Print Friendly and PDF

Peygamber Salla'llâhü Aleyhi Ve Sellem Efendimizi Rû’yada Görmek




 

Yazan: Necdet Ardıç

Bismillâhirrahmânirrahîm:    

 

Rû’ya ve rû’ya görmek:   Düş görmek:

          Bu hususta özet bir malûmat vermek yerinde olacaktır diye düşünüyorum.

         Rû’ya, kelime anlam ve manâsının ifadesini, (zâhiri-dış, beş duygunun geçici olarak, uyku ismi verilen sürede durması, ve uyku hali bölümünün bir kısmında, aynı beş duygunun bâtın-iç, yönüyle yaşanan lâtif ve gerçek bir yaşam süresidir,) diye belirtebiliriz.

          Bilindiği gibi rû’ya-larımız hayatımızda inkâr edilemez birer gerçektirler ve yaklaşık her birerlerimizi uzun süre etkisi altında tutan rû’ya-larımız da olmuştur.

          Aslında dünya yaşantımız dahi, bize göre uzun gibi görünen, gerçek hale göre ise, çok kısa olan, bir rû’ya-dan ibarettir. Geceleri görülen rû’ya-lar ise rû’ya içinde görülen rû’ya-lar gibidir.

          Kûr’ân-ı Kerîm’de, İbrâhîm, İsmâil, İshâk, Yakub, Yûsuf, (aleyhisselâm) ların, Nemrud ve Fir’âvn’ın da rû’ya-larından bahsedilmektedir.

          Ayrıca Efendimiz hakkında, Peygamberliğinin (46) cüz’ünden bir cüz’ü olduğu, Kûr’ ân-ı Kerîm ve hadisleri ile de sabit, bir çok rû’ya-ları olduğu da açık olarak bilinen bir gerçektir.

          Diğer taraftan eski adetlerden kaldırılmış olanların yerine de, dinimiz (istişare ve istihare) yi koymuştur. İstihare ise, lügat manâsı itibariyle, (hayırlı olmayı istemek, bir şeyin hayırlı olup olmayacağını anlamak için dua ve namazlardan sonra uykuya yatma) “rû’ya görebilmek için”. Diye ifade edilmektedir.

          Hâl böyle olunca gördüğümüz rû’ya-larımızın hayatımız içerisinde oldukça tesirli bir yeri olduğu da aşikârdır. Her ne kadar bazı guruplar, (rû’ya ile amel edilmez) derseler de, bu söz mutlak geçerli bir söz değildir. Ancak! (Her rû’ya ile amel edilmez) hükmü doğrudur.

          Rû’ya-larımızın bir kısmı nefsânî, bir kısmı ise, Rahmânî’dir. Nefsânî olanların hiç bir yönüyle manâlandırılmaları söz konusu değildir, hayal ve vehimdir. Rahmân-î olanların ise, büyük çoğunluğu tabir gerektirir. Aslında bu da oldukça zor bir iştir ve irfaniyyet gerektirir. Bu hususta daha sonra özet bilgi verilecektir. 

Şimdi gelelim yukarıda bahsettiğimiz gibi, mevzu ile ilgili muteber kitaplardan özetle bazı kısa alıntılara.

  

          Muhyiddin-i Arabî (Fusûsu’l Hikem) A.Avni Konuk, cilt 2 İshak fass-ı sahife (93) (Sadeleştirerek)

* * *

         

Ma’lûm olsun ki, küllî ilmin manâları “ümmü’l kitap”-(ana kitap) tan âlemin kalbi düzeyinde olan “Levh-i mahfuz” âlemine nâzil olur; ve ondan “âlem-i misâl”e gelir. Daha sonra his âleminde ceset ile sûretlenerek his gözü ile görülür. “Âlem-i misâl”, âlem-i ulvîden âlem-i süfliye; ve bâtından zâhire; ve ilimden kevne nâzil olan vücûdun dördüncü mertebesidir. Buna âlem-i hayal-i mutlak-mutlak hayal âlemi” ve insân-ın vücûdunda olan “hayal”e de âlem-i hayâl-i mukayyed-kayıtlı-sınırlı hayal âlemi” derler.Ve İnsân hayalinin bir tarafı âlemi misâle, bir tarafı da kendi nefsine ve cesedine “muttasıl-bitişen-birlikte olandır.

         

          İster mizâc bozukluğu sebebiyle ve ister uyku sebebiyle olsun eğer insânın “hayâl” i ne süflî yönden, yani bu içinde bulunduğumuz “âlem-i kevn-madde

âlemi”nden, bir sûret (müntakış-nakşedilmiş-gösterilmiş) olursa, hakikati yoktur, (adğâs ve ahlâm-karışık,değersiz) rû’ya-lar’dır. Çünkü o kimsenin bu âlemin nakış ve sûretlerine olan alâkası sebebiyle hayalinde meydana gelen bir nevi (mel’abe-oyun ve oyuncak)tır. Fakat insân-ın hayalinin aynasında görünmüş olan sûretler, ulvî yönden, yani âlem-i misâl’den, inmiş-nüzül etmiş ise, gerek yakaza da ve gerek uykuda olsun hak ve sabittir. Çünkü!  “âlem-i misâl” Hakk-ın ilminin hazinesidir; onda hata mümkin değildir. Ve âlem-i misâl den nâzil olan sûretler, eğer ta’bîre muhtac olmayıp bu his âleminde aynıyla zuhur ederse buna, “keşf-i mücerred-yalın soyut-karışık olmayan” derler. Ve eğer görülen hayali sûretlerin, kendisine münasebeti olan, hissi  sûretler ile tabire muhtac olursa, buna da “keşf-i muhayyel” derler.

          Ve insân-ın hayaline süfli yönden aks etmiş olan sûretlere de “hayal-i mücerred” (sırf hayal olan) rû’yalar denir. Not= işte bu rû’yalar tabir edilmesine gerek olmayanlardır çünkü hepsi nefsin hayalindendir. 

          Şu halde “keşf-i mücerred” ile “keşf-i muhayyel” hak ve sabittir. Not= netice olarak, “hayal-i mücerred” ise bâtıl ve boştur.            

-------------------    

..........(Çünkü tecellî,/tecellî olunan kimsenin isti’dadının sûret-i üzerinedir.)......... 

--------------------          

..........(Binâenaleyh âhirette olan rû’yet dünyada meydana gelen isti’dâ da göre oluşmaktadır.)........    

--------------------  

         

* * *

Abdül Keriym Cîlî  (İnsân-ı Kâmil) Çeviren Abdül kadir Akçiçek: Sayfa 503 - 54 bölüm-vehim:

          İşte bu Azrâil melek, ruhunu alacağı kimseye, onun haline uyar biçimde gelir.

Meselâ: zalim bir kimseye, devlet adamlarının intikam almaya memur biri sûretinde          gelir. Yada, sultân’ın bir elçisi gibi. Ama nefret uyandıran korkunç bir şekilde.

         

Ama, yararlı hal, takva sahibi kimselere, insânların ona en sevimli geleni gibi. En hoşlandığı gibi.

         

Azrâil’e Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimizin sûretine girmek (mubah’tır) “olmaz değildir”

Sonra: Onun benzeri mukarrep melekler de Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Efendimizin sûretine girebilirler.

          Çünkü: Onların hepsi Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  rûhânî kuvvetinden varedilmiştir.

          Meselâ: kalbinden varedilen, aklından varedilen, hayalinden ve diğer ruhânî kuvvetinden varedilenler gibi.

          Anla: Bu sûrete girme durumu onlar için mümkündür.

          Çünkü: Ondan varedilmişlerdir. Böyle olunca da münasip yerlerde onun sûretine girerler.

         

          Onların, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  sûretine girmesi, bir kimsenin ruhu, cesedinin sûretine girmesi gibidir.

          Bu manâya göre Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  sûretine giren de, ancak kendi rûhu’dur.

 

İblis ve tebaası Rasûlüllah’ın sûretine giremez.        

         

Zira onlar: Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Efendimizin

beşeriyetinden varedilmişlerdir. 

Ancak: Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  efendimiz Peygamber olduktan sonra onda beşeriyete nasip kalmamıştır.

          Bu bap ta gelen bir hadîs-i şerif vardır.

          (Ona bir melek geldi; kalbini yardı. Ondaki kanı çıkardı. Kalbini temizledi.) 

          O kan, beşeri nefis idi. Şeytanın mahalli idi.

Bundan sonra, şeytanın onunla münasebeti kesildi. Bu münasebet olmayınca Rasûlüllah’ ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sûretine girmeye onlardan hiç birinin gücü yetmez.

* * *

          Bu ön bilgileri verdikten sonra şimdi yavaş yavaş yolumuza devam etmeye çalışalım.

          Mevzuumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için insânları ve yaşantımızı tanıma yönünde bazı tespitler yapmamız gerekecektir.

         

Bilindiği gibi insânlar türlü mertebelerde ve türlü, türlü anlayış ve hayata bakış inancı içerisindedirler. Her ne kadar  bir birlerine yakın anlayışlar var ise de, aslında hiç bir kimsenin hayata bakış ve inancı da kimseye benzemez, bu yüzden değer yargıları da çok farklıdır. İnsânların zâhirlerinde olanlar pek tabii ki bâtınlarında da, bilseler de, bilmeseler de mevcuttur, vücudunda ve yaşamında âmir bir hükümdür. Kişiler farkında olmadan bu hüküm ile hayatlarında hükmetmektedirler ve bu anlayışları istikametinde tefekkürle veya tefekkürsüzlük, veya sadece nafs-i duygularıyla yaşamlarını sürdürmektedirler.

Hal böyle olunca bâtınlarından kendilerine rû’ya yoluyla gösterilen sahnelerin  ifadeleri de kendilerine göre özel olacağından hepsi için ayrı, ayrı değerlendir-meler yapılması zarurî olmaktadır.

Fusûsu’l Hikem Yûsuf fass-ı sayfa 246 da bu manâ da şöyle bir değerlendirme vardır.

 

          (1)   Bu çokluk halkı, müşahede eden kimseler sadece “halk”ı görürler.

        (2)  Bu çokluk halk’ta, tecelli etmiş olan, Ahadiyyet’in varlığını müşahede eden kimseler sadece “Hakk”ı görürler.     

          (3)   Bu iki anlayış ile, iki yönü de müşahede eden kimseler, hem halk-ı, hem de Hakk-ı görürler.

          Tabi-i ki bu anlayış, görüş ve müşahede ile yaşayanların hayata bakışları da değişik, değişik olacağından zarurî olarak iç dünyalarındaki tefekkür anlayışları da bu hallerine uygun olacaktır. Ve yine tabi-i dir ki; bâtın âleminden kendilerine gösterilen sahneler de değişik, değişik olacaktır.

          Şimdi tekrar yeni bir tasnif daha yapmağa çalışalım.

        Az yukarıda belirttiğimiz, (1) inci sırada olan İnsânlar, kendi aralarında bir çok sınıflara ayrılırlar. En belirginleri (7) nefis mertebelerini aşağıya doğru, (Esfel-i sâfilin) yaşayanlardır. Sadece nefsaniyetleri ile kendilerinden habersiz olarak yaşayanlar, sadece hayal-i halkı bilenlerdir.

          (2) kinci sırada olanlar da kendi aralarında bir çok sınıfa ayrılırlar, onların da en belirginleri, (7) nefs mertebelerini yukarıya (Mi’râc) a doğru yaşayanlardır. Kendilerinden haberli ve ne olduklarını bilenlerdir. Hayatları Hakk-ı müşahede ile geçenlerdir.

(3) üncü sıra da olanlar da kendi aralarında birçok sınıfa ayrılsalar da genelde tevhid ve irfan ehlidirler. Halk-ı ve Hakk-ı  gerçek haliyle  idrak edip, öyle değerlendirip hayatlarını bu anlayış üzere devam ettirenlerdir. 

          İşte bunların da tabii olarak her birerlerinin gördükleri rû’ya-ları da ayrı, ayrı mertebelerden olduğundan hepsinin tabirleri ve yorumları da ayrı, ayrı olmak zorunda dır, aksi halde bir birine karışan yorumlardan gerçek manâ da fayda sağlanamaz, ayrıca yanlış yapılan bir yorum neticesinde oluşacak yanlış bir davranış o kişiye zarar verilecektir.  

          Şimdi tekrar genel bir anlayışa daha geçelim.  

        Bilindiği gibi, rû’ya-lar genel olarak ikiye ayrılırlar, (1) Rahmân-î olanlar, (2) nefsânî olanlardır.

          (1) Eğer bir kişi, sadece inkâr ve dünya ehli ise, bu kişinin rû’ya-ları yukarıda bahsedildiği şekilde tamamen nefs-î ve şeytan-î dir. Yani süflî âlemden gelen nefs-î ve hayal-i dir. Hiç tabir edilmez ve bunlarla amel de edilmez. Yol gösterici değil aksine şüpheye ve vesveseye düşürücüdür.

          (2) Eğer bir kişi îmân ehli, fakat îmân-ı nın gerektirdiği fiilleri gafletinden ve tembelliğinden terk ediyorsa genelde, bu kişinin de rû’ya-ları, nefsân-î dir. Yaşadığı halin oluşturduğu bazı özel günlerin gecesinde az da olsa, Rahmân-î bir rû’ya görebilir, ancak ayırt edilmesi pek güçtür. Genelde bu rû’ya-larla da amel edilmez. Bunlara yukarıda bahsedilen (adğasu ahlem) karışık rû’ya-lar denir. Bu rû’ya-lara da ayrıca, (hayal-i mücerred) de denir, yani sırf nefsinden kaynaklan-maktadır, tabir edilmez.

          (3) Eğer bir kişi îmân ehli ulupta îmânının gereği olan fiilleri samimi olarak yerine getiriyorsa genelde bu kişinin rû’ya-ları’nın bir kısmı Rahmân-î bir kısmı da hayal-î dir, çünkü daha henüz kendini tanımamaktadır. Rû’ya-ları’nın bir kısmı tabir edilir. Ancak o kişinin rû’ya-sını gördüğü günlerdeki psikolojik halinin, yani iç bünyesindeki rûh halinin bilinmesi gerekmektedir.  

          (4) Eğer bir kimse (tarikat-yol) ehli ise ancak yolculuğunun farkında değil ise onun da durumunun hükmü (3) bölümdeki gibidir.    

          (5) Eğer bir kimse, gerçek manâda (tarikat-yol) ehli ise, bu kişinin de rû’ya-ları genelde, Ramân-î bazende, hayal-i olmaktadır. Çünkü bunlar kendilerini yavaş, yavaş bu süflî âlemden kurtarma ve ulvi âleme doğru yükselmeye başlama çabası içindedirler, bu yüzden kendilerinde bir lâtifleşme hasıl olduğundan, rû’ya-ların da da bu hal hissedilmeye başlamaktadır. Bu kimselerin rû’ya-ları tabir edilir, bazen yeni bir bilgi halinde, bazen de yaşadığı hayatını düzenleme babında ikazlar olabilir. Bu guruba girenlerin de kendi içinde değişik mertebeleri vardır. Görülen rû’ya-lar kişinin özel hali göz önünde bulundurularak tabir edilmesi gerekmektedir. Bu rû’ya-lara (keşf-i muhayyel) denir. Bunlar âlemi misâl’den ve ilâhi hayal âlemindendir. 

          (6) Eğer bir kimse gerçekten, tevhid, muhabbet, ve irfan ehli ise, bu gibi kişilerin Rû’ya-ları tamamen Rahmân-î dir. Bu gibi kişiler zâten kendi rû’ya-ları’nı kendileri tabir ve yorumlarlar. Bu zuhuratlar, bazen (rû’ya-yı sadıka-keşf-i mücerret) aynı ile vâkî-görüldüğü gibi” dir. Zâten tabir gerektirmezler. Diğerleri ise (keşf-i muhayyel) tabir ve yorum gerektirenlerdir. Tabii ki bu gurubun da kendi içinde pek çok mertebeleri vardır ve her bir kişi zuhurat’ını kendi mertebesi itibariyle yorumlar. 

          Şunu da ifade etmekte yarar olacaktır. Yaşantımızda gerçek manâ da hayatımızı zâhir ve bâtın etkileyecek zuhuratlar fazla değildir, eğer her gördüğümüz zuhurat hakkımızda hüküm getirmiş olsa bunları düşünmekten rahatımız kaçmış olur ve bizi çok meşgul etmiş olurlar.

          Peki o zaman bu zuhuratlar neden oluşuyor?

El cevap, birincisi, yukarılarda da bahsedildiği gibi kısmen de olsa hayatımızı bir düzen içerisinde geçirmek, diğeri ise, hangi tür zuhurat olursa olsun görene, bu âlemin dışında bambaşka bir âlem daha olduğunu ve o âlemin de bu âleme benzer fakat lâtif oluşumları olduğunu ve geleceğimizin hiçlikte değil, böyle bir âlemde süreceğini ve (bundan benim haberim yoktu) mazeretinin baştan kalkması ve tefekkür ehli insân’a sık, sık bu ikazların yapılması için gösterilmektedir. İşte bu, geleceği ikaz, hâli değerlendirme yönüyle hangi tür zuhurat olursa olsun, sırf (Rahmet-i İlâhiyye)dir.

          Bu ara izahtan sonra tekrar (6) bölümün diğer bir özelliğine gelelim.  

        Ancak! burada da az da olsa mühim bir tehlike vardır. Çünkü eğer bir kimse      ulaşmağa çalıştığı, İlâhi benliğini, farkında olmadan (nefs-î benliği) ne kaptırırsa, işte o  andan sonra, İlâhi zannettiği her şeyi, kendisi bile hiç farkında olmadan nefs-î benliğine  dönüşüverir. Gerçekten çok tehlikeli ve dönüşü de oldukça zor olan bir dönemeçtir.     

         Başlarda safiyetle seyreden Hakk yolculuğunda kişi yavaş, yavaş kendi öz benliğini bulmaya başladığında, kendinde bir güven ve mutmainnî-lik hali başlar. İşte bu sırada içinde özünde bulunan nefs-i emmâre’sinin, “emr etme” sevdası yeniden canlanmaya başlar ve o kimse kendini, hiç farkında bile olmadan bu halin içinde bulur ve ayırt etmesi adeta imkânsız hale gelir.

Bu halde olan kişi yaptıklarının (İlâh-î benlik) çerçevesinde oluştuğunu zanneder, kendisine ve çevresine de o gözle bakmağa başlayarak, nefs-i emmâresinden gelen ve (tevhid-i hakiki) olduğunu zannettiği, o hayal ve vehimleri çevresine aktarmaya başlar. Çevresi de farkında olmadan onun dış haline bakarak, bu davranış ve sözlerin Rahmân-î olduğunu zannederler.

          Bunlarında ayrılması çok güçtür, ayırmak için gerçek bir irfaniyyet bilgisi gerekmektedir, işin acayibi, bu tür kişilerin kendileri de, bu hallerinin, gerçekten Rahmân-î olduklarına gönülden inanmalarıdır. Onların hallerine inanmayanları ise şiddetle dışlamaktadırlar.

          Bunların içlerinde her türlü makam sahibi olduklarını ifade edenler ve o kadar ileriye gidenler vardır ki; ifadelerini ve cür’etlerini yazmağa şimdilik kalem müsaade etmiyor.

Her ne hal ise Cenâb-ı Hakk cümlemize vesveseden arınmış temiz bir akıl ve gönül nasip etsin. Biz gene yolumuza devam edelim.  

Az yukarıda dikkatinizi çekmişse son satırlarda (rû’ya) dan (zuhurat) diye bahsetmiştim bundan sonra da gelecek (rû’ya) kelimelerinin yerine (zuhurat) kelimesini yazacağım, çünkü tevhid ilmi içerisinde (rû’ya-lar-zuhuratlar) olarak ifade edilir.

          Şimdi bu hususta çok mühim bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum, o da şudur.

         

Bilindiği gibi Allah’ın isimlerine, (Esmâül Hüsnâ) Allah’ın güzel isimleri denir. Bu isimler âlemde iki mahal üzere faaliyyet gösterirler.

 (1) incisi, “kevn” olan genel âlemde faaliyyette’dir. Bu hâle yukarıda belirtildiği gibi (âlem-i hayal-i mutlak) denir.

          (2) ikincisi ise, cismi itibariyle, (âlem-i sagir-küçük âlem) olan insân üzerinde faaliyyette’dir. Beşer insân üzerinde faaliyyet gösterenler, kişinin nefsine ve hayaline bağlanarak nefs-i istikametinde kullanılır, sorumlusu da o kişidir. Tamamen hayalidir, bu halde yaşayanların zuhuratları da hayalidir. Yukarıda da belirtildiği gibi bu hâle (âlem-i hayali mukayyet) denir.

          İşte kim ki kendi hayâl-i üzere kullandığı, kendine ait esmâlarını Hakk’a ait olanlarla değiştirirse, o kişinin zuhuratları da, o nispette Rahmâniyyete dönüşür. Bu husus’ta çok mühimdir, üzerinde eğitim yapılması gereken bir sahadır.

          Bu hususu da böylece belirttikten sonra, zuhurat görenlerin hangi mertebelerden bu zuhuratları gördükleri hakkın da bir miktar bilgimiz oluşmuştur herhalde.

          Biz yine yolumuza devam edelim.

          Abdullah İbn-i Mes’ud’un ( radiya'llâhü anh) rivayetine göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur.

          “Kim beni rû’ya-sın da görürse, o kimse uyanık beni görür gibidir. Rû’ya-sı doğrudur. Çünkü şeytan bana benzer bir sûrete giremez.”

                                                                   

          Bu hadîs-i Şerife göre şeytan efendimizin sûre-tine girememektedir.

* * *

         

Şimdi yine bu hususta, özetle sadeleştirerek. F.H. İshak fass-ı c. 2. s. 109 a bakalım. 

         

Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mın göz ve his ile müşahede edilen unsûr-î beden-î beşeriyyet-i Medine-i Münevvere de medfun olduğundan, bu zaman ehlinden onu kimsenin görmesi mümkün değildir. Ve Onun Rûhunun sûretini ve lâtife-i insâniyyesini, ne hayat-ı şeriflerinde cesed-i mübareklerinden ve ne de vefatlarından sonra bir kimse müşahede etmedi ve de edemez.

Ve zuhurdan ayrılması dolayısıyla bir kimse O nu bir kimsenin zuhurundan ve kendi zuhurundan göremez. Ya’nî Rasûl-i Ekrem hazretlerinin unsûr-î madde cesetleri var idi. (Âl-i imrân 3/ 185) “ Her nefis ölümü tadıcıdır.” Âyet-i kerîmesi hükmünce vefat-ı Âlîleri vaki’ olup bu cesed-i unsûr-î, Medîne-i Münevver’de medfun oldu. Binaen aleyh o cesed-i unsûr-î nin artık bu âlem-i kesâfette yaşayan bir kimse tarafından aynen görülmesi mümkün değildir. 

          Ve o hazretin mübarek rûhu’nun sûretini Lâtife-i insâniyye’sini, hayat-ı şeriflerinde mübarek cesetlerin-den hiç bir kimse göremediği gibi vefatlarından, yani madde cesetlerinden ayrıldıktan, sonra da böylece kimse göremez. 

          Ve yine o mübarek rûhu ve lâtîfe-i insâniyye yi ne başkasının varlığından ve ne de bir kimse kendi varlığından göremez. Zîrâ her bir varlığın rûhu ve lâtîfe-i insâniyye si ancak kendi varlığına aittir.

          Buna binâen rûhların hepsi bu düzeyde’dir. Gerek uyku âleminde, gerek “yakaza” uyku ile uyanıklık halinde görülen sûret o hazretin sûret-i bedeninin aynı değildir. Belki o sûrete benzer olan berzah-î bir sûrettir. 

* * *

           

          Görüldüğü gibi çok açık olan bu ifade tarzından anlaşıldığı üzere, Peygamber efendimizi mutlak olarak kendi sûret-i ve rûhaniyyet-i ile görmek mümkün değildir.

          Yukarıda geçen Hadîs-i Şerif-i de yakından incelersek, (görürgibidir) ve az daha aşağıda, (çünkü şeytan, bana benzer bir sûret-e giremez.) Yani buradan anlaşılanlar, ifade edildiği gibi, (benzer ve gibi) kelimeleriyle benzer bir halden bahsedilmekte mutlak olarak kendinin görülemeyeceği zaten belirtilmektedir.

          Bizler bu âlemde dahi böyleyiz. Beş sene evvel gördüğümüzle, bu gün gördüğümüz kimseler de görünürde aynı kimseler değildir. Önce gördüğümüz hayaller geçip gitti şimdi gördüklerimiz de aynı kimseler değildir, ancak bu kolayca farkedilememekte’dir.

          Kendimize dahi bir sabah bir akşam baksak, akşam gördüğümüz (biz-ben) sabah gördüğümüz (biz-ben) değildir. Çünkü her an değişen bir âlemde hiç bir şey aynı ân-ı iki def-a yaşayamamakta, her an her şey büyük bir sür’at ile değişmektedir. Her an değişen bir şeyi devamlı olarak aynı görmek mümkün değildir.

          Ancak o kimsede oluşan (beşeri kimlik-benlik) olgusu kendisini hiç değişmeyen, hep aynı olan bir varlık olarak göstermektedir ki, bu bizi yanıltıp gaflete düşürmekte ve kendimizi hep aynı imiş gibi göstermeğe sebep olmaktadır. Oldukça uzun sürelerden sonra ancak bunu gerçekten farkedebiliyoruz.

          20 yaşında, 50 yaşında ve 70 yaşında nasıl farklı olduğumuzu açık olarak görebiliyoruz. 20-50-70 yaşlarında gördüğümüz aynen bizmiyiz? Hayır hiç bir şekilde hepsi mutlak manâ da fiziken aynıyla biz değiliz, bizim benzer değişik sûretlerimizdir. Nasıl ki; çok uzun seneler sonra görüp zar, zor tanıdığımız bir kişi hakkında içimizden, (ne kadar değişmiş) diye, düşünce geçirdiğimiz bir gerçektir. Bu da önce gördüğümüz ile

son gördüğümüz sûretin aynı olmadığını açık olarak göstermektedir.

          Ancak değişmeyen bir şey vardır ki, o da bir insân’ın (âyan-ı sâbite) si olan öz hakikatidir, ancak bu da görülemez. O halde gerek şehâdet âleminde, gerek manâ âleminde görülenlerin hepsi o öz hakikatin, lâtif veya kesif, benzer görüntüleridir. İşte bu yüzden aynı kişiyi gören bir çok kimseler o kimseyi zuhuratlarında değişik, değişik görürler. Bir bakıma bu değişik görmenin kaynağını onu gören kişilerin kendi istidat kaabiliyyet ve anlayışları oluşturur.

          Kişi zuhuratında gördüğü karşısındaki kişiyi, hayalinde hangi anlayış içerisinde yer vermişse o anlayışa yakın bir ifade de bulur. Kişi bazen de hiç şehadet âleminde görmediği bir kimseyi görür, o görüntü muhtemelen onun ahlâklarından birinin sûretlenmiş bir şeklidir veya kendisine daha sonra şehadet âleminde bir vesile ile gösterilecek bir kimsedir.

          Nazar edilen-yani görülen kimse değiştiği gibi nazar eden-yani gören kimse de değişir ve daha sonraki değer yargıları da değişeceğinden, daha evvelce başka bir vasıfta gördüğü kimseyi, daha sonra, daha başka bir vasıfta da görebilir.

Yine Fusûsu’l Hikem’ İshak fass-ı C.2 S. 110’ dan küçük bir bölüm daha alalım. (24) Üncü pragraf ve izâhından özet:  

          İmdi Nebi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  min Rûhu, vefât ettiği cesed-i sûretinde olarak, kişinin menam-uyku, zuhuratında gören için cesetlenmiş-sûretlenmiş olur. Menâm- uyku-zuhurat, o cesetten bir şey noksanlaştırmaz. Şimdi o Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  dir ki, defnedilmiş olan sûrete “benzer” bir cesed sûretinde, rûhu haysiyyetiyle görülmektedir. Allah (celle celâlühü)  tarafından zuhuratta Onu gören hakkında, görenin korunmuş olmasından dolayı,

şeytanın Onun cesed-i sûretinde görünmüş olması mümkün değildir............

          <.........Eğer zuhurat-ı gören kimsenin Allah tarafından korunması olmasa bile, bilfarz şeytanın cesed-i Peygamber sûretinde görülmesi halinde bile, gören yine korunmuş olurdu. Zîrâ (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  efendimizin sûret-i cesediyyesi, sırf rahmet-in sûretidir. Eğer şeytanın o ceset sûretine girmesi mümkün olsa, göreni dalâletten, şeytan-ı dahi dalâlete düşmekten muhafaza etmiş olur idi. Çünkü o mübarek sûret onu zarar vermesinden men eder. Meselâ yılanı tesiri ile koynuna koyan kimseler vardır. Yılan o kimselerin tesirli ellerinde bulundukça kimseye bir zarar veremez..........>

          (Küçük bir ilâve yapalım, yukarıda açık olarak belirtildiği gibi eğer şeytan bilfarz efendimizin sûretine girmeyi denese bile yine kendi bundan vaz geçer çünkü şahsiyyet-i kaybolmuş olur. İnsânların onun (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  efendimizin hidayetine girip (fenâ firrasûl) “rasûlde fânî olmak” durumları vardır, ancak iblise bu yol kapalıdır o halde iblis kendi yönünden dahi onun sûretine girmek istemez girse bile iblisliği kalmaz, o zaman da kendi ortada kalmayacağına göre bunu göze alamaz.)

          Bu izahlardan sonra, anlaşıldı ki; Hz. Peygamber efendimizi zuhuratta görmek üç kaynaktan oluşmaktadır.

          (1) Kendi asıl zât-ı rahmân-î kaynağından, velilerine, irfan sahiplerine ve tevhid ehillerine, zuhuratta veya yakaza da gözükmesi. (yakaza) uyku ile uyanıklık arası gibi bir hâl. 

          (2) Esmâ-i ilâhiyye kaynağından melek-î mertebeden gerçek samimî ehli imân-a zuhuratlarında değişik sûretler de gözükmesi.

          (3) Kendilerindeki hayali esmâları cihetinden gaflet ehline kendi esmâları itibariyle hayal yollu, görenin anlayışı istikametinde gözükmesi diye ifade edebiliriz.

          Şimdi! Dikkat edilmesi lâzım gelen bir hususu da belirtmeye çalışalım. 

          Mudil ismi Hz. Peygamber Efendimizin varlığında bâtının da vardır, olmazsa bir eksiklik olur. Ancak, Hâdî ismi, Mudil ismindeki gücü kendi varlığına aktararak, Mudil-i Hâdî ye döndürmek sûreti ile, Mudil-in “muadili” olarak o ismi aynı güçte hidayet üzere kullanmak için kendi bünyesine alarak ve hem o nu perdeleyerek Mudil ismine dahi rahmet olmuş, bu yüzden de Hâdî isminin gücü ve kapsamı son derece genişlemiş ve hep rahmet olmuştur. Bu özellik Hz. Peygamberimize ait bir özellik olması dolayısıyla da bu yönüyle, (rahmeten lil insân) “bütün insânlara” baştan sona kadar rahmet olmuştur. “Rahmeten lil âlemiyn” olduğu gibi.

          Kendinden zâhir ve bâtın hiç bir şekilde, ne söz ve ne de davranış olarak Mudil esmâsı istikametinde bir şeyler oluşmamıştır. Hep rahmettir, işte bu (ahlâk-ı Rasûlüllah’tır.)

          Mutlak Mudil isminin zuhur mahalli olan ibliste ise Hâdî ismi özünde olmakla birlikte zâhirinde yoktur. Ancak onda da Mudil ismi Hâdî ismindeki gücü kendi varlığına aktararak, Hâdî yi Mudil-e döndürmek sûret-i ile Hâdî nin “muadili” olarak o ismi, güçte dalâlet üzere kullanmak için kendi bünyesine alarak hem de Hâdî yi perdeleyerek hem de kendi mudil gücünü iki kata çıkararak hiç bir varlıkta olmayan, (Hakk yolundan alıkoyma) çabası onda meydana çıkmış olarak faaliyyet-i ni göstermeğe başlamıştır. İşte bu yüzden sırf, Hâdî hidayet üzere olan Hz. Peygamber efendimizin sûretine-varlığına bürünerek, sırf Mudil, dalâlet üzere olan iblis’in girmesi yukarıda da bahsedildiği gibi, uyanık iken de, yakaza da iken de gece uykuda iken de girmesi mümkün değildir.

          Ancak zuhurat-ı gören kişinin bünyesinde Mudil isminin tesiri olduğundan, bu kanaldan Hz. Peygamber diye başka bir sûret in görülme ihtimâli oldukça yüksektir. Yâni kendinde hayalinde bulunan, farkında bile olmadığı Mudil ismi kanalından, zuhuratında görmüş olduğu o sûret-i peygamber sûret-i zannı ile almış olabilir.

          Ancak şuna da dikkat etmek lâzımdır. Her hangi bir kişi zuhuratında kendi Mudil isminden kaynaklanan Hz. Peygamberi görmesi dolayısıyla dahi kendisine şer-i bir hükmün dışında yanlış işaret ve davranışlar telkin edilemez. Çünkü Hz. Peygambere atfen yapılacak yanlış telkinler de onda bulunan Hâdî ismi mani olur. Çünkü gerek şahsından ve gerekse kendisine atfen yapılacak Mudil isminin fiilleri onda yer bulamayacağından hükümsüz kalacaktır. Bu yüzden, hayal, vehim, ve iblis sadece O nun sûretine değil, kendine ait atıflara da vehim karıştıramaz.

          İnsânların pek azı gerçek manâ da Hakikat-i muhammediyye den yansıyan bir sûret-i Muhammediyye yi görürler ki asıl olan budur. (Keşfi mücerret) tir. Kaynağı zât-î dir.

          İmânları yönünden insânların büyük çoğunluğu, kendi Muhammedlerini, kendi anlayış ve değerlendirmeleri itibariyle ilâh-î Esmâ mertebesinden görürler. Buda (keşfi muhayyel) dir. Kaynağı ilâh-î hayaldir. 

          İnsanların diğer bir kısmı da kendi beşeri, hayal-i esmâları yönünden görürler ki, buda (hayal-i mücerred) katışıksız karışıksız sırf kaynağı beşeri hayaldir.Ancak bu  görüşlerin hepsinde muhabbet müşterektir. Dereceleri

farklıdır bu yüzden hangi mertebeden görülürse görülsün, görende Onun hubbiyyet-muhabbet yansıması mutlaka olur ve uzun süre o zuhurat-ı unutamaz. Bu duygusallık dahi gören kişiye bir ikramdır.

          Söz buraya gelmişken bir hususu daha belirginleştirmeye çalışalım.    

         

Cenâb-ı Hakk Âdem-e (2/31) Âyetinde “Allah Âdem-e bütün isimleri öğretti” hükmü ile Âdem (aleyhisselâm) bütün (Esmâül Hüsnâ) “güzel isimlerin” Allah tarafından öğretildiği açık olarak belirtilmektedir. Demek ki, her birerlerimizin bâtının da bu Esmâ-i İlâhiyye ler fıtraten mevcuttur, ancak gerçek manâ da zâhire çıkamamaktadırlar, bunların yerine onların hayal-î ve vehim tarafları, yaşadığımız âlemdeki şartlanmışlıklar ve madde anlayışlı dünya hayatında varlıklarımızda hayal-î olarak faaliyyet göstermektedirler ve bu tür isimlere (esmâ-i nefsiyye) tabir edilir, yani nefsimize ve akl-ı cüz’ümüze ait isimlerdir, kendileri hayal ve vehmimizden kaynaklandığından o isimler istikametinde yaptığımız bütün fiiller ve düşündüğümüz bütün düşünceler hayal-î ve vehmi olmakta bu yüzden de bu yolla hakk’a ulaşılamamaktadır. 

          (İnsân isimleri dahi eğitir) sözü işte bura da geçerlidir. (Ramuz) da olduğu hatırımda kalan bir (hadîs) vardır, şöyle ki; (İnsân “99” ölümle ölmedikçe gerçekten ölmüş olmaz.) İfadesindedir.

                    Belirtilen bu (99) “esmâ” kişinin hayalinde bulunan ve kendinde oluşan ve onlarla yaşadığı zannî olan nefs-î mertebede hayalen faaliyyette olan (esmâ-i nefsiyye dir. İşte bu yüzden kişi akl-ı cüz ile ve nefs-î isimleriyle faaliyyet gösterdiğinden bütün fiilleri kendi nefsine bağlandığından mes’ûlü de kendisidir.

          Eğer bir kimse Âdemiyyet mertebesinden başlayarak gerçek insâniyyet ve irfaniyyet ilmini almayı murat etmiş ise kendisinde ilk oluşması lâzım gelecek bu bilinçtir. Yani gerçek manâ da kimliğini Âdemliğini bilme ve anlamanın yollarını araması olacaktır.

          Bundan sonra her aşama da yapılacak olan o aşama da hangi beşeri esmâları faaliyyette ise o beşeri esmâlarını, (Esmâül hüsnâ) olan İlâhi isimlerle değiştirmesi olacaktır. Yani kendi beşeri hayalini İlâhi hayalle, yine kendinde hayal-î olan (hayat) ismini hakiki-İlâhi hayat-a yine kendinde bulunan hayal-î ilmini

İlâh-î ilme, ve yine Sıfat-ı subûtiyyenin diğer bütün isimlerini kendi hayalinden, İlâh-î hakikatine döndür-mesi olacaktır.

          Böylece sonunda (nefs-î - beşer-î) varlığında hayalen var zannettiği, aslında hiç olmayan bu isimleri terk edip bâtının da gerçekten var olan ve Allah-ın kendisi tarafından talim ettirilmiş olan gerçek İlâhi isimlerin, (Esmâül hüsnâ) faaliyyete geçmesi ile de işte bu isimlerinde kişi kendi bünyesinde halifesi olmaktadır ki, gerçek irfaniyyet’te bu yolla elde edilir.

          Üzerimizde hayal-î ve vehm-î nefsimize bağlı isimler tasarruf ettiği müddetçe ne kendimizi tanımamız mümkün ve ne de gördüğümüz zuhuratların bir aslı ve ifadesi olmayacaktır.

          Özetle bakarsak iki tür isimler olduğunu görüyoruz. Biri gerçek manâda (Esmâül hüsnâ) İlâh-î isimler. Diğeri ise kulun hayal ve vehminden kaynaklanan, (esmâ-i nefsiyye) beşeri isimlerdir. İşte bu nafs-î beşer-î isimler birer, birer yer değiştirdikçe (99) nefs-î ve beşer-î isimler ölmüş, yerine İlâh-î leri (hay) olmuş olacaktır.

          İşte o zaman kişi ölmeden evvel nefs-î ve beşer-î benliğinden ölmüş olacaktır ki; gayenin kendisidir.

İşte bu yaşayış içerisinde görülen zuhuratlar, (keşf-i mücerret) ve (keşf-i muhayyeldir.)

          Zuhurat ve kaynakları hakkında bu özet bilgileri verdikten sonra, şimdi gelelim, tarihte epey yankıları olan bazı zuhuratlara.

          Kûr’ân-ı Kerîm’in ifadesi ile ilk mühim zuhuratları İbrâhîm (aleyhisselâm) ailesinde görüyoruz.

          Cenâb-ı Hakk o na oğlunu kurb’an etmesini bildirdi o da bu rû’ya-nın (keşf-i mücerret) yani aynı ile tatbikatının istendiğini düşünerek ve “azîmet”e yönelerek gördüğü gibi tatbik etmeye başladı, ancak bu esnada gökten Cenâb-ı Hakk ona bir koç gönderdi, bu aynı zamanda zuhuratın yorumu idi.

          Yani zuhurat aslında (keşf-i muhayyel) imiş, tabir gerektiriyormuş ve yorumu da, koç gibi olan oğlunun yerine bu benzerlikten dolayı koçun kesilmesi gerekiyormuş. Ancak İbrâhîm (aleyhisselâm) eğer bu rû’ya-sı nı koç olarak yorumlasa idi, ruhsat-a tabi olmuş olacağından nefsine pay çıkarmamak için, belki nefsinin isteği üzerine oğlunu kurtarma bahanesi ile böyle değerlendirme yapma şüphesinden kurtulmak için zuhuratını gördüğü gibi tevil etmeden tahakkuk safhasına koymuş oldu.

          Daha sonra Yûsuf (aleyhisselâm) mın kardeşleri hakkında görmüş olduğu zuhurat-ı vardır. Bunlar bilinen zuhuratlar olduğu için daha fazla zamanınızı almamak ve benimde fazla vaktim olmadığından, fazla uzatmadan sadece neticelerini belirtmek ile yetinmek istiyorum.

          Bu zuhurat gelecekten haber veren ve (keşf-i muhayyel)  olan bir zuhurat idi, çocukluğunda gördüğü (11  yıldız güneş  ve  ayın  kendisine secde  etmesi)  nin gerçeğini fiil âleminde (20) küsûr sene sonra kardeşlerinin anne babasının kendisine tazim secdesinde

bulunduklarını görmüş oldu. Daha geniş bilgi için (Yûsuf Sûresi/12/100/) bakılabilir.

          Fir’âvn ehli şirk olarak yaşadığı halde gördüğü rû’ya-ları keşf-i muhayyel idi. (12/43) yedi semiz inek ve yedi yeşil başaklı... Kendi mahiyyetine (ey ileri gelenler, eğer rû’ya ta’bir edebiliyorsanız benim rû’ya-mı hallediniz.) (12/44) Dedi: Onlar; “Bu gördüklerin karma karışık (adğasu ahlem) rû’ya-lar dır. Biz böyle karışık rû‘ya-lar’ın “te’vil” tabirini bilmeyiz dediler.”

          Bunun üzerine zindandaki Yûsuf hatırlandı. O da Fir’âvn’nın rû’yalar’ını bilindiği üzere ta’bir eyledi. (12/47-48) Bu hususta babası Yakub’un verdiği bir ön bilgi vardır. “(12/6) Rabb’in seni seçecek ve sana rû’ya ta’bir’ini öğretecektir...........” demişti: Daha sonra (12/22) kendisine, hikmet ve ilim verdik denmişti. Yeri olmadığı için hadiseyi sadece özetledim. Bu hususta daha geniş bilgi almak isteyenler Sûre-i Yûsuf’u okuyabilirler, çokta faydalı olur.

          Ayrıca bizimde programımız da basıma hazırlamağa çalıştığımız, (Sûre-i Yûsuf) diye bir de kitabımız vardır inşeallah vakti gelince o da meraklı-larına sunulacaktır.

          Daha sonra Musâ (aleyhisselâm) zamanında ki, Fir’âvn’nın gördüğü rû’ya vardır, bu rû’ya yüzünden kırk bin Beni İsrâil çocuğunun, (Musâ) (aleyhisselâm) ölsün hükmüyle ve “Musâ) (aleyhisselâm) niyetiyle katledilmiş olduğu rivayet edilmektedir. 

          Peygamber efendimizin şahsından da iki zuhurat aktarmaya çalışalım.

          (1) İncisi (keşf-i muhayyel) olan süt içme zuhuratıdır ki, “süt-ilim” ile tabir edilmiştir.

 (2) kincisi Sûre-i Fetih’te bildirilen, ( keşf-i mücerret) olan (48/27) Mekke’nin fethi hakkında, (andolsun ki; Allah gerçekten peygamberine o rû’ya-yı Hakk olarak doğru gösterdi)........> ifade edilen zuhuratı’dır. Bunları da bir mîsâl olması bakımından belirtmiş oldum.

         

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar