Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN DÖRDÜNCÜ KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

SEKSEN BEŞİNCİ BÖLÜM

Hicab ve Örtü Takvası Hakkındadır

Örtüden sakınan var ya Örtünmenin kendinden olduğunu bilir

Üzerinde görülen bir gün geldiğinde Dün kaçırdığı şeye ağlar durur

Yok olucu dünyada örtü kaldırılsaydı Kabirde kaldırılmadan önce

Adamların ulaştığı yere ulaşırdı Himmetlerin yükseldiği kutsiyet cennetlerine

Hakk’ın yüzü onların sırrında parlar Bir vakit dolunayında bir vakit güneşinde

Aklıyla bir üstünlük görmez Gördüğünde ya da duyumsadığında

Akıldan korktuğu gibi Duyusu da duyusundan korkar

Bu nedenle takva sahibi sakınır                                                   -

Tıpkı şeytanın temasından sakınan gibi

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin Ki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hayır! Onlar r(Merinden perdelidir.’236 Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın karanlık ve nurdan yetmiş perdesi vardır, onları aç­saydı yüzünün tecellileri gözün gördüğü her şeyi yakardı.’ Bakınız! Bu perdeler ne kadar latif ve gizlidir. Bu aşırı yakınlıkta bile kendisini gör­memizi engelleyen perdeler ortadayken Allah Teâlâ, ‘Biz ona şahdamarındarı daha yakınız237 buyurur. Bu perdelerin dış varlığını da göremeyiz ve on­lar da bizden perdelidir. Allah Teâlâ ‘Biz ona sizden yakınız, fakat siz göremez­siniz2311 buyurur. Evet, Rabbimiz! Ne seni ne perdeyi görebiliriz. Biz perdenin ardındayız. Sen ise, şah damarından, hatta daha da yakınsın. Seni göremeyişimizin nedeni de bu yakınlıktır zaten. Kendisini göre­meyen insan, bize bizden yakın seni nasıl görebilir? Yakınlığın zirvesi perdeyken uzaklığın son noktası da bir perdedir.

İnsanın belini kıran, aklı hayrete düşüren ve bizim de öğrendiğimiz sır, bir uyarı ve ikaz olarak buyurduğun şu ayetin hükmüdür: ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’239 Başka bir ayet ise ‘Her nerede iseniz, O sizinle be­raberdir240 buyurur. Bunun ardından, zâtına ait perdelerle nitelenmiş olman balcımından bizimle kendin arandaki perdeleri kaldırsaydın, gö­zün gördüğü her şeyi zâtının tecellileriyle yakacağını söyledin. Alem nur vasıtasıyla ortaya çıkmıştır ve o senin varlığındır. Nasıl olur da, ha­kikati var etmek olan bir şey, yok edeci olabilir ki? Burada hayret var­dır. Sonra, iki durumda kendini sınırlama hükmü altına soktun. Bunu ise, bizde yarattığın ve düşünme niteliğiyle meseleyi inceleyen akıl gücü inkâr eder. Biz sadece duyu ve alda sahibiz. Sen duyuyla algılanamadığın gibi akılla da algılanamazsın. Böylelikle tanım gerçekleşti: Sen per­denin ardındasın. Dolayısıyla sınırlananmışsın. Bize perdeden daha ya­lan isen, yine sınırlanırsın. Her şeyi ihata eden isen, sınırın olumsuzlanmasına daha yalansın. Hal böyle ise, şenle bizim aramızda ve bizimle senin aranda olduğunu bildirdiğin perdelerle, niçin kendini sınır içine soktun ki?

Akıllar hayrete düştü, Hakk ise akıllılara hitap eder. Hakk kanıdan karşılıklı bir şeldlde ortaya koydu. Delilin birinin kabul ettiğini diğeri ortadan kaldırır. ‘Bunlar, ancak bir fitnedir: Onunla dilediğini şaşırtır ve di­lediğine hidayet edersin. Sen bizim velîmizsin. Bize mağfiret et ve bizi bağış­la.’241 Bundan daha güçlü bir mağfiret olabilir mi? Allah Teâlâ Hz. Musa’nın hayrını versin! O ‘Bu senin fitnendir242 derken bize tercüman olmuştu. Sen kullarını kanıtlarla sınarsın. Ortada ise, sana ulaştıran bir delil yok­tur. Delil kendisini koyan birini gösterir, yoksa koyanın hakikatini gös­termez. Öyleyse sebir (ayrıştırma) taksim ve kadim kelamının verisin­den sonra, gördüğümüz yegâne şey, senin perdelerin ta kendisi olmandır. Bu nedenle perdeler perde olmuş, onları görememişiz. Bununla be­raber onlar ‘nur ve karanlıktır.’ O, bizi kendisiyle zâhir ve bâtın diye isimlendirdiğin şeydir. Bize Allah Teâlâ’dan sakınmayı emrettin. Allah Teâlâ perde­nin kendisi olmasaydı, müşrik olurduk. Onun üzerinde ez-Zâhir ismin­den karanlık ve el-Bâtın isminden nuranî bir perde vardır. Bizim birle­yenler olduğumuz ortaya çıktığı gibi senin de perdenin kendisi olduğun sabittir. Biz senden senin vasıtanla perdelendiğimiz gibi sen de bizden zuhurunda perdelendin. Sen bilinmezsin, çünkü biz seni isminden ara­rız. Aynı şekilde, meleği de isminden ve niteliğinden arıyoruz (tanımak istiyoruz). Hakk o isim veya nitelikle zuhur etmeksizin zâtından kaynak­lanan bir zuhur ile bizimle beraber olsaydı, bizimle konvışur, biz de O’nunla konuşur, O bizi bilir, fakat biz O’nu bilemezdik. İşte bu, Hakk’ın niteliklerinin -sübûtî değilselbî olduğuna dair en güçlü delil­dir. Çünkü nitelikler sübûtî olsaydı, zâtıyla ortaya çıktığında bu nitelik­ler Hakk’ı izhar ederdi. Öyleyse Hakk’ın O olduğunu sadece kendi bil­dirmesiyle bilebiliriz. Başka bir ifadeyle biz, O’nu bilmede O’nu taklit etmekteyiz. Hakk’ın nitelikleri sübûtî olsaydı -zâtının aynı olacakları içinO’nu gördüğümüz niteliğin aynısıyla bilecektik. Halbuki gerçek öyle değil! Bu durum, akılcıların ve teşbihi kabul eden sıfatçılar olan düşünce erbabının inandığından farklı bir hali ortaya koyar.

Bu durum bizi varlıkların ayrıntılarında şuna inanmaya götürdü: Varlıkların tafsili, Hakk’ın mümkün mazharlarda onların istidat halin­deki durumlarına göre zuhuruyla (ortaya çıkmıştır). Böylelikle zuhur eden üzerindeki nitelilder başkalaşmıştır. Çünkü Hakk’ın kendilerinde ortaya çıktığı a’yân(-ı sâbite), farklı farklıdır. Böylelikle varlıklar birbi­rinden ayrışmış, a’yânın çoğalmasıyla çoğalmış ve kendiliklerinde birbi­rinden ayrışmıştır. Öyleyse varlıkta Allah Teâlâ ve (sâbit) a’yânın hükümle­rinden başkası yoktur. Şeylik yolduğunda ise, mümkünlerin a’yânı var­lık ile nitelenmeye hazır halde bulunur. Mümkün a’yân(-ı sâbite), (dış) varlıkta değildir, çünkü zuhur eden onların hükümleridir. Onların dışta varlığı yoktur, dolayısıyla onlar da yoktur. Aynı şekilde, O vardır ve O yoktur. Çünkü O, zuhur edendir. Varlıklar arasındaki ayrım, (sabit) a’yânın hüküm farklılığı nedeniyle akledilir ve duyusal bir ayrımdır. Dolayısıyla O değildir.

Ey ben olmayan ben

O olmayan O!

Burada ince bir oyun ve gizli bir işaret vardır ki kesin kanıt onu reddeder ve olumsuzlar. Gözler ise, var eder ve ortaya koyar. Bundan sonra istediğini söyle: Sana gerçeğin ne olduğunu açıkladık. Öyleyse hiçbir inanç sahibi inancında yanılmadığı gibi hiçbir eleştirmen de eleş­tirisinde yanılmamıştır.

Allah Teâlâ vardır ve âlem sonradan olmuştur.

Âlem vardır, Allah Teâlâ zahirdir

Bilgi Allah Teâlâ’yı bilmemektir                                                          .

Sarıl bu sözüme, çünkü ben yakında yolcuyum

Bilgimden başka da bir malım yok

Evladımdan başka da varisim; işte mal bu

SEKSEN ALTINCI BÖLÜM

Dünyevi Sınırlarda Takva Hakkında

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyanlar Fertlerdir

Bu dünyada; fertler teklerdir Sınırların suretini incelersen

Berzahlardır; onlar gerçekte tanıklardır Öyleyse resim haddinden sakın

Onun bir kuyusu, kuyuda da ilhad vardır Zâtî payın sınırında dur         -

Ulaşırsın, mutluluğu ve neşesi olanın ulaştığına Yoksulluk ve acizlik dünya ve ahirettedir

Yakınlığın sonu uzaklaşmaktır Bu himmet sahibi kavimlerin yoludur Onlarla ulaştılar, âlem üzerinde efendi oldular

Allah Teâlâ şöyle buyurur: 1Sizden sadece zulmedenlere isabet etmeyecek bir fitneden sakının. Biliniz ki Allah Teâlâ cezalandırması şiddetli olandır.’243 Hakk edeni ve etmeyeni, zalimi ve zalim olmayanı, yapanı ve yapmayanı ku­şatan bir cezadan daha şiddetli ceza olabilir mi? Bunlar bu dünyevi hadlerdir. Çünkü dünya karışım diyarıdır ve (kaynağı da) karışık bir nutfedir. Böylece cezası da -ayrım olmadığı içingeneldir. Ahiret hadle­ri ise, öyle değildir, çünkü orası ayrım yeridir. Dolayısıyla ukubet orada sadece ehline olabilir. Ahiret hayatı karışık bir nutfeden olsaydı -ki İbn Kasi bu görüştedirhiç kuşkusuz ukubet, ehli olana da olmayana da ulaşırdı. Buradan -düşünürsenahiret yaratılışının önceden bir örneği­nin olmadığını öğrenirsin. Gerçi dünya yaratılışı da önceki bir örneğe göre gerçekleşmemiştir. Bu durum, ‘İlk yaratılışı öğrendiniz, düşünmüyor musunuz?244 ayetinde dile getirilir. Kastedilen, ilk yaratılışın bir örneğe göre gerçekleşmediğidir. Bu nedenle tahsis kelimesi (Lev-la) getirilmiş­tir.

Bu genel fitne, kuşatıcı ceza ve iç içe girmiş hadler, dünya hayatın­da ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır245 ayetinin gereğidir. Ayetin zahiri adaleti gerektirmezken bâtını ilahi ihsanı gerektirir. Bu nedenle, ‘Ahirette kimse kimsenin günahını taşımaz.’246 Burada ise genel cezalarda durum böyle değildir. Fakat günah işlememiş olana ukubet ceza değil, bir fitnedir (sınanma). Zalimde ise cezadır, çünkü ukubet ona günahının hemen ardından gelmiştir. O halde, zulmü yapmayan kimse bu cezayı Hakk et­memiştir. Fakat içinde bulunduğu yer onun üzerinde hüküm sahibidir. Aynı şekilde, orada kâfirlerin Hakk ettiğini Hakk etmeyenler de bulunsa bi­le, küfür diyarı da ehli üzerinde hüküm sahibidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Zulmedenlere meyletmeyin, size ateş temas eder.'247 Peygamber, her kavmin kölesinin onlardan olduğuna hükmetmiştir. Onlardan olmak, hü­küm bakımındandır, yoksa gerçekte onlardan değildir. Allah Teâlâ bizi ihsa­nıyla muamele ettiği kimselerden etsin ve bizden hakkının gereği olan şeyi talep etmesin.

Allah Teâlâ seçtiği kulları hakkında ‘O nefsine zulmedendir248 buyurur. Çünkü insan emaneti üstlenmiştir. Bu, Allah Teâlâ’nın kulları arasından seçil­mişlerin zulmüdür, yoksa ilahi sınırları aşanların zulmü değildir. ‘Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan kimse, hiç kuşkusuz, kendine zulmetmiştir.’249 Çünkü nefsin sınırında durması gereken bir haddi vardır. Bu sınır, kulluk sını­rıdır. Allah Teâlâ’nın sınırı ise O’na ait şeydir. Kul Rablik niteliğine girdiğinde -ki Allah Teâlâ’ya aittirAllah Teâlâ’nın sınırlarını aşmış demektir. ‘Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan ise zalimlerin ta kendisidir.’250 Bir şeyin sınırı, ondan olan şeyin dışı­na çıkmasını engellediği gibi ondan olmayanın kendisine girmesini de engeller. Zâtî sınırlar bunlardır, dolayısıyla onlardan sakınan kimse, kurtuluşa ermiştir. ‘Bunlar, Allah Teâlâ’nın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayınız.’25' ‘Allah Teâlâ ayetlerini insanlara böyle açıklar, umulur ki takva sahibi olurlar.’252 Allah Teâlâ sınırlarını aşmadıklarında ve onları kendileri için kalkan edindik­lerinde, bu insanları takva sahibi diye nitelemiştir.

Elimizde Allah Teâlâ’ya ait zâtî sınırlardan bir şey yoktur. Bizde olan, resmi sınırlardır. Bu nedenle, kullar onlara karşı cüret gösterir ve onları aşar, bundan dolayı da cezalandırılırlar. Bu haddin sahibi olan Hakk kendine ait sınıra onları soktuğunda, içeri giren kişi zalim olmayacağı gibi bir cezayı da Hakk etmez. Söz konusu olan (zâtî değil) resmî sınırı olunca, kul ona girmeyi kabul etmiştir. Kul -sahibinin sokması olmak­sızınkendiliğiyle girdiğinde ise, hiç kuşkusuz, kendisini cezaya sunmuş demektir. Böylece sınır sahibi, iki hayırdan birisiııdedir: Dilerse ceza­landırır, dilerse affeder ve över. Bu kişi, kerem, af ve bağışla nitelenen kimseye benzer. Bütün bunlar, Hakk’a ait resmi sınırlardır.

Bu meselede dikkatini çektiğim garip bilgiyi öğrenmelisin, çünkü o, Allah Teâlâ’yı bilmenin özüdür. Allah Teâlâ’nın lafzî sınırlarına gelirsek, Allah Teâlâ ke­limesinin dışında şeriat hiçbirini yasaklamadı. Er-Rahman kelimesi hakkında ise, görüş ayrılığı vardır. Hiç kimse, Bale-beklce Ramehürmüz ve Bilal-ebad gibi, bileşik bir isim olması anlamında er-

Rahmanü’r-rahim diye isimlenmemiştir. Bu ismin korunması, meşruilahi bir emirden kaynaldanmamış, gayba ait bir korunma olmuştur. Allah Teâlâ bu bileşik isimle isimlendirmenin (hikmetinden) insanları gafil bı­rakmıştır. Sınırların korunması hakkında bu kadar açıklama yeterlidir.

SEKSEN YEDİNCİ BÖLÜM

Ateşten Takva

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının:253 Başka bir ayette ‘Yakıtı insan ve taşlar olan ateşten sakının254 denilirken başka bir ayette ‘Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının255 buyrulur.

Ateşten sakınan kimse ,

Kabrinden Rahman’a götürülür

el-Cebbar ve benzeri isimlerden (ayrılarak)

Şükrüne karşı Allah Teâlâ’ya şükretsin

Özellikle cehennemi gördükten sonra O büyük günde herkese

Ateş ve benzeri şeylerden sakınma Ateşten sakınmak O’nun tuzağı

llah’tan başkasından sakınma sen İnsanın yararını zararında gizledi.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin ve sana anlayış versin, bilmelisin ki: Ateş bazı hastalıklar için ilaç olarak kullanılır. Dolayısıyla ateş bir kal­kandır. Ateş hastalığından ancak ateşle yakma şeklinde sakınılır. Allah Teâlâ burada ateşi kendisine tutulan kimse için ateşten daha şiddetli bir hasta­lığa karşı kalkan yaptı. Büyük günahlardan daha büyük hangi hastalık olabilir? Allah Teâlâ ateşi kıyamet günü büyük günahlar için -dünyada ateşle yakarak (tedavi olmak) gibibir ilaç yaptı. Allah Teâlâ onları kıyamet günü ateşe sokmakla ateşten daha büyük bir hastalıktan kurtarır. Bu hastalık, hakkmda korku duyulan kimsenin ateşle yakarak tedavi edilen hastalı­ğın yerini alan Allah Teâlâ’nın öfkesidir. Böylece, ateşle yakılarak tedavi edilen kimse afiyete ulaşacağı gibi büyük günah işleyenler de derileri yanmış bir halde cehennemden sonra cennete geçeceklerdir. Bu yorum, cehen­nemdeki ateşi kalkan anlamında aldığımızda geçerlidir. Nitekim dünya hayatındaki dini cezaları da ahiret azabına karşı kalkan anlamında yo­rumlarız. Bu cezalar ‘kefarettir (örterler)’. Yani, bu cezalar kişiyi ateşin azabından gizler ve örterler.

Buradan Allah Teâlâ ve peygamberleriyle savaşanlar derken kastedilenle­rin kâfirler olduğunu söyledik. Allah Teâlâ’nın dünya hayatında onlara verdiği cezalar, müminlerin hakkında dini cezaların kefaret olması gibi kefaret sayılmaz. Aksine Allah Teâlâ şöyle demiştir: ‘Bu dünya hayatında bir cezadır, ahirette daha büyük azap vardır.’256 Böyle bir şey kâfirler için olabilir. Ahiretteki azabın büyük olması, zâhir ve bâtını içermiş olmasından kaynaklanır. Müminlerden büyük günah işleyenlerin azabı öyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ onları ateşte öldürür ve en sonunda simsiyah kömüre dö­nerler. Onlar, ölümleri nedeniyle azabı hissetmez ve dolayısıyla büyük azaptan payları yoktur. Bize iliştiğinde kendisinde bulunan acı nedeniy­le ateşten sakınırız. Ateşin taşı olanlar ise, onun etkisini artırırlar, çünkü onlar tıpkı korlar gibi ateşte yanar. Sonra, ateş korlar vasıtasıyla -ki ateş onlarda ortaya çıkarbaşka bir etki meydana getirir. Bunda ise bir yarar bulunabilir. Buna örnek olarak yemek kabının altında bulunup da kap­taki yemeği pişiren ateşin yararını verebiliriz. Bu pişme vasıtasıyla insan için bir yarar gerçekleşir.

Esîr küresi ve güneş ışınları, bizim yararımız bulunan meyvelerin türeyişine ve sıcaklıklarıyla madenlerin olgunlaşmasına etki ederler. Bu nedenle söz konusu şeyler, ateş olmakla birlikte, rahmettir. Aynı şekil­de, ahiret yaratılışını, cennet ve cehennemin yerini, cennet meyvelerin­den yiyen cennediklerin kendisini yiyenler için hazzın gerçekleştiği ol­gunluğu bilenler, ateşin ve cennetin nerede olduğunu da bilirler. Cen­net meyvelerinin olgunlaşmasının sebebi, cennet toprağının altındaki ateşin sıcaklığıdır. Böylece ateş, cennet toprağının derininde bir sıcaklık meydana getirir ve cennetteki yiyeceklerin ve ancak ateşin sıcaklığıyla uygun Hakk gelen şeylerin olgunlaşmasını sağlar. Bu ateş cennet için ka­bın altındaki ateş sıcaklığına benzer. Cennet toprağının zemini, ateşin çatısıdır. Bunu et-Tenezzülâtu’l-Mûsıliyye isimli kitabımızda açıklamıştık.

Güneş, ay ve bütün yıldızlar ateştedir. Allah Teâlâ’nın kendilerine tevdi et­tiği hükümlerden ise, (hayatları) onlara bağlı canlıların yararları gerçek­leşir. Böylelikle ateş, bazı şeyleri ahirette yüceltirken bazı şeyleri dünya­da alçaltır. Dünyada durum böyle iken suretler değişse bile ahirette iş manaya intikal eder. Dikkat ediniz! Cennet toprağı misktir. Bu ise içer­diği ateş nedeniyle doğası gereği sıcaktır. Cennet ağaçları bu misk top­rağına dikilmiştir. Dünyadaki bitkilerin hali içerdiği doğal sıcaklık ne­deniyle gübrelenmeyi gerektirir, çünkü o kokuşan bir şeydir. Sıcaklık ise kokuşmaya elverişli cisimlerin kokuşmasını sağlar. Bu kadarlık açık­lama, ateşle sakınma hakkında yeterlidir. Her iki dünyada da ateşten Allah Teâlâ’ya sığınırız!

SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM

Şeriat Hükümlerinin Esaslarının Sırlarının Bilinmesi

Şeriatı Allah Teâlâ ahlâklanalım diye emretti 0 yaratıkların hakkım da kendi hakkını da bilir

Bir kul bir yasa ortaya koyarsa İlah onun hakkını kendi hakkı sayar

İki şeriat da aynı kökten

‘İlah yaratıklarına buyurdu’ denilmedikçe.

Bunu derse (akıl kaynaklı) şeriat bir tuzağa döner Dost kendi yıldızıyla ufkundan doğduğunda

Fikirlerini taklit eden bir kavmi avlamak üzere Böyle biri doğru olduğunu iddia etse bile yalancıdır

Kitabının aslının hükümlerini incelemelisin

Belki de nuru göze parıldar                                                       .

Bilmelisin ki, esaslarında görüş birliğine varılan şeriat hükümleri üç tanedir: Kitap, mütevatir sünnet ve icma. Bilginler, kıyas hakkında gö­rüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı delil olduğunu ve hükümlerin kay­nakları arasında bulunduğunu ileri sürerken bir kısmı bunu reddetmiş­tir. Ben de reddedenler arasındayım. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan sa­kının, size öğretir.’257 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için bir furkan yaratır’2511, ‘Allah Teâlâ’dan sakının ve Peygamber’ine iman edin ki, size rahmetinden iki hisse versin ve size kendisiyle yürüdüğünüz bir nur yaratsın, size mağfiret etsin259 buyrulur. Bu ayet, Allah Teâlâ’nın Hızır kulu için söylediği ‘Ona katımızdan bir rahmet verdik ve nezdimizden bilgi öğrettik260 ayetine benzer. Allah Teâlâ kuluna bilgi vermiş olmasını, rahmetinden saymıştır. Takva, bizim için belirlenmiş bir ameldir. Dolayısıyla takva amelinin hükmünün bu delillerden birine ya da Allah Teâlâ’dan ‘takva’ etmemizi gerek­tiren bir meselede bütün delillere dayanması gerekir.

Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: ‘Bizim bu ilmimiz, Kitap ve Sünnet ile kayıdıdır.’ Bu ikisi, iki fail asildir. İcma ve kıyas ise Kitap ve Sünnet’e delaletleri sayesinde sabit ve geçerlidir. Onlar, hüküm bakımından edilgin iki asildir. Bu dört hakikatten ise, meşru hükümlerin varlığı or­taya çıktığı gibi o hükümlere göre davranmakla mutluluk gerçekleşir. Çünkü varlıklar dört ilahi hakikatten meydana gelmiştir. Bunlar bilgi, hayat irade ve kudrettir. Cisimler de dört doğal hakikatten meydana gelmiştir: Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk. Türeyenler dört rükün­den meydana gelmiştir: Ateş, hava, su ve toprak. İnsan ve hayvan be­deni, dört karışımdan ortaya çıkmıştır: Safra, kara, kan ve balgam. Sı­caklık ve soğukluk etkin, yaşlık ve kuruluk edilgendir.

İndirilen şeriatlara inanmayanlar da riyazet, mücahede ve nefsi do­ğanın etkisinden kurtarmak gibi hususlarda bizimle ortak olunca, onlar da temiz ve arınmış ruhlara ulaşabilir ve bu ulaşmanın hükmü, indiril­miş şeriatlara göre davranan müminlerde ortaya çıktığı gibi onlarda da ortaya çıkar. Bu nedenle, bizimle onların arasında -insanların genelinin nezdindebu noktada bir benzeşme ortaya çıkmıştır. Biz riyazet keşfi­nin ve yüce ruhların yardımının verdiği bilgilerden söz ettik, bu erdemli nefslerde âlemdeki her şey nakşedildi ve böylelikle bilinmeyenlerden konuşmuşlardır. Benzerliği ortadan kaldırmak için Cüneyd şöyle der: ‘Bizim davranışımız ile akılcılar arasında (görünüşte) bir ortaklık ger­çekleşse bile, bizim riyazet, mücahede ve bu bilgileri ve bizde ortaya çı­kan temiz halleri bize kazandıran amellerimizin dayanağı, Kitap ve Sünnet’e göre davranmaktır. Cüneyd’in, ‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ sözünün anlamı budur. Kıyamet günü o insanlar­dan böyle ayrışacağız. Çünkü onlar, ilahiyat bahislerinde bizim sahip olduğumuz zevke sahip değildirler. Onların feyizleri ruhanî iken bizim feyzimiz hem ruhanî hem ilahidir. Çünkü biz ‘şeriat’ denilen ilahi bir yolu takip ettik. Bu yol, bizi şeriatı ortaya koyana ulaştırdı ki, O da Allah Teâlâ’dır. Çünkü O, bu yolu kendisine ulaşan bir yol yaptı, bunu bilmeli­sin!

Allah Teâlâ’nın şeriatı ve insanın hareketlerindeki hükmü, sadece Kuran’dan öğrenilebilir. Biz de o Kuran’ı söyleyen vasıtasıyla var olduk ki, o da Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bir şeye ‘ol’ demiş, o da olmuştur. Kuran, dayandı­ğımız en güçlü delildir. Ya da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den güvenilir bir şekilde aktarılan sözler delildir (hadis). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kullarına emrettiği ko­nularda Allah Teâlâ’dan aktardığı bütün hususlarda doğru söylediğine aklın delil teşkil ettiği kimsedir. Bazen bir rivayet, sahabenin görüş birliğiyle gerçekleşir ki bu ‘icmadır’. Bazen ise güvenilir kişinin güvenilir kişiden rivayetiyle gerçekleşir ki, bu da tek kişinin rivayetidir (haber-i vâhid). Haber bize hangi yolla ulaşırsa ulaşsın, onunla amelle yükümlüyüz. Bu konuda bilginler arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu nedenle, usul bilgin­leri icma hakkında şöyle demiştir: ‘Zorunlu olarak dile getirilmese bile icma bir nassa dayanmalıdır.’

Kıyasa gelirsek, onun delil ve asıl edinilmesinde görüş ayrılığı var­dır. Çünkü kıyasın bir yönü akledilire bakar. Bazı yerlerde onu kullan­mak, kullanmamaktan daha iyidir. Bazı yerlerde ise, bu üstünlük gö­zükmez. Bununla beraber kıyas, hakkında kesin kanaat hükmü verilmiş bir kanıt değildir. Bu durumda o, ‘ahad’ habere benzer. Ahad haber, (kesin) bilgi ifade etmese bile, kullanılması hususunda görüş birliği bu­lunan bir kanıttır. Bilgi ise hükümlerin ispat esaslarından biridir. Öyley­se, kuşku bulunmayan apaçık bir durumda kıyas da öyle olmalıdır. Kendi adıma kabul etmesem bile, ben, içtihadı kendisini kıyası kabule ulaştıran (müçtehidin), kıyasa göre hüküm vermesini caiz sayarım. Ya­nılsa da isabet etse de birdir. Çünkü Şâri, yanılsa bile müçtehidin hük­münü geçerli sayar ve onun ‘sevap’ kazandığını ifade eder. Müçtehit kı­yası ispat ederken Kitap ya da Sünnet ya da icma veya bunlardan her bir asıldan bir delile dayanmasaydı, kıyasla hüküm vermesi helal olmaz­dı. Hatta insafla düşünen için, teorik düşünceye göre ‘açık kıyas’ ile hü­küm vermek, güvenilir tek İçişinin aktardığı rivayetten daha güçlü bir kanıttır. Biz rivayeti, raviye hüsn-ü zan besleyerek kabul ederiz ve Allah Teâlâ’ya karşı, kesin bilgi (sahibiymiş gibi) raviyi de tezkiye etmeyiz. Çün­kü şeriat, herhangi bir kişiyi Allah Teâlâ’ya karşı tezkiye etmemizi yasaklamış­tır; sadece ‘ravinin şöyle veya böyle olduğunu zannediyorum’ deriz.

Açık kıyasta ise akli-doğru düşünce bize ortaklık eder. Kuşkusuz biz, (haberin dayanağını tespit eden nübüvvetten önce de) aidi düşün­ceyle Allah Teâlâ’nın varlığını ispat etmiştik. Bu husus bize Allah Teâlâ’nın şu ayetle­riyle dince emredilmiştir: ‘Göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?’261 Başka bir ayette ise ‘Arkadaşlarında bir delilik var mı, diye düşünmezler mi?’262 denilir. Böyle ifadeler, Kuran’da pek çoktur. Şâri’, ilk olarak Allah Teâlâ’nın varlığını ispatta aidi düşüncenin hükmünü geçerli saydı ki bu en büyük unsurdur. Sonra, ulûhiyetinin birliğinde aldın hükmünü geçerli saydı. Böylelikle bizi akıllarımızla ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını’ araş­tırmakla yükümlü tuttu. Sonra, aldın deliliyle bu İlah’a gereldi nitelikle­ri araştırdık. Sonra yine bize emredilen akli araştırmayla Peygamber’in Allah Teâlâ nezdinden getirdiği haberleri tasdiki inceledik, çünkü o da bizim gibi bir insandır. Böylece akıllarımızla onun mucizelerini ve doğrulu­ğuna kanıt olarak ortaya koyduğu şeyleri inceledik ve kabul ettik. Bü­tün bunlar, asıllardır. Bunlardan herhangi bir unsur yıkılsaydı, şeriat geçersiz olurdu. Bunların dayanağı ise, aidi düşüncedir. Şeriat onu dik­kate almış ve Allah Teâlâ onu kullarına emretmiştir.

Kıyas gerçekte aklı bir değerlendirmedir. Ne düşünülebilir: Acaba Hakk onu dünyevi konularda ve büyük meselelerde mubah yaparken haklarında Kitap, Sünnet ve İcma’da bir şey bulamadığımız dini-feri meselelerde yasaldar mı? Biz, feri meselelerin (her birinin) meşru-ilahi bir hükmünün olduğuna kesin kanaat getiririz. Artık yollar kapanmış­tır. Bu nedenle bir esasa dayanmalıyız ki, o da aidi düşüncedir. Bu aslın ispatının ilkelerini ise Kitap, Sünnet olarak kabul ettik ve bunu araştır­dık. Böylelikle kıyası bu lcadarlılc bir araştırmayla hükümlerin delilleri­nin aşıtlarından saydık. Çünkü onun asıl olan (Kitap, Sünnet ve İcma’da) bir hükmü vardır. Böylece hakkında susulan şeyi makul bir il­lete dayanarak dile getirilen şeye kıyasladık. Söz konusu illet, zaruret hallerinde, her iki meseleyi bir araya getiren ve Şâri’nin maksadı olması uzak görülmeyen şeydir. Bu ise, o özel konuda belirli bir nas bulunma­dığında yapılır. Bu meseledeki görüşümüz budur.

Bana göre, kıyası ilke sayan kimseyi hatalı bulan ya da herhangi bir müçtehidi ferî veya aslî bir konuda yanlışlayan kimse, müçtehidin hük­münü geçerli sayan Şâri’ye saygısızlık yapmıştır. Şâri, bâtılı ispat etmez ve dolayısıyla müçtehidin hükmü geçerli olmalıdır. O hüküm ile hata­nın ilişkisi, müçtehidin -kendisine göre delil olmayanbaşka bir müçte­hidin deliline göre yanılmış olması demektir. Hata yapan ise aynı kişi­dir. Öyleyse müçtehidin sözünü benimsemek gerekir ve onun sözlerin­den birisi de kıyası kabul etmektir. Gerçekte hata olsa bile, Şâri onu be­nimsemeyi ve kendisiyle ibadeti yerine getirmeyi emretmiştir. Çünkü Hakk, dilediği şekilde kullarının ibadet etmesini emredebilir.

Bu görüş, bildiğimiz kadarıyla, bize özgü bir yöntemdir. Biz ken­dimiz için kıyası kabul etmesek bile -Şâri onu ispat ettiği içinbu içti­hada varan adına caiz görürüz. Kıyasa karşı çıkan kimse insaflıysa, bu meseleyi tartışmaktan uzak durur, çünkü bu tartışılamayacak kadar açıktır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

Bu bölümde -diğer ibadederde yaptığımız gibiİslam bilginlerinin nezdinde hükümlerin esaslarıyla ilgili meseleleri açıklayacağız. Uygun olan, bu bölümü -açıklamaya başlamazdan önceibadetlerin ille bölü­müne yerleştirmekti. Fakat böyle oldu, çünkü bu sıralama, kendi iste­ğimizle olmadı. Kitap teorik düşüncenin ürünü olsaydı, bu bölümün yeri -hikmetin tertibine göreburası olmazdı. Böylece kitap ‘Namazları, özellikle de ikindi namazını koruyunuz263 ayetinin boşama ve evlenme ile onu önceleyen ve ardından gelen ölüm iddeti arasmda gelmesine ben­zedi. İşin görünen yönü, ayetin yerinin orası olmadığını gösterir. Allah Teâlâ ise eşyada gereken şeyi bildiği için ayetin yerini orası yaptı. Çünkü elHakîm, gerekeni gereken için ve gerektiği şekilde bilendir. Burada ne­yin gerektiğini bilmesek bile, Allah Teâlâ bizim elimizle bu sıralamayı belir­lemiş, biz de onu bıraktık ve kendi görüşümüzle veya aklımızla ona müdahale etmedik. Allah Teâlâ âlemin varlıkta yazmış olduğu her şeyi ilham vasıtasıyla kalplere yazdırır. Çünkü âlem, yazılmış ilahi bir kitaptır.

İki ayet ya da sahih haber çelişip bunları uzlaştırmak veya beraber kullanmak mümkün olursa, onları kullanmaktan geri durulmaz. Bu iki ayetin birlikte kullanımı mümkün olmayabilir, çünkü birisinde istisna bulunurken diğerinde bulunmayabilir. Bu durumda istisna bulunan ayet kullanılır. Birisinde bir fazlalık varsa, fazlalık alınır ve ona göre davranılır. Bunlardan herhangi birisi bulunmaz da iki ayet bütün yön­lerden çelişirse, tarihe bakılır ve geç olan alınır. Tarih bilinmez veya bunu öğrenmek zorlaşırsa, dinde güçlüğün kaldırılması (anlamına) da­ha yakın olana balcılır ve ona göre davranılır. ‘Allah Teâlâ size dinde bir güçlük yaratmamıştır264 ayeti bunu destekler. Allah Teâlâ’nın dini kolaydır. ‘Allah Teâlâ size kolaylık diler, güçlük dilemez.’265 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Size neyi emreder­sem, gücünüz ölçüşünce yapın, neyi yasaklarsam onu bırakın’ der. İki ayet güçlüğü kaldırmada eşit ise ve (hükümleri) düşmemiş ise, kişi ser­best bırakılır ve istediği ayet veya rivayete göre amel edilir.

Bir ayet ile ahad-sahih (tek kişinin aktardığı) bir haber çelişebilir ve tarih bilinmeyebilir. Bu durumda ayet alınır, haber bırakılır. Çünkü ayet kesin iken tek kişinin rivayeti zanna dayanır. Haber, ayet gibi mütevatir ise ve tarih bilinmiyor ve uzlaştırmak da mümkün değil ise kişi serbest bırakılır. Birisinde güçlüğü kaldırmak söz konusuysa, onu benimsemek öncelcnir.

Çelişen her iki rivayet veya bir ayet ile mütevatir olan veya olma­yan, güvenilir bir hadis çeliştiğinde ve onlardan birinde hüküm ilavesi varsa, ilave kabul edilir, ona göre davranılır. İlave bulunan hadis onunla çelişene tercih edilir.

Hadisten sahih olan alınır. Mukallit bir yükümlüye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e dayanan (müsnet) ve imamlardan birinin ya da sahabenin sözüyle çelişen zayıf bir hadis ulaşabilir. Mukallit ise (imam veya sahabenin) sö­zünün kanıtı bilemez. Bu durumda zayıf hadisi alır ve görüşü bırakır. İşin asgarisi, gerçekte sahih olmasa bile, hadisin o söz derecesinde ol­masıdır ve mukal 1 it-yükümlü hadisten yüz çevirmez. Hadis sahih ise ve sahabe veya imamın sözii onunla çelişirse, hadisten yüz çevirmek mümkün değildir. Yükümlü, imamın veya haberle çelişen sahabenin sözünü bırakır. Mürsel veya mevkuf hadise (bu durıimda) güvenilmez. Ancak tabiinden olan ravi, hadisi sahabeden aktarırsa -sahabeyi belirt­mese bilegüvenilebilir. Bu durumda mürsel hadis kabul edilir, çünkü müsnet hadis hükmündedir. Mürsel hadis, tabiinden olan ravinin ken­disinden aktardığı sahabeyi zikretmeden ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki’ diye aktardığı hadistir. Bilinir ki o kişi, sahabeye ulaşmış ve onlarla arkadaş­lık etmiştir. Ayrıca bu ravi dindarlığında güvenilirdir ve Peygamber’e (kendi) çıkarları için yalan isnat etmeyeceği bilinir. Böyle yaptığı bilin­se, senetli bile olsa hadisi kabul edilmez. Bir ayetin veya sahih rivayetin sahabe veya imam sözüyle (çelişiyor diye) bırakılması caiz değildir. Bu­nu yapan kişi, ‘apaçık bir sapıklık içindedir’ ve Allah Teâlâ’nın dininden çıkmış­tır.

Haklarında kınama veya güvenilirlikle ilgili konuşulmamış bilin­meyen bir topluluktan gelen rivayet kabul edilmelidir. Onlardan birisi doğruluğunu zedeleyecek şekilde kınanmış ise, hadisi bırakılır. Kınama rivayetine dönük değilse hadisi almak gerekir. Ancak şarap içen birinin sarhoşken aktardığı hadis alınmaz. Ayıklık halinde hadis söylediği bili­nirse -ki bu nitelikteki birinden söz ediyoruzhadisi alınır. İslam adalet demektir ve kınama geçicidir. Kınama belirttiğimiz şekilde gerçekleşin­ce, kınamanın sahibinin hadisi bırakılır. Çelişmedikleri sürece, güvenilir bir ravinin haberiyle mütevatir hadisi benimsemek arasında fark yoktur. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den başka tek kişinin sözüyle bizi yükümlü tut­madı. Bununla beraber biz, onları (sahabe ve müçtehit imamlar) yü­celtmek ve sevmekle yükümlüyüz.

Neshe gelirsek, bilginlerin benimsediği anlamıyla neshi kabul et­miyorum. Bize göre nesh, Allah Teâlâ’nın bilgisinde bir hükmün süresinin so­na ermesidir. Sona erdiğinde ise Kuran ya da Sünnet’ten başka bir hü­küm gelebilir. Böyle bir şey ‘nesih’ diye isimlendirildiğinde onu kabul ederiz. İş öyle olduğunda, Kuran’ın Kuran ile ve Sünnet ile neshi caiz­dir. Sünnet açıklayıcıdır ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Kendilerine indirilen hu­susları açıklamak’ ve ‘Allah Teâlâ’nın gösterdiği şeyle -yoksa nefsinin gösterdiği şeye göre değilhüküm vermek’ emredildi. Çünkü Peygamber sadece kendisine vahyedilene uyar. Bu vahiy, Kuran veya başka bir şey olsa da böyledir. Sünnetin de Kuran ve Sünnet ile neshi mümkündür. Bir ayet ya da hadisten bir hüküm geldiğinde, hadisle çelişen bir şey var mı yok mu diye tereddüt edip amel etmemek caiz değildir. Yükümlü kendisine ulaşan şeye göre davranır: Bundan sonra nesh edici, özelleştirici ya da öncekini genelleştirici bir rivayet veya ayet öğrendiğinde, kendi şardarıyla ona ulaşan rivayete göre davranır. Bu ise, tarihi araştırmaktır.

Çünkü özel hüküm, genel hükümden önce olabileceği gibi bunun tersi de olabilir. İlke ise, hükmün sonradan gelene ait olmasıdır.

Ayet ya da hadis herhangi bir lafızla gelirse, ilkesel olarak anlamın Arapçada olduğu şekliyle alınması gerekir. Şâri lafzı Arapçada anlaşı­landan başka bir anlamda kullanmış ise -ki örnek olarak namaz, abdest, hac ve zekât isimlerini verebilirizesas olan Şâri’nin yorumladığı ve or­taya koyduğu anlamdır. Bir daha o lafızda bir rivayet geldiğinde, lafız Şâri’nin yorumladığı anlamda yorumlanır, dilde bulunduğu anlamda yorumlanmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den bu konuda Şâri’nin o kelimeyle dil­de olduğu anlamı kastettiği şeklinde bir rivayet gelirse, ona göre yo­rumlanır ve bu belirli sözde dildeki anlama dönülür.

Emirlere kendisini farzdan mendupluk ya da mubahhğa veya ya­saklamayı haramlıktan mekruhluğa çıkartan bir hal karinesi bitişmediği sürece, şeriatın bütün emirleri vacip anlamında yorumlandığı gibi ya­saldan da haram, anlamında yorumlanır. Emir mendup ya da mubahlık karinesinden soyutlanırsa vacip ortaya çıktığı gibi aynı şey yasaklama için de geçerlidir. Allah Teâlâ’nın ya da Peygamber’in emri, emredileni yapma­nın vacipliğiyle ilgili değil de özel anlamda bir yasağı kaldırmakla ilgili olabilir.

İcma sahabenin -başkalarının değilRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra gö­rüş birliğine varmasıdır. Onların asrının dışında, hükme kaynaklık ede­cek icma’ yoktur. İcma şunun bilinmesiyle gerçekleşebilir: Bir mesele sahabeden her birine ulaşır ve ulaşan kişi o konuda diğerinin verdiği hükmün aynını verir. Böylece o hüküm ulaşıp da aynı hükmü vermeyen hiçbir sahabe kalmaz. Bir sahabeden bile aynı konuda farklı bir görüş ya da sustuğu aktarılırsa, icma gerçekleşmiş olmaz. Bir konuda görüş ayrılığı gerçekleştiğinde ise, hüküm Kitab’a ve Hadis’e bırakılır. Çünkü ‘o, en iyi ve hayırlı yorumdur.’266

Allah Teâlâ’ya re’y ile ibadet edilemez. Kastedilen, kitap, sünnet ya da icma’dan olmayan kanıt ve delilsiz görüştür. Kıyası kabul etmesek bile, onu kabul edeni hatalı bulmuyoruz. Fakat bu durum, kıyastaki (iki ko­nuyu) birleştirici illetin makul, açık ve Şâri’nin kastı olduğuyla ilgili güçlü zan bulunması koşuluna bağlıdır. Biz, hükme ilave olduğunu bil­diğimiz ve Şâri’nin bu ümmetin yükünü hafifletmek istediğini anladı­ğımız için kıyası benimsemekten imtina ettik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Size verdiklerimle beni bırakın.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hüküm iner ve yerine getiremezler korkusuyla, soru sorulmasını sevmezdi. Bu gibi durumlara örnek olarak, teravih namazı ve her sene hac yapmayla ilgili soruları verebiliriz. Biz de bunu gördüğümüzde, dinî hususlarda kıyas­tan uzak durduk. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıyas yapmayı emretmediği gibi Hakk da onu emretmemiş, böylece onu terk etmemiz gerekmiştir. Çünkü kı­yas Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sevmediği şeylerdendi. Asıldaki hüküm, yükümsüzlüktür. Allah Teâlâ yeryüzünde bulunan her şeyi bizim için yarattı. Öyley­se bize yasak koyan kişinin Kitap veya Sünnet veya İcma’dan delil bul­ması gerekir. Kıyasa gelirsek, ben onu benimsemiyor ve genel olarak ona uymuyorum.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in fiillerine gelirsek, bunları (yapmak) farz değil­dir. Çünkü öyle bir durumda büyüle güçlük ortaya çıkardı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ibadet olarak yerine getirmemizi emrettiği işler bunun dışın­dadır ve onlar farzdır. Örnek olarak ‘Benim kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız’ ve ‘İbadederinizi benden öğrenin’ hadislerini verebiliriz. Başka bir örnek ise haccın fiilleridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bazı fiiller hakkın­da konuşmamış olsaydı, onlar bize farz olmayacaktı. Çünkü Peygamber de bir insandır: İnsanların hareket ettiği gibi hareket eder, insanların razı olduğu gibi razı olur ve kızdıkları gibi kızar. Dolayısıyla emretme­diği sürece, Peygamber’in bütün fiillerine uymamız zorunlu değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimsenin görmeyeceği şekilde iş yapmayacağı gibi teb­liğ etmesi emredilen hususlarda birinin duyup da duymaya ulaştıran' a­yacağı şekilde yalnız başma konuşması da söz konusu değildir.

Bizden öncekilerin şeriadarına gelirsek, bizim şeriatımızın onayla­dıklarının dışında onlara uymamız zorunlu değildir. Bununla beraber onlar da kendileriyle yükümlü olanlar için gerçek birer şeriattır. Onlar hakkında geçersiz (bâtıl) hükmü vermeyiz. Bilakis ‘Allah Teâlâ’ya, Peygam­ber’e, ona ve ondan öncekilere indirilene inanırız.’ Bunlar, Kitap ve in­dirilmiş şeriattır. Bize göre Allah Teâlâ’nın dininde taklit caiz değildir: Ne ölü­nün ne de dirinin taklit edilmesi caizdir. Soru soran kişi bir bilene sor­duğunda şöyle demelidir: Allah Teâlâ’nın ya da Peygamber’inin bu meseledeki hükmünü öğrenmek istiyorum.’ Sorulan kişi, ‘bu meselede Allah Teâlâ’nın ve­ya Peygamber’in hükmü şudur’ dediğinde, onu kabul etmesi gerekir. Çünkü burada soru sorulan, Allah Teâlâ’nın ve kendisine uymamız emredilen Peygamber’inin hükmünün bir aktarıcısıdır. Sorulan kişi ‘Bu benim gö­rüşüm’ ya da ‘Benim vardığım hükümdür’ veya ‘Bu konuda söylenmiş bir hüküm bilmiyorum, fakat kıyas, bu konudaki hükmün hakkında konuşulmuş falan meseledeki hüküm gibi olmasını gerektiriyor’ derse, soru soran kişinin onun görüşünü benimsemesi caiz değildir. Bilakis soru soran kişi, ‘zikir ehlini’ aramalı ve belirttiğimiz şekilde onlara sor­malıdır.

, Müslüman, sadece zikir ehline sormalıdır. Onlar, Kur’an ve hadis ehlidir. ‘Biz zikri indirdik.’267 Soru soran, sorulan kişinin kendi düşünce­sinden ve kıyastan hareket ettiğini bilirse, onu bırakır ve hadis söyleye­ne sorar. Sorulan kişi rey, kıyas ve hadisten hareket eden biriyse, ona sorulabilir. Sorulan kişi fetva verirken şöyle demelidir: ‘Bu hüküm, gö­rüşe veya kıyasa veya hadise dayanır.’ ‘Bu hüküm görüş veya kıyas kay­naklıdır’ derse, onu bırakmak gerekir. ‘Rivayete dayanıyor’ derse, fetva isteyen kişi onu kabul etmelidir. Kuran ve Sünnette belirlenen yerlerin dışında, hatanın veya unutmanın bir hükmü yoktur ve naslarda zikredi­len o yerlere göre amel edilir. Bu yerlere örnek olarak, unutanın nama­zını ya da hatayla öldürmeyi verebiliriz. Hakkında susulan her meselede ilke, mubahlık hükmü vermektir. Şeriatın hitabı, dış varlıklara değil, isimlere ve hallere yönelmiştir. Farz hükmü, hali -yapmak ya da yap­mamak hususundaemir ya da yasağı kabul edebilecek ldşiye yöneliktir. Birisini yapmaktan aciz kişiyi, Allah Teâlâ farz ile yükümlü tutmaz ve bunun­la muhatap değildir. Allah Teâlâ herkesi yapabildiğiyle yükümlü tutar. ‘Allah Teâlâ güçlükten sonra kolaylık yaratır.’26S Bir valdde sınırlı olan -vakit dar veya geniş olabilirher amelin, ne öncesinde ne sonrasında, o vakitte yapıl­ması gerekir. Çünkü vakit, Allah Teâlâ’nın o konuda belirlediği ve aşılmayacak sınırdır.

Usul ve ferî konularda içtihadın hükmü birdir. Ferî konulardaki doğru, şeriatın onayladığı yerdedir. Şeriat müçtehiderin hükmünü onaylamıştır ve şeriat sadece doğruyu onaylayabilir. Öyleyse bütün içti­hatlar doğrudur. Bir sevabı olan müçtehide hatanın nispet edilmesine gelirsek, bu durum müçtehidin Allah Teâlâ’nın ya da Peygamber’in o mesele­deki hükmünü bilmeyişinden kaynaklanır. Bu müçtehit, içtihadının so­nucuna göre Allah Teâlâ’ya ibadet etmiştir. Ona göre içtihadı Allah Teâlâ katında doğru olmasaydı, onunla ibadet etmezdi. Allah Teâlâ bâtılı onaylamaz. Daha sonra, aynı meselede kendi kanıtıyla çelişen Allah Teâlâ’nın ya da Peygam­berinin hükmü kendisine ulaşıp müçtehit o hükmün kendi delilinin hükmünden sonra geldiğini öğrendiğinde, ilk hükümden dönmek zo­runludur ve o hükme göre davranmak helal değildir. Malik b. Enes’in bilgisi, dindarlığı ve kuşkulu şeylerden uzak durması nedeniyle, Allah Teâlâ’nın dinindeki bir mesele sorulduğunda şöyle derdi: ‘Nazil olan mı?’ ‘Evet3 denilince fetva verirdi. ‘Nazil olmayan’ denildiğinde ise, fetva vermezdi. Bunun nedeni, belirttiğimiz husustur. Çünkü bir meselede doğru kana­ate ulaşan belirsiz olduğu gibi yanılan da belirsizdir. Bu nedenle bilgin­ler ‘Müçtehit isabet etmiştir’ demiştir. Müçtehit ya o konuda ilahi hükmü tam olarak tespit ederek isabet etmiştir ya da Allah Teâlâ’nın onun (iç­tihadını geçerli sayması nedeniyle) adına onayladığı hükmü tutturmuş­tur. Bu durum, bir meseledeki hükmü öğrenip onu yanlışlamadığı süre­ce geçerlidir.

Bu kitapta şeriatın hükümlerinin kaynaklarının bilinmesi hakkındaki bu kadarlık açıklama yeterlidir. Burası, geniş açıklamaya imkân ver­mez.

VASIL-FASIL

Şeriat Hükümlerinin Asıllarının Sırları

Görüş birliğine varılan veya görüş ayrılığı bulunan şeriat hükümle­rinin kaynaklarının sırlarına gelirsek, Kitabm sırrı, vasıtaların terkiyle Allah Teâlâ’dan kul adma gerçekleşen şeydir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların kalplerine imanı yazdı.’269 Kalpler, (hükmün kendisinden öğrenileceği) Allah Teâlâ’nın kitabıdır. Bu durum Şâri’ııin ‘Seni kuşkuya düşüreni kıışkuya düşürmeyene bırak’ ve ‘Müftüler fetva verse bile, fetvayı kalbine sor’ hadislerinde belirtilir. Yazı, şanına layık tarzda Hakk’a nispet edilen gü­zel isimlerden kaynaklanan ilahi anlamların sayesinde o isimlerle ahlâklanmamızı sağlayan veya -ahlâklarıma şeklinde değil debizim için ahlâk olan anlamlara eklenmesidir. Bu ise, isimlerin bize layık tarzda bi­ze nispet edilmesidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, er-Ralıman ve er-Rauftur. Peygamber’ini överken ‘Müminlere karşı rahim ve rauftur270 der. Allah Teâlâ kendisini ‘Aziz ve kerim’ diye isimlendirmiş, bazı kullarını da ‘Tat! Sen aziz ve kerimsin271 demiştir. Bu ise, bir kınamadır. Yaratıkların isimleri ve onların gösterdiği şeyler, nispetleri farklı olsa bile, eserleriyle birlikte kendileriyle isimlenende bilinir, isimlerin Allah Teâlâ’ya nispetleri kula nispet­lerine benzemez. ‘Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur.’272 Kerim’in (Cömert) özelliği, vermektir. Bu yönüyle nimetlendirme şeklinde ihsan, hem Allah Teâlâ’dan hem kuldan meydana gelir. Bu anlam bir açıdan diğerine ekle­nirken bir açıdan ondan ayrılır. Çünkü birinci isimlendirilen ve nitele­nen kişi, diğer nitelenen ve isimlendirilene benzemez. Ortaklığın ger­çekleştiği yönden -ki sonuç ve eserdiryazı meydana gelir, çünkü yazı, eldeme demektir. Harflerin birbiriyle eklenmesi nedeniyle yazı, ‘yazı’ diye isimlendirilmiştir. (Aynı kökten gelen) Ketîbe, atın süvarisine ek­lenmesidir. Ayrı ayrı gelselerdi, ‘ketîbe’ diye isimlendirilmezdi.

Allah Teâlâ mümindir ve kulunun kalbine iman yazmıştır. Böylece bu ki­tap (kalp), Allah Teâlâ için ‘Mümin’ diye isimlendirilmesine yol açan bir hü­küm meydana getirmiştir. İsim ise isimlendirilenden başkası değildir. Öyleyse Allah Teâlâ, mümkünde zuhur eden iken mümkün O’nun bir mazharıdır. Zuhur eden her şey, ancak bir mazharda zuhur edebilir. Zuhur eden mazhara eklenmiş mazhar da zuhur edene eklenmiştir ve bu ne­denle kendisinde zuhur edenin mazharı olması gerçekleşmiştir. İşte hükmün sabit olmasında Kitab’ı delil alabilmenin sırrı budur.

Hükmü ispatta Sünnet’in durumuna gelirsek^ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ar­zusundan konuşmaz ve onun hükmü Allah Teâlâ’nın hükmüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’dan aktaran ve Allah Teâlâ’nın göstermesini istediği şeyi bildirendir. ‘Allah Teâlâ doğru yol üzeredir.’

Sünnet yol demektir. Yol ise bizatihi maksat değildir. Onda hedef­lenen gayedir. Sünnet, ‘Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerdeki yoludur. Dikkat ediniz! İşler Allah Teâlâ’ya döner.’273 Çünkü Sünnet Allah Teâlâ’nın yolu üzerindedir ve yolun sonudur. Öyleyse bu yol üzerinde yürüyenin Allah Teâlâ’ya ulaşması gerekir. O halde yol bir araçtır ve mazharın kendiliğindeki durumunun istida­dıyla kendisiyle isimlendirildiği şekilde zuhur eden hakkında hüküm ve­rir. Öyleyse bu ismi bu hükmü O’na veren mazhardır ve bu geçerli bir hükümdür. ‘İşte bu doğru yoldur.’274 Bize yardım edeceği bir işte Hakk’tan yardım istediğimizde, Allah Teâlâ’dan olan isteğimizin sonucu icabettir. Böy­lece Allah Teâlâ ‘icabet eden’ diye isimlendirilir. İsteğimiz olmasaydı, bu hü­küm sabit olmaz ve bu isim Hakk’a verilmezdi. Biz bu konuda (O’nun için) bir yoluz (sünnet). Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana dua edenin duasını kabul ederim:271 Allah Teâlâ, kul kendisine dua edene kadar, ona icabet etmemiştir. İşte bu, sünnetten delil getirmenin sırrıdır.

İcma’ya gelirsek, icma, Rabbin ve merbubun birleştiği hükümdür: Bu hüküm, Allah Teâlâ’nın Yaratan, kulun yaratılan olmasıdır. Bütün görelilik­lerde durum böyledir. Her nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, görelilik meselelerinde Allah Teâlâ ile kulları arasında bir farklılık yoktur. Aynı şey, bi­linenler olmaları bakımından bilinenlerde geçerlidir.

Benimseyenlere göre kıyas, Rabbin kulun, kulun da -fakat Rabbin emriyleRabbin niteliğiyle zuhur etmesidir. Bu zuhur ve gözükme, Rabbin emrinden olmasaydı kıyas delil olamazdı. Ya da bu gözükme övülen bir huydan meydana gelebilir ki, bu durumda da kıyas delil alı­nır. Rabbin merbubun (Rabbin kulu) niteliğiyle ortaya çıkmasında ise, vacip emir şart koşulmaz. Fakat bazen bu, emir kipindeki -fakat anlamı emir değildirdua ve talepten kaynaklanabilir. Rab, işitilen ve emrine bağlanılan olduğu kadar kul da öyle olsa bile aralarında bir fark vardır. İşte bu delil getirmede kıyasın sırrının hükmüdür. Bu ise, ikisini bir araya getiren makul bir hüküm nedeniyle, görünenin görünmeyene kı­yasıdır. Bu hüküm her birine şanına layık tarzda nispet edilir. Burada ‘şanına’ dedik, çünkü el-Celil (söz gelişi) zıt isimlerden biridir; hem yü­ceye hem de değersize bu hüküm verilebilir. Şeriatın asıllarının sırlarıyla ilgili bölüm bitti.

Doksan dördüncü kısım sona erdi, onu ‘Nafileler’ hakkındaki sek­sen dokuzuncu bölüm ile doksan beşinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar