[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ YEDİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Farz ve Mendup Oruçta
Geceden Niyetlenmek
Nesai,
müminlerin annesi Hafsa’dan (r.a.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘Oruca geceden niyetlenmeyen kimsenin orucu
yoktur.’ Bunun anlamı, ister gecenin başı, ister ortası ve isterse sonu olsun,
orucun geceleme vaktinden itibaren yazıldığıdır. Oruç tutanların sevabı,
geceleyişlerine göre derecelenir. Bunu ‘visal’ (hakkındaki durum) da destekler.
Oruçluya günün gecesinin ilk kısmına ulaştırmak nedeniyle sevap yazıldığı gibi
aynı şekilde gecesinin diğer kısmını da gününe bitiştirmekle kendisine sevap
yazılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Visal orucu
tutan kimse, seher vaktine kadar tutsun.’ Daha sonra, visal orucu hakkında
kitabın ‘visal’ ve ‘seher’ bölümünde söz edeceğiz. Konunun seherle ilişkisine
gelirsek, çünkü ‘visal orucu tutan kimse...’ hadisinde, sahur vaktinde yemeye
teşvik vardır. Visal orucunda gece de, bir yandan oruç vakti öte yandan tutma
vaktidir. Gece orucunun serbest bırakılması, gün içinde gönüllü orucun
durumuna benzer. Her iki zamanda da oruç Allah Teâlâ içindir, çünkü O, oruç
tutanı takip eder. İnsana hangi vakitte oruçlu adı verilirse verilsin, oruç Allah
Teâlâ’ya aittir. Oruçlu ismi, geceye daha benzerdir. Çünkü oruç bilinmezlikle
daha çok ilişkilidir. Hakk ise, bize kendisini görmeyi vaat etmesine rağmen,
bizim tarafımızdan görünmezken buna karşın fiil ve eserleri bakımından ise tarafımızdan
görülür.
Gerçekte Hakk, görünmede görünmez
(görünürken görünmez) olduğu gibi oruç da görünürken görünmezdir. Oruç (bir
şey yapmak değil) yapmamaktır ve yapmamak görünmeyen bir iştir. Oruca niyetlenmek,
görülen bir iştir. Oruç tutacak insan geceleyin bir vakitte niyetlendiğinde,
niyetinin geçerli olabilmesi için bir şey yememelidir. Öyleyse (orucun gerçekte
başladığı) fecir vaktine kadar geceden oruç tuttuğu süre, (farzın vakti
girmediği için) ‘gönüllü oruç’ sayılır. Fecir doğduğunda artık farz oruç hüküm
sahibidir. Bu durumda inşan, gönüllü (nafile) oruç ile farz orucu birleştirir
ve her ikisinin de sevabını alır.
Oruç Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah
Teâlâ, oruç tutarak ve onu kendisine nitelik yaparak kulun Allah Teâlâ’ya
yaklaşmasını istemiştir. Gecenin ikinci üçte birlik bölümünden itibaren veya
ortasında oruca başlamak gerekir. Allah Teâlâ o vakitte ‘yakın sema’ya inerek
tecelli eder. Kul Allah Teâlâ’nın niteliğiyle -Ki oruç tutmaktırAllah Teâlâ’ya
yaklaşır. Çünkü, kendisiyle nitelendiğinde oruç niteliği sadece Allah Teâlâ’ya
ait olabilir. Kul onunla nitelenmediği sürece ise, Allah Teâlâ’ya ait
olabilecek bir oruçtan söz edilemez. Çünkü bu noktada oruçlu kul, Hakk’ın
kendisine ve üzerine ineceği bir ziyafete benzer.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, oruç
bu durumda olunca, Allah Teâlâ karşılığını kendi ‘benliği’ ile üstlenmiştir
(‘orucun karşılığı benim’). Halbuki aynı şeyi başka bir ibadet için
yapmamıştır. Kulun tuttuğu oruç -arada bir vasıta olmaksızınAllah Teâlâ’ya ait
olduğu gibi kula verilecek karşılık -herhangi bir vasıta olmaksızındoğrudan Allah
Teâlâ’dandır. Bir insan kendisine yaraşan şekilde efendisine yönelirse,
efendisi kölesinin davranışına karşılık en yetkin şekilde yönelir. Efendi, bu
yerde istifade edenin zuhuru gibi ortaya çıkmıştır. Böylelikle ona kendisiyle
karşılık verir. Onun ikramı ise, başkası adına olmamıştır. ‘Allah Teâlâ
âlemlere muhtaç değildir.’
FASIL
İÇİNDE VASIL
Oruçlunun Orucunu Açma
Vakti
Müslim, Abdullah b. Ebi Evfa’nın şöyle dediğini aktarır: ‘Ramazan
ayında bir yolculukta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile birlikteydik.
Güneş battığında birisine, ‘In ve'bize koyun sağ’ deyince adam ‘Ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi! Henüz gündüz!’ diye karşılık vermiş. Peygamber tekrar ‘İn ve bize
süt sağ’ demiş. Adam (bineğinden) inip süt sağmış ve onu peygambere getirmiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de içmiş ve şöyle demiş: ‘Güneş şuradan batıp gece
buradan geldiğinde, oruçlu iftarını açmıştır.’ Oruçlunun bir şey yiyip
yememesi eşittir, çünkü Şari, onun orucunu bozduğunu bildirmiştir. Başka bir
ifadeyle bu vakit oruç tutma vakti değildir ve güneşin batmasıyla oruçluyu
el-Fatır ismi hakimiyeti altına alır.
Gecenin gelişi, gaybte bulunan şeyin
ortaya çıkması değil, gaybın otoritesinin ortaya çıkması demektir. Gece gelmiş
ve hakikat güneşinin ortaya çıkardığı şeyleri kıskançlık duygusuyla örtmüştür.
Kıskançlık, keşf sahiplerinin gördükleri Allah Teâlâ’nın yasak ve alamederine
saygı göstermeyişlerine karşıdır. Çünkü bu esnada göz öyle bir şeyi algılar
ki, onun bir kısmı bir şeyin içinde bulunsaydı, kendisine gerekli saygı yerine
getirilemezdi. Keşf sahiplerinin gördükleri şeye karşı saygıları azalınca,
gece kıskanarak onu örtmüştür. Böylelikle (hakikat güneşinin ortaya çıkardığı
şey) gecenin bilinmezliği içinde gizlenmiştir.
İnsan gaybe (oruca) girer ve onu
niteliği haline getirirse, içinde bulunan -sır ilimlerini değilnur ilimlerini
algılar. Nur ilimleri, bütün yaratıkların menfaaderiyle ilgili ilimlerdir.
Gecenin gelişiyle ise, yıldızların ışıldan ortaya çıkar. Allah Teâlâ onları,
‘Denizin ve. karaların karanlıklarında doğru yolu bulalım’ diye yarattı. Bu
ikisi, ihsan ve hayat ilmidir. Sır ilimleri ise, bakanların gözlerinden
gizlenir. Bu ilimler, bilinmezin bilinmezidir. Bu yorumda gayb, bir kısmı
algılanan bir kısmı algılanmayan hususları barındıran bir şeye dönüşmüştür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Oruçlu iftar etmiştir’ demiştir. Oruçlunun yapması gereken en uygun
iş, akşam namazının ardından hemen orucunu açmasıdır, çünkü en uygunu budur.
Çünkü Allah Teâlâ akşamı gündüz namazının vitri yapmıştır. Bu nedenle gündüz
kendisinde bulunduğu nitelikle onu kılmak gerekir. Bu özellik ise, yemek ve
içmekten uzak durmaktır. Farzı yerine getirdiğinde ise, nafile kısmını kılmadan
önce ister bir hurma tanesi veya biraz su içerek olsunyemeğe başlaması
müstehaptır. Bunu yapan kişi, daima hayır içindedir. Müslim, Sehl b. Sa’d’dan Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini aktarır: ‘İftarı aceleyle yaptıkları
sürece insanlar hayır içindedir.’ Yemek ve içmek, orucu bozmak diye
isimlendirilmiştir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hadiste
gecenin gelip güneşin batmasıyla orucun bozulduğunu belirtmişti. Yemek yiyerek
oruçlu iki ‘oruç bozma’ eylemini birleştirir: Orucu fiilen bozmak, orucu hüküm
yönüyle bozmak. -
‘Anlamı’ dikkate alan kimse, yemekle
orucunu bozmayan kimsenin aceleyle yediği takdirde yemek nedeniyle elde edeceği
hayrı yitireceğini söyler. Çünkü insan yemeği ertelerse, acelenin kendisine
getirdiği iyiliği elde etmemiş ve alış verişinde mahrum ve hüsrana uğramış bir
halde kalır. Sonra, orucunu açarken oruçlunun elde edeceği sevinçten de yoksun
kalır. Başka bir ifadeyle, onun hazzını ve tadını kaçırır. Söz konusu olan,
zorunluluktan özgürlüğe, darlıktan genişliğe, sıkıntıdan huzura çıkmanın
hazzıdır. Bu, Muhammedi makamdır. Sıkıntıda kalmak ise, Yusufun makamıdır.
Hükümdarın elçisi Yusufu hapisten
çıkarmak için geldiğinde Yusuf kendisine şöyle demiş: ‘Efendine dön ve
ellerini kesmiş olan kadınların derdinin ne olduğunu sor.’ Böylece hapisten
çıkmamış ve elçi kendisine cevabı getirinceye kadar hapiste kalmayı tercih
etmiştir. Gerçi bu da onun hapse girmesine uygundu. Çünkü Yusuf hapse
isteyerek girmişti. Bu hal de kendisine eşlik etmiştir. Nitekim ayette, ‘Rabbim!
Hapis, onların beni çağırdıkları işten daha hayırlıdır’65 dediği
bildirilir. Yusuftaki bu sevgi, göreli bir sevgiydi, gerçek bir sevgi değildi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, kardeşim Yusufa
merhamet etsin, ben olsaydım elçiye olumlu karşılık verirdim.’ Peygamber,
‘çıkmak için acele ederdim’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i Allah
Teâlâ rahmet olarak gönderdiği için, makamı genişliği verir. Rahmet olan kimse
ise, sıkıntıya tahammül edemez. Bu nedenle ‘orucu bozma sevincinin hazzı’nın
Yusufî (Yusuf Peygamber’e ait) değil, Muhammedi bir makam olduğunu söyledik.
Namazın hemen kılınmasını söyledik.
Oruçlu akşam namazının farzından sonra ve sünnetinden önce iftar eder. Böyle
yapmak, Peygamber’in fiilidir. Önce namaz kılmak gerektiğini belirttik, çünkü
namaz, Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Orucu bozmak ise, nefsinin hakkıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, üzerinde oruç borcu bulunduğu halde ölen bir
annenin bu borcu kaza etmek isteyen oğluna şöyle demiştir: ‘Başka bir borcu olsaydı,
onu öder miydin? Adam ‘Evet öderdim’ deyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Allah Teâlâ’nın hakkı ödenmeye daha layıktır’ demiştir. Böylelikle Allah
Teâlâ’nın hakkını öne almış ve onu ödenmesi bakımından yaratıkların haklarından
daha öncelikli saymıştır.
Müsüm Ebu Uteyye’nin şöyle dediğini
aktarır: ‘Mesrûk ile birlikte Aişe’nin huzuruna girip şöyle dedik: ‘Ey müminlerin
annesi! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in arkadaşlarından iki adam var:
Birisi iftarı önce yapıp namazı sonraya bırakmak istiyor, diğeri namazı önce
kılıp iftarı ertelemek istiyor?’ Aişe ‘Hangisi iftar için de namaz için de
acele ediyor’ diye sorunca, ‘Abdullah b. Mesud dedik. Bunun üzerine ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de öyle yapardı’ diye karşılık vermiş.
Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i uyulması gereken bir örnek yaparak şöyle buyurmuştur: ‘Sizin
için Allah Teâlâ’nın Peygamberi’nde en güzel örnek vardır.*6 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, midesine girecek (bağırsaklarını yaracak, açacak) birkaç yudum su, bir
hurma veya birkaç damla içecekle akşam namazından önce iftarmı açardı. Akşam
namazını kıldıktan sonra ise, takdir edilmiş olduğu ölçüde yerdi. Ebu Davud
es-Sünen’inde Enes b. Malik’ten şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem namaz kılmazdan önce içecek şeylerle orucunu açardı, içecek olmazsa,
birkaç hurmayla orucunu açardı. Hurma da olmazsa, birkaç yudum suyla orucunu
açardı.’ Burada Peygamber içeceği öne geçirmiştir. Çünkü içeceğin (su),
hurmaya göre Rabbiyle tanışıklığı daha yenidir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem yağmur yağarken yağmura doğru çıkar ve yağmurun üzerine
düşmesi için elbisesini çıkarırdı. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, ‘Yağmurun
Rabbiyle tanışıklığı yenidir’ derdi.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Ayın Sırrını Tutmak
Bilmelisin ki,
söz konusu gün, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kendisinde oruç tutmayı emrettiği aktarılmış bir gündür. Bu rivayeti
Ebu Davud, Abdullah b. el-Alâ’dan, o da Muğîre b. Karre kanalıyla bize
ulaştırmıştır. Karre şöyle der: ‘Hıms şehrinin kapısında bulunan bir yerde
ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: ‘Ey insanlar! Şu ve şu günde hilali gördük.
Ben hemen oruç tutacağım. Bunu yapmak isteyen kimseler yapsın.’ Ravi şöyle
devam eder: ‘Malik b. Hübeyre es-Sebelî ayağa kalkmış ve ‘Muaviye! Bu senin
Peygamberden duyduğun bir rivayet midir, yoksa kendi görüşün müdür?’ Bunun
üzerine Muaviye ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini
duydum: ‘Ayı ve sırrını tutun.’
Bilmelisin ki, sır (ay anlamındaki
şehr kelimesinin başka bir anlamı olan) şöhretin zıddıdır. Ay şöhret bulup
ayrıştığı, bunun yanı sıra müslümanların ve gökbilimcilerin ilgisine mazhar
olduğu için ‘şehr’ (tanınan, şöhretli) diye isimlendirildi. Şeriat, ayın gizli
ve açık olduğu esnada oruç tutmayı teşvik etmiştir.
Bilmelisin ki, ‘ayın sırrı’ ayın
güneşin kabzası, yani onun ışınlarının akında bulunduğu dönemdir. Aynı şekilde
kul da yakınlık mertebelerinden birinde var olanların gözlerinin kendisini
arayacağı bir yerde bulunduğunda, onu göremezler. İşte bu, ‘gizli-iyilerin
makamlarıdır.’ Onlar, efendilerinin nitelikleriyle özdeşleşerek, bu dünyada
sıradan insanlardan ayrılmayan kimselerdir. Nitekim onlar, İlâhî mertebe hakkında
insanların iddialarının gerçekleşmesi ihtimali nedeniyle, varlıkların
efendilerini bu dünya hayatında görmeye bir yol bulamazlar.
Şöyle derler: ‘Ancak efendimizin
göründüğü gibi görünmemiz gerekir. Bu ise, ahirettedir.’ Çünkü Allah Teâlâ ‘O gün
mülk kimindir?’67 diye sorar.
Dolayısıyla hiç kimse mülk iddiasında bulunamaz. Bu tabaka orada gözükür ve Allah
Teâlâ’nın kulları içinde bir takım gizlileri bulunduğu gözükür. Onlar,
korunmuşluğu altında sakınılmış gizlilerdir. Bu gizlenme ve gözükmeme
özelliğinde efendilerine benzediklerinde ise, ‘ayın sırrı’nın orucu kendilerine
gerekir. Çünkü oruç samedanî bir niteliktir. Böylelikle, bu yakınlıkta Hakkın
niteliğiyle nitelenirler. Buna karşın, Ramazan aymda olduğu gibi, farz orucun
açıklamşında da Rablerine benzerler. Çünkü orada Hakk Ramazan ismiyle zuhur
eder ve kendisine perde olsun diye bu isimle ayı isimlendirmiştir.
Sıradan insanlar şöyle der:
‘Ramazan’da oruç tuttum.’ Ârif ise şöyle der: ‘Ramazan ayını ilan ederek
tuttum.’ Çünkü Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: ‘Sizden
kim ayı görürse.’63 Burada (ay
anlamındaki) şehr, Ramazan’ı ilan ve tanıtmak demektir. ‘Onu
tutsun.’69 Yolcu ise
bu emrin kapsamı dışındadır. Çünkü O’na giden yolcu, kendisini müşahede etmek
üzere yolculuk etmektedir. Hasta ise Haktan ayrılandır. Çünkü iç hastalığı,
nefsin âleme yönelmesi demektir. Bu nedenle de ‘şehri (ay) göremez.’ Hayız ise,
nefsin yalanıdır. Bu nedenle bulunduğu yerde hayız, yakınlığı gerektiren temizlikle
-ki doğruluk demektirçelişen bir sıkıntıdır. Güvenilir bir hadiste şöyle
denilir: ‘Kul bir yalan söylediğinde, melek kendisinden otuz mil uzaklaşır.’
Hadiste, güneşin ışınları altında gizlenen Kamerî ayın tam sayısı olan otuz
zikredilmiştir. Öyleyse hayızlı, zikrettiğimiz nedenle, ayı görmekten uzaktır.
Kul, Hakka sadece kendisine ihsanda
bulunması ve vermesi için yaklaşır. Sonra, Hakkın kuluna verdiği nur gözleri
zayıf insanları hayrete düşürmesin diye, onu peyderpey insanlara gösterir.
Böyle yapması, Allah Teâlâ’nın insanlara bir merhametidir. Allah Teâlâ o
kulunu peyderpey insanlara göstermeyi sürdürür. Bu gizlilik esnasmda kendisine
verdiği marifeti de insanları saptırmayacak ölçüye göre verir. En sonunda insanların
gözleri alışkanlık kazanır ve söz konusu insan İlâhî elbiseyle süslenmiş bir
halde verilen şeyin kâmil suretiyle onlara görünür. Bu durum şu ayette dile
getirilir: ‘Peygamber’e itaat eden kimse, Allah Teâlâ’ya itaat
etmiş demektir:70 Bu ise,
dolunay gecesindeki ay konumundadır. Söz konusu şey, gizlilik gecesinde
bâtınının yönünden gayb mertebesinde kendisi adına meydana gelen miktardır.
Dolunayın ışığı, güneşten gizlilik gecesinde güneşe paralel olarak bakan yönde
bulunur. Görünüşte onda ışık yoktur. Dolunay gecesinde ise iş tersine döner. Böylelikle
ezZâhir ismiyle zuhur gerçekleşir.
Hakk da kullarının geneline karşı
böyle yapar. O, tıpkı ayın gizlenmesi gibi, onlardan büsbütün gizlenmiştir ve
bu nedenle insanlar kendisini algılayamaz. Allah Teâlâ ‘O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur’71 der ve bu Allah
Teâlâ’nın kullarına bir rahmetidir. İnsanlar, zihinlerinde ve farklı hallerinde
akıllarını başlarından alacak bir şey bulamaz. Hakk bu ayetin perdesinin
içerdiği rahmette gizli olarak gelir. Bu ise, Hakkın kendilerine merhamet
ettiği makamda kullarına tenezzülünün en ileri aşamasıdır. Sonra, peyderpey
kendilerini şaşırtır ve ‘O işiten ve görendir’72 der. Bu
bağlamda başka bir ayet ‘De ki AUah birdir, Allah Teâlâ
es-Samed’dir’73 veya ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’74 ayederidir.
En sonunda insanların gözlerinin nurları, Allah Teâlâ’yı bilmenin yardımıyla
güçlenir ve yavaş yavaş kendisini unuturlar. En sonunda Allah Teâlâ, tenzih
bilgisinde kendilerine tecelli eder. İşin başında kendilerine bu halde tecelli
etseydi, hemen helale olurlardı.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.’75 Böylelikle onlar da Allah
Teâlâ’yı kabul eder ve kendisinden kaçmayıp ‘O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur’76 (ayetinde belirtilen tenzih)
durumunu unuturlar. Bu makamda kalmaları, (Hakk ile) aralarındaki karşılıklı
ilişki her bakımdan ortadan kalkmış olacağı için, ümitlerini kesebilirdi.
Dikkat ediniz! Ölü yakınlarının ölü
hakkında duydukları üzüntü ortadan kalkar, çünkü onlar, onunla dünya hayatında
bir daha karşılaşmayacaklarından emindirler ve bu nedenle ölüyle ilgili bir
üzüntü kendilerinde kalmaz. Kaybolmuş bir insanın yakınları ise böyle değildir,
çünkü onlar, kayıp insanın kaybolup yok olmasından büsbütün ümit kesmezler.
Kendisi gelene kadar onun haberleri, sürekli kendilerine ulaşır. el-Hakim ve
el-Habîr olan Allah Teâlâ, işi yönetir ve ayetleri tafsil eder.’ Umulur ki Allah
Teâlâ’nın kendisinden öğreniriz. Böyle bir nedenle, ‘ayın sırrının orucu’ ve
‘ayın orucu’ Allah Teâlâ’dan öğrenen kimseler için verilmiş birer örnek
olmuştur.
‘Ayın sırrı’ orucunda ‘Allah Teâlâ’ya
karşı niyeti toplama’ makamı vardır. Bu makam sahibi, Allah Teâlâ’dan başkasını
göremez. ‘Benim Allah Teâlâ ile bir vaktim vardır ki, Allah Teâlâ’dan başkası
ona giremez’ hadisinde belirtilen durum budur. Bu esnada Allah Teâlâ,
peygambere özgü bir tecelli içindedir ve bu nedenle O’nu kendisine tamlama
yaparak ‘Rabbim’ demiş, ‘Allah Teâlâ’ veya ‘Rab’ dememiştir. ‘Ayın sırrının
orucu’ sözüyle ‘toplanmışlığı’ kastettiği hakkındaki görüşümüzü destekleyen
başka bir husus, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Şaban’ın sırrı orucu
hakkındaki tahsisi ve teşvikidir. Peygamber, bu orucu tutmayanların kaza
etmelerini de teşvik etmiştir. Şaban (şube), ayrımdan gelir. Söylendiğine göre
Şaban aymın böyle isimlendirilmesinin nedeni, Arap kabilelerinin o ayda
ayrışmış olmalarıdır. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: ‘Sizi
şube (Şaban kelimesinin kökü) ve kabilelere ayırdı.’77 Arap olmayan toplumlarda şube ne
anlama geliyorsa, kabile de Araplarda o demektir. Başka bir ifadeyle,, sizi
şubelere ayırdı ve bir kabileyi bir kabileden ayırt etti. ‘Meniye’ şubeler diye
isimlendirildi, çünkü o, ölüyle ailesini ayırır.
içerdiği ayrım nedeniyle ‘Şaban'ın
sırrı’nın orucu, diğer ayların sırlarından daha vurguludur. Müslim, İbn
Ömer’in şöyle dediğini aktarır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
adama şöyle demiş: ‘Bu ayın sırrından hiçbir gün tuttun mu?’ Adam ‘Hayır’
deyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ramazan orucunu
tamamladığında, iki gün onun yerine tut’ demiştir. Müslim’in İbn Ömer’den
aktardığı başka bir rivayette ise ‘Şaban’ın sır (günlerinden) oruç tuttun mu?’
denilir.
Bu bölümde, dikkat çektiğimiz
hususları tam olarak öğrenenlerin bilebileceği İlâhî sır ve ilimler vardır. Bu
noktada, insanların en mutlusu, güneşin ve aym hareketlerini, ibadet
vakitlerini öğrenmek için gözetenlerin içinden bâtınî yorumunu bilenlerdir.
Çünkü aym ve güneşin konumunu bilmek, söz gelişi, Rabbin (âleme dönük)
yardımına ve koruyuşuna özgü İlâhî ilim hakkındaki en büyük kanıtlardan
biridir. Bu koruma ve yardımın amacı ise, âlemdeki varlıkları korumaktır.
‘Bunda kalbi olan veya gördüğü halde kulak veren kimse için öğüt vardır.’
‘Gördüğü halde’, haber verenin aktardığı işler karşısmda bilinci olana işaret
eder. Bu bilinç sayesinde, sanki; gözünün önünde canlandırır. Bu haber,
güvenilir ve doğru sözlü birinin bildirdiği doğru haberdir.
Güvenilir-doğru sözlü bir haber getirdi ki Olacak her
şeyden haber verir
Her varlık hakkında ve her tarzda Her güçlükten ve her
kolaydan
Kalplerin mana bakımından keşfettiği Ve gözlerin
(maddi olarak) gördüğü işlerden
ibinden getirmiş, evin sahibi bü-
etmiştir. Allah Teala şöyle buyu- k.’7S Başka bir ayette ise ‘Allah’ın
şeyi ihata ettiğini bilmeniz için’79 |
Her Şehir Halkının Hilali Görmelerine Göre Oruç Tutmaları
Müslim
es-Sahih’inde Kureyb’den şöyle aktarır. Ümmü’l-fazl binti el-Haris
kendisini Şam’daki Muaviye’ye göndermiş. Kureyb hadiseyi şöyle aktarır: ‘Şam'a
geldim ve beni gönderen kişinin ihtiyacını hallettim. Şam’da iken hilali
gözededim, Cuma gecesinde hilali gördüm. Sonra, ayın sonunda Medine’ye döndüm.
Abdullah b. Abbas bana sordu -sonra (sorunun konusu olarak) hilali zikrettive
şöyle dedi: ‘Hilali ne zaman gördünüz?’ Ben de ‘Cuma gecesi gördük’ dedim.
Bunun üzerine ‘Sen mi gördün?’ diye sordu. Ben de ‘Evet, ben gördüm, fakat
insanlar da gördü. Ardından herkes ve Muaviye oruç tuttu’ dedim. Abdullah b.
Abbas ‘Fakat biz hilali cumartesi günü gördük, artık hilali görünceye veya otuz
güne tamamlayıncaya kadar oruç tutacağız’ dedi. Ben de kendisine ‘Yoksa
Muaviye’nin hilali görüp oruç tutması yeterli değil mi?’ diye sorunca, ‘Hayır! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bize böyle yapmayı emretti’ diye karşılık verdi.
(Hadisin bâtınî yorumuna gelirsek)
İnsanın bedeni ve güçleri, onun şehri, bölgesi ve tebaasıdır. Sen, Hakk’ın
şeriatında senin adına belirlediği şekilde o güçlerde tasarruf yapmakla
yükümlüsün. Sen, başkasından değil, o güçlerinden sorumlu bir çobansın. Çünkü Allah
Teâlâ herkesi kendi haline ve imkânına göre yükümlü tutmuştur, kimseyi başkasının
durumundan yükümlü tutmamıştır. Öyleyse ‘Herkes kendi yaptığının rehinidir.’
Ve ‘Herkes kendi adına mücadele eder.’ ‘Her insanın yükümlülüğü boynuna
asılmıştır.’
Allah Teâlâ’nın Ramazan isminden
marifet hilali kalbine doğduğunda, bu doğuşta bu isim seni kendisine ait olan
şeyle nitelenmeye çağırır Ki o da oruçtur. Allah Teâlâ, bütün dış güçlerini
olduğu gibi iç güçlerini de sınırlamayı sana emreder. Aynı zamanda Ramazan’ın
gecesini de ibadetle geçirmeni sana emreder ve seni buna teşvik eder. Bu, onun
görünmez tarafını korumaktır. Allah Teâlâ, gecenin başında sana oruç bozma
(iftar) imkânı vermiş ve bunu aceie yapmanı emretmiştir. Gecenin sonunda ise,
senin beslenmene imkân vermiş, ‘gündüz, ama güneş doğmamış’
diyecek konumda olacak şekilde bunu
geciktirmeni teşvik etmiştir. İftardaki aceleyle sahurdaki geciktirmenin
hikmeti, gününde olduğun gibi Ramazan gecesinde de, el-Evvel ve el-Ahir
isimleriyle ahlâklanmayı sağlamaktır. Çünkü sen (Ramazan’da) helal ve yasak
uçları arasında bulunmaktasın.
Allah Teâlâ sana ancak kendinden
hitap ettiği gibi sana yine kendiyle hitap eder. Melek, cin, insan, hatta
bütün yükümlüler gibi, âlemdeki bütün yükümlüler karşısında Allah Teâlâ’nın
tavrı budur. Bu yaratığın hali, hükmü kelam niteliğiyle kendi üzerine
indirtir. Bu noktada, bu kelama hece harflerinin eklenmesi veya eklenmemesi
birdir. O, âlemdeki ilâhî kelamın aynıdır. Kuşkusuz Allah Teâlâ kulunun
diliyle şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendisini öveni işitti.’ Allah Teâlâ beni
bu makamdayken şimdi söyleyeceğimiz mısralarla konuşturmuştur:
Hakk
göğümden bana nida etti
Hece
harfleri olmaksızın
Sonra
varlığımın arzına beni çağırdı
Bütün hece
harfleriyle
Sonra bana
dedi ki: Hepsi benim sözüm
Benden
başkasına yükselme.
Benden başka bir şey de görme •• Çünkü
övgünün zirvesidir.
Hilalin her şehirden farklı
görüldüğünü ve bir şehir halkının diğerinin durumunu bilmediğini düşündüğümde,
işin güç olduğunu ve herkesin Hakk karşısında kendi nefsinden yükümlü olduğunu
anladım. ‘Kimse kimsenin cezasını çekmez.’ İnsanın ibadetlerde halden Hakk girmesi,
bir yandan kendisinden bir yandan Râbbinden kaynaklanır. Kimsenin ona girmesi
veya müdahale etmesi söz konusu değildir. Hakk bunu bana bir vakıada gösterdi.
Hemen uykumdan uyandım. Daha önce ne kendimden ne de bir başkasından hiç
duymadığım şu mısralar dudağımdan dökülüyordu:
Uykumda Hakk
bana dedi ki
-Ki benim
sözüm değildi o-
Bazen
kullarımın içindeyken nida ederim sana
Bazen
kendi makamımdayken
İki halde
de sen benim yanımdasın
Korunmuş
ve sakınılmış elbisesi içinde.
Bir
namazdan zekâta
Zekâttan
oruca
Bir
haramdan bir helale .
Bir
helalden bir harama giderken
Bütün
bunlarda sen benden (hareket edersin)
Tıpkı
çadırda bulunan çekik gözlü gibi
Keşke insan, ‘Ey iman edenler’30 derken
Hakkın hangi makamdan kendisine oruç tutmayı emrettiğini ve sadece onun bu
toplanmışlıkla muhatap olduğunu bilseydi! Şari şöyle buyurur: ‘Her birinizin
her eklemine bir sadaka vardır.’ Burada Peygamber, tek bir insandaki yükümlülüğü
genel yapmıştır. Bu durum insanın sinirlerinde böyle ise, kulak, göz, dil, el,
mide, ayale, cinsel organ, kalp gibi dışının temel organlarını teşkil eden
organlarındaki durum nasıldır? Her organ kendine özgü bir oruçla yükümlüdür. Bu
bağlamda oruç, bir organı yasaklanmış işlerden geri tutup o işe gitmesine izin
vermemektir. Allah Teâlâ ‘size oruç yazıldım buyurmuştur.
Bilmelisin ki, mümin olman bakımından
Allah Teâlâ sana birleştirici hikmet yönünden hitap eder. Bunun amacı, sana
söylediği şeylerin ayrıntılarını tam olarak öğrenmeni sağlamaktır. Bu sayede,
bu ibadette Allah Teâlâ’nın senden neyi istediğini kesin olarak öğrenirsin. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size orucu yazdı.’82 Yani,
yapmak veya yapmamanın yasaklandığı her işten geri durmayı size yazdı. ‘Sizden öncekilere yazdığı gibi...’83 Başka bir
ifadeyle, oruç olması bakımından orucu sizden öncekilere de yazdı. Öncekilere
yazılmış olan aynı oruç olabilir. Nitekim bazı bilginler bu görüşe varmıştır.
Bizden öncekiler, ona bir takım şeyler eklemiş ve onu elli güne çıkarmışlardır.
Onların değiştirdiği hükümlerden biri de budur.
‘Yazıldığı gibi’ farz kılındı
demektir. ‘Sizden öncekilerin üzerine...’ Onlar, daha önce bu hükümle
karşılaşan seleflerinizdir. Siz ise, oruçta onların halefisiniz. ‘Umulur
ki takva sahibi olursunuz.’84 Başka bir ifadeyle orucun
yazılmasının hikmeti, orucu ‘siper’ edinmenizi sağlamaktır. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bize orucun bir kalkan olduğunu bildirmiştir.
Kalkan ise koruyucudur. Onu ibadet yapmadıkça kalkan yapmak mümkün değildir.
Böylelikle oruç, içerdiği tenzih yönünden Hakka ait olurken ibadet olma
özelliğiyle kula aittir. Bu sayede insaıi, orucu kendisine ait saymak
iddiasından sakınır ve (orucu bu iddiaya karşı) kalkan yapar. Çünkü orucun
benzeri yoktur. Öyleyse oruç, benzeri olmayanındır. Binaenaleyh oruç Allah
Teâlâ’ya aittir, sana değil!
Sonra şöyle der: ‘Belirli
günler olarak.’85 Günler kelimesi, hiç kuşkusuz,
birinci ‘yazıldı’ kelimesinin tümlecidir. Çünkü bizden öncekilere neyin
yazıldığı hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur. Acaba onlara bir gün mü
yazılmıştı -ki Aşure’dirya da onlara günler mi yazıldı, bilemeyiz. Bize
yazılmış olan aydır. Ay ise, hilali görmemize göre, ya yirmi dokuz veya otuz
gündür. (Ayette geçen) ‘Günler’ ise, üç ile ona kadardır. Öyleyse Kur'an-ı
Kerîm’in lafzı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bize ayların sayısı
hakkında verdiği bilgiyle örtüşmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ayın gün sayısını öğretirken, ‘İki elinin parmaklarıyla göstererek -ki on demektir-,
bir ay şu kadar’ -ki on günü kastetmiştir‘şu kadar’ -yine onu kastetmiş‘ve şu
kadardır’ demişti. Üçüncü onu ise belirsizleştirmiştir. Başka bir ifadeyle
dokuz gün mü, on gün mü olduğu belirsizdir (yirmi dokuz mu, otuz mu olduğu).
Bir keresinde de belirsizliği sayıya katmamış ve ‘on gün’ demiştir. Allah Teâlâ
‘belirli günler’ dediğinde, Şari ayın günlerini ‘onlu’ olarak saymış ve
güfıleri Allah Teâlâ’nın kelamına uygun olarak zikretmiştir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘otuz gün’ demiş olsaydı, yemin hadisesinde Hz.
Aişe’ye ‘Ay bazen yirmi dokuz gün olabilir’ dediği gibi olurdu. Halbuki
Peygamber o olayda Ramazan ayının günlerindeki gibi ‘şu kadar’ dememişti.
Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kitabında zikretmiş olduğu
hususta Allah Teâlâ’nın sözüne uymak istediğini öğrendik.
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sizden kim hasta veya yolcu olursa, diğer günlerden belirli
bir sayıda tutsun.’*6 Burada da
günler kelimesi getirilmiş ve ‘sizden’ kelimesiyle de muhataplara hitap
edilmiştir. Bunlar, iman eden insanlardır. ‘Hasta’, Hakkın hapsinde bulunan
demektir. ‘Ya da yolcu’, Allah Teâlâ’ya giden yolda hal ve makamlarda sülük
edenlerdir. ‘(Yolculuk anlamındaki) Sefer’ kelimesi isfar’dan gelir. İsfar,
zuhur ve görünmek demektir. Hakka giden yolculuğun sefer diye
isimlendirilmesinin nedeni, kendisinde adamların huylarının açığa çıkmış olmasıdır.
Böylelikle makam ve hal, (Allah Teâlâ’ya giden) adamlara amel ve davranışın
kendilerine ait olmadığını açıkça gösterir (isfar). Onlar vasıtasıyla amel
eden, gerçekte Allah Teâlâ’dır. Nitekim Allah Teâlâ bir ayette ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’87 buyurur. ‘Diğer günlerden belirli bir sayıda™, (bâtmî
yorumda) perdelenme vaktinde demektir. Çünkü bu vakitler, yükümlülüğün zorla
kendisini kâbul edecek bir. yer bulacağı diğer vakitlerdir. Bu gibi hususlar
daha önce bu kitapta zikredilmişti, oraya bakılabilir!
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Güç yetirenler fidye olarak bir yoksulu doyurmalıdır. Kim
gönüllü olarak yaparsa bu onun adına daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin için
daha hayırlıdır. Keşke bilseydiniz!’89 Burada Allah
Teâlâ şöyle demektedir: Oruç tutabilecek kimseleri oruç tutmayla yoksul yedirme
arasmda serbest bıraktık. Allah Teâlâ, belirli olan bir şeyden ki (seçenekler)
sınırlı olsa bileyükümlüye göre belirsiz olana geçmiştir. Allah Teâlâ
yükümlünün oruç tutmak veya yedirmeden hangisini yapacağını bildiği halde, onu
gönüllüye katmıştır. Çünkü her iki davranış da zorunlu değildir. Bunlardan
hangisini seçerse seçsin, o şey insan bakımından gönüllü bir davranış haline
gelir, çünkü onu bırakıp diğerini seçmesi mümkündür. Sonra, Allah Teâlâ kulu
adma orucu seçmiştir. Çünkü oruç kula aittir ve onu tutmak daha hayırlıdır.
Çünkü orucun niteliği, oruç olmak bakımından benzersizdir.
Şöyle denilebilir: Yedirmek de Allah Teâlâ’nın
bir niteliğidir, çünkü Allah Teâlâ el-Mut'im’dir (yediren).’ Bu soruya şöyle
yanıt verilebilir: ‘Fidye’ kelimesini zikretmeksizin sadece yedirmeyi
söyleseydi, öyle olabilirdi. Allah Teâlâ yedirmeye fidye kelimesini bitiştirip
tamlama yapınca, adeta yükümlüye oruç tutmak farz haline gelmiştir. Saygınm
gereği olarak, kendisine farz yaptığı hususlardan başka gerçekte hiçbir şey Allah
Teâlâ’ya farz yapılamaz. Zorunluluk hükmü altında bulunan kimse, hükümdarının
esiri olmıış demektir. Onu kurtarmak için fidye belirlenmiş, fidye ise yedirmek
olmuştur. Böylelikle Allah Teâlâ burada orucu dikkate almış ve onu insan için
daha hayırlı saymıştır, çünkü oruç, Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir.
Bakınız! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onu büyük bir fidyeyle kurtardık.™ Kastedilen
şey, yok olma esaretinden kurtarılmadır. ‘Şayet biliyorsanız.’91 Burada
‘ise’ edatı, ‘olumsuz’ anlam bildirebilir. Başka bir ifadeyle, size bildirmemiş
olsaydık siz orucun yedirmekten daha hayırh olduğunu bilemezdiniz. Bununla
birlikte şöyle bir anlam da verilebilir: Sizi serbest bıraktığımız bir hususta
daha hayırh olanı öğrenmek istiyorsanız, işte onu size bildirdik. Başka bir
ifadeyle yemek yedirmenin ve oruç tutmanın derecesini size bildirdik.
Sonra, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ramazan ayı.’92 Ayette Allah
Teâlâ’nın Ramazan isminin ‘şehri (ayı veya şöhreti)’ denilir. Böylelikle Allah
Teâlâ bu kelimeyi Ramazan ismi halamından kendisine tamlama yapmıştır. Bu isim,
bilinmeyen ve nadiren kullanılan isimlerdendir. ‘Ki onda Kur’an indirildi.593 Yani
Kur’an, başka bir ayda değil, oruç ayında tam olarak indirildi. ‘Hidayet olarak.'9* Yani
‘insanlara’ açıklayıcı olarak indirildi. Kur’an, toplamak demektir. Bu nedenle
samedanî bir nitelikte seni ve Hakkı birleştirmiş ve toplamıştır. Bu özellik
ise, oruç tutmaktır. Öyleyse oruçta bulunan tenzih Hakka ait iken -çünkü Allah
Teâlâ ‘oruç bana aittir’ demiştirbir ibadet olması bakımından ise sana aittir.
Kuran’ın ‘hidayet’ olması, farklı derecelerine göre ve kendisinden
rızıklanmaları ölçüşünce insanlara açıklayıp olması demektir. Çünkü herkes bu
oruç ibadetinden bir paya sahiptir; ‘Açık kanıdar.’ Her şahıs, Allah Teâlâ’nın
oruçla ilgili hitabından anladığı ölçüde, kendine özgü bir kanıta sahiptir.
‘Hidayetten.’ Bu, İlâhî açıklayıştır. ‘Ve furkandan.’ Allah Teâlâ önce seni
‘oruçluluk’ niteliğinde ‘(toplamak anlamındaki) kuran’ kelimesiyle birleştirdikten
sonra, şimdi de ‘furkan’ kelimesiyle seni kendinden ayırt etmektedir. İfade
ettiğimiz, seni kendine ait bir işte -oruçkullanması halamından sen sensin, O
O’dur. Öyleyse oruç tenzih, bakımından sana ait iken benzersiz bir ibadet
olması bakımından ise sana aittir. Böylelikle, oruç isminde ortak olduktan
sonra, Rab ile kul (bu orucun iki ayrı durumu bakımından) birbirinden
ayrışmıştır.
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizden kim şehri (ayı, hilali) görürse, oruç tutsun.™ Bunun
anlamı şudur: Genel içinde tanınan bir nitelikte bulunan kimse, onu ‘tutsun.’
Yani, nefsini bu şöhret içinde tutsun. Başka bir ifadeyle, horluk, yoksulluk
ile onu tenzih etsin ki ‘iftar’ esnasındaki hazzı ve sevinci artsın. ‘Hasta
olan kimse.’ Meyilli -ki hastalık meyildirveya hapsedilmiş demektir. Çünkü
hasta Hakkın hapsinde bulunur. ‘Ya da yolcu ise.’ Kastedilen, ilâhî isimlerde
‘zevk’ yoluyla sülük edenlerdir. Başka bir yorumla ise, Haktan varlıklara
yolculuk eden kastedilebilir. ‘Diğer günlerde belirli sayıda tutsun.’ Belirli
bir sayıda tutmak gerekir, bunlara ne ekleme yapar, ne de eksiltir. ‘Allah Teâlâ size kolaylık diler.’96 Yani Allah
Teâlâ, sizi yükümlü tuttuğu işlerde size merhamet sahibidir. ‘Size güçlük istemez.’97 Güçlük,
size ağır gelecek işlerdir. Bunu, ‘Allah Teâlâ size dinde bir güçlük yaratmamıştır™ ayeti
pekiştirir. Burada kolaylığı belirli getirmiş olması, ‘inşirah’ suresinde
zikredilen kolaylığa gönderme yapar. Yani orada zikrettiğim kolaylığı sizin
adınıza istedim. İnşirah suresinde Allah Teâlâ ‘Güçlükle beraber kolaylık vardır’99 der.
(Konumuzla ilgisi bakımından ise) Oruç tutmanın güçlüğünün ardından iftar etmek
bir kolaylıktır. Hastalık ve yolculuktan ‘kurtulduğunda’100 ise, ‘yönel.’101 Kendini
başka bir ibadete ver ki, o da oruçtur. Bunun anlamı, onu tamamla demektir. ‘Ancak rabbine yönel.’102 Yardımı
sadece Allah Teâlâ’dan iste. Şeyhimiz Ebu Medyen (r.a.) bu ayet hakkında şöyle
derdi: ‘Varlıklardan yorulduğunda (ya da uzaklaştığında), kalbini Rabbini
müşahede etmeye yönlendir ve sürekli olarak Rabbine arzu besle. Bir ibadete
başladığında, içinden ondan çıkmayı düşünmek yerine ‘keşke tam yapabilsem’
diye geçir.’
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sayıyı tamamlamanız için.’103 Tamamlamak,
hilali görmek veya ayı otuz güne ulaştırmakla yapılır. ‘Allah Teâlâ’yı tekbir etmeniz için.’104 Kastedilen,
Allah Teâlâ’nın büyüklüğüne tanıklık etmeniz ve büyüklüğü O’na has kılarak, bu
konuda büyüklük iddiasında bulunmamak demektir. Çünkü büyüklük sadece Allah
Teâlâ’ya aittir. Başka bir ifadeyle kolaylık ve zorluğu O’na izafe etmekten
yüceltiniz. Çünkü Allah Teâlâ yinelerken şöyle der: ‘0 kendisine pek kolaydır.’105 Allah Teâlâ
ne dediğini en iyi bilendir. Ayeti tevil edip yorumunu Allah Teâlâ’ya izafe
etmekten sakın! Allah Teâlâ’yı kendi yorumundan yüceltmelisin! ‘Sizi hidayete ulaştırması karşılığında.. ,’106 Yani Allah
Teâlâ böyle bir işi yapma imkânı size vermiş, bu ibadetin hangi kısmını
kendisinin Hakk ettiğini ve hangi kısmını da sizin Hakk ettiğinizi size
açıklamıştır. ‘Belki şükrederseniz.’107 Bunu ise,
karşılığında şükür yapmamız gereken bir nimet saymıştır. Çünkü biz artışı
kabul ederiz. Artışı kabul etmek ise, eksildiğin en güçlü kanıtıdır. Şükür
ise, İlâhî bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ ‘şükreden ve bilendir.’ Bizden
ise, bu nitelikte artışı istemiştir, çünkü o, şükredendir. Çünkü Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Şükrederseniz, size artıracağız.’10* Böylelikle Allah
Teâlâ, şükrün içeriğiyle onu amelde artıracağımızı belirtmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘kullarım beni sana sorarlarsa.’109 Sana
sorarlar, çünkü sen kapının bekçisisin. Ey Muhammed! ‘Kuşkusuz ben yakınım.’110 Başka bir
ifadeyle, kullarımı kendisine ortak yaptığım ve gerçekte bana ait olan oruç
ibadetine yakınım. Biz onlara oruç tutmalarını emrettik ve bu ibadette
kendilerine neyin ait olduğunu bildirdik. Oruç tutan kimse, sadece bize özgü
bir özellik kazanmış, böylelikle de ‘özel’ kimselerden olmuştur. Nitekim
‘Kur’an ehli de Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir.’ ‘Dua edenin duasına karşılık veririm.’111 Fakat
basirede ‘bana dua ederse.’112 Bunun
anlamı şudur: Ey Peygamber! Nasıl ki seni basiretle Allah Teâlâ’ya davet eden
birisi yaptık, kendisine olumlu karşılık verebilmemiz için bize dua edenin de
basirede dua etmesini istedik ki, Allah Teâlâ duama olumlu karşılık vermedi
demesin. ‘Öyleyse benim çağrıma icabet etsinler.’113 Yani,
kendilerini çağırdığım ibadet ve itaate olumlu karşılık versinler. Çünkü ben, ‘İnsanları ve cinleri sırf bana ibadet etsinler diye yarattım.’114 Ben onları
peygamberlerimin dilleriyle ve. peygamberlerin kendilerine ulaştırdığı
indirilmiş kitaplarımda davet ettim. Allah Teâlâ ifadeyi (‘icabet’ kelimesini
istif al babına dönüştüren) s harfi (isticabe) pekiştirir. Çünkü Allah Teâlâ,
bizim bu davete direneceğimizi ve kendisine olumlu karşılık vermekten uzak
duracağımızı bilir. ‘Benim için.’115 Yani benden
dolayı. Benim nezdimde bulunanları elde etmeyi umarak bunu bilemezsiniz. Öyle
bir durumda, benim kullarım değil, nimetinin kulları olurdunuz. Onlar
isteyerek veya istemeyerek ‘benim kullarımdır’ ve bundan ayrılmaları söz konusu
değildir..
Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana iman etmeniz için.’116 Bana dua
ettiklerinde kendilerine olumlu karşılık vereceğimi tasdik ederler. Bana
inansınlar, yoksa kendilerine değil. Çünkü Allah Teâlâ’ya değil de kendine
iman eden bir insan, imanına Hakk ettiği şeyi vermemiş demektir. Bana iman
ettiğinde ise, işe hakkını vermiş sayılır. Böylelikle ‘her şeye hakkını verir.’
Söz konusu olan, bütün rivayetleri tasdik eden kimsedir. Kendine iman eden
insan, aklının verisine iman etmiş demektir. Benim kendisine inanmayı
emrettiğim şey ise, delille çelişir ve teşbih ile tenzih arasmda gider gelir.
Kendisine iman eden insan, bazı şeylere inanırken ya tevil ederek veya
reddederek bir kısmını inkâr eder. Tevil eden kişi, kendi aklına inanmıştır,
bana değil! içinden beni benden daha iyi bildiğini iddia eden kimse, ne beni
bilmiş ne de bana iman etmiştir. Böyle bir kişi, kendimle ilişkilendirdiğim
hususlarda en güzel ifadelerle beni yalanlayan bir kuldur. Kendisine sorulursa
şöyle der: Tenzihi amaçlayarak (tevil ettim). Gerçekte bu, kendisindeki
büyüklük duygusu nedeniyle nefsin övünmesinden, bağımsızlık istemesinden ve
(peygambere) uymaktan uzaklaşma arzusundan ibarettir. ‘Belki onlar doğruya ulaşır:’117 Başka bir
ifadeyle, doğru yolu gördüklerinde onu yol edinen başarıya ulaştırılmış
kişilerin yaptığı gibi, doğru yolu tutarlar. Bu sayede bu yol, onları ebedi
mutluluğa ulaştırır. Bu durumda ebedi mutluluk, kendisine dua ettiklerinde
Hakkın kendilerine olumlu karşılık vermesinden ibarettir. Yollarının sonu,
nefslerinin kendisiyle sevineceği şeylerdir. Bu ise, günün başından sonuna
kadar yeme yasağmın helal kılınmasından ibarettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Oruç gecesi size helal kılındı.’'18 Başka bir
ifadeyle orucun kendisinde sona erdiği gecede size helal kılındı, yoksa oruçlu
olarak sabahladığınız gece kastedilmemiştir. Öyleyse oruçluluk, Ramazan bayramı
gecesine kadar size eşlik edecek bir niteliktir. ‘Oruç gecesi’ geleceğe izafe
edilmiş olsaydı, Ramazan bayramı gecesi onda bulunmazdı. Çünkü insan bayram
gecesi oruçlu olmazsın. Oruçlu olsaydın, günahkâr olurdun. Ramazan’ın ille
gecesinde bu gerekmez. Çünkü yemek ve benzeri şeyler, bundan önce helaldir.
Öyleyse hüküm devam etmektedir. Bu nedenle ayette geçen geceyi, tutulmuş oruca
bağladık. ‘Kadınlarınıza yaklaşmak.’119 Ayette
geçen ‘refes’, cinsel ilişki demektir. Burada, nisa kelimesi zikredilmiş,
eşleriniz veya başka bir kelime gelmemiştir. Çünkü nisa kelimesinde bulunan bir
anlam bu kelimelerde yoktur ki o da ‘gecikme’ anlamıdır. Kadınlar (gecikme anlamındaki
nisa), oruçluyken gece vaktine kadar cinsel ilişkinin hükmünden geride
bırakılmışlardır. Gece olduğunda ise, bu geciktirmenin eddsi (cinsel ilişkinin)
helal yapılmasıyla ortadan kalkar. Adeta şöyle der: ‘Sizin, kadınların ve
cinsel ilişkiye girmenizin helal olduğu cariyelerinizin geride bırakıldığı işe
başlayabilirsiniz. ‘Onlar sizin için elbise ve siz onlar
için bir elbisesiniz’120 Başka bir
ifadeyle aranızdaki ilişki, oruç tutarken bizi elbise edinmeniz gibi değil
(elbise benzeşmenin ve ilişkinin göstergesidir), geçerli bir ilişkidir.
Kastedilen şey, oruç tutarken
Allah Teâlâ’ya ait bir nitelikle
-oruçluluknitelenmektir. Öyleyse siz ‘Kulumun kalbi beni sığdırdı’ derken
benim için bir elbise olmadığınız gibi ben de ‘Allah Teâlâ her şeyi ihata
etmiştir’ derken sizin için bir elbise değilim. Çünkü elbise, kendisini giyeni
kuşatır ve örter.
‘Allah Teâlâ sizin nefslerinizi kandırdığını bilir."21 Burada
kullanılan ‘tahtanune’ hıyanet kelimesinden gelir. Çünkü ben size sunduğum
emaneti kabul ederken size tanıktım. O emaneti taşıyan hakkında ‘zâlim ve cahil"22 dedim.
Kendisine zâlimdir; çünkü emaneti yüklenen insan, emaneti yüklenirken Allah
Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisinden habersiz olduğu bir şeyi
yüklenmiştir. Cahildir, çünkü emanetin değerini ve onu üstlenip de emanete
hıyanet edenlerin karşılaşacakları kınanmadan habersizdir. Cahil kör ve yolunu
şaşırmıştır, bu nedenle ayağını nereye koyacağını bilemeyeceği gibi ayağını
nereye koyduğunu da göremez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kendi kendinize hıyanet ettiğinizi bilmekteydi."23 Kastedilen,
insanların kendilerine bir takım şeyleri yasakladıkları esnada Allah Teâlâ’nın
onu bilmesidir. ‘Bu nedenle tövbenizi kabul eder."24 Yani size
döner. ‘Ve sizi bağışlar."25 (İbn Arabî
burada afv kelimesinin sözlük anlamından hareketle farklı bir anlam vermektedir)
Yani, helal kılma vaktinden -Ki gecedirsize helal kıldığı az bir kısımla size
döner. Bunu ‘az’ saymıştır, çünkü Ramazan’ın gecelerinde de mescitte itikâfa
giren insan için görüş birliğiyle bu yasak sürer. Mescidin dışında itikâfa
girenler ve visal orucu tutanlar hakkında ise görüş ayrılığı vardır. ‘Şimdi onlara yaklaşabilirsiniz"26 Kastedilen,
Ramazan’daki iftar vaktidir. ‘Allah Teâlâ’nın size yazdığı şeyleri arayınız."27 Allah Teâlâ’nın
size farz kıldığı şeyleri arayıp öğreniniz. Bu bilgi vasıtasıyla ayette
belirtilen her şeyi yaparsmız. ‘Yiyiniz ve içiniz"28 Ayet,
nefsin sahibi üzerinde bulunan yemek ve içmek gibi haklarını vermeyi
emretmektedir. ‘Ta ki beyaz ip siyah ipten
ayrışıncaya kadar..."29 Beyaz
iplik, aydınlığın başlamasıdır. Siyah iplik ise, gecenin dönmesidir. Fecir
(yarılma, ortaya çıkma) ise, ışığın ufukta ortaya çıkmasından dolayı böyle
isimlendirilmiştir.
‘Sonra orucu geceye kadar sürdürün ve mescitlerde itikâfta
iken kadınlarınıza yaklaşmayın."30 Bu
durumdaki insanlara cinsel ilişki yasağı korunmuştur. Visal orucu tutmaya
niyetlenmiş insan için ise aynı zamanda yeme ve içme yasağı (geceye rağmen)
sürer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Visal
(birleştirme) orucu tutan kimse, seher vaktiyle birleştirsin.’ Seher, ışık ve
karanlığın karışımıdır. Burada peygamber, iki fecir arasmda, yani uzun ve
dairesel fecirler arasındaki ‘kurt kuyruğu (‘na benzetilmiş fecrin)’ ortaya
çıkmasını kastetmiştir. ‘Bunlar, Allah Teâlâ’nın sınırlarıdır:13' Bunlar, Allah
Teâlâ’nın size sınırında durmanızı emrettiği sınırlardır.
‘Onlara yaklaşmayınız:'32 Sınırlara
yaklaşmayın ki, onların ardına gitmeyesiniz.
Burada, Allah Teâlâ’nın bir lütfü ve
inayeti olarak, zevk yoluyla bu bilginin verildiği kimselerin bilebileceği
kapalı bir sır vardır. Bu bilginin verildiği kişilere örnek olarak Hızır ve
benzerlerini verebiliriz. Bazen ‘yerleştikten sonra ayak (böyle bir bilginin
makamından) kayar ve kötülüğü tadar.’ ‘İşte Allah Teâlâ ayetlerini insanlara böyle açıklar:133 Ayetler,
kanıtlar demektir. Allah Teâlâ kanıdarını insanlara açıklar, onlar da bunlardan
öğüt ahr ‘Umulur ki sakınırlar:134 Kanıtları,
taklide ve bilgisizliğe karşı bir kalkan edinirler. Mukallit, Rabbinden gelen
bir kanıta sahip olmadığı gibi aynı zamanda (kendi düşüncesinden kaynaklanan)
bir kanıta da sahip değildir. Allah Teâlâ (kanıdan kalkan edinmeyi) beklenti
olarak zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği bir kanıda
delillendirilene ulaşan her insana o bilginin gereğiyle amel etmek nasip olmaz.
Bu durum, söz konusu bilginin gayesi ameli gerektiren ilim olduğunda böyledir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sahur
Müslim, Enes’ten
şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
‘Sahura kalkınız, çünkü sahurlarda bereket vardır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem sahur yapmayı emrettiği gibi belirttiğimiz şekilde onu teşvik
etmiştir.
Müslim’in bu konudaki ikinci hadisi
Amr b. el-As kanalıyla gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: ‘Bizim orucumuzun Hristiyan ve Yahudilerin (Ehl-i kitab) orucundan
üstünlüğü, sahur yemeğidir.’
Üçüncü hadis, Nesai’nin rivayet
ettiği bir hadistir. Nesai, Irbad b. Sariye’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ramazan ayında sahura davet ederken şöyle demişti:
‘Mübarek yemeğe buyrunuz!’
Dördüncü hadis de Nesai’ye aittir.
Nesai, Abdullah b. el-Haris’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
sahabesinden birinin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in huzuruna girdim, sahura kalkmıştı. Şöyle dedi: ‘Sahur berekettir, Allah
Teâlâ onu size verdi, salcın terk etmeyiniz.’
Beşinci hadis, Müslim ve Buhari’ye
aittir. Müslim, İbn Ömer’in şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in iki müezzini vardı: Bilal ve âmâ Ümmü Mektûm. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demişti: ‘Bilal geceleyin ezan okur. Ümmü
Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz.’ Ravi şöyle der: ‘İkisinin
arasında, birinin (ezan okuma yerinden) inip diğerinin çıkması kadar bir süre
vardı.’ Buhari’deki rivayette şu ilave vardır: ‘Çünkü Ümmü Mektûm fecir
doğmadan ezan okumaz.’ Bu hadisi Buhari Hz Aişe’nin hadisi olarak aktarmıştır.
Altıncı hadis Ebu Davud’a aittir. Ebu
Davud Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Eli su kabında olduğu halde ezanı duyan bir insan
ihtiyacını gidermeden elini su kabından çekmesin.’
Yedinci hadis, Nesai’ye aittir.
Nesai, Asım b. Zerr’in şöyle dediğini aktarır: ‘Huzeyfe’ye sorduk: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile birlikte hangi saatte sahur yapardınız?’
‘Aydınlıktı, fakat güneş doğmamıştı’ diye cevap vermişti.
Sekizinci hadis Müslim’e aittir.
Müslim Enes’in şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ile birlikte sahur yaptık, sonra namaza kalktık.’ ‘Bu ikisinin arasmda ne kadar
süre vardı’ diye sorduğumda ise ‘Beş ayet (okunabilecek bir süre vardı)’ diye
karşılık vermiştir.
Dokuzuncu hadis, Müslim’e aittir.
Müslim, Sümûre b. Cündub’ün şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Bilal’in okuduğu ezan veya fecrin
beyazlığı sizi sahur vakti hususunda aldatmasın.’ Hammad hadisi müdahale
ederek aktarmıştır.
Sahur hadislerini zikretmemizin
nedeni, sözümü duyanların bu hadisleri öğrenmelerini sağlamaktır. Böylece,
vardığımız bâtınî yorumlarda söz ve fiil bakımından Hz. Peyga/nber’in işaret
etmiş olduğu hususların dışına çıkmadığımız öğrenilir. Çünkü bu grubun
efendisi Ebu’l-Kasım el-Cüneyd şöyle demiştir: ‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve
Sünnet ile sınırlıdır.’ Cüneyd şunu demek ister: Biz sûfıler ilmimizi Allah
Teâlâ’dan -biz onu kitaplardan veya adamların sözlerinden almadıkalsak bile, Allah
Teâlâ bize peygamberlerinin -Allah Teâlâ’nın rahmeti üzerlerine olsunkendi
katından getirdikleri bilgiyle çelişen bir ilim olarak öğretmedi. Bu bilgiler,
söz gelişi zikrettiğimiz hadisler ile veya Allah Teâlâ’nın herhangi bir kitaba
indirdiği vahiylerle çelişmez. Bilakis bize verilmiş olan bilgi, Allah
Teâlâ’nın kulu Hızır hakkında söylediği gibidir. Allah Teâlâ ona rahmet verdiğini
ve kendi katından ona bilgi öğrettiğini bildirmiştir. İşte Allah Teâlâ katından
öğretilen vehbî bilgi budur. ‘Ehl-i kitap kendilerine indirilen vahyin gereğini yapsalar
ve Tevrat’ın ve Incil’in hükümlerini hakkıyla yerine getirselerdi, üzerlerinden
yerlerdi5135 ayeti, bu bilgiye işaret eder. Başka
bir ifadeyle, vehbî bilgiye işaret etmektedir. Aynı zamanda ‘Ayaklarının altından yerlerdi,’136 Bu ise,
çalışmayla elde edilen ilme işaret eder. Söz konusu bilgi, bu ümmetin içinden
takva sahiplerinin ulaştığı bilgidir. Çünkü o, çalışmayla elde edilen bilgidir,
çünkü o, bir davranışın neticesidir ki davranış da takvadır.
Bilmelisin ki, sahur kelimesi,
seher’den türetilmiştir. Seher, aydınlık ve karanlığın karışımıdır. Başka bir
ifadeyle sahur yemeği vakti, karanlık ve aydınlığın karışımıdır. Bu bakımdan
sahur, bir yönüyle gündüze bir yönüyle geceye bakar. Geceye bakan yönü
bakımından Şari sahuru ‘gıda’ diye isimlendirmişken gündüzün hükmünü gecenin
hükmüne baskın kılmıştır. Aynı şeyi iftarda yapmış ve onun acele yapılmasını
emretmiştir. Böylelikle Şari, iftarda da, gündüzün izlerinin bulunması
nedeniyle gündüzü geceye baskın kılmıştır. İftarda yemek, gündüzün iz ve
kanıdan ortadan kalkmadan gerçekleşir. Çünkü gündüz dönmüştür, çünkü gündüz,
ilk güneş perdedarının diğer güneş perdedarının batışına kadar doğmasıyla
gerçekleşir. Onun batışıyla ise, güneşin cismi batar. Gündüzün gecenin
başındaki izleri ise, güneşin ufuktaki beyazlığın batışına kadardır. Onun
gecenin sonundaki eserleri ise, ilk fecrin doğumundan güneşin doğumuna
kadardır. Şu var ki ille fecrin doğumu, dini bakımdan yemek yemeyi engellemez.
İkinci fecir hakkında ise görüş ayrılığı vardır. (Yemek yenilmeyeceği hakkında)
Görüş birliğine varılmış konu ise, (şafakta doğan) kızıllıktır. Bundan önce
olan ise, sahur olmadığı gibi bundan sonraki kısım da gündüzdür.
Kuşku niteliğinin durumu da böyledir.
Bir yönü gerçeğe, bir yönü ise aklî konularda yanlışa bakar. (Helal veya haram
olduğu kuşkulu anlamındaki) Müteşabihin bir yönü helale bir yönü harama bakar.
Bu nedenle ilk fecir ‘yalancı’ diye isimlendirildi. Gerçekte o yalancı değildir.
Yalanın fecre izafe edilmesinin nedeni, sahura kalkan kimsenin yemenin
yasaklandığını zannedecek olması ihtimalidir. Halbuki öyle değildir. Çünkü (ilk
fecrin ortaya çıkmasının) illeti, güneşin ışınlarının denizin üzerine
vurmasından ibarettir. Böylece ışınlar uzamaya başlar. Güneş yükseldiğinde ise,
denizden ufka yansımış bu ışık kaybolur. Ardından karanlık gelir ve güneşin
ışığı bize yaklaşır. Böylelikle güneşin ışığı, tıpkı kanatlarını açmış bir kuş
gibi, ufukta ortaya çıkar. Bu nedenle Şari onu ‘uzayan’ diye isimlendirdi.
Işık güneş doğuncaya kadar artışını sürdürür. Gerçek ve batıl da böyledir.
Köpük ise kuruyup gider. İnsanların yararlandığı şeyler ise kalır. Kastedilen
şey, doğru fecirdir. Bunların arasında bulunan ise, sahur vaktidir (seher).
Kuşkuda ortaya çıkan iki kuşkunun arasında bilgi bulunur. Bilgi, bir şeyin
kuşku olduğunu ortaya çıkartan şeydir. Böylece kuşkuyu bilmenle, doğru batıldan
ayrışır. Aynı şekilde birinci fecrin yeryüzüne yansıması ve bu esnada ortaya
çıkan karanlıkla da, bu ille fecrin oruç tutmak isteyeni yemekten
engellemeyeceği ortaya çıkar. Bu nedenle Araplar onu ‘kurt kuyruğu’ diye
isimlendirmiştir. Çünkü vahşi hayvanlar içinde ondan daha habisi bulunmadığı
gibi ondan daha hilekarı da yoktur. Çünkü kurt küçümsensin diye zayıflık
gösterir ve dikkate alınmaz. Böylelikle avını yakalama amacını gerçekleştirir.
Kurdun kuyruğu köpeğin kuyruğuna benzer ve onu tanımayan kimseler kendisini
köpek zanneder ve ondan korkmaz. Bu bakımdan kurt, ikiyüzlü insana benzer.
; •
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, bu vakitte sahur yemeğinin yenilmesini emretmiş ve şöyle demiştir:
‘Sahur yemeği, Allah Teâlâ’nın size verdiği bir berekettir.’ Peygamber bu
emrini, sahurun terk edilmemesini söyleyerek pekiştirmiştir. Öyleyse
Peygamber, sahur yemeğini açıkça emrettiği gibi onu terk etmeyi de yasaklamış,
gerekliliğini vurgulamıştır. Bu yönüyle sahur yemeği, vitir namazına
benzemiştir. Vitir namazı, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak maksadıyla kılınması
emredilmiş bir namazdır. Bu bakımdan vitir namazı, güçlü sünnettir. Bazı Şafii
fakihlerine göre de vaciptir. Sahur yemeği ise, namaz türünde vitir namazından
daha güçlüdür. Bu konuda terk edilmesi açıkça yasaklanmıştır. Burada emir,
gerçeğin ve yanlışın öğrenilmesini sağlamak için kuşkuyu araştırmak
konumundadır. İşte bu, sahur yemeğindeki berekettir., Çünkü bereket, artış
demektir. Sahur yemeği, bir yandan emredilmişliği diğer yandan terkinin yasaklanmasını
içermesi bakımından diğer yemeklere ilave olmuştur. Diğer yemeklere ait böyle
bir hüküm yoktur.
Sonra, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem sahur yemeğini Ehl-i Kitap ile bizim aramızda ayırıcı bir özellik
yapmıştır. Bu yönüyle sahur yemeği ya Allah Teâlâ’nın kitap ehline olmaksızın
sadece bize tahsis ettiği şeylerden biridir veya kitap ehlinden ayrışabilmemiz
için kendisini korumayı bize emretmiştir. Çünkü sahur yemeği onlara olduğu
kadar bize de emredilmiştir. Onlar ise başka birçok hususta olduğu gibi sahur
yemeğinin hakkının korunmasında aşırıya kaçmıştır. Her iki yorum da caizdir. Bu
yorum, sahurun geciktirilmesini ve iftarın öne alınmasını da içerir. Burada
Ehl-i kitabı, ‘kitaplarının gereklerini yerine getiren kimseler’ olarak
anlarsak, Allah Teâlâ’mn iftarı öne almanın faziletini ve sahuru geciktirmeyi
onlara karşı bize tahsis ettiğini anlarız. Allah Teâlâ bunu onlara indirmemiş,
onlar bunun faziletinden mahrum kalmışlardır. Bunu bilseler de bilmeseler de,
Ehl-i kitabın Allah Teâlâ katından kendilerine indirilmiş bir kitabın
bulunduğu kimseler olduğunu dikkate alırsak, Ehl-i kitaptan ayrışmamız için Allah
Teâlâ’nın bunu pekiştirdiğini kesin olarak öğrenirdik. Çünkü onlara da sahur
yemeği emredilmiş, fakat bunu yapmayarak onlar emre yazık etmişlerdir. Sahur
yemeğini gereldi gören kimse, tek bir lokmayla yetinebilir. Bu sayede,
kendisiyle kitap ehli arasındaki fark ortaya çıkar. Olabileceğin en azı budur.
Ekle (yemek) olarak okuyan kimse ise, beslenmeyi kastetmiştir.
Sahur yemeğindeki ısrar, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in onu yerine getirdiğini, geciktirerek yaptığını
ve insanları ona teşvik ettiğine işaret eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, hem sözüyle hem davranışıyla sahura kalkmayı adet edinerek, namaz söz
konusu olduğunda ‘Haydin namaza’ dediği gibi şöyle buyurmuştur: ‘Buyrun,
mübarek yemeğe!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahur konusundaki
ısrarının ve sahura kalkmayı kalkmamaya üstün tutmasının bir göstergesi de,
engel ortaya çıktığında -ki engel doğru fecirdir (fecr-i sadık)insanın (yeme
içme) ihtiyacını tamamlayabileceğini belirtmesidir. Bir şehirde doğru fecir
doğmadan ezan okumayan birinin (fecir vaktini bildiren ezanı) okuduğunda,
sahuru bırakmak farzdır. Bu gibi insanlara örnek olarak Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem zamanında Ümmü Mektûm’u verebiliriz. Ümmü Mektûm hakkında
şöyle denilmiştir: ‘Eliniz su kabmda bulunup su içerken Ümmü Mektûm’un sesini
duyduğunuzda, suyu içiniz.’ Nitekim Huzeyfe şöyle .demiştir: ‘Doğru fecir,
gündüzdür, fakat henüz güneş doğmamıştır.’ Böylelikle hükmü vakte ait saymıştır
ki o da, varlıktır. Bu durumda uzaklaştırmak, kaldırmaktan daha kolay
olmuştur. Çünkü uzaklaştırılan şey, yoktur; kaldırılmasını istediğin şey ise,
vardır ve bilfiil olarak hüküm sahibidir. Bu ise, senin yiyor ve içiyor
(olmandır.) Öyleyse, kaldırılıncaya kadar hüküm (bu var olan) duruma aittir.
İçinde
bulunduğu durumda kul üzerinde hüküm sahibi olan İlâhî isimde de durum
böyledir. Böyle bir durumda hükmü bulunmayan Allah Teâlâ’nın başka bir ismi
kendisini talep ettiğinde, kulun, kendisine karşı yükümlü olduğu ismin hükmünü
yerine getirmeden bu İlâhî isimden ayrılması uygun değildir. Kul o ismin
hükmünün gereğini tamamladığında, kendisini talep eden bu yeni İlâhî ismin
gereğini saygıyla yerine getirir. Dünya ve ahirette durum böyledir. Bu duruma
örnek olarak, İlâhî isimlerin hakkında farklı hükümler taşıdığı günah bir
davranış söz konusu olduğunda bir şahıs üzerinde et-Tevvab isminin hakim olmasını
verebiliriz. Buna karşın el-Muntakim ismi ‘günahkâr kulla ben ilgilenmeliyim’
der. Er-Rahim ve el-Gaffar isimleri de ayrı ayrı ‘o kul bana düşer’ der.
Böylelikle İlâhî isimler, günahkârın durumu hakkında farklı hükümler dile
getirir: Hangi İlâhî isim o kul üzerinde ve onunla ilgili durumlarda hüküm
sahibi olacaktır? Bunun üzerine et-Tevvab’ı bulurlar ve er-Rahim ismi
el-Müntakim ismine karşı güç kazanır ve şöyle der: ‘Bu isim o kulda benim
vekilimdir. Çünkü ben kula merhamet etmeseydim, tövbe etmeyecekti.’ Böylelikle,
el-Müntakim ismi talebinden uzaklaştırılır ve Rahim ismi kulu teslim alır,
et-Tevvab ismi ise, (tövbe etmiş) günahkâr kulu itaatten başka bir itaate doğru
Rabbine döndürür. Halbuki daha önce kulu günah ve inkârdan itaate döndürmüştü.
Bu tövbekâr azledilmemiştir, çünkü tövbe bazen günahtan dolayı yapılmaz.
Bilakis tövbe ederek kul bütün itaatlerinde ve her vakitte Rabbine döner. '
Bir yerde hüküm sahibi olan isim,
el-Hazil (başarısızlığa düşüren) ismi olabilir. Bu isim, kuldan bir itaatsizlik
ortaya çıktığında kul üzerinde hüküm sahibi olur. Böyle bir durumda ise, İlâhî
isimlerin farklı hükümler taşıması daha güçlü ve şiddetli bir Hakk gelir. Çünkü
bu davranış, o isimlerin (farklı hükümlerini) çağırır. el-Hazil ismi ise, her
birinin yaptığından haberi olmayacak şekilde, bu isimler ile kul arasında bir
görevli haline gelir. Bu esnada er-Rahim ismi şöyle der: ‘el-Hazil
ismi beni çağırdı, o bana el-Müntakim
ismine karşı yardım edecek.’ ElMuntakim ismi ise şöyle der: ‘el-Hazil ismi beni
çağırdı ve er-Rahim ismine karşı bana yardım etmiş demektir.’ Er-Rahim ve
el-Müntakim isimleri el-Hazil ismine döndüklerinde ise, ondan kendilerine dönük
bir yardım görmezler.
Bu noktada (el-Hazil isminin neticesi
olarak kulun) ‘başarısızlık’ eylemi bir inkâr ise, zıt hükümlü iki isim olan
el-Muntakim ve erRahim isimleri arasında hüküm vermek üzere hakem konumundaki
elAdl ismi gelerek şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana sizin aranızda hüküm vermemi
emretti.’ Burada söz konusu olan emir, ‘0 ikisinin
arasım adalet ve sulh yoluyla düzeltiniz’137 ayetinde geçer. el-Adl ismi
geldiğinde, isimlerden her bir grup ‘bu kulu son nefesine kadar gözleyin’ der.
İnançsız olarak bu bedenden ayrılırsa, el-Müntakim ismi kendisini teslim alsın
ve sen -er-Rahimve senin grubun olan isimler ondan uzaklaşın.’ Er-Rahim ismi
şöyle der: ‘Rahmet gazabı geçmiştir. Ben önceyim ve geride kalmam.’ el-Adl
kendisine şöyle der: ‘Öncelik, boyut sona erdiğinde dikkate alınan bir şeydir,
boyut henüz sona ermemiştir. Bırak da elMüntakim ismi günah işleyip (mutluluğa
ermekten) başarısız kaldığı dönem boyunca kendisinden gerekli olan hakkını
alsın. Bu boyutun sona ermesi kadardır. Bittiğinde ise, talebini yenileme hakkı
şenindir. (Bütün isimlerin anlamlarını kendinde toplayan) Allah Teâlâ ismi de,
dilediği şekilde hüküm verir. Beni hüküm vermem için göndermişse, bilgimin
gerektirdiği şekilde hüküm vermiş oldum. Allah Teâlâ (benim yerime) elMufdil
veya el-Müntakim isimlerini görevlendirirse, onlardan biri kendisine izin
verildiği şekilde hüküm verir.’ Böylelikle bu tarzda kavgayı bırakırlar.
Bu yerde el-Hazil isminin sonucu
inkâr değil de bir günah olabilir (kul inkâr etmemiş, sadece günahkâr
olmuştur). Tekrar bu ilâhî isimler arasında karşıtlık ortaya çıkar. Bunun
üzerine el-Hakem -el-Adlismi gelir ve isimlerden her bir grubu konuşturur,
onların iddialarını dinler,, her birinin kendine göre doğruyu iddia ettiğini
görür. Bunun üzerine el-Adl, ilâhî isimlerden (iddialarını kanıtlamak üzere)
kanıt göstermelerini ister. el-Müntakim ismi şöyle der: ‘Bir davranışın
gerçekleşmesinden daha açık ve kesin bir kanıt olabilir mi? Söz gelişi kul
içki içmişse, ‘Bu adamın sarhoş veya hırsız veya katil’ veya hangi suçu işlemiş
ise‘olduğunu görmüyor musunuz?’ Bunun üzerine el-Hakem ismi şöyle
der: ‘Bu fiiller gerçekleşmiş olsa
bile ortada kuşku vardır. Hakim kanıtsız hüküm veremez. Söz gelişi şarap içmiş
olmak, insanın haram işlediğini ifade etmez. Belki de adam hastadır veya zorda
kalmıştır. Böyle bir durumda ise kendisine helal olan bir şeyi kullanmış
demektir. (Adam öldürmek söz konusu olduğunda) Belki de bu adam babasının karilini
öldürmüş veya velisi olduğu bir insanı öldürmüş veli'de katilin yaptığının bir
karşılığı olarak katili öldürmüş olabilir. Bunu ancak kanıda bilebilirim.
Evet, adam görünüşte günahkârdır, fakat böyle bir kuşku da vardır.’
El-Muntakim ismi ise şöyle der:
‘Hasmım olan İlâhî isim bu günahkârın içki içerek veya birisini öldürerek veya
o esnada yapmış olduğu herhangi bir günahkârlıkla Allah Teâlâ’nın belirlediği
sınırı aştığını benim karşımda kabul etmektedir.’ Er-Rahim ismi şöyle der:
‘Evet, doğru söylüyor! Fakat benim o yerde güçlü bir otoritem vardır ki bu
otorite beni engellemektedir ve el-Muntakim ismine karşı bana eşlik etmektedir.
Halcim olan el-Adl ismi şöyle der: ‘O kimdir?’ er-Rahim ismi, ‘elMümin ismidir,
iman yeri olan kalbine konuk oldu ve artık eman sahibidir’ diye karşılık
verince, hakim ‘Çağır onu bakalım’ der. Bunun üzerine el-Mümin ismi gelince
hakem kendisine şöyle der: ‘Burada yolcu musun, yoksa hancı mı?’ Bunun üzerine
el-Mümin ismi ‘Bu yer (kul), benim malım ve mülkümdür. Bu davranış sahibinin
bana karşı çıktığı her fiil ki, o günahkârdır -Allah Teâlâ hayrını versinbeni
hakikatimin gereğine göre her durumda kullanır, her yerde ona muhtacım. Bunun
üzerine el-Halcem ismi el-Muntakim ismine şöyle der: ‘Sen günahkârdan geri dur
ki, Allah Teâlâ ismine en yakın perdedar isim olan el-Mürid ismiyle istişare
edelim.’ El-Mürid ismi bu kul ve bu hüküm hakkında irade yedcisine sahiptir. İş
böyle devam eder. En sonunda ömür biter. Ömür, ölüm diye isimlendirilmiş
eceldir. Kul günahkâr ölürse, elMürid ismi kendisini teslim alır. Ölüm
esnasında tövbe ederse, elMuntakim ismi kendisinden büsbütün arda kalır ve
er-Rahim ve arkadaşları kendisini teslim alır. Öyleyse günahkârda ecelin sona
ermesi, ölüm zamanında gerçekleşirken kâfir hakkında ise daha önce ifade ettiğimiz
üzeredir. Bunu bilmelisin!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar