Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] KIRKINCI KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 

 

Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL-VASIL

İmam Fatiha’yı Bitirdiğinde ‘Amin’ der mi, demez mi?

Bilginler, bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, demek gerektiğini, bazı bilginler ise denilmeyeceğini iddia etmiştir.

Bu konudaki batınî değerlendirme şudur: İnsan kendisini kendisi­ne yabancılaştırırsa, nefsine yabancı gibi hitap eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Biz insanı yarattık, nefsinin ona fısıldadığı şeyi biliriz*13 Bu durum, her insa­nın yaratılışının gereği olarak, zevkle bildiği bir durumdur. Allah Teâlâ’nın peygamberi ise sorumlu insana şöyle der: ‘Nefsinin üzerinde hakkı var-. dır.’ Bu ifadede nefsi kendisine izafe etti. Halbuki hiçbir şey kendisine izafe edilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, nefsi insandan başka sayıp onun in­sandan istediği bir hakkı ortaya koymuştur.

Okuyan insan ise, Fatiha’yı bitirdiğinde nefsinin ‘amin’ demesi ge­rektiği gibi okuyan nefs ise, bu kez insanın ‘amin’demesi gerekir. İnsan hakikati bakımından tek, güçleri bakımından çoktur. Bu durumu ‘onla­rın bir kısmı kendisine zulüm eder3*1* ayeti desteklediği gibi intihar eden hakkında söylenen ‘Kulum nefsiyle benimle mücadele etmiştir’ ifadesi de destekler.

Bu müşahede mertebesinde bulunan kişi, imamın ve yalnız başına kılanın ‘amin’ demesi gerektiğini kabul eder. İmamın tek bir varlık ol­duğunu ya da onun ‘benimle duyar, benimle görür, benimle konuşur’ kutsi hadisinde belirtildiği gibi Rabbi.vasıtasıyla okuduğunu kabul eden

kimse ise, imamın ‘amin’ demeyeceğini kabul eder. Bicaye’li Şeyh Ebu Medyen, bu makama işaret ederken şöyle derdi: ‘Gördüğüm her şey üzerinde Be yazılıydı.’ Söz konusu Be, iyelik Be’si diye isimlendirilir.

O halde ‘amin’ demek, her halükarda daha uygundur. Çünkü yü­kümlü dua ettiğinde, kendisiyle başlamalıdır. ‘Amin’ demek, bir duadır. Anlamı şudur: ‘Allah Teâlâ’m! İyiliğe ve senden istediğimiz şeye inandık.’ in­san, halinin ve müşahedesinin gereğine göre hareket eder. Güvenilir bir hadiste, ‘imam amin dediğinde, siz de amin deyiniz’ buyrulur. Başka bir hadiste ise ‘İmam, sapkınların yoluna değil’ dediğinde, siz de ‘amin’ de­yin’ buyrulur.

FASIL-VASIL

İmam Ne Zaman Tekbir Alır?

Bazı bilginlere, imam kamet tamamlanıp saflar düzenlendikten sonra tekbir alır, bazı bilginlere göre ise kamet tamamlanmadan önce, bazılarına göre de müezzin ‘namaz başladı’ dedikten sonra tekbir alma­lıdır. Bana göre imam serbesttir.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Kamet Allah Teâlâ’nın önünde ayakta durmak içindir. Çünkü müezzin ‘haydin namaza der!’ Safların düzelme­si, Allah Teâlâ katında meleklerin saflarına benzer. O melekler, ‘sa/ saf duran­lar415 ayetinde Allah Teâlâ’nın üzerlerine yemin ettiği kimselerdir. Kamet, aynı zamanda adaletin sağlanmasına işaret eder. Çünkü insan, ruhuyla birlik­te Allah Teâlâ’nın bu bedeni idare etmek için görevlendirdiği bir hükümdardır. Allah Teâlâ, ‘emin belde’ ayetinde buna işaret etmiştir. Çünkü insan, tıpkı ‘şehirlerin anası Mekke’ ya da ‘kitabın anası Fatiha suresi’ gibi, ‘toplayıcı ana’dır. Muhatabı ‘organlar bütünü’ olan ibadetlerde adaleti ve dengeyi sağlamak için hükümlerin farz kılınması kaçınılmazdır. Binaenaleyh, zâhir ve bâtm bakımından himmetlerin bu konuda toplanması zorun­ludur.

Böyle düşünen kimse, kametten ve saflar düzenlendikten sonra tekbir getirmeyi kabul eder, Bu durumda adeta şöyle der: Allah Teâlâ her du­rumu ve yönü mutlak olarak kuşattığı için, O’nun tekbiri böyle bir nite­likle sınırlanmayacak kadar büyüktür. Çünkü O ‘her şeye yaratılışını vermiştir.’ Ayrıca O, ‘dosdoğru yol üzerindedir.’ Allah Teâlâ, kullarını özel yol üzerinde yürümekle sorumlu tutunca, olara şunu belirtti: O yola gi­ren kişi mutlu, ondan sapan bedbaht olur. -

İyiliklere koşmayı ve [namazda Hakk ile] konuşmada acele etmeyi dikkate alan bilgin, kamette ‘haydin namaza’ ifadesini duyduğunda tek­bir getirir. Bunu yapmak için ise, ‘yerleşik’ olmak gerekir. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ denilmeden bunu yapamaz. Bundan sonra tekbir ge­tirir. Bu nedenle ‘tekbir ile kamete koşar’ dedik. Söz konusu olan, mü­ezzinin ‘namaz başladı’ demesidir. İmam tekbir getirirken geçmiş za­man fiili kullandığı için, ‘namaz başladı’ ifadesinde müezzini doğrula­mış olur, insan, namazını böylece ‘doğruluk’ direği üzerine kurar ve ‘kudretli hükümdarın katında’ ‘cennederde ve nehirlerde’ ‘doğruluk makamında’ sevap elde eder. Başka bir ifadeyle, geniş ve yaygm ilimle­rin örtüleri içerisinde. Bu konuda hangi benzetmeyi kullansan, başkası gelir. Çünkü nehir, sürekli örnekler getirmeyi sürdürür.

Namaz, insanın ayakta duruşunu sağlayan acbü’z-zeneb [kuyruk sokumu] gibi, ihram tekbiriyle başlar. Müezzin, imam tekbir getirmez­den ‘namaz başladı’ derse, doğru söylememiş ve daha önce konuşmuş olur. Zevk ve sır ilimleri ise, sözde öne geçmeyi kaldırmaz. Çünkü bu ilim, hakikate ve keşfe göre davranır. İnsanın cam onun elinde değildir. Müezzin ‘namaz başladı’ derken imam tekbir getirmeden ölürse, hiç kuşkusuz [müezzini] yalanlayıcı olarak öldüğünü biliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘insan namazı beklediği sürece namazdadır’ demesi de ona bir ya­rar sağlamaz. Çünkü böyle bir durumda biz, ‘beklenen namazda’ bulu­nuruz.

Hiç kuşkusuz arifler, bütün hareket ve duruşlarında sürekli namaz ve [Hakk ile] konuşma halindedir. Fakat burada istenilen, ihram tekbi­rinden selama ve bütün diğer unsurları eksiksiz bir şekilde yapılmasıyla emredilmiş namazı kılmaktır. Böylece namaz, bilhassa Rabbi vasıtasıyla onu kılanda, gözle görünebilecek şekilde düzgün kılınır. Rabbi vasıta­sıyla kıldığında ise, namaz en yetkin şekilde ortaya çıkar ve nefsin onda payı kalmaz. Böyle bir namaz, yaratılmışa değil, Hakka nispet edilebile­cek bir namazdır.

Müezzinin ya da kendisinin okuduğu kameti namazın parçası sayan kimse, kametten sonra tekbir getirir. Böylece kamet ile namaz -müezzin ile değilkendi başına kamet getiren kişi için ortak olur. Çünkü bu es­nada ayrım yoktur. Bu durumda ona göre namazın ilk unsuru, kametin yerine getirilmesidir. Şu var ki bunun böyle olması, müezzin ve imamın (nefislerinden ‘fani’ oldukları ölçüde Rabbleri vasıtasıyla hareket etme­lerine bağlıdır. Bu durumda namaz ilahi bir yapı kazanır. Fakat görü­nüşte tek birinin gücüne kavuşamaz. Çünkü iki şahıstan her birinin mi­zacı diğerinden farklıdır. Hakk ise, sadece tecelligahın durumuna göre tecelli eder.

Her durumda sırrını Rabbinin önünde ayakta tutan bir kul, her ha­linde namaz kılmaktadır. Şekilci bilginler arasında görüş ayrılığı çıkan bu vakitlerin hangisinde tekbir getirilirse getirsin, doğru yapmış olur. Çünkü namaz başlamıştır ve Allah Teâlâ müçtehidin hükmüyle bizi sorumlu tutmuştur. ‘Namaz başladı’, kamette bü Hakk özgü olmayan hallerde kullandığı için organlara içinde bulunduğu bir halden başka bir Hakk çıkmakla ruha, yani bütüne yönelik bir haldir. Yani ‘namaza yönel’ de­mektir. Namazdaysan bu durumda ‘namazlarında daimi ve namazlarını sürekli kılanlardan ol’ demektir.

FASIL-VASIL

imam Takıldığında Hatırlatma

Bilginler, imam şaşırdığında hatırlatma yapılıp yapılmayacağı hu­susunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler bunun yapılabilece­ğini, bazı bilginler yapılamayacağını ve imam şaşırdığında rükûya git­mesi gerektiğini savunmuştur. Bazı bilginler, imam yardım istediğinde hatırlatma yapılabileceğini söylemiştir. Bazı bilginler, sadece Fatiha’da hatırlatma yapılabileceğini söylemiştir. Bu görüşe göre zammı surede hatırlatma yapan kimsenin namazı bozulur.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: ‘ilk düşünce’yi kabul eden, imama hatırlama yapılamayacağını kabul etmiştir. Vakti ya da nefesleri gözet­meyi esas alan kimse de, böyle düşünür. İlk gelen düşünceyi benimse­yen ve bu düşünceye uyup hükmü ona bırakan ise, bir süre ya da belli ayeder okumaya başlayıp şaşırdığında onun niyetiendiği şeyi tamamla­ması gerekir. Bu nedenle cemaatten yardım ister, cemaat de ona yardım edip şaşırdığında hatırlatılır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namazda şaşırdığında, Kur'an-ı Kerîm hafızı olan Ubey’e ‘niçin hatırlatmadın’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, birincil amaç olarak okumayı dikkate aldı ve onu tamamlamak istedi. Kulun namazda şaşırması, onun varlığına ilk kanıttır. ‘Onun varlığı’ derken, bu varlığın sabit olmasını kastetmekteyim. Çünkü şaşırma Hakkın niteliklerinden değildir. [Nefsiyle değil de] Rabbiyle kıldığında ise, içinde olduğu Hakk ve vakte göre Hakk ile beraber olup geçmiş veya geleceğe bakmaması gerekir. Bu durumda ne hatırlatma ister ne kendisine hatırlatılır. Bunun yerine Rabbi onunla konuşmasını bitirdiğinde, rükûya gider ve bu, onun Kur'an-ı Kerîm’den kolayına gelen sureyi okuması demektir. Allah Teâlâ ‘Kuran'dan kolayına geleni oku,46 demiş, o da bunu yapmıştır. Öyley­se, namazda bir yaratılmışa ait sayılabilecek bir iz olmamalıdır. Bu, Ali b. Ebu Talib’in görüşüdür. Gaiz olma ise, İbn Ömer’in görüşüdür.

FASIL-VASIL

Namazda İmamın Yeri

Bilginler, namazda imamın yeri hususunda görüş ayrılığına düş­müştür. Bazı bilginler, imamın yerinin cemaatinkinden yüksek olabile­ceğini kabul etmişken, bazı bilginler bunu caiz görmemiştir. Bazı bil­ginler ise, biraz yüksek olmasını müstehap saymıştır. Bizim görüşümüz ise, bu görüşlerden her birinin caiz olduğudur. Fakat tam olarak kendir sine uyulabilmesi için imamın yerinin yüksek olması daha uygundur.

Konunun bâtınî yorumu şudur: Şeyler arasında ilişki olması, ol­mamasından daha üstündür. İmamlık mertebesi cemaatin mertebesin­den daha üstündür. Bu mertebede üstün ve daha üstün [derecelenmesinin] bulunup [imamın] bulunduğu yerin de daha üstün olması gerekir, çünkü o, uyulma makamındadır. Öyleyse imamın cemaatten daha üs­tün olması bir zorunluluktur. Çünkü o, cemaatin [uyacağı] bir yerdir ve bu nedenle imam diye isimlendirildi.

imamın birbirinden farklı ikişer hali vardır: Birinci ikili, imamın aynı anda imam ve cemaat olmasıdır. Bu durumda, pek çok cemaat kendisine uyar ve o da cemaattir. Secdesinde, rükûsunda ve bütün fille­rinde cemaat kendisine uyar. Bu balcımdan imamdır. Diğer iki hal ise, namaz kılan diye isimlendirilmesini sağlayan haldir. Bu durumda o Rabbiyle beraberdir. Bu durumda o, başkasına da imamdır. Dolayısıyla başka bir hali daha vardır.

İmamın ‘namaz lalan’ olduğunu dikkate alanlar, sayıları çok bile ol­sa imamın namaz kılan insanlardan yüksekte durmasını caiz görmez. Çünkü imamdan safların sonuncusuna kadar hepsi, birbirinin imamıdır. Onun ‘imam’ olduğunu dikkate alan ise, yerinin cemaatin yerinden yüksek olmasını uygun görür. Öyleyse herkes, kendi görüşüne göre ha­reket eder.

FASIL-VASIL

İmamın İmamlığa Niyeti

Bilginler, imamın imamlığa niyet edip etmemesi gerektiği konu­sunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler niyetin vacip olduğu­nu, bazı bilginler ise olmadığını ileri sürmüştür. Ben de bu görüşteyim. İmamın niyet etmesi ise daha uygundur.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Namaz lcılan kişinin başkasıyla değil, Rabbiyle meşgul olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ namazı kendisiyle kulu arasmda ikiye ayırmıştır. Dolayısıyla imamlığa niyet etmek gerek­mez. Hadisin devamında geçen Fatiha suresini okumakla ilgili açıkla­malara bakmaksızın ‘namazı kendim ile kulum arasmda ikiye böldüm’ ifadesini dikkate alan kimse, imam ya da cemaati gözetmeyi bu ifadeye katar. Çünkü namaz ‘benimle kulum arasında İlciye bölünmüştür.’ imam ‘bana yönelmeye niyet ettiği gibi kıbleye yönelmeye de niyet eder.’ Başka bir ifadeyle, bu ibadet ile bana yaklaşmaya niyet ederken, aynı zamanda cemaate imam olmaya da niyet eder. Cemaat ise, bu ni­yetle bana yaklaşmaya niyet ederken aynı zamanda imama uymaya da niyet eder. Herkes, kendisi için gerçekleşen ve Hakk ile konuşurken Hakkın kendisine gösterdiği şeye göre namaz kılar.

FASIL-VASIL

Cemaatin İmam Karşısındaki Yeri

Cemaat bir ya da iki ya da ikiden fazla olabileceği gibi bir erkek, iki erkek ya da bir kadın veya çocuk olabilir. Cemaat yetişkin bir erkek ise, imam onu sağına yerleştirir; bir çocuk ise, erkekte olduğu gibi sağına yerleştirir. Zayıf bir görüşe göre, erkekten farklı bir hüküm taşıması için soluna yerleştirir. Cemaat iki erkek ise, birini sağma, diğerini solu­na yerleştirebileceği gibi dilerse ardına yerleştirebilir. Cemaat bir erkek ve bir çocuk ise, onların durumu iki erkeğin durumu gibidir. Cemaat bir kadın ise, imamın arkasında bulunur. Beraberinde bir erkek varsa, erkek imamın sağında, kadın arkasında durur. Cemaat birden fazla olup içlerinde kadın varsa, erkekler imamın arkasına, kadın veya kadınlar ise erkek cemaatin arkasmda durur.

Konunun bâtınî yorumu şöyledir: Hadislerde Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmak teşvik edilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ size ya­saklarken, O sizden faiz almaz.’ Hakk kendisini nitelediği her nitelilde ni­telenmeye bizi teşvik etmiştir. [İlahi huylarla] Ahlâklanmak, uymak ve imam olmanın anlamı budur. Bu imamlık, işte budur. Dolayısıyla ger­çekte imam Allah Teâlâ, cemaat ise yaratıklardır.

İmam, bir olması halamından yalnız olarak kendisine bakabileceği -bu durum, kendisine özgü ve sayesinde her şeyden farklılaştığı yöndürya da Hakk karşısında çift olmak bakımından kendisine bakar ya da tek­liği (ferdiyet) bakımından Hakk karşısında kendisine bakar. Söz konusu ferdiyet, yani teklik, üçtür. Başka bir ifadeyle İkincinin üçüncüsüdür. Ya da, başkası kâmil olduğu gibi kendisinin kamil olmayışı bakımından kendisine bakar. Ya da, doğasına yönelen olması bakımından Hakk kar­şısında kendisine bakar. Bu da, yönelmek, meyletmek anlamındaki saba’dan türetilmiş sabi, çocuk demektir. Ya da, aklı bakımından değil, doğasına yönelen olması bakımından Hakk karşısında kendisine bakar. Bu durumda ise, kadın gibidir. Kadın iken doğasıyla beraber aklına sa­hiptir.

Bütün bu hallerde Hakk, imamdır. Sağ yön, güce aittir. Allah Teâlâ’nın her iki eli de sağ eldir. Başka bir ifadeyle, sağ el Hakka yakınlığa, insanın güç ve kuvvetinin düşmesini ifade eder. Arka ise, uymak ve tabi olmak demektir.

Ey namaz lalan kişi! Zikrettiklerimizden hangi halle namaz kıldığı­na iyice bak ve imamın karşısında belirttiğimiz yerlerden birinde dura­rak namazını kıl! Böyle yaptığında, emredilmiş namazı tamamlamış olursun. Böylece, gördüğün Hakk olduğu gibi imamın da Hakk olur. Hakkı görmen ve senin imamın olması ise, akıl kanıtının kendisini gös­terdiği yönden değil, Şari’nin nitelediği yöndendir. Akıl kanıtının gös­terdiği yönden olsaydı, aklına, inancına ve ameline göre bir dindarlık sahibi olurdun. Bunu yapmazsan, düşüncen ve teorik aldın bakımından aklın katıştığı ölçüde ibadetin eksik kalır.

FASIL-VASIL

Tek Başına Safın Arkasında Namaz Kılan Kişi

Bilginler, birinci safta olmanın teşvik edilip mendup sayıldığında görüş birliğine varmıştır. Bazı istisnalar dışında ise, saffi düzenlemek ve sıkıştırmak hususunda da görüş birliğine varmışlardır. Bazı bilginler, birinci safa yetişebildiği halde onda namaz kılmayanın namazının geçer­siz olacağını iddia etmiştir. Aynı şekilde, saflar düzeltilmediğinde de namazın geçersiz olacağı iddia edilmiştir. Hal böyle iken, bazı bilginler bunu mendup, bazı bilginler vacip anlamında yorumlamıştır. Safları düzenlemeyi vacip saymak, daha önce belirttiğimiz gibi, bu nitelikten yoksun kaldığında namazın ‘geçersiz’ olması demektir. Benim görüşüm ise, saflar düzenli olmadığında cemaat günahkâr olsa bile, namazın ge­çerli olduğudur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in birinci safta namaz kılmayı teşvik ettiği ve birin­ci safla ilgili şöyle dediği aktarılır: ‘[Melekler safa gelir] Birinci safa gelir ve yerleşecek yer bulamazlar...’ Saffin düzenlenmesine gelirsek, insanlar Hakk karşısında tek bir halde olmaya davet edilmiştir ki, o da namazdır. Allah Teâlâ bu davette kullarını bir tutmuştur. Öyleyse, davet edildikleri şeye yöneldiklerinde namazdaki durumları da ‘safları düzlemek’ olmalıdır. Çünkü çağıran [Hakk], içlerinden birini özel olarak değil, eşit ölçüde cemaat olmak yönünden kendileriyle konuşmak için cemaati çağırmış­tır. Dolayısıyla cemaat, safta eşit ve dengeli bir şekilde bulunmalıdır. Ne bir kimse safın arkasında ne safın eğilmesine yol açacak şekilde önünde bulunmalıdır. Çünkü onlar bu balcımdan sorumlu olacaktır.

İnsanların gönülleri ve himmetleri, namaz kılarken Allah Teâlâ’ya yönelme ve kendilerini çağırdığı bu ibadeti sırf Allah Teâlâ’ya adama duygusunda eşit olması gerekir. Allah Teâlâ cemaate ihsan etmek istediği şeylerle içlerinden birini konuşmak için seçip onu imam diye isimlendirdi. Başka bir ifa­deyle, onu cemaade kendisi arasında Rabblerine yönelmiş bir tercüman yapmıştır. Bu nedenle cemaatin susup imam vasıtasıyla Efendilerinden kendilerine gelecek şeyleri beklemeleri gerekir. Yine bu nedenle Cabir hadisinde imamın okumasının cemaat adına yeterli olduğu zikredildi. Çünkü Hakk, kendisiyle konuşmak için imamı öne geçirdi. Dolayısıyla imam cemaatin vekili olup şeriat da yapması gerekli her işte imama uymayı farz kıldığı için, cemaatin susup namazda imamın yaptığı her şeye uyması vacip oldu.

Safları sıkıştırmak, başından sonuna kadar saftaki insanlar arasında hiçbir boşluk kalmaması demektir. Safı sıkıştırmanın hedefi, şeytanların saftaki boşlukları dolduracak olmalarıdır. Namaz talanlar, Allah Teâlâ’ya yakın­lık yerindedir. Dolayısıyla birbirlerinden uzaklaşmalarına sebep olacak şekilde, namaz kılanların aralarında boşluk bulunmaması gerekir. Boş­luk olursa, bu durum, aralarındaki ilişkinin davet edildikleri Hakka yak­laşmanın zıddı olmasına yol açar. Bu boşluk ve aralıklara ise, namaz sa­fında iki adam arasındaki ‘uzaklık’ ile ilişkisi nedeniyle Allah Teâlâ’dan uzak olanlar [şeytan: Allah Teâlâ’dan uzak olan] sızar. Böylece saftaki bu boşluk ve gediği dolduran şeytanın Allah Teâlâ’dan uzaklığı ölçüsünde, namaz kılan Allah Teâlâ’ya yaklaşmak rahmetinden eksik kalır. Omuzlar birbirine bitiştirilip boşluklar doldurulduğunda ise, Allah Teâlâ’dan uzaklık yerleşecek bir yer bu­lamaz. Çünkü artık şeytan -ki o, Allah Teâlâ’dan uzaklığın bulunduğu yerdirburada değildir.

Şeytanlar, safın boşluklarıyla sevinir ve Allah Teâlâ’nın namaz kılanlara verdiği rahmetinin kapsamını görerek o boşluklara girer. Namaz kılan­lara dönük ihsan rahmetinden bir miktar ‘komşuluk’ etkisiyle kendileri­ne de ulaşsın diye, o boşluklara sıkışırlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ katında uzak kimseler olduklarını bilirler. Söz konusu şeytanlar, namazda vesve­se veren şeytanlar değildir. Çünkü, vesvese verenlerin yeri [saflar değil] kalplerdir. Dolayısıyla onlar, meleklerle birlikte kalplerin kapılarında bulunur. Nefse [vesvese] aktarır, kalbi çağrıldığı işten alıkoyacak dü­şüncelerle oyalar. Şeytanın* nefse aktardığı düşüncelerden biri de, saf ar­kadaşıyla arasındaki gediği gidermemektir.

Bunun iki yönü vardır. Birincisi, namaz kılanın emre itaatsizlik özelliği kazanmasını sağlamaktır. Bu özellik, onu Allah Teâlâ’dan uzaklaşmaya sevk eder. Çünkü şeytanın Allah Teâlâ’dan uzaklaşma nedeni, Allah Teâlâ’nın emrine itaatsizliğidir, ikinci yön ise, onların şeytan arkadaşlarıyla ilgilidir. Söz konusu şeytanlar bu gedikleri doldurup namaz kılanların rahmetine ulaşmak ister. Bu nedenle imam Rabbiyle konuştuğu gibi Rabbi de onunla konuşur. Bu nedenle, namazdaki konuşma çoğul ifadeyle ifade edilmiş ve duada imam kendisini cemaatten ayırmamıştır. Çünkü imam cemaatin dilidir.

Keşif sahibi, bütün bunları görür ve Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şey­leri imam vasıtasıyla aldığını görür, imamın davet edildiği işte Allah Teâlâ karşısında huzur [bilinç] sahibi olup olmaması birdir. Böyle bir cemaat, Allah Teâlâ’nın verdiğini Allah Teâlâ’dan aldığı gibi imam da öyle bir cemaat nede­niyle mutlu olur. Keşif sahibi olmadığı gibi namazda [Hakk karşısında bulunduğunun] bilincinden yoksun bir cemaat bilinçlilikte imamla bir olduğunda, imam saptırıcı biri olur. Cemaat Allah Teâlâ karşısında huzur sa­hibi, imam ise öyle değilse, sadece imam saptırıcıdır. Buna rağmen imam mutlu olursa, bunun nedeni arkasındaki cemaattir. Sadece imam bilinçli ve cemaatin kalpleri ise gafil ise, imam bütün cemaate şefaat eder. Çünkü imam, cemaatte amaçlanan kişidir ve amaç gerçekleşmiştir.

Bu nedenle imamın, bilgileri az olsa bile dindar ve iyilik sahiple­rinden ve Allah Teâlâ ile meşgul olanlardan seçilmesi uygundur. Söz konusu [bilgisi az] kimseler, gafil bilginlerden imamlığa daha uygun kimseler­dir. Çünkü namaz kılandan istenilen şey, Allah Teâlâ karşısında bulunduğu­nun farkında olmaktır. Dolayısıyla namaz kılan kişi, bu bakımdan bilgi­ye gerek duymaz. Bunun yerine, Rabbinin karşısında bilinçle durup Allah Teâlâ’nın sözlerinden kolayına geleni okuyarak O’nunla konuştuğunu bil­mesi yeterlidir. Bu nedenle bilgisindeki eksiklik, önemsenmez. Namaz kılan kişi Hakk ile konuşurken alışveriş, boşanma ve evlenme gibi işlerini düşünürse, namazından habersiz kalan kişiyle arasında hiçbir fark kal­maz. İnsan, kendisini çağırdığı özel bir ibadette önünde ve huzumnda bulunması bakımından Allah Teâlâ ile beraber olabilir. Bu haldeyken dışta kendisine yasaklanmış her şey içinden de yasaklanmıştır. Bu bağlamda yüzüyle kendisini kıbleden çıkaracak bir yöne yönelemeyeceği gibi kal­biyle de konuştuğu Allah Teâlâ’dan başkasına bakamaz. Diliyle Rabbinin sö­zünden ya da Allah Teâlâ’nın belirlediği zikrinden başkasıyla ilgilenemeyip namazda beşeri bir söz söyleyemeyeceği gibi içinden de aile, çocuk, kardeş ya da hükümdar gibi yediği, içtiği ya da konuştuğu kimselerle ya da kendi kendine konuşmanın geçmesi de yasaktır. Bu nedenle, imam­da bilginin çok olması bir şart değildir. Amaç, bu Hakk uygun bir du­rumun bulunmasıdır. Dindarlık, hallerini gözetmek ve Allah Teâlâ’dan utan­mak gibi Hakk sahip bir kimse aynı zamanda bilgisi çok, derin ve efendi biriyse, imamlığa geçirilmesi daha uygundur. Çünkü böyle bir insan, bu halde olmayandan daha üstündür.

Namazda saf tutmanın emredilmesinin nedeni, insana o korkunç yerde, kıyamet günü Allah Teâlâ’nın önünde duruşunu hatırlatmaktır. O gün­de şefaat edecek peygamberler, müminler ve melekler, safların önüne geçen namazdaki imamlara benzer. Burada safta imama uyan bir şahıs, kıyamet günü safların imamı olabileceği gibi dünyada kendisine namaz kıldıran imamı da orada kendisine uyabilir. Böyle bir imama yazıklar olsun!

Namaz kılanların saflan, Allah Teâlâ karşısında meleklerin saflarına ben­zer. Bir ayette Allah Teâlâ ‘melekler saf saf gelir417 buyurduğu gibi başka bir ayette ‘melekler saf saf durur, Rahman'ın izin verdiğinden başkası konuş­maz’418 buyrulur. İzin verilen melek, cemaatin vekilidir. Allah Teâlâ, safta sıra­lanmış melekler gibi saf tutmamızı emretti. Meleklerin -ki gök melekle­rini kast ediyoruzsafındaki bir boşluk olduğu var sayılsa, yine de şey­tanların oraya girmesi mümkün olmaz. Bu nedenle melekler, birbirleri­ne bitişiktir. Bu şekilde nurlar da namaz kılanların saflarına ulaşır ve on­ları kapsar. Namaz kılanların safında boşluk bulunup şeytanlar oraya girseydi, bu nurlar onları yakardı. İnsanlar, büyüle ziyaret günü Kesib’te de namazdaki gibi saf tutarlar.

Dünyada namaz kılarken safta bir gedik bulunup gücü yettiği halde bunu gidermeyen, kıyamet günü namazın bereketinden mahrum kalır. Gediği gidermeye güç yetiremeyene ise bereket ulaşır. İki insan arasm­da namaz kılan kişi, birine yanaşır, diğerini de kendisine doğru çeker ve kendisine çektiğinde görevini yapmıştır. Gelmezse, günah gelmeyenin üzerinedir. Yaklaştığı kişi ise, imama yakın olandır. Birinci safta bir ek­siklik bulunup namaz kılan onu görebilir ve onu gidermeye gücü yete­bilir. Bu durumda insan birinci safa gidip gediği kapatmazsa, bulundu­ğu safı sıkıştırması hiçbir yarar vermez. Çünkü görevi, birinci safı dü­zeltmektir, bilesin.

FASIL-VASIL

Safın Arkasında Yalnız Namaz Kılmak

Bilginler, safın arkasında yalnız namaz kılan kişi hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, namazının geçerli, bazıları ise geçerli olmadığı görüşündedir. Benim görüşüm ise şudur: Böyle bir insan, ya safa girmek için imkân bulur veya bulamaz. İmkân bulamazsa, safta bu­lunan bir adama işaret ederek onu kendisine katılmaya davet eder. Bu­nun yapmakla Allah Teâlâ katında elde edeceği ecri ve ödülü bilmediği için, saftaki adam kendisine katılmazsa o adamın namazı geçerlidir. Çünkü gücü yettiği kadar Allah Teâlâ’dan sakınmıştır ve bundan fazlasını yapamaz. Zikrettiklerimizden birini yapabildiği halde yapmazsa, namazı bozul­muştur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, safın arkasında yalnız başına namaz kı­lanın namazını yinelemesi gerektiğini bildirmiştir. Bu, Vabısa b. Mabed’in rivayet ettiği bir hadistir.

Meselenin nefsle ilgili yorumu şudur: Allah Teâlâ’ya yaklaştıran ibadeder, yalnız Allah Teâlâ katından öğrenilir. Aklın bu konuda herhangi bir şekilde etkisi ve hükmü yoktur. Şeriat bir kez bunları belirlediğinde ise, belirle­diği gibi kalırlar. Şeriatın Allah Teâlâ’ya yaklaştırıcı saymadığı bir şeyi ise, akıl yaklaştırıcı yapamaz. Sonra konumuza dönüp şöyle deriz:

Safa ulaşma gücü varken safın arkasında yalnız başına namaz kılan kişi, içtihat yapabilen biri ölabilir. Böyle bir müçtehit, namazı böyle kılmayı caiz görüp namazını geçerli sayabilecek şekilde bir içtihat etmiş­tir. Ya da, bu davranışı içtihada dayanmaz. Davranışı içtihada dayanır­sa, namazı geçerlidir. Kendi içtihadına dayanmadığı halde o konuda bir müçtehidi taklit ediyorsa, müçtehide sorduktan sonra namazı geçerlidir. Ne kendi içtihadından ne de bir müçtehide sorarak bunu yapmamışsa, namazı geçersizdir. Allah Teâlâ’ya yaklaştıran bütün dinî ibadetlerde durum böyledir.

Bu yönüyle [içtihada dayanıyorsa] imam cemaatin önünde tek ba­şına bir ‘saftayken namazı geçerli olduğu gibi safın arkasında yalnız ba­şına namaz kılanın namazı da geçerlidir. insanın hakikati [latife-i insaniyye] tek bir hakikattir. Bu hakikatin organlar gibi saf tutması ge­rekmediği gibi onların önünde olması da gerekmez. Çünkü söz konusu hakikat, bir yön ve cihet kabul etmez. Dolayısıyla, o tek başına namaz kılmıştır. İnsanın dışı ise bir cemaattir. Öyleyse insan kendi başına bir saftır. Çünkü her bir parçası ibadet ve namazla sorumludur ve parçalar birbirinden ayrılmaz. Binaenaleyh insan, tek bir saftır. Bir organı, na­mazla ilgili olmayan bir şeyle ilgilenirse, zatının safındaki bu ilgilenme ‘saftaki gedik’ gibidir.

Bâtınî yoruma gelirsek; insan namazı, bütünü [bedenin organları­nın bütünlüğü] bakımından safta, hakikati ve latifesi yönünden ise yal­nız kılmıştır. Çünkü insanın hakikati bir yerde bulunmadığı için yönleri kabul etmez. Bu yorum, insan hakikatinin mekânı olmadığını kabul edenlerin görüşüdür. Mekânlı olduğunu kabul eden ise, hakikati namaz kılanın zatına katar. Öyleyse bir safta ya da safta olmaksızın namaz kı­lan herkes, kendi zatının parçası olan bir safta namaz kılmıştır. Safın ar­kasında yalnız namaz kılmayı caiz görenler, bu yaklaşıma göre caiz görmüştür. Böylece bu konudaki görüşümüzü şeriatın ilkelerinin teyit ettiği bir yolla açıklamış olduk.

Namaz Kılmak İsteyip Kameti Duyan Erkek veya Kadın Namazı Kaçırmak Korkusuyla Camiye Koşarak Gitmeli midir? Gitmemeli midir?

Bazı bilginler, camiye koşmanın caiz olmadığını belirtmiştir. İnsa­nın vakar ve ağırbaşlılıkla camiye gelmesi gerekir. Ben de bu görüşte­yim. Bazı bilginler ise, iyilik hırsıyla koşmasının caiz olduğu görüşün­dedir. Bana göre koşmak mekruhtur.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: İyiliklere koşmak meşru olduğu gibi ağır başlılık ve vakar da dince emredilmiştir. Bunların birleştirilme­si ise, vakit girmezden önce iyiliklere koşmayı adet edinmiş olmakla gerçekleşir. Böylece insan, ağır başlılık ve vakarla camiye giderek, iyilik­lere koşmayla ağır başlılığı birleştirmiş olur.

Kul, sadece mubahlarla ilgilendiği için iyiliklere koşması emredildi. Herhangi bir mubahı işlememek halinde olan ise, her durumda iyilikte­dir. Bu nedenle, her iki durumu gösteren şey gelmiş ve şöyle denilmiş: ‘Rabbinizden olan mağfirete koşunuz.’419 Kastedilen, ibadettir ve ibadete koşan kimse, mağfirete koşmuş demektir. Başka bir halde ise, ‘iyiliklere koşanlar onlardır420 denilir. Burada zaman-mekân zarfı gelmişken diğe­rinde ismin -e hali gelmiştir. Çünkü iyiliklere koşmak onun yerini al­maz.

Burada başka bir yorum daha vardır. Mağfirete mazhar olmamız, onu gerektiren iyiliği yaptıktan sonra mümkün olabilir. Dolayısıyla biz, iyiliklerde mağfirete koşarız. O halde ‘kendisinde koşulan şey’ ‘kendisi­ne koşulandan’ başkadır.

Kul mubahtan başka bir şey yapıyorsa, ya mendup ya da vacip iş­lemektedir. insan mendup bir fiil yaparken vacip bir ibadetin vaktinin geldiğini hissetmişse, o vacibin ancak kendileriyle geçerli olabildiği se­bepleri yerine getirmekle mendup fiilini yaparken farza koşar. Burada koşmak, o vacibin geçerli olmasında şart olan fiillere koşmaktır.

Bir iyilik işlerken, cemaate gitmesi veya safı tamamlaması vacip olan bir kimseyi düşünelim. Böyle bir insan, söz gelişi namaza gelirken kameti duyar. Şari ise, ona mescide vakarla ve ağırbaşlı bir şekilde gel-


meşini emreder. Çünkü Hakk, hallerle sınırlanmaz ve namaza gelen ldşi, gelirken veya namazı beklerken namazdadır. Başka bir ifadeyle, bu ko­nuda iyiliğe koşmak zaten gerçekleşmiştir. Hareketle koşmak ise, saygı­sızlığa ve Hakkı sınırlamaya yol açar. Bu nedenle rükû ederken safa girmek için hareketlenen bir sahabeye -ki o Ebu Bekre’dir‘Allah Teâlâ hırsını artırsın, bir daha koşma’ demiştir. Yani, hızla hareket etme! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ senin koşmanı artırsın’ demedi. Zaten hırs, onun koşma­sını gerektirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, istenilenin iyiliğe karşı hırslı olmak ol­duğuna dikkatini çekmiştir. Allah Teâlâ’nın kuldan istediği şey, hızla yürümesi değil, iyiliğe dönük hırsıdır. Çünkü böyle bir davranış, Allah Teâlâ’yı sınırla­mak anlamına gelebilir. Halbuki Allah Teâlâ, her nerede olursa olsun kulla beraberdir. Geride kalmak nedeniyle başlangıçta tefrite kaçtın. Burada ise, hızlı davranmakla iyiliğe koşman gerekir. Anlatıldığına göre bir in­san, kırk sene boyunca mescitteyken namaz vakti girmiştir. Başka biri­nin ise, yıllarca imamla birlikte ihram tekbirini kaçırmadığı anlatılır.

‘Vakarla’ sözü ise, kulun Allah Teâlâ karşısında O’nun celalinin ve heybe­tinin layık olduğu davranışı ve utanma duygusunu taşımasına işaret eder. Çünkü bu haller, organlarda bir ağırlık meydana getirir ve Allah Teâlâ’nın emrettiği şeyleri yerine getirirken hareketlerine korku ve saygılı bir şekilde denge ve sağlamlık kazandırır. İstenilen ağırbaşlılık budur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘kalbi korksaydı organları da korkardı’ diye buyurur. Diğer bir ifadeyle, kalbinin korkusu diğer organlarına da nü­fuz ederdi. Çünkü ayaklarla koşmak, Allah Teâlâ ile değil Allah Teâlâ’dan dolayı himmeti koştuğu yöne bağlı kimseden meydana gelebilir.

Kulun himmetinin Allah Teâlâ’ya bağh olması gerekir. Bu durumda onun müşahede ettiği, Hakk olur. Böyle yapanın hali ise, heybet ve durağan­lıktır] ‘Sadece bir fısıltı duyulur.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sesler Rahman karşısında kesilir. Artık sadece sessizlik duyulur.’’421 er-Rahman ismi karşı­sında böyle sessizlik gerekiyorsa, kendisine ya da kendisiyle yürüdüğü ilahi ismin hangisi olduğunu bilmeyen ne yapabilir?

İçinde bulunduğu vaktindeki hali yürüdüğü ve yöneldiği şey olan kimse, koşmayı caiz görür. Bir insanın [içinde bulunduğu] hah yönel­diğini müşahede ise, koşmayı caiz görmez. Çünkü koşmak vakti zayi etmektir. Şari, vakte geleni gözetir. Namaza gelenin vakti, namazda amaçlanan şeyi görmektir. Bu nedenle, namaza gelirken vaktin hürme­tini büyütmek ve hakkını yerine getirmek için hızlı yürümek değil, ağırbaşlılık ve vakar gerekir.

FASIL-VASIL

Namazı Bekleyen Cemaat Ne Zaman Ayağa Kalkar

Bazı bilginler, cemaatin, kamet başladığında, bazı bilginler müez­zin ‘haydin namaza’ dediğinde, bazı bilginler ise, müezzin ‘haydin fela­ha’ dediğinde, bazı bilginler ise, imamın kalktığını gördüğünde ayağa kalkacağını söylemiştir. Bana göre en doğrusu budur. Bazı bilginler ise, bu konuda bir vakit belirlenmediğini söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘beni görünceye kadar ayağa kalkmayın’ buyurduğu rivayet edilir. Bu hadis sahih ise, onunla amel etmek ve onu göz ardı etmemek gerekir.

Bizim görüşümüze gelirsek, bu konudaki hadis sahih değilse kame­tin başlamasıyla namaza kalmak gerekir. Hadis sahih ise, peygamberin bu meseledeki hükmü kendisini beklemektir. Bu gün yaptığımız gibi değil, emrettiği gibi onu görmeden kalkmamız gerekir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşadığı dönemde bir emir yürürlükten kaldırılabilir ve başka bir hüküm yenilenebilirdi. Bu nedenle, peygamberin namaza çıktığı görününceye kadar müezzinin sözü nedeniyle ayağa kalkmamaları gereki­yordu. Peygamberi gördüklerinde ise, davet edildikleri şeyi ortadan kaldıran bir emir gelmediğini anlarlardı. Bugün ise böyle değildir. Çünkü namaza kalkma hükmü artık süreklidir. Bu nedenle insan müez­zinin kamet getirdiğini duyduğunda hemen ayağa kalkar. Müezzinin te­sadüfen şaşırıp onun imam olup kamet getirdiğini zannetse; imam ise, henüz namaza çıkmamışsa, ayağa kalkanın sorumluluğu yoktur. O, iyi­liğe koşanın ödülüne sahiptir ve imam namaza çıkıncaya kadar döner, mekânında oturur. Çünkü o, namazın hükmünün bekası konusunda kesin bir inanca sahiptir.

Konunun bâtını yorumu şudur: Namaz için kamet getiren kişi, Hakkın teşrifatçısıdır. O, kendilerini çağırdığı bu nitelik ve halle Allah Teâlâ’nın huzuruna girmeye davet eder. Allah Teâlâ, onlara bu nitelikle huzuruna girmeyi emretmiştir, onlar da daha önce belirttiğimiz gibi saygı, din­ginlik ve çağrıldıkları işle ilgili huzur içinde emri yerine getirmeye ko­şarlar. Ayrıca Kur’an-ı Kerîm okumak, zikir, tekbir, teşbih ve kendileri­ne belirlemiş olduğu belirli bir dua hususunda huzur sahibi olurlar. On­lar, belirlenen şeyi bu halde aşmaz. Selam vererek namazı tamamladık­larında ise, diledikleri şekilde dua ederler. Burada da Allah Teâlâ’nın razı olaca­ğı şeyle dua ederler. Onlar, bir müslümana beddua ya da akrabalığın kesilmesi hususunda beddua etmez.

FASIL-VASIL

İmamla Rükûyu Kaçırmak Korkusuyla Safın Arkasında İhram Tekbiri Alıp Namazda Safa Girecek Gibi Hareket Eden Kimsenin Durumu      

Bazı bilginler, bunu caiz görmüş, bazı bilginler bunu mekruh say­mıştır. Bazı bilginler ise, bu konuda cemaatle veya yalnız başına kılanı ayırt etmiş, yalnız başına kılan için mekruh, cemaat için caiz saymışlardır.

VASIL

Batınî Yorum

Rükû Allah Teâlâ karşısında boyun eğmek demektir. Allah Teâlâ’ya koşmak, daha uygundur. Şu var ki, kişinin rükû halinde yürüyüp safa girmesi, mekruh ya da caiz hükmüne konu olan bir durumdur. Saftaki gediği gidermeyi vacip sayan ya da safın arkasında namazı caiz görmeyen kim­se, bulunduğu durumdan safa girinceye kadar yürür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda Ebu Bekre’nin namazını geçersiz saymamış, ona dua etmiş ve bir daha öyle yapmamasını istemiştir. Buradan ise, kastedilenin mek­ruhluk olduğu anlaşılır.

, [Bu hadise karşı] ‘Belirli bir olay hakkındaki yargı’ denilirse, şöyle yanıt veririz: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘tekrarlamamak’ yasağı belirli bir olay hakkmda bir hükümdür. Çünkü Ebu Bekre’ye ‘tekrarlamamak’ emre­dildi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem başkasını ise engellememiştir. Fakat hal karinesiy­le, kastedilenin ne olursa olsun namaz lalan ya da namazında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine emrettiği gibi davranan kimse olduğunu anladık. Öyleyse namazı tamamlayan her şey, namazda yapılabilir. Bir takım meseleler bu konuyla ilgilidir ve bu esasa göre değerlendirilir. .

FASIL-VASIL

Cemaat İmama Hangi Konuda Uyar

Bilginler, Şari’nin belirlediği söz ve fiillerde cemaatin imama uy­masının zorunluluğunda herhangi bir görüş ayrılığına düşmemiştir. Bununla beraber, bilginler ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ ifadesinde gö­rüş ayrılığına düşmüştür. Bazı kimseler, cemaatin imamla beraber bunu söylemesinin zorunlu olmadığını, bazı kimseler ise söyleyebileceğini kabul etmiştir. Bana göre birinci görüş, bu konudaki hadis nedeniyle daha uygundur.

VASIL

Batınî Yorum

İmam, kendisine uyanlar hakkında Hakkın vekili konumuna yerleş­tirildiği için onun ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ demesi geçerlidir. İmam cemaat için Hakkın tercümanıdır. Onlara rükûlarında, teşbih ve okumalarında kendisini övdüklerinde Allah Teâlâ’nın böyle dediğini bildirir. Dolayısıyla imam, kendisini halife yapandan haber verir. Allah Teâlâ, imamı o durumda kendi yerine yerleştirmiş olsaydı, ‘beni öveni duydum’ de­mesi gerekirdi. Öyleyse ‘kendisini öveni Allah Teâlâ duydu’ demek, kulun varlığını ispat eder.

Bilindiği gibi, kul Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ’nın zatı bakımından değil, ilah olma­sı yönünden ibadet eder. Bu durum Rabia el-Adeviye’nin görüşünden farklıdır. Şöyle bir itiraz yöneltilebilir: ‘Allah Teâlâ eşi hakkında seninle müca­dele edenin sözünü duydu*12 -ki bu, Allah Teâlâ’nın peygamberine yönelik sözü­dür* ayetini nasıl değerlendireceğiz? Fakat ‘ben duydum’ demedi. Belki ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ ifadesi de bunun gibidir? Nereden bilebi­liriz ki? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ, kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ dediğine göre, bu da ayet gibi yorumlanamaz mı?

Buna şöyle yanıt verebiliriz: Ayet Cebrail’in Allah Teâlâ’nın böyle bir şey söylemesini emrettiğini bildiren bir ifade gibi görülebilir. Başka bir ifa­deyle ‘ey Cebrail Allah Teâlâ duydu, de’ şeklinde bir ifade olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘de ki, ben bir insanım*23 demesi emredildi.,Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem insandır, Hakk ise insan olamaz. Ayetlerde geçen bu gibi bütün ifadeler böyle değerlendirilebilir. Bunları zorunlu olarak Hakka ait say­dığında ise, kelam, özel bir mertebe yönünden Allah Teâlâ’ya ait olur. Bu özel mertebeyi zat diye ifade edebileceğin gibi ilahi isim diye de ifade edebi­lirsin.                                        ,

Allah Teâlâ el-Mütekellim [konuşan] olması bakımından ‘ey Muham­med! Allah Teâlâ duydu’ der. Burada Allah Teâlâ derken es-Semi ismi, O’nun duymasını bilmesi sayanlara göre ise el-Alim ismi kastedilir. Birinci yo­rum ise, Allah Teâlâ’nın duymasını ‘ne O ne O'ndan başka’ demlemeyen başka bir hakikat sayanların görüşüdür. Birinci ifadeye göre, O’nun duyması zatıdır. Allah Teâlâ’ya nispet edilen bütün niteliklerde durum böyledir.

Bütün bu yorumlara göre cemaat, ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ diyebilir. İmam hakkında bu ifade yer aldığında cemaat ya da yalnız ba­şına kılan için bunu söylemeyi yasaklayan bir ifade aktarılmamıştır. İn­san, zatının oluşturduğu bütünün imamıdır. Ondaki her bir parça Allah Teâlâ’yı över. Dili de, özellikle her şeyin Allah Teâlâ’nın övgüsünü teşbih ettiğini keşfeden olmak üzere, zatının diğer parçalarına Allah Teâlâ’nın kendisini öveni duyduğunu bildirir.

FASIL

İmamlık Yapmak

İmama uymak, cemaatin uyduğu konuda zâhirî ve bâtını (görünür ve görünmez) olarak imamın fiillerini bilmesiyle geçerli olabilir. İnsan­ların geneli ya da çoğunluğu, imamın sadece ayakta durmak, rükûya varmak, rükûdan kalkmak, secde etmek, oturmak, tekbir getirmek ve selam vermek gibi görülür hareketlerini bilir. Niyet ise, kalbin görül­mez bir amelidir, dolayısıyla cemaat onu bilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ, cemaati bilmediği konuda imama uymakla sorumlu tutmamıştır.

Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘İmam kendisine uyul­sun diye imamdır. O tekbir getirdiğinde siz de tekbir getiriniz. İmam tekbir almadan siz tekbir almayınız, rükûya gittiğinde siz de rükûya gi­diniz. İmam rükûya gitmeden rükûya gitmeyiniz. İmam ‘Allah Teâlâ kendisi­ni öveni duydu’ dediğinde ise ‘Allah Teâlâ’m! Rabbimiz! Övgü sana aittir’ deyiniz. Secde ettiğinde secde ediniz, imam secde etmeden secde etme­yiniz.’ Niyet ve cemaatin bilgisi dışında kalan konular buna dahil edil­memiş, duyuyla algılanan görülür fiiller zikredilmiştir. Bir namazın bir günde iki kez kılınamayacağı, kılınan iki namazdan birinin nafile namaz hükmünde olacağı belirtilmiştir. Böyle bir durumda cemaatin niyette imama uymayacağı nasla saptanmıştır.

Cemaat bu hadise, göre şöyle demelidir: ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duymuştur.’ Sonra şöyle der: ‘Rabbimiz övgü sana aittir.’ Bunun nede­ni, onun imamlığına uymaktır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin imam olduğu bir namazda şöyle söylediği rivayet edilir: ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu, Rabbimiz övgü sana aittir.’

FASIL

Oturanın Namazına Uymak

Bir mezhebe bağlı olan ya da olmayan bütün bilginler, sağlıklı ki­şinin tek başına ya da imam olduğunda farz namazı oturarak kılmasının geçerli olmadığında görüş birliğine varmış, oturarak namaz kılan hasta imamın arkasında sağlıklı bir insanın namaz kılması hususunda ise üç görüş ileri sürülmüştür. Bazı bilginler, oturarak namaz lalan imamın arkasında oturarak kılmak gerektiğini belirtmiştir ki, ben de bu görüş­teyim. Bazı bilginler, cemaatin oturarak kılan hasta imamın arkasında ayakta kılması gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise, oturarak kılan imamın [sağlıklılar için] imamlığının caiz olmadığı görüşündedir. Ce­maat [hasta imamın arkasında] ayakta veya oturarak namaz kılarlarsa, namazları geçersizdir.

Bazı raviler, (İmam) Malik’in şöyle söylediğini aktarır: ‘Oturarak namaz kılan bir insan imam olamaz. Oturarak insanlara imamlık eden bir insanın namazı bozulacağı gibi cemaatin de namazı bozulur. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Benden sonra kimse oturarak imamlık yapmasın.’ Bu hadis, oldukça zayıf bir hadistir, çünkü hadisin rivayet zincirinde Cabir b. Yezid el-Cuafî vardır. Bu nedenle hadis kanıt değil­dir. Zayıf olmakla birlikte hadis, mürsel hadistir. Sahih rivayet ise, otu­ranın imamlığım caiz gören hadistir.

Konuyla ilgili bâtınî yorum şudur: Gerçekte imam, yaratıkların alınlarının (perçem) elinde bulunduğu kimsedir. Namaz kılan cemaat, Peygamberin kendisini saydığı gibi, imamı Hakkın vekili görebileceği gibi kendisi gibi cemaat olarak da görebilir. Bu durumda imam Haktır. Onu imam gördüğü her durumda, kendisine uymak bir zorunluluktur. İmamı kendisi gibi bir cemaat diye görürse, Hakkı imam saymış de­mektir ve peygamberin bu konudaki emri nedeniyle ‘oturarak’ namaz kılar. Çünkü o, şeriat bakımından onun imamıdır. Hakkı kıblesinde sa­yıp O’nun tam karşısında bulunan ise, hiç kuşkusuz, imanının farkında olmaz.

Hiç kuşkusuz imamın hastalıktaki durumu cemaatinkinden farklı­dır. Cemaat hastayken -mazereti nedeniyleayaktaki imamın ardında oturarak namaz kılabilir. İmamın ve cemaatin niyetinin bâtınî yorumu daha önce zikredilmişti. Namazı hafifletmek ve güçlük çıkarmamak ko­nusunda imama, hastanın namazına uymak emredilmiştir. Böylece on­lardan her biri diğerine uymak zorundadır ve Şari uymanın hangi ko­nuda olduğunu belirlemiştir. Dolayısıyla sünnete uymak ve Allah Teâlâ ile peygamberin hükmünü öığrenmek isteyen kimseye Şari’nin belirlediği şeyden dönmek yakışmaz. Gerçekte imam Allah Teâlâ olduğuna göre O, ha­reket ve duruşlarında kulunun hallerinden habersiz kalmaz. Hiçbir şey, Allah Teâlâ’yı kulu gözetmekten engelleyemez. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi hakkında ‘Allah Teâlâ her şeyi gözetir5424 buyurur. Bu nedenle cemaatin, yani kulun [Hakkın haklarını] murakabe etmesi ve [Hakk karşısında] huzur halinde bulunurken Allah Teâlâ’ya uyması gerekir. Bu durumda, namazından ve efendişinden gafil olmayacağı gibi namazındaki murakabesinden onu hiçbir şey alıkoyamaz. Böylece kul, bu murakabe ve huzur halinde [gerçek imam olan] Allah Teâlâ’ya, doğru bir şekilde uymuş olur. Bunu bilesin!

FASIL-VASIL

Cemaat Başlama Tekbirini Ne zaman Getirir?

Bazı bilginler, imam başlama tekbirini getirdikten sonra tekbir ge­tirmeyi müstehap saymakla beraber, imamla birlikte getirmeyi de caiz görmüştür. Bazı bilginler ise, imamla getirmeyi caiz görmemiştir. Be­nim görüşüm, imamın tekbirinden sonra tekbir getirmektir. Bana göre, diğer şıklar caiz değildir. Bazı bilginler cemaatin imamdan önce tekbir getirmesinin caiz olmadığını, bazı bilginler, getirirse caiz olduğunu ka­bul etmiş, bazı bilginler ise imamla birlikte veya imamdan sonra tekbir getirmeyi caiz görmüştür. Bunlara göre cemaat imamdan önce tekbir alırsa caiz değildir.

Başlama tekbirini alırken cemaat sadece ‘namaz kılan’ olarak görü­lebilir. Böyle bir durumda imamdan önce ve imamla birlikte ya da daha sonra tekbir getirmek caizdir. ‘Namaz kılan’ olmakla birlikte ‘cemaat olmak’ da dikkate alındığında, imamdan önce tekbir almak caiz olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İmam tekbir almadan tekbir almayınız!’ Böylece imamdan önce tekbir getirmeyi yasaklamıştır. Bu yasaklamanın mekruhluk ifade ettiği kabul edilirse, imamdan önce veya imamla bera­ber tekbir getirmek caiz sayılır; haram olduğu kabul edilirse, caiz gö­rülmez.

Meselenin bâtmî yorumu şudur: Bir rivayette şöyle denilir: ‘Kul bir halinde ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ der. Allah Teâlâ da, ‘Ben en büyüğüm’ diye karşı­lık verir. Kul ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ der. Allah Teâlâ ise, ‘Benden başka ilah yoktur’ diye karşılık verir. Kul ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, mülk ve övgü O'na aittir’ der: Allah Teâlâ ise ‘Benden başka ilah yoktur, mülk ve övgü bana aittir’ der.’ Böylece Allah Teâlâ, kulunu tasdik eder ve doğrular. Allah Teâlâ’nın isminin el-Mümin vb. olması buradan kaynaklanır.

Kul söyleyinceye kadar Hakk bunlardan hiç birini demezse, kul uyulmaya daha layıktır. Cemaatin namazın herhangi bir fiil ve sözünde imamı geçmesi yaraşmaz. Hatta, cemaat imam açıktan okuduğunda tamamlayıncaya kadar Fatiha okumaya başlamaz veya imamın ondaki sektelerine uyar. Böylece imamın duruşunda okumuş olduğu yerleri okur. Sure gizli okunduğunda ise, cemaat Fatiha’yı kendi zannına göre okur, ikinci oturuştan sonra ise, Fatiha’yı kendiliğinden okur.

FASIL-VASIL

İmamdan Önce Başı Rükûdan Kaldırmak

Bazı bilginler, böyle bir insanın hata edip tövbe etmesi gerektiğini, fakat namazının geçerli olduğunu kabul etmiştir. Bazı bilginler ise, na­mazının bozulduğunu kabul etmiştir.

VASIL

Batinı Yorum

İmam Haktır, ayakta durmak [ve dolayısıyla başkasına ayakta tut­mak], O’nun niteliğidir. Dolayısıyla cemaatin imamdan önce ayağa kalkması caiz olmadığı gibi böyle yapan cemaatin namazı da bozulur. İmamdan önce hareket eden kişi, kendisi gibi bir insana ya da Hakka cemaat olmasını anlamsız Hakk getiren bir davranış işlemiştir. Hakkın onu ayakta tutması, kulun rükûdan kalkıp ayakta durmasını önceler. Çünkü kulun yerleştiği her makam, ilahi bir niteliğe dayanır. Bu niteli­ğin gölgesi, kulda ortaya çıkar. Gölge ise, hiç kuşkusuz, [sahibi olan ni­teliğe] uyar. Kul da gölgedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hükümdar Allah Teâlâ’nın yer­yüzündeki gölgesidir’ der.

Bu ifade, [başı] kaldırma hakkında zikredildi. Yüksekliği istemek, daha doğrusu yüksekliği Hakk etmek, Allah Teâlâ’ya ait bir ayrıcalıktır. Cemaate düşen ise, her eğilme ve kalkmada imama uymaktır. Eğilmek cemaatin işidir, çünkü insanda nefs, bilgisizden kendisine ilişen bozuk bir zannı isteyebilir. Bilindiği gibi Allah Teâlâ, kendisini inmek fiiliyle niteledi. Böylece secdeye gitmeden ve eğilmeden önce, cemaati Hakkın kula inişi önce­ler. Dolayısıyla imam kendisini geçmeden cemaat secdeye gidemez. Cemaat Hakla secdesinde bulmayacaksa, kul bu fiiliyle kim için eğil­mekte ve kimin önünde secdeye gitmektedir ki? Öyleyse kul, sadece İlah için eğilmektedir. O, kendisini yükseldiğinden kuluna inmek özel­liğiyle niteleyen Haktır.

Kul [Rabbin inişini görünce] şöyle der: ‘Rabbim! inmek, benim özelliğimdir ve o bana yaraşır. İddia, zorunlu olarak beni [gerçek ko­numum olan] düşüklükten yükseltti. Bu iddianın nedeni ise, beni kendi suretine göre yarattığını bildirmiş olmandır. Ben de, bana tahsis ettiğin bu derecenin aşağısındakilere karşı büyüklendim. Sonra bana tenezzül etmen nedeniyle de bana ihsanda bulundun.’ Müşahedesi ve meşrebi böyle olan kimse, bütün hal ve durumlarda imama uymuş demektir.

FASIL-VASIL

imam Hangi Sorumlulukları Cemaatten Kaldırır

Bilginlerimiz, imamın okumanın dışında namazın hiçbir farzını cemaat adına yüklenemeyeceğinde görüş birliğine varmıştır. Okumak üzerinde ise, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, gizli okudu­ğunda cemaatin imamla birlikte okuması, açiktan okunduğunda ise onunla birlikte okumaması gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise, hiçbir şekilde imamla birlikte okumamak, bazı bilginler ise, Fatiha ve zammı sureyi gizli okuduğunda imamla birlikte okuyup açıktan okudu­ğunda sadece Fatiha’yı okumak gerektiği görüşündedir. Benim görü­şüm de budur. Bazı bilginler, açık okunduğunda imamın okumasını duyan ile duymayanı ayırt etmiştir. Onlara göre, imamı duymadığında cemaatin okuması farzdır. Duyduğunda ise okumamak gerekir.

İmam ya da cemaatten her birine Fatiha okumak farz olduğuna göre, benim vardığım kanaat şudur: Cemaatin içinden okuması daha erdemlidir. Fakat imamı duyabiliyorsa, imam okurken susmak ve ima­mı dinlemek zorunludur. Bunun kanıtı ‘Kur'an-ı Kerîm okunduğunda onu dinleyin ve ona kulak verin425 ayetinde geçen emirdir. Okumanın namaz veya başka bir yerde olduğu belirtilmemiştir.

Bütün bilginler, Kur’an-ı Kerîmi dinlemenin gerekliliği hususunda görüş birliğine varmıştır. Cemaat, imamı duymadığı halde Fatiha’nın dışında bir şey okumazsa namazı caizdir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Fatiha suresi [imam ya da cemaat] herkese farzdır. Çünkü Allah Teâlâ namazı kendisiyle kulu arasında ikiye bölmüş ve sadece Fatiha suresini zikret­miştir. Dolayısıyla Fatiha suresini okumayan kimse, Allah Teâlâ’nın kendisiyle kulu arasında böldüğü meşru namazı kılmamıştır. Fakat cemaat, Fatiha’yı. okurken imamın duruşlarına uyar ve ayetin hükmüyle hadisi bir­leştirmiş olur. İmam mekruh olduğu halde durmazsa, cemaat imam duymayacak şekilde bitirinceye kadar ayet ayet Fatiha’yı içinden okur, imamın karşısında Fatiha’yı açıktan okumaz.

VASIL

Batınî Yorum

Namaz bir takım unsurlar içerir. Bunlar namazda belirlenmiş farz­lardır. Hiç kimse, başkasının yükünü taşımaz. Sehiv secdesinin telafi edebildiği farz olmayan her unsuru imam cemaat adma yerine getirebi­lir. Bunun anlamı şudur: Cemaat bir şeyi eksik ya da fazla yaptığında, unuttuğu için sehiv secdesi yapmaz. Ama farzlar, Allah Teâlâ’nın hakkıdır ve Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmeye en layık olan şeydir. Farzların dışında yerine getirilmesi gerekenler ise iki kısma ayrılır.

Bir kısmı, telafisi olan hususlardır ki, telafi unsuru sehiv secdesidir. Bunlar, farzların nimetine benzeyen bir nimet içermeleri nedeniyle şeri­atın ilgi gösterdiği fiillerdir. Bu nedenle onlar için bir bedel belirlenmiş­tir. Bir kısmı ise, kulun teşvik edildiği haklarıdır. Dilerse yapar, dilerse yapmaz. Bunların karşılığında bedel belirlenmemiştir. Kul onları yerine getirmediğinde bir sorumluluğu olmasa bile, yaptığında alacağı sevap­tan da mahrum kalır. Örnek olarak, namazda her eğiliş ve kalkışta kasıt­lı olarak elleri kaldırmayı verebiliriz. Elleri kaldırmayı kabul ediyorsa veya mezhebi kanıtının gereği olarak elleri kaldırmayı gerektiriyorsa, unutarak ve yanılarak kaldırmamışsa elleri kaldırmak fiili için değil unuttuğu için sehiv secdesi yapar. Burada Allah Teâlâ secdeyi unutulan için değil, unutma için belirledi. Çünkü namazda kasıtlı olarak veya içtihat gereği bu gibi fiiller terk edildiğinde, bundan dolayı secde gerekmez. Farz olmadığı halde, bedeli belirlenmiş ameller ise öyle değildir. Çünkü namaz, öyle bir fiilin kasten terkiyle bozulacağı gibi yapılması istenil­memiş bir fiilin kasıtlı olarak işlenmesiyle de bozulur.

Namazda ikinci rekâttaki oturuş ile dinlenmek için oturuş ile her re­kâtta iki secde arasındaki oturuşlar ve son oturuş arasmda farklar vardır. Bunların hepsinin hükmü farklıdır. Bu hükümler Amâ’da, Arş’ta, yakın semada ve yeryüzünde kulun herhangi bir yerde oturuşu bakımından de­ğerlendirilebilir. Amâ, iki secde arasındaki oturuş, Arş son oturuş, yakın sema ise orta oturuştur. Yeryüzünde bulunduğum herhangi bir yerde oturmam ise, namazda dinlenmek için oturmaya benzer.

Namazın tek rekâtında oturmak, orta oturma gibi değildir. Çünkü bu oturuş terk edilemez. Dinlenme oturuşunun yapılması ise dile geti­rilmiştir. Dinlenme oturuşu kasıtlı yapılırsa, hiç kuşkusuz, belirlenmiş bir şey kasıda yapıldığı için namaz bozulmaz. Namazının tek rekâtında kalkmak istediği halde unutarak oturan kimse, oturduğu için değil, unuttuğu için sehiv secdesi eder. Böyle bir insan, oturduğu için sevap aldığı gibi şeytanın burnunu sürtmek demek olan sehiv secdesi nedeniy­le de sevabı vardır, Allah Teâlâ şöyle der. ‘Onların kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karsı bir basarı kazanmaları, ancak bun­ların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir.*26 Şeytan kâ­firlerden biridir, çünkü Allah Teâlâ onun hakkında şöyle der. ‘O kâfirlerden­di.*27 Bütün bunlarla ilgili husüslar, bu bölümde sehiv bahsinde gele­cektir inşAllah Teâlâ.

FASIL-VASIL

Geçerlilik ve Bozulmada Cemaatin Namazıyla İmamın Namazının İlişkisi

Bilginler, cemaatin namazının geçerli olmasının imamın namazına bağlı olup almadığında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı insanlar cema­atin namazının imamın namazına bağlı olduğunu ileri sürmüşken bazı bilginler, uyulması emredilen hususlarda cemaat imama uysa bile bağlı olmadığı görüşündedir. Ben de, olmadığı kanaatteyim. Bununla bera­ber, imama uyar. Bu nedenle, cünübken namaz kıldıran ve namazdan sonra bunun farkına varan imam hakkında görüş ayrılığına düşmüşler­dir. İrtibatı kabul eden bilginler, cemaatin namazının bozulduğunu, kabul etmeyenler ise namazının geçerli olduğu görüşündedir. Benim düşüncem de, böyle bir durumda cemaatin namazının geçerli olduğu­dur. Bazı bilginler ise, imamın cünüblüğünü bilmesini ya da unutması­nı ayırt etmiş, bildiği takdirde namazın bozulacağını, bilmediği takdir­de ise bozulmayacağını ileri sürmüştür.

Bu konudaki bâtınî yorum şudur: ‘Allah Teâlâ kimseyi yapamayacağı şeyle sorumlu tutmaz.’428 Hiç kimse başkasının içindekini bilme gücüne sahip olmadığı gibi kimse bir başkasının hallerini tam olarak öğrenemez. Öy­leyse namaz kılan herkes, Allah Teâlâ karşısındaki haline göre hareket eder. Bu nedenle şeriat, insana kalkmak ve eğilmek gibi görünen fiillerde imama uymayı emretti, imamın hali kendisine gösterilirse, o zaman keşfine göre hareket eder, imamın abdesdi olmadığını öğrendiği andan itibaren imama uyması doğru olmadığı gibi daha önce imamla birlikte kıldığı namazı ise geçerlidir. Burada, imamın unutması ya da kaşıdı davranması dikkate alınmaz. Çünkü artık imam, ona göre namazda de­ğildir. Allah Teâlâ ise namaz kılana bağlanmayı, yani uymayı emretti. İmam cünüb olduğunu ya da abdestsiz olduğunu unutsaydı, din bakımından namaz kılıyor sayılacak, cemaatin namazı da geçerli olacaktı. Böyle bir durumda cemaatin namaz kılan insana uyması geçerlidir.

Cemaat imamın temiz olmadığını bilirse, imkân bulabilirse namaz esnasında abdestsiz olduğunu imama bildirir. Fakat bu bildirme, cema­atin namazını bozmayacak şekilde olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ, ‘amellerinizi geçersiz kılmayın429 buyurdu. Bunu yapamazsa, kendi başına namaz kı­lar. Namazını bitirdiğinde ise, imam bitirsin ya da bitirmesin, abdetsiz olduğunu ona söyler. İmam abdestsiz olduğunu hatırlar ya da uyarıya uyarsa, abdest alır. Hatırlamaz ve uymazsa, bu konudaki bilgisine ve mezhebine göre hareket eder. Cemaatin namazı ise geçerlidir.

Altıncı sifrin bitmesiyle kırkıncı kısım sona erdi. Çok şükür! Onu kırk birinci kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar