ORHAN BURİAN
Renaissance denen ruh ilk önce Hıristiyan
Batıda göründü. Dünyayı yönetecek bir devlet ve bütün ruhları yönetecek bir din
tasarımının iflasını ilk önce bu yeni kişilik ve yetkiyle Batı onayladı.
Ortaçağ boyunca iki kurum, etrafını sömürüp yutarak insanlığın efendisi
olmak istemişlerdir. Zaferi bunların biri,
ulusların bütün haklarını çiğnemekte; öbürü, insan teklerinin bütün haklarını
hiçe saymakta buluyorlardı. Bu iki kurum, imparatorluk ve kilisedir.
Ama bu kurumların her ikisi de yasasızlık üzerine kuruldukları içindir ki,
kararlılık bulamadılar; insanlığı saymadıkları içindir ki, güçten yoksun
kaldılar. Gereksiz, hatta zararlı olduklarını anladıkları ölçüde de Avrupa
onları saymak ve dinlemekten uzaklaştı, imparatorlukla Kilise de asa ve abadan
yoksun, göçtü gitti.
Böylece, köhneyi atmakla işe başlayan Renaissance ruhu onun yerine yetkini getirmekle işini
tamamlar.
Renaissance’ın yapıcılığı bir destandır; ejderler diyarını bir ucundan öbür
ucuna fetheden bir şövalye-ruhun destanı. Bu fatihler sayısızdır, ama en
büyük ve kesin olanları ikidir: Renaissance insan tekine insanlığını, ulusa milliyetini öğretmiştir.
Bu öğretici-ruh iledir ki, insan, din ve onun buyruğundaki skolastik
düşünce cenderelerinden kurtuldu, duygu ve düşünce özgürlüğüne kavuştu, kendini
tanımayı, kendine güvenmeyi bildi; öbür dünyanın gölgesinde kalmaktan çıkıp,
hayatın güzelliğine vardı.
Yaratıcı düşünce için insanın hayatına inanması şarttır; bilim ve sanata
bekledikleri bu ilk hızı Renaissance verdi.
İnsana ilk çağda sahip olduğu kişilik mülkünü veren Renaissance, aynı zamanda onun, bu mülkü sınırlandıran
ve değerlendiren çevredeki yerini de saptamıştır. Bu çevre, insana toplumsal
varlığını kavratan milliyettir. Renaissance ruhunu içinde duyan insan, kendini tanıdı, evet; ama kimlerle ve ne diye
bağlı olduğunu anladı ki, bu daha önemlidir. Kişisel bütünlükle birlikte milli
bütünlük Renaissance’ın büyük eseridir.
Doğu ve özellikle İslam dünyası, bugüne kadar kendi Renaissance’ına
erememiş olmanın acısını çekmiştir. Ama insana insanlığını, ulusa milliyetini
öğreten bu öğretici-ruha o da kavuşacakmış. Asya bugün şaşkınlıkla,
sevinçle, gururla bu ruhu içinde duyuyor. Bu duyguyladır ki, kişiliksizlik
buhranı geçirmiş ve kendi güçlerini, yetilerini keşfe girişmiştir. Bu
duyguyladır ki, artık ümmet olmanın keşmekeşinden sıyrılmış, ulus olmanın
onuruna sahiptir.
Asya’nın çocuklarını, korkulu yollarının sonuna: kendilerine ve ulusal
bütünlüklerine kavuşturan şövalye-ruh Atatürk oldu. Onun
yapıcılığı bir destandır: Bütün düzeltme, yaratma ve kurma gücüyle Renaissance Avrupası'nınkine eş bir enerji destanı.
Gücünü yaratan insan, istemine dayanan insan, başladığı işi başarmak gücünü
gösteren bir ulus, geçmiş ve gelecekteki hayatından sorumlu olmakla gurur duyan
bir ulus, Atatürk’ün büyük destanıdır. Ve ona şükür olsun ki, Ege’den Çin
Denizi’ne kadar bütün bir dünyayı yeniden doğuran ölmez ruh yine
Türk damgasını taşıyor.
Atatürk, Asya'nın Renaissance'ıdır.
1938
Sh: 36-37
Bilim karşısında insanın durumu son kırk elli yıldır kökünden değişti. On
dokuzuncu yüzyılda egemen olan iyimserlik, bilgine de, alanında çalışmakla
insanlığın hayrına uğraştığı güvenini aşılıyordu. Bu hayrın hem maddi hem
manevi alanda kendini göstereceği kabul ediliyordu. Bugün bu güven ortadan
silinmiştir.
Savaşın yıkıcılığı bilimin maddi refah getirdiği inancını baltalamıştır.
Bilimin kafalara manevi aydınlık getirdiği kanısı ise düş kırıkları içinde
kaybolup gitti. Kişisel araştırmaların verdiği coşku yerine ekmek parası için
takım halinde çalışmanın cansızlığı var. Bilimin özgürlüğü devlet
müdahalesinin yıldırısı altındadır. Bilimin başarılan arttığı ölçüde kötü
kullanımları olanağı da artıyor. Bunların hepsinin üstünde de, gittikçe
teknikleşen savaş, insanlığın karşısına korkunç düşler gibi dikiliyor. Şu geçen
elli yıl, bilimin önüne koca bir soru işareti çıkardı.
Bu büyük değişiklik iki dünya savaşının kafalara zorla soktuğu acı
gerçekler yüzündendir. Bu yüzyılın başında
Welles «Oluş Halinde insanlık», «Yeni Bir Ütopya», «Eski Ağıza Yeni Dünya»
diyerek kitaplar çıkarıyordu. Oysa 1945’teki kitabı büyük bir umudun ölümünü
anlatıyor. «Uzanabileceği Kadar
Uzanan Akıl». Welles’in o ilk iyimserliğinden bu kadar kötümserliğe dönmesi gerçi
abartılıdır: bununla birlikte bilim dünyasının değişen görünümünü çok iyi
yansıttırıyor.
[Herbert George Wells (1866-1946), ütopyaların yanı sıra,
bilime teknolojiye aşırı güvenenlere uyarı olsun diye distopyalar da yazdı.
Wells, toplumun kusurlarına alternatif, “kusursuz bir toplum” fikrinin başka
bir totaliterizmin kapılarını açacağını ilk fark eden yazardı. Gelecek bir
zamanda geçen, karamsar, “böyle giderse işin sonu kötüye varır” diyen öyküler.
1899’da yayımlanan distopya ve bilimkurgu romanı Efendi Uyanıyor’da, halk ile
dünyayı ele geçiren despot yönetim arasındaki savaşı hikaye eder. Halkın
tarafını tutmak ile güçten taviz vermemek arasındaki ezeli açmazı dile
getirir.]
1905 yılında Albert Einstein adında idealist genç bir fizikçi madde ile
enerji üzerine kuramsal bir keşifte bulundu. Bu keşifle doğa üzerindeki
bilgimizi daha derinleştirdiği, bir bilgin olarak da sorumluluğunun böylece
sona erdiği kanısındaydı. Oysa otuz beş yıl sonra aynı adam Birleşik Amerika
hükümetini, bu keşfi atom bombasının yapımı konusunda ikna etmeyi kendine
görev bildi. Bu durum zamanımızda bilimin, birey ve toplum bakımlarından içinde
bulunduğu iki katlı yıkımı açıkça gösteren bir semboldür. Asya, Batının atom
bombasını kolay kolay bağışlamayacaktır. Bilim, insanlığı parçalayıp dağıtan
korkulan, kinleri arttırmıştır.
Bilim günahsızdır, onu
kötüye kullanan topluluklardır, demek sorunu çözümlemez. Bilginler de sorumluluk duygusu olan insanlardır, o sorumluluktan
kaçındıkları zaman da suçludurlar. Bundan başka, bilimlerin konusu insanoğluna
yanaştığı ölçüde bilimsel düşünceler tarafsızlıklara» yitirirler; ahlaka derin
etkileri olur. Bilim, ayrıcalık savında bulunamaz: İster istemez insanlığın
yaşamına karışmaktadır.
Bilim, ölçüsüz bir biçimde ilerlemiştir de dert oradan geliyor, insanoğlunu
da eşyayı tanıdığımız kadar tanıyabilsek her şey yoluna girecek sanmak da fayda
etmez. Gelecekte psikoloji alanında bir Newton çıkıp sonra bir Göbbels hizmetinde
çalıştığını göz önüne getirelim, tehlikenin büyüklüğünü anlarız.
Bugünkü güç durum üzerinde her birimizin kendine göre bir açıklaması
bulunabilir, ama kesin olan bir şey var: O da tez elden bir hal çaresinin
bulunamayacağı. Elbette ki, bilimden kaçınmak olmaz. Çağımızın en büyük ahlak
adamı sayılan Gandhi, gerçi modern bilgiden uzaklaşmak
suretiyle değer yargılarımızda yeniden bir denge kurmak istedi, ama insanlık o
yoldan yürümüyor. Memleketimizi doğal çabalarından alıkoymak elimizden
gelmeyeceğine göre öğreneceğimiz şey, bilimi insanlık onuruyla bağdaştırmanın
yoludur.
Bu, o kadar yeni bir görev ki, daha kimse yeterince düşünmüş, üzerinde
yetkiyle söz etmiş değil. Gerekli olan bilimsel bilgiyle ahlak arasında bir
kaynaşma sağlanmasıdır. İnsanlığın değişmez değerleri bilim çağma uygun bir
ifadeye yeniden kavuşturulmalıdır. Komünistler kendilerine göre bir yanıt
bulmuşlar, çünkü onların doktrinleri Marx’çi bir toplumda bilimin görevini saptıyor.
Ama onların görüşü Batıyı doyurmaz, çünkü özgürlük ilkesini yadsıyor; bu
ilkeyse hem bilimin ilerleyişi hem de insanlığın onuru için şarttır.
Şimdiki ilk iş bilginlere düşüyor, çünkü sorunun özünü ancak onlar anlar.
Şükür ki, onlar da, bilimin topluma etkisinden doğan yeni güçlükleri ortadan
kaldırmanın gereğini anlamış gözüküyorlar. Atom bilginleri siyasal olmayan
birlikler kurdular: Hem kendilerini hem halkı, atom enerjisinin savaş ve barış
yolunda kullanılışı üzerinde aydınlatmaya bakıyorlar. Bir iki yıl önce
Londra’da «bilim felsefesi» üzerinde çalışmak için bir birlik kuruldu,
bildirisi burada ortaya atılan sorunları içine alıyor.
Bütün bunlar yeni bir zihniyete işarettir. Birçok Amerikan üniversitesinin
genel eğitim kursları açmaları, bunlarda bilim adamı olacaklara beşeri (insanla
ilgili) bilgiler, beşeri bilgiler üzerinde çalışanlara da bir miktar bilimsel
bilgi vermeye çalışmaları bunu gösteriyor.
Mademki bilimin ilerleyişi durdurulamaz, bilim insanlaştırılmalıdır.
Gerekli olan bilimsel bir hümanizmadır. Bilim ve onun gerek birey gerek toplumla
olan ilişkisi üzerine dengeli bir görüş kazandıracak bir hümanizma. Bilimin
egemenliğine yer vermemek isteniyorsa bu yeni görüş bireysel yeteneklere
gelişmek olanakları vermelidir. Bireyin gerek iş gerek düşünce alanında
girişim yeteneği, fizik bilimlerinin büyük gücü ve toplumsal kuramların çokluğu
yüzünden büsbütün yok olmak üzeredir. Bu tehlikeyi gören bilginler, uygarlığın
bireylerin yaratıcı düşüncelerinden doğduğunu dünyaya anımsatmak yoluyla
insanlığın yeniden onur kazanmasına yardım edebilirler.
Son olarak, bilginlerin bir işi de, bilimsel bilgiyi derleyip toparlamak
ve basitleştirmektir. Bilimin genellikle insanları düşünce aydınlığına
ulaştıracağı kanısı egemen kaldığı sürece açık ilkeler bulunması bekleniyordu,
bu ilkeler sayesinde insanlar doğayı anlamak olanağını bulacaklardı. Oysa şu
son yüz yıl içinde bilim o kadar genişledi, o kadar uzmanlık işi oldu, öyle
anlaşılmaz durama geldi ki, başka başka alanların bilginleri birbirlerini
anlamıyorlar; hatta doğanın kendi uzmanlıklarına ilişkin yönünü bile doğra
dürüst göremiyorlar.
Bu yüzden gelecek karanlık gözükebilir.
Ama insan aklının bütün gücünü tükettiğini sanmak da yersizdir. Birçok bilginin
vakit ve çabalarını şimdi bu soranlar üzerine çeviriyor olmaları az şey
değildir.
Ufuklar, Nisan 1952, sayı: 3
Sh: 125-127
****
1813 yılında çıkan ve hemen İngilizce ’ye çevrilen çığır açıcı bir kitap. Madame de Staël’in De l'Allemagne adlı eseri, İngiltere’de olduğu gibi Amerika’da da önemli yankılar
uyandırdı. Yine aynı sıralarda Ticknor, Everett gibi genç ve ciddi
Amerikalılar öğrenim için Almanya’ya (Özellikle Göttingen’e) ilgi duyar
oldular. Amerika’da çok geçmeden kendini iyiden iyiye belli eden «Alman
Salgını» işte böyle başlar. Bununla birlikte, Werther'in uyandırdığı coşku bir yana bırakılırsa, Goethe’ye olan ilgi o kadar
erken belirmez. 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın ilk yirmi otuz yılı içinde
Amerikan basınında Goethe, İngiliz basınından alınma yazılarla anılmaktadır. Coleridge, Carlyle
gibi birinci sınıf yazarlar Goethe’nin Amerika’da tanınmasına ve zamanla ününün
yayılmasına çok büyük yardımda bulundular.
Elli yıl bu türlü bir hazırlıktan sonradır ki, Amerika’da, Emerson'un «Goethe» adlı konferansıyla, ilk kez. Alman
dahisini kendi anlayışına göre değerlendirdi. Ama burada yine anımsanacak bir
nokta vardır: Goethe üstüne Carlyle "ın yazdığı yazıları
toplayıp yayınlayan Emerson’du. Bu da gösteriyor ki, Carlyle olmasaydı
Emerson’da Goethe'ye belki ilgi uyanmayacak, herhalde o denli güçlü
olmayacaktı. 1830 yılından başlayarak Emerson’un anı defterlerinde rastlanan Goethe parçalarının çoğu da Carlyle
çevirilerindendir. Ama çok geçmeden, kolayca olmasa da. Alman şairini aslından
okuyacak kadar Almanca öğrendi. 1834 yılında İskoçya’da onu görmeye gittiği
zaman Carlyle kendisine Goethe’yi dikkatle okumasını ısrarla söylemişti.
Amerika’ya dönünce hemen elli beş ciltlik Goethe külliyetini aldı; beş yıl
içinde beşini okuyup bitirdi. Etkisi altında kaldığını açıkça kendisi söylüyor:
«Benim eserim
derlemedir, doğanın bütününden alınmıştır, adı da Goethe’dir.» Böyle esaslı bir tanışmadan sonra Goethe üzerine bir yazı yazmayı
düşünmeye başladı; ama Goethe üzerine düşündüklerinin özünü, ilkin 1840 yılında
basılan «Thoughts on Modem Literature-Yeni Edebiyat Üzerine Düşünceler»
adlı yazısına koydu.
Hemen bütün yazılarında büyük gerçeğin kitaplarda değil, doğada olduğunu
yineleyen Emerson bu yazısına kitapları övmekle başlıyor. Daha doğrusu,
benliğimizin yapısında onların da hizmeti olduğunu söylüyor. Shakespeare,
denebilir ki, başlı başına Alman milletini canlandırmıştır. Şiir, bilim
felsefe -her koldan-bu milletin ilerlemesine, nihayet düşünce alanında
dünyanın en sözü geçen milleti durumuna gelmesine o neden olmuştur. Artık bütün
Avrupa’ya yayılmış olan bu Alman düşününün özelliği kendi içine bakıştır. Avrupa
milletlerinin yeni edebiyatlarında her şeyden önce bu özellik göze çarpıyor.
Gerçi bu eğilim kimi kez, kendinden başka hiçbir şeye ilgi duymamak gibi bir
bencillik de doğurabiliyor. Ancak aranacak nokta şudur: Şair kendi içinde mi
saplanıp kalıyor; yoksa uzun uzadıya inceledikten sonra, bizi doğaya mı
ulaştırıyor?
Eğer sonunda daha iyi bir doğa anlayışına varıyorsak, bu içe bakış
hayırlıdır. Emerson, yeni edebiyatlarda bu içe bakışla birlikte giden bir de
sonsuzluk duygusu buluyor. Başlangıçsız ve sonsuz bir oluşa inanmak, sanatın
her şeklinde sınırsızlığı sevmek ve bu sevgi gücüyle doğayı en büyük konu
olarak benimsemek, Almanya’dan Madame de Staël’in ile Fransa’ya; Coleridge,
Wordsworth, Byron ile İngiltere’ye geçmiştir. Bu çağ ne miras yedi ve ne
keşfettiyse, denebilir ki, hepsini Goethe kendine mal etmiştir. Her şeyin özünü anlamak, her şeye bir açıklama
bulmak onda bir alışkanlıktı. Yorulmak bilmeden araştıran bu deha «bilginlerin
şahıdır». Sonsuzluk duygusu bu bilgi sonsuzluğunda kendini hemen belli ediyor.
Goethe’nin içe bakış eğilimi de güçlüdür. Ne yazık ki, onda ölçüyü aşıyor:
Çünkü sözlerinin ardında, göze batmasa bile, bir bencillik gizlidir. Kendi
dışındaki olayların etkisiyle kötüsünü ayırt etmiyor. Yani réel olanı idéal olana yeğliyor; onu geçiciliğini düşünmez gözüküyor. «Goethe, gerçek olanın şairi diye
sınıflandırmak gerekir, hayalde yaşatılanın değil. Sınırlının piridir o,
mümkünün değil: Bu dünyanındır, dinin ve umudun değil, kısacası, doğru söylemek
gerekirse, o düzyazının şairidir, şiirin değil.» Böylece Emerson, Goethe’nin manevi güç bakımından zayıf oIduğu kanısına
varıyor.
Hissediliyor ki, idealist, hatta bir bakıma mistik olan bu Amerikalı,
Goethe’yi takdir etse de, fikirleriyle bağdaşmamaktadır. Onun dünyacılığından,
bencilliğinden rahatsız oluyor. Bu bağdaşmazlık 1834 ile 1840 arasında anı
defterinde sık sık dile getirilmektedir, ama Goethe'ye insan olarak hayranlığı
hiç eksilmedi. 1846 yılında yerdiği (ve sonra Representative Men Temsilci Adamlar adlı kitabına aldığı)
«Goethe or the Writer
Goethe ya da Yazar» adlı konferansı bu hayranlığını saptamaktadır. Bu konferans Emerson'un
Alman şairi üzerindeki son ve en ayrıntılı kanısının ifadesidir. Goethe’ye ne
denli saygı duyduğunu gösterdiği gibi, edebi yaşamında Goethe’nin en önemli bir
yeri olduğuna da tanıklık eder.
Bu konferansı, etkisi
altında kaldığı Carlyle’ın düşüncelerini bir vana bırakarak inceleyecek olursak
görürüz ki: Emerson için Goethe, Napolyon ile birlikte 19. yüzyılı en iyi
temsil eden dehadır. İkisi de geleneklerden kendini sıyırmıştır. Önem
verdikleri yalnız gerçektir; doğaya bakarlar... Dönemi, Napolyon dış yaşam yani
devinim çakımından özetledi. Goethe ise iç yaşam yani fikir bakımından
yansıtıyor. Dikkate değer nokta: Bu üstünlüğü, küçük bir kentten, önemsiz ve
yenilmiş bir devletçikten gelmesine karşın göstermiş olmasıdır. Ardında onu
iten büyük bir Yunan, Latin, Fransız ya da İngiliz topluluğu bulunmadığı halde
yöreselliğe düşmemiştir. «Bu çağın ilerilikçi zihniyetini onun kadar iyi
temsil eden kimse yoktur.» devletin kültür hâzinesini kendine mal eden bu
adamın kafasında «geçmiş dönemler ve dönemimiz, dinleri, devletleri ve düşünüşleriyle
ilk-örnekler (arche-types) ve fikirlere inkilap etti.» Gerçekle sürekli temas onda gerek fikir özgürlüğünü, gerekse nefs güvenliğini kökleştirmiştir. «Goethe’ye
kardeş demek kimsenin haddi değildir. O, kendini gizleyerek insanı hayrete
düşürmeyi ister, buysa bencilliktir, sonuç olarak da küçüklüktür.» Bütün zekâ
ve hünerine, çalışkanlığına, ince zevkine karşın bu yaşam görüşü Goethe’yi
kusurlu gösteriyor. Rahatını ve zevkini düşünüşü, aşklarında ölçüsüz davranışı
da püriten eğitimi [Püriten, 16 ve 17.Yüzyıllarda I.
Elizabeth'in İngiliz Kilisesinde başlattığı reformist harekete karşı çıkan,
kendini "saflığı" aramak olarak tanımlayan bir Protestan
doktrin ve ibadet şeklidir. ] almış olan Emerson için fazladır. «Kendini
ahlak duygusuna teslim etmek gücünden yoksundur» diyor. Bütün düşüncesi her
şeyi bilmek, doğayı fethetmektir; daha aşağı bir şey düşündüğü yok. Bu
zihniyeti şairliğini de etkiledi. Bütün ayrıntıları bilmek, bildiğini de
göstermek kaygısı fazlalıkları atmasına, nesrine bir bütünlük vermesine engel
oldu. Emerson, acaba çok mikroskopça bir görüşü vardı da ondan mı bütünü
görmedi de bölük pörçük kaldı diye düşünüyor. Bununla birlikte, Goethe’nin salt
gerçeği aramak, kişisel varsayımlarıyla doldurmaksızın salt gerçeği dile
getirmek aşkı ne denli övülse azdır. «Alman zekâsı Fransız’ın çevikliğinden,
İngiliz’in pratik anlayışından, Amerikan’ın serüvenciliğinden yoksundur. Ama
bir doğru-severliği vardır ki, yüzeyde kalmayı yeterli görmez, ardsız arasız, ne
için? diye sorar. Goethe işte bu zekânın en canlı örneğidir.
Emerson bu konferanstan sonra Goethe üzerine yazı yazmadı. Ama ömrünün
sonuna dek onu okudu durdu, 1871’de California’ya, 1873’te Mısır’a giderken
yanma yoldaş aldığı kitaplar Goethe’nin yapıtlarıydı. Çalışma odasının
duvarları da Goethe’nin resimleriyle süslüydü. Emerson, Amerikalı bir ahlakçı
ve idealist olarak, Goethe’yi eleştirmekten çekinmemişti; ama düşünceyi sayan
ve gerçek âşıklarını seven bir düşünce adamı olarak, onun büyüklüğüne her zaman
hayran kaldı.
Yücel, Haziran 1950, sayı: 6
Sh: 218-221
****
Kaynak: ORHAN BURİAN- Yayıma Hazırlayan: Vedat Günyol, /Cem Yayınevi 1.
Basım: Kasım 1993,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar