Totem ve Tabu Hakkında / Selim Gürselgil
Esatir ve din üzerine -birbirinden ayırmaksızın- en keskin
görüşlerden biri de Freud’un psikanalizidir. Freud, ‘ruh incelemesi’nde
doğrudan esatiri veya dini hedef almaz ve bunların anlamlarını açıklayacağını
söylemez; ama güyâ insan psikolojisini tahlil ederken, esatirin ve dinin de
içinden çıkıp, onların da defterini dürüverir.
Bu itibarla Freud’u, yüksek bir ilim adamı olmaktan önce, usta
bir “belâgatçi” kabul etmeliyiz. Çünkü o, güyâ tüfeğini başka bir noktaya
doğrultuyor, ama asıl hedefi göründüğünden tamamen başka; tüfeğini
ateşlediğinde mermisinin nereyi vurduğunu görünce şaşırıyorsunuz.
Açıkcası Freud bize insanın ruh hastalıklarını (nevrozlarını) ve
bunları giderme yollarını araştırdığını söylüyor; oysa maksadı, bizi sadece
“din ve ahlâk”ın ilkel çağlardan günümüze gelen ‘ruh hastalıkları’ olduğuna
inandırmak ve onlara olan inanç ve bağlılığı tahrib etmek...
Totem ve Tabu
kitabının giriş makalesi, tek kelimeyle iğrençtir: “İlkellerin ENSEST korkusu." Bilmeyenler için söyleyelim: Ensest, ‘aile içi sapık ve çarpık
ilişki’ demektir. Freud günümüz insanlarının en ilkelleri sayılan Avustralya ve
Okyanusya adaları yerlilerini ele alıyor. Bunu yapmaktaki maksadının, insanın
ilkel hâllerini ve dolayısiyle insanoğlunun dünya macerâsının ilk safhalarını
araştırmak olduğu anlaşılıyor. Son derece ilmî bir niyet! Ama işin arkasından
bundan daha ileri bir iğrençlik, kısaca “ilmî bir iğrençlik” çıkıyor.
Görüyorsunuz ki, Freud’un niyeti üzüm yemek değil, bağcıyı
dövmek: İnsanın “id
- ilkel benlik"
dediği ruh hâlinde böylesi sapık ve çarpık bir hevesin neden ileri geldiğini
değil, en ilkel insan kümelerinde bile sapık ve çarpık davranışları reddeden ve
cezâlan- dıran belli başlı bir ahlâk duygusunun niçin olduğunu araştırıyor.
Tabiî Freud bu duyguya, “ahlâk” demiyor, “korku” adını veriyor. Ve demek
istiyor ki; ‘ENSEST basitçe
bir hastalık olmayıp, modern toplumda olduğu gibi en ilkel topluluklarda da
şuuraltının merkezî temâyülü, temel korkusudur; bütün din ve ahlâk bu korkuyu
bastırma gücünden doğmuştur. Yâni din ve ahlâk, sadece insanı korkunun içine
düşürdüğü bir NEVROZ, bir MARAZ durumudur!’
Kızılderililerin TOTEM kavramını ödünç alıyor, Freud bu sözümona
“hastalığı” izah için. (Totem) umûmiyetle “kutsal hayvan” diye alınırsa da,
nadiren “bitki” suretinde olabilir. Fakat (totem)e inananlar için mânâsı, bu
göründüğünden daha derindir. Her kabilenin bir (totem)i, kendisine sembol
olarak seçtiği bir “kutsal hayvan”ı veya “bitki”si vardır. (Totem) o kabileye
ad vermekle kalmaz, o kabile o (totem)in soyu olarak kabul edilir, kabileyi
kötülüklerden o (totem) korur, kabile ona tapar, dua eder, kurban keser,
(totem) bir yerde kabilenin “tanrı”sıdır.
Avustralya yerlileri arasında da bu böyledir. Aynı (totem)e
tapanlar, aynı ailenin mensubu sayılır; ve meselâ birbiriyle evlenemez, cinsî
temasta bulunamazlar. Bu kuralı çiğneyenler öldürülür. Freud’un “takıldığı”
nokta tam burasıdır. O, modern toplumda görülen “aile ve ahlâk” gibi toplum
değerlerinin, ilkel insanın (totem)izminden geldiğini düşünür. İlkel insanın
(ensest)ten korkması ne demektir? İlkel insanda korkunç bir (en- sest) arzusu,
anne ve baba tanımama duygusu olduğu anlamına gelmez mi bu? Ama (totem - kutsal
hayvan), “günah” deyip, “yasak” deyip, bu duyguyu bastırır; “ahlâk” deyip,
“aile” deyip kurallar ve müesseseler icadeder.
Freud’un bütün dâvâlarında olduğu gibi, ‘sihirbazlık’ ve
‘şarlatanlık’ burada had safhaya çıkmıştır. Yâni insanoğlu, başlangıçta ve
günümüzde, kendisine (totem) tâyin etmemiş olsaydı, “ilkel ve tabiî” kalmış
olsaydı, ne iyi olurdu(!).
Bazıları çıkar, bizi aptal yerine koyarcasına, evet Freud’un
böyle düşündüğünü, ama bunu ‘ilmî bir tesbit’ olarak düşündüğünü, ‘ahlâkî bir
sonuç’ doğurmayı kasdetmediğini söylerler. Böylelerine inanmayınız! Bizim,
onların birinci sınıf “ebleh” değillerse, su katılmamış birer ‘ensest mağduru’
olduklarına inanmaya hakkımız olduğu için.. Çünkü Freud açıkca şöyle der:
- “Bir çocuk kendisine nesne seçerken, daimâ
anasının yahut bacısının imajının etkisi altındadır; fakat (ensest) yasağı
yüzünden ‘çocukluk hayatının bu iki sevgili kişiliği’ne karşı olan bu tercihi
yön değiştirir ve onların imajını yabancı nesnelerde bulmayı başarır.”
Hattâ, Freud’a göre, bu o kadar güçlü bir ‘imaj’dır ki, çocukluk
devresiyle sınırlı kalmayıp, yetişkinlerin de âdeta bütün ruh hayatına
hükmeder. Neredeyse bu onlarda şuuraltına aid bir (nevroz-takıntı) hâlindedir;
“Kızın babasına veya
oğlanın anasına karşı duyduğu cinsî alâka (nevroz)’un merkezî düğümüdür" der yazarımız. İnsan, dinî ve ahlâkî yasaklamalar yüzünden bu
“takıntı”sından kurtulmak ihtiyacı duyarsa da, bütün rüyalarında yine ‘onu’
görür, bütün hastalıklarında yine ‘onu’ duyar, bütün hasretlerinin ve- râsında
yine ‘o’ vardır. İnsan ruhunda bu kadar güçlü(!) ve bu kadar merkezî(!) olan bu
sapık içgüdüyü bastırma duygusuna da, eskiden (totem) denirdi, bugün (din) deniliyor!
(Gönüldaş Mustafa Saka, Furkan
dergisinde 2008 yılında yayınlanan bir incelemesinde, Freudçu anlayışın
Avrupa’nın ahlâk yapısı üzerindeki ‘korkunç’ tesirine dair çarpıcı örnekler
vermiştir. Bu psikanaliz, ‘tedavi etmek’, hele ‘araştırmak’ değil, yalnız
‘hasta etmek’, ‘ruhları zehirlemek’ maksadına hizmet etmektedir! )
Burada bir parantez açıp, Freud’un insan psikolojisinin temeline
koyduğu “ÖDİP KOMPLEKSİ”nden kısaca bahsetmekte yarar var. (Ödipus) bir eski
Yunan masalı olup, Sofokles’in tracedyası ile edebiyat tarihine mâledilmiştir.
Freud’un, bütün eski Yunan efsane ve masalları arasından, ne (Odise) destanını,
ne Eziodes’in (Teogonya)’sını, ne Ezop masallarını, ne Eflatun’un
(Atlantis)’ini; ama ille de (Ödipus) masalını cımbızla çekip alması ve bunu
‘insan psikolojisinin temel düğümü’ olarak ortaya koyması, hay- retliktir.
İnsan ister istemez düşünür: Acabâ Freud’un bütün eski Yunan masallarından en
çok (Ödipus) masalını beğenmesindeki gizli müessirler nelerdir?
Sofokles’in anlattığına göre (Ödipus), kâhinlerin, "senin doğacak olan oğlun senin kaa- tilin olacak" diye uyardıkları bir Yunan kralının oğludur. Doğar doğmaz da
öldürülmesi için kralın cellâtlarına verilir. Fakat cellâtlar zavallı bebeğe
kıyamaz, onu bir dağ başına bırakır ve öldürdüklerini söylerler.
(Ödipus)’u bir çoban bulup büyütür. (Ödipus) gerçek anne ve
babasının o çoban ile onun karısı olduğunu sanır. Ancak bir gün ona da,
babasını öldürmesinin ve annesiyle evlenmesinin “bir lânet gibi” yakasına
yapışacağı haberi ulaşır. (Ödipus), bu haberin dehşetinden uyuyamaz, çareyi evi
terketmekte bulur, böylece babasını öldürmekten ve annesiyle evlenmekten
kurtulacaktır!
Yolda başından macerâlar geçer. Birinde, üzerine gelen bir at
arabasının sürücüsü ve yolcusuyla kavgaya tutuşur, yolcuyu istemeden öldürür.
Ve yoluna devam eder. Bir şehre gelir ki, orada kralın ölümüne yas tutulmakta
ve kraliçeyle evlenip ülkeyi yönetecek biri aranmaktadır. Kahramanlığı
sayesinde (Ödipus) kraliçeyle evlenir ve o şehrin yeni kralı olur.
Derken şehri bir lânet iklimi sarar. Bütün tabiat çölleşir,
insanlar kısırlaşır. Bunun sebebini anlamak için kâhine gidilir. Ve gerçekler
sökün eder: (Ödipus)’un yolda öldürdüğü adam, yerine geçtiği kral ve öz
babasıdır; kocası olduğu kraliçe ise, öz anası...
Bunu duyunca kraliçe derhal intihar eder. Ama (Ödipus) intihar
bile edemez; ağlamaktan kör olmuş bir hâlde, uğradığı lânetin dehşetinden
kendini bilmez olmuş, tâcını ve tahtını terkedip, dağlara vurmuştur.
İşte, Freud’a “evreka-buldum!” çığlığını attıran Sofokles’in
tracedyası budur. Esasen Musa Peygamber’in kıssasını hatırlatır. Bilindiği gibi
firavun, doğan çocuklardan birinin kendi kaatili olacağını ve kendi yerine
geçeceğini öğrenince, doğan bütün çocukların öldürülmesini emreder. Musa
Peygamber, İlahî yardım eseri bu katliamdan kurtulup, firavunun sarayında
büyür; ve bir gün, gerçek anne ve babasının, firavun ile onun eşi olmadığını
öğrenir...
Fakat Freud’ta işin içine biraz eski Yunan tracedyalarının
kokusu karışmış ve iş büsbütün başka bir hâl almış gibidir. Dahası, bu tema,
eski Yunan esatiri içinde sadece (Ödipus) masalında değil, birçok efsane ve
masalda tekrar tekrar işlenmiştir. Başta (Zeus) olmak üzere, (Paris),
(Odiseus), (Teseus) hep bu şekilde, kâhinlerin haberleri üzerine doğar doğmaz
öldürülmek istenmiş, ama mucize eseri ölümden kurtulmuş, başka ebe- veynlerce
büyütülmüşlerdir. (Ödipus) ise diğerlerinden bir nebze farklı olarak, bilmeden
babasını öldürür ve anasıyla evlenir.
Sofokles, bu olağanüstü tracedyasında, ‘ne yapılsa, edilse
kaderden kaçılamayacağı’ fikrini işlerken, bir taraftan da bir “büyük
muztarib”in dünya çilesinin işte böyle lânetli ve dehşetli hâdiselerle
örüldüğünü anlatır. Bir büyük “entellektüel ıztırab” resmi vardır bu
tracedyada; ve tracedya zaten budur..
Ne var ki, Freud, kadere dair mânâyı anlamak istemez ve
entellektüel mânâyı istese de anlamaz: Derhal bu hikâyenin üzerine abanır ve
onu (Ödipus)’tan alıp bütün insanlığa yayıverir. Artık Sofokles’in tracedyası,
o günedek okunduğu gibi “Ödipus'un
Lâneti" olmaktan çıkar, ‘insan
psikolojisinin temel taşı, merkez düğümü’, “Ödip Kompleksi" hâline
gelir.
Freud’un “psikanaliz - ruh incelemesi” adını verdiği disipline
göre, bütün erkekler (Ödi- pus) gibi ‘babasını öldürmek ve anasıyla evlenmek’
ilcâlarına sahibtirler; kızlar da bunun tersi... Bütün davranışlarımızın,
sıkıntılarımızın, arzularımızın temelinde bu “ilcâ - içtepi” vardır! İnsan
genellikle bunu farkında olmadan ve “mübhem korku” şeklinde yaşar; ve bu
korkudan kurtulmak için, din gibi, ahlâk gibi müesseseler icâdeder!
Sofokles’in tracedyasının, Freud’ta bir “yahudi ideolojisi”ne
dönüştüğünü görürsünüz. Yahudilerin kendi aralarında, üstelik kutsal
kitablarından beslenerek bu gibi lânetli ilişki ve duyguların yaygın olduğunu
işitenler, Freud’un bu lâneti bütün insanlığa mâletmeğe çalışmasını
anlayacaklardır. Herhalde Sofokles buna şahid olsaydı, önce kendisi intihar
ederdi!
İkinci olarak TABU kavramını ele alır ‘ruh doktorumuz’.
Okyanusya yerlilerinin, Poli- nezya kabilelerinin dilinden alınmıştır bu
kelime. Freud, bu kelimenin dünya dillerinde bir karşılığı olmadığını, ama
“kutsal korku” diye anlaşılabileceğini söyler.
Aslında “korku” buraya fazladan sokuşturulmuş gibidir:
Polinezyalılar, eğer Freud’un dediği gibi, “alelâde, basit şey” mânâsına
(noa)’nın karşıtı olarak (tabu) diyorlarsa, o takdirde “kutsal” demek
yeterlidir. (Tabu), bu ilkel insanların dilinde “tapılan şey”dir. Günümüzde ise
“korunması gereken, saklanması gereken, dokunulmaması gereken” mânâsında
kullanılır. “Bu mevzu Freud
için bir (tabu) idi"
deriz. “Dokunulmaz” anlamı vardır burada. Ama illâki ardında büyük bir “korku”
aramak gerekmez; büyük bir “saygı” da bulunabilir!
Oysa Freud bu kavramları dikkatsizce kullanmaz. Son derece sinsi
bir belâgat gereği alır ve işler:
- “Tıpkı ilkellerin kendi boy ve toplumlarına
mahsus (tabu)lara baş eğmeleri gibi,
kendi kendine birtakım katı (tabu) yasakları icâdeden
kimseler olduğunu psikanalizciler bilir.
Eğer bunlara ‘itaat nevrozluları’ demeğe alışmış olmasaydık, ‘tabu
hastası’ demek çok yerinde olurdu.’’
Yâni (tabu), yâni bir şeylere inanmak ve tapmak, Freud’a göre,
“kurtulunması gereken bir hastalık”tır. Ruh doktorumuz, (totem) çağımızda
bizlerin, az-çok sebebi ve mantığı olan, tabiat kuvvetlerine karşılık gelen
“korku”larla; (tabu) devremizde ise bütünüyle “mantıksız ve sebebsiz”, âdeta
kendi kendimize uydurduğumuz korkular ve yasaklarla kuşatıldığımızı haber
verir. İşte din ve ahlâkın temelinde bu “korkutulmuşluk”, bu (ob-
session-saplantı) ve (nevroz-asabiyet) hâli vardır!
Kısacası Freud, “din” yoktur, “put” vardır, kanaatini taşır. Put
ise, “yasaklanmış cinsî dürtülerin yerine geçen her türlü inanç ve kural”dır.
Ruh doktorumuz, bütün arzularımızın temelinde (libido - cinsî arzu)muzun
yattığını düşünür. Bu o kadar kuvvetli bir arzudur ki, âdeta insanlık tarihi
onu bastırmaya ve yasaklamaya çalışmanın tarihi olmuştur. (Onbinlerce yıllık
tarihi boyunca “şey”ini bastırmaktan başka bir gailesi olmamış şu “Freud
insanı” ne acaiptir!)
Dikkat edilirse, burada “put”, yâni “din”, arızî bir durumdur.
Aslolan LİBİDO’dur. (Libido) ferdâniyetimizin tâ kendisidir. Halbuki insan,
ferdâniyetini bastırıcı ve yasaklayıcı sosyalliğinin putları tarafından
gemlenmiş ve dizginlenmiş, yâni tarihi boyunca “kendisinden kaçmış ve dine
sığınmıştır!”
Mâmâfih, insanın böylesi korkulara niçin sahib olduğu, hele
böylesi güçlü bir insiyak (içgüdü) tarafından sürekli tâciz edilirken, onu
niçin bastırmak ve susturmak istediği, Freud’un cevabını aramadığı bir sorudur.
Ama bu sorunun cevabı aranmadığı takdirde, bu mesele gerçekten konuşulabilir
mi? İşte Freud’un belâgatçiliği tam bu noktada devreye girer. O, bu meselenin
gerçekten halledilmesini değil, sadece bu meselenin konuşulmasını ister. Âdeta
hastalığı tedavi etmek değil, onu yaygınlaştırmak isteğidir bu.
Freud kadar ‘mantıklı’ olmak isteyen bir başkası, Afrika’da ve
Avustralya’da ilkel kabilelerin ‘hırsızlığı’ yasaklamalarını öne çıkarabilir
ve “ilkel insanların hırsızlık korkusu ve takıntısı” diye bir teori
üretebilirdi; hattâ getirdiği örneklerle iddiasını destekler, ‘insanın temel
içgüdüsünün hırsızlık’ olduğunu ilân edebilirdi. "Bütün dinler ve ahlâklar, hırsızlık içgüdüsünü bastırma
isteğinden doğmuştur!"
Gerçi bu takdirde Freud’un yüzüne bir ayna tutmuş olur ve “ilmî değer”
bakımından hiç de ondan aşağı kalmazdı; ama asıl meramı din ve ahlâka karşı
mücadele vermek oldu mu, o zaman Freud’un eline su bile dökemezdi. Çünkü
insanlığı hırsızlığa, “bu el değmemiş ferdâniyetine” davet ederek, sadece
gülünç olurdu. Oysa (libido)’dan, (ensest)’den -davet bile değil- sadece “bahsetmek”,
herşeyi halletmeğe yeterdi. Tabir belki tam olmayacak ama, yaklaşık olarak;
eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürdün mü mesele tamamdır!
Batılı yazar-çizer takımının genel kabulüne göre, insanlık
tarihi "çoktanrılıktan
tektan- rılığa ve oradan da tanrısızlığa doğru" tabiî bir tekâmül hâlindedir. Freud bu kabulü, ‘insanlık
tarihi başlıca üç büyük fikir-inanç sistemi meydana getirmiştir’, diye
şerheder. Bunlar “Animizm Çağı”, “Dinler Çağı” ve “İlim Çağı” şeklinde ifade
edilebilir. (Animizm), ilkel insanın, var olan her şeyin bir ruhu olduğuna ve
ruhun da ölümsüz olduğuna dair inancıdır. Hâlen ilkel kavimlerde bu inanç
kendisini gösterir. İnsan, ‘medeniyet’ basamağına henüz adımını atmamış,
tabiatın koynunda ‘tabiî bir hâlde’ yaşamaktadır. Hayatın, iyi ve kötü
ruhların mücadelesi olduğuna inanır. Freud’a göre, bütün efsaneler ve esatir
(mitolocya), bu “Animizm Çağı”nın hatırâlarından doğmuştur. Ve
(evolution-tekâmül) denilen o “tanrılar tanrısı”, o insana ve kâinata pençesini
geçirmiş varlık, animizm’den efsaneleri, efsanelerden de dinleri “yaratır”.
(Veya “zekâ” mıdır o ‘tanrı’nın adı, bilinmez!.)
İslâm’a göre, tarih böyle “düz mantık” hesabıyla hareket etmez.
İBDA’nın hükmüyle; "İLK
DOĞRU İLK İNSANLA VARDI VE İLK İNSAN, İLK PEYGAMBER'Dİ..." İnsanlık tarihi, doğru ve yanlışın, ilkel insanların dediği
gibi, “iyi ve kötü ruhların” mücadelesinin tarihidir. Dolayısiyle, tarihte
hiçbir zaman iyi ve doğrunun bulunmadığı, bunu bulmaya ancak “ilim çağı”nda
-veya adı her neyse, Batı medeniyetinde- yaklaşıldığı kabulüne dayanan
tekâmülcü görüşler, “doğru değildir”. Öyle ya, koskoca Animizm Çağı “yanlış”,
Dinler Çağı “ondan daha yanlış” ise, insanlık tarihi doğruyu bulamamacasına
aramanın, yahud -Batı medeniyeti doğmadan önce- “doğru” diye bir şeye hiç şahid
olmamanın tarihidir!
Batı adamı bu mevzuda kendisiyle çelişmektedir. Meselâ Freud,
tarihte cinlere inanmayan hiçbir topluluk görmediğini söylerken, cinlere
inanmanın gereğini mi öğütler, yoksa cinlere inanmamayı gerektiren İlim
Çağı’nın “ilk doğru”yu temsil ettiğini mi belirtir?
Şu var ki, Freud’un esatiri cinlerle ilişkilendirmek istemesine
hak vermek gerekir. Bilindiği gibi, İslâmiyetin ilk yıllarında, Cahiliyye
Arabları’nın putlarının cinlerle irtibatlı olduğu ve putlar kırılınca içinden
cinler çıktığı anlaşılmıştır. Yine şiir sanatında pek ileri olduğu bilinen
Cahiliyye Arabları’nın, cinlerle irtibat kurdukları ve şiirlerinin ilhamını
onlardan aldıkları, onları "el-halîl-dost" kabul edip beşerî isimler verdikleri söylenmektedir.
Eski Yunan’da da bunun örnekleri vardır; meselâ Eziodes
kendisine (demon-cin)lerin ilham verdiğini belirtir ve belki Omeros’un
(müz-peri)leri de bu mânâda görülebilir. Allah Resulü’nün nübüvvetinden evvel,
cinlerin meleklerden haber çaldıkları bildirilmiştir. Sebe Suresi’nde ise,
insanlara ve cinlere hüküm yürüten Süleyman Peygam- ber’in vefatından sonra
kavminin 12 kısma ayrıldığı, 11’inin sapıttığı ve âhirette meleklerin,
insanlardan bazılarının “cinlere taptıklarına” şahidlik edecekleri beyân edilmektedir.
Gerçi Freud meseleyi çok sığ bir seviyede ele alır. O “cinler”le
“ruhlar”ı birbirine karıştırır ve cinlerin insanlara musallat olması
karşısında, ilkel insanların "büyü
ve dua" gibi teknikler
geliştirdiğini, böylece ruhları yatıştırıp onlara âyinler düzenlemeyi ve kurbanlar
sunmayı öğrendiğini savunur. Dinleri, cinlerin tasallutu sayesinde doğmuş gördüğü
ve “Allah”, “Peygamber” ve “melek” gibi kavramları bu uğurda kurban ettiği
açıktır.
Neticede, onun cinlere bu derece olağanüstü vasıflar
yüklemesinin altında “ilim adamlığı” olmayıp, sadece “yahudi tıyneti”
bulunduğu için, bunda bir beis yoktur: Freud cinleri ilmiyle bulduğu için
değil, yahudilikte yeri olduğu için benimser. Tıpkı (ensest) mevzuunu olduğu
gibi!..
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar