YILMAZ KARAKOYUNLU'NUN HAYALÎ TARİHİ VE PATRONA HALİL İSYANI'NI NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?
Çepeçevre/ Mustafa ARMAĞAN
Yılmaz Karakoyunlu ismini Salkım Hanım'ın Taneleri romanından
hatırlayacaksınız. Geçtiğimiz yıl filme çekilmiş ve "Varlık Vergisi"
tartışmasına yol açmıştı.
Dikkatli okuyucularım, filmde bazı bilgi yanlışları ve abartıları yazdığımı
hatırlayacaklardır.
Sonuçta bu hatalar tarihi tepe taklak etmediği için bağışlanabilir. Bir
romanda sanatçının "belli bir ölçüde" tarihi tahrif etme
hakkının bulunduğunu, bu özgürlüğü sanatçıya tanımadan tarihî roman
yazılamayacağını kabul ediyorum. Sineye çekilebilir yanlışlardır bunlar.
Sayın Karakoyunlu, aynı zamanda bir milletvekilidir ve bir köşe yazarıdır.
Sabah gazetesinde "Din ve Siyaset" vinyeti altında arka planı
tarihî bilgilerle örülü siyasî yazılar yazmaktadır.
15 Temmuz tarihli köşesinde bu defa Vural Savaş'ın yeni çıkan Militan
Demokrasi adlı kitabına övgüler düzüyor. Hayır, onun "Bu kitap, siyaset
disiplini ve adalet ahlakı içeriğinde demokrasi ve laiklik mücadelesidir."
türünden anlaşılmaz cümlelerine takılmayacağım.
Bugün, aynı yazısının sonundaki garip ve ters bir analojiye takılacağım:
"Patrona
Halil, aydınlık çağımızı başlattığı için Nevşehirli İbrahim Paşa'nın derisini
yüzmüştü. Sultan Birinci Mahmut, katil Patrona Halil'i saçlarından yakalamış,
başını musalla taşına vururken bağırıyordu. "Bu habis kelle gidince ülkeyi
ışık kaplayacak." Aradan tam iki yüz yetmiş yıl geçmiş... Hâlâ bu mücadele
sürüyor..."
Gidecek olan "kelle" kimi temsil etmektedir bugün? Kelle almaya
neden bu kadar meraklıdır Sayın Karakoyunlu? Bu ihtilal çığlıklarını andıran
ifadesiyle ne demek istediğini açmalıdır Karakoyunlu.
Biz
şu Patrona meselesine dönelim.
Yahu nedir bu Patrona Halil'in elimizden çektiği?
Saltanatçısı saldırır, devrimci solcusu saldırır, Kemalist'i saldırır,
İslamcısı saldırır, o da yetmez, Aptullah Ziya Kozanoğlu ve Reşat
Ekrem Koçu gibi "aslan" romancılarımız saldırır. Bir tek Kerim
Korcan sahip çıkmıştır ona, o kadar.
Şimdi yukarıdaki paragrafta geçen Karakoyunlu'nun ifadelerinin gerçekten
vuku bulduğuna inanılabilir mi sizce? Tamamen yanlış, tamamen hayal ürünü
şeyler bunlar.
Bir kere Nevşehirli İbrahim Paşa'yı öldürten Patrona değil, Padişah III.
Ahmed'dir. Paşa'yı iki damadı ile birlikte boğdurup iç donlarıyla üç öküz
arabasına yükleten ve isyancıların önüne attıran da Padişah'ın kendisinden
başkası değildir.
İkincisi, Nevşehirli'nin derisinin yüzülmesi gibi bir hadise vaki
olmamıştır. Cesedi yerlerde sürüklenmiş ve parçalanmıştır; ama derisinin
yüzüldüğüne dair herhangi bir kayıt yoktur.
Sormak gerekiyor: I. Mahmut ne zaman ve nerede Patrona Halil'i saçlarından
yakalayıp başını musalla taşına vurmuştur acaba?
Bunun belgesini söyleyebilirler mi?
Konu ile ilgili yüzlerce kaynağı araştırdım; ama bir tek yerde, Sultan
Mahmud'un Patrona'nın palalarla budanmış cansız bedeni, ayaklarının dibine
serildikten sonra dahi böyle bir davranışta bulunduğuna dair hiçbir şey
okumadım.
Dördüncü olarak, Padişah'ın "Bu habis kelle gidince ülkeyi ışık kaplayacak" dediğini nereden çıkartıyor Sayın Karakoyunlu?
Bunu hangi hayal burçlarında inşa etti? Yoksa yazmakta olduğu bir romandan
alıntı mı yaptı?
"Sultan Mahmud, kendi iclâsına sebep olanlardan
Patrona Halil'i, huzuruna çağırarak, ondan ne dilediğini sorduğu vakit,
Patrona, sadece eski vezirler tarafından konulmuş ve halka çok ağır gelen
vergiler ile malikâne usulünün kaldırılmasını istemişti..." sh: 159
"I. Mahmud'un vâlidesi Saliha Sultan'ın,
Patrona'ya ikinci oğlum diye hitab ettiği ve saraya geldikçe bol miktarda
ihsanlarda bulunduğu, Patrona Halil'in dahi bu parayı etrafındakilere dağıttığı
söylenilmektedir." Sh: 161
"Sultan I. Mahmud, Patrona'nın tahakkümünden
kurtulmak için ilk def'a ona büyük bir memuriyet vererek merkezden
uzaklaştırmayı düşündü ve bu maksadla kendisine arzu ettiği vazifeyi sordu.
Fakat bu zeki ve kurnaz adam, mes'eleyi derhâl kavramış ve ne rütbede, ne de
mansıbda gözü olmadığını, ancak memleket için çalıştığını bir def'a daha
tekrarlamıştı. Patrona, bu esnada, padişahın kendisine yüz bin altın vereceğini
ve bunu alıp istediği yere gitmesini tavsiye eden yeniçeri ağasına ise, gayet
sert muamele ederek, İstanbul'un bütün parasının kendinin olduğunu, paraya
ihtiyacı bulunmadığını da söylemişti." sh: 160
Patrona İsyanı üzerine şimdiye
kadar yazılmış en bilimsel kitaptan alındı bu satırlar (Münir Aktepe, Patrona
İsyanı 1730, İstanbul 1958).
Çuvaldızı biraz da kendimize batıralım: Tam 47 gün devletin iplerini elinde
tutan bir "baldırıçıplak"ın erdem ve kanaatkârlığını gösterebilecek
kaç kişi vardır bugün aramızda? Fırsatını buldu mu hazineyi hortumlayanların
yaşadığı bir memlekette Padişah tarafından teklif edilen makam, mansıp ve
altınları elinin tersiyle iten Patrona Halil'in bir ahlâk abidesi olarak
anılması gerekmez mi? Ve nihayet, bunu en iyi fark edebileceklerin başında
da Sayın Karakoyunlu gelmeli değil miydi?
m.aramagan@zaman.com.tr
http://gizlenentarihimiz.blogspot.com.tr/2009/04/patrona-halil-isyann-nasl.html
Osmanlı tarihi, bir kısmı payitaht, diğerleri
imparatorluğun muhtelif mahallerinde olmak üzere, mahiyet itibariyle mütenevvi, bir çok isyan hâdiseleri kaydeder. Bu kitabın mevzuunu
teşkil eden ve daha ziyade Patrona isyanı diye şöhret bulan 1730 isyanı da
İstanbul'da vukua gelen bu kabil hâdiselerin en mühimlerinden biridir ve
bilhassa âmilleri bakımından tedkike değer bir mevzudur. Bu isyandan evvel,
İstanbul' da birçok ayaklanmalar husule gelmiş ve bunlar arasında, III. Murad
devrinde mağşuş akçe ile ulûfe verilmesi yüzünden Kapukulunun Divan-ı hümâyun a
hücumu, Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa ile Defterdar'ı
öldürmeleri; bundan bir kaç sene sonra, 26 Ocak
1593de yine ulûfe meselesinden doğan Sipahi isyanı; II. Osman’ın öldürülmesi ve
I. Mustafa’nın tahta çıkarılmasına müncer olan mâruf isyan; I. Mustafa’nın saltanat devresindeki hâdiseler; IV. Murad
devrinde Hafız Paşa'nın, , padişahın
gözü önünde katledilmesi ile dikkati çeken hareket; Hüsrev -Paşa’nın sadaretten
azli münasebetiyle çıkan ayaklanma; 1656’da ayarı bozuk para dolayısıyla asker
ve esnaf arasındaki anlaşmazlık, : bundan mütevellid Çınar vak'ası ve meydan ağalarının
70 gün kadar hükümete hâkim bir durumu muhafaza etmeleri; nihayet İstanbul'da
başlayıp, Edirne'de sona eren ve II. Mustafa'nın tahtından indirilmesiyle hitam
bulan, Edirne vak'ası ismini verdiğimiz mâruf isyan, payitaht isyanlarının en
ziyade göze batan, üzerine 'dikkati çeken hâdiseleri olmuştur.
Bunlardan: son ikisi ile 1730 isyanı arasında muhtelif
bakımlardan benzerlik bulunduğunu belirtmek yerinde olur. Zira,
vekayi'nâmelerde tafsilâtını gördüğümüz bu isyanlar ile mevzuumuzu teşkil eden
1730 isyanının aşağı yukarı muayyen sebeb ve âmiller altınca vukua' geldiği
anlaşılıyor. Bir isyan hâdisesinin ne gibi tesirler dolayısiyle patlak
verdiğini incelemeden tafsil etmek, yâni onu ilk bakışta mahiyeti belli olmayan
bir vak’a gibi, sadece hikâye etmek şüphesiz büyük bir şey ifâde etmez. Malûm
olduğu üzere bu gibi vak’ahr, zuhurundan çok evvel başlayan ve memleketin
bünyesini kemiren İktisadî, İçtimaî ve siyasî âmillere irca edilince, onların
hakiki mahiyetleri daha iyi meydana çıkar ve böylelikle, bu çeşid olayların Osmanlı devletini kemirmekte
bulunan bir iç hastalığa âid belirtiler olduğu vâzıh şekilde tezahür eder.
Binaenaleyh meraklı bir hikâye gibi herkes tarafından tâkib edilen bu
isyanları, en küçük teferruatına kadar anlatmaktan ziyade, onları sebeb ve
âmillerine ircâ etmekte büyük bir fâide bulunduğu aşikârdır.
600 yılı mütecaviz bir mâzisi olan Osmanlı devletini,
bâzan fırtınaya tutulmuş asırlık ağaçlar gibi kökünden sarsdığını gördüğümüz
bu çeşit bir vak'anın âmilleri arasında hangisinin en esaslısı bulunduğunu,
gelişi güzel bir tedkik, üstün körü bir müşahede ile tâyin etmek kabil
olmadığına nazaran, bunu o devrin bütün hususiyetlerini göz Önünde tutmak
şartiyle, geniş şekilde araştırmak ve hâdise ile onun sebebleri
arasındaki gizli münasebetleri meydana çıkarmak ebetteki zaruridir.
Prof. Dr. Münir Aktepe
Sh:
VII-VIII
1730
isyanının çeşidli âmilleri arasında, Osmanlı devletinin o zamanki İktisadî ve
malî vaziyeti mühim bir yer tutmaktadır. İmparatorluğun daha kuvvetli
devirlerinde dahi tesirini gösteren bu neviden bâzı zorluklar, on yedinci
asırda ve on sekizinci asrın ilk yarısında pek ziyade artmış, muhtelif
harblerin icab ettirdiği masraflar, devlet hâzinesini hemen hemen boşaltmış ve
bilhassa seferlerin muvaffakiyetsizlikle sona ermesi, bu seferler sonunda
devlet hâzinesine ganimet malı girmemesi, büyük bir malî buhran husule
getirmişti diyebiliriz. On yedinci asrın sonunda sık sık vuku’ bulan cülûsların
neticesi olarak verilen cülüs bahşişleri ve saray israfları da buna ilâve
edilince, Osmanlı mâliyesinin ne kadar müşkil bir vaziyette kaldığı tebarüz
eder.
1730
isyanından önceki devirlerden itibaren devam eden bu zorluğa çare bulmak için
paranın ayarı düşürülüyor ve bu yüzden hükümetle, ondan maaş alanlar arasında
zaman zaman ihtilâflar hâsıl oluyordu; sonra bu hoşnutsuzluk tabiatıyla bütün
memlekete suhuletle sirayet ediyordu. Eşya fiyatları yükseliyor, günden güne
paranın kıymeti düşüyordu. Diğer taraftan vergilerin tarh ve tahsili dahi bu
asırlarda tamamen bozulmuş, bir takım yolsuzluklar halkı fakr u zarurete düçar
etmişti. Hazerî zamana âid vergilerden başka, bir de sefer esnasında alınan
vergiler, ahaliye çok ağır bir yük teşkil ediyor; sefere giden askerin geçtiği
yerlerde halka yükletilen masraflar, bu yerler ahalisinin köylerini terk ile
başka köylere ve daha ziyade şehirlere hicret etmelerine sebeb oluyordu. Bu vaziyet, bir zaman sonra o kadar
bâriz bir şekil almıştır ki, hükümet çare olmak üzere, ara sıra vergiler
bakayasının afvı veya bâzı seferi vergilerin ilgası gibi tedbirlere, baş-vurmak; diğer taraftan yerlerini terk ile
şehirlere hicret eden reayanın geriye, köylerine gönderilmesi usulüne müracaat
etmek zaruretini hissetmiş, fakat bu nevi’ tedbirlerden dahi mühim neticeler
elde edilememiştir.
III.
Ahmed’in cülûsiyle neticelenen Edirne vak’asından sonra vaziyet, takriben
yukarıda işaret ettiğimiz şekilde idi ve memlekette harbler, vergiler yüzünden
ıztırab çeken bir reaya tabakası ile bir de esnaf sınıfı vardı. Reaya, asayişin
daha müemmen olduğunu ve iş sahalarının çok daha kolayca elde edilebileceğini
tahmin ettiği büyük şehirlere doğru akın ediyor, bu sebebden, ziraî sahadaki
çalışmalarını, sınaî sahaya ve ticarete intikal ettirmek istiyordu. Lâkin bu
keyfiyet, ziraî sahada elde edilen mahsulâtın azalmasına ve devletin
mahsulâttan aldığı verginin günden güne düşmesine sebeb olduğu gibi; büyük
şehirlerdeki nüfusun gıda bakımından sıkıntı çekmesini ve bu şehirlerde husul e
gelen kalabalığın yarattığı işsizlik yüzünden, zaman zaman anarşiyi dahi mûcib
oluyordu. İstanbul’daki
esnafın bir kısım vergilerden muaf tutulması keyfiyeti de, taşra halkının
yolunu bulup daha ziyade İstanbul’a gelmesine sebeb teşkil etmekte idi.
Tabiî olarak, bir taraftan İstanbul’da yeni esnafın çoğalması, diğer taraftan
yeniçerilerin ticaret ile meşgul olmaları, buradaki ticaret erbabı ve küçük
san’at sahihlerinin şikâyet sebeblerini günden güne çoğaltıyordu. Bunların
memnuniyetsizliklerini mûcib olan sebeblerden ziyade, fevkalâde zamanlarda
yiyecek maddelerine ve bâzı eşyaya konulan vergiler ise, halkın hoşnudsuzluğunu
tamamen artırmakta idi. Hulâsa, şu veya bu şekilde gayr-i memnûnların günden
güne sayısı çoğalıyordu.
Osmanlı
devletinin İktisadî ve malî sahalarda ıslâha muhtaç cihetleri, hükümetin başına
geçenleri yakından alâkadar ediyordu. İcab eden İslahatın bir kısmı III.
Ahmed’in ilk devirlerinde, Çorlulu Ali Paşa’nın sadareti sırasında yapılmak
istenmiş, bir kısmı da Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın zamanına kalmıştı.
Nevşehirli İbrahim Paşa, bu ağır vergi mes’elesine bir hâl çaresi bulmak,
onları tasfiye etmek istemiş ise de, bir taraftan giriştiği İran harbleri,
diğer taraftan kapıldığı sefahat ve onun icab ettirdiği israf, aldığı
tedbirlerin semereli olmasına mâni teşkil etti. Şimdi, 1730 isyanını iyice
kavrayabilmek için, onu tevlid eden malî ve İktisadî vaziyeti, mümkün olduğu
kadar etraflı bir şekilde tedkik edelim.
Sh: 1-3
BİN YEDİYÜZ
OTUZ İSYANININ İKTİSADÎ VE MALİ SEBEBLERİ
Ahmed III.
devrinde reayanın durumu ve malî - mes’eleler. . . 3
Ahmed III.
devrinde esnafın vaziyeti ve İktisadî mes’eleler . 18
BİN YEDİYÜZ
OTUZ İSYANINA İÇTİMAÎ ÂMİLLERİN TESİRİ
İbrahim
Paşa devrinin israf ve sefahati ile bunun halk üzerindeki akisleri 41
Damad
İbrahim Paşa devrinin inşaat faaliyeti 45
İbrahim
Paşa devrinde sefahat âlemleri 60
BİN YEDİYÜZ
OTUZ İSYANINA SİYASÎ ÂMİLLERİN TESİRİ
İran
harblerinden önce devletin umumî durumu 71
İran
harblerinin mukaddematına toplu bir bakış 73
İran
harblerinin 1730 isyanına âmil olan safhası 89
BİN YEDİYÜZ
OTUZ İSYANINDA İKTİDAR MÜCÂDELELERİNİN EHEMMİYETİ
Damad
İbrahim Paşa ve devrinde bulunan başlıca devlet adamları 104
İbrahim
Paşa’ya karşı muhalefet ve Paşa’nın akrabalarını yüksek mevki’lere
getirmesi . .112
İbrahim
Paşa devrinde ilmiye ricâli 118
Hükümet
erkânı arasında husûle gelen anlaşmazlıklar . . . 122
BİN YEDİYÜZ
OTUZ İSYANININ, TERTİB VE CEREYAN TARZI
Patrona
Halil ve hâmileri 131
28 Eylül
1730 Perşembe 133
İsyanın
tenkili için fâidesiz teşebbüsler 135
Üsküdar ve
İstanbul tarafında yapılan toplantılar 138
isyanın
inkişafı ve mahkûmların serbest bırakılması.... 140
Sarayın
zorbalar ile teması ve âsileri yeniden tenkil teşebbüsü. 143
Vezîr-i
âzam İbrahim Paşa ile damadlarının katli ve âsilere teslimi 150
Ahmed
III’in hâl’i ve Mahmud I.’un cülûsu 152
Asilerin
devlet işlerine müdahalesi . . 156
Asilerin
hâkimiyeti kaybetmesi ve şeflerinin katli. 169
Netice. 181
Bibliyografya. 183
İndeks. 193
1730
isyanının bilhassa sebepleri üzerinde yapılan bu araştırma ile Osmanlı
imparatorluğunun, XVIII. asrın ilk yarısındaki İçtimaî, siyasî, malî ve İktisadî
vaziyeti birçok noktalardan aydınlatılmaya ve bu itibarla münferid bir isyan
gibi görünen Patrona ihtilâlinin, derin sebepleri meydana çıkartılmaya
çalışılmıştır.
Osmanlı
devletinin bünyesine dikkat edilecek olursa, henüz daha XVII. asırdan itibaren,
her noktada kendisini temellerinden sarsan bir buhrana doğru gidildiği açıkça
görülür ve bunun bir neticesi olarak da gerek vilâyetlerde, gerek merkezde
hoşnutsuzlukların arttığı, hükümet aleyhine, muhtelif zümrelerin tertip ettiği
ayaklanma ve isyanların çoğaldığı müşahede edilir. Hâlbuki bu devirde garbin
sür’atle inkişaf gösteren kültürel ve İlmî çalışmalarına ayak uydurmamız icab
ediyordu. Bir iki
asır önce, dünyada en muazzam bir imparatorluk olarak şöhret yapan Devlet-i
aliyye, şimdi, Avrupa devletlerinin, bilhassa fikir sahasında kaydettikleri
mütemadi ilerleme sayesinde, onlardan geri duruma düşmüştü. Üstelik biz, daha
önceki fikir ve medeniyet seviyemizi dahi bu asırda muhafaza edemez bir hâle
gelmişdik; diğer taraftan Avrupa devletleriyle siyasî sahada, sık sık
yaptığımız neticesiz temaslar da bizim bu ahvalimizi onlara daha çabuk
hissettirmişti. Eskilerine nazaran, semeresiz diyebileceğimiz seferler, haricî
itibarımızı çok sarstığı gibi, dahilde de huzur ve asâyişi bozuyordu. Netice
olarak, muhtelif sebebler dolayısıyla memlekette zuhur eden türlü dahilî
vakayi, şübhe yok ki, fikir sahasındaki inkişafımıza da büyük engeller teşkil
etmekte idi. Meselâ bu miyanda evleviyet ile gerek merkezde, gerek
imparatorluğun muhtelif vilâyetlerinde vuku’a gelen isyan ve ihtilâlleri
kaydedebiliriz. Hemen her biri ayrı ayrı mahiyette olmakla beraber, neticede
hepsinin devlet ve millete birçok zararları bulunduğunda şüphe edilemez
zannederim. Osmanlı tarihinin isyan ve ihtilâller faslı bir bütün hâlinde
gözden geçirilecek olursa, bunların müşterek sebep ve âmilleri olduğu
anlaşılır. Ancak bu sebebler ve âmiller arasında, her isyanın yalnız kendine
mahsus olan kısımları dahi mevcud bulunduğunu söylemeliyiz.
Bu bakımdan
imkân olduğu kadar kaynaklara dayanmak suretiyle incelemeğe çalıştığımız 1730
isyanında, daha evvelki isyanlara benzeyen taraflar çoktur; yalnız bu isyanda, diğerlerinden
farklı bir cihet var ise, o da 1730 isyanına takaddüm eden
devirde, devlet adamlarının Osmanlı İmparatorluğu içinde kültür ve medeniyet
bakımından, bir teceddüt ve hattâ bir inkılâb yapmak istemeleri; buna mukabil,
muhtelif sebebler ile eskiye bağlı olanların, kuvvetli bir şekilde
muhalefetleriyle karşılaşmış bulunmalarıdır. Maamafih şu da muhakkakdır ki, bu
teceddüt ve inkılâb hareketlerini başarmayı üzerlerine alanların, kendilerini
sefihane bir hayatın zevklerine kaptırmaları, İktisadî zorluklar içinde perişan
bir hâlde bulunan halkın gayz ve kinini mucib olmuştur. Bilhassa İstanbul’da
bulunan: bir zümre, intikam hisleri beslediği şahısları devirmek için çıkan
fırsattan derhâl istifade etmiş ve Osmanlı tarihinde bu ilk teceddüt hareketini
temin edenleri ibtidâî bir şekilde, vahşice ortadan kaldırmış, bu suretle Türk
inkılâb hamlesini de, muvakkat bir zaman için dahi olsa durdurmuştu. Diğer
taraftan zorbaların bu mütecavizane hareketleri, az sonra veçhesini tamamen
değiştirmiş ve muayyen bir sınıfı, bir zümreyi bertaraf etmek, mevcud zihniyeti
yıkmak şöyle dursun, devleti tehlikeye düşürecek bir hâl almıştı. I.
Mahmud’un ve etrafındaki adamların azimli şekilde çalışmaları sonundadır ki,
Devlet-i aliyye bu felâketi, daha fena durumlara düşmeden atlatmış bulunuyordu.
Lâkin İstanbul, 25 Kasım 1730 tarihinde hakikatte nisbi bir sükûna kavuşmuştu.
Her ne kadar âsilerin şefleri katledilmiş; İstanbul’da saklananlar, devamlı bir
tâkib neticesi yakalanmış ve bulundukları yerlerde öldürülmüş taşraya kaçanların tutulması için vilâyetlere
emirler gönderilmiş ise de, 1730 Patrona isyanının, 25 Mart 1731 ve 2 Eylül
1721 tarihlerinde, daha küçük ölçüde, birer nümunesi görülmüştür. İşte bunlar,
bâzı kimselerin bertaraf edilmesiyle, İstanbul’da mevcud bir zihniyetin hemen
ortadan kalkmadığım izah ediyor. I. Mahmud saltanatının ilk yıllarında bir
hayli tehlikeli günler geçirmiş, İstanbul şehri türlü hâdiselere şahid olmuştu.
sh:181-182
Kaynak: Prof. Dr. M. Münir AKTEPE, Patrona İsyanı
(1730), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No. 808, 1958,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar