Print Friendly and PDF

İBRAHİM HULUSİ YAHYAGİL

Bunlarada Bakarsınız



 

1896 yılında Ramazan'ın birinci günü teravih namazından sonra Elazığ'ın Kesrik köyünde (şimdi Kızılay Mahallesi) dünyaya gelir.

Hulusi Yahyagil'in dedesi, İbrahim Yahyazade asil bir soydandır. Hayırsever biri olan İbrahim Efendi, 1800'lü yıllarda Harput'la Mısır arasında ticaretle meşgul olur. İbrahim Yahyazade Efendi, hayırseverliği yanında çok müttaki bir zattır. Kalp gözü açık olan İbrahim Efendi, bir kere ağır bir hastalık geçirir ve baygın düşer. Bir süre öyle kaldıktan sonra aniden doğrularak, "Görmüyor musunuz, ceddim Hz. Ali geldi!" diye yanındakilere seslendiği söylenir.

İbrahim Yahyazade Efendi, 1891 yılında hacca gider ve Medine'de vefat eder. Naaşı Cennetü'l-Bâkî'ye defnedilir.

Hulusi Bey'in pederi Mehmed Hüsrev Yahyazade, İbrahim Efendi'nin iki oğlundan biridir ve Elazığ'ın eşrafından, orduya dışarıdan katılan alaylı bir zabittir. Kardeşi Mustafa Yahyazade ise Elazığ'ın tüccarlarındandır. Bir de Sıdıka Hanım isminde kız kardeşleri vardır.

Mehmed Hüsrev Efendi'nin, bölgenin ulema ve meşayihinden meşhur Elazığlı Beyzade Ali Rıza Efendi'ye büyük saygı ve bağlılığı vardır. Ali Rıza Efendi'nin ezan yasaklandığı dönemde bile kapının önündeki binek taşına çıkarak beş vakit ezanı Arapça aslından okuduğu söylenir.

Mehmed Hüsrev Efendi, önceleri tüccarlık yapan kardeşi Mustafa Efendi'yle birlikte Erzincan'da bulunur. İki kardeş, Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu eşyalarını Erzincan'da bırakarak ailece baba ocağı olan Elazığ'a dönmek zorunda kalır.

Mehmed Hüsrev Efendi, Elazığ'daki evlerinin büyük salonunda her akşam gelen dostlarıyla dinî sohbetler yapar.

Hulusi Bey'in amcası Mustafa Efendi 1931'de Elazığ'da vefat eder. Pederi ise, ikinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul-Pendik'te 1943 yılında vefat eder ve Pendik Mezarlığı'na defnedilir.

Hulusi Bey'in annesi Nazife Hanım ise, Elazığ'a bağlı Perçenç, yeni ismiyle Akçakiraz köyünden salihat-ı nisvandan bir hanımefendidir. Nazife Hanım, 1941'de Elazığ'da vefat eder.

Mehmed Hüsrev Efendi'nin kız kardeşi Sıdıka Hanım ise İstanbul Topkapı'da medfundur. Sonraki yıllarda Pendik Mezarlığı imar nedeniyle kaldırılınca Mehmed Efendi'nin kabri de, torunu Necmeddin tarafından Topkapı Mezarlığı'na Sıdıka Hanım'ın yanına nakledilir.

Hulusi Bey'in ağabeyi Ali Yahyazade, Birinci Dünya Savaşı'na katılır. Kafkas Cephesi'nde kaybolur. Hulusi Bey'in bütün arama çabalarına rağmen bulunamaz.

Evlad-ı Resul

Hulusi Bey, Üstad'ın kendisine, "Kardeşim, sen de ben de sadattanız." dediğini söyler. Yine Üstad Hazretleri, Hacı Hulusi Bey'in konu ile alakalı sorduğu bir suale Dokuzuncu Lem'a'da şöyle cevab verir:

'Cedlerinizden birisinin imzâsı 'es-Seyyid Muhammed'e dâir mahrem suâliniz var.

Kardeşim, buna ilmî ve tahkîkî ve keşfî cevâb vermek elimde değil. Fakat, ben arkadaşlarıma derdim ki: 'Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzer. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.' Arkadaşlarım da beni tasdîk ediyordular. 'Dâd-ı Hak râ kâbiliyyet şart nist' sırrıyla, 'Hulûsî'de büyük bir asâlet tezâhürü bir dâd-ı Hak'dır' derdik.

Hem kat'ıyyen bil ki; Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de şahs-ı ma'nevîsi ve nûrânîsinin risâlet noktasındaki âli var. Bu ikinci âlde kat'ıyyen sen dâhil olmakla berâber, birinci âlde dahi delîlsiz bir kanâatim var ki, ceddinin imzâsı sebebsiz değildir.'

Neseb-i Mübareki

Emekli Piyade Albay el-Hac İbrahim Hulûsî, bin Muhammed Husrev, bin el-Hac İbrahîm, bin es-Seyyid Muhammed, bin Mustafa, bin Hasan, bin Yahya Rahimehumullahu Teala Aleyhim Ecmain.

Evliliği ve Çocukları

Hulusi Bey'in gençliği savaş meydanlarında geçer. Ancak Çanakkale Savaşı'ndan sonra 1917 yılında amcası Mustafa Bey'in kızı Halise Hanım'la evlenir. Bu izdivaçtan üç erkek ve iki kız çocuğu dünyaya gelir. Bunlar yaş sırasına göre, Naci, Necati, Necmeddin, Naciye ve Nermin'dir.

Ortanca oğlu Necati, astsubayken Üstad'ı Eskişehir'de ziyaret eden tek oğludur. Naci yüzbaşılıktan ayrılarak Elazığ Devlet Su İşleri'nde memur olarak çalışır. Küçük oğlu Necmeddin ise Elazığ'da saatçilikle meşgul olur.

Hulusi Bey'in eşi Halise Hanım 1968, oğlu Necati ise 1974 yılında aileden evvel ahirete göçenlerdir. Naciye isimli kızı ise bir yıl yaşamadan vefat eder. Şu anda kızı Nermin Hanım dışında hepsi Harput sırtlarındaki makberlerinden ebediyet sabahını beklemektedirler.

Tahsili

Hulusi Bey, ilk tahsilini Elaziz Çarşı Camii imamı Sarı Hafız'dan alır. Sonra Elaziz Askerî Rüştiyesi'ne kaydolur. İdadi tahsilinin iki senesini Erzincan'da, geri kalan bir senesini İstanbul Çengelköy İdadisi'nde tamamlar. Askerî lisedeyken üç günde bir Kur'an'ı hatmeder.Ardından Harbiye Mektebi'ne kaydolur. Mektebe giderken bir kuruş istihkakı vardır. İstanbul'da okurken ayrıca babasının verdiği beş mecidiyeyle idare eder. Hatta bu parayı hem harçlık, hem de dönüşte yol parası yapar.

Askerlik Hayatı

Harbiye'deyken Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Hulusi Bey, o dönem emsalleri gibi tahsilini yarıda bırakıp vatanın kurtuluşu için cepheye koşar. Kısa bir süre askerî hazırlık eğitimi gördükten sonra 21 Ekim 1914'te on sekiz yaşında bir teğmen adayı olarak ordudaki yerini alır.

İlk birliği olan 3. Kolordu, o zaman Tekirdağ'da bulunmaktadır. Hulusi Bey 3. Kolordu 9. Fırka 25. Piyade Alayıyla Çanakkale'ye sevk edilir.

Çanakkale'de

Hulusi Bey, 25. Alayın çeşitli bölüklerinde görev yaptıktan sonra, 14 Temmuz 1915'te asteğmen olur. 26 Temmuz 1915'te adına "melhame-i kübra" dedikleri Osmanlı'nın ölüm-kalım savaşı olan Çanakkale Savaşı'na katılır.

Hulusi Bey, Anafartalar Conk Bayırı Muharebesi'nde 25. Alayın 10. Bölüğüyle savaşın en yoğun çarpışmalarında bulunur. İstanbul'dan getirilen topların cepheye taşınması için düşmanın göremeyeceği ormanlık ve patika yollar seçilir. Atlarla çekilen ağır toplardan biri bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle yapsalar da bir türlü topu saplandığı yerden kurtaramazlar. Derken Hulusi Bey, devreye girer. Birliğinde bulunan "Destan" isimli atı getirip diğerlerinin yanına bağlar ve bir insanla konuşur gibi atın boynuna sarılır, "Destan, haydi yavrum, bu din işi, iman işi, vatan işi, göreyim seni!" der. Atlar son bir kez dehlenir, kırbaçlanır. Büyük bir hamleyle top saplandığı yerden kurtulur. Ama Destan, yaptığı hamle sonunda cansız yere serilir. Zira takatinin üstünde gösterdiği gücün sonunda hayvancağız çatlayarak ölmüştür!

Hulusi Bey Çanakkale Savaşı sırasında yaralanır. Bu sahne de çok ibretlidir. Conk Bayırında siperdeyken yaralanışını şöyle anlatır:

"Birçok çıkarmalar yapıldı. O zaman harbe giderken pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiştik. 30 Mart 1915'te Seddül-bahr'e gelmiştik. Çanakkale'nin, Anafartalar'ın, Conk Bayırı'nın dinç fırkasıydık. Süngülü tüfekle 'Allah Allah!' diye gidiyorduk. Anafartalar Muharebesi'nde Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla gazi olduk.

Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti. 8 Ağustos 1915'te yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Yaralandığım gece Kadir Gecesi'ydi. Karadan, denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki asteğmen, 'Silahla bir kaçını temizleyeyim' dedi. Siperdeyken, düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağıma isabet etti. Elimi yüzüme attım, baktım kanıyor. Bir kurşun da köprücük kemiğimi ikiye bölerek kalbime doğru bir buçuk santimetre kadar ilerlemiş. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu. Üstümde yepyeni bir paltom vardı. Kandan, üzerinde elle tutulacak bir yer kalmamıştı."

Hulusi Bey, cephede bir ara aşırı kan kaybından şuurunu kaybeder. Doktorlar, genelde ağır yaralılarla meşgul olup zaman kaybetmek yerine, kısa tedaviyle cepheye sürebileceklerle uğraşmayı tercih eder. Bu da ölüm-kalım savaşının bir gereği olsa gerek. Bu yüzden Hulusi Bey, "Bununla uğraşmaya değmez, hayata döndürülmesi zor!" diye ölüler ve ağır yaralılar arasına atılır.

Hulusi Bey, kendine gelir gelmez, karşısında duran Fransız doktora Fransızca olarak, "Allah'ın izniyle ben ölmeyeceğim!" diye bağırır. Bunun üzerine ölüler arasından alınıp önce Biga'da, daha sonra İstanbul'da tedavi altına alınmak üzere gönderilir. Tedavisi yaklaşık beş ay sürer. Ocak 1916'da tekrar cephedeki birliğine döndüğünde üç gün sonra zafer ilan edilir. Düşmanlar büyük bir hezimet içinde Çanakkale'yi terk ederler.

"Çanakkale bir selh-hane-i kebirdir. O hiçbir şeye benzemez. Bölük, tabur savaşa girdiği gün eriyordu. Öyle bir selh-haneydi orası. Mezbuhane muharebe ediyorduk. Asrın her türlü ihtiyaçları temin edilmiş ordularına karşı, âdeta iman kuvvetiyle et ve kemikten bir set oluşturmuştuk.

12-13-14 Nisan ikindi vaktine kadar, Seddülbahir'de düşmanın o amansız saldırısına karşı, ah bir tek atacak topumuz olsa diyorduk. Ama yoktu, hasret kalmıştık. İşte böyle perişaniyet ve mahrumiyet karşısında bu millet en güzide evladını Çanakkale Muharebesi'nde kaybetmiştir.

Çanakkale, hem zaferdir, hem mağlubiyettir. Mağlubiyetin sebebi de Çanakkale'deki zaferdir. Çünkü bu millet, en değerli unsurunu orada kaybetmiştir. Eridik, mahvolduk. Düşünebiliyor musunuz, 25. Alay 3000 mevcuduyla savaşa girdi, bir günde ölü ve yaralı sayısı alayın nüfusu kadar, 3000 kişi! Tarih kitaplarında bunları okuyamazsınız!"

Savaşın sonlarına doğru, askerler arasında gökte bir nur görüldüğü haberi yayılır. Şahsına ait harikulade halleri anlatmayan Hulusi Bey'e de bu husus sorulur: "Evet, ben o nuru gece rüyamda gördüm. Ertesi gün gördüğümü arkadaşlara anlattığımda 'Biz de gördük' dediler. O nurda, اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًا ayet-i kerimesi yazılıydı der.

Savaş sonrası Hulusi Bey, bağlı bulunduğu birlikle beraber Çanakkale'den ayrılıp Kırklareli bölgesine intikal eder. Tarih, 14 Ocak 1916

Nisan ayına kadar Kırklareli'nde kaldıktan sonra, birlikleri Kafkas Cephesi'ne intikal emri alır. Mayıs sonlarında Lazistan'da sıra ile taarruz muhârebelerinde ve müteâkiben Erzincan garbına kadar ric'at muhârebelerinde bulunur. Eylül 1916'da Kafkas teşkîlâtı kurulur. 9. Kafkas Alayı, 26. Tabur, 5. Kafkas Hücum Taburu, 9. Makineli Tüfek Bölüklerinde ve bu Bölük'le 1316 sonunda ileri harekâtda Ermeni ve Bolşeviklerle yapılan muhârebelere iştirâk, Gence ve Bakü'nün zabtı için yapılan muhârebe ve Karabağ'ın temizlenmesi harekâtında bulunur. Hiçbir mağlûbiyet acısı görmeden mütâreke üzerine evvelâ Batum'a, bilâhare Trabzon'a gelir. Trabzon'da 25. Tabur'un Makineli Bölüğü'nü alıp bu kıt'a ile Niksar, Erbaa, Tokat ve Sivas'a intikal eder ve izinli olarak memleketi Elazîz'e gelir. 15. Alay'ın 3. Tabur, 10. Bölüğüyle beraber İstiklâl Harbi'nin Antep, Urfa ve Sakarya muhârebelerine iştirâk eder. Mulâzım-ı evvel (teğmen) olur. 15. Fırka, 6. Alay, 4. ve 8. Bölük Komutanlıkları'nda bulunur. 1922 Ağustos'ta 45. Alay, 8. Bölüğü'ne iştirâk eder. 21 Ağustos 1922'de Yüzbaşı olur. Teşrîn-i Sâni 1923'de Elazîz'deki 15. Alay, 4. Bölüğü'ne, bilâhare 8. Bölüğü'ne ta'yîn edilir. Kurtuluş savaşı bitince 1925-1927 yılları arasında yarım kalan tahsilini tamamlamak üzere tekrar Harbiye'ye kaydolur. Ocak 1927'de yüzbaşı rütbesiyle ordudaki yerini alır. Doğuda meydana gelen bir takım karışıklıklar sebebiyle Midyat'ta eşkiya takibine gönderilir.

1927 Eylül'ünde garbe mübâdele olur. Manisa'daki 16. Fırka 44. Alay, 1. Tabur'unda iken, 16 Kânûn-i Sâni 1928'de Eğirdir Dağ Ta'lîmgâh Muallimliği'ne nakledilir. 6 Teşrîn-i Evvel 1930'da harcırâhsız olarak Elazîz'deki 17. Fırka 25. Alay, 6. Bölüğü'ne nakledilir. 1940 Elazîz Dîvân-ı Harb A'zâlığı'na, 1340-1341'de 17. Fırka, 3. Şu'be Müdürlüğü, 1930-1931-1932-1933-1934'de yine aynı Tümen, 3. Tümen Müdürlüğü, 1934'de 17. Tümen Erât Askerî Muhâkeme'si Başkanlığı görevlerinde bulunur. 1933 senesi Binbaşı olarak 17. Tümen Elazığ Askerlik Dâire Mülhaklığı'nda, 1936 Teşrîn-i Evvel ayında 17. Tümen, 63. Alay, 3. Tabur Komutanlığı'nda, 1938 Mayıs'ında Sivas'da 3. Ordu, Komando Kursu'nda ve bu arada 1. Ordu'nun 1. ve 2. Safha manevrasıyla Tunceli Harekâtı'nda bulunur. 1937 ve 1940'da Tunceli'de yer yer eşkıyâ ta'kîblerinde bulunarak 25. Dağ Alayı, 3. Tabur'u, bilâhere 57. Dağ Alayı, 3. Tabur'u, en son 67. Dağ Alayı 1. Tabur'larıyla 1940 Ağustos'unda Yarbay olarak Hekimhan Askerlik Şu'be'sîne, 1941 Aralık ayında Elazîz Askerlik Şu'besi'ne, 1943 Kânûn-i Sâni ayında Karapınar Askerlik Şu'besi'ne, 1943 Ağustos'unda 41. Tümen 19. Piyâde Alayı, 1. Muâvin'liğine iltihâk eder.

14 Ağustos 1944'de 19. Alay Komutanlık vekâleti tasdîk edilir. 1944 Ağustos'ta Albay'lığa terfî eder. 10 Aralık 1945'de Kars Askerlik Şu'besi'ne, 1946'da Sarıkamış Askerlik Dâire Başkanlığı'na ta'yîn edilir. 30 Eylül 1948'de Urfa Askerlik Dâire Başkanlığı'nda göreve başlar. 3 Ocak 1950'de emekliye ayrılmak için 7. Kolordu Komutanlığı'na dilekçesini takdîm eder. 3 Mayıs 1950'de Denizli Askerlik Dâiresi'nden emekliye ayrılır.

Üstad'la İlk Buluşma

Bediüzzaman, Barla'ya kara yolu müsait olmadığı için, Eğirdir Gölü üzerinden motorla götürülür. Motorla yol alırken, Barla'da kendisine hizmet edeceklerin manevî siması gösterilir: Bunlar arasında özellikle silahlı kuvvetlerden gelen güçlü bir isim vardır ki, Üstad'ın garip gönlünü şad edecektir. Evet, bu zat, küçük yaştan beri Kur'an'a, imana büyük alaka duyan ve Türk ordusunda bütün cephelerde savaşmış, asil ve cesur bir komutan olan Yüzbaşı Hulusi Bey'den başkası değildir. Ziyaretlerinden birinde Üstad bunu bizzat Hulusi Bey'e anlatır: "Ben Isparta'dan mecburi ikamet için Barla'ya sevk edilirken daha motordayken, seni gördüm ve bana gösterildiniz!"

Üstad'la ilk buluşma, 1929 yılı baharında yüzbaşı rütbesindeyken gerçekleşir. Hulusi Bey, bu ziyaretini şöyle anlatır: "Eğirdir'deyken, Şeyh Mustafa kendi el yazısı olan Üstad'ın bir risalesini bana vermişti. Okumamı söyledi. Fakat öyle bir yazı ki, yazıdan başka her şeye benziyordu. O risaleden fazla istifade edemedim.

Nihayet 14 Nisan 1929'da Dağ Talimgâhı'ndan üç tane at tedarik ederek ben, Meczup Şeyh Mustafa, bir asker, bir demirci ustası ve iki zat daha (Müderris Mustafa, Vecelle Hüseyin) ile Barla'ya doğru yola düştük. Yolda nöbetleşere atlara binildi. Tabiri caizse âdeta Hz. Ömer'in kölesiyle birlikte Kudüs şehrine yolculuk yaptığı şekilde gittik. Nihayet Barla'ya vardık.

Barla'nın Karacaahmed Sultan mevkiine gelmiştik. Orada taze bir abdest aldık. Barla'ya doğru gidiyorduk. Fakat ben çok heyecanlıydım. 'Ya bu zat, iç yüzümüzü okur da günahlarımızı görür, bizi kabul etmezse!' diye düşünüyordum. Ama yok, o zat çok alicenaplık gösterdi. Kusur ve hatalarımıza göre muamele yapmadı. Elhamdülillah bizi kabul etti, içeri aldı, içeriye, odasına girdik, ziyaret ettik.

Henüz ayaktaydık, oturmamıştık. Herhangi bir şey de söylememiştim. Benim kolumdan tuttu, 'Kardeşim ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi ben de bir imamım!' dedi. Daha baştan benim kalbimdekine cevap verdi. Oturmamızı emretti, oturduk. Konuşmaya, sohbete başladı. Mukadder suallerimizi cevaplandıracak birçok mes'elemize temas etti, halletti. Kendi şivesiyle konuşuyordu.

İşte bu ilk sohbette benim gönlüm, artık hakikat ateşiyle tutuşmaya başladı. Meseleyi kavradım. O Zat'ın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmanî ve Kur'anî olan hizmet yoluna ben de girdim. İşte Risale-i Nur'un parlaması da elhamdülillah o tarihte başladı."

Zahirden Hakikate Geçiş

Risale-i Nur'da var olan kırk dakikada zahirden hakikate geçme hususiyeti, birinci talebede böylece ilk görüşmede tezahür eder. Nitekim Üstad'ın yazdığı mektupta, "Senin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakiki teselli ve esaslı sevinci bulmuş zatlara" diye ifadesi de bu gerçeğe işaret eder.

"Bu görüşmede Hz. Üstad sohbet ederken hep Şeyh Mustafa'yı muhatap alıyordu. Şeyh Mustafa ise Hz. Üstad'ın hitap ve tevcihlerine dayanamıyor, kalkıp kalkıp oturuyordu. Bazen çocukça hareketler yapıyordu. Üstad'ı ziyaretine fazla ara verdiğinden Üstad'ı kendisine çıkışması ve sitem etmesine karşı kendini savunma makamında, "Efendim, size Hulusi Bey'i getirdim' diyordu. Üstad bana, "Kardeşim, ben buraya geldiğimde kaydettiğim ilk talebe budur' diyordu.

Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstad çok coşmuştu. Bütün müşküllerimizi halletti. Umum mukadder suallerimize kâfi ve şafi cevaplar verdi. Veda edip ayrıldık. Artık Risale-i Nur'un dairesine, iman hizmeti içine girmiş oldum. Gece gündüz, durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım."

Hulusi Bey, ilk görüşmeden sonra Üstad'ın, "Uzaklığın alameti olan mektuplaşmak âdetim değil, fakat sen yaz!" demesini bir emir telakki eder ve mektub yazmayı bir vazife edinmesine sebep olur.

Üstad'ı Ziyaret Hayatında İnkılab Yapar

Bu ilk ziyaret, Hulusi Bey'in hayatında büyük bir inkılab yapar. Öyle bir halet-i ruhiye içinde kalır ki, yazdığı mektuplardaki şevki, Üstad cevabî mektuplarında şöyle dile getirir:

"Neşr-i envar-ı Kur'aniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikram-ı İlahîdir, bir keramet-i Kur'aniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum."

Hulusi Bey, intibalarını dile getirirken şöyle der:

"Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek içindi. Hâlbuki istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu. Bir gün, 'Efendim benim bir ilmim, bir meziyetim yok. Ne için bana bu kadar kıymet veriyorsunuz?' dediğimde, 'Öyle deme kardeşim, dad-ı Hak râ kabiliyet şart nist (Allah vergisinin söz konusu olduğu yerde bir kabiliyet ve meziyetin olması gerekmez) demişti."

Hulusi Bey, Üstad'ın huzurundan her ayrılışında tarif edilmez bir huzur içinde Eğirdir'e kadar dört saatlik yolu nasıl kat' ettiğini bilemez. Eğirdir'e varınca tekrar manevi âlemden maddi bir âleme döndüğünü hisseder.

Hulusi Bey bu haleti şöyle anlatır:

'Ben Üstad'la görüştükten sonra dönerken, geçtiğim yolları bilmez olurdum. Âdeta manevî bir sekr hali geçirirdim. Dört saatlik Barla-Eğirdir arasını nasıl gittiğimi bilmezdim. Eğirdir'de binaları ve simaları görünce o zaman dünyaya girdiğimi anlardım!'

İntisab

Hulusi Bey, ilk zamanlar Üstad'ın meslek ve meşrebinden, tecdit hareketinden habersiz olduğu için kendisini bir şeyh tasavvur ederek ziyarete gider. Hatta içinden, "Zikir ve evrad için bir şey tavsiye eder mi?" diye düşünür. Kapıdan içeri girer girmez, Üstad Hazretleri, Hulusi Bey'in elinden tutup, "Kardeşim ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbani İmam-ı Gazalî gibi bir imamım!" demesi onda âdeta şok etkisi yapar.

Üstad, sohbetin devamında, vaktiyle Bitlis'te üç-dört şeyh bulunduğunu ve bunların kendisine intisap etmesini istediğini, fakat bunların kendisine kâfi gelmediğini anlatır. O sırada Küfrevî Hazretleri'nin müridlerinin kendisi hakkında dedikodu yaptıklarını, bunu duyup da Küfrevî Hazretleri'nin yanına gittiğini, Hz. Pir'in huzuruna girince O'nun kıbleye dönük oturduğunu, kendisinin de sessizce arkasına geçip diz çöktüğünü anlatır.

Şeyh, dönüp bakmadan, "Said sen misin?" diye kendisine seslenir. O da, "Evet benim" deyince, "Sende bir melalet hissediyorum" der. Üstad, "Efendim bana beddua etmediğinizi anladım!" diye karşılık verir. Şeyh, Küçük Said'i yanına çağırır ve "Sana bir ders vereyim" deyip, talebenin icazet alırken verilen son dersi verir.

Üstad, bunları anlattıktan sonra, Hulusi Bey'e, "Ben de şimdi sana icazet veriyorum" diye aynı dersi verir. Bu, aynı zamanda onu manevî ilimlerle teçhiz ettiğini ifade eder. Ayrılırken Üstad, "Kardeşim, uzaklığın alameti olan mektuplaşmak âdetim değil, fakat sen yaz!" tavsiyesinde bulunur. Bu tavsiyenin bir tavzif olduğu daha sonra anlaşılır. Zira Mektubat onun sorduğu bu sorularla ortaya çıkar.

Hayatımda İlk Defa Birine 'Üstad' Dedim

Üstad Hazretleriyle görüştüğümde öyle bir hal içine giriyordum ki; tarif edemem. Üstad'la çok az görüştüğümüz halde o kadar lezzet aldım ki, tarife sığmaz. İlk intibalarımı ömrüm oldukça anlatsam, yine de bitiremem. Beni öyle bir çekti çevirdi ki; başka hiçbir şeye meylimiz kalmadı. Neyi vardıysa bana söyledi. O, Allah vergisidir. Bazısı senelerce gider, bazısı kısa zaman içinde görüşür, fevkalade alır. Cenab-ı hak, bize nasib etti. Hayatımda ilk defa birine 'Üstad' dedim, hata etmedim, isabet ettim.

'Üstad Nesi Var, Nesi Yoksa Bana Aktardı'

Hulusi Bey, Barla'da Üstad'ı ziyaret ettiği zamanlardaki intibalarını veya risaleleri okuduğunda aldığı feyzi çeşitli vesilelerle dile getirir. Özellikle ilk ziyaretinde Üstad'ın meslek ve meşrebiyle alakalı olarak, "Kardeşim, bu zaman inziva zamanı değil, cemaat zamanıdır!" sözünü her zaman hatırlamak gerektiğini ifade eder.

Yine bir gün Sungur ve Bayram Ağabeylerin hazır bulunduğu bir sırada Hulusi Ağabey'in onlara hitaben söylediği şu ifade de manidar olsa gerektir: "Bu kardeşlerimiz çok bahtiyardır. Çünkü Üstad'ımızla çok beraber bulundular. Biz, vazifemiz itibariyle pek az bulunabildik. Fakat az zamanda Üstad nesi var, nesi yoksa bana aktardı."

Eğirdir'den Ayrılış

Hulusi Bey'in, Eğirdir'deki görev süresi dolar ve sıra doğu hizmeti için tayine gelir. 6 Ekim 1930 tarihini taşıyan tayiniyle alakalı açıklaması şöyledir:

Hazreti Üstad'ı Eğirdir'de gördüğümde otuz üç yaşındaydım. Eğirdir'deki vazifem bitmişti. Doğuya tayin edilecektim. Memleketimi istiyordum. Ama tayinimi Elazığ'a yapmıyorlardı. 'Eğer harcırah istemezsen yaparız.' dediler. Harcırah istemedim. Atımı ve bazı fazla eşyalarımı satıp yol parası yaptıktan sonra Üstad'ın yanına gittim.

- Ne yaptın? Dedi.

- Atı ve fazla eşyamı sattım, dedim. Üstad üç defa:

- Çoktur, çoktur, çoktur, dedi.

Hakikaten yol masrafımdan sonra o para o kadar çoğaldı ki; ondan 300-400 lirasını kayınbiraderime verdim.

'Emrediyorum, Üzülmeyeceksin!'

Eğirdir'den tayinim çıkmış, doğuya gidecektim. Hazret-i Üstad'dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Ziyaret esnasında Üstad Hazretleri üzüldüğümü anlamıştı. Birden bana bir kumandan gibi hitab ederek:

- Emrediyorum, merak etmeyeceksin, üzülmeyeceksin, dedi. O anda bütün üzüntüm kalbimden çıkıp gitti.

Üstad, ayrılacağı zaman Hacı Hulusi Bey'e hitaben:

- Kardeşim! Ben sana bazı şeyler tavsiye edecektim. Fakat bir hekim bir yere gönderilirken ona bir şey söylenmez, der. Ayrıca:

- Kardeşim! Ne senin için ne benim için korkma. Fakat Sözler için ihtiyat et. Birgün gelecek bunlar aranacak, bulunmayacak, der. Hacı Hulusi Bey de:

- Üstadım! Ellah bize o günleri göstermesin, diye karşılık verir.

Elazığ'da İlk Gece

Hulusi Bey tayinden sonra Elazığ 17. Fırka 25. Alay 6. Bölüğe intikal eder. 1930'un şartlarında aile efradıyla yapılan bu yolculuk hayli meşakkatli geçer. Buna rağmen Elazığ'a varır varmaz, dinlenmeden ilk işi Risale-i Nur dersini başlatmak olur. Daha sonra bu ders devam eder. Çünkü O'nun hayatında birinci öncelik, hep Risale-i Nur'a aittir ve hayatının birinci gayesi odur.

Mektuplarla İrtibat

Hulusi Bey, ziyarete gidemediği zamanlar, yazdığı mektuplarla irtibatını devam ettirir. Mektup, her zaman bir muhabere aracı olduğu gibi, bir eğitim ve irşat vasıtasıdır da... Özellikle, Üstad'ın gözetim altında bulunduğu dönemlerde, mektuplar büyük iş görür.

Hulusi Bey ve Eğirdir'de bulunan diğer zevatla Üstad, çoğu zaman mektuplarla görüşür. Bu mektuplarda, bazı soruların cevapları yer aldığı gibi, hizmetin prensiplerine dair önemli ipuçları da bulunur. Üstad tarafından Eğirdir'de Hulusi Bey'e yazılan bu mektuplardan biri şöyledir:

"Sevgili kardeşim,

Seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr olmak için değil; çünkü fahr ise ucb ve riyaya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki: Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hatta diyebilirim ki, kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikinin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü'minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk'a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk'a yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaîf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdarane bakıyor. Ve mes'uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.(Barla Lahikası 250-251)

'Hulusi'nin Bir Gailesi Var Diye Düşünüyorum.'

Hulusi Bey anlatıyor:

1938'de bizi Dersim isyanını bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergilerini vermemiş olmalarıydı. Bize verilen emir ise tek kelime ile 'imha!' idi. 'Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın demeden imha edin!' deniliyordu. Bunların çoğu Râfızi idi. Fakat bu tarz bir muamele ile bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıta komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. 'Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir.' dediler. Halbuki ben, o zamana kadar bütün cebhelerde silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker, silahsız, masum insanları nasıl öldürebilir? Bu yüzden müdhiş bir hüzün ve ızdırap içinde idim. Çok üzüntülüydüm. Çünkü Çanakkale'de Fransız ve İngilizlerle; Kafkas'larda Ruslarla çarpıştık. Fakat bunlar kim? Çapulcu ve muharib değil ki? Bunlarla yapacağımız muharebede iki taraf için de ölüm tehlikesi var. Bir yara alıp ölürsek ne sayılacağız?

Hz. üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim, bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim...

Kimseye hissimi açmaya imkanım yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum. Babam rahmetli sağ, başka büyükler de oradaydılar. Merhum pederimle tam vedalaştım, kapımızın önünden geçen tabura yetişmek için atıma bindim gidiyordum. Müşkil bir vaziyetteydim. Bir de baktım, hizmet eri elinde bir zarfla bana doğru koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu Üstad Hazretleri Kastamonu'dan, Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasıyla gönderiyordu. Zarfı açtığımda mavi bir kağıt üzerinde şunların yazılı olduğunu gördüm:

'Hulûsi'nin bir gâilesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur'un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.'

Bana dünyayı verselerdi o kadar sevinç olmazdı. Bende öyle bir emniyet hasıl oldu ki; mektubu öptüm, başıma koydum, koynumda sakladım. Daha kimseye bir şey söylemeden yola devam ettim. Verilen vazife gayet çetin ve kanlı bir hadise olma ihtimali vardı. Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük, dolaştık. O bölgeyi terk etmişler; dağlara, mağaralara çekilmişler. İnayet ve rahmet-i İlâhiye yardımımıza yetişti. Cenab-ı Hak, öyle siyanet etti ki; tereyağından kıl çeker gibi elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.

Evet, işte ben burada kalbimden geçirdiğim bir müşkilimi, O bana Ellah'ın izniyle mektubla cevab veren bir Üstad'dır.

Kastamonu'dan Mektub

Üstad Hazretleri, 1935'te Eskişehir hapsine girip bir yıl yattıktan sonra 1936'da Kastamonu'ya sürgün edildiği sırada, Hulusi Bey Doğu'da askeri görevine devam eder. Aralarında mektublaşma ve manevi irtibat hiç kesilmez. Üstad, Kastamonu'dayken Isparta'daki talebelerine yazdığı bir mektubta Hulusi Bey'den şöyle bahseder:

'Risale-i Nur'un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Bey'in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur'un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhatabdır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimî mektubları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi, bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulusi'yi içinde buluyorum.(Kastamonu Lahikası 244-245)

Yirmi Yıl Sonra Yirmi Dakika Görüşme

Hulusi Bey, emekli olur olmaz ilk işi sakal bırakıp Emirdağ'da bulunan Üstad'ı ziyarete gitmek olur. Bu ziyaret esnasında Üstad Hazretleri, Hulusi Bey'in sakalını sıvazlayıp kendisine dua eder. Yirmi yıl sonra gerçekleşen bu ziyaret, yirmi dakika sürer. Hulusi Bey, bu ziyaretini şöyle anlatır:

'Eğirdir'den ayrıldıktan, sonra yani 6 Ekim 1930'dan yirmi yıl sonra Üstad'ı Emirdağ'da ziyaret ettim. Bu yirmi yıl sonraki ziyarette yanında ancak yirmi dakika kalabildim.'

Bir defasında kendisine; 'Yirmi sene Üstad'ı görmemeye nasıl tahammül ettiniz?' diye sorulduğunda, Hulusi Bey, 'Biz hiç ayrılmadık ki' cevabını verir ve avucunu açarak, 'Üstad hazretleri, bizi avucunun içi gibi müşahede eder ve müşkillerimize sormadan cevab verir.' derdi.

Hac Farizası

Hulusi Bey, emekli olduktan sonra hac farizasını eda etmek üzere o yıl hacca gider. Bu yolculukta kendisine sadık dostu Hacı Sabri refakat eder. İkinci olarak da 1972 yılında hacca gider.

Son Ziyaret

Hulusi Bey'in Üstad Hazretlerini son ziyareti, 27 Kasım 1957'de Eskişehir'de gerçekleşir. Bu görüşmeden sonra Hulusi Bey, Üstad Hazretlerine bir mektub yazar. Üstad hasta olduğu için bu mektuba talebeleri vasıtasıyla cevab yazar. Üstad'la Hulusi Bey arasındaki yakınlığı ifade eden bu mektub gayet manidardır:

'Hulusi, her sabah benim yanımdadır. Nasıl ki; Emirdağ'da yirmi sene sonra görüştüğümüz vakit, yirmi gün evvel görüşmüş gibi yakınlık hissetmiştim. Şimdi de on gün evvel görüşmüşüm gibi geldi.'

Üstad Hazretleri, son görüşmede Hulusi Bey'e hitaben, 'Emrediyorum, üzülmeyeceksin. Hatta ölsem de.' buyurur. Üsta, bu ifadesiyle Hulusi Bey'in dünya gözüyle kendisini bir daha göremeyeceğini ima eder. Nitekim öyle de olur. Üstad'ın vefat haberini aldığında cenazesine iştirak etmek üzere hemen Urfa'ya hareket eder.

Üstad'ın Vefatından Sonra

Hulusi Bey, Üstad'ın vefatından sonra Üstad'a ve Risale-i Nur'a olan sadakatini devam ettirir. Nur hizmetini hayatının en mühim gayesi bilir ve ne pahasına olursa olsun dersleri aksatmaz.

Vefatı

Hulusi Bey, 26 Temmuz 1986 Cumartesi gece saat 22.00 da fani alemden dar-ı bekaya irtihal eder. Kabri Elazığ Harput Meteris Mezarlığı'ndadır. Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten

Vasiyetnameleri;

VASİYYETNÂMEMDİR

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ * وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ بِاَيِّ اَرْضٍ تَمُوتُ

1-Çok kusurlu ve günâhlı olduğumu mu'terif olmakla berâber, Rabbimin nihâyetsiz rahmetine mu'tekidim. O nihâyetsiz rahmetinden اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْد۪ي ب۪ي sırrınca; başta Habîbullah (sav) bütün enbiyâ (as), sıddîkîn ve şühedâ ve salihler hürmetine bu fakîr pür-taksir de afv ve mağfiret olunmaklığı ümid ve niyaz ediyorum.

2-Bu vasiyyetimi okuyan ve dinleyen zevat sizler de biliniz ki; ben, lehü'l-hamdu ve'l-minnetu mü'min ve muvahhid ve ehl-i sünnet ve cemaattenim.

3-Bu hayât-ı fânîyeden bir gün bu biçâre fânî de ebediyet âlemine intikâl edecektir. Zamânı, yeri hikmetle kapalı tutulmuş ecele, mevte mazhar olacaktır. Şu birkaç satırlık vasiyyetnâmem, diğer îmânî mes'eleler gibi iman-i bi'l-ahirete de lehü'l-hamd kuvvetli îmânın bir işaretidir.

4-Ölümümden evvel eğer imkan olursa, Ellah için bu biçâreye muhabbet edenler, bilhassa yanımda Kur'ân okuyup istiğfâr ve tevhid edecek zevat çağrılsın.

5-Cenazemi salih bir zât yıkasın.

6-Nerede ölürsem, oranın Müslüman kabristanına defnim yapılsın. Kabir komşularımın hüsn-ü zan edilen zevattan olmasına dikkat edilsin.

7-Techiz, tekfin, devir ve iskat, tedfin ve fıtralara ve diğer hayrlara verilmek üzere üç bin lira sarfedilsin.

8-Cenazem için çelenk getirilmesin. Bando bulundurulmasın. 36 sene bilfiil hizmet ettiğim orduca cenazemîn teşyiinde mahallî kumandanlıktan asker istenilmesin. Hasseten ricâ ediyorum.

9-Ben hicrî, Arabî sene i'tibâriyle 1 Ramazan 1313 de Elazîz'in Kesrik mahallesinde dünyâya geldiğim için, iskat ve devirde yaş hesabında başlangıç, Arabî 1313 olarak kabûl edilsin.

10-Cenazem kabirde yere konulunca herkese oturulması tenbih edilsin. Kabirle meşgûl olanlar sükûnetle çalışsınlar.

11-Kur'ân ve duâyı müteakib telkîn verecek zâta vâlidemin adının Nazife olduğu söylenilsin.

12-Vefatımda hazır bulunmayan çocuklarıma ölümümden haber verilsin.

13-Kabrime Emekli Albay İbrahim Hulûsî YAHYAGİL. Rûhuna el-Fâtihâ diye varislerim bir tek taş diktirsinler.

14-Evlâd ve ahbab ve akarib ve ehibbamdan niyazım, mübârek duâlarıyla, tilavet-i Kur'ân sevabını ihdâ ile ve eyyam-i mübârekede mümkün olursa kabrime gelerek rûhumu tesrir etmeleridir.

Âilem benden evvel vefat etti. Ellah rahmet eylesin. O'na hakkımı helal etmişim.

15-Ölümümde feryad ve figan edilmesin. Ölmekle ebediyyen yok olunmuyor ki; böyle manasız feryad ve figan edilsin. Ölüm, mü'minler için başta Habîbullah (sav), bütün sevdiklerimizin toplandığı âleme intikâldir. Öyle ise ölümle ayrılış muvaffaktır. Ebedi ayrılmamak isteyenler, iman ve İslamiyyet'in îcablarına bilfiil riayet etsinler. Feryad ve figan etmesinler.

16-Ben bütün evlad, ahfad ve akrabâ ve komşularıma ve din kardeşlerime hukukumu helal ediyorum. Onlar da bana lütfen helal etsinler.

17-Mirasın, metrûkatın taksimatında kanun-u İlâhî esastır. Varislerim, bu mühim noktayı unutmasınlar. Evimizin baba yuvası olarak muhâfazasını, Necmeddin'e oturduğu dükkanın verilmesini ve taksimde her türlü niza'dan sakınılmasını tavsiye ederim.

18-Eski notlarımdan vasiyyete ait yazılarımı 1 Teşrin-i Evvel 1955 ve 14 Safer 1375 tarihinde bu sûretle hülasa ettim. Îâb ederse, ecel müsaade ederse tebdil, ta'dil, tashîhlerde bulunurum.

                      8 Kanun-u Sani 1956 / 24 Cemaziye'l-Ula 1375

اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

Emekli Albay İbrahim Hulûsî YAHYAGİL

***

VASİYYETNAMEMDİR

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ وَ بِهِ نَسْتَع۪ينُ* كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ * اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ

وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ بِاَيِّ اَرْضٍ تَمُوتُ

1-Çok kusurlu ve günâhlı olduğumu mu'terif olmakla berâber, nihayetsiz rahmet-i İlahiyyeden asla ümidimi kesmiş değilim. اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْد۪ي ب۪ي sırrınca; başta Habîbullah (sav) bütün enbiyâ (as), sıddıkîn, şühedâ ve salihîn hürmetine afv ve mağfiret olunacağımı ümid etmekteyim.

2-Ben, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ mü'min, muvahhid ve ehl-i sünnet ve'l-cemaattenim. Bu fani hayattan ebediyete intikal ederekكُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ hükmünün hakkımda da muhakkak tahakkuk edeceğine asla şübhem yoktur.

3-Kimseye borcum yoktur. Merhûm babamdan bana intikal etmiş muvakkat mutasarrıfı olduğum bir evim, merhûme ailem Hâlise Hanım'dan kalan dükkândan da dörtte bir hissenin geçici mutasarrıfıyım.

4-Evimde lüks eşyam yoktur. Evin eşyasını ve benim elbiselerimi, benden sonra oğlum Necmeddin ve kızım Nermin, diledikleri gibi tasarruf ederler. Dilediklerinde fakir Kur'an öğrencileri ile fakir Müslümanlara verirler.

5-Ben hicrî sene i'tibariyle 1313 senesinin Ramazan'ın birinci gecesi yatsı vakti Kesrik'teki evimizde dünyaya gelmiş olduğum merhûm validem Nazife Hanım'ın ifadesiyledir. Nüfusa kaydım, 1311'dir. Buna göre şer'i muameleler yapılsın.

6-Ailem Hâlise Hanım, 9 Kasım 1968 tarihinde; oğlum Necati, 21 Mayıs 1974 tarihinde vefat ettiler. Ellah rahmet eylesin. Hem bunlara, hem evladlarıma ve torunlarıma hakkımı helal ediyorum.

7-Emekli albay olduğum için, vefatımda ordudan askerî bando istenilmesin.

8-Mezarıma iki taş dikilebilir. Ziyaretçilere tanınmama kolay olsun diye.

9-Bütün din kardeşlerime hakkımı helal ediyorum. Onlar da lütfen haklarını bana helal etsinler.

10-Eskiden yazdığım, sık sık değiştirdiğim vasiyetnamemde hulasa olan bu yazımı, 11 Rebîu'l-Âhir 1400 (27 Şubat 1980 Çarşamba) günü yazdım. Ömrüm daha bir müddet uzarsa, inşâellah lüzum olursa, ilavede bulunurum.

11-Kefenim hazırdır. Zarûrî masraflar için 10.000 lira sarfedilmesini vasiyyet ediyorum.

12-Kızım Nermin'i, oğlum Necmeddin yanından ayırmasın ve O'nu daima korusun.

27 Şubat 1980

اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar