İBRAHİM HULUSİ YAHYAGİL
1896 yılında
Ramazan'ın birinci günü teravih namazından sonra Elazığ'ın Kesrik köyünde
(şimdi Kızılay Mahallesi) dünyaya gelir.
Hulusi Yahyagil'in dedesi, İbrahim Yahyazade asil bir soydandır. Hayırsever
biri olan İbrahim Efendi, 1800'lü yıllarda Harput'la Mısır arasında ticaretle
meşgul olur. İbrahim Yahyazade Efendi, hayırseverliği yanında çok müttaki bir
zattır. Kalp gözü açık olan İbrahim Efendi, bir kere ağır bir hastalık geçirir
ve baygın düşer. Bir süre öyle kaldıktan sonra aniden doğrularak,
"Görmüyor musunuz, ceddim Hz. Ali geldi!" diye yanındakilere
seslendiği söylenir.
İbrahim Yahyazade Efendi, 1891 yılında hacca gider ve Medine'de vefat eder.
Naaşı Cennetü'l-Bâkî'ye defnedilir.
Hulusi Bey'in pederi Mehmed Hüsrev Yahyazade, İbrahim Efendi'nin iki
oğlundan biridir ve Elazığ'ın eşrafından, orduya dışarıdan katılan alaylı bir
zabittir. Kardeşi Mustafa Yahyazade ise Elazığ'ın tüccarlarındandır. Bir de
Sıdıka Hanım isminde kız kardeşleri vardır.
Mehmed Hüsrev Efendi'nin, bölgenin ulema ve meşayihinden meşhur Elazığlı
Beyzade Ali Rıza Efendi'ye büyük saygı ve bağlılığı vardır. Ali Rıza Efendi'nin
ezan yasaklandığı dönemde bile kapının önündeki binek taşına çıkarak beş vakit
ezanı Arapça aslından okuduğu söylenir.
Mehmed Hüsrev Efendi, önceleri tüccarlık yapan kardeşi Mustafa Efendi'yle
birlikte Erzincan'da bulunur. İki kardeş, Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu
eşyalarını Erzincan'da bırakarak ailece baba ocağı olan Elazığ'a dönmek zorunda
kalır.
Mehmed Hüsrev Efendi, Elazığ'daki evlerinin büyük salonunda her akşam gelen
dostlarıyla dinî sohbetler yapar.
Hulusi Bey'in amcası Mustafa Efendi 1931'de Elazığ'da vefat eder. Pederi
ise, ikinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul-Pendik'te 1943 yılında vefat eder
ve Pendik Mezarlığı'na defnedilir.
Hulusi Bey'in annesi Nazife Hanım ise, Elazığ'a bağlı Perçenç, yeni ismiyle
Akçakiraz köyünden salihat-ı nisvandan bir hanımefendidir. Nazife Hanım,
1941'de Elazığ'da vefat eder.
Mehmed Hüsrev Efendi'nin kız kardeşi Sıdıka Hanım ise İstanbul Topkapı'da
medfundur. Sonraki yıllarda Pendik Mezarlığı imar nedeniyle kaldırılınca Mehmed
Efendi'nin kabri de, torunu Necmeddin tarafından Topkapı Mezarlığı'na Sıdıka
Hanım'ın yanına nakledilir.
Hulusi Bey'in ağabeyi Ali Yahyazade, Birinci Dünya Savaşı'na katılır.
Kafkas Cephesi'nde kaybolur. Hulusi Bey'in bütün arama çabalarına rağmen
bulunamaz.
Evlad-ı Resul
Hulusi Bey, Üstad'ın kendisine, "Kardeşim, sen de ben de
sadattanız." dediğini söyler. Yine Üstad Hazretleri, Hacı Hulusi Bey'in
konu ile alakalı sorduğu bir suale Dokuzuncu Lem'a'da şöyle cevab verir:
'Cedlerinizden birisinin imzâsı 'es-Seyyid Muhammed'e dâir mahrem suâliniz
var.
Kardeşim, buna ilmî ve tahkîkî ve keşfî cevâb vermek elimde değil. Fakat,
ben arkadaşlarıma derdim ki: 'Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere
benzer. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.' Arkadaşlarım da beni tasdîk
ediyordular. 'Dâd-ı Hak râ kâbiliyyet şart nist' sırrıyla, 'Hulûsî'de büyük bir
asâlet tezâhürü bir dâd-ı Hak'dır' derdik.
Hem kat'ıyyen bil ki; Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki âli var.
Biri: Nesebî âldir. Biri de şahs-ı ma'nevîsi ve nûrânîsinin risâlet noktasındaki
âli var. Bu ikinci âlde kat'ıyyen sen dâhil olmakla berâber, birinci âlde dahi
delîlsiz bir kanâatim var ki, ceddinin imzâsı sebebsiz değildir.'
Neseb-i Mübareki
Emekli Piyade Albay el-Hac İbrahim Hulûsî, bin Muhammed Husrev, bin el-Hac
İbrahîm, bin es-Seyyid Muhammed, bin Mustafa, bin Hasan, bin Yahya
Rahimehumullahu Teala Aleyhim Ecmain.
Evliliği ve Çocukları
Hulusi Bey'in gençliği savaş meydanlarında geçer. Ancak Çanakkale
Savaşı'ndan sonra 1917 yılında amcası Mustafa Bey'in kızı Halise Hanım'la
evlenir. Bu izdivaçtan üç erkek ve iki kız çocuğu dünyaya gelir. Bunlar yaş
sırasına göre, Naci, Necati, Necmeddin, Naciye ve Nermin'dir.
Ortanca oğlu Necati, astsubayken Üstad'ı Eskişehir'de ziyaret eden tek
oğludur. Naci yüzbaşılıktan ayrılarak Elazığ Devlet Su İşleri'nde memur olarak
çalışır. Küçük oğlu Necmeddin ise Elazığ'da saatçilikle meşgul olur.
Hulusi Bey'in eşi Halise Hanım 1968, oğlu Necati ise 1974 yılında aileden
evvel ahirete göçenlerdir. Naciye isimli kızı ise bir yıl yaşamadan vefat eder.
Şu anda kızı Nermin Hanım dışında hepsi Harput sırtlarındaki makberlerinden
ebediyet sabahını beklemektedirler.
Tahsili
Hulusi Bey, ilk tahsilini Elaziz Çarşı Camii imamı Sarı Hafız'dan alır.
Sonra Elaziz Askerî Rüştiyesi'ne kaydolur. İdadi tahsilinin iki senesini
Erzincan'da, geri kalan bir senesini İstanbul Çengelköy İdadisi'nde tamamlar.
Askerî lisedeyken üç günde bir Kur'an'ı hatmeder.Ardından Harbiye Mektebi'ne
kaydolur. Mektebe giderken bir kuruş istihkakı vardır. İstanbul'da okurken
ayrıca babasının verdiği beş mecidiyeyle idare eder. Hatta bu parayı hem
harçlık, hem de dönüşte yol parası yapar.
Askerlik Hayatı
Harbiye'deyken Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Hulusi Bey, o dönem
emsalleri gibi tahsilini yarıda bırakıp vatanın kurtuluşu için cepheye koşar.
Kısa bir süre askerî hazırlık eğitimi gördükten sonra 21 Ekim 1914'te on sekiz
yaşında bir teğmen adayı olarak ordudaki yerini alır.
İlk birliği olan 3. Kolordu, o zaman Tekirdağ'da bulunmaktadır. Hulusi Bey
3. Kolordu 9. Fırka 25. Piyade Alayıyla Çanakkale'ye sevk edilir.
Çanakkale'de
Hulusi Bey, 25. Alayın çeşitli bölüklerinde görev yaptıktan sonra, 14
Temmuz 1915'te asteğmen olur. 26 Temmuz 1915'te adına "melhame-i
kübra" dedikleri Osmanlı'nın ölüm-kalım savaşı olan Çanakkale Savaşı'na
katılır.
Hulusi Bey, Anafartalar Conk Bayırı Muharebesi'nde 25. Alayın 10. Bölüğüyle
savaşın en yoğun çarpışmalarında bulunur. İstanbul'dan getirilen topların
cepheye taşınması için düşmanın göremeyeceği ormanlık ve patika yollar seçilir.
Atlarla çekilen ağır toplardan biri bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle
yapsalar da bir türlü topu saplandığı yerden kurtaramazlar. Derken Hulusi Bey,
devreye girer. Birliğinde bulunan "Destan" isimli atı getirip
diğerlerinin yanına bağlar ve bir insanla konuşur gibi atın boynuna sarılır,
"Destan, haydi yavrum, bu din işi, iman işi, vatan işi, göreyim
seni!" der. Atlar son bir kez dehlenir, kırbaçlanır. Büyük bir hamleyle
top saplandığı yerden kurtulur. Ama Destan, yaptığı hamle sonunda cansız yere
serilir. Zira takatinin üstünde gösterdiği gücün sonunda hayvancağız çatlayarak
ölmüştür!
Hulusi Bey Çanakkale Savaşı sırasında yaralanır. Bu sahne de çok
ibretlidir. Conk Bayırında siperdeyken yaralanışını şöyle anlatır:
"Birçok çıkarmalar yapıldı. O zaman harbe giderken pilav yemeye gider
gibi hevesle gitmiştik. 30 Mart 1915'te Seddül-bahr'e gelmiştik. Çanakkale'nin,
Anafartalar'ın, Conk Bayırı'nın dinç fırkasıydık. Süngülü tüfekle 'Allah
Allah!' diye gidiyorduk. Anafartalar Muharebesi'nde Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla
gazi olduk.
Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su
bulunmazsa teyemmüm edilecekti. 8 Ağustos 1915'te yüzümden, kolumdan, göğsümden
yaralandım. Yaralandığım gece Kadir Gecesi'ydi. Karadan, denizden top mermileri
patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki
asteğmen, 'Silahla bir kaçını temizleyeyim' dedi. Siperdeyken, düşman
cephesinden gelen kurşun sol yanağıma isabet etti. Elimi yüzüme attım, baktım
kanıyor. Bir kurşun da köprücük kemiğimi ikiye bölerek kalbime doğru bir buçuk
santimetre kadar ilerlemiş. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum
tam işlemiyordu. Üstümde yepyeni bir paltom vardı. Kandan, üzerinde elle
tutulacak bir yer kalmamıştı."
Hulusi Bey, cephede bir ara aşırı kan kaybından şuurunu kaybeder. Doktorlar,
genelde ağır yaralılarla meşgul olup zaman kaybetmek yerine, kısa tedaviyle
cepheye sürebileceklerle uğraşmayı tercih eder. Bu da ölüm-kalım savaşının bir
gereği olsa gerek. Bu yüzden Hulusi Bey, "Bununla uğraşmaya değmez, hayata
döndürülmesi zor!" diye ölüler ve ağır yaralılar arasına atılır.
Hulusi Bey, kendine gelir gelmez, karşısında duran Fransız doktora
Fransızca olarak, "Allah'ın izniyle ben ölmeyeceğim!" diye bağırır.
Bunun üzerine ölüler arasından alınıp önce Biga'da, daha sonra İstanbul'da
tedavi altına alınmak üzere gönderilir. Tedavisi yaklaşık beş ay sürer. Ocak
1916'da tekrar cephedeki birliğine döndüğünde üç gün sonra zafer ilan edilir.
Düşmanlar büyük bir hezimet içinde Çanakkale'yi terk ederler.
"Çanakkale bir selh-hane-i kebirdir. O hiçbir şeye benzemez. Bölük,
tabur savaşa girdiği gün eriyordu. Öyle bir selh-haneydi orası. Mezbuhane
muharebe ediyorduk. Asrın her türlü ihtiyaçları temin edilmiş ordularına karşı,
âdeta iman kuvvetiyle et ve kemikten bir set oluşturmuştuk.
12-13-14 Nisan ikindi vaktine kadar, Seddülbahir'de düşmanın o amansız
saldırısına karşı, ah bir tek atacak topumuz olsa diyorduk. Ama yoktu, hasret
kalmıştık. İşte böyle perişaniyet ve mahrumiyet karşısında bu millet en güzide
evladını Çanakkale Muharebesi'nde kaybetmiştir.
Çanakkale, hem zaferdir, hem mağlubiyettir. Mağlubiyetin sebebi de
Çanakkale'deki zaferdir. Çünkü bu millet, en değerli unsurunu orada
kaybetmiştir. Eridik, mahvolduk. Düşünebiliyor musunuz, 25. Alay 3000
mevcuduyla savaşa girdi, bir günde ölü ve yaralı sayısı alayın nüfusu kadar,
3000 kişi! Tarih kitaplarında bunları okuyamazsınız!"
Savaşın sonlarına doğru, askerler arasında gökte bir nur görüldüğü haberi
yayılır. Şahsına ait harikulade halleri anlatmayan Hulusi Bey'e de bu husus
sorulur: "Evet, ben o nuru gece rüyamda gördüm. Ertesi gün gördüğümü
arkadaşlara anlattığımda 'Biz de gördük' dediler. O nurda, اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ
فَتْحًا مُب۪ينًا ayet-i kerimesi yazılıydı der.
Savaş sonrası Hulusi Bey, bağlı bulunduğu birlikle beraber Çanakkale'den
ayrılıp Kırklareli bölgesine intikal eder. Tarih, 14 Ocak 1916
Nisan ayına kadar Kırklareli'nde kaldıktan sonra, birlikleri Kafkas
Cephesi'ne intikal emri alır. Mayıs sonlarında Lazistan'da sıra ile taarruz
muhârebelerinde ve müteâkiben Erzincan garbına kadar ric'at muhârebelerinde
bulunur. Eylül 1916'da Kafkas teşkîlâtı kurulur. 9. Kafkas Alayı, 26. Tabur, 5.
Kafkas Hücum Taburu, 9. Makineli Tüfek Bölüklerinde ve bu Bölük'le 1316 sonunda
ileri harekâtda Ermeni ve Bolşeviklerle yapılan muhârebelere iştirâk, Gence ve
Bakü'nün zabtı için yapılan muhârebe ve Karabağ'ın temizlenmesi harekâtında
bulunur. Hiçbir mağlûbiyet acısı görmeden mütâreke üzerine evvelâ Batum'a,
bilâhare Trabzon'a gelir. Trabzon'da 25. Tabur'un Makineli Bölüğü'nü alıp bu
kıt'a ile Niksar, Erbaa, Tokat ve Sivas'a intikal eder ve izinli olarak
memleketi Elazîz'e gelir. 15. Alay'ın 3. Tabur, 10. Bölüğüyle beraber İstiklâl
Harbi'nin Antep, Urfa ve Sakarya muhârebelerine iştirâk eder. Mulâzım-ı evvel
(teğmen) olur. 15. Fırka, 6. Alay, 4. ve 8. Bölük Komutanlıkları'nda bulunur.
1922 Ağustos'ta 45. Alay, 8. Bölüğü'ne iştirâk eder. 21 Ağustos 1922'de Yüzbaşı
olur. Teşrîn-i Sâni 1923'de Elazîz'deki 15. Alay, 4. Bölüğü'ne, bilâhare 8.
Bölüğü'ne ta'yîn edilir. Kurtuluş savaşı bitince 1925-1927 yılları arasında
yarım kalan tahsilini tamamlamak üzere tekrar Harbiye'ye kaydolur. Ocak 1927'de
yüzbaşı rütbesiyle ordudaki yerini alır. Doğuda meydana gelen bir takım
karışıklıklar sebebiyle Midyat'ta eşkiya takibine gönderilir.
1927 Eylül'ünde garbe mübâdele olur. Manisa'daki 16. Fırka 44. Alay, 1.
Tabur'unda iken, 16 Kânûn-i Sâni 1928'de Eğirdir Dağ Ta'lîmgâh Muallimliği'ne
nakledilir. 6 Teşrîn-i Evvel 1930'da harcırâhsız olarak Elazîz'deki 17. Fırka
25. Alay, 6. Bölüğü'ne nakledilir. 1940 Elazîz Dîvân-ı Harb A'zâlığı'na,
1340-1341'de 17. Fırka, 3. Şu'be Müdürlüğü, 1930-1931-1932-1933-1934'de yine
aynı Tümen, 3. Tümen Müdürlüğü, 1934'de 17. Tümen Erât Askerî Muhâkeme'si
Başkanlığı görevlerinde bulunur. 1933 senesi Binbaşı olarak 17. Tümen Elazığ
Askerlik Dâire Mülhaklığı'nda, 1936 Teşrîn-i Evvel ayında 17. Tümen, 63. Alay,
3. Tabur Komutanlığı'nda, 1938 Mayıs'ında Sivas'da 3. Ordu, Komando Kursu'nda
ve bu arada 1. Ordu'nun 1. ve 2. Safha manevrasıyla Tunceli Harekâtı'nda
bulunur. 1937 ve 1940'da Tunceli'de yer yer eşkıyâ ta'kîblerinde bulunarak 25.
Dağ Alayı, 3. Tabur'u, bilâhere 57. Dağ Alayı, 3. Tabur'u, en son 67. Dağ Alayı
1. Tabur'larıyla 1940 Ağustos'unda Yarbay olarak Hekimhan Askerlik Şu'be'sîne,
1941 Aralık ayında Elazîz Askerlik Şu'besi'ne, 1943 Kânûn-i Sâni ayında
Karapınar Askerlik Şu'besi'ne, 1943 Ağustos'unda 41. Tümen 19. Piyâde Alayı, 1.
Muâvin'liğine iltihâk eder.
14 Ağustos 1944'de 19. Alay Komutanlık vekâleti tasdîk edilir. 1944
Ağustos'ta Albay'lığa terfî eder. 10 Aralık 1945'de Kars Askerlik Şu'besi'ne,
1946'da Sarıkamış Askerlik Dâire Başkanlığı'na ta'yîn edilir. 30 Eylül 1948'de
Urfa Askerlik Dâire Başkanlığı'nda göreve başlar. 3 Ocak 1950'de emekliye
ayrılmak için 7. Kolordu Komutanlığı'na dilekçesini takdîm eder. 3 Mayıs
1950'de Denizli Askerlik Dâiresi'nden emekliye ayrılır.
Üstad'la İlk Buluşma
Bediüzzaman, Barla'ya kara yolu müsait olmadığı için, Eğirdir Gölü
üzerinden motorla götürülür. Motorla yol alırken, Barla'da kendisine hizmet
edeceklerin manevî siması gösterilir: Bunlar arasında özellikle silahlı
kuvvetlerden gelen güçlü bir isim vardır ki, Üstad'ın garip gönlünü şad
edecektir. Evet, bu zat, küçük yaştan beri Kur'an'a, imana büyük alaka duyan ve
Türk ordusunda bütün cephelerde savaşmış, asil ve cesur bir komutan olan Yüzbaşı
Hulusi Bey'den başkası değildir. Ziyaretlerinden birinde Üstad bunu bizzat
Hulusi Bey'e anlatır: "Ben Isparta'dan mecburi ikamet için Barla'ya sevk
edilirken daha motordayken, seni gördüm ve bana gösterildiniz!"
Üstad'la ilk buluşma, 1929 yılı baharında yüzbaşı rütbesindeyken
gerçekleşir. Hulusi Bey, bu ziyaretini şöyle anlatır: "Eğirdir'deyken,
Şeyh Mustafa kendi el yazısı olan Üstad'ın bir risalesini bana vermişti.
Okumamı söyledi. Fakat öyle bir yazı ki, yazıdan başka her şeye benziyordu. O
risaleden fazla istifade edemedim.
Nihayet 14 Nisan 1929'da Dağ Talimgâhı'ndan üç tane at tedarik ederek ben,
Meczup Şeyh Mustafa, bir asker, bir demirci ustası ve iki zat daha (Müderris
Mustafa, Vecelle Hüseyin) ile Barla'ya doğru yola düştük. Yolda nöbetleşere
atlara binildi. Tabiri caizse âdeta Hz. Ömer'in kölesiyle birlikte Kudüs
şehrine yolculuk yaptığı şekilde gittik. Nihayet Barla'ya vardık.
Barla'nın Karacaahmed Sultan mevkiine gelmiştik. Orada taze bir abdest
aldık. Barla'ya doğru gidiyorduk. Fakat ben çok heyecanlıydım. 'Ya bu zat, iç
yüzümüzü okur da günahlarımızı görür, bizi kabul etmezse!' diye düşünüyordum.
Ama yok, o zat çok alicenaplık gösterdi. Kusur ve hatalarımıza göre muamele
yapmadı. Elhamdülillah bizi kabul etti, içeri aldı, içeriye, odasına girdik,
ziyaret ettik.
Henüz ayaktaydık, oturmamıştık. Herhangi bir şey de söylememiştim. Benim
kolumdan tuttu, 'Kardeşim ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbani, İmam-ı
Gazali gibi ben de bir imamım!' dedi. Daha baştan benim kalbimdekine cevap
verdi. Oturmamızı emretti, oturduk. Konuşmaya, sohbete başladı. Mukadder
suallerimizi cevaplandıracak birçok mes'elemize temas etti, halletti. Kendi
şivesiyle konuşuyordu.
İşte bu ilk sohbette benim gönlüm, artık hakikat ateşiyle tutuşmaya
başladı. Meseleyi kavradım. O Zat'ın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu
anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmanî ve Kur'anî olan hizmet yoluna
ben de girdim. İşte Risale-i Nur'un parlaması da elhamdülillah o tarihte
başladı."
Zahirden Hakikate
Geçiş
Risale-i Nur'da var olan kırk dakikada zahirden hakikate geçme hususiyeti,
birinci talebede böylece ilk görüşmede tezahür eder. Nitekim Üstad'ın yazdığı
mektupta, "Senin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakiki teselli ve
esaslı sevinci bulmuş zatlara" diye ifadesi de bu gerçeğe işaret eder.
"Bu görüşmede Hz. Üstad sohbet ederken hep Şeyh Mustafa'yı muhatap
alıyordu. Şeyh Mustafa ise Hz. Üstad'ın hitap ve tevcihlerine dayanamıyor,
kalkıp kalkıp oturuyordu. Bazen çocukça hareketler yapıyordu. Üstad'ı
ziyaretine fazla ara verdiğinden Üstad'ı kendisine çıkışması ve sitem etmesine
karşı kendini savunma makamında, "Efendim, size Hulusi Bey'i getirdim'
diyordu. Üstad bana, "Kardeşim, ben buraya geldiğimde kaydettiğim ilk
talebe budur' diyordu.
Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstad çok coşmuştu. Bütün müşküllerimizi
halletti. Umum mukadder suallerimize kâfi ve şafi cevaplar verdi. Veda edip
ayrıldık. Artık Risale-i Nur'un dairesine, iman hizmeti içine girmiş oldum.
Gece gündüz, durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım."
Hulusi Bey, ilk görüşmeden sonra Üstad'ın, "Uzaklığın alameti olan
mektuplaşmak âdetim değil, fakat sen yaz!" demesini bir emir telakki eder
ve mektub yazmayı bir vazife edinmesine sebep olur.
Üstad'ı Ziyaret
Hayatında İnkılab Yapar
Bu ilk ziyaret, Hulusi Bey'in hayatında büyük bir inkılab yapar. Öyle bir
halet-i ruhiye içinde kalır ki, yazdığı mektuplardaki şevki, Üstad cevabî
mektuplarında şöyle dile getirir:
"Neşr-i envar-ı Kur'aniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir
ikram-ı İlahîdir, bir keramet-i Kur'aniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi
tebrik ediyorum."
Hulusi Bey, intibalarını dile getirirken şöyle der:
"Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek
içindi. Hâlbuki istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu. Bir gün,
'Efendim benim bir ilmim, bir meziyetim yok. Ne için bana bu kadar kıymet
veriyorsunuz?' dediğimde, 'Öyle deme kardeşim, dad-ı Hak râ kabiliyet şart nist
(Allah vergisinin söz konusu olduğu yerde bir kabiliyet ve meziyetin olması
gerekmez) demişti."
Hulusi Bey, Üstad'ın huzurundan her ayrılışında tarif edilmez bir huzur
içinde Eğirdir'e kadar dört saatlik yolu nasıl kat' ettiğini bilemez. Eğirdir'e
varınca tekrar manevi âlemden maddi bir âleme döndüğünü hisseder.
Hulusi Bey bu haleti şöyle anlatır:
'Ben Üstad'la görüştükten sonra dönerken, geçtiğim yolları bilmez olurdum.
Âdeta manevî bir sekr hali geçirirdim. Dört saatlik Barla-Eğirdir arasını nasıl
gittiğimi bilmezdim. Eğirdir'de binaları ve simaları görünce o zaman dünyaya
girdiğimi anlardım!'
İntisab
Hulusi Bey, ilk zamanlar Üstad'ın meslek ve meşrebinden, tecdit
hareketinden habersiz olduğu için kendisini bir şeyh tasavvur ederek ziyarete
gider. Hatta içinden, "Zikir ve evrad için bir şey tavsiye eder mi?"
diye düşünür. Kapıdan içeri girer girmez, Üstad Hazretleri, Hulusi Bey'in
elinden tutup, "Kardeşim ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbani İmam-ı
Gazalî gibi bir imamım!" demesi onda âdeta şok etkisi yapar.
Üstad, sohbetin devamında, vaktiyle Bitlis'te üç-dört şeyh bulunduğunu ve
bunların kendisine intisap etmesini istediğini, fakat bunların kendisine kâfi
gelmediğini anlatır. O sırada Küfrevî Hazretleri'nin müridlerinin kendisi
hakkında dedikodu yaptıklarını, bunu duyup da Küfrevî Hazretleri'nin yanına
gittiğini, Hz. Pir'in huzuruna girince O'nun kıbleye dönük oturduğunu,
kendisinin de sessizce arkasına geçip diz çöktüğünü anlatır.
Şeyh, dönüp bakmadan, "Said sen misin?" diye kendisine seslenir.
O da, "Evet benim" deyince, "Sende bir melalet
hissediyorum" der. Üstad, "Efendim bana beddua etmediğinizi
anladım!" diye karşılık verir. Şeyh, Küçük Said'i yanına çağırır ve
"Sana bir ders vereyim" deyip, talebenin icazet alırken verilen son
dersi verir.
Üstad, bunları anlattıktan sonra, Hulusi Bey'e, "Ben de şimdi sana
icazet veriyorum" diye aynı dersi verir. Bu, aynı zamanda onu manevî
ilimlerle teçhiz ettiğini ifade eder. Ayrılırken Üstad, "Kardeşim,
uzaklığın alameti olan mektuplaşmak âdetim değil, fakat sen yaz!"
tavsiyesinde bulunur. Bu tavsiyenin bir tavzif olduğu daha sonra anlaşılır. Zira
Mektubat onun sorduğu bu sorularla ortaya çıkar.
Hayatımda İlk Defa
Birine 'Üstad' Dedim
Üstad Hazretleriyle görüştüğümde öyle bir hal içine giriyordum ki; tarif
edemem. Üstad'la çok az görüştüğümüz halde o kadar lezzet aldım ki, tarife
sığmaz. İlk intibalarımı ömrüm oldukça anlatsam, yine de bitiremem. Beni öyle
bir çekti çevirdi ki; başka hiçbir şeye meylimiz kalmadı. Neyi vardıysa bana
söyledi. O, Allah vergisidir. Bazısı senelerce gider, bazısı kısa zaman içinde
görüşür, fevkalade alır. Cenab-ı hak, bize nasib etti. Hayatımda ilk defa
birine 'Üstad' dedim, hata etmedim, isabet ettim.
'Üstad Nesi Var, Nesi
Yoksa Bana Aktardı'
Hulusi Bey, Barla'da Üstad'ı ziyaret ettiği zamanlardaki intibalarını veya
risaleleri okuduğunda aldığı feyzi çeşitli vesilelerle dile getirir. Özellikle
ilk ziyaretinde Üstad'ın meslek ve meşrebiyle alakalı olarak, "Kardeşim,
bu zaman inziva zamanı değil, cemaat zamanıdır!" sözünü her zaman
hatırlamak gerektiğini ifade eder.
Yine bir gün Sungur ve Bayram Ağabeylerin hazır bulunduğu bir sırada Hulusi
Ağabey'in onlara hitaben söylediği şu ifade de manidar olsa gerektir: "Bu
kardeşlerimiz çok bahtiyardır. Çünkü Üstad'ımızla çok beraber bulundular. Biz,
vazifemiz itibariyle pek az bulunabildik. Fakat az zamanda Üstad nesi var, nesi
yoksa bana aktardı."
Eğirdir'den Ayrılış
Hulusi Bey'in, Eğirdir'deki görev süresi dolar ve sıra doğu hizmeti için
tayine gelir. 6 Ekim 1930 tarihini taşıyan tayiniyle alakalı açıklaması
şöyledir:
Hazreti Üstad'ı Eğirdir'de gördüğümde otuz üç yaşındaydım. Eğirdir'deki vazifem
bitmişti. Doğuya tayin edilecektim. Memleketimi istiyordum. Ama tayinimi
Elazığ'a yapmıyorlardı. 'Eğer harcırah istemezsen yaparız.' dediler. Harcırah
istemedim. Atımı ve bazı fazla eşyalarımı satıp yol parası yaptıktan sonra
Üstad'ın yanına gittim.
- Ne yaptın? Dedi.
- Atı ve fazla eşyamı sattım, dedim. Üstad üç defa:
- Çoktur, çoktur, çoktur, dedi.
Hakikaten yol masrafımdan sonra o para o kadar çoğaldı ki; ondan 300-400
lirasını kayınbiraderime verdim.
'Emrediyorum, Üzülmeyeceksin!'
Eğirdir'den tayinim çıkmış, doğuya gidecektim. Hazret-i Üstad'dan
ayrılacağım için çok üzgündüm. Ziyaret esnasında Üstad Hazretleri üzüldüğümü
anlamıştı. Birden bana bir kumandan gibi hitab ederek:
- Emrediyorum, merak etmeyeceksin, üzülmeyeceksin, dedi. O anda bütün üzüntüm
kalbimden çıkıp gitti.
Üstad, ayrılacağı zaman Hacı Hulusi Bey'e hitaben:
- Kardeşim! Ben sana bazı şeyler tavsiye edecektim. Fakat bir hekim bir
yere gönderilirken ona bir şey söylenmez, der. Ayrıca:
- Kardeşim! Ne senin için ne benim için korkma. Fakat Sözler için ihtiyat
et. Birgün gelecek bunlar aranacak, bulunmayacak, der. Hacı Hulusi Bey de:
- Üstadım! Ellah bize o günleri göstermesin, diye karşılık verir.
Elazığ'da İlk Gece
Hulusi Bey tayinden sonra Elazığ 17. Fırka 25. Alay 6. Bölüğe intikal eder.
1930'un şartlarında aile efradıyla yapılan bu yolculuk hayli meşakkatli geçer.
Buna rağmen Elazığ'a varır varmaz, dinlenmeden ilk işi Risale-i Nur dersini
başlatmak olur. Daha sonra bu ders devam eder. Çünkü O'nun hayatında birinci
öncelik, hep Risale-i Nur'a aittir ve hayatının birinci gayesi odur.
Mektuplarla İrtibat
Hulusi Bey, ziyarete gidemediği zamanlar, yazdığı mektuplarla irtibatını
devam ettirir. Mektup, her zaman bir muhabere aracı olduğu gibi, bir eğitim ve
irşat vasıtasıdır da... Özellikle, Üstad'ın gözetim altında bulunduğu
dönemlerde, mektuplar büyük iş görür.
Hulusi Bey ve Eğirdir'de bulunan diğer zevatla Üstad, çoğu zaman
mektuplarla görüşür. Bu mektuplarda, bazı soruların cevapları yer aldığı gibi,
hizmetin prensiplerine dair önemli ipuçları da bulunur. Üstad tarafından
Eğirdir'de Hulusi Bey'e yazılan bu mektuplardan biri şöyledir:
"Sevgili kardeşim,
Seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr
olmak için değil; çünkü fahr ise ucb ve riyaya medardır. Belki sana medar-ı
şükür olmak için diyorum ki: Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe
hükmüne geçtiniz. Hatta diyebilirim ki, kader-i İlahî beni bu yerlere
göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda
iman-ı tahkikinin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir
vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i
istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü'minîn o iman-ı tahkikî sahibinin
kuvvet-i imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere
karşı dayanırlar.
İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk'a şükür etmelisiniz.
Ben de Cenab-ı Hakk'a yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız
yüküm altına girdiği için zaîf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti.
İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdarane bakıyor. Ve
mes'uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı
vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu
vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet
ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş
niyetimi dahi tashih edecektir.(Barla Lahikası 250-251)
'Hulusi'nin Bir Gailesi
Var Diye Düşünüyorum.'
Hulusi Bey anlatıyor:
1938'de bizi Dersim isyanını bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri
şey de, bazı dağ köylerinin o yıl vergilerini vermemiş olmalarıydı. Bize
verilen emir ise tek kelime ile 'imha!' idi. 'Canlı bir şey bırakmayınız;
genç-ihtiyar, çocuk-kadın demeden imha edin!' deniliyordu. Bunların çoğu Râfızi
idi. Fakat bu tarz bir muamele ile bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıta
komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. 'Sen piyadesin, seni
topla takviye etmek gerektir.' dediler. Halbuki ben, o zamana kadar bütün
cebhelerde silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker, silahsız, masum insanları
nasıl öldürebilir? Bu yüzden müdhiş bir hüzün ve ızdırap içinde idim. Çok
üzüntülüydüm. Çünkü Çanakkale'de Fransız ve İngilizlerle; Kafkas'larda Ruslarla
çarpıştık. Fakat bunlar kim? Çapulcu ve muharib değil ki? Bunlarla yapacağımız
muharebede iki taraf için de ölüm tehlikesi var. Bir yara alıp ölürsek ne
sayılacağız?
Hz. üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım.
Nasıl yazabilirdim, bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim...
Kimseye hissimi açmaya imkanım yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum.
Babam rahmetli sağ, başka büyükler de oradaydılar. Merhum pederimle tam
vedalaştım, kapımızın önünden geçen tabura yetişmek için atıma bindim
gidiyordum. Müşkil bir vaziyetteydim. Bir de baktım, hizmet eri elinde bir
zarfla bana doğru koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu Üstad
Hazretleri Kastamonu'dan, Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasıyla
gönderiyordu. Zarfı açtığımda mavi bir kağıt üzerinde şunların yazılı olduğunu
gördüm:
'Hulûsi'nin bir gâilesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i
Nur'un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın
meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde,
şükür ile metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün
dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.'
Bana dünyayı verselerdi o kadar sevinç olmazdı. Bende öyle bir emniyet
hasıl oldu ki; mektubu öptüm, başıma koydum, koynumda sakladım. Daha kimseye
bir şey söylemeden yola devam ettim. Verilen vazife gayet çetin ve kanlı bir
hadise olma ihtimali vardı. Az sonra isyan olan bölgeye gittik. Döndük,
dolaştık. O bölgeyi terk etmişler; dağlara, mağaralara çekilmişler. İnayet ve
rahmet-i İlâhiye yardımımıza yetişti. Cenab-ı Hak, öyle siyanet etti ki;
tereyağından kıl çeker gibi elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi
kurtardı.
Evet, işte ben burada kalbimden geçirdiğim bir müşkilimi, O bana Ellah'ın
izniyle mektubla cevab veren bir Üstad'dır.
Kastamonu'dan Mektub
Üstad Hazretleri, 1935'te Eskişehir hapsine girip bir yıl yattıktan sonra
1936'da Kastamonu'ya sürgün edildiği sırada, Hulusi Bey Doğu'da askeri görevine
devam eder. Aralarında mektublaşma ve manevi irtibat hiç kesilmez. Üstad,
Kastamonu'dayken Isparta'daki talebelerine yazdığı bir mektubta Hulusi Bey'den
şöyle bahseder:
'Risale-i Nur'un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Bey'in
ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak o kardeşimiz birinciliğini daima
muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur'un işi başında
biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhatabdır. Onun sualleriyle
yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimî mektubları, onun yerinde pek
çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi, bizden
uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle
konuştuğum vakit Hulusi'yi içinde buluyorum.(Kastamonu Lahikası 244-245)
Yirmi Yıl Sonra Yirmi
Dakika Görüşme
Hulusi Bey, emekli olur olmaz ilk işi sakal bırakıp Emirdağ'da bulunan
Üstad'ı ziyarete gitmek olur. Bu ziyaret esnasında Üstad Hazretleri, Hulusi
Bey'in sakalını sıvazlayıp kendisine dua eder. Yirmi yıl sonra gerçekleşen bu
ziyaret, yirmi dakika sürer. Hulusi Bey, bu ziyaretini şöyle anlatır:
'Eğirdir'den ayrıldıktan, sonra yani 6 Ekim 1930'dan yirmi yıl sonra
Üstad'ı Emirdağ'da ziyaret ettim. Bu yirmi yıl sonraki ziyarette yanında ancak
yirmi dakika kalabildim.'
Bir defasında kendisine; 'Yirmi sene Üstad'ı görmemeye nasıl tahammül
ettiniz?' diye sorulduğunda, Hulusi Bey, 'Biz hiç ayrılmadık ki' cevabını verir
ve avucunu açarak, 'Üstad hazretleri, bizi avucunun içi gibi müşahede eder ve
müşkillerimize sormadan cevab verir.' derdi.
Hac Farizası
Hulusi Bey, emekli olduktan sonra hac farizasını eda etmek üzere o yıl
hacca gider. Bu yolculukta kendisine sadık dostu Hacı Sabri refakat eder.
İkinci olarak da 1972 yılında hacca gider.
Son Ziyaret
Hulusi Bey'in Üstad Hazretlerini son ziyareti, 27 Kasım 1957'de
Eskişehir'de gerçekleşir. Bu görüşmeden sonra Hulusi Bey, Üstad Hazretlerine
bir mektub yazar. Üstad hasta olduğu için bu mektuba talebeleri vasıtasıyla
cevab yazar. Üstad'la Hulusi Bey arasındaki yakınlığı ifade eden bu mektub
gayet manidardır:
'Hulusi, her sabah benim yanımdadır. Nasıl ki; Emirdağ'da yirmi sene sonra
görüştüğümüz vakit, yirmi gün evvel görüşmüş gibi yakınlık hissetmiştim. Şimdi
de on gün evvel görüşmüşüm gibi geldi.'
Üstad Hazretleri, son görüşmede Hulusi Bey'e hitaben, 'Emrediyorum,
üzülmeyeceksin. Hatta ölsem de.' buyurur. Üsta, bu ifadesiyle Hulusi Bey'in
dünya gözüyle kendisini bir daha göremeyeceğini ima eder. Nitekim öyle de olur.
Üstad'ın vefat haberini aldığında cenazesine iştirak etmek üzere hemen Urfa'ya
hareket eder.
Üstad'ın Vefatından
Sonra
Hulusi Bey, Üstad'ın vefatından sonra Üstad'a ve Risale-i Nur'a olan
sadakatini devam ettirir. Nur hizmetini hayatının en mühim gayesi bilir ve ne
pahasına olursa olsun dersleri aksatmaz.
Vefatı
Hulusi Bey, 26 Temmuz 1986 Cumartesi gece saat 22.00 da fani alemden dar-ı
bekaya irtihal eder. Kabri Elazığ Harput Meteris Mezarlığı'ndadır. Rahmetullahi
aleyhi rahmeten vasiaten
Vasiyetnameleri;
VASİYYETNÂMEMDİR
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّح۪يمِ كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ * وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ بِاَيِّ
اَرْضٍ تَمُوتُ
1-Çok kusurlu ve günâhlı olduğumu mu'terif olmakla berâber, Rabbimin
nihâyetsiz rahmetine mu'tekidim. O nihâyetsiz rahmetinden اَنَا عِنْدَ ظَنِّ
عَبْد۪ي ب۪ي sırrınca; başta Habîbullah (sav)
bütün enbiyâ (as), sıddîkîn ve şühedâ ve salihler hürmetine bu fakîr pür-taksir
de afv ve mağfiret olunmaklığı ümid ve niyaz ediyorum.
2-Bu vasiyyetimi okuyan ve dinleyen zevat sizler de biliniz ki; ben,
lehü'l-hamdu ve'l-minnetu mü'min ve muvahhid ve ehl-i sünnet ve cemaattenim.
3-Bu hayât-ı fânîyeden bir gün bu biçâre fânî de ebediyet âlemine intikâl
edecektir. Zamânı, yeri hikmetle kapalı tutulmuş ecele, mevte mazhar olacaktır.
Şu birkaç satırlık vasiyyetnâmem, diğer îmânî mes'eleler gibi iman-i
bi'l-ahirete de lehü'l-hamd kuvvetli îmânın bir işaretidir.
4-Ölümümden evvel eğer imkan olursa, Ellah için bu biçâreye muhabbet
edenler, bilhassa yanımda Kur'ân okuyup istiğfâr ve tevhid edecek zevat
çağrılsın.
5-Cenazemi salih bir zât yıkasın.
6-Nerede ölürsem, oranın Müslüman kabristanına defnim yapılsın. Kabir
komşularımın hüsn-ü zan edilen zevattan olmasına dikkat edilsin.
7-Techiz, tekfin, devir ve iskat, tedfin ve fıtralara ve diğer hayrlara
verilmek üzere üç bin lira sarfedilsin.
8-Cenazem için çelenk getirilmesin. Bando bulundurulmasın. 36 sene bilfiil
hizmet ettiğim orduca cenazemîn teşyiinde mahallî kumandanlıktan asker
istenilmesin. Hasseten ricâ ediyorum.
9-Ben hicrî, Arabî sene i'tibâriyle 1 Ramazan 1313 de Elazîz'in Kesrik
mahallesinde dünyâya geldiğim için, iskat ve devirde yaş hesabında başlangıç,
Arabî 1313 olarak kabûl edilsin.
10-Cenazem kabirde yere konulunca herkese oturulması tenbih edilsin.
Kabirle meşgûl olanlar sükûnetle çalışsınlar.
11-Kur'ân ve duâyı müteakib telkîn verecek zâta vâlidemin adının Nazife
olduğu söylenilsin.
12-Vefatımda hazır bulunmayan çocuklarıma ölümümden haber verilsin.
13-Kabrime Emekli Albay İbrahim Hulûsî YAHYAGİL. Rûhuna el-Fâtihâ diye
varislerim bir tek taş diktirsinler.
14-Evlâd ve ahbab ve akarib ve ehibbamdan niyazım, mübârek duâlarıyla,
tilavet-i Kur'ân sevabını ihdâ ile ve eyyam-i mübârekede mümkün olursa kabrime
gelerek rûhumu tesrir etmeleridir.
Âilem benden evvel vefat etti. Ellah rahmet eylesin. O'na hakkımı helal
etmişim.
15-Ölümümde feryad ve figan edilmesin. Ölmekle ebediyyen yok olunmuyor ki;
böyle manasız feryad ve figan edilsin. Ölüm, mü'minler için başta Habîbullah
(sav), bütün sevdiklerimizin toplandığı âleme intikâldir. Öyle ise ölümle
ayrılış muvaffaktır. Ebedi ayrılmamak isteyenler, iman ve İslamiyyet'in
îcablarına bilfiil riayet etsinler. Feryad ve figan etmesinler.
16-Ben bütün evlad, ahfad ve akrabâ ve komşularıma ve din kardeşlerime
hukukumu helal ediyorum. Onlar da bana lütfen helal etsinler.
17-Mirasın, metrûkatın taksimatında kanun-u İlâhî esastır. Varislerim, bu
mühim noktayı unutmasınlar. Evimizin baba yuvası olarak muhâfazasını,
Necmeddin'e oturduğu dükkanın verilmesini ve taksimde her türlü niza'dan
sakınılmasını tavsiye ederim.
18-Eski notlarımdan vasiyyete ait yazılarımı 1 Teşrin-i Evvel 1955 ve 14
Safer 1375 tarihinde bu sûretle hülasa ettim. Îâb ederse, ecel müsaade ederse
tebdil, ta'dil, tashîhlerde bulunurum.
8 Kanun-u Sani 1956 / 24 Cemaziye'l-Ula 1375
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Emekli Albay İbrahim Hulûsî YAHYAGİL
***
VASİYYETNAMEMDİR
بِسْمِ اللّٰهِ
الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ وَ بِهِ نَسْتَع۪ينُ* كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ *
اِنَّكَ مَيِّتٌ وَاِنَّهُمْ مَيِّتُونَ
وَمَا تَدْر۪ي نَفْسٌ
بِاَيِّ اَرْضٍ تَمُوتُ
1-Çok kusurlu ve günâhlı olduğumu mu'terif olmakla berâber, nihayetsiz
rahmet-i İlahiyyeden asla ümidimi kesmiş değilim. اَنَا عِنْدَ ظَنِّ
عَبْد۪ي ب۪ي sırrınca; başta Habîbullah (sav)
bütün enbiyâ (as), sıddıkîn, şühedâ ve salihîn hürmetine afv ve mağfiret
olunacağımı ümid etmekteyim.
2-Ben, اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ mü'min, muvahhid ve ehl-i sünnet ve'l-cemaattenim. Bu fani
hayattan ebediyete intikal ederekكُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ hükmünün
hakkımda da muhakkak tahakkuk edeceğine asla şübhem yoktur.
3-Kimseye borcum yoktur. Merhûm babamdan bana intikal etmiş muvakkat
mutasarrıfı olduğum bir evim, merhûme ailem Hâlise Hanım'dan kalan dükkândan da
dörtte bir hissenin geçici mutasarrıfıyım.
4-Evimde lüks eşyam yoktur. Evin eşyasını ve benim elbiselerimi, benden
sonra oğlum Necmeddin ve kızım Nermin, diledikleri gibi tasarruf ederler.
Dilediklerinde fakir Kur'an öğrencileri ile fakir Müslümanlara verirler.
5-Ben hicrî sene i'tibariyle 1313 senesinin Ramazan'ın birinci gecesi yatsı
vakti Kesrik'teki evimizde dünyaya gelmiş olduğum merhûm validem Nazife
Hanım'ın ifadesiyledir. Nüfusa kaydım, 1311'dir. Buna göre şer'i muameleler
yapılsın.
6-Ailem Hâlise Hanım, 9 Kasım 1968 tarihinde; oğlum Necati, 21 Mayıs 1974
tarihinde vefat ettiler. Ellah rahmet eylesin. Hem bunlara, hem evladlarıma ve
torunlarıma hakkımı helal ediyorum.
7-Emekli albay olduğum için, vefatımda ordudan askerî bando istenilmesin.
8-Mezarıma iki taş dikilebilir. Ziyaretçilere tanınmama kolay olsun diye.
9-Bütün din kardeşlerime hakkımı helal ediyorum. Onlar da lütfen haklarını
bana helal etsinler.
10-Eskiden yazdığım, sık sık değiştirdiğim vasiyetnamemde hulasa olan bu
yazımı, 11 Rebîu'l-Âhir 1400 (27 Şubat 1980 Çarşamba) günü yazdım. Ömrüm daha
bir müddet uzarsa, inşâellah lüzum olursa, ilavede bulunurum.
11-Kefenim hazırdır. Zarûrî masraflar için 10.000 lira sarfedilmesini
vasiyyet ediyorum.
12-Kızım Nermin'i, oğlum Necmeddin yanından ayırmasın ve O'nu daima
korusun.
27 Şubat 1980
اَلْبَاق۪ي هُوَ الْبَاق۪ي
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar