Fahreddın-i Irakî Ve (Aşk) Hakkındaki Telakkileri
Şimdiye kadar sırf dinî ve tasavvuf! vechesi nazar-ı itibara alınarak
tetkik edilen sîmâlardan biri de Fahreddîn-i Irâkî’dir. Herkesin bildiği bir
hâlet-i ruhiyye olan “aşk”ı manzum ve mensur ifadeleriyle tarif etmek isteyen
bu zat tasavvuf tarihinde olduğu gibi edebiyat tarihinde de büyük bir şahsiyete
sahiptir. “Ferâgat” (Renoncement) ile aşkı nefsinde cem’ etmek muvaffakiyetini
göstermek itibariyle de tarih-i insaniyete büyük bir şeref bahşetmiştir.
“Kuvve-i şeheviyye” (Concupiscence)den kurtardığı aşk, onun nazarında
“aşk-ı hakîkat” (L’amour de la verite) halinde tezahür etmektedir. Bu zatın
felsefe ve idrâkâtını hakkıyla anlayabilmek için evvela tercüme-i hâlinden
bahsetmek zaruridir.
-2-
Fahreddîn-i Irâkî, Hemedan’da doğmuş, ibtidâî tahsilini ikmâl ettikten ve
hâfız olduktan sonra (17) yaşlarında iken Hemedan camilerinde vaaz ve nasihate
başlamış fakat birtakım kalendermeşrep adamlarla Hemedan’a misafir olarak gelen
bir gence alâka peydâ ettiğinden memleketi terk ederek onları takibe koyulmuş
ve Hindistan’a kadar gitmiştir. (Mültan) şehrinde (Bahâeddin) adlı bir âlimin
meclisine devam ediyor ve sohbetinden müstefîd oluyordu. Halvetîlerden olan bu
zât diğer bendegân gibi bunu da halvete koymuştu. Fakat halvet ehli olmayan
Fahreddin on gün zarfında vecde gelerek tegazzül etmeye başlamış ve feryat ile
söylediği
Nehıstın bâde ender câm-ı kerdend
Ze çeşm-i mest sâki veem kerdend
beyitlerini dinleyen refikasının huzur ve murâkabelerine mâni’ olduğundan
şikâyete maruz kalmıştı. Hâlbuki Bahâeddin’in verdiği cevap “Halvette, konuşmak
ve gazel söylemek size memnu’ ona değildir.” tarzında menfi mahiyette idi.
Diğer bir zat da Fahreddin’in harekâtına şu suretle itiraz ediyor ve
Bahâeddin’e diyordu ki ben onun:
Çu hud kerdend ser-huş fâş
Irâkî ra çerâ bed-nam-ı kerdend
beytini
meyhanede okunurken işittim. Bu tarz hareket bizim zâhidâne şahsiyetimize
nakîse îrâs eder. Bahâeddin bu şikâyetin hâiz-i ehemmiyet olmadığını söylemiş
ve onun secâyâsını takdir ederek kendine damat yapmıştı.
Bu teehhülü müteakip (Fahreddin)[1] adlı bir çocuğu olan
Fahreddîn-i Irâkî yirmi beş sene sonra vefat eden Bahâeddin’in mevkiini işgal
etti, fakat bu terfisini çekemeyen arkadaşları onun şairliğinden, (hüsn) âşığı
olduğundan dolayı bîçâreye birçok hatalar isnat ediyorlardı. Bu suretle manevî
ıstıraplara tahammülü kalmayan Fahreddin, zaviyeyi terke mecbur oldu, hacca
gitti. Avdetinde Konya’ya gelerek uzun müddet (Sadreddîn-i Konevî)ye misafir
oldu. Ondan (Fusûsü’l Hikem)i okudu. Meşhur Lema’ât’ını Konya’da yazdı.
Görülüyor ki, Fahreddîn-i Irâkî ilmî inkişafını Konya’da kazanmıştır. Bu itibar
ile Lema’ât’ın yazılmasında ve Fahreddin’e edebî ve felsefî bir mevki
bahşetmekte Konya muhit-i ilmiyyesinin büyük bir yardımı vardır.
Fahreddin, Konya’da kaldığı müddette (Muînüddin Pervâne)nin de teveccühünü
kazandı. Muînüddin, ona Tokat’ta büyük bir han-gâh inşâ ettirdi. Fakat kayd
altında yaşamak esaretine katlanamayan Fahreddin burayı da terk etti. Mısır’a
gitti, Mısır sultanı kendisini hürmetle karşıladı. Şeyhü’ş-şüyûh unvanıyla
nezdinde alıkoydu. Mamafih Fahreddin kazandığı bu unvana rağmen yine sokaklarda
geziyor, rindlik ve lâübâliliği terk etmiyordu. Bir gün pazarda tesadüf ettiği
bir paşmakçıya taaşşuk etti. Yanındaki adama “Bu kimdir?” diye sordu.
“Oğlumdur” cevabını alınca “Böyle bir genci merkep derisinin musâhibi yapmak
zulüm değil midir? Ben, size her gün sekiz akçe vereyim ona bu gibi işleri
tevdi’ etmeyiniz.” dedi.
O günden sonra her gün paşmakçının dükkânına gitti, uzun müddet oturur ve
mütemadiyen çocuğun yüzüne bakarak ve ağlayarak şiir söylerdi.
Bu vaziyetini haber alan sultan tahkikata başladı. Kerîh bir fiilini
keşfedemeyince Fahreddin’in tahsîsâtını tezyîd etmekten başka bir şey yapmadı.
Fahreddin artık Mısır’da da oturmaktan sıkılmıştı. Şam’a müteveccihen
hareket etti. Bu haberi duyan Şam ümerâsı kendisini istikbale çıkmışlardı.
Aralarında Şam mülkünün güzel bir çocuğu da vardı. Bu sefer de ona alâka peyda
etti. Çocuğun babası Fahreddin’in vaziyetinden emin olduğu cihetle memnuniyet
izhâr ediyordu.
Dımışk’da uzun müddet ikametten sonra ânî bir hastalığı müteakip vefat
etti. Muhyiddîn-i Arabî’nin ayak ucuna defnolundu.
Yeni Fikir, S.21, s.21- 23.
Hicrî (688)de vefat eden Fahreddîn-i Irâkî, yazdığı (Lema’ât) unvanlı eseri
ve birçok (rubâi)leriyle tasavvuf âleminde büyük bir şöhrete sahiptir.
(Abdurrahman Câmî)nin şu rubâisi bir zamanlar (Lema’ât)ın (Fusûsü’l Hikem)den
sonra ne kadar kıymetli bir eser telakki edildiğini ispata kâfidir.[2]
Tevhîd-i Hak ey hulâsâ-i muhteriât
Başed be-sühen yaften ez-mümteinât
Revnefi vücud kun ki der hod-yâbi
Seri ki ne yâbi ze Fusûs u Lema’ât[3]
Meşhur (Hacı Bayram) Lema’ât’tan çok istifade ettiğini ve talebelerine müteaddit
defalar bu eseri okuttuğunu söylemektedir. Esasen bu zâtın meslek ve meşrebi
ile Fahreddîn-i Irâkî’nin tavır ve hareketi arasında bir müşâbehet olduğu
muhakkaktır. Her ikisi de rind ve lâübâli olarak yaşamışlar, kalenderliği
ihtiyar eylemişlerdir.
Fahreddîn-i
Irâkî’nin şahsiyetini hakkıyla anlayabilmek için uzun boylu izahat vermek ve
ayrıca (Fahreddîn-i Irâkî ve Şahsiyeti) unvanlı bir eser yazmak iktizâ eder.
Biz burada yalnız manzum bir eseriyle aşk hakkında söylediği mensur ifadelerden
bir kısmını nakletmeyi kâfi görüyoruz.
Gufta
bi-sûret-i er-çe ze evlâd-i Âdemem
Ez rû-yi
mertebe-i behime hâl ber terem
Çün be- nigerem
der âyine-yi aks-i cemâl-i hûş
Kerded heme
cihân-ı hakîkat musavverem
Horşid-i asuman
zuhurem aceb medar
Zeraat-i kâinat
eger keşt mezherem
Mûsâ vü Hızır
der taleb-i mane-i çünin
Leb-i teşne end
ber leb-i deryâ-yı ehdârem
Hüsn-i rohem ze
sûret-i Âdem be-did şod
Der hâl-i secde
bered fereşte berâberem
Bahr-i muhîd
reşhe-i ez feyz-i fâikem
Nûr-i besit lem’a-yi ez nûr-ı ezherem
Ez arş tâ-be
ferş hemme zerre-i bûd
Der nûr-i
âfitâb zâmir-i münevverem
Bahr-ı zuhûr vü bahr-i bûtûn kadem behem
Der men bûbîn
ki mecmûa’-yı bahrin ekberem[4]
-4-
Aşk, izzet perdesiyle örtülmüştür. Kemâl-i istiğnâda münferiddir. Onun
zâtındaki hücceti sıfatıdır. Sıfatı ise zâtında münderiçtir. Aşkın cemâli,
celâlinde; celâli, cemâlinde mündemiçtir. Aşk başkalarıyla meşgûl olmaz. Her
zaman ve her dil ile kendi sırrını yine kendisine söyler. Her vakit, kendi
sözünü, kendi dilinden işitir. Kendi nazarına arz eylediği hüsn, yine
kendisidir. Aşk, her şeyden söyler ve her şeyi söyler. Sâmitten söyleyen aşk,
nâtıktan söyleyen yine aşktır. Aşk, her bir âyinede başka başka yüzler
gösterir. Başka başka sûretlerle zâhir olur. Zira sûretler, âyinelerin hükmüne
tâbidir.
Aşk, bütün mevcûdâta sâridir. Eşyanın zarûriyâtındandır. Aşk nasıl inkâr
olunabilir ki vücut, ancak aşk ile kaimdir. Aşk olmasaydı esasen zuhûr
olmayacaktı.
Eğer sen bir kimseye âşıksan mutlaka onun da sana âşık olacağını bil. Zira
senin sevdiğin mutlaka seni sevecek, yüz çevirdiğin kimse mutlaka senden
uzaklaşacaktır.
Sevilen sevenin, seven de sevilenin âyinesidir.
Muhibb, mahbûbun bir gölgesidir. Sevilen nereye giderse, seven onu zarûrî
olarak takip eder. Ma’şûk, âşığa cemâlini ne kadar gösterirse âşığın aşkı da o
kadar çoğalır. Aşkın tezâyüdü halinde de cemâl o nispette güzelleşir.
Aşkı, ma’şûğa istiğnâ; âşığa, iftikar vermiştir. Âşık mezelleti, ma’şûkun
izzetinden değil, aşkın izzetinden çeker.
Gınâ ma’şûkun; fakîr, âşığın ezelî bir sıfatıdır.
Âşık, ma’şûk ile garezsiz sohbet etmedikçe arzu ve hevesâtını ortadan
kaldırmadıkça hakikî âşık olamaz.
Ma’şûk, neyi severse, âşık da onu sever. Hatta ma’şûk bu’d u firâkı sevse
âşık yine o iftirâka katlanır ve o da firâkı sever ve belki firâkı visâle
tercih eder.
Onun bu’du, kurbundan daha yakın; hicri, vaslından daha faydalıdır. Çünkü
kurb u visâlde muhibb, kendi muradının sıfatıyla; bu’d u firâkta ise mahbûnun
muradının sıfatıyladır.
Aşk, bir
âteştir. Gönle düştüğü vakit ne bulursa yakar. Hatta ma’şûkun sûretini bile
mahveder. Nitekim Mecnûn, galiba sûzişli bir zamanında, (Sana Leyla geldi)
diyenlere (Artık Leyla benden uzak olsun; zira ben oyum, o bendir. Muhabbetin
ifrâdı beni Leyla’nın sûretinden uzaklaştırdı.) demiştir.
Yeni Fikir, S. 22, s. 9- 12.
[3] Ey kâinatın hülasası olan insan! Tevhid-i
Hakk’ı sözle bulmak imkân haricindedir. Git, vücudunu nef et. O zaman Fusûsü’l
Hikem’den ve Lema’ât’tan anlayamadığın esrârı kendinde bulursun.
[4] Surette gerçi Âdem’in oğluyum. Fakat merâtip
itibariyle ondan daha âlîyim. Ayinede cemâlimin aksine baktığım vakit bütün
cihânı musavver hakikat olarak görürüm. Zerrât-ı kâinatın benim mezhurem
olduğuna taaccüp etme. Zira ben, zuhûr-ı âsmanın güneşiyim. Mûsâ ve Hızır böyle
bir manayı aramak hususunda leb-teşne olmuşlar; fakat benim deryâ-yı feyzimin
kenarında kalmışlardır. Vechim, Âdem’in suretinden zâhir olmuştur. Melâike,
Âdemle beraber bana da secde etmişlerdir. Bahr-ı muhit benim nihayetsiz
feyzimden bir reşha, saf olan nurlar ise parlak olan nurumdan bir zerredir.
Arştan ferşe kadar eşya ise zamîr-i münevverimin güneşî ziyasından bir
zerredir. Kadim olan zâhir ve bâtın deryâlarının envârını bende gör. Zira ben
iki büyük deryânın mecma’ıyım.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar