Nûreddinzâde
Kaynaklarda Nûreddinzâde’nin hayatı hakkında
ayrıntılı bilgiler bulmak mümkün değildir. Elde edilen bütün veriler burada
kullanılsa bile bazı müphem noktalar varlığını korumaya devam etmektetir. Asıl
adı Muslihuddin Mustafa b. Ahmed Filibevî, Konstantinî, Rumî olan Nûreddinzâde
için kaynaklarda farklı isimler verildiği görülmektedir. “Nûreddinzâde
Muslihuddin Mustafa Efendi”, “Nûreddinzâde Muslihuddin b. Nureddin Ahmed”
“Nûreddinzâde Muslihuddin Mustafa b. Nureddin Ahmed”, “Mustafa Nûreddin”,
“Nûreddinzâde Muslihuddin Efendi” , “Nûreddinzâde Muhyiddin M. b. Mustafa” ,
Muslihuddin Mustafa Nuri şeklinde
değişik isimlerle tanıtılan Nûreddinzâde, 908/1502’de Filibe’nin (Pilovdiv) Köpsi Nahiyesi Anbarlı
köyünde doğmuştur. Aklî ve naklî ilimleri öğrendikten sonra dönemin
alimlerinden “Mirim Kösesi” adıyla tanınan Muhammed Efendi’nin hizmetlerinde
bulunmuş ve ondan da ilim öğrenmiştir. Tasavvufa olan meylini Sofyalı Bâlî
Efendi’ye mürid olarak devam ettirmiştir. Bâlî Efendi’den icazet alarak bugünkü
Bulgaristan sınırları içerisindeki Tatarpazarcık’ta irşad faaliyetlerine başlamıştır. Seyyid
Seyfullah, Nûreddinzâde için: “Hızâne-i ulûm-i enbiyâ, mülâzim-i tarîk-i
evliyâ, şehûr-i sâhib-i ihyâ-i dîn: İbn Nûreddin” şeklinde övgüler
sıralamıştır. Belgradlı Münîrî,
Nûreddinzâde için zamanının Hasan-ı Basrîsi benzetmesini yapmakta, Rumeli’de
Halvetiyye’nin adeta kendisine nisbet edilmeye başlandığını ve Nûreddinzâde
Tarikatı diye meşhur olduğunu söylemektedir.
Atâî’nin benzetmesine göre de Nureddinzâde, “Yûsuf-u Mısr-i İrfân”dır.
Her kesimden halkın büyük bir rağbet göstermesi
ve hızla yayılan şöhreti, kendisini çekemeyen bazılarının şikayetine neden
olduğu söylenmektedir. Şeyhin siyasi emelleri olduğuna dair yapılan dedikodular
neticesinde İstanbul’a şikayet edilmiş ve hakkında ferman çıkartılmak
istenmiştir.169
Atâî’ye göre tahkikatla ilgili haberleri duyan
Nûreddinzâde, devlet tarafından çağırılmadan önce İstanbul’a gitmiş, bir süre
Zeyrek Camiinde imamın misafiri olarak kalmıştır. Cumâ günü namaz kılındıktan
sonra, adet olduğu şekilde ilmî konuşmalar yapılırken tefsirle ilgili bir
müzâkere yapılmıştır. Müzâkere ve sohbet esnâsında Nûreddînzâde’ye konuşma
sırası gelince, âyet-i kerîmedeki hakîkatleri ve incelikleri vukûfiyetle
anlatmış; bunun üzerine Ebüssuûd Efendi (ö. 982/1574) ona hürmet göstermiş, kim
olduğunu ve memleketini sormuştur. O da: “Nûreddînzâde dedikleri âsî ve
günahkâr kimse, bu fakirdir!” şeklinde cevap vermiştir. Ebüssuûd Efendi,
sadrâzama haber gönderip; “Nûreddînzâde dedikleri aziz kimse gelmiş, fetvâ
makâmımızı teşrîf etmiştir. Yüksek şânını ve irfânını gördüm. Bu kıymetli zât
hakkında söylenilenler iftirâdır. Böyle bir kimsenin devlet merkezine gelmesi
büyük şereftir.” demiştir. Bunun üzerine sadrâzam, Şeyhülislâm Ebüssuûd
Efendinin değerlendirmesini ciddiye alarak, Nûreddinzâde’ye özel ilgi göstermiş,
ailesini ve çocuklarını getirmek üzere memleketine göndermiş, döndükten sonra
onu Küçük Ayasofya Dergâhına yerleştirmiştir.171 Buna göre Nûreddinzâde
hakkındaki ithamların ortadan kalkmasında birinci derecede rol oynayan kişi
Şeyhülislam Ebüssuud olmuştur.
Reşat Öngören’e göre şeyhin İstanbul’a gelip
faaliyet göstermesinde, sadrazamla yaptığı bu görüşme etkili olmuştur. Sokullu,
972/1565 tarihinde sadrazam olduğuna göre Nûreddinzâde’nin bu tarihten sonra
İstanbul’a geldiğine hükmetmek gerekir.
Nûreddinzâde’nin İstanbul’a gelişi kendisiyle ilgili olmayıp, şeyhi
Sofyalı Bâlî Efendiyle ilgili dedikodular
yüzünden olduysa ve bu bilgi doğruysa, bu durumda Sofyalı Bâlî
Efendi’nin vefatı da 960/1553 olduğuna göre, Nûreddinzâde bu tarihten önce
İstanbul’a gelmiş olabilir. Ya da 1553 senesinden önce İstanbul’a şeyhi için
gidip gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra geri dönmüş, 1565’ten sonra ise
kendisi ile ilgili gitmiş ve ardından oraya yerleşmiş demektir. Fakat bu durumda Nûreddinzâde’nin ikinci
gelişinde Ebussuud tarafından tanınıyor olması gerekirdi.
Nûreddinzâde’nin rüyasında Hz. Peygamber
s.a.v.’in ümmetini cihad için teşvik ettiğini anlatan bir yazmada, rüyanın
görülme tarihi 3 Zilkade Perşembe ve Cuma günleri 970/1562-3 olarak
geçmektedir. Rüyayı gördükten hemen sonra Kanuni’ye gelip rüyasını anlatması
göz önüne alındığında, Nûreddinzâde’nin İstanbul’a gelişi 1565’ten önceki bir
tarih olmaktadır. O halde
Nûreddinzâde’nin sadrazam Rüstem Paşa ile de görüşmüş olabileceği tahmin
edilebilir. Yine Hamza Bâlî (ö.
969/1561-1562)’nin idamı hakkında, Nûreddinzâde’nin de rolü olduğu kabul
edilecek olursa , bu olaydan hareketle, Nûreddinzâde’nin gerek Ebussuud’la
gerekse sarayla olan ilişkilerinin daha geriye gittiği düşünülebilir. Zaten
Nûreddinzâde’nin sarayla olan yakın ilişkilerine bakıldığında, başta Sokullu ve
Kanuni üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, ulema ve diğer halk kesimlerinin ona
olan iltifatlarına bakıldığında, bütün bunlar çok kısa bir sürede değil daha
uzun bir zaman içerisinde gerçekleşmiş olmalıdır. Eğer Nûreddinzâde’nin
1565’ten sonra İstanbul’a yerleştiği kabul edilecek olursa bu durumda
Nûreddinzâde’nin Kanuni ile münasebetleri, Kanuni 1566’da vefat ettiğine göre
bir yıl veya daha az bir süre içinde gerçekleşmiş olmaktadır.
Nûreddinzâde’nin kendisi bizzat Şeyhülislam
Ebussuud ile görüşerek şeyhi veya kendisi hakkındaki ithamları ortadan
kaldırabilmiştir. Hatta bu durum kendisinin İstanbul’a gelmesine, halktan,
devlet erkanından birçok kişinin, Nûreddinzâde’nin ilminden ve sohbetlerinden
faydalanmasına vesile olduğu için önemlidir. Yani burada devlet, hakkında
şikayet ve dedikodu olan kişinin kendisini ifade edebilmesine, fikirlerini
anlatabilmesine olanak sağlamış olmaktadır. Nûreddinzâde’nin, kendisini doğru
bir şekilde ve cesurca anlatması neticesinde, hakkında kovuşturma yapılmamış,
önyargılı bir hüküm verilmemiştir. Bilakis devlet ona yer göstermiş,
kendisinden istifade yoluna gitmiştir. Bu olay, Osmanlı tarihinde bir şeyhin
kendini savunma hakkını kullanabildiğine dair çarpıcı bir örnek olmuştur. İdam
edilen şeyhlerden Hamza Bâlî örneğinde ise Hamza Bâlî’nin Bosna’ya kaçtığı ve
takibat neticesinde yakalanıp fetva ile asıldığı görülmektedir. Hamza Bali de
Nûreddinzâde gibi bizzat devlet erkanı ile görüşerek hakkındaki ithamları
konuşma yoluna gitseydi, acaba karşılaştığı sonuçla karşılaşır mıydı? Yine
Bedreddin Simâvî’nin de idamından önce devlet gözetiminden kaçması, hakkındaki
şüphelerin artmasına sebep olmuş olabilir. Simâvî gibi hukukçu bir alim, firarı
değil de eğer isyanda rolü yoktuysa, kendisini iyi ifade etmeyi seçseydi, acaba
o da Nûreddinzâde gibi devletin el üstünde tuttuğu birisi olarak hayatını
sürdürebilir miydi? Tabi ki bu sorular cevapsızdır; fakat önemli olan,
Osmanlı’daki ifade özgürlüğünün sınırlarını iyi teşhis edebilmek ve bunu doğru
istikamette kullanabilmektir.
Kendisine devlet tarafından gösterilen
yakınlık ve destekle Nûreddinzâde, müridlerini yetiştirirken, ilmî müzakereleri
ve dini ilimleri ön planda tutmuştur. Halifelerine sürekli zâhir ilimleri ve
şer’-i şerifi tavsiye etmiştir. Halifelerinin ilmî yeterlilikleri ve
bazılarının İstanbul’un gözde camilerinde vaiz olarak hizmet vermeleri bunun
bir göstergesi olsa gerektir.
Nûreddinzâde vaaz, irşad ve sohbetlerle birlikte hadis ve tefsir
dersleri yapmıştır. Zâhir ve bâtın ilimlere olan bu vukûfiyyeti ve etkili sohbetleri sayesinde her kesimden
halkla beraber, devlet erkânı ve ulemâ da onun meclislerine devam etmişlerdir.
Nûreddinzâde 22 Zilkâde 981/3 Mart 1574
tarihinde İstanbul’da vefat etmiş , bugünkü Edirnekapı Şehitliği Sırt
Tekkesi’ne gömülmüştür. Kabrinin yeri tam olarak bilinmemektedir. Vefatına “Hayru’l-amel” ve “Vâ şeyh-u dîn” terkipleri tarih düşürülmüştür. Sokullu
Mehmed Paşa, Nûreddinzâde için Kadırga’da bir zaviye inşası başlattırmış; fakat
şeyhin ömrü kifayet etmeyince, buraya Balî Efendi’nin diğer bir halifesi Kurt
Mehmed Efendi (ö. 996/1588) postnişin olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren,
devlet ve toplum üzerinde önemli fonksiyonlar icra eden tasavvuf ve
tarikatların, XVI. yy.’da da güçlenerek faaliyetlerini sürdürdüğü
görülmektedir. Başta tekke inşası olmak çeşitli şekillerde devletin himayesini
gören tarikatlar, devlet yöneticileri de dahil olmak üzere bütün halk
kesimlerinin rağbet gösterdiği sivil toplum kuruluşları olmuşlardır.
Nitekim Kanuni’nin ve Sokullu’nun Nûreddinzâde
ile yakın ilişkileri olduğu, Ebussuud’un, Nûreddinzâde’yi değerli bir alim
olarak kabul ettiği bilinmektedir. Nûreddinzâde’nin Kanuni üzerindeki en somut
etkilerinden bir tanesi, Kanuni’nin son seferi olan Zigetvar seferine çıkarken,
şeyhin telkinlerini dikkate almasıdır. Nûreddinzâde müritleriyle birlikte bu
sefere katılmış, Kanuni’nin vefatı üzerine cenazesine eşlik etmiştir.
Kanuni’den sonra tahta geçen II. Selim’in de Kıbrıs seferinden önce
Nûreddinzâde’den dua istediği bilinmektedir. Ayrıca sohbetlerinde yüksek
rütbeli devlet adamlarının bulunması, Nûreddinzâde’ye faaliyetleri için tekke
tahsisi ve inşası, halifelerinin vaizlik görevlerinde bulunmaları,
Nureddinzâde’nin Sünnî tasavvuf dışındaki gruplarla mücadelede hep ön planda
olması gibi yönleri, Nûreddinzâde için “devlet şeyhi” tabirini kullanmayı
gerektiren sebeplerden bazılarıdır.
XVI. yy.’da yüzyılda idam edilen bazı şeyhler
olmuş, bunların genellikle İslam’ın dışına çıktıkları iddia edilmiştir. İdam
edilen sufilerden biri olan Hamza Bali’nin idamında Nûreddinzâde’nin de
etkisinin olduğu söylenebilir.
Araştırmamız açısından bu dönemin en göze
çarpan diğer bir özelliği, Osmanlı Devleti’nin Şiî-Safevî isyanlarla mücadele
etmesidir. Bu mücadele siyasî ve askerî alanda olduğu gibi dinî ve tasavvufî
alanda da yürütülmüştür. Çünkü bu isyan hareketleri, dini-tasavvufî ortamlarda
gelişip büyümüş, propaganda yolu olarak, kimi zaman tasavvuf kullanılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Safevî Devletiyle olan savaşlarına bakıldığında,
propagandayı başlatan, bu amaçla dini siyasete alet eden ve aynı dinden ve aynı
soydan insanları karşı karşıya getirenin Safevîler olduğu görülmektedir. Başta
Şahkulu isyanı olmak üzere takip eden diğer isyanlarda Osmanlı ve İslam
coğrafyası tehdit altında kalmıştır. Sonuçta Osmanlı-Safevî mücadelesinin
kazananı ne Osmanlılar ne de Safevîler olmuştur. Belki de bu mücadelenin yegâne
galibi Hristiyanlar olmuştur.
Nûreddinzâde, Konevî’nin Nusûs’una yazdığı
şerhte dört halifeyi dört büyük melekle eşleştirmiş ve hilafet tertibini kabul
etmeyenleri dolaylı yoldan tekfir etmiştir. Yine Ehl-i sünnetin dışında gördüğü
Simâvî ve takipçilerini sert bir dille eleştirmiş, bazen onları da tekfir
yoluna gitmiştir. Ayrıca Nûreddinzâde bazı cahil sufilerin de küfrüne hükmederek
mükeffir bir anlayış benimsemiştir ki, bunun sebepleri dönemin karmaşık siyasî,
dinî ve tasavvufî şartlarıdır. Bu mükeffir tavrın Gazzâlî ile benzer tarafları
olduğu söylenebilir. Günümüz şartları açısından söyleyecek olursak bugünkü
terör olayları, özelde Türkiye Cumhuriyeti, İslam coğrafyası ve genelde
insanlık adına nasıl birer tehditse, Gazzâlî zamanındaki Haşhaşîler,
Nureddinzâde zamanındaki isyan hareketleri de aynı şekilde terör
faaliyetleridir. Bu açıdan bakıldığında Gazzâlî’nin ve Nûreddinzâde’nin
tekfircilikleri, kendi dönemleri şartlarında değerlendirilmeli ve devletin
bekâsına hizmet etmeyi amaçladıkları söylenebilir. Tekfir tavrının olağanüstü
dönemlerde, arizî bir savunma yöntemi olduğunun en önemli göstergelerinden
birisi, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan değişik dinler, mezhepler,
meşreplerin vs. her dönemde devam eden varlıklarıdır. Dolayısıyla tekfircilik,
Sünnî İslam’ın genel bir tavrı değildir, olamaz ve olmamalıdır.
Nûreddinzâde’nin tasavvuf tarihindeki en
önemli etkisi Ehli sünnet dışı akımlarla yaptığı mücadelede kendini
göstermektedir. Fakat bu mücadelede bazen tasavvufun hoşgörü ilkesiyle
bağdaşmayan ifadelere rastlanmaktadır. Tasavvufta hoşgörü sınırlarını aşanlara
karşı tenkitçi yaklaşım faydalı olabilir. Ne var ki tenkit söyleminden
uzaklaşarak hakaret içeren, dışlayan, ötekileştiren, ayrıştıran ve
kutuplaştıran üslup ve yaklaşımlar faydadan çok zarar getirmektedir. Bu anlamda
Nûreddinzâde’nin tekfirci tavrını tasvip etmek mümkün değildir.
Diğer taraftan mutasavvıfların aynı konularda
farklı görüşlere sahip olabileceği gerçeğinden hareketle, Nûreddinzâde’nin
Bedreddin Simâvî ve Vâridât hakkındaki eleştirileri Osmanlı’daki tartışmacı
zihniyetin önemli bir örneğidir. Bir tarafta Molla Abdullah İlâhî ve
Ebussuud’un babası Şeyh Muhyiddin Yavsî gibi değerli mutasavvıfların Vâridât
savunuculuğu diğer tarafta Sofyalı Bâlî Efendi, Nûreddinzâde ve Aziz Mahmud
Hüdâyî gibi mutasavvıfların Vâridât aleyhtarlığı, Osmanlı’daki fikir
hürriyetinin bir misalidir.
Bedreddin Simâvî ve Vâridât’ının güncelliğini
koruduğu göz önüne alındığında, Nûreddinzâde’nin Vâridât reddiyesinin önemi bir
kez daha kendini göstermektedir. Nureddinzâde için Simâvî, Simâvîlik ve Vâridât
sadece dönemin bir güvenlik ve devlet meselesi değildir. Meselenin bir de tahkik
boyutu vardır. Nûreddinzâde bu anlamda Vâridât’ı yalnızca metin olarak
kavramsal düzeyde yanlış bulduğu için eleştirmemiştir. Kendisini bir dereceye
kadar muhakkik bir sufi kabul ederek ve yaparak, yaşayarak ve tadarak ulaştığı
tasavvufî tecrübelerine dayanarak Vâridât’ı tartışabilmektedir. Yeri geldiğinde
susmayı tercih ettiğini de ifade ederek, kendisinde, sahih İslam tasavvuf
geleneğini savunma konusunda bir hak görmektedir. Buradan hareketle
Nûreddinzâde’ye göre, Simâvî’nin bütün hatalarının kaynağı, vâkıf olamadığı
vahdet-i vücûd düşüncesidir. Yine ona göre Vahdet-i vücûd akılların anlamakta
aciz kaldığı bir meseledir. Muhakkiklere ve ehassü’l-havassa göre şeriat ilmi
ise ilimlerin en mükemmeli ve en genişidir. Nûreddinzâde için öncelik, şeriat ve
bu şeriatın kendisiyle ortaya koyulduğu Hz. Peygamber’e tabi olmaktır. Bu
açıdan bakıldığında Nûreddinzâde’nin tenkitleri tasavvufun içinden gelen
eleştiriler olmaktadır. Yani bu tenkitler, tasavvufu ve vahdet-i vücûdu
yaşayarak bilen birinin sözleridir.
Yine Nûreddinzâde’ye göre Simâvî’nin kendisi,
dünya ile fazlasıyla meşgul olan bir zalimdir. Eseri de kalkıştığı isyan
hareketinin bir parçası olup, müminlerin katline ve itikatlarının bozulmasına
sebep olmuştur. Nûreddinzâde’ye göre Simâvî’nin fikirleri, felesefecilerin
görüşleriyle aynıdır. Yöntem olarak Nûreddinzâde, sadece Vâridât’taki fikirleri
değil, aynı zamanda o eseri savunan görüşleri de ele alarak değerlendirmelerde
bulunmuştur. Böyle bir yaklaşım, Nûreddinzâde’nin sağlam bir ilim anlayışına
sahip olduğunu göstermektedir.
Zaman içerisinde Nûreddinzâde’nin bu eserde
yaptığı uyarıları haklı çıkaran bazı gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle belli
ideolojik çevreler, Vâridât’tan hareketle ahiret, haşir, ba’s, cennet,
cehennem, melek, şeytan gibi varlıkları, tamamen Kur’an ve hadislerin dışında
anlama yoluna gitmişlerdir. Kendi ideolojik dünya görüşleri doğrultusunda
Simâvî’nin materyalist, panteist, ateist olduğunu söylemişlerdir. Bu yorumlayış
şekli Nûreddinzâde’nin Vâridât hakkındaki kaygılarını haklı çıkaran
işaretlerden biri sayılabilir. Bununla birlikte Simâvî’nin Varidât’ının
tasavvufa zarar verdiği söylenebilir. O, bu eseriyle vahdet-i vücûd ve panteizm
arasındaki sınırların belirginliğini azaltmış, asi kimliğiyle birlikte bu eser,
tasavvufun imajına büyük bir zarar vermiştir, vermeye de devam etmektedir.
Ortada devlete isyan etmiş bir şeyh vardır: Şeyh Bedreddin. Tasavvufun, asi
şeyhlere, asi müritlere ve asilerin eserlerine hiçbir zaman ihtiyacı yoktur.
Burada şu nokta kanaatimizce önemlidir: Sofyalı
Bali gibi, Nûreddinzâde gibi, Aziz Mahmud Hüdayi gibi, Kur’an ve Sünneti
derinliğine yaşamaya çalışan ve oluşturdukları kavram ve uygulamalarla İslam
tasavvufunu devam ettiren gerçek mutasavvıfların; kendilerini sufi, kâmil, şeyh
vb. görerek tasavvufi kavramları umarsızca kullanan; fakat İslamiyetin çizdiği
sınırları çiğnemekte beis görmeyen kimselere karşı sessiz kalmalarını beklemek,
İslam ve İslam Tasavvuf düşüncesi adına büyük bir haksızlıktır. Ortada
yanlışlar varsa doğruları söyleyenler de olacaktır.
Nûreddinzâde’nin, Simâvî’nin Vâridât’ına ve
şârihlerine yönelttiği tenkitlerin altında bu hassasiyetin de yattığı
söylenebilir. Nûreddinzâde’nin sert bir şekilde Vâridât aleyhinde olmasının
sebeplerinden bir diğeri de Simâvî denen grupların faaliyetleridir. Özellikle
fetvalara konu olan bu grupların İslam Tasavvufu adına oluşturduğu kötü algının
da etkisiyle, Simâvî’nin Vâridât’ındaki fikirler Nûreddinzâde tarafından bâtıl
görülerek, gerçek sufiliğin bunlardan uzak olduğu ve Ehl-i Sünnetin
görüşlerinin hak olduğu vurgulanmıştır.
Nûreddinzâde’nin eserleri, kendi yaşadığı
dönemle ilgili değerlendirme ve görüşlere yer vermesi bakımından ayrıca önem
taşımaktadır. Yanlış gördüğü bazı uygulamaları tasavvufi kavramlarla
ilişkilendirerek anlatabilmesi, onun eserlerini özgün kılan yönlerden biridir.
Bunları yaparken İslamı ve İslam Tasavvufunu her türlü bozuk anlayıştan
korumaya çalıştığı görülmektedir. Özellikle keşif ve kerametin şeriata uygun
olması gerektiği, zâhir ve batının birbirine aykırı olamayacağını vurgulaması
en hassas olduğu konuların başında gelmektedir.
Nûreddinzâde’nin tasavvuf kavramlarını
yorumlayış şeklinin Riâye, Luma‘, Kutü’l-Kulûb, Taarruf, Risâle ve İhya gibi
tasavvuf klasikleriyle aynı çizgide olduğu söylenebilir. Nûreddinzâde bu
tasavvuf kavramlarını kendi döneminin şartlarına göre yorumlayabilmiş; tabir
caizse bu kavramları kendi yaşadığı zaman dilimi için güncelleyebilmiştir.
Sadece tasavvuf alanında değil, tefsir, hadis, kelam gibi disiplinlerde sahip
olduğu enformasyon ile yetiştirdiği müritlerine ve görevlendirdiği halifelerine
sürekli şeriatı tavsiye eden Nûreddinzâde, müteşerrî bir sufi olduğunu, hemen
hemen bütün eserlerinde açıkça ifade etmiştir. Ona göre şeriat, bütün
saadetlerin kaynağıdır.
Nûreddinzâde’nin yetiştirdiği halifelerinin
alim, şair, bestekar olduğu görülmektedir. Ayrıca bu kişilerin İstanbul’un
selâtîn camilerinde vaizlik, kürsü şeyhliği gibi görevlere geldiği
düşünüldüğünde, Nûreddinzâde’nin etkisi ve önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Nûreddinzâde, Herevî’nin tasavvuf anlayışını,
Gazzâli’nin Ehli sünnet anlayışını, İbn Arabî ve Konevî’nin vahdet-i vücûd
anlayışını, Sofyalı Bâlî Efendi’nin tarikat anlayışını, İslamî ilimlerde elde
ettiği birikimle harmanlamış, yaşadığı dönemin sorunlarına tasavvufî
yöntemlerle çözümler aramış ve etkileri günümüze kadar uzanan tartışmalara
taraf olmuş bir şahsiyettir.
Kısaca kadîm irfânî geleneğin önemli bir
halkası olan Nûreddinzâde’nin tasavvuf anlayışını, Kur’an ve sünnet çizgisinde
şeriat ve Ehl-i sünnete bağlılık, aşırılıklardan uzak temkinli bir vahdet-i
vücudu tahkik etmek şeklinde özetleyebiliriz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar