Pervâne/Semiha Cemâl
Taze,
mûnis bir ilkbahar gecesiydi. Halî bir deniz kenarında kimsesiz, küçük bir
pervâne muattar havayı hayret ve iştiyakla koklayarak daha yeni yeni uçuyordu.
İnce boynuzları yaldız içinde, raksan kanatları rengârenk nakışlar içindeydi.
Oh! Böyle yumuşak, tatlı enginlere korkmadan atılmak ne güzel, ne güzeldi...
Yalnız küçük kanatlarında gizli bir râşe vardı; o bazen suyun üstünde rakseden
iltimalara koşuyor, sürünüyor, fakat birdenbire vücûdu ürpererek kaçıyor, bazen
parıldıyor, kumların üstüne konuyordu.
Nihâyet,
gökte bütün kudreti ile parıldayan ayı gördü. Göğsünde garib bir ateş yandı.
Titreyerek raksederek ona doğru uçmaya başladı. Yıldızlar mübhem bir hülya
içinde karışık, bazen renkli taçlar giyerek seyran ediyor ve aşk içerek, zevk
ederek birbirlerine kavuşuyordu. O uçuyor, hâlâ uçuyordu. Kuvvetsiz küçük
göğsünü böyle derin derin yakan neydi?
Ona
yaklaşmak, sürünmek, ah ne güç şeydi! Fakat artık vücûdu ezilmiş, tâbı çoktan
tükenmişti. O yumuşak sevgili hava bile incecik kanatlarını acıtıyordu. Pervâne
lâhuttan düşen küçük bir ruh gibi nakışları sola sola arza iniyordu. Deniz aşk
uykusunda büyük bir rüyâ görüyordu ve yavaş yavaş cennet manzûmesini terennüm
eden nefesleri arşa yükseliyordu.
Yorgun
pervâne, dalgaların üstünde oynaşan ışıkları gördü ve zevkten canlanarak tekrar
atıldı. Fakat vücûdu soğuk soğuk ürperdi. Yaldızları suya çıktı. İnce dalgalar
bu parlak, seyyal renklerden güneşler, yürekler işlediler ve bütün denizin
bîhûşterâneleriyle hemâhenk, ağır ağır nefhederek kaybettiler. Pervâne, bir
zaman kumların üstünde dinlendi. Kâh kâh, dünyadan, vücudundan geçti.
Yıldızları âh, ayı Allah farzetti. Yarı uyku, yarı vücud içinde, aya kavuştum,
zannetti..
Sabah
yaklaşırken, tekrar eflâke doğru seyretti. Yıldızlar birer birer lerzan
bulutlar içinde lâale dönüşüyor, nihan oluyordu. Ay soluyor, göğe, zemine râşe
düşüyordu. O uçuyor, hâlâ uçuyordu.
Birdenbire
dalgın yarasanın biri ona kanadının ucu ile çarptı. Zavallı pervâne büyük
ızdıraplar içinde sendeleyerek kendini boşluğa bıraktı. Nihâyet bir çiçek
bahçesinde beyaz, taze bir gülün üstüne düştü. Elemleri, ne derindi! Avunmak
için, gezinerek, parlak yaldızların arasına gizlendi.
Sabahleyin,
bağçede küçük bir çocuk nemli fulyalardan, menekşelerden, güllerden demet
yapıyordu. Hafif hafif şarkı söyleyerek hercâîlerin en büyüklerini, güllerin en
kokulularını seçiyordu. Bir aralık pervânenin içinde saklı durduğu beyaz gülün
önüne geldi. Şarkısını bıraktı. Büyük bir meserretle:
-Oh,
ne güzel yaldızlı gül! diye bağırdı. Hemen lâvantinleri, mineleri ezerek
uzandı, çiçeği kopardı. Koşa koşa annesine götürdü. Süslü gülü çocuğun odasına,
leylakların, sünbüllerin arasına koydular. Pervâne bütün bütün bu güzel
kokuların içinde hiç mes'ut değildi, hastalığı geçmeye başlamıştı. Fakat belki
bir fenalık ederler diye dışarıya çıkmaya korkuyordu.
Tekrar
gece oldu. Çocuk, mumu yaktı. Işığında renkler boyalarla ip atlayan bebekler,
kuş, papatya resimleri yapmaya başladı.
Pervâne
yavaşça yaprakları araladı, birdenbire mumun ziyâsını gördü. Mest olarak uçtu
ve kendini alevin içine attı. Vücûdu sızlatıcı, tahammülsüz bir ateşle yandı.
Fakat o daha hiç tanımadığı garib muazzam bir zevke daldı.
Yeşil
çuhanın üstünde, resim defterlerinin yanıbaşında kavrulmuş kanadı, tek boynuzu
ile saatlerce hareketsiz kaldı, uçamadı. Gece yarısına yakın, çocuk yorgun bir
derviş gibi zikreden mumu üfledi, uykuya yattı.
Oda
ayın mavi şûleleriyle serâba dönüşmüştü. Leylaklar, sünbüller maveranın
tebessümleri gibi püraşk ve sehhardı. Yalnız küçük pervânenin nefesi çoktan
kısılmış ve yanık kanatları, nakışlı göğsü çoktan soğumuştu.
O
ölmüştü. Sümbül, leylak kokuları arasında aşk olup gitmişti.
Gül,
pervânenin, bütün macerasını biliyordu. O kadar büyük bir aşkın yanında böyle
küçük bir ölü görmek içine dokundu. Hicranla bütün yapraklarını yere döktü..
Fakat
ay, pervânenin aşkı tacı göğü seyrâna devam etti.
*
Şafak
sökerken, güneş pembe bir goncenin dudağında hisli tebessümler uyandırdı. Gonce
göğsünü biraz daha açtı. Râyihadar nefesini, taze kıvrımlarının harîminden
baygın birtaabbüdle üfledi. Uzakta meşcerenin içinde, manzum bir vehim gibi
derin derin bir kuş öttü; sabahın, zulmetleri kesik râşeleriyle beraber, yanık
yanık eşini davet etti. Dünya devrinde, güneş seyrinde devam etti.
(Gül
Demeti, Bilgi Basım ve Yayınevi, İstanbul, 1954, s. 9-11)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar