[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYFNİN] SEKSEN ALTINCI KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
ALTMIŞ SEKİZİNCİ SORU
Nebilerin Ona Bakıştan Payları
Nedir? Cevap:
Bunun cevabını ‘bilmiyorum’ çünkü ben nebî değilim.
Nebilerin zevkini onlardan başkası bilemez. Tirmizî Allah Teâlâ’nın özel ve
genel şeriati tahsis ettiği nebileri kast etmişse, cevap böyledir. Velîlerin
nebilerini kastetmişse, onların Allah Teâlâ’yı bilmedeki payları, Allah Teâlâ
hakkındaki inançlardan kendilerinde bulunan yönlerin miktarıncadır. Bir velî
nebî bütün inançları öğrenirse, onun payı genel nimette hepsine ait paydır.
Böyle biri, her inanç sahibinin hazzıyla nimedenir. Hazdan en çok pay alan kişi
odur. Bir kısmını öğrenirse, hazzı da elde ettiği kısım kadardır. Bir konuyu
elde etmiş ise, payı -herhangi bir artış olmaksızınkendisine özgü kısım
kadardır. Zikrettiğimiz hususu anla!
ALTMIŞ DOKUZUNCU SORU
İlham Sahiplerinin O’na Bakmaktan
Payı Nedir? Cevap:
Bu pay, en
yakın perdedir. Onlar Rablerini müşahede
ettiklerinde bunda kendileri için kelamdan onlar adına meydana gelen şeyin
benzeri meydana gelir. Şu var ki ilham sahipleri Hakkı görmede diğer yaratıklardan
tek bir müşahede halinde tecellinin türden türe girmesiyle ayrışır.
Diğerlerinin ise, ilham sahiplerine özgü olan böyle bir makamı yoktur.
YETMİŞİNCİ SORU
Diğer Velîlerin Hakka Bakıştan Payları
Nedir? Cevap:
Velîler
farklı mertebelerdedir ve mertebelerinin
farklılığına göre hazları değişir. Bir velînin Allah Teâlâ’ya bakıştan payı
aklî bir haz olabilirken diğerininki nefsî olabilir. Başka birininki duyusal,
başka birininki hayalî haz olabilir. Öte yandan bir velînin hazzı nitelikli bir
haz, bir velînin hazzı niteliksizdir. Bir velînin hazzı niteliği aktarılan bir
haz iken bir velîninki aktarılamaz. Öyleyse onlar, dünyada oldukları gibi, Allah
Teâlâ nezdinde de derecelere sahiptir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: cOnlar Allah
Teâlâ katında derece derecedirler. Allah Teâlâ yaptıklarınızı görür.’454
Genelin O’na Bakıştan Payları Nedir? Cevap:
Genelin O’na
bakıştan payları, farklı tabakalarına göre, taklit ettikleri bilginlerden
anladıkları ölçüye göre değişir. Bir kısmına taklit ettiği âlim sahip olduğu
bilgiyi verirken bir kısmına ise aklının bildiği ve kabul ettiği miktara göre
verir. Fıtratlar farklı farklıdır ve Allah Teâlâ’nın katından onlara verilen
şeye göre derece derecedir. Çünkü fıtratlar, kısım kısımdır. Asılları ise Allah
Teâlâ’nın kendisine göre insanı birleştirdiği mizaçtır. Bu ise fikir
sahiplerinin akledilirlerde düşüncelerinin değişmesinin sebebidir. Böylelikle
araştırmanın hazzındaki payları, hayallerine göre değişir. '
İnsanların genelinin hazları,
hayalidir. Onlar, dünyada, berzahta ve ahirette haz aldıkları bütün anlamlarda
maddelerden soyutlanmayı beceremezler. Hatta âlimlerin bile pek az kısmı,
maddelerden bütünüyle soyutlanmayı düşünülebilir. Bu nedenle şeriatın çoğu,
sıradan insanların anlayışına göre gelmiştir ve yine şeriatta seçkinler için
bir takım işaretler vardır. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur*55 der. Başka bir ayette ise ‘Rabbin
onlarm nitelemelerinden münezzehtir5456 buyurur.
YETMİŞ İKİNCİ SORU
Onlardan Bir Adam Rabbinden Olan
Payıyla Ayrılır. Cennet Ehli Hakka Bakmayla Meşgul
Olarak Nimetten Uzaklaşırlar mı? Cevap:
Bu durum,
görenin gördüğü sureti karıştırmasından
kaynaklanır. Bunun nedeni şudur: Her makam her grubun kalbinde yücedir ve
cennetlerde var olanların yararlandıkları nimederden üstündür. İnsanlar
ziyarete davet edilirler ve huri, vildan gibi cennet eşleri, cennet
ağaçları, cennet nehirleri,
cennetliklerin kendisiyle nimetlendiği binekler, kuşlar vb. her şey geride
kalır. Bunların hepsi canlıdır, çünkü orası hayat diyarıdır. Menzil sahibi
-insan ve cinlerden erkek ya da dişidavet edildiğinde, evin ahalisi o kişinin
Hakka bakmanın meydana getirdiği ilahi hediyelerden getireceklerini beklemeye
koyulur. El-Melik’in müşahede edildiği bu yüce makamdan kendilerine nasıl
dönecektir? Söz konusu kişi, el-Melik Hakkın meleklerine ‘köşklerine döndürün’
diye emredip ziyaretten döndüğünde ise, onları öyle bir görme nuru kaplar ki,
bu nur ile ziyaretten önce içinde bulunulan güzellik ve hoşluk arasında hiçbir
ilişki yoktur. Bununla beraber, yürüdükleri makam menzil ehlinin kalplerinde
yücedir.
Görmede tanık oldukları şeyin
niteliğiyle ev ahalisine döndüklerinde ise, cennetler gördükleri şeyin
suretinin ölçüsüne göre nurlarıyla ışıldar. Böylelikle daha önce sahip
olmadıkları ve kendilerinde bulunmayan bir artış bulurlar. İşte söz konusu
kimselerin cennet nimetlerinden uzaklaşmalarının nedeni budur.
Her şahsın Rabbinden olan payı, O’nu
bilmesi, inanç derecelerinde O’na dair inancı, bu inançların farklılıklarına,
bu farklılıkların azlık ve çokluğuna göre değişir. Bu husus daha önceki
fasıllarda açıklanmıştı. Bunu bilmelisin! Hidayet eden Allah Teâlâ’dır. Cennet
çarşısında ise işaret edilen hususun bilgisi vardır.
YETMİŞ ÜÇÜNCÜ SORU
Makam-ı Mahmûd (Övülen Makam) Ne
Demektir? Cevap:
Makam-ı
mahmûd, bütün makamların sonuçlarının kendisine
döndüğü yerdir. Bütün makamlara özgü isimler, o makama bakar. Bu makam, Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir ve kıyamet günü insanların
geneline görünür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Sunum Günü’ bütün
yaratıklar üzerindeki efendiliği onun sayesinde gerçekleşir. Peygamber şöyle der:
‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim.’
Daha önce melekler kendisine secde
ettiğinde Hz. Âdem makam-ı mahmûd’a yerleştirilmişti. Bu makam, dünya hayatmda
onun için bunu gerektirirken ahirette Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
aittir. Makam-ı mahmûd, ilahi mertebenin kemâlidir. Daha önce, onunla
insanlığın babası ortaya çıkmıştı, çünkü Âdem Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in beşeri bedenini içermekteydi. Âdem cisimlikte en büyük babadır ve Allah
Teâlâ nezdinde ‘yakın olan’ kimsedir. Ayrıca Âdem, toprak kaynaklı ilk
insandır. Böylelikle, (Hakkın emrine) muhalefete varmcaya kadar, bütün
makamlar onda ortaya çıktı. Çünkü o iki tutuşu biraraya getirdi; uyum ve
ihtilaf tutuşu (kabza). Âdem’den yasağa muhalefete hareket eden şey, muhalefet
özeliğinde yaratılmış olmasıdır. Adem’den yasağı ihlale dönük her hareket,
emre itaatsizlik özelliğinde yaratılmış insanlardan kaynaklanır. Onun Allah
Teâlâ’nın yasağına karşı gelmesi, belinde taşıdığı insanların kendisini buna
zorlamasından kaynaklanır. Çünkü o makam bunu onun adına gerektirir. Şeyhimiz
Ebu Abbas’a bunu sorduğumda şöyle dedi: ‘Âdem sırtında bulunan muhalif
çocukları nedeniyle günahkâr oldu.’
İşin sonu ahirette Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Makam-ı mahmûd’da ortaya çıkmış, şefaat kapısı ondan açılmıştır. Allah
Teâlâ nezdinde şefaate ehil olan melek, resul, nebî, mümin, velî, hayvan, bidd
ve donuklardan (cansızlardan) ilk şefaat edecek, odur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Rabbinin nezdinde bu kimselerin şefaat edebilmesi için şefaat eder.
Böylelikle de her dil ile ve her söz ile övülür. Şefaatin başı ve ortası ona
aittir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Melekler şefaat eder, müminler şefaat eder ve
geride en merhamedi olan kalır.’ Sözün bağlamı, merhamedilerin merhametlisinin
de şefaat edeceği anlamına gelir. Nezdinde şefaat edilenin de şefaat etmesi
gerekir. ‘Allah Teâlâ’dan başka bir şey yoktur.’
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ isimler
yönünden şefaat eder. Böylelikle ‘Merhametlilerin Merhametlisi’ ismi,
el-Kahhar isminin nezdinde bu isimlerin cezasını kaldırmak üzere şefaat ederek
hiç hayır işlemeyenleri ateşten çıkarır. Allah Teâlâ bu makama dikkat çekerek
şöyle buyurur: ‘0 gün takva
sahiplen Rahman’a bölük bölük götürülür.’457 Takva
sahibi, kulların kalplerine korku veren bir isimle oturan kimsedir ve onunla
oturan kişi, ‘ondan sakınan’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ bu isimden onu
daha önce korktuğu isme göre güven veren başka bir isme taşır. Bu isim ise, Rahman’dır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O gün takva sahipleri Rahman’a bölük
bölük götürülür.’ Yani daha önce korktukları isimden güven bulurlar.
Bu nedenle şefaat hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘geride
merhametlilerin merhamedisi kalır’ demişti. Bu yorumla şefaat, isimlerinin
eserleri yönünden Haktan (yine) Hakka nispet edilir. İşte bu, velî âriflerin
kabul ettiği görüştür.
Kıyamet günü bütün övgüleri sadece Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem toplayabilir ve ‘makam-1 mahmûd’ diye ifade
edilen şey budur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu makamda şöyle der:
‘Ben Allah Teâlâ’ya şimdi bilmediğim övgülerle hamd edeceğim.’ Bu durum, nebî
ve velîlerin bilgilerinin fikir ve araştırmadan değil, zevk (kaynaklı)
olduğunu gösterir. Çünkü bulunulan o mertebe, eserleriyle birlikte bir takım
ilahi isimlerin olmasını gerektirir. Dünya hayatının gerektirdiği şekilde o
isimlerle Allah Teâlâ’ya hamd edilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ‘şimdi onları bilmiyorum’ demişti. Bu makam, vesile makamıdır, çünkü
o makamdan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, şefaat kapısının açılması
hususunda Allah Teâlâ’ya tevessül eder. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin herkes hakkındaki şefaatidir. Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem vesile hakkında şöyle der: ‘O cennette bir derecedir ve tek
bir adama ait olması umulur. Umarım ki ben olurum. Kim benden vesile isterse,
şefaatim ona helaldir.’ Böylece şefaati, isteyenin karşılığı yaptı, bu nedenle
makam-ı mahmûd ‘vesile’ diye isimlendirildi. Onların bu duadaki karşılıkları
ise, şefaat etmeleri oldu. İşte bu, ‘mülkün mülkü’nden kuşatıcıilahi bir
görevdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dikkat
ediniz! İşler Allah Teâlâ’ya döner.,45a Başka bir
ayette ise ‘Bütün iş O’na döner5459 buyurur.
Öyleyse Allah Teâlâ, dönülen yerdir. Bütün makam ve isimler de bu makama döner.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bana cevamiü’l-kelim
verildi.’
YETMİŞ DÖRDÜNCÜ SORU
Bunu Neyle Elde Etti? Cevap:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Her
Peygamberin kabul gören bir duası vardır. Her peygamber duasını burada
aceleyle istemiştir. Ben ise duamı -şefaat olarakümmetimden büyük günah
işleyenler için ayırdım.’ Bunun nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
diğer nebilere göre ahiret hayatını daha iyi biliyor olmasıdır.
Bilmelisin ki makam-ı mahmûd’a bütün
makamlar döner ve o hepsini kuşatır. Bu nedenle sahibi, ancak
cevamiü’l-kelim’in verildiği kimse olabilir. Çünkü övgüler kelamın niteliğidir.
Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i genele gönderdiği için
şeriatı bütün şeriatları içermiş, bu nedenle şeriatı, şeriat olmaya uygun bütün
davranışları içermiştir.
Bilmelisin ki, amel cennederi
-artmadan ve eksilmedenseksen ile yetmiş arasındadır. İman ise yetmiş küsur
kapıdır. En küçüğü sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırmakken en üstünü ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demektir. Allah Teâlâ amel sahipleri hakkında
şöyle der: ‘Cennetten dilediğimiz yere ulaşırız. Amel
sahiplerinin ecri ne güzeldir.5460 Bu durum her hangi
bir ameli işleyen kimseden engellenmemiştir. Çünkü insan, dünyada iman
amellerinden hangisini işlerse işlesin, onu yapmak istediğinde engellenmez.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem imanın amel cennederinin sayısı kadar olan bütün şubeleriyle ortaya
çıktığında -ki bu sayısal eşitlik, ya fiilî ya da onlara delalet şeklinde
olabilir-, bunları ümmetine ‘sünnet5 yapan kimsedir. Öyleyse onları
yerine getiren herkesin ücreti de, ona aittir. Ümmetinden birisi iman şubelerinden
birini yerine getirdiğinde, bu amel onu yerine getirme yönünden Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin terazisindedir. Böylece o, dilediği cennete
yerleşir. Böyle bir şey ise sadece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
için geçerli olabilir. İlahi sünneüer onun adına ortaya çıkmış, bu sayede
makam-ı mahmûd’a ulaşmıştır. Herkese gönderiliş ve cevamiü’l-kelim Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem için geçerli olduğu gibi dünyada bu hallerle
nitelenmesiyle de uhrevi makamlara girmiştir. Öyleyse Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘varlığın kendisinden meydana gelebileceği yönleri farklı
özgün bir devirdir.’
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem İle Nebilerin
Payı Arasında Ne Kadar Vardır? Cevap:
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile bütün nebilerin arasında tek bir pay
vardır. Bu ise, onlarda ayrışan şeyi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
toplamasıdır. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile onlardan her birisi
arasında ise, yetmiş sekiz pay ve makam vardır. Âdem ise bunun dışındadır,
çünkü onunla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem arasında zâhir ile bâtın
arasındaki fark vardır. Dünyada Hz. Muham-
A • ı a • A •
• •
med Adem’in batını iken Adem onun
zahiridir. O İlcisiyle birlikte zâhir ve bâtın gerçekleşir. Ahirette ise Âdem Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in bâtını iken Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem onun zâhiridir. O ikisiyle ahirette zâhir ve bâtın gerçekleşir.
İşte Muhammed’in payıyla nebilerin paylan arasındaki fark budur.
Arkadaşlarımızın çoğu bu konudaki sayının belirlenemeyeceği görüşündedir ki, bu
bir yanılgıdır.
Bu bölümde önemli bir üstünlük vardır
ve bu bölümde üstünlük bölümleri yüz yirmi dört bine kadar ulaşır. Bu sayı,
peygamberlerin sayısıdır. Bu farkı bilmek, her nebinin belirlenmesini ve Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile onun arasındaki payın bilinmesini
gerektirir. Paylar ameller yönünden -imanın şubelerine göreyetmiş dokuzla
sınırlıdır. Bazen bir şey için bunlardan tek bir durum olabilirken başka bir
şey için iki durum, başka bir şey için sayının onda biri, dokuzda biri,
sekizde biri veya bundan azı veya çoğu olabilir. Toplam, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına gerçekleşebilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemden başka kimse genele gönderilmemiş, onun dışındakiler özel
bir topluluğa gönderilmiştir. cSizden
her biriniz için bir şeriat ve yöntem belirledik. Dileseydi sizi tek ümmet yapar
di.’461
Hamd Sancağı (Livâu’l-Hamd) Ne Demektir. Cevap:
Hamd
sancağı (livau’l-hamd), ‘hamd'in hamd'i’ demektir. O,
övgülerin en tamı, en üstünü ve mertebece en yücesidir. Sancak insanların
altında toplandığı bir şeydir, çünkü o mülk mertebesine veya hükümdarın
varlığına delildir. Övgülerin övgüsünde de bütün övgüler toplanmıştır, çünkü o
herhangi bir ihtimalin giremediği ya da bir kuşku veya tereddüdün sızamadığı
gerçek övgüdür. Bu hamd ve övgü, özü gereği kanıttır. Öyleyse o, kendisine
yeterlidir. Dikkat ediniz! Bir şahsın kerim olduğunun söylendiğini ya da kerim
olduğunu söylediğini düşünelim! Bu övgü doğru olabileceği gibi olmayabilir de.
İhsan ve bağış yoluyla şahıstan bir vergi gerçekleştiğinde, bu bağış özü gereği
verenin cömertliğine tanıklık eder ve buna ihtimal girmez. İşte ‘hamdin
hamdi’nin anlamı budur ve ‘hamdin sancağı’ denilen şeydir. Onun ‘sancak’ diye
isimlendirilmesinin nedeni, bütün hamdleri ve övgüleri kuşatmasıdır. Hiçbir
hamd, onun dışında kalamaz. Her hamd sahibinin övgüsü, onunla meydana gelir ve
o ‘sonun sonu’dur. Anla!
Hamd sancağı bütün övgü sancaklarını
topladığı için gölgesi de bütün hamd sahiplerini kuşatır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Âdem ve onun altında bulunanlar sancağımın
altındadır.’ Burada ‘onun altındakiler’ demiştir. Çünkü hamd isimler ile
meydana gelebilir ve Âdem bütün isimleri bilendir. Bu durumda orada
bulunanların onun altında ve aşağısında bulunması gerekir. Çünkü o da bu
isimlerden herhangi birisiyle (Hakkı) öven olmalıdır. Ahirette ise otorite Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir, çünkü cevamiü’l-kelim ona
verilmiştir ve bu bir asildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme makamı
bildirilmiş ve o da bunu öğrenmiştir. Bu esnada Âdem su ve toprak arasındaydı.
Bunun anlamı henüz var olmayışıydı. Allah Teâlâ Âdem’e isimleri öğrettiğinde,
Âdem Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına göre ikinci
makamdaydı. Öyleyse Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
cevamiü’lkelim’i bilmesi -ki bütün isimler kelimelerdendirdaha önceydi ve Hz.
Mühammed dışta var olmamıştı. Böylece o, sahibi olduğu için, isimlerle zuhur
eder. Bu durum, beşerden ilk var olanda -Âdem’dezuhur
etmiştir. Böylece Âdem, topraktan
olan varlığıyla Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce geldiği için,
melekler içinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e vekil olarak sancak
sahibi olmuştu. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem her ne zaman ortaya
çıkarsa, (hamdin) yerine getirilmesine ve sancağına sahip olmada Hakk
sahibidir. Sancağı kıyamet günü asalet yoluyla Âdem’den alır. Âdem ve onun dışındakiler
ise, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in sancağı altındadır. Melekler
Âdem’in zamanında bu sancağın altındaydı, dolayısıyla ahirette de onun altındadırlar.
Bu mertebede, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin herkesin üzerindeki
halifeliği ortaya çıkar.
YETMİŞ YEDİNCİ SORU
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hamd Sancağını Elde Etmesini Sağlayacak Şekilde,
Rabbini Neyle Övmüştür? Cevap:
Kur’an ile
övmüştür. Kur’an, bütün övgüleri kendinde
toplayan şeydir ve zaten toplayan demektir. Bu durum ‘Hamd
âlemlerin sahibi Allah Teâlâ’yadır’, din gününün sahibidir’462 ayetinde
belirtilir. Bu sure, daha önce bir peygambere indirilmediği gibi sadece bu
makam sahibine indirilebilirdi. Çünkü Allah Teâlâ kemâlin gereği olan övgü
niteliği yönünden değil, övülmesini belirlediği yönden övülmelidir. İlahi övgü
bu demektir. Birisi Allah Teâlâ’yı niteliğin gereğine göre övseydi, bu övgü
alda ve örfe göre övgü olurdu ki böyle bir şey O’nun celaline yaraşmazdı.
YETMİŞ SEKİZİNCİ SORU
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine Hangi Kulluğu Takdim Eder? Cevap:
Ubudet
(zorunlu kulluk) bir hakikatin (ayn) O’na
intisabıdır. Bundan sonra ise ubudiyet (ihtiyarî kulluk) gerçekleşir. Bu ise,
hakikatin ilahi mazhara intihasıdır. Ubudet ile kul herhangi bir muhalefet
olmaksızın emre bağlanır. Bu, Hakk kendisine ‘ol’ dediğinde gerçekleşir.
Böylelikle kul herhangi bir tereddüt olmaksızın meydana gelir, çünkü bu esnada
sadece özü gereği yaratılışı (emrini) kabul eden cayn-ı sâbite’
vardır. Ayn-ı sâbite (yaratılış sonucunda) bir mazhar olarak meydana geldiğinde
ise, kendisine cyap’ ya da ‘yapma’ denilir. Emre karşı çıkarsa
mazhar olarak karşı çıkmıştır; emre karşı çakmaktan geri durursa, ayn-ı
sâbitesi yönünden geri durmuştur. ‘Biz bir şeyin olmasını irade
ettiğimizde, ona sözümüz ‘ol’dur, o da olur.*63
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem işte bu kulluk ile o gün Rabbine gider. Dikkat ediniz! Secde emri
almaksızın secde eder! Fakat o gün secde, yaratmayla emredilmiştir ve onun
yegâne mahalli de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakikatidir.
Böylelikle secde, Hakkın onu yaratmayla ilgili emri nedeniyle, zâtında meydana
gelir. Bu durumda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem -herhangi bir ilahi
emir olmaksızıno emre göre secde eder ve emri yerine getirir. Ona ‘başını
kaldır, istediğin verilecektir, şefaat et, kabul edilecektir5
denilir. Başka bir yerde ise ihlâslınm ihlâssızdan ayrışmasını sağlamak için
bütün yaratıklara secde emredilir. İşte bu, kulluk secdesidir.
Allah Teâlâ’yı bilenler bu dünyada
Rablerine (ayn-ı sâbite’nin Rabbe intihası demek olan) ubudet yönünden ibadet
eder ve sadece Allah Teâlâ’ya mensupturlar. Onlarm dışındakiler ise (ayn-ı
sâbite’nin ilahi mazhara intihası demek olan) ubudiyete müntesiptir. Bu
bağlamda ‘onlar ubudiyet makamında O’nun önünde dururlar’ denilir. Her ârifın
kulluğundan rabbine takdim etiği şey, budur ve her muhakkik kıyamet günü bu
konumdadır.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Kerem
Anahtarlarını Elde Etmesini Sağlayan Hangi Şeyle Hamdi
Bitirir ve Mühürler? Cevap:
Kulluk ile
(ubudiyet) mühürler. Bu, daha önce söylediğimiz
gibi, ubudete intisabıdır. Ubudiyet, ikinci derecedir. Çünkü bu makam, iki
dereceden ibarettir; ubudet derecesi -ki bu önceki büyük derecedir-, diğeri ise
ubudiyet derecesi. Bu ise mühür derecesidir. Çünkü ona ancak varlığından sonra
ubudetin emrinin gerektirdiği şey emredildi. Bu terkip vasıtasıyla kula emir
verilmiş, yasak konulmuş, o da itaat etmiş, günahkâr olmuş, tövbe etmiş, iman
etmiş, nankörlük etmiş, birlemiş, ortak koşmuş, yalan söylemiş ve doğru
söylemiştir. Ubudetin Hakk ettiği şeylerle ikinci derecenin hakkını yerine
getirdiğinde -ki bu Efendinin emirlerine ve yasaklarına uymaktırdaha önce
takdim ettiği şeyler nedeniyle kerem hâzineleri ona verilir.
SEKSENİNCİ SORU
Kerem Hâzineleri Ne Demektir? Cevap:
Kerem hâzineleri, bizden ve O’ndan, bizim ve O’nun vasıtasıyla istenilen
şeylerdir. Bizden ve bizim vasıtamızla istenilen şey, kendisinden ayrılmanın
mümkün olmadığı zâtî bir istektir. Böyle bir durumda kerem anahtarları, O’nun
bu konumla ilgili bilgisini öğrenmen şeklinde ortaya çıkar. Diğer hemcinslerin
ise onu bilmez ve tanımaz. Böylelikle senin nasıl olduğunu sana bildirmekle
sana kerem gösterir. Ayrıca, zâtını kendisinden ayrılmanın mümkün olmadığı
şekilde Hakk ettiği şeyle bilmeyi sana ihsan eder.
O’ndan ve O’nun vasıtasıyla olan
isteğe gelirsek, bu istek, isteyenin kendisine ilişen şeye göre istemesidir.
Başka bir ifadeyle var olduk-
tan sonra kendisine bu durum ilişir.
Hakkın mazharı olan şey, kendisinde zuhur edenin diliyle Haktan talepte
bulunur. Bu istek, yokluktan sonra ona ilişen bir durumdur. Böyle bir soru
‘kerem anahtarı’ diye ifade edilir. Kendisinden kendisiyle istenmesi ve bu
isteğin kula izâfesi, Allah Teâlâ’nın kereminden kaynaklanır. İşte bu, işin
bulunduğu duruma göre böyledir. Allah Teâlâ kullarında kendisine itaat etmeyi
yaratmış, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat ettiklerinde ise onları
övmüştür. Gerçekte kullarda itaatten bulunan şey, onların itaate yer olmasıdır.
İblis Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ile biraraya gelmek istemiş, izin verildiğinde kendisine ‘onu tasdik et5
denilmiş. İblis Muhammed’in önünde küçüklük ve zillet makammdayken melekler de
kendisini hafife alıyordu. İblis Peygamber’e şöyle demiş: ‘Muhammed! Allah
Teâlâ seni hidayet için gönderdi. Fakat senin hidayete bir gücün yoktur. Beni
saptırmak için yarattı, benim de saptırmada gücüm yoktur.’ İblis, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de İblis’i
doğrulamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
sevdiklerine hidayet edemezsin. Allah Teâlâ dilediğine hidayet eder.’464
Başka bir ayette ‘ona takva ve günahı ilham etti5465
der. Başka bir ayette ise ‘Hepsi Allah Teâlâ katındandır’466,
‘Her yürüyen varlığın perçeminden tutandır'467 buyrulur.
Bununla beraber Allah Teâlâ onları överek şöyle demiştir: ‘Tövbe
edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği
emreden kötülükten alıkoy anlar...’468 Onlarda
tövbeyi, ibadeti, Hamdi, seyahati, secdeyi, iyiliği emretmeyi ve kötülükten
sakmdırmayı ve Allah Teâlâ’nın sınırlarını korumayı Allah Teâlâ’dan başkası mı
yarattı ki? Allah Teâlâ’nın bu nitelikleri ve fiilleri kendilerinde yaratıp
onlardan meydana getirmesi ve bütün bunları dince iyi niteliklere yer
olmalarının ardından kendilerine izâfe etmekle onları övmesi, Allah Teâlâ’nın
keremindendir. Bütün bunlar, kerem anahtarları değil de nedir? Çünkü bunlar
ile ilahi hediyeleri açar. Söz konusu hediyeler ‘hiçbir gözün görmediği,
kulağın duymadığı ve akla gelmeyen’ şeylerdir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yanları
yataklarından uzak durur.’469 Kim bilir!
Başkaları uyurken onları yataktan kaldıran O’ndan başkası mıdır? ‘Korku
ve arzuyla Rablerine dua ederler.’470 Onlarm
dillerini duayla konuşturan, onları korkutan ve arzulandıran O’ndan başkası
mıdır? Bu davranış, onlardan mı görülür? Hayır, vAllah Teâlâi, hayır! Bu, Allah
Teâlâ’nın kerem anahtarlarındandır ve bunlarla onlara fetihler vermiştir. ‘Rızık
verdiğimiz şeylerden infak ederler.’471 Verilen
rızıklardan birisi de, yataklardan ve aldanış diyarından uzaklaşmaktır. Başka
bir rızık, dua ve yakarış, başka bir rızık ise, korku ve O’na dair arzudur.
Bütün bunları Allah Teâlâ için infak ederler, Allah Teâlâ da kabul eder. Hiçbir
bilgi sahibi nefis, Allah Teâlâ’nın bu konumdaki kimseler adına ‘sakladığı’ yaptıklarının
karşılığı olan ‘göz aydınlığı nimederi bilemez.’ Öyleyse bu ameller,
kendilerinde ve bu amellerinde gizlenmiş göz aydınlığının görülmesinin
anahtarlarıdır.
Kerem hâzinelerinde bulunan her şeyi
kerem hâzineleri içerir. Öyleyse söz konusu şey anahtarda mücmel (özet) iken
hâzinelerde tafsilleşmiştir. Ameller vasıtasıyla (hazineler) açıldığında ise,
mertebeler ayrışır, nispeder bilinir, her hakikat hakkını ister, her bilgi
bilinenini arar.
SEKSEN BİRİNCİ SORU
Rabbimizin İhsanları Kime Dağıtılır?
Cevap:
Bunlar, gidişatını güzelleştiren her valiye (yönetici)
verilir. Herkes genel valilik ile validir. Genel valilik, kalbin manevî ve
duyusal güçlerin üzerinde vali yapılmasıdır. Valiler ise, kendisinin dışında
valiliği olan herkestir. Kendi dışında derken, aile, çocuk, köle ve mülkü kast
ediyoruz. Bu bağlamda ihsanlar, valiliğin değerine ve yönettiği kimselere olan
iyi davranışa göre valilere dağıtılır. Vali Allah Teâlâ’yı bilen ve Allah Teâlâ’nın ‘görmesi ve duyması’ olduğu
kimselerden ise, onun bu ihsanlarda bir payı yoktur. Çünkü bunlar, zenginin
yoksullara verdiği ihsanlardır. Bu nitelikteki birine sadece zenginin zengin
için olan ihsanlarından verilir. Söz konusu ihsan, zâtî bir yoksunluktan
verildiği için, yoksul bir mazharda ortaya çıkar. Bu Jdşi de, er-Rab isminden
değil, Allah Teâlâ isminden (ihsanı) alır. Kulların kalpleri üzerindeki gaflet
ne büyüktür! Heyhat! Kul gaflet ile nitelenmeye ‘Mele-i a'lâ’nın derecesine ne
zaman ulaşır ki? Onlar, gece ve gündüz olmaksızın, ‘gece gündüz bıkmadan tespih
edenlerdir.’ ‘Onlar gece gündüz usanmadan O’nun için tespih ederler.’ Bu
gaflette kalmak, insanlara eksiklik olarak yeter!
Bilmelisin ki, ikramlar Hakk
edenlerin değişmesine göre değişir. Bir kısmının ikramı, O’dur. Bir kısmının
ikramı, O’nu kendisiyle bilmesi, bir kısmının ikramı O’ndan olan şeydir. Hakk
eden kişi zâtî Hakk edişten söz ederse, onu sadece Hakkın mazharı olduğu yerde
ayn-ı sâbitenin var edilmesinin şükrü bağlar. Geçici bir Hakk edişi dile
getirirse -ki Hakkın onun adına bir Hakk ediş yarattığını düşünür-, şükrü
artırması gerekir. Çünkü o, mertebede birinciden daha aşağıdadır. Hakk eden kişi,
Hakk edişi o mazharın zuhur edeni olması yönünden bir mazhardaki zâhire ait
görürse, kendi ayn’ını (-1 sâbite’sini) herhangi bir şeyi Hakk eden diye
görmez. Böyle biri, kendisine şükrü zorunlu kılmışsa, şükür vâcip olur. Bu
zorunlu kılma, ‘Rabbiniz kendine rahmeti yazdı5472 ayetinde
olduğu gibi, Hakkın kendisine bir şeyi zorunlu kılmasına benzer.
Öyleyse ihsanlar, bilgide, amelde,
halde, zamanda, mekânda, kasıtta, amele bağlanmada ve ondan habersiz kalmada,
dağıtıldıkları kimselerin sayısına göre çeşitlenir. ‘Herkes kendi meşrebini
bilir.’ Firavun, Musa ve Harun’a şöyle demişti: ‘Rabbiniz kimdir?’ Musa ‘Rabbimiz
her şeye yaratılışını verendir.M73 İşte bu, Rabhğı Hakk
edendir. Öyleyse Rab, ihsanları taksim edendir.
SEKSEN İKİNCİ SORU
Nebîliğin Kaç Parçası Vardır?
Cevap:
Nebîliğin parçaları, indirilmiş kitapların ayetleri ve sayfaları,
Âdem’den son peygambere kadar bize ulaşmış ya da ulaşmamış peygamberlere
yönelik âleme yerleştirilmiş ilahi haberlerin sayısı kadardır. Kur’an, bütün
bunları kendinde toplar, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an’ı
ezberleyen hakkında ‘Nebîlik onun içine sokulmuştur’ der. Nebîliğin parçaları
Kur’an’da toplanmış olsa bile, indirilmiş kitapların ayetlerinde belirlenmiş ve
tafsilleşmiş, sayfalarda tefsir edilmiş, sayfa ve kitapların dışında kalmış
ilahi haberlerde ise birbirinden ayrışmıştır. Bütün nebîliği ise anahtarı
‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla’ olan Ümmü’lkitab biraraya getirir.
Nebilik kıyamet gününe kadar
yaratılmışlara yayılmıştır. Bununla birlikte, (şeriat getiren nebîlik
anlamındaki) teşri kesilmiştir. O halde teşri, nebiliğin (bütünü değil) bir
parçasıdır, çünkü Allah Teâlâ’nın haber ve bildirimi âlemden kesilmez.
Kesilseydi, âlemin bekası için besleneceği besin kalmazdı. ‘Deniz,
Rabbinin kelimeleri için mürekkep olsa, bir o kadarı da yardım etse bile
Rabbimin kelimeleri tükenmezden önce deniz tükenirdi:*7* Başka bir
ayette ise ‘Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denize de ardından
yedi deniz daha katılarak (mürekkep olsa), Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmezdi5475 buyrulur. Allah
Teâlâ var etmek istediği her bir şeye col’ dediğini bildirmiştir.
Bu, Allah Teâlâ’nın tükenmeyen kelimeleridir ve bütün varlıkların genel
besinidir. Bu da, tükenmeyen nebiliğin parçalarından iken nebiliğin diğer
parçaları hakkında ne diyebilirsin ki?
SEKSEN ÜÇÜNCÜ SORU
Nebilik Nedir? Cevap:
Nebilik, ‘Arşın
sahibi ve dereceleri yükselten’in belirlediği bir
menzildir. Kul iyi ahlâk ve insanların genelince beğenilen iyi amellerle o
makama yerleşir. Kalpler, o amelleri tanır, nefisler yadırgamaz, akıllar
onları gösterir, amaçlara uygundurlar ve hastalıkları ortadan kaldırırlar.
Kulların ulaşıp yerleştikleri bu mertebe, kendisine ulaşan herkes adına
gerçekleşen ‘Arş sahibi ve dereceleri yükselten’den haber vermek anlamındaki
‘ilahi bildirim’ mertebesidir.
Hakk bu menzile ulaşan kimseye halife
ve naip yapma gözüyle bakarsa, ‘emrinden olan ruhu’ kendisine özen gösterilmiş
bu halifenin ‘kalbine’ haber vermek üzere ‘gönderir’. İşte bu, teşri
nebîliğidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘işte
böyle, sana emrimizden bir ruh vahyederiz-’476 Başka bir
ayette ise ‘Melekleri, emrinden bir ruh ile dilediği kullarına
indirir’*77 denilir.
Öyleyse bu geneldir. Çünkü burada ‘dilediği’ anlamındaki ‘men’ sözcüğü
belirsizdir. ‘Benden başka ilah olmadığını ve
benden sakınmalarım bildirirler.’478 Bu ise
özel nebîlik, yani teşri nebîliğidir. ‘Ruhu emrinden
dilediği kullarına aktarır’479 da bunun
gibidir. ‘Karşılaşma günü için korkutmak üzere...5480 Bu ise,
teşri nebîliğidir, genel nebîlik değildir. ‘Ruh-ı
emin onu senin kalbine indirir ki, korkutanlardan olasın.**1 Korkutma,
her zaman teşri nebîliğine bitişmiştir. Bu ise, Hakim Tirmizî’nin sorduğu ve
rivayetlerde geçen nebiliğin parçalarıdır.
Genel nebiliğin parçaları, sınırlı
değildir ve onları bir sayı tutmaz. Çünkü onlar, belirli değillerdir, dünya ve
ahirette süreklidir. Bu, yoldaşlarımızın farkına varamadığı bir husustur. Bunu
kasıtlı mı yaptılar, yoksa Allah Teâlâ bunu onlara öğretmedi mi, bilemiyorum.
Belki onlar, bu bilgiyi zikretmiş, fakat bize ulaşmamıştır. Allah Teâlâ işin
gerçeğini en iyi bilendir. Ebu’l-Bedr et-Temaşukî el-Bağdadi, Şeyh Beşir’in
-ki Eze kapısındaki büyüklerimizdendiçağının imamı Abdülkadir’in şöyle dediğini
aktarır: ‘Nebiler topluluğu! Size lakap verildi. Bize ise size verilmemiş olan
verildi.’ ‘Size lakap verildi’, ‘bize nebî sözünü kullanmamız yasaklandı’
demektir. Bununla birlikte, genel nebîlik adamların büyüklerinde bulunur.
‘Bize verilmemiş verildi’ ise, Hızır’ın söylediği sözün anlamıdır. Allah Teâlâ
onun adaletine ve bilgideki önceliğine tanıklık etmiş, Allah Teâlâ’nın
konuştuğu ve kendisine yaklaştırdığı seçilmiş kul Musa’yı talebinde yormuştu.
Bununla beraber bilginler, Musa’nın Hızır’dan üstünlüğünü bilir. Hızır, Hz.
Musa’ya ‘Ben senin bilmediğin ve Allah Teâlâ’nın bana bildirdiği bir bilgiye
sahibim’ demişti. Hızır’ın bu sözü, ‘verilmemiş olan bize verildi’ derken
Abdülkadir’in söylediğinin aynıdır. Burada nebiler ile velîlerin nebilerini -ki
onlar genel nebîlik sahibidirkastetmiş ise, bu sözle Allah Teâlâ’nın nebilere
vermediğini kendisine verdiğini açıklamış demektir. Çünkü Allah Teâlâ onları
bir yönden üstün bir yönden alt yapmıştır ki, böyle bir şey inkâr edilemez.
SEKSEN DÖRDÜNCÜ SORU
Sıddîklığın Parçalan Kaçtır?
Cevap:
Sıddîklık, imanın şubelerinin sayısınca yetmiş küsur parçadır.
Sıddîk’m bu şubeleri doğrulaması zorunludur. Sıddîklık, uyan kimse için
olabilir. Şeriat sahibi nebîler sıdık iken fetret dönemindeki velîlerin
nebileri ise öyle değildir. Şeriat sahibi nebiler sıddîktır, çünkü bu makamın
ehli, teşrii onu kalplerine indiren Ruhtan alır. Bu ise -İlmî bir indirme
değilbildirme esaslı indirmedir. Dolayısıyla onu iman niteliğiyle algılarlar
ve iman nuruyla ortaya koyabilirler. Onlar, bunu kendilerine indiren Ruhların
sıddîklarıdır. Aynı şey Hakkın ‘bildiren’ olarak bulunduğu herhangi bir şeyi Allah
Teâlâ’dan alanlar için geçerlidir. Söz konusu kişi algıladığı -tecelliden
değiliman ve imanın nuru yönünden algılar. Çünkü tecelli, verdiği şeye imanı
gerektirmez. İmanı -mümin olması yönünden değilaklın nuruyla verir.
Öyleyse sıddîklığın parçaları,
zikrettiğimiz şekilde, sınırsızdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın haber verdiği
kimselere verdiği haberlerin sayısı bilinemez. O halde sınırlı sıddîklık
parçaları, ilahi haberlerin kendilerine inanmanın kesinlikle Allah Teâlâ’ya
yakınlık (vesilesi) olduğunu bildirdiği şeylerin sayısı kadardır. Bunlar,
zorunlu olarak es-Sâdık ismiyle ilgilidir. Bu durum Allah Teâlâ yolunun
esaslarından tasavvur edilebilir. Ancak doğru sözlü (sadık) vardır. Çünkü Allah
Teâlâ’dan başka haber veren yoktur. Bu nedenle bu haberlerden herhangi bir
şeyin yalanlanmaması gerekir.
Şöyle deriz: Sıddîk, doğru
söyleyenden algıladığı herhangi bir haberi yalanlamayan kimse demektir.
Sıddîk, Allah Teâlâ’dan başka haber veren olmadığını bilecek şekilde O’na dair
bilgi sahibi olabilir. Bu durumda haber verenin verdiği bütün haberlere göre
her haberi doğrulamalıdır. Doğru sözlü olan Allah Teâlâ, haber verdiği konuda
bir topluluğun yalan söylediğini bildirirse, sıddîk, o insanların yalan
söylediği bütün sözlerinde Allah Teâlâ’yı tasdik eder. Sıddîk olana göre
yalan, habere göre değil, onlara göre bir niteliktir. Çünkü haberi doğru
söyleyene nispet ettiğinde doğrudur. Onu bu haberi yalan söyleyene nispet
ettiğinde ise yalandır. Bu haber hakkında olmadan yalan söyleyene nispet
ettiğinde ise, ihtimallidir. Haber verenin doğru sözlü Allah Teâlâ olduğunu
gören kimse için, verilen haber doğru, ona inanan ise sıddîktır. Doğru sözlü Hakk
şöyle der: Bana ‘doğruluk’ özelliğiyle nispet ettiğin o sözü, şimdi ben yalan
bir nispet şeklinde kendi diliyle ortaya çıktığı kimseye nispet ediyorum. Sen
de artık onun yalan olduğuna inanmalısın. Böylelikle sıddîk, bu sözün o kişiye
göre -o kişinin bu sözün dış varlığının ortaya çıkmasına yer olması
bakımındanyalan olduğuna inanır. Çünkü bu söz, varlığı değil yokluğu
göstermektedir. Doğruluk ise, var olan bir durum iken yalan yok olan bir
şeydir.
Yalandaki doğruluk şöyledir: Yalan
söyleyen haber verici, tahayyülünde gerçek olan var olan bir durumu haber
verir. Çünkü o anlamın kendiliğinde gerçekleşmesini tahayyül etmeseydi, ondan
haber veremezdi. O halde insan (tahayyülünde bulunan) o haberi bildirişinde
doğru sözlü, ona inanışında sıddîktır. Sonra Hakk, bu haberin duyuya göre yalan
olduğunu bildirir. Hakk hayale iltifat etmez. Nitekim haber veren kişi de
haberinde duyuya iltifat etmez. Burada söz konusu olan şey, duyanın haberleri
duyuşta ilk mertebede bulunmasıdır ki, o mertebe duyudur. Ardından güç
mertebelerinde yükselir. Bundan sonra Hakkın bildirmesiyle o kişinin duyuda
yalancı, verdiği haberin duyuda yalan olduğuna inanırsın. Başka bir ifadeyle
dış hüküm yönünden bu haberin dışta bir sureti yoktur. Böyle bir insan, gerçek
haberi doğrulayan kimsedir. Varlıkta yalan olmadığı gibi yoklukta da doğru
yoktur. Çünkü (doğruluk anlamındaki) ‘sıdk’ sadık kelimesinden gelir. Bu ise
yokluğun ilişkili olmadığı sırf varlıktır. Yalan ise varlığın ilişkili olmadığı
sırf yokluktur. Göreli yalan ise, hayale göre doğru, dışta belirli bir şarda
yalan olabilir. Sıddîk, kendisiyle var olduğu şeyle ilişkisi bakımından o
haberle ilgilidir. Sıradan insanlar ise, yalanlayanın kendisini talep ettiği
mertebede varlığının olmayışı yönünden bu haberle ilgilidir. Bunu bilmelisin!
Bundan sonra sıddîklığm sınırlı
parçaları olduğunu söyleyebileceğin gibi bu parçaların sınırlanamayacağını da
söyleyebilirsin. Sıddîklığın parçaları derken de sıddik’ın bu özelliği
kazanmasını sağlayan niteliği kastedebilirsin. Bu da sorulabilecek başka bir
sorudur. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Sıddîklığm parçaları akim selameti,
doğru düşünce, doğru hayal ve -bu nitelik sahibine göre selim olmayan akıl
kendisini imkânsız saysa bilehaber verenin doğruluğuna inanmak, bizatihi
zorunlu varlığın zâtının gereğine veya -bunu benimseyene göreezeü ilmin
önceliğine bakarak mümkün varlıklarda imkânın başkalaşmasını kabullenmektir.
Bu konumda olan kimse için sıddîkhk gerçekleşir ve bu toplam onun sıddîklığm
parçaları olabilir. Çünkü sıddîkhk toplamın varlığına ek bir durum değildir.
İşe bu, yeşil nurdur.
SEKSEN BEŞİNCİ SORU
Sıddîklık Ne Demektir? Cevap:
Sıddîklık
iki nur arasındaki yeşil bir nurdur. Bu
nur vâsıtasıyla haber verenin keremin nuruyla gayb perdesinin ardından
getirdiği şeyin kendisi müşahede edilir.
Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın bir ismi de
el-Mümin’dir. Allah Teâlâ en-Nur olması yönünden kendisini bizim için bu adla
Kitabında isimlendirmiş ve şöyle demiştir: ‘O
kendisinden başka ilah olmayandır. Meliktir, Kuddus’tur, Mümindir.1482 Müminin
iki yönü vardır: Birincisi ‘eman veren’, İkincisi ise doğruluklarının nezdinde
gerçekleşmediği kimselerde doğru kullarını tasdik edendir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, kıyamet günü Rabbine şöyle diyen doğru sözlü kulundan şöyle aktarır: ‘Dedi
ki, Rabbim Hakk ile hüküm ver.5483 Bu, doğruluğumun
beni gönderdiğin İçimseler nezdinde sabit olmasını sağlar. Böylece
gerekleşmişliğe işaret edilen bir lafız kullanılmıştır. Halbuki bu olay
sıradan insanlarda gerçekleşmemişti, çünkü o, kıyamet günü olacaktır. Allah
Teâlâ ise gerçekleşeni bildirir.
Öyleyse eşyanın sürekli kendisinde
gerçekleştiği ilahi bir mertebe olmalıdır. Bu mertebedeki (şey) geçmiş ile
sınırlanıp ‘olmuş’ demlemeyeceği gibi gelecek ile sınırlanıp ‘olur’ da
denilemez. Bu mertebe daima şimdiyle ilgilidir. Kalpler ile bu mertebe arasmda
‘sınırlılık’ perdesi vardır. Kul sınırlanmadan kurtuluşu ve mutlaklık
mertebesinde Hakkın suretiyle zuhur edişi esnasında bu mertebeyi keşf
ettiğinde, hakkında ‘gerçekleşiyor’ denilen şeyi ‘gerçekleşen (vaki)’ olarak
gördüğü gibi ‘gerçekleşen’ denilen şeyi de böyle görür. O, sürekli
gerçekleşendir ve gerçekleşmeyi sürdürür. Gerçekleşecek şeklindeki ilahi
anlatımların kaynağı burasıdır. Örnek olarak ‘O gün
Her nefis gelir’484 ayetini
verebiliriz. Burada geliş, bir geleceğe bağlanır. Başka bir örnek ise ‘Allah
Teâlâ’nın emri gelmiştir’485 ayetidir. Burada ise
geçmiş zamanla ilgilidir. Her iki sınırlama da yokluğa delalet eder.
Hal (şimdiki zaman), varlık
sahibidir. Yoklukta ise ne müşahede ne ayrım vardır. Kendisinden haber verilen
şeyin ‘şöyle oldu’ ya da ‘şöyle olur’ gibi meydana gelmesi gerekir. Başka bir
ifadeyle onun ilahi bir mertebede bir varlık durumu olmalıdır. Söz konusu
mertebeden ilahi bildirimler gerçekleşir. Buna vakıf olan kişi, sıddîk diye
isimlendirilir ve sıddîklık denilen şey budur. Sıddîklık, bir şahıs hakkında
karanlık, bir şahıs hakkında ise nurlu olan bedenin ardından bilgi öğrenmektir.
Bu varlık hah (bir ilahi mertebede) açılmış bir ayn(-ı sabite) olarak meydana
geür, pastan kurtulursa, bu göz, o mertebeden her kim olursa olsun haber
verenlerin doğruluğunu görür. Bundan dolayı da sıdıklar diye
isimlendirildikleri gibi bu hal de sıddîklık diye isimlendirilir. Mele-i
â'lâ’nın bundan bir tecrübesi (şirb, içme) olduğu gibi resullerin, nebilerin ve
velîlerin de bu konuda bir tecrübesi vardır. Müminlerin bu konuda bir tecrübesi
olduğu gibi bütün din ve milletlerden mümin olmayanların da bir tecrübesi
vardır. Bir topluluk onun vasıtasıyla Mutlu olurken kendisiyle ilgili şardar ve
gerekler nedeniyle bir grup ondan dolayı bedbaht olur. Bu nedenle kişi hakkında
muvahhit (birleyen), ispat eden, onaylayan, inkârcı, doğrulayan ve yalancı
denilir. Sıddîklık bütün aydınlık ve karanlık, nuranî ve ateş kaynaklı,
doğalunsurî bedenleri kuşatır. Bunu ise Allah Teâlâ adamlarının büyükleri fark
edebilir. Onlar sıddîklığın bütün varlıklara nüfiız edişini bilen kimselerdir.
Bu beden sahipleri bedenlerinden
soyut olarak nefislerine baktıklarında, sıddîklık mertebesinden çıkıp müşahede
ehli haline gelirler. Böylelikle ‘sanki görür gibi’ iken ‘görür5 Hakk
gelirler. Öyleyse Hakk, elMümin olması yönünden sıddîklık mertebesinin
sahibidir. Bu mertebede Hakk mümin kullarını ‘Rabbin
kendisinden başkasına ibadet edilmemesine hükmetti’486 ayetiyle
doğrular. Hakk onları ‘şirk’ diye isimlendirilen heykellerde O’ndan başkasına
tapmamaları hususunda doğrulamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki,
onları isimlendirin.’487 Başka bir
ayette ise ‘Onlar sizin verdiğiniz isimlerdir5488 denilir.
Herhangi bir tereddüt olmaksızın, kullar bütün haberlerde (Hakkı) tasdik eder.
Öyleyse sıddîklığın her iki tarafta da bir hükmü vardır (uluhiyet ve
beşerilik). Çünkü ‘düşünen bir grup için ayet vardır5 denilmiştir.
Burada ‘bilen kavim için ayet vardır5 denilmemiştir. Bilenler
akledenler anlamında kullanılırsa, durum değişir. Öyleyse sıddîklığın ilahi
isimlerdeki dayanağı el-Mümin ismi iken yaratılmışlardaki etkisi imandır. Aynı
şekilde onlarm isimleri de, ‘sıddîk müminlerdir.5 Onlar,
doğrulukları nedeniyle nur sahibidir. Çünkü nur olmasaydı, haber verenin
doğruluğunu ve bu heykelin perdesinin ardından haberin doğruluğunu
göremezlerdi. Ne mutla onlara! Ne Mutlu! Vardıkları yer ne güzeldir.
Seksen altıncı kısım sona erdi, onu
seksen altıncı soruyla seksen yedinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar