ve insandan başka düşmanı bulunmayan; büyük beyaz köpekbalığı ve kuzenleri, amca çocuklarıyla birlikte krokodil (büyük Nil timsahı) ve pek tabiî, katil balina olarak bilinen orkalar.
Dikkat buyurunuz ki bu canlılar, suda yaşar ve etçildir. Timsah ve büyük beyazın milyonlarca yıldır değişmeden sabitlendiğini biliyoruz. Orkalar ise, mükemmeli yakalamış memeliler. Büyük beyaz, canlılığın her türlü tarifinin üstüne çıkmış, kelimenin tam anlamıyla bir “makine”. Timsah ve orka, büyük beyazın yanında biraz sönük kalsalar da hep beraber, “üst düzey” canlılık ne demekmiş yavaş yavaş anlatıyorlar.
Bilim adamları, son yıllarda bu yaratıklar için deli divane olmuş, sırlarını ortaya çıkartmaya çalışıyorlar. Şimdiye kadar anlaşılan o ki; hepsinin de her türlü şaşırtıcılığına karşın, hiçbirisinde, en ufak bir yalan davranış gözlenmemiş. Ecellerinin gelmesini bekleyip ölmeleri gereken bu canlıların, en üstte olmalarım sağlayan dengeleme mantığı mı dersiniz, aritmetiği mi bilmem, ama her neyse işte o, genlerinden “yalanı” silmiş. İnsan türünü üstün canlılar arasında kabul edenlere duyurulur.
İşte dörtleme bitti. Din ve bilim adamlarının ürettiklerini, bakalım, sanatçılar nasıl paketleyecek?
Sh: 79-105
Kaynak: Üner BEKÖZ, Apostaz, “Dünyanın Kutsal İntiharı” Ankara, Phoenix, 2005

İNSANLAR NE İÇİN Mİ AĞLIYOR?

Hzl: Üner BEKÖZ
Şöyle düşünelim: Annesi ölen bir yaşındaki bir bebek, cenaze töreninde ağlıyorsa, bunun olası ilk nedeni, ya altı ıslak olduğundan ya da aç olduğundandır. Bütün diğer nedenlerin belki de en sonuncusu ya da hiç olmayanı, annesini bir daha göremeyecek olduğu için gelişen üzüntüsüdür. Eğer bu bebek, günümüz ortamındaki cenaze töreninde değil de, 5-6000 yıl önce, bir savanda [Savan ya da savana tropik yağmur ormanları ile kuru çöller arasındaki geçiş bölgesinde yer alan geniş çayırlara denir. Kurak mevsimin uzun sürdüğü tropikal bölgelerde, tek tük ağaçlar serpili büyük çayırlardan oluşan bir bitki topluluğudur.] aynı duruma düşmüş olsaydı, belki açlıktan ağlamaya bile fırsat bulamayıp, doğal ayıklamanın kollarında uzun bir uykuya dalacaktı. Küçük çocukları olan ölülerin cenazeleri, bu ölünün genç olması nedeniyle, fazlasıyla çeşitte davranışı, bir arada sergiler. Aynı durumu, yani annesi ölen çocuk durumunu, 5-6 yaşında bir çocuk için izlediğimizde, çok daha başka sonuçlara ulaşırız. Bu sefer çocuk, “yalnız” kalmış olmanın, hayatını sürdürebilmesi için ona destek verecek olanın “gittiği” gerçeğinin “endişesi”  ile ağlıyordur. Ölenin ardından düşülen yoksunluk, ona olan ihtiyaçla doğru orantılıdır. Bu nedenle, ana- babamız dahi olsa, ununu eleyip, eleğini asmış, çok yaşlanmış yakınlarımızın ölümleri üzerine, çoğu zaman bizi ağlatan geriye kalan anıların hatırlanmasıdır. Dikkat edilirse, ani ölümlerde (yani, ölü yakını için, “hazırlıksız yakalanmalarda”), tepki daha büyük olur. Ölümünü beklediğiniz ya-kınlarınız için, onun yokluğuna bir ön alışma ve organizasyon süresi yaşanacağı için tepkiler daha sönüktür.
Cenazelerde insan davranışlarını anlatmanın sonu yok, ama cenaze törenleri de, törenlerdeki kaygı ve üzüntü de hep ölümsüz kalma veya ölümü öteleme güdüsünden kaynak alır.
Hiç doğum gördünüz mü bilmem. Ben envai türlüsünü seyrettim, hatta filme aldım. Sadece insan türünün değil, diğer birçok türün de doğumlarına şahit oldum. O yüzden burada, doğumun bir davranış olarak kendisinden birazcık sözetmek istiyorum.
Bir arkadaşım, askere gideceği için, 2 yaşındaki dişi bokser cinsi köpeğini (Xila) bana bırakmıştı. Zaten bir köpeğim varken, biraz burun kıvırmıştım doğrusu. Sonra zaman içinde, Xila, benim köpeğimle havlet olup, hamile kalınca, oturup ailecek torun torba bekledik. Doğurdu nitekim. Garip, çelimsiz, karışık renkli dört tane, yaratık. Özellikle küçük kızım, hayretle seyrederken, sonunda plasenta çıktı. Xila dönüp önce afiyetle plasentayı yedi. Yemek yerken hep ağzını şapırdatırdı. Sonra yavruları yaladı, yaladı, yaladı. Yavruları vücuduna yakın tuttu. Yan yatmış, memelerini gösteriyordu. Biz de seyretmeye devam ediyorduk. Kızım yavrulan kucağına almak istedi. İzin vermedim. Hatırlamıyorum ama birkaç izleyici daha katılmıştı. Tam tribünler sıkılmış ve dağılmaya karar vermişken, özellikle kızlardan, hatta ne olacağını bilen eşimden bile çığlıklar yükseldi. Xila, bu çığlıkların boğuk devamlığına aldırmadan, yavrulardan birisini yemeye başlamıştı. Göz açıp kapatıncaya kadar, yedi bitirdi. Yattığı yerde, çenesinin altına akan kanı bile yalayıp temizledi. Bir güzel yayıldı. Geriye kalan üç yavru, çoktan memelerin yerini bulmuştu bile.
Bu durumla hiç karşılaşmamış birisi için, ne itici, ne vahşi, ne acımasız, ne iğrenç, ne vs. bir durum öyle değil mi?
Bu kararı verdiren, “duygularınızdır”, yani bu kitabın asıl konusu, ama aslında, durum, son derece doğal ve etkilidir.
İster inanın ister inanmayın, memelisinden, böceğine, kuşundan, sürüngenine kadar pek çok canlı türünün (özellikle bir seferde çok yavrulayanlar) dişi bireyleri, Xila’nın bu davranışını defalarca tekrarlar. Bu davranışa, sadece büyükbaş otuborlarda rastlamak zor olsa gerektir . Bu davranışı, edinmiş olduğu değerler nedeniyle yapmak istemeyecek insandan başka bir canlıya rastlayamazsınız. Gelin şöyle, zor bir soru hazırlayalım. Üstelik bu soruyu, çocuğu olmuş annelere nişan alalım.
“Efendim, bir anne adayını, 5 gün aç bıraksak, alıp, uzun süre dışarıya çıkma ve yardım alma şansının bulunmadığına iyice ikna edeceğimiz bir odaya kilitlesek, bir süre sonra anne adayı, odada tek başına, ikiz bebeklerini doğursa...” devam etmemi ister misiniz?
Tamam. göbek kordonlarını dişiyle koparmak zorunda kalıp, plasentasının düşmesini beklese, sonra yavrularını alıp kucağına bastırsa, (bütün bunların hiçbir komplikasyon olmadan gelişegeldiğini, yani annenin kanamadan, şoktan falan öle kalmadığını, yavruların doğru geldiğini, doğumdan sonra nefes alabildiklerini düşünürsek) , bebeklerden hangisini, ne kadar süre sonra yer?
Neden?
Lütfen cevabınızı değerlerinize uydurmak için soruyu manuple etmeyin.
Ellemeyin kısacası.
Bu soruya, çeşitli şekillerde yanıt verebilecek pek çok insan olacağı gibi, hiç veremeyecek pek çok insan da olacaktır. Yanıt veremeyecek olmak, kitabın fikir olarak ulaşmak istediği yer düşünüldüğünde “doğaldır” diyemiyeceğim, ama insanın şu anda içinde bulunduğu alet ve hayal gücüne bağlı durum, geçmişte, beslenmeyi öyle bir evirip çevirmiş, öyle bir hale, vakte getirmiştir ki, yanıta dosdoğru, sadece doğal kimliğimizle ulaşmamızı epey zorlaştırmış ya da gerçekte vermemiz gereken yanıtı bulmamıza yarayacak şifreyi unutturmuştur.
Sh: 12-15
Kaynak: Üner BEKÖZ, Apostaz, “Dünyanın Kutsal İntiharı” Ankara, Phoenix, 2005

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar