İmâm-I Rabbânî Ve Şahsiyet-İ Tasavvufiyesi
Yazan: Sadettin Nüzhet Ergun
Asıl ismi (Mevlânâ eş-Şeyh Ahmed Abdullehadü’l-Farûkî) olan İmâm-ı Rabbânî
“971” senesinde Hindistan’ın (Dehli) ile (Lahor) arasındaki (Sehrind) beldesinde
dünyaya geldi.
Sigar-ı sinninde iken Kuran’ı hıfz etmişti. Aynı zamanda pederi Şeyh
Abdullehad’dan da telemmüz eyliyordu. Sonra (Siyâlkût)a rıhlet etti. Orda
(Mevlânâ Keşmîrî)den kütüb-i ma’kulâtı okudu. Kezâ Mevlânâ Yakûb Keşmîrî’den ve
küberâ-yı muhaddisînden (Şeyh Abdurrahman)dan hadis ahz eyledi. Kitab-ı
tefâsir, sıhah-ı sitte vesaire okuduğuna dair icâze aldı. On yedi yaşına
geldikten sonra ulûm-ı müdevvenenin tahsilinden fariğ oldu. Tedris ve tasnif
ile meşgul olmaya başladı. Arabî, Farisî lisanlarıyla eserler yazıyor, bu
suretle Hindistan’da ilmî bir şöhrete sahip oluyordu. Az zaman sonra Dehli’ye
geldi. (Hâce Abdulbâkî)den (Tarîkat-ı Nakşîbendiyye)yi ahz eyledi. Fakat
bununla iktifâ etmemiş, pederinden (Tarîkat-ı Çiştiyye)yi, (Şeyh İskender)den
ve (Şeyh Kemal Elkeytelî)den Tarîkat-ı Kadiriyye’yi ahz eylemişti.
Hâce Muhammedü’l Bâkî, Müceddid1 hakkında pek ziyade takdirkâr
bulunur. Bilhassa bazı ekâbire yazdığı mektuplarda “Şeyh Ahmed-i Sehrendî,
kesîrü’l-amel, kaviyyü’l ilm bir recüldür. Fakîrin meclisinde az zaman
bulunduğu halde acaib-i kesîresini müşahede ettim. Görülüyor ki avâlimin
tenvîrine bâdi bir şems-i taban olacaktır.”derdi. Filhakika bir müddet sonra
mesned-i irşâdı ihraz etmiş, feyzi Maveraünnehir, Anadolu, Şam kıtalarına kadar
sereyân eylemişti. Bilhassa ashâb u yârânına yazdığı mektuplar pek makbule
geçmekte idi.[1] Bununla
beraber bazı ulemânın itirazına hedef olmaktan da kurtulmuyordu. Ez-cümle kendi
makâmâtından bahseden bir mektubunu[2] ulemâ
beğenmemiş, Sıddîk-ı Ekber’in fevkinde bir makam iddia ediyor diye şeyhi Hint
valisi Sultan Cihangir’e ihbar eylemişlerdi.
Vali şeyhi huzuruna celb etti. Müceddid, cevaptan aciz kalmadı. Dedi ki
(Hudâmınızdan en ednâsını bir iş zemîninde celb eder ve ona gizlice bir söz
tevdi’ edersiniz. Hâlbuki o hademe nezdinize gelebilmek için bütün ümerânın
önüne geçmesi lâzım gelecek; müteakiben yine kendi mertebesine inecektir. Şimdi
bu hâdimin böyle hareketinden dolayı ümerânın fevkinde olması lazım gelir mi?[3]
Sultan şeyhin bu cevabına sükût ile mukabele etti. Maksadı terk-i itâb idi.
Fakat huzurdan biri sultana hitâben (Bu şeyh mütevazı olması lâzım gelirken
tekebbür etti. Ve secde etmedi. Hâlbuki siz zıllullah ve halifetullahsınız.)
diye ma’rûzâtta bulundu. Bu söz sultanda derhal sû-i tesir icra’ etmiş ve
Müceddid’in (Kevalyar) kal’asında hapsine emir vermişti. Hâlbuki Cihangir’in
oğlu (Sultan Şah Cihan) şeyhin muhlisi idi. Müceddid daha mahpus olmadan (Efdal
Han) ve (Hâce Abdurrahman) namında iki elçiyi bazı kütüb-i fıkhiyye ile
kendisine gönderdi.
Aldıkları emir
üzerine Müceddid’e dediler ki (Ulemâ selâtîne secde-i tahiyyeyi tecviz
etmişlerdir. Binaenaleyh eğer sultana secde ederseniz sizi şehzade
kurtaracaktır.) Şeyh bunu kat’iyen kabul etmedi. (Ulemânın tecvizi ruhsattır.
Azimet Allah’ın gayrisine secde etmemekle olur.) dedi. Sonra hapsedileceği
kaleye getirdiler. Burada üç sene mütemadiyen kaldı. Nihayet sultan, askerle
ikamet etmek ve devirlerde beraber bulunmak şartıyla şeyhi zindanından
çıkarttı. Bir müddet de bu suretle harekete mecbur olan Müceddid müteakiben
terhis edildi. Tekrar memleketi olan Sirhind’e avdet etti.(1034) senesi
Seferinin Yirmi Sekizinci Salı günü (63) yaşında bulunduğu halde irtihâl
eyledi. Ve Sehrend’e defnolundu.
Milli Mecmua, N. 27, s.439- 440.
İmâm-ı Rabbânî, âbid, zâhid, müttakî ve evliyaullahdan olmakla beraber
marifette derece-i kemâle vâsıl olamamış bazı hakâyıkı idrak edememiştir.
Şeyh-i Ekber’i gayr-ı mantıkî delâil ile ibtale çalışması bu cihettendir.
Kelimâtında daimi bir tenâkuz mevcuttur. Bazı kere vahdet-i vücudun akıl ve
şer’e muhâlif olduğunu ve buna kail olanların evham ve hayâlâta kapıldıklarını
söyler; bazı kere de vahdet-i vücudu sâlike ârız bir hâl olarak telakki etmekle
beraber Muhyiddin-i Arabî ve ittibâ’ını takdir eyler.
Herhangi bir makalesi okunulacak olursa kendinin Şeyh-i Ekber’den yüksek
olduğunu ve Şah-ı Nakşibend ayarında bulunduğunu anlatmak istediği görüleceği
muhakkaktır.[4]
Hâlbuki bu gibi sözler bir hakikati mütezemmin değildir. Hususiyle Şeyh-i Ekber’e itirazaynıyla Şah-ı Nakşibend’e itiraz gibidir.
Zira her ikisi de vahdet-i vücuda kail olmuşlardır
.[5] Bu itibar
ile lmâm-ı Rabbânî’nin, Şah-ı Nakşibend ile hem-ayârım demesi bâtıl olur. Zira
matlûb olan tevhid-i şühûd ise Şah-ı Nakşibend’in dûn bir makamda kalması,
tevhid-i vücûd ise yüksek bir makamda bulunması lâzım gelecek; her iki veçhile
de bu iki sûfînin hem- ayâr olamaması iktizâ edecektir.
Nakşîlik hakkında yapılan ufak bir tetkik bize bugün Nakşîlerin vahdet-i
vücuda kail olduklarını göstermektedir. Filvaki Muhammed Parsâ’nın (Fusûsu’l
Hikem)i (Molla Alâhî)nin (Vâridât-ı Bedreddin)i şerh etmeleri bu telakkiyatı
tamamen kabul eylediklerine delil-i sarihtir. Hatta yakın zamanlarda yetişmiş
olan (Mevlânâ Hâlid) de vücûdiyedendir.[6]
Halifelerinden
(Mevlânâ Ahmedü’l Hâlidî) de sırf vahdet-i vücud neşvesiyle yazılmış olan
(Risâle-i Ehadiyye)[7] yi şerh
etmiş ve mündericatı meyanında demiştir ki: “Şeyh-i Ekber, hâtem-i evliyâdır,
Hazret-i Peygamber’in bütün ulûmuna vârisdir, evliyâ içerisinde onun gibi bir
ârif gelmemiştir.” İşte bugün bunlar Nakşîlerin ne derecede Muhyiddin-i
Arabî’ye muhibb olduklarını ispat etmektedir.
Vahdet-i vücudun şer’î bir mahiyette olmadığını ve binaenaleyh buna kail
olanların hata ettiklerini söyleyenlerin başında (Alâü’d- Devle Semnanî) yi
görüyoruz. Halvetten pek ziyade lezzet duyan bu şeyh nasılsa Muhyiddin-i
Arabî’nin telakkiyâtını kabul edememiş ve aleyhinde bulunmuştu. Bu sûfînin
kitaplarını İmâm-ı Rabbânî’nin gördüğü tahmin edilemezse de ma’nen onun
tesirine kapıldığı muhakkaktır. Mamafih Alâü’d- Devle eserlerinde kat’iyen ne
vahdet-i vücuttan ne de vahdet-i şühûddan bahsetmemiştir. Eserleri doğrudan
doğruya sülûk ve ahlâkıyâta aittir.[8] Yalnız (
Nefahât)ta münderiç bir mektubunda Muhyiddin-i Arabî aleyhinde bulunduğunu
görmekteyiz.
Asıl İmâm-ı
Rabbânî’yi bu telakkiyâta sevk eden sûfînin (Şehabeddin Sühreverdî) olmaklığı
muhtemeldir. Zira o da Şeyh-i Ekber aleyhinde bulunurdu. Gerçi Şeyh-i Ekber’e
ne gibi noktalarda itiraz eylediği malum değildir. Fakat Fütûhat-ı Mekkiyye’de
bu iki büyük sûfînin birbirleriyle mektuplaştıkları ve bazı hususatta
Şehabeddin’in Şeyh-i Ekber’e itiraz eylediği münderiçtir. Bu mektupların bugün
elde mevcut olmaması Hindistan ve daha sair yerlerde intişarlarına mani’ teşkil
edemez.
Milli Mecmua, N. 28, s.456- 457.
Şeyh-i Ekber’in mertebesi noksan değildir. İmâm-ı Rabbânî’ye göre Şeyh-i
Ekber tekâmül edememiş ve gûya bütün ulûmu zann u evham derecesinde kalmıştır.
Hâlbuki bu telakkiyât Şeyh’in idrâkâtını âdem-i ihâtâdan neş’et eylemektedir.
Şeyh-i Ekber’i takdir etmeyen sûfî her kim olursa olsun marifette zayıftır.
Hatta ufak tefek bazı meşhûdâtına bile itiraz etse yine zayıftır. Nitekim
(Abdülkerim Ceylî) de böyledir. Bu zat da kitabının “ilm ü kemal” bahislerinde
Muhyiddin’e itiraz etmiş, hâlbuki hiçbir suretle itirazında muhikk
bulunmamıştır.' Yukarıdan beri saydığımız bu dört sûfîden başka da Muhyiddin
Arabî’ye itiraz eden veli görülememektedir. Eğer İmâm-ı Rabbânî’nin dediği gibi
Şeyh-i Ekber marifette noksan kalmış bulunsaydı bu itiraz edenlerin bir
ekseriyet teşkil etmesi lâzım gelecek ve milyarlarca müntesibi olan bir
kitlenin içerisinde yalnız dört mahdut zatın itirazına münhasır kalmayacaktı.
Acaba bunlar Muhyiddin-i Arabî’nin kemâline nakîse îrâs edebilir mi? Hatta
üç zat istisna edildiği takdirde bütün ulemâ da Şeyh’in kemâlât-ı ilmiyyesini
tasdik etmiş ve onun vâridât ve keşfiyâtını hüsn-i suretle kabul etmişlerdir.
Nitekim (Fahreddîn-i Râzî)[9] [10] (Kadı
Beyzâvî)[11] (İbn-i
Hâcer Heysemî)[12] (Sadeddin
Teftazanî)[13] (Seyyid
Şerif Cürcânî)[14]
(Muhyiddin-i Yavsî)7 (Ebu’s-Suud)8 (İmâm Bergevî)9
gibi a’zam bu zümredendir.
Sûfîye ve mutasavvife zümresine dâhil bulunan a’zam, şeyhin kemâlâtı karşısında
dehân-ı itiraz açmak şöyle dursun, lisân-ı hakikatle telaffuz etmekten bile
çekinmişlerdir.
Sadeddin-i Hemevî Şam’da Muhyiddin-i Arabî’yi ziyaret ettiği zaman (O bir
deryâdır ki ka’rına erişmek asla mümkün değildir) demiştir.
Hazret-i Mevlânâ Şeyh-i Ekber’den pek müstefit olduğunu söylemiştir.
Divân-ı Kebir’indeki bir gazelinde diyor ki:
Mâ âşık u sergeşte vu şeydâ-yı Dımışkım
Cân dâde vu dilbeste be-sevdâ-yı
Dımışkım
Ey subh-ı saadet cûbenâ biyed-i ze-ansu
Her şâm u seher mest-i seherhâ-yi Dımışkım
Ender cebel-i sâliha kaniest ze-gevher
Men der talebeş garke-i deryâ-yı Dımışkım
Ez mesken-i me’lûf çub girift-i dil mâ
Mâ tâlib-i te’lif zâniyâ-yı Dımışkım
Mahdûme-yi Şemsü’l-hakk Tebriz der ancast
Mevlâ-yı Dımışkım vu çe mevlâ-yı Dımışkım
Abdulvahab Şa’ranî Şeyh-i Ekber’i en yüksek derecede bulmuş ve onun âsârını
büyük bir muvaffakiyetle şerh eylemiştir. [15] [16] [17] [18]
(Celâleddin Süyûtî) gibi mütebahir ve ârif bir âlim de (Teberesti’l-gabî an
te’ani İbn-i Arabî) namıyla bir eser yazmış ve akvâl-ı şühûdiyesinin hilâf-ı
şer’ olmadığını ispat eylemiştir. Kezalik (Allâme Hatib Şerbinî) , (İbn-i
Âbidin ) gibi allâme de Şeyh-i Ekber’in fezâil-i maneviyyesinden uzun uzadıya
bahs eylemiştir.
Şeyhülislam Serâceddin Mahzumî demiştir ki (Muhyiddin’e inkârdan hazr ediniz.
Zira ona buğz ve adâvet edenlerle onun meşhûdâtını inkâr edenlerin akıbetinden
korkulur. Kelimâtına itiraz nûr-ı beşeriyyenin intimâsına sebep olur.)
Muhyiddin-i Cündî demiştir ki (Biz ehl-i tarîkatın hiçbirisinden onun itla’
kesb ettiği şeyi göremedik.)
(Serâceddini’l Belkınî), (İmam-ı Yafî’), (Muhammedü’l Mağribî),(Kutbeddin-i
Şîrâzî), (Abdullah Zehebî) gibi a’zam da daimi surette Şeyh-i Ekber’in
senâ-hânı olmuşlardır.[19] [20]
İşte İmâm-ı
Rabbânî’nin dediği gibi Muhyiddin-i Arabî marifetten noksan olaydı ve bilnetice
hilâf-ı şer’ söz söyleyeydi bu zevât şüphesiz ki kabul etmeyecek ve
reddedeceklerdi. Demek ki bu sûfîyi iyi okumak anlamak lâzım gelir.
İmâm-ı Rabbânî’nin kabul eylediği vahdet-i şühûd sabit olamaz11.
Zira şühûdda masivâullahı adem-i rü’yet ve yalnız Hakk’ı rü’yet vardır. Hâlbuki
mademki masivâ vardır. Bu rü’yet sahih değildir. Eğer sahih ise vahdet-i vücut
sabittir.
Bu itibar iledir ki vahdet-i şühûdu idrak vahdet-i vücudu idraka mukaddime
teşkil etmektedir.
Milli Mecmua, N. 31, s. 500- 501.
Ahmed
Ziyâuddin Gümüşhânevi Kabir Baş Kitabesi
Nazar
kıl çeşm-i ibretle, makamı ilticadır bu!
Erenler
dergehi, bab-ı füyuzat-ı Huda’dır bu!
Zıyayüddin-i
Ahmed, mevlidi anın Gümüşhane,
Şehir-i
şark u ğarbın, mürşid-i rah-ı Hudadır bu..
Muhakkak
ehl-i Hakk ölmez, ebed haydir bileyzair
Saray-ı
kalbini pak eyle, bab-ı evliyadır bu!
Şu’a-ı
dürr-i vahdet, menba-ı ilm-i ledünnidir.
Mükemmel
varis-i şer-i Muhammed Mustafa’dır bu.
Hilafet
müddetinden ‘’İrcii’’ vaktine dek Hakka,
Tarik-i
halidi’yi neşreden Hakk-reh- nümadır bu.
Cila-yı
ruhdur zikri, müridana gıdadır bu!
Sene
1311, 7 Zilkade (13 Mayıs 1893 Pazar saat: 10)
Oku
ihlas ile bir Fatiha, kalbinde daim tut.
[1] Türkçe ve Arapça’ya tercüme edilen bu Farisî
mektubâttan başka Müceddid’in (Refiü’l-Merâtib), (Risâle-i Tehlîliyye),
(İsbâtü’n-Nübüvve), (Risâletü’l Mebde’ ve’l Meâd), (Mişkâtü’l-Gaybiyye),
(Âdâbü’l-Mürîdîn), (Meârifü’l-Ledünniyye), (Reddü’ş-Şia), (Ta’likâtü’l-Avârif),
(Rubâi’yyât-ı Hâce Abdülbâkî Şerhi) gibi eserleri de vardır. (Sebhatü’l-Mercan
fî Âsâr-ı Hindistan)dan naklen.
[2] Bana öyle bir makam-ı nûranî zâhir oldu ki
hüsnün nihayet derecesinde ve Sıddîk-ı Ekber makamından biraz mürtefi’ idi. Bu
makamın makam-ı mahbûbiyyet olduğunu anladım. Mülevven ve münakkaş idi. Onun
in’ikası ile latîf olan nefsimi de mülevven ve münakkaş bıldum. Hevâ yahut bir
parça bulut gibi âfâka münteşir oluyordum. Âfâkın bazı taraflarında münbasit
oldum. Hâce Muhammed Bahaeddin, Sıddîk-ı Ekber makamında bulunuyordu. Ben ise
kendimi onlara muhâzî buldum. (Sebhatü’l-Mercan fî Âsâr-ı Hindistan)dan naklen.
[3] İmâm-ı Rabbânî, sultanın huzurunda verdiği bu
muhtasar ifadeden başka daha veciz birtakım ifadelerde de bulunmuştur ki
şahsiyet-i tasavvufiyesini ibraza ait vesâikten olacağı cihetle aynen
naklediyoruz:
(Ben o makamın in’ikasıyla
nefsimi mülevven ve münakkaş buldum dedim, vâsıl oldum demedim. Vicdân ile
vusûl beyninde, çok fark vardır. Fakîr bazı kere kendimi, sultan bulsam,
hâlbuki saltanattan bir râyiha koklamamışımdır. Bir de o makamın in’ikasıyla
nefsimi mülevven buldum dedim, o makam ile demedim. Şemsin makamı felek-i râbi’
olduğu halde ziyâsı arza vâkî olur. Fakat arz bu ziyâ ile şemse vâsıl olmaz.
Sâlik, makamât-ı urûcda çok kere kendini kendinden bi’littifak efdal olanın
fevkinde görür. Bu iştibah bazı kere enbiyâya nispetle de vâkî olur. Hâlbuki
enbiyâ kat’iyen efdal-ı halâiktir.. İşte bu ağlât-ı sûfîyyedendir. Bazı kimselerin
menşe’-i gal’aiyyeti de bu olmuştur ki enbiyâ ve evliyâdan her birerlerinin
urûcu vücutlarının mebde-i taayyünâtı olan esmâyedir. Bu urûc ile de onlara
ism-i velâyet tahakkuk eder. Saniyen o esmâda urûcları o esmâdan Allah’ın
dilediği şeye kadardır. Bu urûc ile beraber her birerlerinin makamı kendi
taayyün-i vücudiyyesinin mebdei olan isimdir. Bundan dolayı onları makamât-ı
urûcda talep edenler alelekser o esmâda bulurlar. Zira merâtib-i urûcda onların
emkine-i tabiyyesi o esmâdır. Avârızın urûzu ile urûc ve hübût o esmâdandır.
Hâli fıtrat olan sâlikin seyri o esmânın fevkinde vâkî olduğu vakit lâ-cereme
kendisinden efdal olanın isminin fevkine suûd eder. Kendisinin o efdalden
efdâliyyet-i tevehhümü hâdis olur. Bu tevehhüm ile taayyün-i sâbıkın zâil olmasından
efdâliyyet-i enbiyâda ve evleviyyet-i evliyâda iştibah husûle gelmesinden
Allah’a sığınırım. Zira onlar bi’licma’ efdal-i nâsdır. Ve bu makam mezâlik-i
akdamdandır. O sâlik, ekâbirin nihayeti olmayan meârice urûclarını ve fevkin
fevke vusûllerini bilmez ve o esmânın onlara emkine-i tabiyye olduğunu idrak
etmez. O esmâdan daha aşağı ve ednâ mekân-ı tabiî olduğunu da teyakkun etmez.
Zira her şahsın efdâliyyeti mebde-i taayyünü olan isminin akdâmiyyeti
itibariyledir. Şeyhin; “Ârif, makamât-ı urûcda çok kere berzâhiyet-i kübrâyı
hâil bulmaz ve bilâ-vasıta terakki eder.” dediği bu kabildendir. Mürşîdimiz
Hâce Abdulbâkî (Râbi’-i Basriyye) o cemaattendir derdi. Onlar vakt-i
urûclarında berzâhiyet-i kübrnın mebde-i taayyünü olan ismin fevkine müruûr
ettikleri vakit berzâhiyet-i kübrâyı hâil değil; tevehhüm ederler. Berzâhiyet-i
kübrâ ile murat Hazret-i Risâlet-i Hâtemî’dir. Bazı kimselerin menşe-i
galatiyyede sâlikin seyri mebde-i taayyünü olan isimde vâkî olur. O isim alâ
sebilü’l-icmâl cem’i-yi esmâ-yı câmî’dir. Sâlikin câmî’i o ismin câmi’iyyeti
içindir. Sâlikin müntehâ-yı ismine vâsıl oluncaya kadar her bir isim üzerine
mürûr eder. Bu takdirde onlar üzerine kendinin fevkıyyetini tevehhüm eder.
Onların makamâtından gördüğü ve üzerine mürûr ettiği onların makamâtından bir
numune olup hakikat olmadığını bilmez. Bu makamda nefsini câmî’ bularak
diğerlerini nefsinin eczâsı addeder. Lâ-cereme nefsinin evleviyyetini tevehhüm
eder. Bu makamda Şeyh Bestamî (Livâ-yi erfa’ min livâ-yi Muhammed) demiş,
galebe-i sükreden livâsının nefs-i livâ-yi Muhammed’den erfa’ olmadığını
bilmemiştir. Keza livâ-yı isminin hakikatı zımnında meşhûd olan enmüzec
olduğunu idrâk etmemiştir. İşte kalbin sa’esi hakkında arş ve hâvî olduğu şey
kalb-i ârifîn bir zevâyesine vaz’ olunsa ondan ârif için bir şey mahsus olmaz,
denildiği bu kabildendir. Burada enmüzecin hakikat ile iştibahı vardır. Yoksa
Allahu Teala’nın azîm sıfatı ile vasfeylediği arşın indinde kalb-i ârifîn
itibar ve miktarı yoktur. Ârifîn bile olsa arşda olan zuhûrun aşr-ı aşiri kalbinde
yoktur. Görmüyor musun ki rü’yet-i uhreviyye zuhûru arş ile tahakkuk eder. Biz
şu makalı anâsır u eflâkı nefsinin eczâsı mülahaza eder ve şu mülahaza galip
gelince ben arz u semâvâtdan a’zamım der, hâlbuki bu ebad değildir. Aklen o
vakitte anlarlar ki onun azameti kendi eczâsına nisbetledir. Filhakika arz u
semâvât onun eczâsından değildir. Belki arz u semâvât onun eczâsına enmüzec
kılınmıştır. Onun azameti, eczâsı olan enmüzecleriyledir. Kurre-i arziyye ve
semâviyyenin hakikati ile değildir. Şey’in enmüzecinin hakikatine iştibahdan
dolayı (Fütûhât-ı Mekkiyye) sahibi demiştir ki:”Cem’-i Muhammedî cem’-i
ilahîden ecmâdır. Zira cem’-i Muhammedî hakikat-ı kevniyye ve ilâhiyye üzerine
müştemeldir. Sâhib-i Fütûhât bilmiyor ki bu iştimâl mertebe-i ulûhiyyetin
zılalinden bir zıll üzerine ve enmüzeclerden bir enmüzec üzerine iştimâldir.
Mertebe-i mukaddesenin hakikati üzerine değildir. Belki azamet ve kibriyâ
levâzımından olan mertebe-i mukaddeseye nisbiyle cem’-i Muhammedînin mikdarı
yoktur. Şu makamda seyr-i sâlik, rebbî olan isimde vâki olduğu vakit zanneder
ki kendisinden efdal olan bazı ekâbir onun tevassutu ile bazı derecât-ı fevke
vâsıl oldular. Ve onun tevessülü ile terakki eylediler. Bu da mezâlık-ı akdâm
sâlikindendir. Bu tevehhüm ile nefsimi efdal zannetmekten ve hasârât-ı
ebediyyeye muttasıl olmaktan Allah’a sığınırım.
Hangi efdaliyyet... Bir melik-i
azimü’ş-şan kendi memleketi dâhilinde reis olan bir nahiyeye varid olursa o
reisin tevassutuyla bir şahıs bazı makamâta vâsıl olur. Ve o reis o makamâtı
açtığından dolayı o kimse için fazl-ı cüz’î vardır. Fakat bu mebahisden
hariçtir. Zira her kariyenin bazı vücûh-ı mahsûsâda âlem-i zî-fünûn ve hakîm-i
buklemûn üzerine meziyeti vardır. Bu efdâliyyet ise itibardan hariçtir. İtibar
ancak efdal-i küllî içindir. (Sebhatü’l-Mercan fî Âsâr-ı Hindistan= Seyyid
Azad)dan naklen.
[4] Şeyh-i Ekber tâife-i sûfiyyenin hüccet ve
burhânıdır. Mamafih o da esrâr-ı gamzeyi kâfi derecede söyleyememiş pek çok
dekâık muhtefî kalmıştır. Fakîr onların izhârına muvaffak ve tahrîrine müyesser
oldum. (Mektubat= İmâm-ı Rabbânî)den naklen.
[5] Şah-ı Nakşibend’in serahaten vahdet-i vücuda
dair elimizde bir kitabı mevcut değilse de kelimâtından tevhit-i zatı kabul
ederek o yolda telkinâtta bulunmasından vücudiyyeden olduğu tezahür eylemektedir.
Hususiyle Hazret-i Mevlânâ’nın beyitlerini çok çok nakli bu müddeâmızı ispat
eder. Zira:
Mâ âdemhâyim vü
hestîhâ-yi mâ
Tu vücud-ı mutlâk-i fânî nemâ
Du mekvî vü du medan
vü du mehvan
Bende ra der hâce-yi hod mehvedan
Hâce ra ez-gayr-i
goften der kusûr
Şermidâr ey ehvâl-i
ez şah-i gayûr
diyen (Celâleddin-i
Rûmî)den kelam nakletmek şüphesiz onun mu’tekidâtını kabul etmekle olur.
(Kelimât-ı Şah Nakşibend)e bakınız.
[6]Mevlânâ Hâlid’in
atiye derc ettiğimiz şu tahmisi müfrit bir vahdet-i vücud taraftarı olduğunu
ispata kâfidir.
Gerçe der suret zerrât-ı cihan
cilvegeri
Lik çun zat-ı tu ez jeng-i hoduset beri
Gâh der hor nemâyende vu gâh der
beşeri
Ze beşer hevânemet ey dust ne hur u ne peri
İyn heme ber tu hicabest vu tu çiz digeri
Dilbera ez tu vu huban cihanend
hicab
Bahr-i Zehari vu ez her-çe tu
manend hubab
Ayn-ı envari vu gayr-i tu bûd-ı
tab’-i serab
Nur-i pâki vu fesanest-i hadis-i
gûl u ab
Lutf-ı mahz vu behanest libas-i
beşeri
Nebûd câ-yi sohen nükte-i
mahbûbi-yi tu
Nist meydan-i hıred sahat mecbûbi-yi
tu
Mürtedâ zi bed u bes şerh-i
dil-aşûbe-yi tu
Hadd-i endişe-i nebaşed sıfat-i hubi-yi tu
Her-çe endişe kend hatr-i ez an
hûb-teri
Der heme çiz-i eyyan dide-i
hıredmend-i tera
Lik der her do cihan nist çu
manend-i tera
Hiç suret ne tevanend ki kend
bend-i tera
Der suver-i zahiri emma ne esir-i
suveri
Nist bi-suz-i tu der ruy-ı zemin
hiç dili
Nist bi-aks-i reht der çimen dehr
gûli
Nist bi-neşve-i vu ışket be
harabat-i meli
Cilve-i hüsn-i tevâz şekl-i
meberast-ı veli
Mi tevani ki be her şekl-i koni
cilve-i keri
Nist an-guş ene’lhak-zede i
Mansur tui
Be niyaz er-ne na’re-i zen Tur
tui
Mütecelli vu tu cuyende-i an nur
tui
Der meraya-yı nazar-ı nâzır vu
menzûr tui
Vahdet-i zat-i tu ez vehm-i dubi
hest beri
Hûb-i ışk bûd has tu der kevn-i
mekan
Gâh der şive-i Yusuf şevi ey
dust-i ayan
Gâh der kisvet-i Yakup berveş-i
negeran
Mi koni cilve-i nuhset ez ruh-i
hûban-ı cihan
Ve an ki ez dide-i uşşak-i derumi- nigeri
(Hâlidâ) davî-i sahib-nazar-i çend-i
ahir
Han negerdi bi-beri ehl-i hakikat
kafir
Guş kon nükte-i an ser-fenar-ı
enâsır
Ger tuvaz-ı dide-i uşşak negerdi
nâzır
Kist Câmî ki kend davî-i sahib
nazari
4 (Men arefe nefsehu)
risâlesi de denilen bu eser Şeyh-i Ekber’indir.
[10] Fahreddîn-i Râzî’ye
Muhyiddin-i Arabî hakkında sordukları zaman (Kâne Eş-Şeyh Muhyiddîn velîyen
azîmen) diye cevap vermişti. (El-Yevâkit ve’l Cevâhir)e bakınız.
Kezalik Muhyiddin-i Arabî’nin telkinatı reddetmediği de
Esmâ-ı Hüsnâ Şerhi’ndeki şu cümlelerinden anlaşılıyor (İnne nûre’l zâhire
hüve’n-nûru’llezi yezheruhu küllî şey’in hâfî ve’l hefâ leyselle’l-ademu
ve’z-zuhûru leyselle’l-vücûdu ve’l-hakku sübhanehu mevcûdun lâ-yekbilû’l-âdeme
fe hüve kennûru’llezi lâ-yekbilû’z-zulmete ve hüvellezi ve cedebihi küllî
masivâhu fe hüve münevviru’l-küllü zulmetin ve muzhiru’l-küllü hefâin
fe’nnûru’l mutlaku hüvallahü teala bi’l-hüve nûru’l-envârî.
[11] Tefsirini dergâhtaki müridân için yazan
bu zat vahdet-i vücud esâsâtını tamamıyla kabul eylemiştir.
[12] Kendisi tarîkat-ı
Şaziliyyeye müntesiptir. ( Fetavâ-yı Hadisiyye)sinde Şeyh-i Ekber’i fevkalâde
takdir etmekte ve onun telakkiyâtını kabul eylediğini söylemektedir.
[16] Şeyhülisslam
Ebu’ssuûd Efendi’nin pederi olan bu zat Bedreddin’in “Vâridât”ını şerh
etmiştir. Gerek oğlu ve gerek kendisi Şeyh-i Ekber kemalini fevka’l-gaye
bulmuşlardır.
[18] Tarîkat-ı Bayramiye’ye müntesiptir. Şeyh-i
Ekber hakkındaki sözleri için (Tarîkat-ı Muhammediyye)ye bakınız.
[20] Tevhid-i şühûd bir bilmek yani sâlikin şühûdu
birden gayri olmamaktır. Tevhid-i vücud ise bir mevcut bilmek ve onun gayrını
ma’dûm mülahaza eylemektir. İşte şu tafsilattan anlaşılıyor ki tevhid-i vücud
ilme’l-yakîn tevhid-i şühûd ayne’l-yakîn menzilesindedir. (Mektûbât=İmâm-ı
Rabbânî)den naklen.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar