Print Friendly and PDF

EDGAR A. POE/ ŞEHRAZAT'IN BİNİKİNCİ GECE MASALI

Bunlarada Bakarsınız


 


'Gerçek düşten daha tuhaftır'

                                                 Eski Bir Atasözü

Geçenlerde Doğu kültürüne yönelik araştırmalarım sırasında 'Tellmenow Isitsoörnot' adlı bir eseri inceleme olanağı buldum. Bu eser, aynı Simeon Jochaides'in Zohar adlı kitabı gibi, Avrupa dahil pek çok yerde hemen hemen hiç bilinmeyen ve Amerikan Edebiyatı'nın Nadide Yapıtları'nın yazarından başka hiç bir Amerikalının tanıyacağını sanmadığım bir eserdir. Neyse; belirttiğim gibi bu değerli yapıtın bazı bölümlerine vaktiyle şöyle bir göz atma olanağı bulmuştum. Doğrusu okuduklarıma çok şaşırdım. Edebiyat dünyası, vezirin kızı Şehrazat'ın Binbir Gece Masalları adını taşıyan kitapta anlatılan kaderiyle ve yine orada verilen sonla ilgili olarak tuhaf bir yanılgı içindeydi; en azından olayların daha ilerisini göremedikleri için ayıplanmaları gerekirdi.

Bu ilgi uyandıran konuda bütün ayrıntıları sunabilmem için meraklı okuyuculara Isitsoörnot'ın kendisinden söz etmek zorundayım. Ama bu arada, o kitapta bulduklarımın bir özetini sunacağım için bağışlanmayı diliyorum.

Hatırlayacaksınız; masalların bilinen versiyonunda kraliçesini kıskanmak için iyi sebepleri olan bir Hükümdar onu idam ettirmekle kalmıyor, her gece idaresi altında yaşayan en güzel kızla evlenmeye ve de ertesi sabah onu cellada vermeye sakalı ve peygamberi üzerine yemin ediyordu.

Hükümdar bu yeminini yıllar boyunca harfiyen yerine getiriyor ve kendisine dindarlık ve mükemmellik görüntüsü kazandıran dinselî bir şaşmazlıktan da ayrılmıyordu. Ama bir gün, kızının aklına, namaz kıldığı sırada iyi bir fikir gelen veziri tarafından ziyaret ediliyordu.

Kızın adı Şehrazat idi. Fikrine göre ya ülkenin güzelliği üzerindeki nüfus azaltıcı vergiyi kaldıracak veya kadınlara has bazı yöntemleri uygulamaya çalıştıktan sonra ölecekti.

O yılın bir artık yıl olup olmadığını bilmiyoruz. (Artık yıl olsaydı daha çok kişi kurban edilecekti.) Neyse; kız, vezir babasını, Hükümdar ile evlenmek arzusunu iletmesi için saraya gönderiyordu. Hükümdar da bu teklifi seve seve kabul ediyordu. (Aslında onun da böyle bir niyeti vardı ama vezirin korkusundan konuyu açmayı her gün erteliyordu.) Şimdi bu teklifi kabul ederek çevresine açık bir gözdağı veriyordu: ister vezirin kızı olsun ister başvezirin kızı; hiç bir şekilde yemininden dönmeye niyeti yoktu. Böylece Hükümdar ile evlenmek için direten ve babasının böyle bir şey yapmamasın yolundaki çok haklı öğüdüne kulak asmayan güzel Şehrazat dediğini yapıyordu. Ve evlendiğinde o zarif, siyah gözleri kocaman kocaman açılıyordu.

Machiavelli’yi okuduğu açık seçik anlaşılan bu siyasetçi kızın aklında çok iyi hazırlanmış bir oyun vardı. Evlendikleri gece ne olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir bahane uydurup kız kardeşini de yataktan yatağa hoş bir sohbet sağlaması için getirtip kendi yataklarının yakınındaki bir yatağa yatırıyor ve horozlar sabahı duyurmadan az önce sevgili kocası, sabahleyin karısının boynunu vurdurmaya niyetli olan iyi kalpli Hükümdar’ı uyandırmaya çalışıyor ve bunu başarıyordu. (Hükümdar, büyük bir gönül rahatlığı içinde ve yediklerini iyi hazmetmiş olmasının etkisiyle güzel bir uyku çekmişti.) Şehrazat, kız kardeşine anlattığı (bir fare ve bir kediyle ilgili) çok ilginç bir öyküyle Hükümdar’ı (tabii alçak sesle) uyandırıyordu. Gün ağardığında öykü yarım kalıyordu; çünkü Şehrazat’ın kalkıp yay kirişi ile boğdurulmaya gitmesi gerekiyordu- ki bu asılmaktan daha hoş, daha basit ve daha kibar bir cezaydı.

Ne var ki Hükümdar’ın merakı, laf aramızda, en güçlü dini inançlarına baskın çıkıyor ve yeminini gereğini yerine getirmesini, siyah kediyle (hafızam beni yanıltmıyorsa kedi, siyah bir kediydi) fare arasında olan bitenin sonucunu öğrenebilmek umut ve amacıyla, bir sonraki sabaha bıraktırıyordu.

Fakat gece çöktüğünde Şehrazat Sultan, siyah kediyle farenin (fare maviydi) öyküsünü noktalamakla kalmıyor, durumun farkında olması dolaysıyla, kendini bir başka öykünün karmaşık derinliklerine atıyordu. Bu defa ki öykü, (yanılmıyorsam) pembe renkli ve kurularak hareket eden, anahtarı çivit rengi olan bir atla (yeşil kanatlı) ilgiliydi. Bu öykü, hükümdarın ötekine kıyasla daha fazla hoşuna gitmişti. Ancak öykü sona ermeden gün ağarmıştı. (Kraliçe öyküyü zamanında bitirip boğdurulmaya gitmek için gayret gösteriyordu.) Ancak, merasimi yirmi dört saat ertelemekten başka bir çözüm bulunamıyordu. Ertesi gece benzer olaylar benzer sonuçlarla yinelendi; ve daha sonraki gece- ve daha sonraki gece, bir daha. Sonunda kaçınılmaz bir biçimde bin bir gece boyunca yeminini gerçekleştirmek için tüm fırsatları kaçıran hükümdar, sürenin bitişi nedeniyle ya her şeyi unutacak ya da usullere uygun bir yolla kendini bu işten sıyıracak, belki de (bu daha olası) hem günah çıkartan hocanın kafasını uçurtup hem de kendine dert kaynağı olan meseleyi halledecekti. Ancak her koşul altında, Havva anamızın soyundan gelen Şehrazat- ki belki de Havva’nın Cennet’teki ağaçların altından topladığı yedi sepet dolusu söze varis olacaktı- zafere ulaşıyor ve güzellik üzerindeki vergi de yürürlükten kaldırılıyordu.

Evet; öyküden çıkardığımız bu sonuç gayet hoş ve makul. Ama ne yazık ki gerçek o denli hoş değil. “Isitsoörnot”’a dayanarak bu yanlışlığı düzeltmeye çalışacağım. Bir Fransız atasözü şöyle der: “Le mieux est l’ennemi du bien.” Şehrazat’ın yedi sepet dolusu sözün mirasçısı olduğunu söylemiştim. Ancak şunu da eklemeliyim ki kendisi sepetleri yetmiş yedi tane olmaları için bileşik faize yatırmıştı.

Bin ikinci gece Şehrazat “Canım kardeşim” diye söze başladı. (Bu noktadan itibaren Isitsoörnot’un aynını vermeye başlıyorum.) “Canım kardeşim; artık boğdurulmak  diye bir tehlike kalmadı. O minik dertten ve o yüz kızartıcı vergiden de çok şükür kurtulduk. Sanırım Denizci Sinbad’ın masalını sana ve Hükümdar’a ‘ (kusura bakmayın ama Hükümdar, bir beyefendiye yakışmayacak bir şekilde horul horul uyumaktaydı) ‘anlatmadığım için suçlu hissediyorum kendimi. Bu zat, size henüz anlatmadığım pek çok başka maceralara da katılmıştır. Gerçek şu ki bu öyküleri anlatacağım gece çok uykum vardı ve düşüncesizce davranıp öyküleri kısa kestim- dilerim Rabbim beni affeder. Yine de bu büyük ihmalkarlığı telafi etmek için geç kalmış sayılmam. Hükümdar’ı şu korkunç gürültüyü kesmesi için çimdikleyip uyandırır uyandırmaz hemen seni ve (eğer isterse onu) bu çok keyifli öykü ile eğlendirmeye başlayacağım.”

Bunun üzerine, Şehrazat’ın kız kardeşi Isitsoörnot’ta anlatıldığına göre pek de büyük bir memnuniyet ifadesi göstermemiş; fakat Hükümdar yeterince çimdik yedikten sonra nihayet horlamayı kesip önce “Hmmm” sonra da “Haaaa” deyip Şehrazat da bunları, (Arapça olmadıkları besbelli) Hükümdar’ın pür dikkat dinleyip horlamamak için elinden geleni yapacağına yorduğunda, Denizci Sinbad’ın kendisince uydurulmuş masalına başlamış.

“Sonunda bu yaşlı başlı halimde; (bunlar Şehrazat tarafından nakledilen, Sinbad’ın kendi sözleri), sonunda bu yaşlı başlı halimde ve yıllardan beri evimde dinlenip huzur içinde yaşadıktan sonra, yine yabancı diyarları gezmek arzusuna kapılmıştım. Bir gün ailemden kimseciklere haber vermeden, yükte hafif ama pahada ağır bir kaç ticari malı yanıma alıp onları taşıtacak bir de hamal tutup sahile indim ve beni ülkenin dışına çıkarıp henüz keşfetmediğim yerlere götürecek bir gemi beklemeye koyuldum.

Eşyaları kumlara bıraktık; ağaçların altına oturup bir gemi görebiliriz umuduyla gözlerimizi okyanusa diktik. Lakin saatler geçmesine karşın hiç bir şey göremedik. Nihayet bir vızıldama ya da vınlamaya benzeyen bir ses işittim belli belirsiz. Hamal da bir süre dikkatle kulak kabartınca onu duyabildiğini söyledi. Ses giderek şiddetleniyordu. Artık bu sese kaynaklık eden nesnenin üzerimize doğru gelmekte olduğundan hiç kuşkumuz yoktu. Sonunda, ufukta, biz onun kocaman bir canavar olduğunu seçinceye dek çoktan irileşmiş, gövdesinin büyük kısmı suyun dışında olduğu halde yüzmekte olan kara bir nokta gördük. Bize doğru hızla yaklaşıyor, göğsü çevresinde dev dalgalar yaratıyor, çok ötelere dek uzanan ateşten bir hatla denizin üzerinde geçtiği yolu aydınlatıyordu.

Nesne yaklaştığı zaman onu açık seçik görme olanağı bulduk. Boyu en uzunlarından üç tane servinin  boyuna eşitti. Genişlik olaraksa halifelerin en yücesi ve en cömerdi siz sayın saygıdeğer efendimizin sarayındaki en büyük kabul salonu kadar genişti. Bildiğimiz balıklardan hiç birine benzemeyen gövdesi, kaya gibi sağlam görünüşlüydü ve suyun üzerinde kalan bölümü, çepeçevre dolanan dar bir kırmızı şerit dışında simsiyahtı. Dalgalarda yükselip alçaldıkça çok kısa bir an için görebildiğimiz, yüzeyin altında kalan karnı, bütünüyle, puslu havadaki ayın renginde madeni pullarla kaplıydı. Sırtı düz ve hemen hemen tamamen beyazdı. Sırtından yukarı doğru, tüm gövdenin yarısı uzunluğunda altı diken uzuyordu.

Bu korkunç yaratığın görülebilen bir ağzı yoktu fakat sanki bu eksikliğin telafisi için yuvalarından fırlamış en az seksen gözle donatılmıştı. Yusufçuk böceğinin gözlerini andıran bu gözler, tüm gövde üzerinde iki sıra halinde, biri diğerinin üzerinde olmak üzere ve kan kırmızısı şeride paralel bir biçimde yayılmışlardı. Bu korkunç gözlerin iki ya da üç tanesi diğerlerinden daha iriydi ve som altındanmış gibi görünüyordu.

Daha önce de dediğim gibi, canavar bize hızla yaklaşıyordu ama sanki sihirli bir güçle hareket etmekteydi. Çünkü ne bir balık gibi yüzgeçli, ne bir ördek gibi perde ayaklı ne de bir deniz kabuğu gibi yüzdürücü kanatlıydı. Üstelik yılan balığı gibi kıvrıla kıvrıla hareket ediyordu.  Kafası, kuyruğuyla tamamen aynı şekildeydi, sadece kuyruğunda iki burun deliği vardı, o kadar. Canavar bu deliklerden, şaşırtıcı bir güçle yoğun soluğunu dışarı püskürtüyor, bu sırada çığlığa benzer, nahoş bir ses çıkartmaktan da geri kalmıyordu.

Bu çirkin yaratığı görmek bizde muazzam bir dehşet uyandırmıştı; ama daha yakından bakıp da, yaratığın sırtında bir sürü, biçim ve boyut olarak insana benzeyen hayvan gördüğümüzde şaşkınlığımız iki kat arttı. Elbiseleri yoktu; kuşkusuz doğa tarafından bağışlanmış, çirkin, rahatsız, elbiseye benzer bir örtüleri vardı ama öyle sıkı bir şeydi ki bu, sanki zavallıları gülünç kılmak veya onlara işkence etmek için hazırlanmıştı. Kafalarının üzerinde, küp biçiminde kimi bölmeler vardı. Önce bunların türban ihtiyaçlarını karşılamaya yaradıklarını sandım ama sonradan anladım ki, son derece ağır ve serttiler. Bu nedenle onların, ağır olmaları dolayısıyla, hayvanların kafalarını omuzlarının üzerinde güvenlikte ve sarsıntısız tutmaya yarayan araçlar oldukları sonucuna vardım. Boyunları çevresinde (kölelik işaretleri olduğu şüphe götürmez) siyah renkli, bizim köpeklere taktığımız tasmaları andıran tasmalar vardı. Ancak bu tasmalar daha enli ve çok daha sertti. Zavallıcıkların gövdelerini çevirmeden başlarını bir yana çevirmeleri hemen hemen olanaksızdı. Böylelikle, ömür boyu burunlarını izlemek cezasına çarptırılmışlardı. Ne felaket bir manzara!

Canavar bizim bulunduğumuz kıyıya ulaşmak üzereyken, ansızın gözlerinden birini iyice dışarı uzatıp yoğun bir duman bulutu ve gök gürültüsünden başka hiç bir şeye benzetemeyeceğim bir sesle birlikte ateşler saçmaya başladı dumanlar dağılınca o tuhaf insan-hayvanlardan birinin, elinde bir boruyla yaratığın başında dikildiğini gördük. Ağzına dayadığı borusuyla bas bas bağırarak kulak tırmalayan, nahoş bir şive ile bize seslendi. Burnundan konuşmadığından olacak, dilini anlayamadık.

Bu sesleniş üzerine nasıl yanıt vereceğim konusunda ne yapacağımı şaşırdım çünkü hiçbir şey anlamamıştım. Bu güçlük karşısında, başına gelenlerden dehşete kapılmış olan hamala dönüp canavarın ne tür bir yaratık olduğu, ne istediği ve sırtında kümelenmiş şeylerin neyi nesi olduğu konusunda düşüncelerin sordum. Hamal heyecanını yenmeye çalışarak karşılık verdi. Bu deniz canavarından söz edildiğini daha önce duyduğunu, onun insanlara işkence etmek isteyen kötü cinler tarafından yaratılmış, ateşten kanlı, sülfür bağırsaklı, acımasız bir ifrit olduğunu, sırtındaki şeylerin, kedi ve köpekleri de kimi zaman saran, sadece biraz daha büyük ve vahşi, bit, pire türü haşarattan olduklarını, canavarı dişleyip sokarak ona eziyet ettiklerini ve bu şekilde onu kızdırıp kükrettiklerini, kötülük yapmasını sağlayarak melun cinlerin intikamcı ve hain planlarını gerçekleştirmelerine yardımda bulunduklarını söyledi.

Duyduklarım, tabanları yağlayıp arkama bile bakmadan oradan kaçmama yetti de arttı bile. Son sürat arkadaki tepelere doğru koşarken, hamal da aynı hızla ama aksi istikamette ve kendilerine çok iyi bakacağından emin olduğum eşyalarımla birlikte kaçmaktaydı. Hamalı daha sonra gördüm mü görmedim mi, doğrusu hatırlamıyorum.

Kıyıya kayıklarla çıkan insan-haşaratlar ise beni sıkı bir takip sonucu yakaladılar ve ellerimi, ayaklarımı bağlayıp geldikleri kayıklardan birine bindirip birazdan tekrar denize açılacak olan canavara taşıdılar.

Rahat yuvamdan ayrılıp yaşamımı bu tür serüvenlerde tehlikeye attığıma bin pişmandım. Ama son pişmanlık fayda etmiyordu. Bu yüzden durumumu en iyi hale getirmeye ve elindeki borusuyla diğerleri üzerinde otorite sahibi olduğu anlaşılan insan-hayvanın iyi niyetinden yararlanmaya çalıştım. Bunu yaparken öylesine başarılı olmuştum ki, bir kaç günde yaratık bana bir lütuf nişanesi olarak çeşitli armağanlar vermeye başladı. Hatta, adını söylemeye lüzum görmediğim lisanının kurallarını öğretmek derdini bile kendi üzerine aldı. Nihayet, onunla kolayca anlaşmaya başlamıştık. İçimde beslediğim, dünyayı görme arzumu da böylelikle kendisine anlatabildim.

 Washish, squashish, squeak, Sinbad, hey-diddle, diddle, grunt unt grumble, hiss, fiss, whiss dedi dostum bir akşam yemeğinden sonra. Ah, binlerce kez affınızı dilerim majesteleri; zatı-alinizin kişnekhoroz lehçesine(insan-hayvanların adı buydu ve sanırım bunun nedeni, horozlarla atların dilleri arasında bağlantı kuran lisanlarıydı) aşina olmadığını unuttum. İzin verirseniz çevireyim: Washish, squashish, vs;” Yani; Sevgili Sinbadcığım, şu anda dünya denizlerinde bir gezi yapıyoruz. Madem ki  sen de dünyayı görmek için yanıp tutuşuyorsun, hatırın için yaratığın sırtında sana  bir yer ayıracağım.”

Şehrazat Sultan, buraya geldiğinde, Isitsoörnot’ın anlattığına göre, Hükümdar sol yanından sağ yanına dönüp şöyle demiş: “Doğrusu Sultanım, Sinbad’ın bu son serüvenlerini anlatmamış olmanız çok şaşırtıcı. Bunları son derece eğlendirici ve ilginç bulduğumu biliyor musunuz?”

Hükümdar düşüncelerini bu şekilde dile getirdikten sonra zarif Şehrazat masalına devam etmiş.

“Sinbad, halifeye anlattığı öyküyü şöyle sürdürmüş: Nezaketinden ötürü insan-hayvana teşekkür ettim. Az sonra da kendimi okyanusta inanılmaz bir hızla yüzen yaratığın sırtında, evim kadar rahat bir yerde buldum.

Okyanusun yüzeyi dünyanın o bölgesinde düz değildi; tam tersine narın içini andıran engebelerle kaplıydı. Bu nedenle yaratık ya yokuş aşağı ya da yokuş yukarı gidiyordu.”

“Bu çok ilginç bir şey” diye araya girdi Hükümdar.

“Ancak, çok da doğru” diye karşılık verdi Şehrazat.

Hükümdar “Bazı kuşkularım var” dedi. “Ama dua et  de masal böyle güzel devam etsin.”

“Ederim” dedi Şehrazat. “Canavar az önce de aktardığım gibi bir yukarı bir aşağı yüzerken, yüzlerce mil genişliğinde, denizin orta yerinde, tırtıllara benzer küçük yaratıklarca yapılmış bir adaya ulaştık.”

“Hmmm” dedi Hükümdar.

“Bu adadan ayrılınca,  dedi Sinbad, (Şehrazat’ın, kocasının nezaketten uzak düşüncesine hiç önem vermemesi gayet doğal karşılanmalıdır)- ‘bu adadan ayrıldıktan sonra başka bir adaya geldik. Bu adadaki ağaçlar tamamen taştandı. Ayrıca öyle katıydılar ki onları kesmek için en iyi baltalarımızla vurduğumuz zaman baltalarımız paramparça oluyorlardı.

 

“Hmm” dedi Hükümdar. Ne var ki Şehrazat buna hiç önem vermedi ve masalına Sinbad’ın ağzından devam etti.

“Bu  son adayı da geçtikten sonra, dünyanın içine doğru 50-60 km kadar inen ve içinde, ne Şam’da ne de Bağdat’ta bulunabilecek geniş ve baş döndürücü sarayların olduğu bir mağara barındıran bir memlekete geldik. Bu sarayların çatılarından elmasa benzer ama insandan daha iri binlerce mücevher sarkıyordu. Tapınakların, piramitlerin  ve kulelerin aralarında, uçsuz bucaksız, abanoz gibi simsiyah ve gözleri olmayan balıkların kaynaştığı ırmaklar akmaktaydı.

Daha sonra denize daldık. Orada ulu bir dağa rastladık. Yamaçlarından aşağı ergimiş metal dereleri akıyordu. Bazıları 36km. eninde ve 180km. uzunluğundaydı.  Doruktaki bir yarıktan öyle yoğun bir kül püskürmesi oluyordu ki güneş gökyüzünden tamamiyle silinmişti.  Ortalık, en karanlık gece yarısından daha karanlıktı. Öyle ki dağdan 230km. uzakta olduğumuz halde, burnunuzun dibindeki bembeyaz bir nesneyi dahi görebilmeniz olanaksızdı.”

“Hmm” dedi Hükümdar.

“Bu kıyıdan ayrılıp, olayların doğasının tersine döndüğü bir yere ulaşana kadar yolumuza devam ettik. Burada büyük bir göl vardı. Gölün dibinde, yüzeyden 300m. aşağıda, göz alıcı, yemyeşil ve upuzun ağaçlardan oluşan bir orman yetişmişti.”

“Hah!” dedi Hükümdar.

“Birkaç yüz kilometre sonra öyle bir iklime geldik ki atmosfer demir ve çelik tozları taşıyordu. Tıpkı bizim atmosferde uçuşan tozlar gibi.”

“Uydur bakalım” dedi Hükümdar.

“Aynı yönde ilerleyince yeryüzünün en muhteşem bölgesine ulaştık. Burada binlerce kilometre uzunluğunda görkemli bir ırmak kıvrıla kıvrıla akmaktaydı. Irmağın derinliğini anlayabilmek olanaksızdı. Suları kehribardan daha saydamdı. Genişliği 4,5 ila 9km. arasındaydı. 350m.lik dik kıyıları, daima yeşil kalan ağaçlar ve bölgeyi dev bir bahçeye çeviren hoş kokulu çiçeklerle taçlandırılmıştı. Ancak bu harikulade güzellikteki toprakların adı Korku Krallığı idi. Ve buraya girmek kaçınılmaz ölüm demekti. 

“Hıh!” dedi Hükümdar.

“bu krallığı pür telaş terk ettik. Bir kaç gün sonra ise başka bir bölgeye vardık. Burada, kafalarının üzerinde tırpana benzeyen boynuzlar taşıyan yüzlerce korkunç hayvan görüp büyük bir şaşkınlık yaşadık. Bu çirkin hayvanlar, kendileri için toprakta, huni biçiminde kocaman çukurlar kazıyordu. Çukurların çevresine, birbirleri üzerine gelecek şekilde taşlar dizmekteydiler. Başka hayvanlar bunlara bastığında aşağıya, canavarların inlerine düşüyorlardı. Canavarlar inlerinde hiç vakit kaybetmeden kurbanlarının kanlarını emiyorlar, sonra da leşlerini, onları adeta hor gören bir tavırla çok uzaklara fırlatıp atıyorlardı.

“Pöh!” dedi Hükümdar.

“Yolumuza devam ederken, bitkilerin toprakta değil havada yetiştiği bir diyara geldik.  Ayrıca başka bitkilerin özünden çıkmış türler de vardı.  Bundan başka kimi bitkiler besinini hayvanlardan elde ediyordu.  Bazıları güçlü ateşler içinde parlıyor , bazılarıysa istedikleri yere gelip gidebiliyordu.  Bütün bunlardan daha çarpıcı olanı ise canlı, soluk alan, organlarını istedikleri biçimde oynatan çiçekler keşfetmemizdi. Üstelik bunlarda da insanoğlunun başka yaratıkları köle etmek için duyduğu, onları, kararlaştırılan görevi gerçekleştirene kadar korku ve yalnızlık hapishanelerinde tutsak etmeye yönelik iğrenç tutkuyu gördük.

“Öff!” dedi Hükümdar.

“Bu memleketin ardından, bir başka memlekete ulaştık. Bu ülkede dahi düzeyinde matematikçi arılar ve kuşlar vardı. Öyle ki bu bilgin kuşlar ve arılar her gün, krallığın en zeki adamlarına geometri dersi veriyorlardı. Kral, iki zor problemin çözümüne karşılık bir ödül koymuştu. Bunlardan birini arılar diğerini ise kuşlar hemencecik çözdüler. Ancak kral çözümleri sır olarak saklamıştı. İnsan matematikçiler, arılarla kuşların kolayca ulaştıkları çözümlere ancak geniş çaplı araştırmalardan, yoğun bir emek sarf ettikten, kalın kalın kitaplar yazdıktan, uzun yıllar çabaladıktan sonra ulaşabildiler.”

“Hayret bir şey!” dedi Hükümdar.

“Bu krallıktan az sonra, kendimizi bir diğer krallıkta bulduk. Kıyılarında, kafamızın üzerinden uçan 1,5km. eninde ve 360km. uzunluğunda bir kuş sürüsüne tesadüf ettik. Öyle ki, her dakika 1,5km. kadar uçmalarına rağmen, milyarlarca kuşun yer aldığı sürünün tamamiyle geçmesi en az dört saat sürdü.”

“Vay canına!” dedi Hükümdar.

“İnsanı huzursuz eden bu kuşlardan çabucak ayrıldık. Lakin çok geçmeden başka bir tür kuşun görünmesiyle dehşete kapıldık. Daha önceki gezilerimde gördüğüm Anka kuşlarından bile çok çok büyüktü bu. Hatta cömert Halifem, sarayınızdaki en büyük kubbelerden bile iriydi. Bu korkunç kuşun görebildiğimiz bir başı yoktu. Ama, kocaman, yusyuvarlak, parlak, pürüzsüz, yumuşak görünüşlü bir maddeden oluşan, rengarenk şeritlerle kaplı bir karnı vardı. Canavar, pençelerinde, çatısını söküp attığı, içinde hiç kuşkusuz kendilerini bekleyen korkunç kaderleri karşısında dehşetli bir umutsuzlukla çırpınan insanların olduğu bir evi mavi göklerde yuvasına taşımaktaydı. Belki avını bırakır diye avazımız çıktığı kadar bağırdık. Ama o sadece öfkelendiğini gösteren bir horultu çıkardı ve kafamıza, kumla dolu ağır bir çuval fırlattı.”

“Ne saçma!” dedi Hükümdar.

“İşte bu serüvenden sonra, çok geniş ama bir o kadar da ıssız bir kıtaya vardık. Bu kıta bütünüyle gök mavisi, en az dörtyüz boynuzu olan bir sığırın sırtında durmaktaydı.”

“Bak buna inanırım” dedi Hükümdar. “Bir kitapta buna benzer bir şeyler okumuştum.”

“Bu kıtanın altından (sığırın bacakları arasından) yüzüp saatler sonra kendimizi olağanüstü güzellikte bir memlekette bulduk. Sonradan öğrendim ki burası insan-hayvanların anayurduymuş. Bu, insan-hayvana karşı içimde bir hürmet duygusu uyandırdı ve,  ne yalan söyleyeyim, ona karşı olan aşağılayıcı davranışlarımdan pek utandım. Genelde insan-hayvanlar, büyücülerin en kudretlilerinin  oluşturduğu bir millet niteliği taşıyordu. Beyinlerinin içinde onları, acı veren kıvrılıp bükülmeleriyle hareketlendiren ve bu sayede hayalgücünün en mucizevi denemelerine kaynaklık eden solucanlar yaşıyordu. “

“Çok saçma!” dedi Hükümdar.

“Büyücüler içinde çok özel türde evcil hayvanlar da vardı. Örneğin, kanı kaynayan sudan, kemikleri demirden dev gibi bir at vardı. Günlük yemeği öyle mısır, arpa filan değil kara kara taşlardı. Böyle sıkı bir rejime karşın müthiş güçlüydü. Öyle ki, bu şehirdeki en büyük ibadethanelerden daha ağır yükleri, üstelik pek çok kuştan daha hızlı taşıyabiliyordu.”

“Zırvaladın şimdi!” dedi Hükümdar.

“Bu halkın arasında ayrıca tüysüz ve deveden iri bir tavuk vardı. Et ve kemik yerine demir ve tuğladan oluşuyordu bu hayvan. Kanı atın kanı gibi (-ki onunla uzaktan akrabaydı) kaynar su, yiyeceği yalnız ağaç ve kara taşlardı. Bu tavuk her gün düzenli olarak 100 civciv çıkarıyor ve yavrulamadan sonra civcivlerini haftalarca midesinde barındırıyordu.”

“Tabii tabii!” dedi Hükümdar.

“Bu kudretli sihirbazlar milletinden biri, pirinç, tahta ve deriden bir adam yaratmıştı. Ona öyle bir beceri vermişti ki haşmetli Halifemiz Harun El Reşit hariç tüm insan soyundan gelme satranç oyuncularını yenebiliyordu.  Bir başka büyücü de aynı malzemeden, kendisini bile mahcup edebilen bir yaratık vücuda getirmişti. Düşünce gücü çok yüksek olan bu yaratık bir saniyede, o denli çok hesap yapma gücüne sahipti ki, onun yaptığını 50bin insan bir yılda ancak yapabilirdi.  Fakat daha kudretli bir büyücü kendisi için ne hayvana ne de insana benzeyen, zift gibi siyah bir maddenin kurşunla karışımından oluşan bir beyne sahip, inanılmaz bir hız ve ustalıkla çalışan, parmaklarının yardımıyla hiç zorlanmadan bir saatte Kur’an’ın 20bin kopyasını çıkarabilen bir yaratık yapmıştı. Yaratık büyük bir şaşmazlıkla ile çalışmaktaydı. Hiç bir kopyada zerre kadar küçük bir farklılık dahi bulamazdınız. Bu yaratık öyle güçlüydü ki bir solukta en kuvvetli bir imparatorluğu kurmak ya da devirmek onun için çocuk oyuncağıydı. Ancak onun gücü hem iyilik hem de kötülük için eşit derecede kullanılıyordu. “

“Gülünç!” dedi Hükümdar.

“Bu sihirbazların içinde birisi vardı ki damarlarında salamander  kanı akmaktaydı. Kızgın bir fırının içinde oturup yemeğinin pişmesini beklerken purosunu, hiç bir rahatsızlık çekmeden tüttürebiliyordu.   Bir diğeriyse, sıradan madenleri gözü kapalı altına çeviriyordu.  Bir başkasının dokunuşu öyle inceydi ki bir kabloyu görünmez inceliğe getirebiliyordu.  Bir başkasının öyle hızlı bir algılama yeteneği vardı ki, saniyede 900.000.000 defa titreşen esnek bir cismin tüm hareketlerini bir bir sayabiliyordu.”

“Saçmalık!” dedi Hükümdar.

“Bu sihirbazların bir diğeri, hiç kimsenin görme fırsatını yakalayamadığı bir sıvı yardımıyla ölü arkadaşlarının cesetlerinin kollarını sallamalarını, bacaklarına tekme attırmayı hatta cesetleri kaldırıp istediği gibi dans ettirmeyi başarmıştı.  Bir sihirbaz ise sesini öyle geliştirmişti ki bağırdığında dünyanın öteki ucundan işitebilirdiniz.  Bir başka sihirbazın kolu o denli uzundu ki Şam’da oturup Bağdat’ta, daha doğrusu her hangi bir uzaklıktaki her hangi bir kentte bir mektup yazabilirdi.  Bir diğeri iki şiddetli sesi alıp bunlardan sessizlik yaratıyordu. Bir diğeri iki parlak ışıktan kör karanlık meydana getirebiliyordu.  Bir diğeri kızgın fırın içinde buz yapıyordu.  Başka bir sihirbaz yıldırıma göklerden yere inmesini buyuruyor, yıldırım da onun çağrısına uyup iniyor ve yerde bir oyuncağa dönüşüyordu. Bir diğeri güneşe resim yapmasını emrediyor, güneş de bu emri yerine getiriyordu.  Bir diğeri ayla gezegenlerden aldığı ışıkları titiz bir doğrulukla tartıyor, derinliklerine sondaj yapıyor ve o gökcisimlerinin hangi maddeden yapılmış olduklarını bulabiliyordu. Ama bütün halk öyle şaşırtıcı bir büyücülük yeteneğine sahipti ki değil çocuklar onların en sıradan kedi köpekleri bile var olmayan nesneleri görmekte güçlük çekmiyordu. Hatta, kendi halklarının ortaya çıkışından 20000 yıl önce evrenden silinen nesneleri dahi görme yetenekleri vardı.

“Mantıksız!” dedi Hükümdar.

“Bu eşsiz ve bilge sihirbazların karıları ve kızları’ diye devam etti Şehrazat, kocasının ikide bir terbiyesizce araya girmesine aldırış etmeksizin, ‘bu seçkin büyücülerin karıları ve kızları  her türlü meziyete ve zarafete sahiptiler. Güzel ve ilginç ne varsa onlardaydı. Fakat kötü bir uğursuzluğun pençesindeydiler. Bundan babalarının ya da kocalarının olağanüstü güçleriyle bile kurtulmaları mümkün olamıyordu. Uğursuzluklar çeşitli biçimlerde gelirler. Ama benim sözünü ettiğim uğursuzluk bir yumru biçimindeydi.”

“Bir ne?” dedi Hükümdar.

“Bir yumru” dedi  Şehrazat.  “Kötülük yapmak için fırsat kollayan cinlerden biri, meziyet sahibi hanımların aklına bir fikir yerleştirmişti. Bizlerin fiziksel güzellik dediği şey, onlara göre, tamamen, belin biraz altında yer alan kısımdaki yumrunun büyüklüğü ile alakalıydı. Bu düşünceye çok uzun zaman önce saplanıp kalmışlardı.  Ülkede yastıkların ucuzluğu nedeniyle de bir kadını bir hecin devesinden ayırdetmenin yolu kalmamıştı.”

“Kes artık’” diye bağırdı Hükümdar. “Artık dayanamıyorum; zaten yalanlarınla kafamı bir güzel şişirdin. Gün yavaş yavaş ağarmaya başlıyor. Kaç zamandır evliyiz biz? Vicdanım bulanmakta yine. Hecin devesi de neyin nesiymiş? Beni enayi mi sanıyorsun sen? Tez zamanda hazırlan. Boğdurulacaksın.”

Isitsoörnot’tan öğrendiğim bu sözler Şehrazat’ı hem üzmüş hem de şaşırtmış. Ama kocasının  titizlikle üzerinde durduğu dürüstlüğünü bildiğinden ve sözünden dönmeyeceğinden emin olduğundan yazgısını isteyerek kabullenmiş. Fakat yine de, kendine (boğdurulması sırasında), masalın çoğunun anlatılmadan kaldığı düşüncesi ile ayrıca zalim kocasının huysuzluğunun kendisini pek çok akla hayale gelmez öyküden yoksun bıraktığını düşünerek bir teselli payı çıkarabilmiş.

 

 

*************************************

 

Eser: Edgar A. Poe

Çeviri: Levent Göktem

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar