Kemal Yolu
İsmail Hakkı Bursevi, Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
insanın
kemâl yolculuğunun nasıl olması gerektiğiyle başlar. Bu yolculuğun kalpte olan
iyi hallerle gerçekleşeceğini yoksa bedenle yapılan amelin tek başına yeterli
olmadığını, Kitâb-ı Câvidân okuyan ışık ehlinin sadece kalp ve Kur’ân’ın bâtın
manasının esas olduğuna inanarak ilhâda düştüklerinin altını çizer.[2b]
Salâhın
çok çeşitli mertebelerinin bulunduğu, bu mertebelerin en yükseğinin takvâ-yı
hakikat, en düşüğünün ise takvâ-yı şeriat olduğunu belirtir. [84a]
Peygamberlerin varlığı, âleme iyilik verdiği gibi her asırda mevcut olan
rabbânî âlimlerin de ademoğlunun salâhına vesile olduğunu, lakin bunların
söylediklerini kabul etmedikçe zâhir ve bâtın-ı âleme salâhın ulaşmayacağını
ifade eder. [84b]
Bu
ümmetin kâmillerinin enbiyâ mertebesinde bulunduğunu, enbiyâ vasıtasız şekilde
nübüvvet kandilinden ışık aldığı gibi, insân-ı kâmillerin de perdesiz ve
vasıtasız oradan nur aldıklarını, diğer ümmetlerde ise kendilerine gönderilen
nebîlerin rûhâniyyeti vasıtasıyla o nuru edindiklerini aktarır. [101a] Ümmet-i
Muhammed’in âhir zamanda gelmesinden dolayı istidatlarının tam olduğunu, az bir
ömür içinde çok faydalı neticeler elde ettiklerini, diğer ümmetlerin ise uzun
ömürlerine rağmen az fayda temin ettiklerini anlatır. [101b]
İnsanın
Allah tarafından affedilip bağışlandığına kanaat getirmemesi, ayrıca ma‘rifet
yolunda kemâle ulaşması ve yüksek derecelere varması için gayret göstermesi
gerektiğini, yoksa sonunun hüsran ve pişmanlık olacağını, din yolunda kendinden
üsttekilere gıpta ve hased ederek o marifetlere ulaşmak için çabanın lüzumunu
izah eder. [103b]
Sülûkun
sohbetle mümkün olduğunu ve onun bir çok şartının bulunduğunu, lisanı ve kalbi
mâlâyâniden korumanın, insanlardan uzletin, az yemek, az uyumak, az konuşmanın,
geceleri ihya etmenin bu şartlardan sayıldığını izah eder. [107a]
Mecburen Yavuz Selim Gelecekti
Yine
Eşrefoğlu Rûmî’nin halifesi ve damadı Abdurrahim Tirsî’nin (ö 926/1520)
ifadelerinden:
Nakledildiğine göre Eşrefoğlu Rûmî’nin vefatı
sonrası kızı Züleyhâ Hatun II. Beyâzıt’ın annesi tarafından sarayda büyütülmüş
ve saraydan gelin olarak çıkmıştır. Bu sebeple Züleyhâ Hatun’un sarayla
ilişkileri kuvvetli idi. Bu ilişkileri sebebiyle Şehzâde Korkut’un annesi Nigâr
Hatun bir ara O’ndan oğlunun tahta cülûsü için Abdurrahim Tirsî’nin himmet
etmesini dilemişti. Fakat Züleyhâ Hatun bir gece rüyasında başköşede
Resûlullah’ın oturduğu (cülûs) yüce bir taht ve meclisin kurulduğunu ve dört
halîfe evliyâ ve ulemâ ile birlikte Abdurrahim Tirsî’nin de hazır bulunduğu bu
mecliste II. Beyâzıt’tan sonra Osmanlı tahtına kimin cülûs edeceği istişare
edilmektedir.
Abdurrahim Tirsî, murakabe
üzere ayakta durmuş Osmanlı tahtına şeyhzâdelerin hangisi geçsin diye
Resûlullah’tan tayin taleb etmektedir. Resulullah, Abdurrahim Tirsî’yi
kastederek “Rûm’un Karaoğlanı’nın muradı Sultân Selîm’dir” diyecek ve
bunun üzerine diğer şeyhzadelerin başlarının üzerinde bulunan dülbentleri alıp,
onları meclisten çıkarırlar.
Züleyhâ Hatun, görüğü bir rüyâ ile Abdurrahim
Tirsî’nin gönlünde bulunanın Sultân Selîm olduğunu anlayınca “Keşke Korkut
padişah olsa, oysaki siz Sultân Selîm’i rica ettiniz” der. Şeyh bunun
üzerine
“Şeyhim kızı! Sultân Korkud’tan evlâd
gelmez. Al-i Osmân’ın nesli munkatı‘ mı olsun? Bu rızâ-yı Hakk’a muhâliftir” diyecektir.
Buna
benzer bir başka anlatı da Kanûnî’nin saray imamı Bektaş Efendi Şeyh İsâ
Saruhânî’ye hilafet ve saltanatın Osmanoğulları’nda kalıp kalamayacağını ve
Sultân Süleymandan sonra halîfenin kim olacağını sormasıdır. Sûfîlerin iktidar
tevdi edici vasıflarına bir başka örnek olarak zikredilebilecek bu soruya Şeyh
“Bu din u mezhep dünyada yürüdükçe hilafet bunlarındır” diye cevap
vermiştir.
İsmail
Hakkı Bursevi ,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Kalbin
insanın baş azası olduğunu hatırlattıktan sonra onun ism-i a‘zam’a mazhar
olduğunu, sultanların âlemde baş olmaları hasebiyle ismi a‘zamın zâhirine
mazhar olduklarını, özellikle Hz. Peygamber’in sîreti üzere olan halifelerin bu
durumda bulunduklarını söyler. [3b]
Osmanlıya Yapılan İtiraz
Osmanlı
Devleti’ne manevî saltanat cephesinden yükseltilen en önemli itiraz Niyâzî-i
Mısrî’nindir.
Niyâzî-i
Mısrî Limni’ye sürgün günlerinde Osmanlı iktidarı ile ilişkisini tamamen
koparmış ve Osmanlı’yı cılk olmuş yumurtaya benzeterek mülkü, devleti veya
iktidarı onlardan aldığını ifade etmiştir. Bu ifadelerini de daha önce
bahsettiğimiz nefes-i evliyâ kavramı etrafında temellendirdiği görülür:
Taht Tatar’ındır. Bunlar ıslah olmakdan
kalmıştır. Cılk olmış yumurta gibidür. Bunlarda hayır
kalmamışdur. Taht Tatar’ındur bilmiş olun.
Her ne kadar hilâfın etmeğe çalışırsanız olmaz. Mülk
Tatar’ındır, Tatar’ındır (...) Benden selam
eyleyin Tatar’a. Allah onların imânından ve İslâm’ından hoşnûddur. Amellerini
de Allah ıslâh eyleye. Zira dîn çürük olmayınca İslâm pâdişâhına dûacı çokdur,
dîn ve adâlet ameli de ısâha sebep olur. Pâdişâhlara asıl lâzım olan dîndür ve
adâletdür. Bu ikisi Tatar’dan me’muldur. Görişmesem bilmezdüm ben. Şehâdet
iderim dinleri ve mezhebleri sahîhdür. Ben gerçi ölüyüm velâkin 20 nefesüm
hayydür. Bu nefes Tatar’a hayât virür, mülk onların olur. Saâdet ona ki onlara
yardım idenler buluna.
Mısrî kendi döneminin sultanları olan
Sultân İbrahim, Sultân Mehmed ve Sultân Mustafa’yı Yahudi soyundan gelmekle
itham edip, yahûdiler için çalıştıklarını beyan eder. Kastettiği Hz. İsâ’yı
çarmıha germek isteyenlerin Yahudi olduklarına telmihen kendisine yapılanların
Yahudilik mukabili olduğunu beyan etmektir. Çünkü vaktin velîsidir.
Halka tahtın Tatar’ın olduğunu ilan ederek, onları iktidara getirmelerini
tavsiye eder. İslâm dininin dostu olan Tatar’a tahtı kendisinin verdiğini
belirtir. Çünkü Osmanoğulları
Kurân’la izzet bulmuş olsalar da ve artık Kurân’a düşmanlık yaptıklarından yine
Kurân ile zillet ve meskenete düşmüşlerdir.
İbnü’l-Arabî’nin Ankâu Muğrib’inden alıntılayarak her mülkte uyulacak
imâmın olmadığı ifadesinden Osmanlı tahtında emirlik (imâret) hakikatinin
bulunmadığını, Osmanlı tahtının harab olacağını ve kendisinin de bu mülkün
başına kıyamet olduğunu cifir hesapları ile haber verir.
Mısrî
ile Karabâş Velî arasında geçen ilginç remzlerle dolu bir başka menkıbe
Mısrî’nin Osmanlı’ya bakış açısını özetleyen ve nefes-i evliyâ kavramına
konusunda sûfî yaklaşımı ifşa edecek bir içeriğe sahiptir. Buna göre Mısrî
ve Karabaş Velî çoğu vakit, sürgünde oldukları Limni adasında bir ağacın
altında derin tasavvufî konuları konuşurlarmış. Ne zaman buluşup
konuşmaya başlasalar bir karga altında oturdukları ağaca konup bağırır ve
onlara rahat vermez ve ayrıca orada olduklarını başkalarına da teşhir edermiş. Yine bir gün mutad olduğu üzere
buluştuklarında karga da gelip bağırmaya başlamış. Bunun üzerine Mısrî kargaya
bakıp bir şeyler söylemiş ve karga derhal yere düşüp ölmüş. Karabaş Velî
ise kargayı elline alıp “Affet onu yâ ahî!” diyerek karganın sırtını
sıvazlamış ve ona üflemiştir. Karga da bu nefesin etkisiyle uçup gitmiştir.
Karabaş Velî menâkıbnâmesinde bu hikâye
Mısrî’nin kutbu’l-vakt olduğu ve vaktin tasarrufunun elinde olduğundan
hareketle Osmanlı Devletine olan kızgınlığı sebebiyle Kostantıniyye’yi daha
doğrusu Osmanlı mülkünü/devletini başkalarına teslim etmek istemesi şeklinde
yorumlanır. Karabaş Velî ise bu duruma razı olmamış ve bunu engellemiştir. Fakat hikâye de
anlatılan şekli ile aslında vaktin kutbunun Karabâşı Velî olduğuna işaret ettiği
de düşünülebilir. Çünkü tasarrufu Mısrî’ninkinin üzerinde gibi
değerlendirilebilir. Fakat her halükarda ortaya çıkan Osmanlı sultânlarının
manevî sultânlarla devâmlı uğraşan bir karga ile remzedilmiş olduğu gerçeğidir.
Niyâzî-i
Mısrî her vakitte hatmu’l- evliyanın bir kişi olduğunu, kendi zamanının
hatmu’l-evliyâsının da kendi olduğuna işaret eder. Bu sebeple de yedi iklim
padişahlarının yularının kendi elinde olduğunu ifade ederek, mülkün yularını
istediğine vermekte muhayyer olduğunu, kendi tercihinin Allah’ın isteği
olduğunu da ekleyerek beyan eder. Sultan Mustafa’nın kendi izni olmadan hutbe
okutamayacağını belirterek, sultana bütün ulemayı toplayıp eğer Mısrî’den
izinsiz onu tahta çıkarabilirlerse kendisini katletmeleri şeklinde meydan
okuduğu ve sultânı “Gücün yetiyorsa Mısrî’den izinsiz aşikârâne tahta çık ya
da beni katlet ” şeklinde tehtit ettiği görülür.
Bir başka yerde de “ Yıldızların gölgesi
olur mu? Gölge güneşindir. Ey pâdişâh şimdiye Mısrî idi seni izhar iden”
ifadesini kullanır.
Yine kendisinin zât mertebesinde bir tecelliye
mazhar olduğunu belirterek maddî ve manevî mertebede bulunan kimseleri yani
ricâlî devlet ve ricalullahı ırgatlar olarak tanımlayarak onların zâtî
tecellinin lezzetinden habersiz olduklarını belirtir Bu sebeple de bulunduğu
mertebeyi padişah ve ricâlu’l- gaybden dahi üstün görür.
Mısrî
bu yaklaşımını İskender ve Eflatun arasında geçen bir hikâyeden iktibasla
anlatmaya çalışır. Ayrıntısına girmeden ifade etmeye çalışırsak İskender
Eflatun’dan kendisine şeyh olmasını istemiştir. Eflatun bunu reddetmiştir.
Mısrî’de Eflâtun’un saltanatının İskender’in iktidarı üstünde olduğunu belirtir
ve böyle bir saltanata sahip Eflatu’nun da İskender’e şeyh olmayı
istemeyeceğini vurgular. Nitekim Eflatun da İskender’in kendisini terk etmesini
ister. Yoksa askeri içinde onu küçük düşüreceğini belirtir. İskender bunu
duyunca razı olmuş ve Eflatun’dan kendine bir halife göndermesini istemiş, O da
halifesi Aristo’yu İskender’e yollamıştır. O halife sayesinde İskender Mehdi gibi övülmüş ve adı Kurân’da
geçmiştir. Dolayısı ile padişahları iyi ve kötü nam sahibi yapan
şeyhleridir. Bu sebeple ahiret sultânları gizlidirler ve maddi saltanata
tenezzül etmezler. Fakat maddî iktidarı temsil eden yöneticiler sultanlar
köpeğin kemik yerken bir insana hırlaması gibi manevî sultânlara hırlarlar.
Çünkü köpek o kişinin kemiğini alacağını düşünerek, insanı kendi ile kıyas
etmiştir. Oysaki manevî sultanlar buna asla tenezzül etmezler.
Mısrî bu hakikatlere işaretle yemin ederek
Âl-i Osmân padişahlarının bütün yardımcılarını toplasalar dahi hatta Âl-i
Osmân’dan o güne kadar ölenler dirilip pâdişâha yardım etseler bile kendisi
üzerinde bir tasarrufda bulunamayacaklarını ifade eder.
Çünkü Mısrî kendisinde ulûhiyet tecellisi
olduğunu ifade eder. Bu aslında kendi kutbiyyetine işaret etmektir. Hatta
kendinde kutbun alt mertebesinde olan imâmda tecelli eden şekli ile rubûbiyet
mertebesini istemediğini belirterek Hakk’ın kendisini âlemdeki tasarrufta
muhayyer kıldığını belirtir.
Bu anlamda zaten kendisinin rubûbiyetle
görülmeyi tercih etmediğini, kendi ailesi ve evlatlarını bile terbiye etmekte
zorlanırken halkın terbiyesinin kendisini ilgilendirmediğini söyler.
Son
olarak ifade etmeliyiz ki sûfîlerin kendi mertebelerinin maddî yönetimin
üzerinde hakiki hilâfet ve saltanat olduğuna dair değerlendirmelerine son bir
örnek olarak Bursevî’nin 23 sene kutup olduğunu ifade ettiği kendi şeyhi olan
Osman Fazlı-i İlâhî’den bahsederken yaptığı vurgular kayda değerdir:
Ve
İstanbul’da zorbâzular istilâsıyla ihtilâl-i azîm vâki‘ olub din u devlet zîr u
zeber olunca işâret-i ilâhiyye ile araya girip zorbâzulârı katl ve ehl-i
menâsıbın münâsibini ta‘yin ve dîn u devleti takvîm eyleyib ahâliyi müsterîh
kılmıştır. Bu vâkı‘a-i hâileden birkaç sene mukaddam lisânlarından mesmûm idi ki,
“Bizim İstanbul’a pâdişâh olmamız vardır” demişlerdi. Fi’l-vaki‘ Sultân
Süleymân-ı Sânî cülûsunde ihtilâl-i azîm vaki‘ olunca bir vechile def etti ki
ukûl ol tedbîr-i ilâhîden mütehayyire oldu. Ve kendi ol zuhûr ve kuvvât-ı
galebe hasebiyle saltanat pâyesini ve Sadreddîn el-Konevî’den sonra bu mekûle
Müdebbîr ve Mufassıl isimlerine mazhar kimse geldiği ma‘lûm değildir.
Bu
değerlendirmelerden sonra ifade etmeliyiz ki “Osmanlı devlet ricali tasavvuf
kültürünü devlet açısından nasıl görmüşler ve sûfîlerin bu konudaki
söylemlerini nasıl
değerlendirmişlerdir” sorusu ayrı bir araştırma konusu olarak
görülmelidir. Birçok örneğini zikrettiğimiz devlet hakkındaki mistik yorumların
“ele avuca sığmaz oluşu” tabiidir ki her zaman tenkid ve tartışmaları beraberinde
getirmiştir. Aklî ve nazarî yöntem ile keşfe dayalı yöntem arasındaki bu
tartışma alanının karşılıklı olarak birbirlerine müsbet ya da menfî tesîr
ettikleri ise Osmanlı özelinde tartışmasız bir gerçektir. Bu sebeplerle
sûfîlerin devlet ricali ile ilişkilerinin ağırlık noktasını belirli merkeze
atıfla incelemek asla doğru bir tavır olarak görülemez. Bursevî ve Mısrî
üzerinden yapılacak bir karşılaştırma bile bize sûfîlerin devletle ne sürekli
kavga ettiklerini ne de devletle devamlı sulh içerisinde oldukları gerçeğini
hatırlatır. Bu bağlama işaretle sûfîlerin devletle ilişkilerinde bu yönlerin
görülmesine ihtiyaç vardır. (Alıntı)
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Nefis
hevâdan ve şehvetten kesilmedikçe kalb, ilim ve feyz ile buluşamaz. Kalbin
feyzle dolması melek vasıtasıyla olduğu gibi vasıtasız olarak ilâhî işrak ile
de mümkün olur. [8b]
Ashâb-ı
şimâlin kıyamet gününde Hak’tan mahcûb kalacağını, ashâb-ı yemînin ise
makamlarına göre Cenab-ı Hakk’ı müşâhede edeceklerini, hatta enbiya, evliya,
şüheda ve diğer ehl-i salâh arasında bu makamlardan dolayı çok farklılıklar
olduğunu belirtir. [65a]
Temiz
ve güzel toprakta biten nebâtın dahi pâk ve nefîs olacağını buna teşbîhen
hikmetin kaynağı kalbin de tâhir ve nezîh olması durumuında lisandan feyz ve
hikmet çıkacağını söyleyerek kalbin temizliğine önem vermenin gerekliliğini
vurgular. [69a]
İsmail
Hakkı Bursevi ,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Ashabın
Hz. Peygamber’le mülâki olma şekillerine insilâh ile görüşmeyi de ekler.
İnsilâhın uykudan ve hayalden farklı olduğunu, onun cismani kayıtlardan
sıyrılmak demek olduğunu vurgular. Uykuyla insilâh arasındaki farkı bal
örneğiyle açıklar. İnsan rüyada bal yedikten sonra uyandığında damağında onun
tadı kalmaz. Ama insilahda böyle değildir. Balı yemiş gibi damağında tadı
kalır. [4a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
İnsanın
küçük âlem yani enfüs, kâinatın büyük âlem yani âfâk olduğunu, insanın âlemin
ruhu sayıldığını, onsuz kâinatın olamayacağını, insân-ı kâmilin ölüm ve sual
meleğinden korkmayacağını çünkü onları kendi suretinden, kendi eczâsından bir
cüz gibi gördüğünü söyler. [5b]
Yalandan
Müslünan olunursa…
Bu
yaklaşıma örnek olması bakımından Akhisarlı Şeyh İsa ile saray Kanunî’nin saray
imâmı Bektaş Efendi arasındaki görüşme enteresandır. Menkıbeye göre Sultan
Süleyman’ın Rodos kalesini fethedip edemeyeceğini kendisine soran Bektaş
Efendi’ye Akhisarlı Şeyh İsa, Rodos’ta ricalullah zümresinden orayı koruyan
bedellerden (büdela) biri olduğunu ve o gitmedikçe fethin gerçekleşemeyeceğini
söyler. Nitekim Rodos kuşatmasının sekizinci ayında o bedel hisar bendinde
gezerken tüfekle vurulduğunda ancak fetih gerçekleşmiştir. bkz. İlyas b.
Mecdiddin İsa Akhisari Saruhani İbn İsa, Akhisarlı Şeyh İsa Menakıbnamesi, haz.
Sezai Küçük, Ramazan Muslu, Sakarya: Aşiyan Yayınları, 2003, s. 181-182. Ayrıca
kutbiyyetin frengistandan bir papaza verildiğine dair Niyâzî-î Mısrî’nin
enteresan bir yorumu için bkz. Halil Çeçen, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları
(İnceleme-Metin- Sözlük), (içinde) vr. 97b.
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Divitten
sayfa üzerine nasıl harfler, kelimeler yazılıyorsa aynı şekilde nokta-i zattan
da hakikatler ve mâhiyetler sayfası üzerine isimler nakşolunup çeşitli taayyün
terkibi ile kitab-ı kebîrin zuhura geldiğini, bu zuhura gelişin evvelinin akl-ı
evvel sonunun ise sûret-i insaniyye ile teşekkül ettiğini, Hz. Âdem’in yirmi
sekiz harfin mazharı olduğunu bütün dillerin ondan çoğaldığını söyler. [10a]
İnsan-ı
kâmilin tohum gibi olduğunu, tohumda yeşerecek bitkinin bütün hülasasının saklı
olması yönüyle insân-ı kâmilin de yaratıcının sırlarının mazharı olduğunu, bu
sebeple onun için ism-i a‘zam denilebileceğini belirtir. [64b]
Yeniçeri Ocağı Sahibi Razı olmazsa
Bursevî’nin
ifadesine benzer olarak Ahmed Cevdet Paşa’nın rivayetine göre de Yeniçeri Ocağı
Hacı Bektaş Velî’nin ruhaniyetleri ile tesis edilmiştir. Orhan Gazi devrinde
asker ve ordu tertip edileceği zaman tesis edilecek ordunun muzafferiyeti için
Hacı Bektâş Velî’nin duasına başvurulmuş, gelenler dua eden Hacı Bektâş’ın
ridâsından bir aba parçasını kopararak teberrüken gelenlere vermiş, onlar da
bunu hürmeten başlarına taylasan gibi takmış ve daha sonrada bunu âdet
edinmişlerdir. Dolayısı ile yeniçerilerin başındaki keçeler bu hatırayı yâd
etmek üzere gelenek olmuştur. bkz. Ahmed Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet, 2. bs.,
İstanbul: Matbaa-i Osmaniyye, 1309, XII, s. 179-180. Ahmed Lütfî Efendi,
Vakanüvîs Ahmed Lütfî Efendi Tarihi, çev: Ahmet Hazerfan, İstanbul: Yapı Kredi
yay., 1999, I, s. 110. Ocak, Ahmet Yaşar, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul:
2007, s. 179.
İstanbul’un Sırrı
Saltanat
merkezi diğer yerlerden metafizik değer açısından yücedir. Çünkü en büyük
toplayıcılık (cemiyet-i uzma) vasfına sahiptir. [Bursevî, Tuhfe-i
Atâiyye,
vr. 65a.]
İstanbul
saltanat merkezi olduğu için el-Câmî isminin mazharıdır. Bursevî’nin
Sultân-ı Rum olarak zikrettiği bu sebeple Osmanlı padişahlarında tecelli eden
ilâhî isimler Mekke şeriflerinde taayyün edenlerden daha kuşatıcıdır. Mekke
haremullah olduğu için zâtî tecelliye sahiptir. Oysaki zâta kuvvet sıfattan
gelir. Bu sebeple sıfat tecellisinin mutlak mazharı olan İstanbul hilâfet
merkezi omuştur. Bu yaklaşım, çocukta zâtî hakikatlerin bulunmasının onu güçlü yapmadığı
ve kuvvetin ancak onda bazı sıfatların zuhûr etmesinden sonra gerçekleşeceği
örneği ile daha iyi anlaşılabilir. Çocuklara bir hastalık geldiğinde vücutları
etkilenip hemen zaafa uğrar. Tıpkı bunun gibi Mekke şeriflerinin de kendi
nefisleri itibarıyla İslam memleketini zabt ve idare edecek kuvvetleri yoktur.
Ayrıca çocuk örneği Mekke şeriflerinde kuvvetin olmamasına karşılık, şürefânın
zâtî saflık ve masûmiyyet tecellisi taşıdıklarına Bursevî’nin zımnen işaret
ediyor olduğunu düşündürmektedir. Öte yandan Bursevî’ye göre Mekke sırr,
Medîne rûh, İstanbul ise kalb makamındadır. Bedende aza ve organlara
kuvvetin kalbden sirayet ettiği gibi İslam memleketine de metânet ve kuvvet
Sultân-ı Rûm olan Osmanlı padişahlarıyla ulaşır. Çünkü Osmanlı üç vasıf ile bu
makama yerleşmiştir. İsm-i a‘zam’ın mazharıdır, bütün devletleri kapsayıcı ve
kuşatıcı (ecma‘i-düvel) yegâne devlettir ve son olarak ta Hz. Mehdî’ye kadar
saltanatı sürecek ve saltanat silsilesi O’na intikal edecektir. Bu sebeplerle
İslam memleketinin kalbi (kalb’ul-memâlik) ve İslam beldelerinin kuvveti
(kuvvetü’l-bilâd) İstanbul’dur. Osmanlı padişahlarının burada ikamet etmesi ise
başta Mekke şerifleri olmak üzere Allah’ın bütün kulları için kuvvetli bir
destek ve takviye olarak görülmelidir. [Bursevî, Tuhfe-i
Recebiyye,
vr. 91a.]
Şehir
|
İlâhî
İsim
|
Mekke
|
Allah, el-Evvel
|
Medine
|
er-Rahmân, el-Ahir
|
Kudüs
|
Kuddûs, Subbûh
|
Şâm
|
el-Hayy, el Alîm,
el-Mürîd, el-Kadîr, el-Evvel,
el-Âhir, ez-Zâhir,
el-Bâtın, er-Rahmân, er-Rahîm,
el-Müdebbir,
el-Mufassıl
|
Bağdâd
|
ez-Zâhir
|
Mısır
|
el-Bâtın
|
Konya
|
el-Kadîr
|
Kıbrıs
|
el-Muhît
|
Bursa
|
Mâliku ’l-Mülk, Zü
’l-Celâli ve ’l-lkrâm
|
Edirne
|
el-Hafîz
|
İstanbul
|
el-Câmî
|
Osmanlı Şehirlerinde Tecelli Eden İlâhî İsimler
Ya Sivas
Tanrı Şehridir.
İnsan ve Burçlar
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Rûh-i
müdebbir olan ruhun, ilâhî nefha ile vücûda geldiğini, Hakk’ın kenz-i mahfi
iken kendini izhar için halkı halk ettiğini, Hakk’ın zatının künhünün ancak
sıfatlarıyla bilinebileceğini, insanın rûhânî kuvvetinin meleklere benzediğini
açıklar. [11a] İnsanın on iki uzvunun on iki burca benzediğini, işitme, görme,
tatma, dokunma, koklama gibi kuvvetlerinin de yedi yıldızı andırdığını
belirtir. [14a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Lisanın
kalbin tercümanı olduğunu, tercümansız mana anlaşılmadığı gibi lisan olmadan da
hakikatlerin aktarılamayacağını, onun için imanın itibarının kelime- i şehadete
dayandığını, dağlarda, yeryüzünün ücra yerlerinde ve fetret devrinde olan
insanların tevhîd-i aklî ile muâheze olunacağını, İslam beldelerinde yaşayan
insanların ise bununla beraber tevhîd-i imanîden de sorumlu olacağını belirtir.
[14b]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Âlem-i
ekvân ile âlem-i enfüsün birbirine benzediğini, âlem-i kebirde üç yüz altmış
beş gün olduğunu bunun mukabilinde âlem-i sağîr olan insanoğlunda da aynı
sayıda mafsal bulunduğunu anlatır. [15a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
“Hû” kelimesinin boğazın en alt ucundan çıkan
he harfi ile dudağın en dışından çıkan vav harfine kadar bütün mahreçleri
kendisinde barındırdığını, “hû” zikrinin böylece tüm merâtibden geçerek sırr-ı
azîme delalet ettiğini, kelime-i şehadetten sonraki en faziletli ezkâr ve esmâ
olduğunu söyler. [15b]
Hakikat-i
Muhammediyye’nin taayyün-i evvel ile olan zâta denildiğini, ilk ve son ism-i
a‘zama delâlet ettiğini, Hz. İdris’in onun nâibi kabul edildiğini, diğer
aktâbın da Hz. İdris’in nâibleri olduğunu açıklar. [94a] Resulullah’ın iki
mertebesinin bulunduğunu, bunlardan birinin velâyet, diğerinin ise nübüvvet
olduğunu, kendileri göç ettiklerinde nübüvvetin onunla sona erdiğini, velâyet
kapısının ise ile’l-ebed açık kalacağını beyan eder. [95a]
Hakk’ın
iki kişiye sûret-i vâhidede tecelli etmeyeceğini, her şahsa itikadına ve haline
göre ayrı surette tecelli edeceğini, ism-i vâsiin hükmünün tecelliyatta farklı
olacağını ifade eder. [89a] Hakk’ın bizzat görünmeyeceğini, temessül yoluyla
zuhur edeceğini, burada Hak yolcularının ayakları kaydıran bazı temessülâta
dikkat etmesi gerektiğini, mesela şeytanın kendisini sema ve yer arasını
kaplamış vaziyette göstererek ilahlık davasına girebileceğini, sâliklerin onu
Hak sanarak ilhâda düşebileceğini anlatır. [90a]
Ene’l-Hak Davası
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Ene’l-hak
davası iddia edenlerin mahallin kendini Hak’tır diyerek ilhada düştüklerini, Hallac’ın
ene’l-hak demesinin böyle olmadığını, onun fenâfillah makamında olduğunu, bu
makamda “sen atmadın o attı” fehvasınca ene’l-hak sözünü Hakk’ın söylediğini
ifade eder. [16a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Altın
otuz altı bin senede, gümüş on sekiz bin senede kemal bulduğu gibi insan-ı
kâmilin de buluğ çağı olan onsekiz yaşında Hakk’ı bulmaya başladığını intihâsı
olan kırk yaşına yakın bir zaman olan otuz altı yaşında ise kemâle erdiğini,
kırk yaşından sonra insanın tabiatının soğumaya başladığını, kuruduğunu, aşı
kabul etmediğini anlatır. [17b]
Ehlullahın
kutub gibi isimlerin kendilerine ıtlakından etbâını men ettiklerini, şöhrete
ait bazı lafızların kendileri için kullanılmasından hoşlanmadıklarını, zira
ahfiyâ olanların ortaya çıkmayı istemediklerini söyler. [88a] İnsân-ı kâmil’in
okyanusa benzediğini, okyanusun, içine düşen hiçbir şeyden etkilenmemesi,
değişmemesi gibi insân-ı kâmilin de evsafından fenâ bulup ruhunun âlem-i emre
çıkarak âlem-i halktaki zulumât ve kedurâttan etkilenmeyceğini belirtir. [88b]
İnsanız Çok Şükür
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
İnsanda
bütün hayvanların ahlakının mevcut olduğunu, marifeti itibariyle meleklere
benzediğini, fakat insanoğlunun kendisine ilahi nefha üfürüldüğü için kemâlât-ı
ilâhiyyeye mazhar olduğunu meleklerde ise bi’l-fiil bütün kemâlâtın zuhura
gelmediğini söyler. [23 a] İnsanın kibir ve kedûret yönünden şeytana
benzediğini kibrin sonunun ilahlık davası, kedûretin sonunun ise ehl-i siccîn
olduğunu anlatır. [23a] Cehennemlik kişinin nefs-i hayvâniyyesi ile oraya
gireceğini, rûh-u insanîsinin dışarıda kalacağını, ehl-i cennetin ise kalp ve
ruh mertebesiyle cennete gireceğini nefs ve tabiat mertebesinin ise cehenneme
tard olacağını izah eder. [23b]
Doğruluk
ve yalancılığın söz ile olmadığını gerçek sıdkın vücûd-i vâhide iki demekten
uzaklaşarak mümkün olacağını, sıdkın gayesinin ikilikten halas olarak yektâlık
âlemine vüsûl olduğunu belirtir. [24a]
İnsanı
cesaretiyle aslana, cehaletiyle hayvanlara, gazabıyla kaplana, fesâdıyla kurda,
sabrıyla eşeğe, şehvetiyle güvercine, hilesiyle tilkiye, hırsıyla fare ve
karıncaya, cimrilikte köpeğe, harama harîsliğiyle hınzıra, kin tutmasıyla
deveye, cömertlikte horoza, kanâatta baykuşa, mülk edinmesiyle kediye, erken kalkmasıyla
kargaya, himmetiyle doğana ve kaplumbağaya, basîretiyle hüdhüde benzetir. [24b]
Mübtedî
sâlik için sohbet-i rûhâniyyenin değil, sohbet-i cismâniyyenin lazım olduğunu,
sohbet-i rûhâniyyenin üzerinde sohbet-i ilâhiyyenin yer aldığını belirtir.
[81b] Kesbin insan ve cinne mahsus olduğunu, melekte kesbin yer almadığını,
meleğin kemalinin refî, insan ve cinnin kemalinin ise tedrîcî ilerlediğini,
çünkü melekte ruhânî kuvvet bulunduğunu, ayrıca melek de dahil velilerin ve
herkesin bir makam sınırı olduğunu anlatır. [82a]
Meleklerin
muhabbet ehli olup aşk ehli kabul edilmediklerini, ehl-i aşk olmamalarının
sebebinin bütün esmânın hakikatleri ile tahakkuklarının bulunmadığını, onun
için Hakk’a vüsullerinin insân-ı kâmillerin vüsulleri gibi mertebe-i ulyâdan olmadığını,
Hakk’ın cemâlini göremeyeceklerini, belki makamları kadar seyredeceklerini
belirtir. [100a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
İnsanın
basîretinin açılması için tevhid sürmesini gözüne çekmesi gerektiğini, müminin
ise tevhidin suretinde kalmayıp “lâ mevcûde illallah” olan tevhidin hakikatine
ermesi gerektiğini vurgular. [31a]
Allah’ın
vâcib li zâtihî olduğunu, cümle eşyanın ondan südur ettiğini, güneşin
doğmasıyla bütün karanlığın yok olup varlıkların görünmeye başlaması gibi
kenz-i mahfî olan Hakk’ın tecellisiyle bütün sırların vücud bulduğunu izah
eder. [85b]
Biatın
her insana gerekli olduğunu, padişahın dahi biat ehli olması gerektiğini,
halkın kendisine biatının yeterli olmayacağını ve onun mübâyaasının bir mürşid-i
kâmile vâsıl olmasıyla gerçekleşeğini ifade eder. [67b] Ehl-i mübâyaaya ışık
demenin ilhadı gerektireceğini, zira mübâyaa ehlinin ehl-i sünnet olduğunu,
ışık ehlinin ise zâhiren mübâyaada kalıp batinen ilhâda düştüklerini belirtir.
[68b]
Cennetin
yüz derecesinin bulunduğunu, doksan dokuz esmâ-i ilâhiye ve bir de bu isimlerin
bâtını olan ism-i âzamla beraber yüz esmânın buna mukabil geldiğini, esmâda
ism-i âzam câmi olduğu gibi cennetin derecelerinde de ism-i âzam kabul edilen
Rasulullah’ın derecesinin cümle derecelerden müşerref sayılacağını beyan eder.
[92a]
Dağlarıma
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Yeryüzünü
dağların, insanı iskeletinin ayakta tuttuğu gibi bir dağ mesabesinde olan
Ricâlullahın da esas-ı âlemi ayakta tuttuğunu, bu sebeple zikr-i muttasıl ehli
var oldukça âlemin fenâ bulmayacağını belirtir. [17a]
İkisi Bir arada
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
İnsanın
cümle eşyanın numûnesi olmasıyla bütün zıtları kendinde cem ettiğini, bir
müminin aynı zamanda kâfir olması mümkün müdür, sualine karşılık müminde îmânın
bi’l-fiil küfrün ise bi’l-kuvve mevcut olduğunu belirtir. [32b]
İsimleri
Hakk’a ıtlak ederken bazı kuralların bulunduğunu, anlamı güzel de olsa sehî,
refîk, fakîh, tabîb gibi mahlukâta izafe edilen isimlerin Hak için ıtlak
olunmayacağını ifade eder. Hakk’ı mûcib-i bi’z-zât, illet-i ûlâ gibi
filozofların söylediği sözlerle anlatmanın da ilhâd olduğunu söyler. Vücud-i
mutlak ve ayn denilmesinin ise mümkün olabileceğini anlatır. [34b]
İmanı
mümtenî olan birine teklif-i iman etmenin ayn-ı sâbitesinin gereğince olduğunu,
burada irâdî bir emirden ziyade teklîfî bir emir bulunduğunu, zira irâdî emir
olsaydı murad olan imânın, ilâhî irâde gereğince imânı mümtenî olanda
gerçekleşeğini, Resulullah’ın Ebû Cehil’in imanının mümtenî olduğunu bildiği
halde kendisine imân teklifinde bulunmasının buna örnek olduğunu, kaza ve
kadere dâir bu sırra makâm-ı hayret denildiğini belirtir. [74a]
Kur’an’ın
zâhir ve bâtınına itikad etmenin gerekliliğini, Kur’an’ın bâtınının ehlullah
olduğunu, onları inkar etmenin Resulullah’ı inkâra sebep olduğunu aktarır.
[76a] Nefs-i emmâreyi öldürmedikçe ma‘rifet gülünün koklanamayacağını, bu
sebeple dili tutmanın, kötülükten alıkoymanın gerekliliğini vurgular. [77a]
Vahdet-i Vücûd
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Hakk’ın
aynı olmanın yanlış anlaşılmaması gerektiğini, onun aynı demenin cisim olarak
aynı anlamında olmadığının altını çizer. Bununla ilgili vezir ve sultan
örneğini verir. “Vezir ve sultan aynıdır” demekten murâdın bedende birdir demek
olmadığını, bilakis hükümde birdir demek olduğunu, zira vezirin emir ve
nehiyde, hal ve akitte sultan gibi olduğunu söyler. [36b] İnsanın her gördüğü
nesneye ayn-ı Hakk demesinin ilhâd olduğunu, Hakk’ın zuhûru veya ayn-ı vâhide
diyebileceğinin üzerinde durur. Bununla ilgili bir sûfi ile bir kelamcının
arasında geçen köpekte Hakk’ın zuhur edip etmediği meselesini tartışır. [39b]
Tevhîd-i hakîkî ehli olan insanın dahi zındık olmaktan sakınması gerektiğine,
abd ile rabbi birbirine karıştırmaması lüzûmuna dikkat çeker. [43b]
“Varlığın
birliği” yaklaşımının yanlış anlaşıldığını, iki ayrı hakikatin tek bir hakikate
dönüşemeyeceğini, kulun ilâh olamayacağını vurgular. At nasıl insan olamazsa
kulun da rab olamayacağını belirtir. At ve insan örneğinde mümkünün mümküne
dönüşmesi nasıl gerçekleşmiyorsa mümkün ile vücûb arasında da tahavvüllün asla
gerçekleşemeyeceğini ifade eder. Hallac’da da tahavvülden ziyade fenânın
gerçekleştiğini, vücûd-i imkânînin fenâ bulup ortada sadece vücûd-i vâcibin
kaldığını söyler. [49b]
Vahdet-i
vücûd sırrı olarak Hakk’ın kemalde şerîkinin bulunamayacağını, Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanmanın, mahlukun âyinesi miktarınca tecelli eyleyen ve
mahlukta zâhir olan esmâ ve ahlâk-ı ilâhiyye olduğunu belirtir. [65b] Esmâ tarîki
ile tevhid tarîkinin farklı olduğunu, esmâ tarîkinde tasarrufun çok
gerçekleştiğini, tevhid ehlinde ise kerâmet-i kevniyyenin fazla ortaya
çıkmadığını söyler. [66b]
Dördü Birden
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Sebepleri
inkar edenlerin ve sebep yoktur diyenlerin sebebi inkar ederken bile bir sebep
olan lisanı, dili kullandığını belirtir. [44a] Ehl-i Sünnetin şeriat, tarikat,
hakikat ve ma‘rifet diye dört mertebeye itibarı içerdiğini, bunlardan yalnız
birini kabul etmekle kişinin ehl-i sünnet olamayacağının üzerinde durur. [44b]
Üç
çeşit makam olduğunu, ilk makam olan makâm-ı mukarrebînin bütün makamların
üstünde bulunduğunu, bu makamda “hû” zikrinin çekildiğini söyler. Makâm-ı
ashâb-ı yemînin ikinci makam olduğunu, bu makamda “Hû Allah” zikrinin
çekildiğini vurgular. Üçüncü makam olan makâm-ı ashâb-ı şimâlin ise ehl-i
dalâlet olduğunu anlatır. [45a]
Lâ
ilâhe illallah zikri ile Allah zikri arasında farkların bulunduğunu, bir takım
hayaller gören mübtedî saliklerin nefy ve isbat içeren lâ ilâhe illallah zikri
ile bu hayalleri ortadan kaldırdığını belirtir. [47a] Sâlik-i meczuba göre
başlangıç zikri kelime-i tevhid, meczûb-i sâlike nisbetle bu zikir Allah
zikridir. Bazı tarikatlarda her mübtedîye Allah zikrini verdiklerini, aç
karnına bal yedikten sonra midenin bozulması gibi yeni başlayan müride kelime-i
celâleyi vermenin de ruhanî ihtilâca sebep olacağını söyler. [47b]
Punk
İdeolojisi:
Temel
amacı olabildiğince fazla özgürlük tanımak olan düşünce sistemi, bireycilik,
otorite karşıtlığı, şart olmamakla beraber politik anarşi, özgür düşünce ve
ahlakı içerir. Punk’ın dünyaya karamsar bir bakışı vardır çünkü modern uygarlık
insanlık üzerinde bilinçli bir baskı kurmaktadır. Bu fikri benimseyen bireyler
de Punk olarak adlandırılır.
Etme Bulma
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Enbiyâ
ve evliyâya ezâ ve ihanetin Hakk’a râci olmasıyla, onlara ezâ verenlerin bizzat
intikam sahibi Hak tarafından cezalarının verileceğini anlatır. Buna örnek
olarak Hallac’ın idamına fetva veren müftünün başına gelen fecâati aktarır.
[50b]
Şiir ve
Duası
Bismillahirrrahmanirrahim
.
Allahın
gizli lütufları çoktur. Gizliliği çok ince olduğu için zeki insanların
anlayışından gizlenir. Sabahleyin seni hüzünlendiren ne kadar çok iş var.
Akşamleyin ise ferah gelir. Her zorluktan sonra kolaylık gelir. Kalbin
daralmasından sonra ferahlık gelir. Her iş peygamberimize iltica edince
kolaylaşır.
Duası
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Felsefecilerin
yalnız haşr-i rûhânîyi kabul etmeleri, âlemin kıdemini savunmalarının küfür
olduğunu, belki kadîm ve ebedî olanın onun maddesi sayıldığını, yoksa ebedî
olanın avârızı ve levâzımı olmadığını anlatır. [104b]
Herkesin Tesbihi var
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Gerek
âlem-i vücûb, gerekse âlem-i ekvânda herkesin seyrine göre bir ilm-i mahsusu
olduğunu, eşyanın kendine mahsus tesbihi bulunduğunu, açık keşf sahibi
kişilerin bu tesbihi işittiklerini belirtir. [53a]
Üveysîlik
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
İnsana
vâki olan bazı hayallerin akabinde lezzet ve ferahlık duyulmasının o hayalin
melekî ve rahmânî olduğuna delalet ettiğini, akabinde bıkkınlık ve sıkıntı
veren hayalin ise nefsânî ve şeytânî olduğunu söyler. Hayal esnasında çok
tehlikelerin geçtiğini, şeytanın hayale karışabileceğini, ona inanmayıp hiç
durmadan reddetmek gerektiğini belirtir. Esmâ ehlinde bu gibi temessüllerin çok
vâki olduğunu, tevhid ehlinin bundan uzak olduğunu anlatır. [54a] Herkesin
meşrebine göre birçok tarikatın bulunduğunu, asıl tarikatın tarikat-ı
Muhammediyye, ilk ihdas edilen tarikatın ise Üveysîlik olduğunu belirtir. Her
sun‘-ı ilahînin Hakk’a giden bir yol olduğunu, bu yüzden ehlullahın her birinin
bir yüzden irşad bulduklarını ve Hak’tan âgah olduklarını vurgular. [54b]
Müçtehidler Gelecektir
İsmail
Hakkı Bursevi, Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Dört
mezheb imamından sonra içtihadın olup olmadığı sualine her asırda müctehidin
geleceği ve o müctehidlerin de ehlullahın arasından çıkacağını anlatır.
Ehlullahın ilham sahibi olduğunu, vahiy sahibi bir peygambere vahiy dışındaki
alanda nasıl içtihad câiz oluyorsa sâhib-i ilhama da ictihadın câiz olacağını
belirtir. [58a] Bazı âlimlerin “ümmetin ihtilafı” hadisini zanaat ve sanatlarda
olan çeşitliliğe haml ettiklerini, zira aynı sanatın herkes tarafından
yapılmasının zaruretleri ortadan kaldırmayacağını, aksine ortaya büyük
sıkıntıların çıkacağını söyler. [59b]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Hak’tan
vahşet üzere dünyadan ayrılanın sû-i hâtime ile gideceğini, onun için Hak ile
ünsiyetin ve uzlete çekilmenin gerekli olduğunu vurgular. [60b] Fenâdan sonra
beka bulup cem makamına ulaşan sufinin önündeki perdelerin kalkacağını, hicab-ı
rahmet makamına ulaşacağını, böylece Hakk’ı müşâhede edeceğini anlatır. [61b]
Sıfat aleminin zat alemine perde olduğunu, lakin bu perde ince olduğundan
mükâşifin müşâhedesine mani olmayacağını belirtir. [62a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Âlemin
ağaca benzediğini, mebdeinin ruh-i Muhammedî ve âhirinin cism-i Ahmedî
olduğunu, fenâfillah ehlinin ağaca itibar etmeyip onun aslı olan tohuma nazar
ettiğini, bekabillah ehlinin ise ağaca itibar edip tohumu ağaç üzerinden
seyreylediğini söyler. [62b]
Enfüsî
tecellinin, âfâkî tecelliden daha kuvvetli olduğunu, zat ile sıfat sırrının
insanda toplanmasından onun her cihetten mükerrem olduğunu, basîret nuru
bahşedilmediğinde insanın zayıf, nursuz ve fersiz kalacağını, basîret sahibi
olmasıyla her mevzuya nüfûz edeceğini, hiçbir sırrın gizli kalmayacağını
söyler. [97b]
Allahın Sevdikleri
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Hüznün
yüce bir makam olduğunu, Resulullah’ın devamlı hüzünlü olduğunu, Hakk’ın
hüzünlü kalbi sevdiğini açıklar. [63 a] Seyr âleminin dünya günüyle her güne
bin gün şeklinde tertip olunduğunu ve bu âlemlerin kiminin cismâni, kiminin
ruhânî ve kiminin ise manevî olduğunu belirtir. [64a]
Keramet
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Kerâmetin,
Hakk’ın kullarına ikram ve nimeti olduğunu, fakat kerâmet-i ilmiyyenin
kerâmet-i kevniyyeden evlâ olduğunu, bu iki kerâmet ehlinin kulluk ve edep ile
istidraç ehlinden farklı olduğunu anlatır. [67a]
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Resulullah’ın
Mi‘rac gecesinde bütün varlığını, terkibini hal edip, âlem-i tecrîd ve tefrîde
ayak bastığını, burada Hak ile Hak olduktan sonra tekrar yeryüzünden Hakk’ı
müşâhedeye döndüğünü, Hak ile Hak olmanın ilhâd ve küfür olmadığını, çünkü
burada istihâle bulunmadığını belirtir. [70a]
Mücâhede
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Mücâhedenin
her durumda gerektiğini, bir sıkıntı karşısında mücâhedeyi bırakmaktan ziyade
sıkıntının izin verdiği ölçüde mücâhedeye devamın ilahi bir emir olduğunu, bu
ümmete emir ve yasakların Hakkın bir ikramı olarak hafifletilerek geldiğini,
dolayısıyla amellerde usr ve haracın bulunmadığını söyler. [72a] “Mâ lâ
yutâk”ın üç kısımdan teşekkül ettiğini, birincisinin muhâl-i aklî, İkincisinin
muhâl-i âdî, üçüncüsünün ise muhâl-i ârizî olduğunu anlatır. [73b]
Neseb-i Sahih
İsmail
Hakkı Bursevi,
Kitâbu’l-Hucceti’l-Bâliğa’da:
Tarikat
nesebine ta‘n edenlerin cahiliyet üzere bulunduklarını, cahiliyyede nesebe ta‘n
etmenin âdet olduğu, bir kimse sahih bir nikahdan tevellüd etmişse ona
sövülemeyeceğini, zira bu kötü sözlerin Hz. Peygamber’e kadar gideceğini
anlatır. [75a] Nikâh-ı sahîhadan gelen birisinin velâyet mertebesine vâsıl
olmaya daha istidatlı olduğunu, veled-i zinanın ise böyle olmadığını, şeriatta
nikâh-ı sahîhadan tevellüd edene velâyet imkanı olunca tarikatta da ehl-i
nefesden tevellüd eyleyenin öncelikli olduğunu söyler. [75b]
Yücelerden
İndik
Bursevî,
“Biz yüce harfler idik. Alçak satırlara indik.” demiştir
Kadının cihadı
جِھَاد الْمَرْأَة حسن التبعل لزَوجھَا
“Kadının
cihadı, kocasıyla iyi geçinmesidir.”
Deylemî
(509/1115)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar