Yüreğin Sesi
Yoğunlaştırarak söyleyeyim; insanoğlunun yüreği, duygularının ülkesidir.
Alabildiğine geniş bir coğrafyayı kuşatır.
Düşüncelerimin burasında duralıyorum. Acaba doğru mu bu söylediklerim?
Nerede, ne zaman, kimin söylediğini tam olarak anımsayamadığım şu dizelerden
kaynaklanıyor duraksamam:
Yapraklar gibidir insan soyu,
Bir yandan rüzgâr bakarsın onları
döker yere,
Bir yandan bakarsın bahar gelir,
Yenilerini yetiştirir, yeşertir
orman,
Böylece soyların biri göçer, biri
doğar.
Sözgelimi Homeros’un anlattığı insanla Tolstoy’un ya
da Kafka’nın anlattığı bir midir? Cervantes’in anlattığı
insanlarla Dostoyevski’ninkiler birbirine benzer mi?
Her çağ, her coğrafya kendi insanını yaratır çünkü. Eğer bu doğruysa bunlar
arasında ne duygudaşlık ortaklığı kurulabilir, ne de dünyaya bakış, onu
algılayış benzerliği...
Kendi varlığının bilincine varmasıyla birlikte, “Ölüm nedir?” sorusu da
uyanmış insanoğlunun kafasında; üzerinde düşünmeye, ölümü sorgulamaya başlamış
Ölümün, bir tür yok oluş, karanlıklar içinde yitip gidiş, dönüşü olmayan yol
olduğunu sezmiş, anlamış. Böylesine bir anlam yüklemiş ona.
İnsanoğlunun ölümü yenmek, ona direnmek için tek güç varmış elinde: Söz ve
sözcükler. İnsana ışık tutan bir güç, bir sığınakmış.
Tolstoy: “Sözcüklere dökülebilen, onlarla biçimlendirilen gerçek,
insan yaşamını besleyen, varsıllaştırıp güzelleştiren en büyük güçtür.”
Acının Sarkacı
Seneca’nın şu sözü ikide bir gelip tıkılıyordu dilime: “Ölüm
kimi zaman bir ceza, bazen bir armağan ya da iyilik oluyor.”
Oysa böyle düşünmeyenler, ölümü de, işlevini de yadsıyanlar vardır.
Bunlardan biri Montaigne’dir, ne diyordu: “Ölüm size ne sağken
kötülük eder, ne ölüyken: Sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez,
çünkü hayatta değilsiniz.”
Bana öyle geliyor ki ölümün yanına almakta geciktiği en ağır hastalar bile
kopmak istemez yaşamdan; bakmayın, dayanılmaz ağrıların etkisiyle canlarını
alması için Tanrıya yakaranlara. Hiç kimse, ölümün, bilinmeyen, karanlık ülkesine
göçmeyi düşünmez. Yaşamda kalabilme uğruna her şeye katlanmayı göze alır.
Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle
diyor:
“Ölüm bir kurtuluştur, çünkü ölen insanın kimseye ihtiyacı kalmaz. Zavallı
köle zorla kurtulmuş olur zevklerinden, arzularından ve bitmek bilmeyen
hayattan. Kral, vazgeçemediği mülklerinden kurtulur. Etrafına aşk saçan
kadınlar, taparcasına sevdikleri gibi, gönülleri fethetmekten kurtulur.
Zaferden zafere koşanlar, hayatlarını adadıkları zaferden kurtulur.”
Dinler, ölümden sonrasının bir yok oluş olmadığını söyler; tersine sonsuz
bir yaşamın başlangıcı sayar ölümü.
İnsan, nedense, ölümü hiç kendine yakın görmez; ölümle kendisi arasında
varılamayacak uzaklıkların bulunduğunu düşünür. Bir yanılsama da olsa, hayatı
yaşanır kılan bir tutumdur bu. Ancak hiç beklenilmeyen bir anda, bu uzaklık
kapanır, ölümle yüz yüze gelinir.
Eski Yunan’da özellikle kadınlar arasındaki gönül ilişkilerini anlatan
şiirleriyle ünlenmiş Sapho’nun şu dizelerinde dillendirdiği gibi kötü bir
şeydir ölüm:
Bak işte Tanrılar’dan belli
İyi bir şey olsaydı ölüm
Önce Tanrılar ölmez miydi?
Kim ister ölümü? İnsan ne denli yaşlanırsa yaşlansın, bedensel gücünü ne
denli yitirse yitirsin, ölümü istemez yine de. Yaşamdan kopmak istemez. Tıpkı
Dede Korkut’un o çok bilinen “Deli Dumrul” öyküsündeki
gibi.
Deli Dumrul, kuru bir çay üzerine bir köprü kurup, “Benden deli, benden
güçlü bir yiğit yoktur!” diyerek geçenden otuz üç, geçmeyenden döve döve kırk
akça alır. Kendi gücüne öylesine inanmıştır ki Tanrı’nın buyruğunu yerine
getirerek can alan Azrail’e bile meydan okur. Bu meydan okuyuştan Tanrı
hoşlanmaz, Azrail’den Deli Dumrul’un canını almasını ister. Aldığı buyruğu
yerine getirmek isteyen Azrail’in karşısında Deli Dumrul dize gelir, Tanrı’ya
yakarıp canını Azrail’in değil, kendisinin almasını ister.
Cemal Süreya’nın şu dizeleri dilimde dolaşıyor:
Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrım.
Düşselliğin Toprağında
Her ölümün erken ölüm olması, ne denli bir gerçekse ölümün gecikmesi de
öyle. Ölüm gibi, ölümün gecikmesi de yazınsal yaratılarda işlenen temel
izleklerden biri.
“Yaşam bir haktır; ama bir mecburiyet değildir,” sözünün anlamını düşündükçe ürperiyorum. Sanki yaşama karşı bir
isyanı barındırıyor içinde. İnsanoğluna “kendi kendisinin can alıcısı” olma,
kendi yaşamını sonlandırma hakkını isteyen bir düşüncenin ürünü bu.
İnsanın kendi canına kıyma hakkı olabilir mi? Böyle bir hak verilir mi,
verilmez mi? Yanıtlaması güç: Eflatun’dan bu yana sorulagelmiş bir soru. Yasa
koyucular, din adamları, ahlak-bilimciler tartıp düşünmüşler bugüne değin; bir
sonuca bağlayamamışlar; daha da sürüp gidecek bu tartışmalar.
“Yaşam bir haktır, ama mecburiyet değildir” sözü, İsabel Allende’nin bir romanını, Paulası’nı anımsatıyor bana?
Yazarın kızı ölümcül bir hastalığa yakalanmış, bitkisel hayata girmiştir. Bir
gün iyileşeceği umuduyla, annesi, Paula’nın başucunda beklemektedir. Acılı,
hüzünlü, tedirgin bir bekleyiştir bu. Yaşam destek aygıtlarına bağlıdır hasta;
ölüm tensel varlığını çoktan alıp götürmüştür. Ruhu da ölümün ardından gitmek
istemektedir; ne var ki bağlandığı aygıtlar izin vermiyor buna.
Yakınları, ölüme karşı daha fazla direnmenin gereksizliğine inanırlar:
Artık tek yol kalmıştır: Ölüme teslim olmak. Bunun için de Paula’yı bağlandığı
aygıtların tutsaklığından kurtarıp sonsuz özgürlüğüne kavuşturmayı düşünürler;
ama annesi kesinlikle karşıdır buna. Düşlerinde yaşatır Paula’yı; bu düşlerin
sonuncusunda annesine şunları söylüyor Paula:
Beni biraz durduran tek şey buradan yalnız gidiyor olmam, öbür yana senin
elinden tutarak geçmek daha kolay olurdu, ölümün sonsuz yalnızlığı beni
korkutuyor. Bir kez daha bana yardım et anneciğim. Beni kurtarmak için bir dişi
aslan gibi savaştın, ama gerçekler seni yeniyor, artık her şey yararsız, teslim
ol, doktorları, büyücüleri, duaları bir yana bırak, çünkü artık hiçbir şey
sağlığımı bana geri veremeyecek, hiçbir mucize olmayacak, kimse yazgının yolunu
değiştiremez, zâten bunu yapmak da istemiyorum, ben süremi artık tamamladım ve
veda etme zamanı geldi. bunu senin dışında ailede herkes anlıyor.
Senden ölmeme yardım etmeni beklemiyorum, bunu senden kimse isteyemez,
yalnızca beni daha fazla tutmamanı istiyorum.
İsa’dan çok önce yaşamış, Anadolulu bir Yunan filozofunun güzel bir sözü
var. Diyor ki ‘Bir milletin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha
güçlüdür.’
Ağıta Dönüşen
Homeros, insanoğlunu acı çeken ya da çektiren bir varlık olarak
algılamıştır, dedim. Bunun için de acıların yakıcı yelini, insanın yüreğinden
hiç eksik etmez.
Şu sorular yanıp sönüyor kafamda: Ölüm acısından daha büyük acı
yok mudur? Bir ölüm müdür insanoğluna acı çektiren?
Cevabı kolayca verilecek sorular değil bunlar. Elbette bir ölüm değildir
insana acı veren. Şu yeryüzünde ne çok acı kaynağı var...Savaşlar, ezimler,
ezinçler, öldürümler, açlıklar, kıtlıklar, ayrılıklar, ihanetler... Saymakla
biter mi? Bir değil, bin bir türü var acının.
Gerçi bir halk türküsüne bakılırsa: “Ölüm ile ayrılığı
tartmışlar/Elli dirhem ağır gelmiş ayrılık.” Bunu destekleyen bir
başka halk türküsünde de, “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı,” denmiyor
mu?
İnsanoğlu, acı çeken bir varlıktır, dedim. Aynı zamanda acıya yatkındır da.
Yüreği, hangi acıyla dağlanırsa dağlansın, hangi acının gömleğini giyerse
giysin bir süre sonra alışır ona. Sırtındaki acının gömleği eskimeye, içindeki
ateşi küllenmeye başlar. Albert Camus’nün dediği gibi “insanoğlunun
alışamayacağı hiçbir acı yoktur”. Onun dayanma, acı çekme gücüne
sınır çizilemez. Albert Camus’nün bu gözlemini, bizim halk türkülerimizden biri
nasıl da doğruluyor: “Taş olsaydım erirdim/İnsan idim dayandım.”
Acının Yoğun Sessizliği
Hayatın “yürüyen bir gölge” olduğunu “hayat” yok olunca,
gölgenin de onunla birlikte gözden yiteceğini ilk gençlik yıllarımda Macbeth’te
okumuştum. Yok olan “hayat”, gölgesini kim bilir hangi sarp kayaların
doruğunda, göğün kaçıncı katında bırakıyor da kimsenin bir şeyden haberi
olmuyor! Ölümün kendisi bir gölge! Gölge değilse de gölgesini saklamasını
biliyor.
Nedir hayat? Geçip giden bir gölge mi? Neler biliyoruz hakkında hayatın?
Belli ki anlamını bilmeden yaşıyoruz; böyle olmasaydı yitip giden bir hayat,
hiç iki sözcüklü bir tümceye sığdırılabilir miydi?
Peki, ya ölüm? Anlatıcı, ölümü hayattan ayrı düşünemiyor; çünkü hayat yok
olunca ölüm de yok oluyor; öyleyse hayatın içinde, yüreğindedir ölüm.
İçimizdeki Çekirdek
Rilke’nin dediği gibi, “Hepimiz ölümü kendimizde taşırız,
meyvenin çekirdeğini taşıması gibi.”
Ölümün kaçınılmaz evrensel bir gerçek olduğu vargısını anlatan halk
bilgeliğinin ürünü nice sözler, tekerlemeler vardır. Bir Afrika tekerlemesinde
hiçbir örtmeceye başvurulmadan ne deniyor ölüm için: İnsan gezer gezer, ama
sonunda evine döner; insan yaşar yaşar, ama sonunda toprağa döner.
Montaigne de aynı şeyi söylüyor:“Dünyayı size bırakıp gidenler gibi,
siz de başkalarına bırakıp gidin. Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır.
Herkesin bağlı olduğu şartlara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra ne
kadar yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz:
Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz mezarın içinde
yine o kadar zaman kalacaktınız.”
Ölümü, şöyle tanımlıyor Saramago: “Ölüm, nesilden nesle
aktarılan, bitmeyen bir miras gibi yaşanan, tekdüze bir süreçtir.” Bu
süreci, “yaşadığımız gerçekler dünyasının tüm dertlerinden kurtulma,
kesintisiz bir huzura kavuşma” diye tanımlayanlar da olmuştur.
Bunu şöyle dile getirir bir ozanımız: “Birçok gidenin her biri memnun ki
yerinden/Birçok seneler geçti dönen yok seferinden...”
Yaşamla ölümü birbirinden ayrı düşünmeyenlere göre ölümü sorgulamak, yaşamı
da sorgulamaktır. Çünkü asıl olan, ölümdür, yaşamsa bir düştür yalnızca. Böyle
düşünenlerden, ölümle yaşamı birbiriyle bağıntısal bütünselliği içinde
algılayanlardan birinin Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’nda söylediği
gibi.
Pessoa, yastıktan başını kaldırmaya çalışıyor, gücü yetmiyor buna. Sonra
hüzünlü, solgun bir sesle şöyle yanıtlıyor Mora’nın isteğini: “Sevgili
Antonio Mora, benim için artık gitme zamanı geldi, şu yaşam diye
adlandırdığımız imgeler tiyatrosunu terk etme zamanı geldi. Neler gördüm, neler
yaşadım bugüne değin? Ruhumun gözlüğüyle gördüğüm şeyleri bir bilseniz.”
Duruyor, derinden bir iç çekiyor Pessoa. Ellerini çarşaf’ın üstüne koyuyor,
zorlanarak şöyle sürdürüyor konuşmasını:
“İmgelemin, şehvetin ve korkunun yıldızlar arası boşluklarını aştım; kadın,
ihtiyar, küçük kız oldum, Batı başkentlerinin geniş caddelerinde kalabalıklar
oldum, sessizliğine ve bilgeliğine imrendiğim Doğu’nun dingin Buda’sı oldum,
kendim ve başkaları, olabileceğim herkes oldum, onurlar ve onursuzluklar, coşkular
ve yılgınlıklar yaşadım, erişilmez nehirler ve dağlar geçtim, huzur dolu
sürüleri seyrettim ve başıma güneş ve yağmur geçti, kızışmış dişi oldum,
sokakta oynayan kedi oldum, güneş ve ay oldum, çünkü yaşam yeterli değildi.
Artık yeter, sevgili Antonio Mora, benim yaşamım bin yaşam demekti, yorgunum
şimdi, mum eridi artık...”
Bunları düşünürken Afşar Timuçin’in “Bilgelerin Ölüm Türküsü”
adlı şiirinden şu dizeler gelip takılıyor dilime:
Sakın ölüme geç kalmayın
Kızmayın çanları erken çalana
Ölü evlerinde toplanmayın,
Hele yaşadıysanız hiç korkmayın,
Ölüm el süremez yaşayana.
İçimden, “evreni bir kitaplık olarak algılayan, gerçeği kitaplarda
arayan Borges, ölüm ve yaşam üzerine ne der, ne düşünürdü? Günümüz insanın
yüreğindeki çölleşmeyi kim bilir, nasıl açıklardı?” türünden sorular
gelip geçiyor.
Şaşırtıcı bir şey oluyor, bir kıpırdanma başlıyor fotoğrafta, sanki
canlanıyor fotoğraf. Bakıyorum, önce kravatını gevşetiyor Borges, daha rahat
yerleşiyor koltuğuna, bakışlarını bana çeviriyor, sonra başlıyor konuşmaya:
“Yaşamımın sonuna doğru körlük beni doğadan büyük ölçüde kopardı. Gri bir
sisin içinde yaşadım, körlüğün tek kişilik hücresi de diyebilirsin buna. Bu
hücrede düşler kurdum, kimi yapıtlarımı bu hücrede yarattım. O sıralarda şu
düşlemsel soru sık sık gelip tıkılıyordu dilime: ‘Sana yaşamaya yeniden başlama
olanağı verseler nasıl bir yaşam sürdürürdün?’
Doğrusu, çok düşündüm bu soruyu. Sonunda, Andre Gide’in Dünya Nimetleri’nde
söylediği gibi mutluluğun “anlar”da olduğu gerçeğine vardım. Bu gerçeği duyumsatan
“Anlar” adlı düzyazısal bir şiir yazdım. Senin o duygusal körleşmeye uğramış
dediğin kişilerin elbette haberleri yoktur bu şiirden; nasıl olsun ki, onlar,
kendilerini hırsların hücresine tıkmış “canlı cesetler”dir. Bildiğini
biliyorum; ama olsun, o şiiri bir de benden dinle.
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az işi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim...
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu, hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardan olurdum,
Yeniden başlayabilseydim eğer,
Yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zâten,
Anlar, sâdece anlar, siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanına termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardanım ben.
Yeniden başlasaydım eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım
Ve sonbahar bitene değin yürürdüm çıplak ayaklarla
Bilinmeyen yollar keşfeder,
Güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım
Bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85’imdeyim ve biliyorum,ÖLÜYORUM
Konuşma bitiyor, Jorge Luis Borges’in fotoğrafı eski görünümünü alıyor; ama
sesinin tınısı kulaklarımdan gitmiyor bir süre. Şiirde söylenenleri, kendi yaşam
serüvenim açısından düşünüyorum. “Yaşamın anlardan oluştuğunu,
anların hakkını vermek gerektiğini,” ben de anlamamıştım
zamanında.
Nâzım Hikmet’in şiir kitaplarını koyduğum raftan indiriyor, tek tek
bakıyorum. Sonunda “Yaşamaya Dair” adlı şiirini buluyor,
Borges’in dediklerini de düşünerek başlıyorum bu uzun şiirin ilk iki bölümünü
okumaya:
Yâni öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, meselâ,
zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak, yâni ağır bastığından.
Sevginin Gökkuşağı
Bedenin
Çağrısı
Ne diyordu Dağlarca: İnsan nasıl ölebilir / Yaşamak bu kadar güzelken...
Oysa ölüyordu işte; yaşamın ışığı er ya da geç sönüyor,
kavranılamayanın bir karanlığın içinde yitip gidiyordu.
İnsanoğlu, ölüm gibi sevginin de üzerinde de çok durmuş, çok düşünmüştür.
Ölümü anlamak, anlatmak için nasıl sözcüklere sığınmışsa sevgi için de öyle
olmuştur.
Erich Fromm, Sevme Sanatı adlı yapıtında insanlarda cinsel isteği uyandıran
etkenleri açıklarken şunları söylüyor:
Cinsel isteğin amacı birleşmedir. Bu hiçbir zaman fiziksel bir açlığın, acı
veren bir gerginliğin giderilmesi değildir. Ama cinsel istek sevgiden doğacağı
gibi yalnızlığın verdiği huzursuzluktan, fethetmek ya da hükmedilmek
isteğinden, kendine boşu boşuna güvenmekten, incitme, giderek yok etme
isteğinden de doğabilir. Cinsel istek, kafalarında hep sevgi fikriyle
birleştiği için insanların çoğu, fiziksel olarak çekici bulduklarında
birbirlerini sevdikleri sonucunu kolayca çıkarabiliyorlar. Fiziksel birleşme
isteği sevgiden doğmamışsa, hiçbir zaman vahşi bir birleşme olmaktan öteye
geçmez.
Erich Fromm’un söyledikleri inandırıcı geliyor bana. Cinsel isteği sevgi ya
da aşkla özdeşleştiremeyiz; oysa yapıyoruz bunu. Aşk ve sevgi kavramlarının
gölgeli oluşu da bir ölçüde buradan geliyor, karşı cinse duyulan tensel tutkuyu
bu doğrultuda anlamlandırıp algılayışımızdan. Cinsel istek, sevgi yaratmaz, ama
sevgi, cinsel isteği doğurabilir.
Sevgi süreklilik gösteren düşünsel dokulu yaratıcı bir duygudur. Oysa
kösnüllük duygusu anlıktır, birleşme amaçlıdır, tensel doyumla birlikte ömrü
sona erer, aşktaysa adanmışlık, süreklilik söz konusudur. Söylediklerimi Alain
de Button’un şu sözleriyle pekiştireyim: düşünceye seksten daha az zıt şey bulunur.
Gövdenin ürünüdür seks, düşünceyi dışlar, Diyonizyak’tır, anlıktır, aklın
bağlarından bir kaçıştır, fiziksel arzunun bir haz dolu çözülüşüdür...
Aşkın
Halleri
Nasıl bir insan halidir aşk? Çağların akışı içinde sorula gelmiş, nice
kitaplara konu olmuş bir sorudur bu. Kimilerine göre bir insanın (kadın veya
erkek) kendi ben’inin sınırları dışına çıkması, bir başka ben’le bütünleşme
halidir. Daha doğrusu “ben içinde ben” olma veya “tekillikten ikiliğe”
geçiş durumudur.
Kimileri için de aşk, bir tür tensel ve tinsel sayrılıktır; büyülenme
durumu, gerçekler dünyasından kopuş, yeni bir kişiliğe bürünüştür.
Bir değil, bin bir tanımı yapılmıştır aşkın; daha da yapılabilir.
Peki, aşkla ilgili tanımlar arasında hiç mi benzerlik yoktur?
Olmaz olur mu, vardır elbette. Kimi yönleriyle örtüşüp kesişirler.
Sözgelimi aşk bir değişime uğrama durumudur.
Âşık olan, aşka tutulmuş kişinin yaşamında yepyeni bir dönem başlamıştır.
Yeni bir kişiliğin gömleğini giymiştir o.
Kimi duygular vardır ki dışarıya yansıtmak istemiyorsak onları
baskılayabiliriz. Diyelim acılar içindeyizdir, içimiz kan ağlıyor; ama bunu
çevremizdekilerin bilmesini, öğrenmesini istemiyoruz. O zaman bir başka yüz
takınırız. Türkçenin o güzel deyimiyle kan kusarız; ancak soranlara kızılcık
şerbeti içtim, deriz.
Aşk için de böyle midir bu? Onu da baskılayıp gizleyebilir miyiz?
Aşkın karşı konulmazlığını düşünürken Engels’in, belleğimin
derinliklerinden süzülüp gelen şu sözü takılıyor dilime: Bütün kişisel acıların
en soylusu ve en derini olan aşk acısından daha çok hangi acının doğa
karşısında açıkça söylenmeye hakkı vardır? Öyle ya, kişi aşkı için neleri göze
almaz, nelere katlanmaz ki? Sonra aşkı yüreğe hapsetmek onun doğasıyla
bağdaşmaz. Halk bilgeliğinin ürünü olan şu söz, bu gerçeği nasıl somut bir
biçimde yansıtıyor: Çölde deve, dağda duman, kalpte aşk saklanamaz.
Aşkın direngen bir yanı da vardır. İnsan yüreğinin derinliklerine bir kez
mührünü vurmuşsa hiçbir el, kolay kolay silemez onu. Zamanın sağaltamadığı aşk
yarası, dindiremediği aşk acısı yoktur, denmiştir. Belki yüzeysel aşklar için
geçerli bir yargıdır bu. Zamana meydan okuyan, ona karşı direnen aşklar da
vardır.
Peki, âşık olmak mutlaka acı çekmeyi mi gerektirir? Evet diyordu Stendhal:
“Aşk, acı çekmeyle başlar.” Sevilene ulaşamama, onu yitirme
korkusu, terk edilme ya da sevginin karşılıksız kalışı, düşlerle gerçeklerin
birbiriyle örtüşmemesi gibi olasılıklar acının uçurumuna iter âşığı, acı
çektirir ona.
Aşkın “acı çekmeyle başladığı yaklaşımı”na karşı çıkanlar da
var. Onlara göre, acı çekenler, aklının değil, gönlünün sesini dinleyenlerdir.
Romantik yaradılışlı, acı çekmekten haz duyan mazoşist tiplerdir.
Aklı başında bir âşık düşünülebilir mi? Düşünülemez gibi geliyor bana.
Çünkü âşık olmak, aklın buyruğundan çıkıp duyguların buyruğuna girmek değil
midir?
Ölümde
Buluşma
Aşkla ölüm arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Kimi yazınsal yaratılarda
aşk ve ölüm, birbirine karşıt iki uç gibi algılanmıştır. Aşk, nasıl insanın
varoluşsal bir gerçeğiyse ölüm de yok oluş gerçeğidir. Bunu için aşka, insanı
yok oluşun karanlığından kurtaracak bir işlev yüklemişlerdir. Aşkın, ölümden
daha güçlü olduğunu düşünmüş, insanın ancak aşkın koruyucu kanatları altında
ölüme meydan okuyup karşı koyabileceğine inanmışlardır.
Ölümün
Silemediği
Acılar dağına ulaşan veya onu aşanların yüreğine sevginin resmini çizer
aşk; bu resmi ne zaman silebilir ne de ölüm.
Stendhal’ın ünlü tanımıyla sevmek: ...Sevdiğimiz ve bizi seven bir nesneyi
olabildiğince yakından görmekten, dokunmaktan ve bütün duyularla hissetmekten
duyulan hazdır. Bu hazzı, ruhumuzun derinliklerinde duyumsamadır.
Sevgi, yüreğin derinliklerine inmiş, oralarda iz bırakmışsa ne ölüm
silebiliyor onu, ne de zaman. Ölümden önce sevgiyle beslenenler, ölümün
karanlık ülkesine ışıklar içinde ruhlarını ellerinde taşıyarak gideceklerdir.
Bunlar güzel, erdemli ölülerdir.
Ne diyordu Anais Nin:
Sevgi, her şeyi Altın’a çevirebilen tek dönüştürücü ve simyacıdır. Ölüme,
yaşlanmaya ve sıradan bir yaşama karşı sâhip olduğumuz tek sihir sevgidir.
Peki, Anais Nin’in söyledikleri günümüz için de geçerli midir?
Hayır. Önce de söyledim, bütün değerlerin maddeci bir yaklaşımla
algılandığı, duyguların dondurulduğu sığ bir yaşamın içinde sürüklenip
gidiyoruz. Böylesi bir yaşamda sevgilerle beslenen, uzun ömürlü aşklara,
dostluklara yer yok. Bunların yerini günübirlik yaşanan kirli aşklar, çıkara
dayalı, gelgeç dostluklar almış.
Böyle mi sürüp gidecek bu? Aşk, sevgi, dostluk... duygular gömütlüğünün
malı mı olacak? Sanmıyorum. Şimdi yaşananlar bir sapma, bir duraklama döneminin
sonucudur. Kuşkusuz aşılacaktır bu dönem. İnsanoğlu, içine düştüğü bu kurutucu,
mekanik yaşamın sınırları dışına çıkma gereksinimini duyacaktır bir gün. Bunun
için de yitirdiği değerlerin ardına düşecektir; onları diriltmeye, yaşamına
ağdırmaya çalışacaktır. Çünkü aşkın, sevginin dostluğun ölümü, gerçekte insanın
da ölümü demektir; oysa insan ölümsüzdür.
Bilinen bir gerçektir, ozanlar, yazarlar aşkın, sevginin, dostluğun
kendisinden çok, bunları yansıtan söz değerlerini severler. Onların içinde
yaşar ve yaşatırlar aşkları. Bunun için de her dönemde sevginin sıcak sesiyle
yoğrulmuş şiirler, romanlar, öyküler yazılmıştır. Bu, dün de böyle olmuştur,
bugün de böyle olacaktır, yarın da.
İnsanoğlunun iç dünyası da, dış dünyası da sözcüklerin imbiğinden geçince
güzellik kazanıyor. Güzellik, duygularımızda değil, onların dile getiriliş
biçimindedir. Ne diyordu Pessoa?
Kırlar, kelimelere döküldüğünde barındırdığı yeşilliklerden daha yeşil hale
gelir. Çiçekleri, hayal gücünün uzamında resmederek anlattığımızda hücresel
yaşamda asla olamayacak kadar uzun ömürlü renklere bürünürler.
Aşk için de böyledir bu...
Tutkular
Kavşağı
İnsan
Yansımaları
Her yazınsal yaratı, insan yüreğine, insan benliğine yapılan bir yolculuğu
içerir. Bunu, dünden bugüne yaşarlığını koruyan, sürdüren büyük yapıtları düşünerek
söylüyorum. İlyada’dan Savaş ve Barış’a; Don Kişot’tan Suç ve Ceza’ya değin
anıt yapıtların hemen hepsi, insan odaklı değil midir? Bunlarda insanın
düşleri, düşlemleri, özlemleri, korkuları, kaygıları, tutkuları anlatılmaz mı?
Ölümün karanlığından korkan insan nasıl yenmiştir korkusunu? Sevginin
aydınlığına sığınarak.
Goethe’nin, İnsan kendini yalnızca insanda tanır;
sözünü anımsıyor, açımlamaya çalışıyoruz. “Romanlar, öyküler,
şiirler, masallar, oyunlar, kısaca tüm yazınsal yaratılar, insanı anlatır bir
yerde; bunların anlattığı kişiler bizden, gerçek yaşam kişilerinden daha
gerçektir. İnsanın insanı anlaması, tanıması da bunlar aracılığıyla olur,” türünden
düşünceleri arasında dolaşıyor, Ataç’ın şu sözlerine ulaşıyoruz.
Bir kimseyi görüp de okuduğunuz romanlardan, gördüğünüz oyunlardan birinin
bir kişisini hatırlarsanız, “Ah! Bu bir Anna Karenina! Bu bir Julien
Sorel! Bu bir Tartuffe!” derseniz, başkalarını içlerinden
anlıyorsunuz, onları kendi içinizde, hayalinizde gerçekleştiriyorsunuz
demektir.
İnsan, damıtık su değildir; onun doğasında iyiyle kötünün, güzelle çirkinin
tohumları iç içedir. Nasıl yeşerir bu tohumlar? Hangisi ağır basar insan
yaradılışında? Bunu, önceden kestirmenin güç olduğu vargısına ulaşıyoruz.
Öyküde de söylendiği gibi insanoğlunun gerçek yüzünü, kişilik özelliklerini
ortaya çıkaracak olan yaşama sınavıdır, bu sınavdan geçiştir.
İlkelleşme
Hiçbir insan tıpatıp birbirine benzemez; çünkü içinden geçtikleri yaşama
sınavının koşulları farklıdır. Atalar sözünde de dendiği gibi, “İnsan çeşit
çeşit, yer damar damar.”
Toplumbilimciler, insanlar arasındaki ayrışmayı belirleyen temel etkenin,
doğal ve toplumsal çevre olduğunu söylerler. Kuşkusuz, bir genellemedir bu;
aynı ortamın ürünü olan kişilerin, duygu dünyalarının da aynı olacağı anlamına
gelmez. Doğal ve toplumsal ortam bir yana, aynı aile ortamında yetişmiş
kişilerin bile duygu haritalarının farklı ölçekli olduğunu unutmamak gerekir.
Adına ister “hırs” diyelim, ister “tutku” bu ruhsal durum, kişinin bir
istekte bütün varlığıyla yoğunlaşması, dünyaya onun penceresinden bakmasıdır.
Hiç kimsenin önemsemediği, zavallı biridir Herostratus, kendini yüze
çıkarmak, adını dillerde dolaştırmak ister. Bunun da yolu, bir şeyler yapmak,
bir şeyler yaratmaktır. Ne ki çağdaşları gibi ne mermere hükmedebilir o, ne
sese, ne söze. Bunun için de bir saplantıya dönüşen ünlenmek, ölümsüzleşmek
isteğini susturamaz. Sonunda şöyle bir düşünceye ulaşır: “İnsan, yaparak,
yaratarak nasıl ölümsüzleşiyorsa bunun karşıtını yaparak, yapılmış, yaratılmış
olanı yok ederek de ölümsüzleşebilir.”
Günlerce bu düşünceyi kurar, kurgular; sonunda karar verir: Dünyanın yedi
büyük harikasından biri sayılan, Tanrıça Artemis adına yapılmış ünlü tapınağı
yakacak, böylece ünlenecek, ölümsüzleşecektir.
Düşündüğünü gerçekleştirir; bir gece yakar tapınağı. “Ben
yaptım, ben yaktım tapınağı!” diye korkusuzca herkese anlatır.
Adını kalıcı kılmış, ölümsüzleşmiş midir Herostratus? Bugün, iki bin beş
yüz yıl sonra, belleğimdeki adlar arasında bulunması bunu göstermiyor mu?
Bu tutku üzerine çok şeyler söylenmiştir bugüne değin. Sezar’a mal edilen
şu söz, ne güzel betimler bunu: “Roma’da ikinci olacağına köyde birinci
ol!” Çünkü ikinciler, her zaman birincilerin buyruğundadır.
Birinciler, efendi, ikincilerse köleleridir onların. Bunun içindir ki üstünlük
kurma, kendini konumların doruğuna yerleştirme yönelimi, iktidar tutkusu diye
de nitelendirmişlerdir.
Bacon, bir denemesinde bu yönelimden, iktidar tutkusundan söz ederken şöyle
diyor: Yükselme tutkusu, insan gövdesinin algılarından biri olan safraya
benzer, yolu tıkanmadıkça insanı canlı, diri, çok ateşli, atılgan kılar. Ama
yolu tıkanır da akmazsa, yakıcı, kötü bir ağrıya dönüşür. Yükselme tutkusuyla
dolu kimseler de, önleri açık olur, boyuna ilerleyebilirlerse tehlikeli
olmaktan çok becerikli olurlar. Ama isteklerine engel çıktığı zaman, gizli
gizli içerler, insanları, olayları kötü gözle görmeye başlarlar.
İktidar tutkusu, insanın doğasında mı gizlidir? Yoksa onu ortaya çıkaran
insanın evcilleşmemiş ilkel, vahşi yönü müdür? Tersinden de sorulabilecek, iki
ucu açık, bulanık bir sorudur bu; yine de birçok yazınsal yaratının kurgusal
dokusunda yer almıştır. Bunlardan birinin adı geliyor aklıma: William
Golding’in tartışmalara konu olmuş yapıtı: Sineklerin Tanrısı.
Çoklarının çocuk romanı diye önemsemediği bu kitap beni çok düşündürmüştür.
Okurken sayfa kıyılarına notlar düşmüşüm. Bir yerde, “vahşetin ve zorbalığın
simgesel anlatımı,” demiştim. Başka bir yerde, “İnsan ruhunun
kovuklarında gizli şiddet yöneliminin eyleme dönüşmesi” saptamasını
yapmıştım. Kimi yerlerde de sorular sormuşum:
“İnsanın yüreğinde iyilikle kötülük ayrı katmanlarda mı yaşıyor?”,
“Liderlik ya da iktidar tutkusu, kötülüğü tetikleyen bir güç müdür?”,
“Uygarlığın, insan doğasına vurduğu cila solunca, insan vahşileşip ilkelleşiyor
mu?”
Joseph Conrad’ın yarattığı Kurtz’un şu sözü takılmıştı kafama: “İnsan
yaşamda kalabilmek için her şeyi yapar, her şeye katlanır. Yaşama tutkusu,
tutkuların en güçlüsüdür.”
Doğru mu bu söz? Düşündükçe doğru olduğu kanısına vardım. Yaşamda kalabilme
uğruna nelere direnmez, nelere katlanmayız ki...Yaşamın kendisi de bir tür
direniş değil midir?
Derinlerdeki
Cehennem
Ecevit’in bu dizeleri Hürrem Sultan’ın şu sözlerini düşündürüyor bana:
“...Güzelliğim değil ama, bedenim çok kirlendi; bu kir, insanlara karşı kine
dönüştü, kin dağları oluştu yüreğimde.”
Kuşkusuz eğretilemeli bir söz, “kin dağları”; ürkütücü çağrışımlarla yüklü.
Yırtıcılığı, acımasızlığı, kıyıcılığı içinde taşıyor; kan dökücülüğü,
işkenceyi, acı çektirmeyi de. Hemen söyleyeyim ki, bu çağrışımsal katmanlar,
kin beslenilen nesneye yönelik olandır. Bir de özneye dönük yanları da vardır:
Acı çekme, tedirginlik gibi. Nietsche’nin bir sözünü anayım burada: “Dünyada
hiçbir şey, insanı kin besleme duygusu kadar yıpratmaz.”
Peki, nereden gelir kin besleme duygusunun yıpratıcılığı? Bir değil, birçok
nedene bağlanabilir. Bir kez kin besleme duygusunun odağında öç alma tutkusu
vardır. Bu tutkunun ağırlığı, kuşatımı altında ezilir kişi. Kendisine ya da
yakınlarına yapılan haksızlığın, çektirilen acıların içinde soluk alıp verir.
Psikiyatrların da dediği gibi öç alma tutkusunun güdümüne giren kişinin
algılayış düzeneği bozulmuştur artık. Öyle ki bu duygu, öç alma tutkusu,
yaşamanın anlamıyla özdeşleşmiş gibidir.
Öç alma tutkusunun yüreklerde yarattığı cehennem, çağlar boyunca nice
masallara, söylencelere konu olmuştur; oyunlar, romanlar, öyküler yazılmıştır
üzerine. Bunlardan birini, Sophokles’in Elektra’sında anlatılanları
düşünüyorum. Öğrencilik yıllarımda nasıl da etkilenmiştim öyküsünden. Kızını
tanrılara acımasızca kurban eden Argos kralı Agamemnon’la karısı arasındaki
çatışmalar, karısının öç almak için onu aldatması, sonra da sevgilisiyle bir
olup Agamemnon’u öldürmesi derin izler bırakmış belleğimde.
Bacon, bu sayrılıklı yön üzerinde düşündüğü “Öç Üstüne” adlı denemesinin
girişinde şöyle diyor:
İnsan yaradılışı öç almaya çok yatkın olmakla birlikte, yasaların kökten
söküp atmaları gereken vahşi bir adalettir öç; ilk işlenen haksızlık, yasalara
bir karşı gelmedir; ama bu haksızlığın öcünü almaya kalkışmak da yasayı hiçe
saymaktır.
Bacon’ın bu tanımı ilk ağızda doğru gibi gözüküyor; ancak toplumsal düzenin
yasalarıyla insan yüreğinin yasaları birbirinden çok farklıdır. Yasaların izin
vermediği, onaylamadığı bir eyleme, öç duygusu, yüreğe egemen olmuş, onu
güdümüne almışsa daha doğrusu bir iç sese dönüşmüşse o ses izin verir, yasalar
ne derse desin aldırmaz, uğradığı haksızlığın öcünü ne pahasına olursa olsun
kendi almaya kalkar. Kimi duyguların başlangıç noktası bilinir; ama nerede,
nasıl biteceği kestirilemez. Öç alma duygusu da bunlardan, son durağı ya da
bitim çizgisi olmayan duygulardan biridir. Doğurgan bir dokusu vardır. Bu
yüzden öç alıcı, nerede duracağını kestiremez; öç alacağı kişiye hangi acıyı
çektirirse çektirsin, hangi işkenceyi yaparsa yapsın bunlar yeterli görünmez
ona. Belki de bu nedenle onu doyuma ulaştıracak yeni yollar aramaya yönelir, bu
yönelişle acı çektirmeye, işkenceye yeni boyutlar kazandırır.
İnsan, kendi canını yakan, ya da yakınlarına zarar vermiş başka varlıklara
karşı da kin besler mi? Sözgelimi bir atı, bir köpeği, bir kediyi öç alma
nesnesi olarak görebilir mi? Görüyor. Görüyor derken, belleğimin
derinliklerinde iz bırakmış bir olay canlanıyor gözümde. O acıklı olayı yeniden
yaşar gibi oluyorum.
İlkokulun dört ya da beşinci sınıfındaydım. Okulda sıra, mahallede en iyi
arkadaşım Durmuş’la at otlatmaya gitmiştik. Atları dere kıyısındaki otlu alana
bırakmıştık; onlar otlarken biz de önce dokuz taş oynadık. Bademlerden çağla
toplayıp yedik. Sonra otların üzerine sırtüstü uzanıp düşlere daldık.
Çocuklukla yaşlılık arasındaki en büyük ayrım nedir diye bugün bana
sorsalar, hiç duraksamadan “zaman”dır derim. Çocuklukta gün uzar, neredeyse yıl
olur. Zaman geçmek bilmez bir türlü. Ya yaşlılıkta? Göz açıp kapamadan gün
akşam olur.
Neyse o güne döneyim. Atları bağladığımız yerden çözüp köye dönecektik.
Önce Durmuş’ların atının yanına vardık. Atın kuyruğunu tutup parmaklarıyla
taramak istedi Durmuş. Nasıl oldu bilmiyorum, at huysuzlandı, şiddetli bir
çifte savurdu. Çifte, tam Durmuş’un alnının ortasına gelmişti. Yere yıkıldı,
yüzünden aşağı oluk oluk kan akıyordu. Şaşırmış, deliye dönmüştüm. Var gücümle
bağırıyordum: “Yetişin, Durmuş’u at tepti, ölüyor yetişin!..”
Musa Dayı’yla oğlu bağrışlarımı duymuşlar, koştu geldiler. Hemen mintanını
yırtıp sargı yaptılar Durmuş’un yarasına; ama kan dinmiyordu; yüzü gözü kan
içinde kalmıştı. Köye vardığımızda Durmuş kendinde değildi. O günlerde
götürülebilecek ne doktor vardı, ne sağlık ocağı. Kasabaya ise at yürüyüşüyle
on saat çekiyordu. Köylüler, “Sabahı bekleyelim,” dediler.
Dediler, ama sabaha çıkmadı benim arkadaşım. Herkesi yasa boğdu. Anasının
babasının hali anlatılacak gibi değildi.
Niyazi Amca, “oğlumu öldüren o uğursuzun bu evde yeri olamaz,” demiş,
atı kayın biraderine vermişti. O günden sonra da kendi içine gömülmüş,
kimselerle konuşmaz olmuştu.
Bir gün gümbür gümbür bir haber yayıldı köye. Niyazi Amca atını kayın
biraderinden geri almış, eve sokmuyor bahçede dut ağacına bağlı tutuyormuş. Atı
cezalandırıp oğlunun öcünü alacakmış.
“Olacak iş miydi bu?” At, bilerek, isteyerek mi yapmıştı? Bir hayvanı
cezalandırmak nerede görülmüş? Ne ki söylenenlerin hiçbirine aldırmadı; kimseyi
de yanına yanaştırmadı Niyazi Amca.
Bir hafta boyunca ne su vermiş ata, ne yem. At kişniyor, açlığını,
susuzluğunu dile getirdikçe de başlıyormuş kamçılamaya.
Çocukluk yıllarımda bu olayın anlamını kavrayamamıştım. Yıllar sonra Herman
Melville’in Moby Dick’ini okuyunca romanın baş kişisi Kaptan Ahab’ın dramıyla
Niyazi Amca’nınki arasında uzaktan da olsa anıştırma düzeyinde bir yakınlık
kurmuştum.
Moby Dick’i okurken öç alma tutkusunun, bir insanı nasıl yeniden
yarattığına tanık olmuştum. Takma bacaklı Ahab, o eski Ahab değildir artık. Öç
alma tutkusundan başka hiçbir duyguya yer yoktur yüreğinde. Tek amacı vardır,
bacağını koparan o şeytanı, o uğursuz balinayı bulmak, öldürmektir. Bunun
dışında hiçbir şey düşünmez.
Beyaz Balina saplantısı, ona duyduğu derin hınç, çılgınlaştırmıştır Ahab’ı.
Sık sık delilik nöbetleri geçirir. Beyaz Balina, tüm kötülüklerin ete kemiğe
bürünmüş biçimidir; yaşam denizinde yüzen korkunç bir iblistir.
Öç alma tutkusu, Ahab’ı ayakta tutan, yaşama bağlayan bir güçtür, dedim.
Peki, öcünü alıyor mu Ahab? Beyaz Balina’yı yakalayıp öldürme savaşı nasıl
sonuçlanıyor? Son soluğuna değin sürdürüyor savaşımını, peşini bırakmıyor Beyaz
Balina’nın. Sonunda karşılaşıyor onunla. Birinci gün gemiden indirilen
kayıkları parçalayıp içindekileri denize döküyor. Moby Dick; tayfalar da Ahab
da güç bela kurtarıyor canlarını...
İkinci gün daha kötüsü oluyor. Beyaz Balina yine sandalları parçalamış,
tayfaların saldırısını boşa çıkarmıştır. Zıpkın iplerini birbirine karıştırmış,
Ahab’ın bir kemiğini ve takma bacağını kırmıştır.
Beyaz Balina’yla üçüncü gün yeniden karşılaşırlar. Anlatılmaz bir ölüm
korkusu sarar tayfaları. Bu kez belki de ilk iki karşılaşmada bedeninde açılan
zıpkın ve kargı yaralarından olacak daha öfkeli, daha kudurgan bir hali vardır.
Kuyruğunu sallayarak üstlerine saldırır, darmadağın eder onları. Bir Ahab’ın
sandalı kalmıştır parçalanmayan. Beyaz Balina’yla Ahab yüz yüze gelmiştir.
Ahab, kendinden geçmişçesine, “Sonuna kadar cenkleşiyorum seninle.
Cehennemin dibinden saldırıyorum sana! Son soluğumu bütün hıncımla tükürüyorum
suratına!” sözleriyle fırlatır zıpkınını. Ancak zıpkının ipi
kaptanın boynuna dolanmıştır. “Onu Osmanlı cellatları gibi sessizce boğup,
tayfaların görmesine bile vakit kalmadan alıp” götürmüştür sandaldan. Beyaz
Balina’ya duyduğu o derin kinle, öç alma duygusuyla dalgalara gömülmüştür Ahab.
Yaşamı, trajik serüveni, denizi algılayışıyla ilginç bir roman kişisidir
Kaptan Ahab. Kimi yönleriyle Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’indeki
balıkçı Santiago’yu çağrıştırıyor.
İnsanoğlunun yenilmezliğine ne denli inansa da Beyaz Balina’yla savaşının
sonunda yenilir ahab, yüreğindeki öçle okyanusun derinliklerine gömülür. Bu,
yaşlı balıkçı Santiago için de böyle olur. “İnsan, yenilmek için
yaratılmamıştır,” diye düşünse de köpekbalıklarıyla kavgası, onun yenilgisiyle
sonuçlanır.
Kirli Ellerin
Tanrısı
Tarih boyunca para için övgüler de dizilmiştir, yergiler de. Onu yücelten,
tanrılaştıranlara şöyle seslenir Euripides:
Nasıl bir Tanrı bu böyle: Kutsalın her türlüsünü, bu arada dinmiş,
inançmış, önüne çıkan her şeyi alaşağı edebilen ne tanrıtanımaz bir Tanrı bu
böyle...
Parayı Tanrılaştıranlar, para tutkusuyla ellerini ve ruhlarını kirletenler
dün de vardı, bugün de, yarın da olacaktır. Paranın nasıl aşağılık bir güç
olduğunu belirtmek için Shakespeare, Atinalı Timon’da şunları söyletir Timon’a:
Altının bu kadarı karayı ak, çirkini güzel,
Yanlışı doğru, soysuzu soylu, yaşlıyı genç,
Korkağı yiğit etmeye, yeter de artar bile.
Bu sarı köle, dinleri yıkar da, yapar da;
cehennemliği cennetlik eder;
iğrenç cüzamlıları sevdirir insana;
Hırsızları baş köşelere oturtup
Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar.
Yıpranmış dullara koca bulduran budur;
Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına
Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir bu!
Haydi git, adı batası çamur!
Seni, bütün insanlığın ortak orospusu seni!
Sen değil misin millet sürülerini birbirine düşüren?
İnsan ruhunun duygusal değişimlerini yansıtmada yüzlerin, gözlerin üzerinde
çok durulmuştur; ama eller için aynı şey söylenemez. Sonra, insan isterse,
kendini zorlarsa yüzünün, gözlerinin ifadesini denetim altına alabilir. Daha
doğrusu maskeler takınarak yapabilir bunu. İçi kan ağlarken, acıların
burgacında kıvranırken kendini mutlu, neşeliymiş gibi gösterebilir ya da tam
tersini yapabilir: Neşesini de, mutluluğunu da kederin buruşuk örtüsü altında
gizleyebilir. Peki, ya eller? Eller için, olanaksızdır bu, ne denli zorlanırsa
zorlansın ellerine hükmedemez o kişi, ellerini maskeleyemez.
Bu gerçeği, ellerin maskelenemezliğini anlatan yazınsal metinler var mıdır?
Olmaz olur mu, aklıma ilk gelen, Stefan Zweig’ın Bir Kadının Yirmi dört Saati adlı
yapıtı.
Zweig, kumar tutkusunun ellere yansıyışını nasıl anlatıyor? Soruya geçmeden
önce şunu söyleyeyim: Bütün kumar türleri, bir bakıma para tutkusuyla kesişir.
Şöyle de denebilir: Para tutkusunun, kurallara bağlanmış biçimidir kumar.
Oysa kumarı para tutkusunun ürünü saymayanlar da var. Onlara göre kumar,
salt para, kazanç hırsı değildir, can sıkıntısını yenmenin, gündelik kaygıların
burgacından sıyrılmanın etkin bir yoludur; kişiyi özgürleştirir, kazanma ve
yitirme duygularının gelgitleri içinde heyecanlı bir yolculuğa çıkarır onu.
Gel gelelim kişi zaman içinde oyundan aldığı hazzı, duyduğu heyecanı
sürekli tatma, yaşama isteğine kendini kaptırdı mı işin rengi değişiyor. İrade
gücünü kullanamaz duruma düşüyor; daha doğrusu oynamadan edemeyen bir kumar
bağımlısı kesiliyor.
Ellerde yansıyan bu tutku, nasıl bir hazla esrikleştiriyor oyuncuları?
Yaşamdan koparıp onları oyun masasına nasıl çiviliyor? Kazansa da, yitirse de o
masadan neden kalkamıyor? Soruların yanıtını bir ölçüde Dostoyevski’nin
Kumarbaz’ında buluruz:
Kendimi para kazanmak, önümde büyüyen para yığınını daha büyütmek hırsına
kaptırmıştım. Bundan sonsuz bir haz duyuyordum.
Kırmızının peş peşe yedi el kazandığını göre göre onu bırakamıyordum. Bunda
yarı yarıya gururumun etkisi olduğundan kuşkum yok. Seyircileri tehlikeye
çılgınca kafa tutmakla şaşırtmak istiyordum. Hem de, ah ne tuhaf bir duyguydu
o, anımsıyorum gururum tehlikenin üzerine üzerine gitmeye zorluyordu beni.
Belki de insan ruhu buna duyguyu tarttıktan sonra doymuyor, iyice coşup bitkin
düşene dek daha güçlü, daha yoğun duygu istiyor.
İnsan ruhu ya da iç dünyası sınırlandırılabilir mi? Sanmıyorum. Tutkular
için de böyledir bu.
Her yazınsal yaratı, insan yüreğine yapılan bir yolculuğun ürünüdür, dedim.
İster ozan, ister öykücü, ister romancı olsun, tüm yaratıcılar yüreklerin
göklerinde dolaşan korku, sevgi, tutku, özlem, düşlem bulutlarının yağmurunu
yaptıkları yolculuğun ürünleriyle yaşamımıza ağdırırlar; böylece günlük yaşamın
sınırlandırıcı tutsaklığından kurtarırlar bizi. Başka yüreklerin kapısını açar,
düş kurma gücümüzü geliştirir, keskinleştirirler. Bu kitap boyunca birkaç kez
tanıklığına başvurduğum Fernando Pessoa’nın şu çağrısına kulak verelim:
Doğruda ve yanlışta, zevkte ve sıkıntıda gerçek varlığını kuşan. Bunu ancak
hayal kurarak başarabilirsin, çünkü gerçek hayatın, insanî hayatın kendini geç
bir kalem, başkalarına ait olandır. Dolayısıyla hayatın yerine hayali koyarak,
sırf mükemmelliği hayal etmeyi iş edineceksin. Doğumundan ölümüne dek gerçek
hayattaki eylemlerin hiçbirinde iş gören sen değilsin: İş görülürsün;
yaşamazsın, sâdece yaşanırsın...
Günümüz insanı, yüreğinin kapısını bu türden çağrılara kapatmıştır. Bu
yüzden kendine de, başkalarına da yabancılaşmış, bir duyarlık körleşmesine
uğramıştır. Çağımızın sayrılığıdır bu.
Öyleyse şu soruyu sorabiliriz: Nasıl kurtulabiliriz bu sayrılıktan? Sorunun
yanıtını arayanlar Pessoa’nın çağrısını paylaşıyor, şöyle diyorlar: Hayatımızı
başkalarınkiyle özdeşleştirip yaşam haritanızın sınırlarını genişletin.
Teknolojinin öldürdüğü düş kurma gücünüzü diriltin yeniden. Bunu da büyük
ölçüde insan yüreğinin derinliklerine yolculuk eden yaratıcıların sesini, kendi
yüreğinizin sesiyle bütünleştirerek gerçekleştirebilirsiniz.
Bana doğru geliyor bu sözler, bilmem siz ne dersiniz?
KAYNAKÇA
İnsan Yüreğine Yolculuk / Emin Özdemir
1.Basım: Kasım 2008 / Can Yayınları
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar