Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN DÖRDÜNCÜ KISMI




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

KIRK ÜÇÜNCÜ SORU

Fıtrat Nedir? Cevap:

Fıtrat, mümkünlerin karanlıklarının parçalanıp suretler arasında ayrımm gerçekleşmesini sağlayan ışık ve nurdur. Bu durumda daha önce iki şeydeki ortaklık yönünden hareketle ‘bu şunun aynıdır’ deni­lirken artık ‘şu bu değildir’ denilir. ‘Gökleri ve yeri parçalayan (fatır, fıt­ratın sahibi) Allah Teâlâ’ya hamd olsun5408 ayeti, ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nuru­dur409 ayetiyle aynı kapsama girer. Tüm âlem gök ve yerdir, başka bir şey değildir ve nur ile zuhur etmişlerdir. Başka bir ayete ise ‘Onu Hakk ile indirdik, Hakk ile indi5410 denilir. Gökler ve yeri Allah Teâlâ izhar ettiği gibi dolayısıyla onların nurudur. Öyleyse mazharların zuhuru, Allah Teâlâ’nın kendisidir. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarandır (yaratan)’. Böy­lelikle göğü ve yeri nuruyla izhar etmiştir (yarmıştır). Öyleyse Allah Teâlâ göklerin ve yerin fıtratıdır. Fıtrat, insanların üzerinde yaratıldığı şeydir. ‘Her doğan fıtrat üzerinde doğar.’ ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da ‘evet’ dediler.’ Öyleyse Allah Teâlâ onları ancak ‘kendi üzerinde’ ya­rattığı gibi ancak kendisiyle yarattı. Bu sayede, eşya birbirinden ayrıştı, farklılaştı ve belirginleşti. Eşya, Hakkın zuhuru karşısında, ‘bir şey de­ğildi.’ Varlık, O’nun varlığıdır, kullar O’nun kullarıdır. Onlar hakikat­leri (a’yân) bakımından kullar, varlıkları bakımından Haktır. Onların a’yânı, varlıklarından fıtrat sayesinde ayrıştı. Söz konusu fıtrat, ayn ile varlığını ayırt eden şeydir. O, Allah Teâlâ’yı bilenlerin bilgisinin ilgili olduğu hususların en kapalısıdır. Bunun öğrenilme zamanı kısadır.

KIRK DÖRDÜNCÜ SORU

Onu Niçin ‘Beşer’ Diye İsimlendirdi? Cevap:

Allah Teâlâ (İblis’e yönelik) şöyle buyurur: ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni ne aklı koydu?411 Tki el’ insanı şereflendirmek için zikredildi. Hal karinesi, celaline layık tarzda Hakkın iki elinin insanın yaratılışına doğrudan temasını (mübaşeret) gerektirir ve bu nedenle onu ‘beşer’ diye isimlendirdi. Çünkü kudret anlamındaki el, teşrif edi­len kimseye karşı bir şeref taşımaz. Nimet anlamındaki el de böyledir, çünkü nimet ve kudret (anlamıyla el), bütün varlıkları kuşatmıştır. Öy­leyse ‘iki elim ile’ -nimet ve kudretten farklı olaraközel niteliğe sahip akledilir bir durum olmalıdır. Kur’an’ın dilleriyle indiği Arapların kul­lanımından anlaşılan budur. Araplar ‘bunu eliyle yaptı’ dediklerinde, vasıtaların ortadan kalkması anlaşılır.

İnsan cisimleri içinde Âdem’in yeri, İlk Akıl’ın akıllar içindeki ye­riyle birdir. Cisimler bileşik oldukları için, bileşikliğin varlığı nedeniyle iki eli talep etmiştir. Aynı şey, bileşik olmadığı için İlk Akıl’da zikre­dilmedi. Âdem ve İlle Akıl vasıtaların ortadan kalkışında biraraya gel­miş, -iki el zikredilse bileyaratılışta vasıtaların kalkmasından sonra ise Âdem’in ‘beşer’ diye isimlendirilmesini sağlayan durumdan başka bir şey olmamıştır. Bu hakikat onun oğullarına da nüfuz etmiştir. Dolayı­sıyla onun oğullarından her biri ‘doğrudan temas’ ile meydana gelmiş­tir. Bakınız! Hz. İsa’nın varlığı, Ruh, Meryem’e ‘yakışıklı bir insan su­retinde göründüğünde’ meydana geldi. Böylece onu, kendisiyle İsa’nın var edilişi arasında bir vasıta yaptı. Bu ise ‘yakışıklı adam’ sözüyle doğ­rudan temasa bir uyarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mescitlerde itikaftayken onlara yaklaşmayınız (mübaşeret).’412 Bir şeyin ‘beşeri’ onun dış yönüdür. (Aynı kelimeden türetilmiş müjde anlamındaki) Büşra, ciltte meydana getirdiği belirtinin ortaya çıkmasıdır.

Allah Teâlâ bir şeye ‘ol (kün)’ der. Kef ve Nun harfleri, Adem’in yaratılı­şındaki iki el konumundadır ve Allah Teâlâ bir şeye söylenen sözü onu doğ­rudan temas konumuna yerleştirdi. Kef ve Nun’u ise iki el konumuna yerleştirmiş ve iki sakin harf biraraya geldiği için düşen Vav5! ise (k-vn) Âdem’in yaratılışında iki eli biraraya getiren konumuna yerleştirmiş, ‘kün’deki vav gizlendiği gibi onu açıkça zikretmemiştir, fakat o ‘kün’de gizlenmiştir ve bu durum geçici bir durumdan kaynaklanır, iki eli biraraya getirenin (sebep) gizlenmesi ise, fiilin hakikatinin gereğinden kaynaklanır. Bu ise ‘Onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık tutmadık*'3 ayetine işaret eder. Söz konusu olan, fiil halidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın dışın­daki hakikatlerde bu tanıklığı verebilecek kimse yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ’dan başka kimsenin fiili olmadığı gibi varlıkta ihtiyarî olarak gerçek­leşen bir fiil de yoktur. Âlemde bilinen bütün ihtiyarî (eylemler), ce­birden kaynaklanır. Dolayısıyla herkes ihtiyar ve seçiminde mecburdur. Gerçek fiilde ise, bir zorlama olmadığı gibi ihtiyar da yoktur, çünkü onu zât gerektirir. Bu, meseleyi iyice öğren! Sınırlı varlığın ortaya çıkması için Mutlak Varlığın a’yân-ı sâbite’ye temasıyla (mübaşeret) sı­nırlı varlık ‘beşer’ diye isimlendirilmiş, sonra insan bu isme tahsis edil­miştir. Çünkü insan, yaratılış bakımından varlıkların en yetkinidir ve varlıklardan her bir tür bu kemâle sahip değildir. İnsan, bütün mazharların en tamıdır ve bu sayede -başka bir hakikat değilinsan ‘beşer’ adını Hakk etmiştir.

‘Bir vahiy ya da perde ardından veya kendisine elçi gönderip izniyle di­lediklerini vahyetmedikçe beşer ile konuşması mümkün değildir, o hakim ve yücedir*14 ayetinde bütün bu konuşma türleriyle konuşulan kişi, ‘beşer’ diye isimlendirildi. Bunun nedeni, ruhanîliği yönünden kendisine ait olan ‘ruh mertebesi’ne katılmaktan onu alı koyan şeylerin insana tema­sıdır. Konuşulan kişi beşerilik derecesinden yükselirse, Allah Teâlâ kendisiyle ruhlarla konuştuğu gibi konuşur. Çünkü ruhlar, benzeşmede daha güç­lüdür. Bunun nedeni, onların bir yere yerleşme ve bölünmeyi kabul etmeyişleridir. Bâtın ve zâhirleri olmaksızın, suretlerde görünebilirler. O halde, onların kendi zâtlarından kaynaklanan tek bir özellikleri var­dır ki, o da onlarm zâtlarının aynıdır. Beşerin yaratılışı ise, böyle değil­dir, çünkü o bütün âlemin suretine göre var olmuştur. Bu sayede be­şerde doğrudan temas, yerleşme ve bölünmeyi gerektiren özellikler vardır ki, ‘beşer’ diye isimlendirilen kimse odur. Aynı zamanda beşerde söz konusu halleri gerektirmeyen bir şey de vardır ki o da kendisine üf­lenen ruhudur. İki el, onun beşerilik yönüne yönelmiş, böylelikle onun yaratılışında eller çift ortaya çıkmıştır. Bu nedenle o, beşer olmak yö­nünden Hakkın kelamını sadece zikredilen bu tarzlar ile ya da onlardan birisiyle duyabilir. Kendi zannınca beşeriliğinden ayrıldığında ve ruhu­nu müşahede derecesine ulaştığında ise, Allah Teâlâ onunla maddelerden so­yut ruhlarla konuştuğu gibi konuşur. Örnek olarak, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile bir bedevi için söylenen ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duy­sun’ ifadesini verebiliriz. Bedeviye Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dili bir şey okumuş, Allah Teâlâ ise o esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i kalbine vahyi indiren Cebrail konumuna yerleştirmişti. Bu ise ayette ‘ya da bir elçi göndermesi’415 şeklinde ifade edilir. Kastedilen insana elçi gönderilmesidir. Elçi ona Rabbinin izniyle dilediklerini vahyeder. Kastedilen, Allah Teâlâ’nın ona emrettiği şeyleri vahyidir.

‘Ancak vahiy olarak konuşur416 ayetinde ise bir alamede birlikte il­ham kastedilmiştir. Söz konusu alamet sayesinde Rabbinin kendisiyle konuştuğunu öğrenir ve bu sayede gerçeği karıştırmaz. ‘Ya da bir perde ardından...417 Burada ise harfler ya da sesler perdesiyle insana sesini duyurmayı amaçlar. Nitekim bedevi, okunan Allah Teâlâ kelamını böyle duymuştu. Kastedilen, dinleyenin kulak perdesi olabileceği gibi genel anlamda beşerilik perdesi de olabilir. Allah Teâlâ Musa ile Tur’un sağ yanın­daki mübarek bir ağaçta ‘Ey Musa, ben Allah Teâlâ olamm,4a diye konuştuğu gibi bu kişiyle de eşya içinde konuşur. Musa beşeriliğinin gerektirdiği ateş aramayla ilgilendiği için, konuşmada yön ve sınır belirlenmiş, muhtaç olduğu şeyde Musa’ya nida edilmiştir. Hakk insanların Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu söylemiş, Allah Teâlâ’dan başkasma ihtiyaç duyulmasına karşı duyulan ilahi kıskançlık (gayret-i ilahiyye) nedeniyle Allah Teâlâ ayette ‘muhtaç olunan her şey3 diye isimlendirilmiştir. Böylelikle Allah Teâlâ Mu­sa’ya ihtiyacının suretinde tecelli etmiştir. İhtiyacına geldiğinde ise ih­tiyaçtan (ateşten) kendisine nida etmiştir. Böylelikle gerçekte Musa Allah Teâlâ’ya muhtaç idi. Perde ise, tecellinin kendisinde gerçekleştiği suret va­sıtasıyla ortaya çıkmıştı. Allah Teâlâ ona muhtaç olduğu şey yönünden nida etmeseydi, Musa O’nu tanıyamayacaktı. Ahirette de ilahi tecelli -ki in­kâra maruz kalacaktırböyle bir şekilde gerçekleşecektir.

‘O Alî’dir (Yücedir).’ Yani, zikrettiği ve konumlarına yerleştirdiği mertebelerin gereğini bilendir. ‘Hakim'dir.’ Menzilini bildiği şeyi in­dirmek kast edilir. İş değişseydi, ondan da aciz kalmazdı. Fakat O’nun ‘Alî’ ve ‘Hakim’ olması, işin olduğu gibi gerçekleşmesini gerektirir. Allah Teâlâ peygamberine beşeriliği talep eden bütün mertebeleri haber verdi­ğinde, ona ‘işte böyle’ yani bu şekilde ‘sana emrimizden bir ruh vahyettikW9 buyurdu. Yani vahyi senin kalbine indiren ruhu vahyettik. Söz konusu olan, Ruhu’l-kuds, başka bir ifadeyle beşer sınırlılığından mü­nezzeh Ruh’tur. Burada Arapçaya göre bu lafzın gereğiyle beşer ifade­siyle neyin kast edildiğini açıklamış olduk.

KIRK BEŞİNCİ SORU

Âdem Hangi Özellik Nedeniyle Meleklerden Önce Geldi? Cevap:

Allah Teâlâ bu durumu ‘Adem’e bütün isimleri öğretti5420 ayetiyle açıklar. Kastedilen, var olanların hakikatlerini var etmeye yönelmiş ilahi isim­lerdir. Bunların arasında meleklerin yaratılışına yönelip de meleklerin bilmediği ilahi isimler de vardır. Hakk bu isimlerle isimlendirilenleri or­taya koymuştur. İsimler için söz konusu şeyler, ruhlar için sûri madde­ler konumundaki ilahi tecellilerdir. Ardından meleklere ‘Bunların isim­lerini bana söyleyiniz’ demiştir. Başka bir ifadeyle, Hakkın tecelli ettiği suretlerin isimlerini bildirin. ‘Seni tespih ediyoruz sözünde dürüst ise­niz...’ Acaba kullarıma göründüğüm bu tecellilerin gereği olan bu isim­lerle beni tespih etmiş misiniz? ‘Senin için takdis ederiz’ zâtlarımızı, se­ni bilmemekten! Bu tecellileri ve onlara ait olup beni tenzih etmenizi gerektiren isimleri bilmemekten zâdarınızı benim için tenzih ettiniz mi? Melekler ‘Senin öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur’ der. Onlarm Allah Teâlâ hakkmdaki bilgilerinin bir yönü, öğretimi Allah Teâlâ’ya izâfedir. ‘Sen -bilinmeyenibilensin, -eşyayı mertebelerine yerleştirenhakimsin.’ Bu halifeye bize gizli kalan ve bize vermediklerini verdin. Yaratılış mertebesi bunu gerektirmeseydi, ilahi hikmet, bu bilginin bize değil dekendisine tahsis ettiğin beşere ait olmasını gerektirmez­di.

Allah Teâlâ Âdem’e şöyle dedi: ‘Şunlarm isimlerini onlara bildir.’ Başka bir ifadeyle, kendilerine sunduğumuz (şeylerin isimlerini) onlara bildir. Âdem meleklere o tecellilerin isimlerini bildirdi. Söz konusu tecelliler, Âdem’in yaratılışında bulunan ve Allah Teâlâ’nın iki elinin gereği olan ilahi hakikatler adedinceydi. Bu hakikatlerden hiç biri meleklerde bulunmu­yordu. Bu nedenle meleklere sunulan isimlendirilenler, Âdem’de bulu­nan hakikatlerin suretlerindeki ilahi tecellilerdi. İşte onlar ‘Âdem’in âlemi’ idi. Âdem onların isimlerini kendilerine öğrettiğinde, Allan on­lara şöyle der: ‘Ben size göklerin gaybını bildiğimi söylemedim mi?,42 Kas­tedilen, ulvî gayb ilimleridir. ‘Ve yerdekileri: Bunlar ise, doğada bulu­nan sırlardır. ‘Ve gizlediklerinizi bilirim: Yani, açık olanları bilirim. ‘Sak­ladıklarınızı da:m Bu ise, gizledikleriniz ve sakladıklarınız demektir. Ben onun nispi bir durum olduğunu söyledim. Hatta o, bilen için apa­çıktır.

Bu öğretişten sonra meleklere şöyle der: ‘Adem için secde ediniz!’423 Bu secde, kendilerine bilgi öğrettiği için öğrencilerin öğretmene yaptı­ğı secdedir. ‘Âdem için’ ifadesi, illet ve sebeplilik bildirir. ‘Âdem için secde ediniz’ demektir. Âdem’den dolayı Allah Teâlâ için yapılan secde, Allah Teâlâ’nın kendisiyle ve Âdem’de yarattığı şeyle ilgili bilgiyi öğrettiği için bir şükür secdesiydi. Böylelikle melekler bilmediklerini öğrenmiş, Âdem de kendilerine öğretmekle onlara karşı öncelik elde etmiştir. Âdem bu konuda onların üstadıdır. Ondan sonra ise, bu hakikat Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dışında kimsede ortaya çıkmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana cevamiu’l-kelim verildi’ demiştir. Bu, Âdem hakkında söylenen ‘bütün isimler’ demektir. ‘Bütün’ ‘cevami (toplayanlar)’ demek iken, ‘kelim’ de isimler demektir. Âdem bu isimler ile ve Allah Teâlâ’nın kendisine göre yarattığı (ilahi) suret vasıtasıyla meleklere karşı öncelik elde etti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretine göre ya­rattı.’ Kastedilen, ‘iki el’ ile yaratılmış olmaktır. Allah Teâlâ onu ‘suret5, yani mertebe üzerinde halife yaptı. İki suret (ilahi ve beşeri suret), Âdem’e (meleklere karşı) öncelik sağlamıştır. Aynı şey, diğer yaratılmışlarda yoktur. Bu konumun üzerinde herhangi bir yaratılmışa ait mertebe olmadığı gibi kimse başkasına karşı öncelik taşıyamaz. Aynı şekilde, Âdem’e bu önceliği veren durum da bütün durumları önceler.

KIRK ALTINCI SORU

Ona İhsan Edilen Ahlâkın Sayısı Kaçtır? Cevap:

Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zikrettiği üç yüz ahlâktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın üç yüz ahlâkı vardır, onlardan biriyle ahlâklanan kimse cennete girer.’ Bu nedenle üç yüz velî hakkında ‘On­lar Âdem’in kalbi üzerindedir’ demiştir. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ’nın Âdem’e ihsan ettiği ahlâk üzerindedirler. Âdem’in oğullarından yaratı­lışı kemâle ermiş herkes, bu üç yüz ahlâkı kabul edicidir. Âdem’in kemâli gibi kemâl sahibi olmayanlar ise, kendisine verildiği ölçüde bu ahlâkı elde eder. Bu bağlamda bir kısmı kâmil, bir kısmı daha kâmildir.

Bu ahlâk, kazanımın dışındadır ve çabayla elde edilemez. Allah Teâlâ on­ları bir ayrıcalık olarak verir. Bunlar ile ahlâklanmak mümkün değildir, çünkü onların oluşta (âlem!) eserleri yoktur. Bunlar, kendi sayılarınca, ilahi tecellilere ait bir takım hazırlıklardır. Tecellilerden her hangi bir şey, sadece bu ahlâk sahipleri için gerçekleşebilir. Böylece, nitelenme­nin söz konusu olmadığı ve sadece Allah Teâlâ’ya özgü olan ve yaratılmışları ile arasında bir ilginin bulunmadığı ahlâkı (edinmekten) seni men eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlardan birisiyle ahlâklanan derken, onlardan birisiyle nitelenen, yani bu niteliğin kendisinde bulunduğu kimseyi kast etmiş­tir.

Çünkü ahlâk üçe ayrılır. Birincisi bir varlığa karşı ahlâklanılabilen şeylerdir. Örnek olarak er-Rahim ismini verebiliriz. Bir kısmı ise hem Allah Teâlâ hem de yaratılmışlar karşısında ahlâklanılan huylardır. Örnek olarak el-Gafiır (Örten, Bağışlayan) ismini verebiliriz. Bu isim ‘kıskanç’ olması bakımından Allah Teâlâ ile ilgili şeyleri örtmeyi gerektirdiği gibi aynı zamanda yaratıklarla da ilgilidir. Üçüncü kısım ise, özellikle Allah Teâlâ ile ilgilidir. Bunlar ise üç yüz tanedir. Bu ahlâka özgü cennet, sadece bu ahlâk sahiplerinin ulaşabildiği özel bir cennettir. Tecellileri ise diğer cennetlerde gerçekleşmez. Fakat onlar için bu ahlâk, insanın kendisiyle kokulandığı bir kokuya benzer. Çünkü bu, temiz bir şeyden kokunun meydana gelişidir, kendisini sürünenin onda bir katkısı yoktur. Çünkü söz konusu şey, bu kokuyu özü gereği gerektirir. Ahlâklanma, ahlâkın gerçekleşmesi için gayret demektir. Bu ise, öyle değildir. Burada övgü, bulunduğu kimseye değil, kokunun kendisinedir. Bir kulda bu ahlâk göründüğünde, ona bir övgü meydana gelmez. Övgü, bilhassa ahlâka yöneliktir. Bu konumda görülen her ahlâk, bu üç yüz ahlâktan biridir.

Söz gelişi cömerdik (kerem) Allah Teâlâ’nın huylarından biridir. Kul onunla ahlâklandığında ise kerîm (cömerdik ile nitelenmiş) diye övü­lür. Rahmet ile ahlâklanan kula ‘rahîm (merhamet ile nitelenmiş)’ de­nilir. Bu ahlâklar ile nitelenen kimseye, genel olarak fail ismi verilmez, bunun yerine ‘nitelenen kimse’ adı verilir. Çünkü bu ahlâkın oluşla ilgi­si yoktur. Ne el-Gafur ismi gibi ortaklık ne de eş-Şedidü’l-ikab gibi özel hükümle bir ilişkisi yoktur. Bu ahlâkı sadece el-Vehhab ismi ihsan mertebesinden verir.

KIRK YEDİNCİ SORU

Ahlâk Hâzineleri Kaç Tanedir? Cevap:

Ahlâk hâzineleri, yaratıkların sınıfları ve bireysel şahısların sayısı kadardır. Bunlar, şahıs olmaları bakımından sonsuz iken hazine olma­ları bakımından sonludur. ‘Hazineler’ diye isimlendirilmelerinin nede­ni, ahlâkın onlarda varlık bakımından gizlenmesidir. Bunlar, kendile­riyle nitelenmiş oldukları şeyin hükmünde içerdikleri sıfadar -ki onlarm varlıkları sonsuzdurnedeniyle hazine yapılmıştır. Öyleyse onlar hazine içindeki hâzinelerdir.

Hepsini birleştiren toplayıcı asıl, üç hazinedir. Birincisi, zâdarın zât olmaları bakımından gerektirdiği hâzinelerdir. İkincisi, nispet ol­maları bakımından isimleri zorunlu kılan nispederin gereği olan hâzi­nelerdir. Üçüncüsü ise ‘fiil’ olmak bakımından -yoksa rneful veya fail veya infial olmak bakımından değilfiillerin gerektirdiği şeyleri içeren hâzinelerdir. Bu üç hâzineden her biri, bir takım hâzinelere açılırken onlar da başka hâzinelere açılır ve sonsuza dek böyle sürer. Öyleyse ha-

zineler bir bakıma nicelik altına girerken bir bakıma nicelik altına gir­mez. Bu hâzinelerden varlıkta meydana gelenler niceliklidir.

KIRK SEKİZİNCİ SORU

‘Allah Teâlâ’nın Yüz On Yedi Ahlâkı Vardır’ İfadesinde Geçen ‘Ahlâk (Huylar)’ Nelerdir? Cevap:

Bu ahlâk, peygamberlere özgüdür. Onların dışındaki kimselerin / bu konuda bir zevki olmasa bile, onları bilebilirler. Bu bilgilerden ise, bilgi ve sayıca sadece Allah Teâlâ’nın kendilerini saydığı zevk ve meşrepler or­taya çıkar.

Bu huylardan birisi, tefriki (ayrım) delalet eden cem’ (birlik), tef­riki içeren cem’ ve cem’i içeren tefriktir (fark, ayrım). Bu ahlâk, izzet, direnç, kerem ve hikmet mertebesinden ortaya çıkar. Bu huylardan bi­risi de, ‘örtülü nur’ huyudur ki, bu, mârifetlerin en çetinidir: Nurun örtülü olması mümkün değildir ve özü gereği perdeleri yarar, örtüleri parçalar. Öyleyse nuru perdeleyen bu örtü nedir? Dikkat et! O perde sensin! Nitekim ârif şöyle der:

Sen gaybının sırrından kalbin perdesisin Sen olmasaydın, ona mühür basılmazdı.

Bunlardan biri de, kalplere ve onun mensuplarına özgü eller ve kuvvet ahlâkıdır. Söz konusu ahlâk, bir takım mertebelere ayrılır. Bu huylardan biri, sebepleri varlıklarında yok etmektir. Bu da bir takım mertebelere ayrılır. Bu huylardan yüz mertebeyi Endülüs’te öğrendim ki, söz konusu huylar kemâliyle ancak o bölgenin ruhaniliğinde bulu­nabilir. Çünkü yeryüzünün her parçasının kendisine bakılan ulvî bir ruhanîliği vardır. Ona ait ilahi bir hakikat kendisine yardım ederken bu hakikat ‘ilahi ahlâk’ diye isimlendirilir.

Diğer huylara gelirsek, onların da ihata ve genellikte zikrettiğimi­zin aşağısmda bir takım mertebeleri vardır. Bunlardan her birinin cen-

nette bir derecesi vardır ve ona ancak bu ahlâk sahibi ulaşabilir. Zikret­tiğimiz dört ahlâkın bir kısmı peygamberlere, bir kısmı velîlere, bir kısmı nebilere ve bir kısmı da müminlere aittir. Her biri, kendi sayı­sında menzillerdedir. Bir kısmına Mele-i a'lâ ortakken bir kısmı bu ta­bakaya özgüdür. Çünkü Hakkı talep eden her işte bir ortaklık gerçekle­şirken hal ’cı (yaratılmışlar) talep eden her iş yaratılmışlardan o türe öz­güdür ve onunla sınırlıdır.

Kalan huylardan on dört ahlâkı sadece Allah Teâlâ bilebilir. Bu ahlâkın kalan kısmını, sayılan isimler belirler. Bunlar, bir velînin ya da pey­gamberden kendisini duyan bir sahabenin bilebildiği isimlerdir. Söz konusu isimler nakil yoluyla bilinemez. Bunların on üçünün bilgisi Allah Teâlâ’ya özgüdür.’ Kalanı ise cennetlikler bilir. Onlar, bunları bilmede ta­baka tabakadır. Kastettiğimiz, cennediklere özgü isimlerdir. Çünkü Allah Teâlâ’nın öyle bir ehli vardır ki, O’ndan başkasına ehil olmazlar. Nitekim bir rivayette ‘Kur’an ehli, Allah Teâlâ ehli ve seçkinleridir’ denilir. Cennetin de bir ehli vardır ki, onlar cennetliklerdir ve onlar cennete uygun olabi­lir. Onlar, ziyaret mertebesi kendilerini biraraya getirse bile, Allah Teâlâ ehli olmaya uygun değildir. Onlar, ziyarette dolaylı olarak bulunur. Ce­hennemin de bir ehli vardır (sadece oraya uygundurlar). Onlar, ne Allah Teâlâ’ya ne de cennete uygundur. Her bir ehlin içinde yaşadığı bir nimet vardır. Bu durum, belli bir sürede biten el-Hakem ve el-Adl’in otorite­sinin kendilerine işlemesinden sonradır. Her gurubun bu bölümde zik­redilen ahlâklarda bir tecrübesi ve içme (şirbi) vardır.

Bu ahlâk, bu üç tabakaya ayrılmıştır. Her biri, onların kendi du­rum ve özelliğine çağırır. Söz konusu şey, ateş, cennet ya da mekân ve niteliğin olmadığı bir mertebede Allah Teâlâ’nın nezdinde durmak olabilir. Binaenaleyh soyut anlamlar için bir ahlâk olduğu gibi duyu âleminin ve hayal âleminin de bir ahlâkı vardır. Duyulur cennet duyunun dışın­daki bir anlama aittir. Mânevî cennet mananın dışında bir duyuya ait­tir. Hakk ile durmak, manasız duyuya ait mânevî bir iştir. Hakk ile dur­mak, manaya ait duyulur bir iştir. Ateş, duyu olmaksızın bir manaya aittir. Bu tabakanın meşrepleri ise, derece derecedir. Bir kısmı tam, bir kısmı daha tam ve bir kısmı kâmil bir kısmı daha kâmildir.

‘Her şeyin melekûtunun elinde bulunduğu kimseyi tenzih ederim! -Her mertebedeO’na döndürüleceksiniz.’ Cennet veya cehennemde varlıkları var saysak bile, (gerçekte) Hakk vardır. Çünkü onlar O’nun mazharlarıdır. Onunla nimetlenen, bir mazharın dışında olamaz. Çün­kü o, içinde hazzın bulunmadığı fenadır. Hakk mazharlarda tecelli etti­ğinde, lezzet ve acılar ortaya çıkar ve âleme yayılır. Allah Teâlâ şöyle diyene merhamet etsin:

Bir âşığı duydunuz mu?

Bir ucu sağlam (diğeri) hasta

Nimetlenir bir azap ile

Azap görür bir nimet ile

Nimet O’nunla gerçekleştiği gibi azap da O’nunladır. Nimet ve azap, ancak bileşikte meydana gelebilir. Yalın anlamıyla nimet ve aza­bın ise varlıkta bir hükmü yoktur. Çünkü bu, var olmayan-akledilir bir şeydir.

Mazharların ehli, nimet ve azap ehlidir. Zâtın mutlak birliğinin ehlinin ise, ne nimeti ne azabı olabilir! Ebu Yezid şöyle der: ‘Bir za­man ağladım, bir zaman güldüm. Şimdi ne ağlıyorum, ne gülüyorum.’ Ebu Yezid’e nasıl sabahladın diye sorulunca şöyle yanıt vermiş: ‘Ne ak­şamım var, ne sabahım! Akşam ve sabah bir özellikle nitelenen kimse için olabilir. Benim ise niteliğim yok ki?’

KIRK DOKUZUNCU SORU ve ELLİNCİ SORU

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Dışındaki Peygamberlerde Bunlardan Kaç Tanesi Vardır? Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Onlardan Kaçına Sahiptir? Cevap:

İkisinin dışındaki hepsi onlara aittir. Onlar, bu mertebelerde kitap­larında ve sahifelerinde indirilen şeylerin sayısınca bulunur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise farklıdır, çünkü o, söz konusu niteliklerin hepsini topla­mış, hatta ezeli bir inayet olarak, bunlar onun adına toplanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün yaptık.’424 Kast edilen üstünlük, bu ahlâka sahip olmaktadır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ yaratılmışları sınıf sınıf yaratmış, her sınıfa ‘hayırlılar’ yerleştirmiş, hayırlılar içinden ise seçkinler seçmiştir. Bunlar, müminlerdir. Müminlerden ise bir takım seçkinleri ayırmıştır. Onlar velîlerdir. Bu seçkinlerden ise, daha öz bir gurubu seçmiştir ki, onlar da nebilerdir. Bu öz gruptan, özün özünü seçmiştir. Bunlar, alanı ken­dileriyle sınırlı şeriatları getiren nebilerdir. Bu özün özü gruptan ise, istisnai bir azınlık belirlemiştir. Bunlar, bu özel gurubun en duruları­dır. Onlar, bütün resullerdir. Yarattıklarından ise, birisini seçmiştir: O, onlardandır (peygamberlerden), fakat onlardan (yaratılmışlardan) de­ğildir! O, bütün yaratılmışlardan üstündür. Allah Teâlâ onu bir direk yap­mış, varlık kubbesini ona dayandırmıştır, mazharların en üstünü ve yü­cesi yapmıştır. Bu makam onun adına tarif olarak geçerlidir. Böylece onu beşer toprağı var olmazdan önce bilmiştir. İşte o İtişi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Ona karşı konulamaz ve ondan büyük olunamaz. O, efendidir. Onun dışındakiler ise, kalabalıktır (sürü!). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisi hakkında şöyle der: ‘Ben insanların efendisiyim, övünmüyo­rum!’ Burada kelime ‘fahr’ diye okunduğu gibi başka bir rivayette ‘fahz’ diye de okunur. Bu durumda ifade, ‘ben bunu bâtılla böbürlen­meden söylüyorum’ demektir. Başka bir ifadeyle, onu söylüyorum, fa­kat âlemin geri kalan kısmına karşı övünme amacı taşımıyorum. Çün­kü ben, insan mazharlarının en üstünü olsam bile, hakikatim ile özdeş­leşmemde (tahakkuk) en güçlü olanım. Binaenaleyh adam, Rabbiyle değil, kendi hakikatiyle özdeşleşen kimsedir. Çünkü adam bilir ki, Allah Teâlâ insanı kendisi için değil, O’nun için yaratmıştır. Bu dereceyi ise zevk yoluyla ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem elde etmişken keşf yoluyla resuller ve Muhammed ümmetinin bilginlerinin derinleri elde etmiştir. Onların dışındakilerin bu konuda bir tecrübeleri yoktur.

Zikrettiğimizin dışındakiler ise, Allah Teâlâ’nın kendilerini kendisi için yarattığını bilmez. Onlar şöyle der: ‘Allah Teâlâ âlemi, âlem için yarattı. On­ların bir kısmı diğerlerini hizmetçi edinmek üzere diğerlerinden üstün olmuştur. Allah Teâlâ ise, âlemlerden müstağnidir.’ İşte bu, Allah Teâlâ’yı bilenler­den bir gurubun görüşüdür. Ariflerden bir grup ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ insanları ve cinleri kendisi için yaratmış, bu iki sınıfın dışındakileri ise insan için yaratmıştır.’ Bu konuda Musa’dan aktarılan bir rivayet var­dır. Allah Teâlâ Tevrat’ta şöyle vahyetmiştir. ‘Âdemoğlu! Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım! Kendim için yarattığımı senin için yarattı­ğıma feda etme.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’425 Allah Teâlâ’yı bilmek, Allah Teâlâ’nın âlemi yarattığını ve -kendisi için değilvarlık mertebesinin ve Allah Teâlâ’yı bilme mertebesinin kemâli için onlara kendini tanıttığını bilmeyi de gerektirir. Bütün bu yönlerin ge­çerli bir takım bağları ve yönleri olmakla birlikte bir kısmı diğerlerin­den daha gerçektir. En üstünü ise vardığımız görüştür. Bunu varlığın ve Allah Teâlâ’yı bilmenin kemâli ‘için’ yaratma takip eder. Kalanı ise, bu iki dereceden aşağıdadır.

Bilmelisin ki, ilahi mertebeyle ilişkilendirilen her ahlâkın kendisin­de ortaya çıkacağı bir mazharı olmalıdır. Mazharın o ahlâk ile ahlâklanışı, ya Hakkın mertebesine döner ya da ilgili olduğu başka bir mazhar vardır. Söz konusu mazhar, mümkünlerden birinin varlığında olmayı gerektirir ki, bu zorunludur. Kendisi bakımından Hakk için bir ahlâk yoktur. Öyleyse nispetleri bilen kimse, Allah Teâlâ’yı bildiği gibi nispet­leri bilmeyen de Allah Teâlâ’yı bilmemiş demektir. Nispetleri mümkünlerin talep ettiğini bilen kimse âlemi bildiği gibi nispederin ortadan kalkışını bilen de, hiç kuşkusuz, ‘selb (olumsuzlama)’ yönünden Hakkı bilmiş demektir. Bu durumda Hakk nispederi kabul etmeyeceği gibi nispetler de O’nu kabul etmez. Hakk nispetleri kabul etmediğinde, âlemi kabul etmez. Nispetleri kabul ederse, âlemin aynı olur.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbine ibadet et!’426 Bu özel bir nispettir. ‘Ta ki sana yakin gelsin.’427 Böylelikle kime ibadet ettiğini, ibadet edilen ve eden kimdir, öğrenirsin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.’42* Başka bir ayette ‘işte bu, benim doğru yolumudur, ona uyun’429, başka bir ayette ‘Bizi doğru yola ulaştır’430, başka bir ayette ‘Her şeye yaratılışını verdi431 denilir. Başka bir ayette ise ‘(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah Teâlâ’nın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah Teâlâ’ya döner.’432 Sen doğru yola ulaştırırsın433 denilir. Başka bir ayette ise ‘Bütün iş O’na dö­ner, O’na ibadet et5434 buyrulur. Binaenaleyh sen, ibadet etme! Çünkü kendisini bildiğin yönden O’na ibadet ettiğinde, kendi nefsine ibadet etmişsindir. Bilmediğin yönden O’na ibadet edersen, O’nun ilahi mer­tebeye nispetine ibadet etmişsindir. Bir mazhar veya zuhur eden veya zuhur olmaksızın, bir ‘ayn’ (hakikat) iken O’na ibadet edebilirsin. Bu esnada O, O’dur -sen değilve sen sensin! Bu durumda, hiç kuşkusuz, O’na ibadet etmiş sayılırsın. İşte bu, üzerinde başka bilginin bulunma­dığı marifettir. Çünkü bu, bilineninin görünmediği marifettir. İnişinde yükselen, yükselişinde inen Hakkı tenzih ederim! Sonra bu ikisinden biri değilken (aynı zamanda) ancak o ikisidir. ‘Aziz ve Hakim’den baş­ka ilah yoktur!’

ELLİ BİRİNCİ SORU

İhsan Hâzineleri Neredededir? Cevap:

Bunlar, Hakka ve sana nispet edilen mevhum seçimde (ihtiyar) bulunur. Sen, seçiminde mecbursun. Bu durumda seçim nerede kal­mıştır? Allah Teâlâ ise mecbur değildir. O’nun işi tektir. Öyleyse seçim nere­de kalmıştır? ‘Allah Teâlâ dileseydi...’ Ki dilemez ki. ‘Dileseydi sizi giderirdi.’ O, sonradan olanlara bir yer değildir. Bilakis, dış varlıklar (a’yân) son­radan olanların yeridir. O, sonradan olanların ayn’ıdır, çünkü onlar O’nun zuhur ettiği yerdir.

‘Onlara Rahman olan Rablerinden hadis (sonradan olan) bir söz (zikir) geldiğinde...5435 Ayetteki zikir, Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve o onların nezdinde meydana gelmiştir. AUah’ın kelamı, O’nun bilgisi, bilgisi de zâtıdır. Bu kelam, onların nezdinde meydana gelmiştir. Öyleyse kelam, ihsan hâ­zineleridir. İhsanlar ise, kendilerinde ve onların nezdinde meydana ge­len şeyin ortaya çıkmasıdır. O, mekânsızdır. Öyleyse, ihsan hâzineleri­nin mekânı olamaz.

İhsanlar birbirlerinden farklı olduğu için, her nispet O’ndan bir hazine talep eder. Be durumda, tek olsalar bile, ihsanların çoğalması nedeniyle hâzinelerin sayısı da çoğalır. ‘Allah Teâlâ sizi -doğru sözlü isenizimana ulaştırarak hidayet eder.’ Siz müminlersiniz. Burada, iki tane ih­san vardır. Birincisi hidayet, diğeri ise iman ihsanıdır. Allah Teâlâ’nın zâhir ve bâtın bütün nimederi, O’nun ihsanlarıdır. O, ihsanın ta kendisi ise, sen de bir hâzinesin. Öyleyse âlem, ilahi ihsanların hâzineleridir. Bizde

O’nun ihsanları gizlenir. Öyleyse O, bizim için bir yerde değilken, biz O’nun için bir mekânız. O halde mekânı olmayan biziz. Bizim varlıkla­rımız, O’nun zuhur mekânlarıdır.

Mekânın hakikati, mekân kabul etmez. ‘Bir mekâna yerleşen şey, kendi mekânı için mekândır’ diyenin sözünü bırak! Bu kişi, mekânlı ile mekân arasında mekânlılık hakikatinin her birine verdiği iki zıt hareket var saymıştır. Bu düşünce, söyleyenin görüşünden kaynaklanan bir ve­himdir. Bizim söylediğimiz şudur: Mekân, mekânı kabul etmez. Öy­leyse mekânı olan kimse için, mekânın mekânı yoktur. Bunların hepsi, doğal mazharlardadır. Maddelerden soyut anlamlara gelirsek, onlar teşbih nispetlerini kabul etmeyen isimler için mukaddes mazharlardır. Onları bilmek, bilmemektir. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in böyle bir ko­nuda şöyle dediği aktardır: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir.’ O halde, teşbihi kabul eden kimse için mekândan tenzih değişmiştir. Bu durumda, âlemde teşbih olmadığı gibi tenzih de yoktur. Çünkü bir şey kendisinden tenzih edilemediği gibi kendisine teşbih de eddemez. Mer­tebeler ortaya çıkmış, nispederin anlamı belli olmuştur. Kuluna öğre­ten Allah Teâlâ’ya hamd olsun!

ELLİ İKİNCİ SORU

Amellerin Gayret Hâzineleri Nerededir? Cevap:

Bunların hâzineleri, amel sahiplerinin zâtlarıdır. Tirmizî, gayretin bedenlenmesini kast etmişse, onun hâzineleri hayaldir. Nerede saklandddarını kast etmişse, bunlar Sidre-i münteha’da saklanır. Amellere ait dahi hâzineleri kastetmişse, onların hâzinesi el-Hafîz ve el-Alim ismi­dir.

Gayret (sa’y) hâzineleri, altıncısı olmayan, beş tanedir. Allah Teâlâ’nın kuüarı ise, iki kişidir: Çalışan ve kendisiyle çalışdan! Kendisiyle çalışı­lan kişi, bu bölümde ele almak istediğimiz kimse değüdir. Biz çalışan­lara nispederi yönünden amellerin gayretini ele almak istiyoruz. Çalı­şanlar üç kişidir : Birincisi Hakk, İkincisi Hakk ile çalışan, üçüncüsü yara­tılmıştır. Her birinin, kendisine izafe olunuşuna göre amelde bir gayre­ti vardır. Söz gelişi Allah Teâlâ koşmayı (hervele) kendisine nispet etmiştir. Bu, koşmanın hızlı bir tarzıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Siz bı­kana kadar Allah Teâlâ bıkmaz.’ Bu ifade, güvenilir bir rivayette yer alır.

Hakk olan amelin gayretine (sa’y) gelirsek, amel, yapana verilmek üzere özü gereği bir ücret gerektirir. Burada amel sahibi, hakikati ecri kabul etmeyi gerektiren şeydir ve bir ecir gereklidir. Ecir, sadece övgü olabilir, çünkü bu amel sahibi -ki Haktırövgüyü kabul edebilir. O, köşkleri ya da huri, vildan ve tecelliler gibi ödülleri kabul etmez. Amel güzellik ve çirkinlik içeriyor ya da güzellik ve çirkinlik içermiyorsa, gü­zel veya çirkin ya da güzel veya çirkin değil hükmüne konu olması ba­kımından böyle bir amel, bu amel sahibine (Hakk) izâfe edilemez. Amel, olumlama ya da olumsuzlamadan soyut olarak, O’na izâfe edilir. O’nun sahibi ise, cennette nimet ve haz bakımından en yetkin insan, derece bakımından en üstün kimsedir. Amel yönünden cennette ona ait şey, Adn cennetidir.

Amel sadece amel oluşu yönünden bütün cennederde nasibini arar ve nasibiyle birlikte sahibine döner. Hatta bu amel, bütün cenneüerdeki derecelerine varmada o kişi adına bir bineğe dönüşür. ‘Cennetlerden dilediğimiz yere ulaşırız36 derken kast edilen şey budur. ‘Amel sahipleri­nin ecri ne güzeldir5437 buyurur. Onlar, bu kimseler değildir, aksine Hakk ile ve halk ile amel edenler kast edilir. Allah Teâlâ ‘amel sahiplerinin ecri ne güzeldir!’ derken onlara ait övgüyü kast etmişse, bu övgü onlarındır. Çünkü ‘ne güzel’ ve ‘ne kötü’ gibi sözler, övgü ve kınama anlatır. Bu­rada amel eden, Haktır. O’na ait övgü de, haktır. ‘Ne güzel’ kelimesi ise, bir övgü ve medh kelimesidir. Bu teville bütün ayet, O’na ait Hakk gelir. Cennetlere yerleşmek ise, O’na değil, amele aittir. Öyleyse amelin kendinde gözüktüğü kişi -ki sensinkendisinden çıkan amelinin inaye­tiyle cennette ‘dilediği yere’ yerleşir. Çünkü onun doğal sureti, duyulur ve muhayyel nimeti talep eder. Bu nedenle, hakiki amelin şefaatiyle, arzusuna göre cennetler ona mubah kılınır.

Bütün bu gayret hâzineleri, nurlardır: Mubahı, mendubu, vacibi, haramı ve mekruhu nurdur. Bu ise, şekilci âlimlerden keşfi olmayanla­rın nezdinde kabul edilmiş ve hükmü ortaya çıkmış bir meseledir. Şeri­atları bilmede tam keşf sahibi olan şekilci âlimlerde ise -ki bu amelde bu nitelikle ortaya çıkan şeyi kast ediyorumşeriatın güzel gördüğü ve kabul ettiği şey etkin olabilir. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.

Ameli Hakk ile olan kimsenin gayretine gelirsek, bu kişi buna yak­laşır. Şu var ki, böyle biri zâtını amel edici görürse, ‘Ancak sana ibadet eder ve senden yardım dileriz’ ile ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur’ diyenlerden sayılır. Bu kişi, birinciden (ameli ‘Hakk’ olan kişi) daha eksiktir ve Hakk bütün eylemlerinde onun perçeminden tutmuş olduğu için, amelinde bir keşf sahibidir. Böylece bize göre beş, Ebu Hanife’ye göre ala hâzinesi, halis bir nur, halis olmayan bir nur ve ön­ceki karardığı gideren bir nur ile dolar. Bu durumda halleri, karışık olur. Bu huzur ve keşfin gayretteki inayeti olmasaydı, karanlığını gi­dermek nedeniyle meydana gelen mutluluğu tamamlanmazdı. Bu iki sınıf, nurda amel sahiplerindendir. ‘Onların ecri ve nurları vardır.’

‘Amelinin gayreti (Hakk değil de) halk olan kimse’ye gelirsek, bu kişi adına yapma ve yapmamada vacip, yani farz hâzineleri, yine yapıp yapmamada mendup hâzineleri kaldırılır. Söz konusu hazineler, nur ile doludur ve zikrettiğimiz nurların dışındaki bu nurlar oluşla karışmış­lardır. Aynı zamanda, onun adına yapıp yapmamada mubah hâzineleri yükseltilir. Mubahı terk eden ya da mubah olduğu için onu yapan kişi için bu hâzinelerde o türe özgü bir nur bulunur. Bu nur, sanki perde ardından nurdur ve ince bir bulut ardından görülen güneş ışığına ben­zer. Amel sahibi mubahın bir haramı veya mekruhu terki içerdiğine bakıp herhangi bir vâcip veya mendubu terk etmek aklına gelmezse, onun nuru, bu nurdan yoksun olan birinci nurdan daha eksik ve daha az parlaktır. Mubahın bir mendubu veya kendisine zorunlu kıldığı fa­kat vaktini belirlemediği bir vacibi içerdiğini düşünürse, onun nuru bu hâzinesi içinde önceki iki nurun arasında bulunur. Bu kişi için yapıp yapmamada haram hâzineleri yükseltildiği gibi yapıp yapmamada mek­ruh hâzineleri de yükseltilir. Belli bir vakit belirlemeksizin kişinin ken­dine zorunlu kıldığı işe örnek olarak belirli bir gün olmaksızın oruç adayan kişiyi verebiliriz. Bu kişi, dilerse, o gün tutabilir. Bu oruç vaciptir, fakat tuttuğu günde zorunlu değildir. Oruç tutmaması mubah olan bu günde adağını tuttuğunda ise, vacibi yerine getirmiş demektir.

Haram hâzinelerine gelirsek, onlar sırf karanlıktır. Mekruh hâzine­leri ise, perdedir. Amel sahibi bir haramı işlerken onun haram, mekru­hu işlerken onun mekruh olduğuna inanırsa, haram hâzineleri perdeyle dolarken mekruh hâzineleri aydınlık ve şafak gibidir. Müminler ya da birleyenler içinde bilhassa bu özel amelin sahipleri vardır. Mümin ve birleyenin dışındakiler hakkında ise, soru soranın amacı bakımından söylenecek bir şey yoktur. Amellerin gayreti bakımından ise, her amel sahibinin bu bölümde kendi gayretine göre bir katkısı vardır. Bunlar, muattıl (nitelikleri reddeden), müşrik, kâfir ve inkârcı ve münafık gibi amel sahipleridir. Bu beşin dışında, bedbaht yoktur. Bunların yöntem­lerinden konuşmak ise uzar. Hepsi, belli bir süreye kadar kendi yolun­da yürür. Onlardan her biri şöyle iddia eder: ‘Ben de (rahmetin kuşat­tığı ve zikrettiği) eşyadan biriyim, dolayısıyla benim de bir rahmetim olmalıdır. Çünkü rahmeti dile getiren kişinin özelliği, sınırlama değil­dir. Smırlansaydı, ancak O’nunla olabilecek bir şey kendisinin dışında kalırdı. Bir şeyin O’nun dışında kalması ise, imkânsızdır. Öyleyse sınır­lanması imkânsızdır.’ içimizden bazılarının üzerine zorunluluk hâzine­lerinin rahmeti dökülürken bir kısmının üzerine zikrettiğimiz ihsan hâ­zinelerinden rahmet dökülür. Herkes isteklidir, istenilen şey de geniş­tir. ‘Rabbin mağfireti geniş olandır.’ Bu Rabbani genişliğin bir şey kar­şısında daraldığını görür müsün? O, sırf kötülükteki (yokluk) müm­künlere dar gelmemiş ise, karışık kötülükte bulunduklarında onlara na­sıl dar gelebilir ki? Allah Teâlâ takva sahibini takva sahibi olmayandan ayırır. ‘Ben o rahmeti takva sahiplerine yazarım’ ifadesiyle kendisine sorunlu yaptığı rahmeti ona tahsis ederken diğerine mutlak rahmeti tahsis eder. Mutlak rahmet, ihsan rahmetidir ve bir şeyle sınırlanmaz. İşte bu, özet açıklamayla amellerin gayret hâzinelerinin sorusunun cevabıdır.

ELLİ ÜÇÜNCÜ SORU

, Nebilere Nereden Verilir? Cevap:

Nebiler iki kısımdır: Teşri (şeriat getirmek) nebileri ve teşri nebileri olmayanlar. Teşri nebileri ise iki kısımdır: Seçkinlere şeriat ge­tiren nebiler. Buna örnek olarak ‘İsrail’in kendine yasakladığı hariç...’438 ayetini verebiliriz. İkinci kısım ise, başkalarına (da) şeriat getiren nebilerdir ki, bunlar resullerdir. Resul-nebîlere ‘mülkün mülkü’ olan mülk mertebesinden verilir. Resul olmayan nebilere ise özel mertebe­den (vahiy) verilir. Bu iki sınıfa özgü Ruh’un (vahiy) vermediği nebilere ise cömertlik mertebesinden verilir. Hepsi, toplayıcı ihsan ve rahmet kaynağından (yardım ve vahiy) alır.

Büyük ve genel daireye -ki mutlak nebîliktirgelirsek, bu mutlak nebîliğin verildiği kişide neyin bulunduğunu ya da Rabbinin ona hangi hediyeyi verdiğini kimse bilemez. Gerçekte o kişi de bunların kadrini bilemez, çünkü bu hediyelerde ayrıştırmayı sağlayacak bir zıt yoktur. Kendisine bir rahmet olarak nebîliğin verildiği ve Hakkın kendisine şefkat yoluyla öğretim işini üsdendiği kimseye ise, Allah Teâlâ mârifederiyle tanınır. Sonra, ona gaybmdan bildirmek istediği şeyleri bildirir. Bu kimselere örnek olarak, hakkında ‘Ona nezdimizden rahmet verdik439 de­nilen Hızır’ı verebiliriz. Başka bir ifadeyle, ona merhamet ettik ve ken­disiyle gözüktüğü bilgiyi verdik. Allah Teâlâ (âyette) Hızır’a nezdinden bir rahmet verdiğini kast etmiş ise, bu rahmeti Hızır’a kendisine ve kulla­rına merhamet etsin diye vermiştir. Öyleyse eğer çocuk yaşamış olsaydı onunla işleyeceği günahlar arasında engel olmak, öldürülen çocuk için bir rahmettir, çünkü o tab'an kâfir yaratılmıştı. Hızır’ın (gemiyi) gasp edecek hükümdara yönelik rahmeti ise, o yoksulların gemisine el koy­manın günahını yüklenmemesini sağlamaktı. Binaenaleyh rahmete rahmet eden yönünden bakılır, amaç sahibi bakımından bakılmaz! Çünkü o, rahmetin verdiği yararı bilemez. Örnek olarak, kangren ol­muş adamın ayağını kesen doktoru verebiliriz. Ayak kesmek, onun ca­nının korunması için bir rahmettir. Öyleyse rahmet, merhamet eden­den kaynaklanan genel bir durumdur.

Şeriat getirmenin bulunmadığı mutlak nebiliğin verildiği kimse görmedim. Verilmiş de bilmemiş olabilirim ki, bu ihtimal dışı değildir. Allah Teâlâ’nın velîlerinden sayıca bilinemeyecek kadarıyla karşılaştım. Kendi­ne özgü özel şeriatla sınırlanmış nebiliğin verildiği kimselere gelirsek, bugün yeryüzünde onlardan kimse bulunmaz. Onları vakıa -ki mübeşşirat (doğru rüya) demektirdışında kimse göremez. Şeriat ile sınırlanmış nebîliğin verildiği kimselerden zamanımızda İlyas -ki resul­lerdendir* İdris ve İsa vardır. Hızır hakkında ise nebîlik ve velîlik ara­sında görüş ayrılığı vardır. Bir kısmına göre nebî, bir kısmına göre velîdir.

ELLİ DÖRDÜNCÜ SORU

Velîlerden Sezgi Sahiplerinin Hâzineleri Nerededir? Cevap:

Onların ilahi mertebelerden olan hâzineleri, Hakkın mertebesin­dedir. ilahi mazharlarda ise gözün gördüğü ya da genel olarak susan ve konuşan kimselerin bazı duyularının iliştiği mazharlardadır.

Konuşanda bana ilham eder, sonra susanda

Önce gözlerin gamzesi, sonra kaşların çatılması (şeklinde ilham eder)

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle der: ‘İmam Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ dediğinde ‘Rabbimiz! Hamd sanadır’ deyiniz. Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ demiştir.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın yaratıkla­rıyla konuşmasıdır. Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’nın sözünü duyana kadar onu kom­şu edin440 diyerek bedeviyle Peygamberinin diliyle konuşmuştur. Çün­kü Peygamber ona Kur’an okuyan kişidir. Kur’an ise Allah Teâlâ kelamıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlara Rablerinden hâdis bir söz geldiğinde.. ,’441 Çünkü bu söz gerçekte Allah Teâlâ kelamı olmak yönünden kadim olsa bile, onların nezdinde hadistir (sonradan meydana gelmiş). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ömer hakkında şöyle demiştir: ‘Bu ümmette sezgi sahiplerinden birisi varsa, o da Ömer’dir.’ Burada, Allah Teâlâ’nın nebî ve resullere değil, velîlere olan ilhamını kastediyorum. Mertebelerin değişmesiyle zevkler de değişir. Biz, iddia ettiğimizde bizim adımıza yadırganmayacak hususlardan ko­nuşabiliriz. Çünkü velîlik kapısı açıktır. Bu nedenle Tirmizî, velîlerden sezgi sahiplerinin hâzinelerini sormuştur.

Sezgi sahiplerinin en yetkini, ilham ettiği şeyi ‘Allah Teâlâ’dan anlayan’ kimsedir. Burada anlaşılan, (ilham edilen) her şeydir. Onlar, mutlak anlamda Haktan duyanlardır (sema-i mutlak). Duyduklarında olumlu karşüık verirlerse, o ilham (hadîs); Hakka Hakk ile karşılık verirlerse, muhadesedir (karşılıklı konuşma). Onun sözünü O’nun vasıtasıyla du­yarlarsa, bu, onlar hakkında bir ilham değil, hitap ya da kelamdır. Hakikatier ehli, (sonradan olmuşluk anlamı taşıyan) muhadeseyi imkânsız görürken, münâcâtı imkânsız görmez. Çünkü Hakkın nezdinde hiçbir şey, sonradan meydana gelmez. Allah Teâlâ kullarından dilediğine ilham ederken onlardan hiç biri ona ilham vermez. Fakat O’na münâcât eder ve ‘gece sohbeti yapar (müsamere).’ Örnek olarak teheccüd namazı kı­lanların ‘müsamere ehli’ olmasını verebiliriz. Âlem, (Hakk ile değil) kendileriyle duyduklarında, velîlerden sezgi sahiplerinin hâzineleridir. Sezgi sahipleri ise, velîler makamlarında en düşük derecededir. Onlar, yüce mertebede sıradan insanlar arasındadır, çünkü onların bilgileri, zevkten kaynaklanmaz. Bu, nakil bilgileri ya da fikir bilgilerinden iba­rettir.

Allah Teâlâ’nın susanlardaki konuşması, şekilci bilginlerin avamına göre ‘hal’ konuşmasıdır. Yani susanın halinden şu veya bu arılaşılır. Öyle ki, konuştuğunda kendisinden anlaşılan şeyi söylerdi. Sûfıler, bu konuda şöyle der: ‘Yeryüzü kazığa beni niçin yarıyorsun (içime giriyorsun) demiş. Kazık ise, ‘beni hareket ettirene sor’ demiştir.’ İşte bu, onlara göre, hal ilhamıdır. Onlar, ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder5442 ayetini de bu anlamda yorumlamıştır. Başka bir ayet ise ‘Biz emaneti dağlara, göğe sunduk, onlar bunu yüklenmekten çekindi443 ayetidir. Burada, çekin­me hal çekinmesidir. Keşf ehli ise, cansız (donuk), bitki ve hayvan: her şeyin konuşmasmı -hayalde değilduyu âleminde kulakla sınırlanan bir duymayla işitirler. Tıpkı konuşan insanların sözünü de ya da seslileri­nin sesini kulakla duydukları gibi. O halde, bize göre varlıkta susan bir şey yoktur. Her şey, Allah Teâlâ’ya övgüyü söyler. Aynı şekilde, bize göre var­lıkta kendisi açısından konuşan da yoktur. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, söz sahibi değil, susandır. Şu var ki bir şey mazhar haline geldiğinde, konuşma zuhur edene aittir. Deriler şöyle diyecektir: ‘Bizi her şeyi ko­nuşturan Allah Teâlâ konuşturdu.’ Öyleyse, zâhirde söz esas iken susma per­deli hakkında ortaya çıkan geçici bir durumdur. Dış varlıklar, için sus­ma asildir. Duyulan söz ise perdelinin hakkında ortaya çıkan geçici bir durumdur. Hakikat ehli harf ve ses (vasıtasıyla sesleri) duyanları mazeredi sayar. Ses ve harfi reddedenler için de bir mazeret vardır.

Seksen dördüncü kısım sona erdi, onu elli beşinci ‘sezgi nedir’ so­rusu ile seksen beşinci kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar