Print Friendly and PDF

Atatürk ve Şiir



Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve "Hakimiyet Milletindir" özdeyişini temelleri­ni attığı Büyük Millet Meclisimizin riyaset makamına nakşeden Mustafa Kemal Ata­türk, kültüre, sanata ve edebiyata büyük önem vermiştir. O’nun şairliği, edebiyatçılığı, sanatçılığı, sanatseverliği, sanatı, sanatçıyı koruyuculuğu, engin kültüründen kaynak­lanmaktadır.

"Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, ders al­mak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iiîifat edildikçe tükenmez yardımıyla yükselen genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kav­rayış anlamında "insanım" diyen bir vasfı mahsusu olur, insan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir. Bu böyle olunca kültür., "insanlık vasfında insan olabilmek için bir esasî unsurdur" diyen Atatürk, Millî Kültürün önemini de şu sözleriyle açıklar:

.evsafı fikriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciyei milliye ve tarihimizle müte­nasip bir kültür..." "dehayi millîmizin inkişafı tâmmı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lâlettayin bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhip neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haraseti firkiye) zeminle mütenasiptir. O ze­min milletin seciyesidir."

Atatürk, Millî Kültür varlığımızı korumak, yaşatmak ve geliştirme konularında bü­yük bir titizlik göstermiştir. Ulusumuzu "muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak" kaygısında edebiyat ve sanat sorunları da vardır. Devrimleri yapan Atatürk, sanat gü­cümüzün artmasını, ihmal edilmiş sanatımızın yeniden ele alınmasını, bu alandaki gü­cümüzün tanınmasını yürekten istemişti. Kendisi, her şeyi bütün inceliğiyle sezmiş, olay­ları güçlükleri içinde izlemiş, her biri üzerinde düşünmüş, her birini etkilemesini bil­miştir. Kültür varlığımızın derin anlamını anlamış ve yalnızca bu anlayışın değil, bunla­rın sonuçlarını da düşüncelerine katarak onları sanat biçimi içinde vermiştir. Bu da şüphesiz kültürsüz başarılamazdı.

ATATÜRK'ün, edebiyatın şiir ve roman türleriyle ilgi kurması Manastır idadisinde Ömer Naci ile arkadaş olduğu günlere rastlar. Atatürk bu ilgisini ve karşılaştığı bir du­rumu şu şekilde nakleder:

Şiir ve edebiyat diye birşey olduğuna o zaman muttali oldum ve ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden menetti: Bu tarz iştigal seni asker olmaktan uzaklaştırır, dedi ”

Atatürk, hocasının bu isteğini daima gözönünde bulundurdu. Sanata yönelik eği­limlerini daha çok, güzel söylemek ve güzel yazmakla tatmin etti. Nitekim Ulu Önder Atatürk'ün şu sözleri bu gerçeği dile getirmektedir:

"Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vaz ettiği memnu’iyeti unutmuyorum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakî idi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor ve şu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söy­leyeceğim, diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk."

Atatürk’ün şiiri sevdiğine dair pek çok kaynakla karşılamaktayız.

NAMIK KEMAL'İ DÜŞÜNEN BİR HARBİYE ÖĞRENCİSİ:

Harbiye öğrencisi Mustafa Kemal'in kafasında yavaş yavaş şekillenmeye başla­yan düşünceler ve yeni kavramlar vardı. Bunlar hürriyet ve yurt sorunlarıydı. "Sarı saçlı, parlak mavi gözlü, sarı bıyıklı, pembe yanaklı, giydiği Harbiye elbisesini üzerine pek yakıştıran 17 yaşındaki bu vakur çocuğun kulaklarında Namık Kemal’in gür sesi çınlamaktaydı:

"Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten"

Manastır Askerî idadisi’nde Askerî Kitabet Öğretmeni Mehmet Âsim Efendi O'na, "edebiyat ve şiirin yetenekli bir asker olmayı engelleyeceğini" söylemişti ama Musta­fa Kemal, Namık Kemal'den gelen sesin büyüsüne kapılmıştı. Zaten O, edebiyatı; elini şakağına koyup mehtap, gül, bülbül ve sevgili için hayal bulutlarından kafiye düzmek anlamına almıyordu. Gözleri ruhun derinliklerine dönük, oradan inilti halinde dertler ve elemler haykıran kişisel şiirleri de okumuyordu. O, edebiyatı; bir fikrin, bir dâvanın duyurma, uyarma ve yayma aracı olarak, yani sanat toplum içindir, anlamına alıyordu.

Kişisel ve mistik şiirleri bir yana itip yurt dâvalarını, özgürlüğü ve insan haklarını savunan Namık Kemal'e hayranlığı bu yüzdendi. Onun şiirlerini ve kasidelerini elin­den düşürmüyordu. Loş köşelere çekilip gizli gizli okuduğu Namık Kemal'in "Vatan Kasıdesfnde özlemini duyduğu özgürlüklerin müjdesini buluyor, bunları okudukça daha da güçleniyordu.

Ali Fuat Cebesoy, bu konu ile ilgili olarak anılarında şunları yazıyordu:

"...Büyük vatan şairi Namık Kemal’i, okul idaresinin aldığı bütün tedbirlere rağmen yatakhanede gizli gizli okuduğumuzu unutamam. Mustafa Kemal’in bir gece vakti yanıma gelerek Kemal'in "Vatan Kasidesi”nin çoğaltılmış bir nüshasını:

"Fuat kardeşim, bunu ezberleyelim." diye bana verirken yavaş bir sesle fakat büyük bir heyecanla okuduğu

Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten.

mısralarını nasıl unutabilirim.

BEN EDEBİYATI VE ŞİİRİ SEVERİM

Mustafa Kemal, 19 Ağustos 1918 tarihinde yurdun tanınmış sanatçılarının da ka­tıldığı bir toplulukla Tevfik Fikret'in Âşiyan ını ziyaret ediyor. 20 Ağustos 1918 Salı ta­rihli Vakit Gazetesi bu ziyarete ait şu bilgiyi veriyordu:

"Dün öğleden evvel birçok zevat şair Tevfik Fikret merhumun Eyüp'teki kabrini ziyaret etmiştir.

Öğleden sonra da birçok dâvetliler şairi mağfurun Rumelihisarı tepesinde kâin Âşiyan’ına gitmişler, orada ailesi namına Rıza Tevfik Bey tarafından istikbal edilmişlerdir."

"...Ziyaretçiler meyanında Halide Edib Hanım, Mustafa Kemal Paşa, Dr. Adnan Bey, Sâtı Bey, Süleyman Nafiz Bey, Faik Ali Bey ve memleketimizin mehafili âliyesins mensup birçok zevat..."

Bu ziyaretçiler arasında İbrahim Alâeddin Gövsa da vardı. Şair, o güne ait anıla­rında şunları yazıyordu:

"...(Mustafa Kemal) oradaki ilk gördüğü simaları, bilhassa gençleri birer birer so­rup öğrenmiş olduğunda tereddüt etmem. Bir aralık biri yanıma geldi:

              "Mustafa Kemal Paşa sizinle görüşmek istiyor" dedi.

Adına ve şimdi gördüğüm şahsiyetine zaten hayran olduğum büyük askerin bu alâkası beni heyecana düşürmüştü. Derhal yanına hitap ederek ismimi söyledim. O, ince ve uzun parmaklı zarif ve kavî adaleli güzel elini uzattı. Beni Çanakkale’ye ait şiir­lerimle tanıdığını ve çoktan görmek istediğini söyleyerek pek asîl bir tevazu ile taltif etti:

             Paşa Hazretleri, dedim; siz, cepheden cepheye koşan bir kumandan, nasıl olu­yor da benim gibi ehemmiyetsiz bir gencin değersiz yazılarını okumaya vakit buluyor ve onları tahattur edebiliyorsunuz?

Şu cevabı vermişti:

              Ben edebiyatı ve şiiri severim. Bilhassa askerî mahiyetteki her eseri dikkatle okurum. Sizin Çanakkale'ye ait şiirlerinizin hepsini okudum ve sevdim.

“Çanakkale izleri" o zaman henüz bir kitap halinde çıkmamış, ancak Tanin Gaze­tesinde parça parça neşredilmişti. Büyük Kumandanın bu alâka ve iltifatı bana manzu­meleri sevdirdiği için hepsini bir küçük kitap halinde topladım ve Anafartaların Müeb­bet Kahramanına ithaf ederek neşrettim"

Atatürk, güzel sanatların bütün dallarına aynı ilgiyi duymuş, sanata ve sanatçıya en büyük değeri vermiş, her yıl Büyük Millet Meclisinin açılış nutuklarında güzel sanatlara verdiği öneme değinmiş, sanatçılardan övgüyle söz etmiştir. İstanbul Darül bedayi sanatçıları 1930 yılında Yeni Türk Ocağı Tiyatrosunu açmak ve temsil vermek üzere Ankara'ya gelmişlerdi.

Bu temsiller dolayısıyla rahmetli tiyatro sanatçısı İ. Galip Arcan’ın sözlerine kulak verelim:

"Bu sene (1930) ilkbahar turnesinde birinci merhale, Ankara idi. Yirmi dört kişi idik. Aktrislerimiz Türk hanımlarıydı. Repertuarımız, edebî ve yüksek eserlerdi. Cum­huriyet merkezinin mükemmel ve muhteşem tiyatrosunda (Türk Ocağı Sahnesi), on dört temsil verdik. Halk yarışırcasına rağbet etti, Reisicumhur Hazretleri, hemen her ak­şam temsillerimizi şereflendiriyorlardı. Biz sevinç ve iftihar içinde oynuyorduk. Vekil­ler sahneye gelip bizi ziyaret ediyorlar, elimizi sıkıyorlardı. Nihayet Türk Ocağfnın si­nesinde izaz edildik. Reis Hamdullah Suphi Bey, irat ettiği bir nutukta "Ocağın gaye­lerinden bırı de Türk harsını memleketin dört bucağına yayacak münevver temsil he­yetleri görmektir. Bugün bu gayeye eriştiğimizin bahtiyar müşahidiyim. Başında seci­yeli bir Muhsin Ertuğrul bulunan heyetinizi selamlarım! dedi.'

Ve en sonra...

"1930 senesi Nisanının 12 nci akşamı Türk Tiyatrosu, fakirtarihini çok şerefli ve nurlu bir sahife ile tetviç etti. Gazi bizi huzuruna kabul etti. Bu, Türk tiyatrocularını, her hatırlayışlarında sevinç ve saadetle heyecanlandıracak emsalsiz ve yüksek bir hatıra­dır. O akşam Türk tiyatrosunun bükük boynu düzeldi, başı doğruldu, alnı yükseldi ve parladı. Gazimiz, Turkiye Cumhuriyetinin hemen bütün erkânı ortasında bizim için nu­tuk irad etti. Bu tarihî akşamı bizzat yaşadık. Bu nutkun her cümlesi, hitabet sanatının bütün kudret ve sihrini yaşayan bir şaheserdir."

Gazi, nutkunu şöyle sürdürdü:

"Sizler benim tâ ateşimiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeği candan öz­lediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Böylesine birbirine bağlı bir sanat topluluğunu kendi imkânlarınızla hazırlayıp bize getirdiniz ve gösterdiniz ” Atatürk, sanatçılara övgü dolu sözler söyledikten sonra, çevresindeki diğer dinleyicilerin de iyice duymaları için se­sini biraz daha yükselterek cümlelerini şöyle tamamlamıştı:

"Efendiler.. Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur ola­bilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim!"

"Coşkun bir sevinç ağlaması içinde Gazi'mizın mukaddes ellerim öptük. Anlatıl­maz bir vecd içindeydik."

Millî Mücadeleye katılan Mevlevî dergâhında postnişinlik yapan âlim, fazıl, şair Veled Çelebi izbudak 1946 yılında yayınlanan hatıratında şöyle yazıyor: “1919 yılında

Konya'dan İstanbul'a geldim. Şûrayı Devlet âzalığına tayin edildim. Fakat bu vazifeyi kabul etmek istemiyordum. O devrin bir çok siyaset ve fikir adamları tevkif ediliyor­lardı. Beni de bir korku aldı. Erenköy’deki evime çekildim. Bir gün bize Samih Rıfat Bey uğrayarak Anadoluya kaçacağını söyledi. Ve nihayet gitti. Anadoluda Millî Müca­dele başlamış, Mustafa Kemal Paşa Ankara'da Millî bir hükümet kurmuştu. Memuri­yetimden izin alarak İstanbul’dan Antalya yoluyla Ankara’ya kaçmağa karar verdim. Antalya’ya gelince Hamdullah Suphi Beye bir telgraf çektim. Bunun üzerine Samih Rı­fat şu kıt’ayı yazmış:

"Duydum Antalya'ya gelmiş Çelebi,

Onu gurbette süründürmeyiniz.

Ana yurdundan edip âvâre

Mevlevi'dir diye döndürmeyiniz."

Ankara'dan "gel" cevabını alınca hemen hareket ettim. Ankara’da çalışmalarıma Ziya Gökalp’le beraber başladım. Dil inkîlabı ile meşgul oldum, ikinci dönemde de Kastamonu mebusu seçildim ” Veled Çelebi, Atatürk'ün ilim ve fikir adamlarına mad­dî, manevî ilgi ve sevgisini de hatırasında dile getiriyor.

Atatürk, Cumhuriyetin 10 uncu yıl kutlama törenlerinden beş gün önce Musikî Mu­allim Mektebine gidiyor. Bir dershaneye girerek öğrencilere şu şekilde hitap ediyor:

"Çocuklarım, şimdi size bir mısra söyleyeceğim. Bunun gerisini beraberce yaza­cağız. Meydana çıkacak güfteyi hemen besteleyip bana okuyacaksınız.”

Edebiyat öğretmeni rahmetli Celal Emren, Atatürk’ün söylediği birinci mısraı bir öğrenciye tahtaya yazdırmış:

“Büyük karakterli Türk, çalışır yorulmazsın." Öğrenciler değişik, çeşitli mısralar söylemişler. Atatürk beğenmemiş. Yanında bulunan Celâl Bayar'a dönmüş. Celal Bayar;

"Zekân cihandan büyük" diye ikinci mısraın ilk yedi heceli sözlerini söyleyiver­miş. 7 + 7 heceli birinci mısraa uygun olarak Celâl Bayar'ın bu deyişi Atatürk'ün ho­şuna gitmiş, ikinci 7 heceli sözü tamamlamış: "musbet ilme bağlısın." öğrencilerle üçün­cü ve dördüncü mısra'lar için yarım saat kadar tartışarak sonunda iki mısraı kendisi tamamlamış: Şiir bir kıt'a olarak şöyle:

"Büyük karakterli Türk, çalışır yorulmazsın,

Zekân cihandan büyük, müsbet ilme bağlısın.

Güzel sanat sevgisi, yüreğine ateştir,

Türk'ün büyük ülküsü, bu dünyaya güneştir."

Atatürk, bu şiirde öğrencilere kendi tarihleri ve kültürlerinin yüceliğini, sanatçı ya­ratıcılığı ile bu kaynağı yakından tanıyıp, benimseyip yeni eserler vermelerini teşvik etmek için böyle bir denemeye girişmiştir.

Mustafa Kemal'in sofra başındaki çoğu geceleri, bir sanat ve edebiyat meclisi şeklinde geçerdi. Bunlara sık sık devrin ediblerini, şairlerini, sanatkârlarını davet eder; kendileriyle sohbet eder, fikir alışverişinde bulunur, şiirler söyler, bazı eserlerin muh­tevasıyla ilgili yorumlar yapardı.

3 Şubat 1932 Perşembe gecesi, Maksim salonunda Dârülaceze yararına, İstan­bul Vilâyeti’nin himayesinde bir balo tertip edilmişti. Galatasaray Lisesi edebiyat öğ­retmeni İsmail Habib Sevük de balodaydı. Bir süre sonra baloya, Gazi'de geldi. Baş başa kaldıkları bir sırada, İsmail Habib Bey ile aralarında, kesin mantık varyasyonları ile dolu şöyle bir konuşma geçmişti;

Sen ne zaman geldin? Mezun musun?”

Maârif eminliklerinin lağvından (kaldırılmasından) sonra, Galatasaray Lisesi Edebiyat Muallimi oldum..."

Ya... Edebiyat muallimi; öyleyse, edebiyatı tarif et bakalım!”

İsmail Habib Bey, O’nun son derece titiz dikkatiyle yüklü bu sorusu karşısında, güç durumda kalır, "işi burada kesmek için, ‘'bilmiyorum” demekten başka çaresi kal­madığına...” temasla, şunu kaydeder:

"Vallahi Gâzi Hazretleri," diyorum. "Bizim, şark kitaplarıyla, görebildiğim frenk kitaplarında edebiyatın insanı iknâ eden bir tarifine rastlayamadım!"

Nasıl olur efendim;" diyor, "Edebiyatın kendi olur da, tarifi olmaz mı?"

İşi kapatacak yumuşak bir cevap:

              Ben, zevkin de ne olduğunu biliyorum ama tarifini bilmiyorum!

İşi amelî yoldan yakalayacak:

              Peki, mektepte ne okutuyorsun?

              Son sınıfta muâsır (asrî, çağdaş) edebiyat, ondan evvelki sınıfa da klâsik edebiyat...

Birden parladı:

              Nerede klâsik, nerede asrî edebiyat?

             Bendeniz bunların varlığını değil, sualinizin üzerine takip ettiğimiz programı arz ediyorum."

İsmail Habib Bey'in, bu oldukça zeki üslûp manevralarına rağmen Atatürk bahsi kapatmamakta; aksine, çetin sorularına devamda hayli kararlıdır.

"— Sen o programı, Vekâlete anlat, bana değil... Bana edebiyatı söyle bakayım, edebiyat nedir?

              Bilmediğimi arz ettim, Gazi Hazretleri...

              Bilmemek nasıl olur?

             Bilmemek, şüphesiz iyi birşey değil, fakat bilmediğini bilmemek, büsbütün fe­na... Ben hiç olmazsa, bu İkincisinden kurtulmuş oluyorum.

Beni mütenâkız (zıt) bir vaziyete düşürerek, keskin bir mantıkla sıkıştırıyor:

              Peki, hem edebiyat muallimi olmak, hem de edebiyatın ne olduğunu bilmemek temsil ettiğin sıfat ne olur?

              Okuyana talebe, okutana muallim diyorlar. Bana da sırf böyle olduğu için...

Nasıl oldu bilmem, benim bu mütevazi sözümden büsbütün ters bir mânâ çıkara­rak, şaklar gibi bir sesle çıkıştı:

              Vay, ben senin ne muallimi olduğunu talebeden mi soracağım? Onlar talebe­dir, ne derseniz inanırlar; sen onlara değil bana anlat.

              Efendimize mi? Kimin haddine... Bizim gücümüz, ancak talebemize yeter!

Arkamdan smokinimin eteğini çekip duruyorlar. Fakat iş bu mecrâya girdikten sonra tuttuğum yolda devamdan, yani cehâlette sebattan başka çıkar yol yok. Cepheden ta­arruzla edebiyatı tarif ettiremeyince, çevirme hareketine geçti:

              Sen yarın mektebe gidince, ne dersi vereceksin?

              Yarın Cuma Gâzi Hazretleri; ders yok!

Gene o, şaklar gibi sesle parlıyor:

              Ben sana Cumayı Perşembe’yi mi soruyorum?

              Mâdem ki yarın dediniz, her sözünüze doğru cevap vermeği borç biliriz.

Halbuki, sabahın dördü olduğuna göre çoktan Cuma’nın içindeydik, Fakat o anda

bunun kim farkında!

Yeniden ta biye (strateji, metod) değiştirdi; beni hafiften okşayarak söyletiyorsun.

Bununla benim edebiyat kitabını kasdediyordu. Cevap verdim:

              Teceddüd (Yenilik) Edebiyatı isimli o kalın kitap, aynı zamanda benim cehlimin (bilgisizliğimin) de hacmidir!

               Bırak onu! diye bağırdı ve ekledi:

              Ben, Teceddüt Edebiyatı'nı altı defa okudum!"

Paşa'nın bu, "altı defa okudum" ifadesi, İsmail Habib Bey'i o kadar duygulandırır ki, neticede:

"Değil mi ki, bu sözleri işitiyorum; şu anda hiçbir fâniye nasip olmayacak bir saâ detin vecdıyle bahtiyarım ” demekten kendini alamaz ve ayrıca Atatürk’ün diğer bazı edebiyat imtihanları (!) ile ilgili olarak da şu notu düşer:

"Benim, Türk Teceddüt Edebiyatı, sofrada arasıra fal açar gibi rastgele açtırılıp, şiir okutturularak bazılarını imtihana vesile olurmuş. Meselâ, Mahmut Esad anlatmış ki, kendisine Bakî'nin "Baş eğmezüz edâniye dünyâyı dûn içün" diye başlayan gazeli çıkmış ve bundan memnun olmuş. Bir gün Vâli Muhiddin Bey de imtihan edilmiş, şan­sına Edhem Pertev Paşa'nın Ruso’dan tercüme ettiği "Hayat" şiiri çıkıyor. Halbuki onu, ıdâdî (Lise)den ezbere bildiği için, su gibi okumuş! Fazıl Ahmet üstadımız da, sofranın kalabalık bir gecesinde saatlerce ve saatlerce Teceddüt Edebiyatı'nı okutuyor."

Gazi, kaldığı yerden sorusunu kesin bir emir şeklinde tekrarda ve İsmail Habib’ den, muhakkak cevabını almakta kararlıdır:

"—Edebiyat neye derler, bunu ille söyleyeceksin!

Ben de müdafaayı değiştiriyorum:

              Biz tarihimizi de bilmiyorduk, irşad buyurdunuz

(yol gösterdiniz, açıkladınız); edebiyatımızı da ırşad buyurunuz, öğrenelim "

Bu sefer sesi, en üst perdeden şaklar:

Her şeyde mi biz irşad edip duracağız? Her şeyde bi irşad, her şeyde.. " Nihayet bu konuşma sabahın dördünde Sevük'ün şu mânidar sözleri ile noktala­nır:

Evet, o kadar alıştık ve o kadar alıştırdınız ki, herşeyde kendimizi irşadınıza (Yol göstericiliğinizden) muhtaç biliyoruz."

Bu geceden sekiz ay sonra, İsmail Habib Bey, 1932 Ekim’inde Vâli konağında ter­tiplenen bir sünnet düğününde davetli olarak bulunmaktadır. Atatürk de akşamdan bi­raz sonra bütün maiyetiyle beraber, bir baskın hâlinde geliverir. Yeni bir imtihan(l) en­dişesi içinde olan Sevük, biriki arkadaşıyla bahçe tarafından, sünnet çocuklarının yattığı yerin yanındaki odaya çekilir. Fakat, çocukların hatırını sormak için onların bulunduğu tarafa gelen Gazi, kendine has keskin ve kıvrak zekâsı ile, aralarında geçen o eski edebiyat bahsini îmâ ederek:

Ne o İsmail Habib, bizi hiç aradığın yok; ne gelir görünürsün, ne de bir iki satırla hâlimizi sorarsın!" diye serzenişte bulunur. O da buna:

Estağfurullah, efendimiz... Bizler sâdece, tâcizden (rahatsız etmekten) çekini­riz; en büyüğümüzü tâciz ise, haddnâşinâsltğın (haddini bilmezliğin) da en büyüğü olur" nâzik karşılığını verir.

Otuz kişilik yemek sofrasında ise sözü, yeniden edebiyatın tarifi bahsine getiren Atatürk:

"— Ben bu İsmail Habib’e beşaltı ay evvel baloda rastladım. Bunu görünce, in­sanın aklına tabiatıyla edebiyat gelir. Benim, O'na "edebiyat nedir?" diye soracağım tuttu, talebesine anlattığı gibi elbet üç beş basit kelimeyle bunu anlatabilirdi. Fakat, Gazi soruyor; basit birşey söylenmez. Yüksek birşey söylemeye ise (eliyle hareket ya­parak) zemin, zaman, mekân müsâit değil... 'Bilmiyorum" deyip, işin içinden çıkmak istedi. Ben de ille söyleteyim diye ısrar ettim. O da "söylemem" diye inat etti. Israr, inat... Ne dersiniz? Söylemedi, elbet söyleyemezdi. Zemin, zaman, mekân müsâit de­ğildi!" şeklinde konuşur. O da, ayağa kalkar ve kendi tabiriyle şu cümleleri "kekeler";

Efendimiz, eğer deminki ve şimdiki iltifatlarıyle o balo gecesi kalbim kırıldı diye gönlümü almak istiyorsa, yemin ederim ki üzülmeniz ihtimalinden başka üzüntüm yoktu. Kırılmak ne demek? O gece, yarım saat muhatabınız olmak gibi bir şerefe nâil

olmuştum. Bize azarınız bile saadettir. Fakat bu iltifatınız? Bizi, asıl bu iltifat eziyor?" Daha sonra Atatürk, konuyu Türk Dili ne getirerek, birdenbire:

”— İsmail Habib, bize içinde hiç Arapça, Acemce kelime olmayan saf Türkçe bir "koşma” yazacak ve bunu makamla okuyacaksınız!" der ve devamla:

"Hem öyle savuşmaca yok: şurada, yâverlerin bulunduğu balkonda okuyacaksı­nız!" emrini verir.

İsmail Habib Bey küçük balkonda "genç şâirlerden birine âit” Tuna hakkındaki bir şiirin bazı kelimelerini değiştirerek, saf Türkçe hâline koyar ve:

"— Hazırladım efendimiz" diyerek, içeriye girer. Gâzi, kendisine tam bir vukufla, bu tür şiirlerin kaç türlü okuna­cağı hususunda şu açıklamayı yapar:

"— Bu üç suretle okunur: Ya saz şâirlerinin makamlarıyla, ya klâsik mûsikimizin bir bestesine uydurarak, yahut da sâdece bu şiir gibi..."

Sevük, üçüncü şıkkı tercih edip, sâde bir tavırla elindeki metni okur. Lâkin Ata­türk, şiiri "olmamış" bularak:

Al eline kalemi, kâğıdı.. Tuna’yı ben fikren dikte ettireceğim! Onları sen bir şekle koyacaksın" dedikten sonra, "Tuna Üstündeki Ses” başlığı altında şu mısraları yazdırır:

Gâfil Hangi üç asır, hangi on asır

Tuna yalıları Türk diyarıdır.

Ne vakitten beri diyemem, bilmem,

Bilinen tarihler bilemez bunu,

Onun söylenmesi asıl tarihe kaldı.

Odur söyleyecek doğrulukları.

Dinleyin sesini asıl tarihin:

Eğri tarihi gömüp, doğru tarihe gidin!

Nehirlerdir Türk'ün şaşmaz mühendisleri,

Her nehir Türk'ü bilir ve Türk bilir her nehri,

Tuna'nın da kıyısından gitti eski Türk,

Geçti eski Türk, Tuna 'yı da yararak,

Kaç defa, hangi defa sormayınız nafile,

Bilemez tarih bile.

Tarih güdük, sökün büyük,

O kadar çok Tuna'dan geçtiği günlerde Türk'ün

Tuna'nın üstü, Tuna'nın altı,

Olmuştu dâima Türk'ün vatanı,

Tuna’ya rûh oldu, Tuna'da yatan Türk,

Tuna yalnız vatan değil, yeni vatanlara

Türk'ü götüren eski bir yoldur

Tuna Türk o yolla gitti Batı eline.

Orada rastladı binbir ellere.

Hepsini yapmak istedi adam,

Gerçi çok muvaffak oldu çabalayışta.

Fakat kendisi çekildi Alp'ler üstüne,

Oradan bakmak istedi beşer üstüne!

Gördüğü manzara garipti O ’nun;

Çok "insanım" diyenler adam olmuştu,

Alp'ler tepesinde Türk'üm diyenler,

Adam olmayanlara hayret ettiler!

Onlar biziz, biz onlarız;

Onlara bağırdan bağırarak taparız,

Türkler atalarına taparlar,

Onlar biziz, biz onlar;

Doğu'dan gelen biz, Batıdan yine biz,

Nerede olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

Sevük’e göre; “nazım değil, nesir değil, bambaşka bir edâ" olan ve Gâzi'nin he­yecan dolu şiir diliyle, âdeta Tuna'dan coşarak gelen bu sözler; kulağında ayrı bir ses, kafasında başka bir genişlik meydana getirir, dimağında yeni ufaklar açar. Artık, “sa­yısız atılışların, sonu gelmez akışlarım" görmeye başlar. Kendi tabiriyle; “giden eski zaman, duran bugünkü mekânın yanına gelir. Batı'dan Doğuya akar Tuna'nın iki kıyı­sında, Doğu'dan Batı’ya iki tane nehir akar Karanlıkta şimşekler çakarken, yer yer zir­velerin şekilleri görünür." Nihayet, sözlerini; “Tuna Üstündeki Ses”i ve asıl, bu an­lamlı sesi kendisine dikte ettiren Atatürk’ü kasdederek:

“Tuna Üstündeki Ses, sana ne kadar minnettarım; kendimizi bildim”

Atatürk'ün, hitâbet kudretini en iyi yansıtan eserlerin başında "Gençliğe Hitabe" sinin geldiğini, söyleyebiliriz. Son derece derin anlamlı muhtevası, O'nun diksiyon gü­cü ile bütünleşen bu hitabeyi; Gâzi'nin ilk defa nasıl okuduğunu, Âfet İnan şu satırla­rında anlatır:

”1927 yılında yaz ayları. Gâzi M. Kemâl'in, kurtuluşundan sonra İstanbul'a ilk ge­lişidir. Dolmabahçe Sarayı'na misafir edilmiştir. O saray ki, 1919 yılının bir bahar mevsiminde Generai M. Kemâl’in, Osmanlı Padişahı nı son görüşünde düşman ordu­sunun toplarının tehdîdi altında edişelerden tamamen uzak kendi şahsî menfaatinin esîri, bütün zihnî kabiliyetlerinin karanlıkları içinde gömülü ve gözleri gibi kapalıdır.

"1919'dan 1927’e kadar geçen tarihî olayların belgelerini, Gâzi M. Kemal Anka­ra’da toplamış yazmış ve okumaya hazırlanmaktadır. Doimabahçe Sarayı nın geniş sa­lonlarından, birinde, her gece toplanan kalabalık arkadaşları arasında bu büyük "Nu tuk"tan parçalar okumakta ve üzerinde münakaşalı konuşmalar yapılmaktadır. Atatürk, kendisi okuyor, okutuyor ve yazdığı konular üzerinde açıklamalar yaparak, çok hara­retli konuşmaları idare ediyordu.

‘Ben, Lozan'daki tahsilimden yeni dönmüştüm. Bu toplantılarda bulunduğum za­manlar tarihi, tarih yapanlardan dinliyordum. Atatürk metinleri okurken, o günleri ye­niden yazıyormuş gibi heyecanlı idi ve dâima yüksek sesle hitaplarda bulunuyordu.

“Bu tarih havası içinde, istiklâl Savaşımız ve onun tarihi ile o kadar zihnim dolu­yordu ki, çocukluğumun Anadolu’da geçen o ıstıraplı günlerini yeniden yaşar gibi olu­yordum.

“Yaz aylarının sıcak bir gününün gecesi, Atatürk'ün etrafında daha kalabalık bir aydınlar topluluğu vardı. O, arkadaşlarına âdetâ bir sürpriz hazırlamanın sevinci için­de; ‘oturunuz ve dinleyiniz' dedi. Nutuk’un sonuna koyacağı satırları dinleyenlerin, ne­fes dahi alamadıklarını sanıyorum. Çünkü, ben kendimi öyle hissediyor ve millî bir he­yecanın tesiri içinde yaşıyordum. Büyük Nutuk, bu satırlarla son bulacaktı. Atatürk, bu metni okuyup bitirdiği zaman, derin bir nefes almış, fakat iki damla gözyaşını da bizlerden saklayamamıştı.

"Bu, Gençliğe Hitabe okunduğu akşam, artık tarih olmuş olaylar, konuşma mev­zuu değildi. Atatürk coşmuş konuşuyor, hitap ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin istik­bâli üzerinde duruyordu. "Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, koruyanlara ve yaşatanlara emânet etmek lâzımdır" diyordu.

"Geçliğe Hitabe yazısını, dinleyenlere methetmek fırsatını verdiğini hatırlamıyo­rum. Sadece O'nun sözleri, hâlâ bugün dahi kulaklarımda akisler yapmaktadır:

"Gençliği yetiştiriniz. Onlara, ilim ve irfan fikirleri veriniz, istikbâlin aydınlığına on­larla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik mevkiine geçtiği vakit, Türk Milleti yükselecek­tir, diye telkinlerde bulundu. O Türk gençliğinin sağduyusuna, milliyetçiliğine, vatan mu­habbetine inandığını ve onlara güvendiğini söylüyordu.

‘Gençliğe Hitabe" 1927 yılının yaz aylarında daima okundu. Atatürk, yeni gelen dâvetlilerine, evvelâ kendisi okuyor, sonra bir yakınına okutuyor ve üzerinde konuşu­yordu.

1927 yılında İstanbul da gönül gönül yankılanan Atatürk’ün "Gençliğe Hitâbesi", yıllar yılı büyük bir fikir hareketinin kaynağı olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa; hitâbet sanatının sırrını, tam bir vukufla; “Güzel konuşmak için serbest olmak ve kelimelerin mânâlarını, yerinde yapılan jestlerle takviye etmek lâzımdır." sözleriyle özetler.

Atatürk'ün, millî romantizmi esas alan, didaktik ve hamâsî yapıcı ve eğitici bir ede­biyat taraftarı olduğunu, söyleyebiliriz. Şiiri her zaman çok sevmiş; nesir sahasında mükemmeliyetle kalemini kullanmaya muvaffak olmuştur. Nazım ve nesir sanatındaki çeşitli soruları, cevapları, teklif ve tavsiyeleri; O'nun tanınmış edibler kadar edebiyata vâkıf olduğunun açık delilleridir.

Nitekim, şâiri;

"insanlarda birtakım ince, yüksek ve temiz duygular vardır ki, insan onlarla ya­şar. işte o ince, yüksek, derin ve temiz duyguları en ziyâde duyabilen ve diğer insanla­ra duyurabilen şâirdir." şeklinde tarif ederek; "Şâirlerimizin, esaslı kültür sâhibi olma­ları ve tarihi iyi bilmeleri gerektiği..." direktifini vermiştir.

Atatürk'ün kendisinin de şiirler, gazeller yazdığı ve Fransızcadan şiir çevirileri yaptığı konusunda U. iğdemir "Atatürk" adlı eserinde ve F. Rıfkı Atay da "Çankaya" adlı ese­rinin II. cildinde söz etmektedirler. Ancak bu şiirlerin büyük bir bölümü ve çeviri şiirler yayın hayatına girmemiştir.

Türk milleti için kültürün, sanatın ne derece önemli olduğunu Atatürk, Cumhuriyet kurulmadan, kuruluş sırasında ve kuruluştan sonra her toplantıda, her konuşmasında önemle dile getirmiştir. 16 Mart 1923 tarihinde, Adana gezisinde Adana esnafıyla yaptığı konuşmada bü hususu enine, boyuna ve derinliğine Türk Milletine açıklamak lüzumu­nu duymuştur. Birözdüşünce olarak bu konuşmada Atatürk'ün söylediği şu cümle yıl­lardır bütün sanatçıların, sanatseverlerin çalışmalarında bir düstur olarak benimsen­miş, yetişen gençlerin kültür, sanat çalışmalarında en büyük ilham kaynağı olmuştur.

'Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel her şeyden evvel Türkiye'nin istikbaline,kendi benliğine, millî an ane­lerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir."

"Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller lâzımdır ve biliniz ki bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir ha­yata malik olamaz. Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş de­mektir."

Cumhuriyetimizin onuncu yıl törenleri dolayısıyla Atatürk, 29 Ekim 1933 tarihin­de yaptığı tarihî konuşmasında yine kültür ve sanat konularına önemle temas etmiştir:

"Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun için­dir ki milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılı­ğını, güzel sanatlara sevgisini millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, beşeriyette hakiki huzuru temin yolunda kendine düşen medenî vazifeyi mutlaka yapmakta muvaffak olacaktır”

Atatürk sadece özel sohbetlerinde değil, Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmalarında da sevdiği şiirlerle de düşüncelerini vecîz bir şekilde dile getirir. Bi­rinci İnönü Savaşı üzerinde konuşulurken de Namık Kemal'in Vatan Manzumesi'nin nakarat beyitini bütün Milletvekillerini coşkulu bir heyecana sevkeden gür sesiyle okur:

"Namık Kemal demiştir ki:

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini!

işte bu kürsüden, bu Meclisi Âli'nin reisi sıfatıyla heyeti âlinizi teşkil eden bütün âzânın herbiri namına ve bütün millet adına diyorum ki:

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini"

Aruz vezninin imale hatalarını da düzelterek, vatanın bağrında esen kötü, karam­sar hava gibi, iki şahâne kelimeyle yurdun gelecek aydınlık günlerini bir şair heyecanı içinde irticali bir beyitle meclise ve bütün ülkeye müjdelemek için Atatürk gibi önce kumandan, sonra sanatçı bir ruha sahip olmak gerek.

1936 yılında Florya köşküne davet edilen Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak edebiyat ko­nusunda Atatürk'le ilgili olarak şunları yazıyor:

"...Biraz sonra söz edebiyata geçti. Yazı dilinde Namık Kemal'e hayran olduğunu ve onun üslûbunun etkisi altında kaldığını biliyorduk. Ama konuşması kendisine özgü ve tadına doyum olmayan bir sohbet havasındaydı. Deyişindeki sadelik, davudî sesi­nin tatlılığı ile ayrı bir renk kazanıyor ve bir başka âlemden geliyormuş izlenimini bıra­kıyordu. Sistemli olarak edebiyat ve felsefe öğrenimi yapmamıştı. Ama öyle bir sağ­duyu ve öyle bir muhakeme gücü vardı ki dokunduğu her konuya aydınlık getirmeye yeterdi. Şunu söylemeliyim. O klâsik sistemde bir eğitimin yetiştirmesi olmasa da bir­çoklarının bildiğinin aksine ampirik bir adam değildi. Pek çok şey okuduğu şüphesiz­di. Nitekim Ordu Kumandanlıklarında bulunduğu sıralarda günü gününe okuduğu ki­taplar bilinmektedir. Ankara'daki Anıt Kabirde Atatürk kitapları bölümünde, okuduğu kitapları nasıl bir dikkatle didik didik incelediği görülür. Bu kitapların bazı satırlarının altında koyu çizgilere rastlanır. Ve bazı fikirlere karşı kitabın kenarına kendi fikirlerini yazdığı görülür, O akşam çok sevdiği belli olan Tevfik Fikret'ten bahis açıldı. Derken birden bire şu soruyu sordu. "Rubabı Şikestenin en lirik şiiri hangisidir?" Bu soruya doğru cevap vermemizi çok istiyordu. Bu cevabı bulabilirsek çok mutlu olacağını belli ediyordu. Gecenin ilerlemiş saatinde arkadaşlarımızın herbiri Rubabı Şikeste'den hatırlayabildiği birkaç beyit söylüyor, fakat O’nun istediği şey bir türlü ortaya çıkmı­yordu. Ben O'na sevinç vereceğini hissettiğim birşey yapabilmenin heyecanı içindey­dim. Yanılma rizikosunu göze alarak "okuyayım paşam" dedim. Ve şu mısraları oku­dum:"

"Çal, ben de olup zevk ile âhengine peyrev,

Dillerdeki sevdaları cûşân edelim, çal!

Bir yaralı kuş çırpınıyor sanki telinde

Çıkmakta bu âvâz o garibin ciğerinden."

"Yüzünü tatlı bir ışık bürüdü. Çok mutlu olmuştu. Ben ondan da mutluydum. "Dur doktor" dedi. “Bir defa da ben okuyayım." Davudî sesiyle, mısraları vurgulayarak şii­rin tam hakkının vererek benden çok daha güzel okudu. Sonra bana bir daha okuttu. Bir süre sonra kendi içine gömüldüğünü farkettim. Fakat biraz sonra açıldı. Meğer bu şiirde O'nun bir gençlik anısı varmış. Manastır Askeri İdadisinde okurken oralara yeni gelen hoşlandığı ve her gün evinin önünden geçtiği bir genç kız için bu şiiri yazıp kapı­sının altından atmış. Ertesi gün beklediği cevabı almak için o evin önünden geçtiğinde kızın nedense bir anlayışsızlık gösterdiğini ve güya Fikret’in bu şiirini Ata'nm yanlış yazmış olduğunu bildiren bir pusula bulmuş. Bu pusuladan biraz yaralanmış olduğu seziliyordu. Atatürk kindar değildi, ama izzeti nefis konusunda belki dünyanın en titiz adamıydı. Nitekim dost ve düşman kimse O'nun haysiyeti ile oynamaya cesaret ede­memişti."

Atatürk'ün sofrası, çoğu geceler bir edebiyat şöleni halindedir. Böyle gecelerde edebiyatın tanımlanması yapılır, amacı tartışılır, şiirler okunur. Yurdun ünlü edipleri ve şairlerinin de katıldığı bu gecelerden birini O'nun sohbetlerinde bulunmuş olanlardan dinleyelim:

"... Keyifli zamanlarında Ruşen Eşref Ünaydın'a Fuzulî’den şiirler okumasını söy­ler, o unutmuş, ya da başka beyitlerini yenilemekle yetinmiş görünürse "Gerçi cânândan" diye fısıldayarak ünlü bir gazelinin içli bir beyitini hatırlatıverirdi; bu beyit engin, tedirgin, kanmaz ruhunun bütün aranışını, bütün çırpınışını her zaman daha iyi­ye, daha güzele özlemini dile getirir gibiydi:

Gerçi cânândan dili şeyda için kâm isterem

Sorsa cânân bilmezem kâmı dili şeyda nedir.

Bir bahar gecesi sofrada, doldurttuğu kadehi, kesin perhizi yüzünden içemeyen bir arkadaşına doğru uzatarak, Nedim'in bir beytini gülümseyerek fısıldayıvermişti:

Gül mevsiminde tövbei meyden benim gibi

Zannım budur ki sen de perişansın ey gönül

Kaynak: PARLÂMENTER ŞAİRLER Hazırlayan : Feyzi HALICI

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar