Misyoner Rüzgarında Kalmış Sufi Araştırıcısı
Ahmet Yaşar Ocak
Oryantalist zihniyetin yetiştirdiği Türk bilim
adamlarının en meşhurlarından olan Ahmet Yaşar Ocak; tasavvuf ve kaynağı
konusundaki fikirleriyle, tasavvufa ve Türk kültürünün diğer öğelerine İslam
dışı ve heteredoks kaynaklar arama gayretiyle hemen dikkati çeker. Kendisini meşhur oryantalist İrene Melikoff yetiştirmiştir. Kendisi de eserlerinde, verdiği cesaretten
dolayı hocasına teşekkür etmeyi asla unutmaz. Ahmet Yaşar Ocak hocasının yaptığı
çalışmaları şöyle özetler:
“Melikoff’un çalışmaları Türkiye’deki
heteretoksinin sosyal tabanı ve inanç sistemiyle ilgili bilimsel
araştırmalardan oluşuyor.”
Hâlbuki durum hiç de öyle değildir. Melikoff Türk heteredoksi sinin
sınırlarını genişletebilmek için gerçekleri çarpıtan bir araştırmacıdır. Aynı tavrın Ahmet Yaşar Ocak’a da sirayet
ettiği görülmektedir.
Ahmet Yaşar Ocak’ın tarih araştırmaları
metodolojisine dair geniş bir bilgisi ve güçlü bir yorumu vardır. O, şöyle bir
teşhis koyar: “İslam meselesine sağlıklı bir şekilde yaklaşmak isteyen Türk
aydınları on dokuzuncu asır pozitivist açısının Hıristiyanlık hakkında
oluşturduğu şablonu İslam ve Müslümanlığa uygulamaya kalkma yanlışından
vazgeçmelidirler.” Yine o dikkatli
araştırmaları sonucu ortaya çıkardığı bir yanlışlığı şöyle ifade eder:
“Memleketimizde son birkaç yıldan beri (elan 1980, M.S.S.) yapılan bir kısım
tarih yayınlarında, gerçeklerin ideolojik amaçla ve maksatlı olarak
saptırıldığı esefle görülmektedir.”
Ahmet Yaşar Ocak söylemek istediğini daha açık bir ifadeyle
dillendirmekten de çekinmez: “Bazı Marksistler Babaî isyanını Selçuklu’ya karşı
ilk antiemperyalist ihtilal olarak vasfeder.”
Ahmet Yaşar Ocak’ın bu ve benzeri ifadeleriyle
asıl eleştirdiği husus, ideolojik kaygılarla tarihin saptırılmasıdır. Lakin
onun, kızdığı bu tavrı yansıtan pek çok ifadeleri şayan-ı hayretle
izlenmelidir.
Şimdi sırasıyla Ahmet Yaşar Ocak’ın tasavvuf
ve kaynağı, Budizm etkisi, Şamanizm etkisi, Rum Abdalları-Babaîler-Bektaşiler,
Fütüvvet, tasavvuftaki velâyet düşüncesi, menakıpnameler, Hızır-İlyas inancı
gibi konulardaki görüşlerine yer verilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken
husus, araştırmacımızın bütün bu unsurları nasıl bir gayret ve inatla gayr-i
İslâmî ve gayr-i Sünnî kaynaklarla ilişkilendirmeye çalışmasının görülmesi
olacaktır.
Ahmet Yaşar Ocak, tasavvufun kesinlikle İslâmî
kaynaktan doğmadığına inanır. Tarihsel perspektif içinde tasavvuf, bizzat
teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir mistik vakıa olmaktan ziyade, zühd
hareketinin İslam’ın ilk yüzyılından itibaren çeşitli dini-mistik geleneklerin yaşattığı
sentezin ürünüdür.
O, tasavvufun yanı sıra sûfileri de gayr-i
İslâmî düşüncelere sahip olmak özelliğiyle vasfetmekten çekinmez. Ona göre
birçok mutasavvıfın tasavvufi teorileri İslâm’ın tevhit inancına terstir.
Ahmet Yaşar Ocak, Bayezid-i Bistamî, ( ö. 262
/ 875 ) Cüneyd-i Bağdadî ( ö. 297 / 909 ) ve Hallac-ı Mansur ( ö. 309 / 922 )
gibi sûfileri İslam dışı ilan ederken;
Yunus Emre ve Yusuf-u Hemedanî ( ö. 535 / 1140 ) gibi Sünnî oldukları
bilinen sûfileri de heteredoks olarak ilan eder.
Değerli araştırmacının düşünce tarzındaki bu
ve benzeri temalar, onun oryantalist düşünceden ne denli etkilendiğini
gösterir. Hatta bu etkilenme araştırmacımızın kullandığı kelimelere bile nüfuz
edebilmiştir. Onun, İslam’ın yayılması için gayret gösteren büyük sûfileri
“misyoner veliler” kavramıyla tarif
etmesi hayli manidardır.
Ahmet Yaşar Ocak menşe saplantısı olarak ifade
edebileceğimiz tavrı yüzünden Türklerin İslam’a girişleri konusunda birbirine
zıt iki farklı görüşü de dillendirmek zorunda kalır. Bir yerde, Türklerin
Müslüman olmadan önce İslam’a çok yakın dinî inançlara sahip oldukları bu
sebeple yabancılık çekmeden ve direnmeden İslam’ı kabul ettikleri tezinin
yanlış olduğunu söylerken; başka bir
yerde, İslam’dan önceki mistik kültlerin Türklerin İslam’ı tasavvuf yoluyla
kabul etmelerine neden olduğunu savunur.
Dikkatle incelenince görüleceği üzere; bu tezada düşülmesinin nedeni Türk
sûfiliğini İslam’dan önceki inançlara bağlama azim ve gayretidir.
Çelişki teşkil eden yukarıdaki tavra birçok
örnek bulmak mümkündür. Araştırmacımız Türklerdeki Budizm inancıyla ilgili
olarak şunları söyler: “Budizm herhalde Göktürklerde sadece hükümdar ve
yönetici çevrelerle yüksek tabaka arasında tutunmuş olmalıdır. Zira halkın
Budist olduğu ve eğer oldu ise yaygınlık derecesi hakkında hemen hiçbir bilgiye
rastlanmamaktadır. Nitekim hemen hemen bütün araştırmacıların bu noktada
birleştikleri görülüyor.” Fakat yine
araştırmacımız, Türklerdeki tenasüh inancının kaynağının Budizm olduğunu savunur.
Ahmet Yaşar Ocak, hem Orta Asya’daki en eski
Türk topluluklarının tarihleri ve dinî inançlarıyla alakalı araştırmalarda,
Şamanizm’in varlığını gösterebilecek herhangi bir ipucuna rastlanamadığını
söyler; hem de Türklerdeki Mehdîlik inancının
Şamanizm kalıntılarına dayandığını savunur.
Olmayan bir şeyin kalıntısının da olmayacağı açıktır.
Ahmet Yaşar Ocak, on üçüncü yüzyıl
Anadolusunda yaşayan Türk sûfilerinin Şiilik inancını benimseyip
benimsemedikleri konusunda da birbirine zıt görüşler savunur. Babailer İsyanı
isimli kitabının 1980 baskısında bu zümrenin Şii inanışa sahip bulunduğunu
savunurken, aynı kitabın 1996 baskısında bu konuda tam tersi görüşler ortaya
koyar. Onun görüşleri şöyledir:
“Şah İsmail Safevi divanındaki bir nefesinde
Rum abdallarının Şiilikle alakasına işaret etmektedir.”
“On
üçüncü yüzyıl Anadolu’sunda Şiilik doktrininin yaygınlık nispeti konusunda pek
sağlam bilgilere sahip değilsek de, yine de bir oranda mehdilik inancının
varlığını tespit etmek mümkün olduğuna göre; İsmailî Şiiliğin mevcudiyetini
kabullenmek gerekiyor.”
“On
üçüncü yüzyıl Anadolu’sundaki Babailerin bugünkü Bektaşiler ve Alevilerden en
önemli ve tek farkları Şiilik etkileşimine maruz kalmamalarıydı.” “Babailerde Şiilik etkileşimi olmadığından,
onları bugünkü anlamıyla Alevî zümreler olarak kabul etmek yahut Aleviliğin
bugünkü yapısıyla aynen on üçüncü yüzyıl Anadolu’sunda da mevcut bulunduğunu
ileri sürmek büyük bir tarih yanlışı olur.”
Bu on altı yıllık süre zarfında tarihin
değişmediği bir hakikattir. Binaenaleyh on üçüncü yüzyıl Anadolu’sunda varlık
gösteren söz konusu cemiyetler ya Şiilikten etkilenmiştir veya etkilenmemiştir.
Bu durum asla değişmez. Fakat değişen on altı yılda eskiyen konjonktür
olmuştur. Koskoca bir devletin ve milletin kültür temellerinin atıldığı bir
dönem hakkında konjonktüre göre fikir beyan etmek ise; olsa olsa Ahmet Yaşar
Ocak’ın yine kendi deyimiyle “büyük bir tarih yanlışı” olur.
Oryantalistlerin özellikle heteredoks
zümreleri ve İslam dünyasındaki iç karışıklıkları büyük bir iştiha ile
irdeledikleri gibi; değerli araştırmacımız da benzeri konulara büyük önem
verir. Bu bağlamda Babailer isyanı onun için çok önemlidir. Zira bütün bir Türk
sûfiliğini dolayısıyla Türk düşüncesinin çok önemli bir temelini bu olaya
dayandırır.
Ahmet Yaşar Ocak, Anadolu’ya göç eden üç büyük
derviş kitlesinin de heteredoks olduğunu iddia eder. Bunlar Kalenderiler,
Haydariler ve Yeseviler’dir. Anadolu’nun
çevresindeki bölgelerde de durum pek farklı değildir. Maveraünnehr, Horasan ve
Azerbaycan’ın çeşitli Türk boyları; mehdi, hulûl v.s. fikirleri samimi bir
şekilde benimsedikleri için isyan liderlerini desteklemişler ve yıllarca
hilafet kuvvetlerine karşı koymuşlardır. Araştırmacıya göre bu düşünce
platformu Türk sûfilerinin merkezi otoritelere karşı sürekli mücadelesinin
temel nedenidir. Babailer isyanı bunun bir sonucudur. Abdalan-ı Rum zümresinin
faaliyetleri de Babai hareketinin fikrî alanda bir devamından ibarettir.1
Bektaşilik de bu Babai akımının tarikat şekline dönüşmüş halidir. Hacı Bektaş-ı Veli de, Babai isyanı
liderlerinden hem Baba Resul’ün hem de
Baba İshak’ın halifesidir.
Ahmet Yaşar Ocak, yukarıda özetlediğimiz
tezini Türk sûfiliğine heteredoks kaynaklar bulmak adına ortaya koymaktadır.
Ancak bu tez hemen her aşamasında ispatı imkânsız bilgilere dayanmaktadır. Zira
bizzat Ahmet Yaşar Ocak, Baba Resul isyanı gibi hakkında yeteri kadar kaynak
bulunmayan karmaşık bir olay üzerine kesin birtakım hükümlere varmak çok
zordur, der. Hele hele büyük bir fikrî
akımı bu olaya dayandırmak imkânsızdır. Konu hakkındaki bilgi azlığı
araştırmacıyı yabancı kaynaklardan (Quentin, Barhebraus gibi, M.S.S.)
yararlanmaya sevk eder. Hatta Ocak, sırf yabancı tarihçilere dayanarak;
Selçuklu ordusunun Babai isyanının Franklar sayesinde bastırdığını söyleme durumuna bile düşer.
Konu hakkında kesin hükümlere varmanın
zorluğuna değinen yazar, öte yandan mesele hakkında şu çok iddialı hükümleri
ortaya atmaktan da çekinmez. “Abdalan-ı Rum adı altında on dördüncü ve on
beşinci yüzyıl Anadolusunun batı uçlarını dolduran Babai hareketine bağlı bu şahsiyetler,
nihayet on beşinci yüzyılda Bektaşiliğin teşekkülüne ortam hazırlayarak tarihi
en büyük rollerini oynamışlardır.”
Ocak’ın onlara yüklediği misyon burada bitmez: “İsyandan sonra
Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan Baba İlyas’ın ( ö. 637 / 1240 ) halife
ve müritleri asıl Babai hareketi diyebileceğimiz fikrî bir hareket meydana
getirmişler ve (ülkenin) batı ucunda teşekkül eden Türkmen beyliklerinde;
özellikle Osmanlı Beyliğinde büyük bir etkinlik kazanarak fetih hareketlerinin
yürütülmesine bilfiil katılmışlardır.”
Ne kadar ilginçtir ki yine konjonktür;
araştırmacımıza, heteredoks olarak vasıflandırdığı, hilafet güçleriyle uzun
zaman savaştıklarını ve merkezi otoritelerin uzun zaman başını ağrıttıklarını
söylediği bir zümreye “fetihçi” sıfatını layık görmesini gerekli kılmıştır. Ne
var ki isyancı heteredoks zümrelerle, Sünnî düşünceye mensup fetihçi sûfiler
asla ve asla aynı kefeye konamazlar. Tarih kesinlikle bize bu türlü bilgiler
vermediği gibi, gelecek de bu tavrı asla affetmeyecektir.
Tam bir oryantalist edayla; Anadolu ve
Balkanlar’ı İslam ordusu gelmezden önce “gönül savaşı” ile fetheden sûfileri,
heteredoks zümrelerle irtibatlandıran araştırmacımız, aynı tavırla Hacı
Bektaş-ı Veli’yi de heteredoks olarak vasıflandırmak gayretine girişir. Bu amaçla onu isyan liderlerinin halifesi olarak tanıtma yoluna
gider. Onun bu büyük sûfiyi de aynı anda hem Baba İshak ( ö. 637 / 1240 ) ve
hem de Baba Resul’ün ( Baba İlyas ) halifesi olarak tanıtmak için ortaya attığı
deliller çok ilginçtir: “Elvan Çelebi, Edebali’nin Baba İlyas’ın halifesi
olduğunu kaydetmekten başka bir şey söylemez. Fakat yazarın onu bizzat Hacı
Bektaş ile birlikte zikretmesi ve bu ikisinin Baba İlyas’ın ileri gelen
halifelerinden bulunduğunu haber vermesi bu konuda bir şüpheyi gerektirecek
durumda değildir.”1 Ne var ki bu iddia tarihen kesinlikle doğru olmadığı gibi
şüpheyi gerektirecek çok ciddi bir husus dahi vardır: Zira Elvan Çelebi, ( ö.
761 / 1360 ) Baba İlyas’ın torunudur.
Araştırmacının Hacı Bektaş’ı, Baba Resul’ün
halifesi olarak ilan ederken kullandığı metod, daha da çürüktür. Bu durumu onun
özetleyerek alacağımız şu ifadeleri sarahaten ortaya koymaktadır:
Baba Resul’ün en ileri gelen halifesi Hacı
Bektaş’tır. Hakkında devrinin kaynaklarında pek tatmin edici bilgi yoktur. Bütün
bilinenler Vilayetname'ye dayanır. Vilayetname meçhul bir yazar tarafından Hacı
Bektaş’ın ( ö. 606 / 1271 ) vefatından bir asır sonra yazılmıştır. Aslında bu
eser Hacı Bektaş’ı tam olarak ortaya koyabilecek nitelikte değildir.
Yazarın Yesevilikten Bektaşiliğe uzanan bir
çizgide bütün bir Türk sûfiliğini heteredoks sayma çabaları gerçeği
yansıtmamaktadır. Zira Yesevilik Sünnî bir tarikattır ve Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerini
sağladığı gibi İslamiyet’in Anadolu ve Balkanlarda yayılmasını sağlayan Ahmed
Yesevi dini bütün bir Hanefi’dir. Ayrıca Bektaşiliğin heteredoks bir kökten
geldiğine dair ileri sürülen görüşler iddia olmaktan öte bir anlam ifade
etmemektedir.
Ahmet Yaşar Ocak, Fütüvvet kavramını da eski
İran kültürüne dayandırarak; Abdulbaki
Gölpınarlı ve Fuad Köprülü’nün de kendisiyle aynı düşüncede olduğunu
savunur.
Ahmet Yaşar Ocak, tasavvuftaki velâyet
kavramını da İslam’a yakıştıramaz. O, velâyet düşüncesinin kökenini putperest
kültlerde arar: “Müslümanlıktaki veli kültünün menşe itibariyle İslamiyet’le
bir ilgisinin olmadığı rahatça söylenebilir. Dikkatle bakılırsa Müslümanlıktaki
veli kültünün İslam’dan önceki putperest kültlerle yakın alakası
görülecektir.” Bununla yetinmeyen
araştırmacı bu kuruma İslam’dan önceki unsurların yanı sıra İslam’dan sonraki
gayr-i İslamî unsurları da kaynak gösterir: “Veli ve velâyet kavramının
gelişmesi sırf İslamî köklere dayalı olmayıp; sonraki bazı mistik etkilerin
mesela Yeni Eflatunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne mutlaka işaret etmek gerekir.”
Yani Ahmet Yaşar Ocak’a göre İslam
tasavvufundaki velâyet düşüncesi İslam’dan önceki unsurlardan etkilenmiş,
İslam’dan sonraki unsurlardan etkilenmiş fakat İslam’dan asla etkilenmemiştir.
‘Peki, araştırmacının İslam hakkındaki bu ve benzeri iddialı tezlerinde ona
altyapı sağlayacak yeterli İslamî kültür birikimi var mı?’ sorusuna
verilebilecek en güzel cevap; yine onun evliya menkıbeleri konusundaki
görüşlerinde gizlidir.
Ahmet Yaşar Ocak, menakıpnamelerde geçen
yiyeceklerin bereketlenmesi olayına Kitab-ı Mukaddes’teki örneklerin kaynak
olduğunu söyler ve yine Hacı Bektaş- ı
Veli’ye izafe edilen benzeri kerametleri de Kitab-ı Mukaddes’e dayandırır. Hâlbuki din tahsiline yeni başlayan Müslüman
öğrenciler bile yiyeceklerin bereketlenmesine dair İslam peygamberi Hz.
Muhammed’in birçok mucizesinden haberdardırlar.1 Yazar menakıpnamelerdeki
‘ölmeden önce göğe çekilmek’, ‘ölüleri diriltmek’ ve körleri gördürmek gibi
hususları Kitab-ı Mukaddesle dayandırır.
Hâlbuki bu hususlar Hz. İsa’nın
mucizeleridir ve hem Kur’an-ı Kerimede hem de peygamberler tarihi kitaplarında
zikredilir. Yine yazar ‘suyu kana çevirmek’, ‘taştan su fışkırtmak’ ve ‘denizi
yarıp geçmek’ gibi hususları da Kitab-ı Mukaddes"e dayandırır.
Hâlbuki bu hususlarda Hz. Musa’nın
mucizeleridir ve hem Kur’an-ı Kerim"de,
hem de peygamberler tarihi kitaplarında
zikredilmektedir. Yazarımız yine anlaşılmaz bir tavırla Lut kavminin
helakini da Kitab-ı Mukaddes" e (Tekvin XIX, 24-25) dayandırır. Bu olay da hem Kur’an-ı Kerim"de hem de peygamberler tarihi kitaplarında açıklanan olaylardandır.
Ahmet
Yaşar Ocak’ın, Lut kavminin helaki gibi bir meselede dahi İslamî kaynakları
atlayarak Kitab-ı Mukaddes"i kaynak göstermesi hayli manidardır.
Ahmet
Yaşar Ocak, evliya menakıpnamelerindeki inanç motiflerinin yüzdelerini şöyle
açıklar: Yüzde on tabiat kültleri, yüzde yirmi beş Şamanizm; yüzde otuz üç
Uzakdoğu ve İran dinleri, yüzde otuz iki Kitab-ı Mukaddes.
Söz konusu oranların toplamı yüzde yüz ediyor.
Demek ki değerli araştırmacımıza göre bu menakıpnamelerde Kur’an-ı Kerim’e,
Hadis-i Şeriflere ve İslâm kültürünün diğer kaynaklarına dayanan hiçbir unsur
yoktur.
Ahmet Yaşar Ocak Hızır-İlyas inancını da
İslam-dışı kaynaklara dayandırır: “Hızır kültü her ne kadar İslâmî bir temelden
kaynaklanıyor görünse de, iyice ve derinliğine incelendiğinde gerçekte ona
yabancı ve değişik bir mahiyet arz etmektedir.”
Araştırmacımız bu konuda da her ne kadar
bahsettiği konu İslâm itikadıyla ilgili olsa da kesinlikle İslâmî kaynaklardan
yararlanmaz. Onun İslâm inancıyla ilgili verdiği hükümlerde dayandığı kaynaklar
bile oryantalist verilerdir. Nitekim o, oryantalistlerin Hızır-İlyas kültünü şu
üç kaynağa dayandırdıklarını söyler: Gılgamış Destanı, İskender Efsanesi,
Yahudi Efsanesi.
Değerli araştırmacımızın gayr-ı İslâmî ve
gayr-ı Sünnî kaynaklara dayandırdığı tasavvufî kurum, oluşum, unsur, düşünce ve
şahıslar yukarıda zikredilenlerdir. Kendisinin gayr-ı İslâmî ve gayr-ı Sünnî
kaynaklara dayandırmadığı tasavvufi kavramlar hakkında görüş serdetmediği
kavramlardır.
Yanlış Anlaşılan Tasavvuf Hakkında
Hazırlayan: Mehmet Sami SAYAR
Tasavvufun
kaynağı meselesi esasında baştan beri ihtilaflara sahne olan bir konudur.
Karşılıklı fikir ayrılıklarına sebep olan bütün meseleler gibi; “Tasavvufun
Kaynağı” meselesi de sağlam bir metodolojik yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Zira
tartışmalar derinlemesine incelendiğinde birçok ayrılığın temel nedeninin
kavram kargaşası gibi metoda dair bazı hususlar üzerinde odaklandığı
görülmektedir. Kavramların yerli yerince kullanılması birçok gerçeğin kolayca
ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Tarihi verilerin kullanılması sırasında takip
edilecek metod da son derece önemlidir. Zira tarihi verilerin önceden
belirlenmiş amaçlara ulaşmak adına tahrif edilmesi ve delil teşkil etmedikleri
ididaları açıkça ortaya koyuyormuş gibi gösterilmeleri; konu hakkındaki
tartışmaların içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmaktadır.
Muhtelif
şahısların tasavvufun kaynağı konusunda neler söylediklerini derleme gayesinde
olan bu çalışmada İbn Teymiyye, İbn Haldun gibi İslam alimlerinin ve günümüz
ilim adamlarının konuyla ilgili görüşlerini özetleme ve tahlilimiz:
Aslında her âlim veya ilim adamının kendisine
özgü bir tasavvuf anlayışı vardır. Tasavvufu tamamen kabul etmemek gibi bir
tutum içerisine giren nâdirdir. Tasavvufun İslamîliği ve Sünnîliği ile söz
konusu olduğunda, Müslüman ilim adamlarıyla oryantalistleri ayrı ayrı ele almak
gerekir. Müslüman ilim adamlarının hükümlerinde bir takım ideolojik unsurlar ön
planda iken oryantalistlerin görüşleri daha çok Doğu Kültürü ile Batı Kültürü
arasında süregelen üstünlük yarışının bir devamına benzemektedir. Ama ortak
olan bir şey var ki o da ortaya attıkları birçok iddianın zaman zaman ilmî,
tarihî ve mantıkî bütünlükten yoksun oluşudur.
Meselâ
İbn Teymiyye, tasavvuf düşmanı olarak bilinmesine rağmen aslında iyi bir sûfi,
daha doğrusu kendine has bir tasavvuf anlayışı olan bir sûfidir. Yine o ilk
sûfilerin birçoğunu tasvip ve takdir etmektedir. Nitekim o, Süfyan-ı Sevri’den
bir İslam büyüğü olarak bahseder. Kendisi Abdulkadir Geylani’nin Fütuhu’l-Gayb adlı eserine Şerhu Kelimat min Futuhi’l-Gayb ismiyle bir
şerh yazmıştır. İbn Teymiyye büyük sûfilere karşı hayranlığını şu sözleriyle
dillendirir: “Bu zatlar öyle kimselerdir ki; Allah’ın kerim olan zatının
nurunu görmenin tadını isterler.” Ancak İbn Teymiyye Allah’ın zatının arşın
üzerinde bulunduğuna inandığından; bu inancı kesinlikle kabul etmeyen sûfileri
ve Sünnî âlimleri hulûl itikadına zahip olmakla suçlamıştır. Hâlbuki hem bütün
ehl-i sünnet âlimleri hem de tüm sûfiler hulûl’ün İslam itikadına aykırı olduğu
konusunda ittifak etmişlerdir.
Kendisi
de bir dönem tasavvufa intisap eden İbn Haldun, tasavvufa gayr-i Sünnî
kaynaklar tayin eden İslam âlimlerinin ilklerindendir. Amelî tasavvufla pek
ilgilenmemesine rağmen sultanın görevlendirmesiyle Baybars tekkesi şeyhliğine
atanan ve bu görevi bir dönem sürdüren İbn Haldun; kutb ve onunla birlikte
giden meratibin, tasavvufa İsmailiyye mezhebinden geçmiş olduğu şeklindeki
genel kanaatin mimarıdır. Başta sosyoloji olmak üzere birçok aklî ilimlerde
zamanının zirvesi olan İbn Haldun; tasavvuf konusundaki birçok görüşünden ötürü
tenkid edilmiştir. Aslında onun, Şifâu’s-Sâil'inde
tasavvufun bir çok şeklini çok katı bir üslûbla reddettiği halde, Mukaddime' sinde daha yumuşamış
görünmektedir.
Kendisi
de bir zaman tarîkata intisap ederek tasavvuf yoluna giren el-Benna şeyhini
hayırla yâd eder ve onun hakkında şunları söyler: “Biz onun hakkında
hayırdan başka bir şey biliyor değiliz.” “Allah bize yaptığı bu hizmetleri
dolayısıyla onu en iyi bir şekilde mükâfatlandırsın.” Hasan el-Benna daha
sonra İhvan-ı Müslimin Cemiyeti’ne katılıp katılmama hususunda şeyhinden farklı
düşünüp tasavvuf yolundan ayrılmış olsa da; tasavvuf ve mutasavvıfların
faziletlerini söylemekten hiçbir zaman kaçınmamıştır. Hasan el-Benna bir
konuşmasında; yaptıkları davetin temel özelliklerinden birisinin tasavvufi bir
hakikat olduğunu belirtmiştir. el-Benna tasavvuf için yaptığı övgülerinin
yanında; ona zamanla felsefe ve politikanın karıştığı eleştirisini de yapmaktadır.
Günümüzdeki
tasavvuf karşıtlarının kendilerine kalkan edindikleri Mevdudî, her sözünü
tasavvuf aleyhtarlığına dayandıran kişilerin üslubunu asla benimsemez ve çok az
yerde doğrudan tasavvufla ilgili eleştirilere yer verir. Bu
eleştirilerinde ise asla saygı sınırını aşmaz. Onun şu ifadeleri bu durumu
sarahaten ortaya koymaktadır:
“Sema
etmeyi Allah’a yakınlaşmanın yolu olarak kabul edenlerin içtihadına ben
inanamam. Mesela şeyhi gıyabında göz önünde canlandırmayı benimseyenlerin
içtihatlarında isabetli olduklarını da kabul edemem. Bunları ben yanlış kabul
ediyorum. Bunlara katılmamayı ve bu gibi kimselerden uzak durmayı tavsiye
etmeyi gerekli görüyorum.
Ama
bununla birlikte, bu yolların kendilerine bağlı olduğu o büyük tasavvuf erbabı
hakkında küstahlık etmeyi doğru bulmuyorum.”
Sâid
Havva selefi bir tasavvuf anlayışı için mücadele edenlerdendir. Ancak o diğer
selefi tasavvuf savunucularından farklı olarak tarikat sisteminin gerekliliğini
kabul etmektedir. Bu amacını şöyle açıklar: “Selefi bir tasavvuf şeklinin
gelişmesi için çalışıyorum. İlim ve zikir meclisleri, şeyh ve halkaları olan
selefi bir tasavvuf. Bundan başka bir tasarım yoktur.” O, bu düşüncesinde iki
tarafa da aynı mesafede olduğunu belirtir:
“Sofu
olsun, selefi olsun kimseden çekinmeden ve alerji duymadan herkesten gelecek
haklı söze bağrımız açıktır.
”
Sâid Havva zaman zaman tasavvufa ve bu ilimle uğraşanlara yönelik eleştirilerde
de bulunmuştur. Bunlardan bazılarını şöylece zikredebiliriz:
“Tasavvuf
konusunda kitap yazanların çoğu, bu ilmi belirli bir zümreye hasretmişlerdir.”
“Bu
ilimle uğraşanların çoğunun İslami tasavvurları kısır ve anlayışları dardır.”
Havva’nın
bir yandan tasavvufa övgüler yağdırırken; öbür yandan bu ilimle uğraşan
bazılarını eleştirmesi bir tenakuz olarak görülmemelidir. Zira onun övdüğü
tasavvuf, İslami yaşantının bir ürünü olana tasavvufken; onun yerdiği, tasavvuf
adına yapılan ve İslami yaşam tarzıyla bağdaştırılamayacak olan menfi
hareketlerdir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Havva, kendisine tasavvuf
taraftarlarıyla karşıtları arasında bir yer tayin edip, iki tarafın
aşırılarıyla da mücadele etmeyi kendine vazife telakki etmektedir.
Ebü’l-Hasen
en-Nedvi tasavvuf konusundaki fikir ve düşüncelerini belirtmek üzere müstakil
kitap yazan İslam âlimlerinden biridir. O, Gerçek
Tasavvuf Rabbaniliktir, Ruhbanlık Değil ismiyle Türkçe’ye tercüme
edilen kitabında İslam âleminin sûfilere duyduğu ihtiyacı şöyle dile getirir: “Müslümanların
Kur’an ve Kur’an ayetlerini öğretmenin yanında hikmet ve nefis tezkiyesini de
at başı yürüten kuvvetli şahsiyet ve davetçilere ihtiyacı vardır.” en-Nedvi
tasavvufun kaynağı konusundaki fikir ayrılıklarını kavram kargaşasına bağlar ve
bu konuda çözüm olarak tasavvuftan farklı bir ismin kullanılmasını önerir. Ona
göre bu isim ihsan, tezkiye veya fıkh-ı batın kavramlarından birisi olmalıdır.
Tabiidir ki en-Nedvi’nin bu önerisi kabul görmemiştir ve tasavvuf kavramı
kullanılmaya devam etmektedir.
Tasavvuf
ve kaynağı konusundaki görüşlerini inceleme imkanı bulduğumuz Türk
araştırmacılardan ilki olan Fuad Köprülü, özellikle Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eseriyle Avrupa
ilim çevrelerinde büyük bir ün kazanmıştır. Bu durumda şüphesiz onun tasavvufun
kaynağı konusunda oryantalist tezlerle dar da olsa belli bir çerçevede uzlaşmış
olması ciddi bir amildir. Ayrıca kendisi çoğunluğunu oryantalist mihraklardan
aldığı dört fahri doktorluk ve sekiz muhabir veya şeref üyeliği payelerine
sahiptir. Kendisinin İslam Ansiklopedisi’nin tercümesinde yüklendiği öncülük
görevi ve dışişleri bakanlığı döneminde Türkiye’de düzenlenen oryantalist
konferanslarda yaptığı organizatörlük hizmeti herkesçe bilinmektedir. Bir
yandan tasavvufun kaynağı konusundaki oryantalist tezlere katılan Fuad Köprülü,
onların Osmanlı kurumlarının menşei konusundaki görüşlerine şiddetle karşı
çıkarak şunları söyler:
“Bugüne
kadar Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseseleri üzerindeki derin tesirinden
bahsedenler, itiraf etmeli ki bunu ‘ispatı lazım bir dava’ şeklinde değil,
‘ispat edilmiş bir mesele’ hatta bir mütearife şeklinde ortaya koymaktadırlar.”
Köprülü
her şeye rağmen Türk sûfiliğini heteredoks bir kökene bağlama konusunda
görüşlerini biraz sonra inceleyeceğimiz Ahmet Yaşar Ocak ve Abdulbaki
Gölpınarlı gibi çok katı olmamıştır. O, en azından Babailer’in bir tasavvuf
tarîkatı değil, bir Alevi taifesi olduğunu itiraf etmiştir.
Abdulbaki
Gölpınarlı Mevlevi bir muhitte yetiştiğini ve yazılarındaki metodun ana
hatlarını şöyle anlatır: “Takdir bizi bu potada yoğurdu. Doğar doğmaz bu havayı
almaya başladık. Gözümüz Mevlevi yüzlerine, kulağımız ayin ve naat nağmelerine
açıldı. İnandık, inandırdık. Gördük, belledik. Duyduk, coştuk. Ağladık,
ağlattık. Nihayet zaman gözlerimizdeki buğuyu kaldırdı, bizi düşünce sahasına
attı. İnancımızı akılla tahlîle, duygumuzu gerçekle tenkide imkân bulduk ve
ancak bu yüzdendir ki yazılarımızda tarafsız bir incelemenin sonuçları var.
Hâsılı yazılarımızın bir kısmı tarihe, bir kısmı görgümüze dayanmaktadır.”
Gölpınarlı, durumu bu şekilde izah etmesine rağmen; Mevleviliği Alevilikle bir
kabul etmeş, büyük sûfilere ve genel olarak tasavvufa karşı ağır ithamlarda
bulunmuştur. Gölpınarlı, Oniki İmam
isimli eserinde Şii düşünceyi benimsediğini şöyle ortaya koyar: Hadislerde on
iki imam tabiri geçer. Eğer hilafet sırasıyla sayarsak Yezid de dâhil olur.
Abbasoğullarının sonuncusuna kadar da sayı çoktan aşar. Dolayısıyla bahsedilen
on iki imam Şii literatürde geçen on iki imamdır. Gölpınarlı, Ehl-i Beyt
imamlarının tasavvufa karşı olduklarını da belirtir.
Fakat
bu iddiasını delillendirme ihtiyacı hissetmez. Gölpınarlı, hiçbir tartışmaya
yer vermeden tasavvuf kelimesinin Yunanca bir kelime olan ‘sofos’ kelimesinden
türediğini savunur. Yine o, tasavvufun felsefeyle karıştığını ve İsmaililerin
tesiri altında Batıni temayülleri benimsemeye başladığını söyler.
“Nakşbendilik, tamamıyla Sünnî inanca sahip ve bilhassa İmam-ı Rabbani’den
sonra büsbütün softalaşan bir yoldur.” İfadesi Göpınarlı’ya
aittir.
Oryantalist
zihniyete yakınlığı gözden kaçmayan Ahmet Yaşar Ocak; tasavvuf ve kaynağı
konusundaki fikirleriyle, tasavvufa ve Türk kültürünün diğer öğelerine İslam
dışı ve heteredoks kaynaklar arama gayretiyle hemen dikkati çeker. Ahmet Yaşar
Ocak, tasavvufun kesinlikle İslâmî kaynaktan doğmadığına inanır. Tarihsel
perspektif içinde tasavvuf, bizzat teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir
mistik vakıa olmaktan ziyade, zühd hareketinin İslam’ın ilk yüzyılından
itibaren çeşitli dini-mistik geleneklerin yaşattığı sentezin ürünüdür.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar