Print Friendly and PDF

GÜN BATARKEN GÖRDÜĞÜM SON IŞIK

Bunlarada Bakarsınız

 

ÖNSÖZ

Bismillahirrahmânirrahîm

Âlim kullarını kendi vahdaniyyetine şâhid tutan Allahü teâlâya, beğendiği şekilde sayısız hamdü senâlar olsun! Habîbi Muhammed Mustafâ’ya, sevenlerinin nefesleri sayısınca en temiz salât ü selâmlar, Âline, Eshâbına ve kıyâmete kadar ona tâbi' olanlara en iyi dualar ve bu kitâbın yazılmasından esas maksad olan azîz hocamıza, ismi dillerde, sevgisi kalblerde, kitâbları ellerde oldukça rahmetler olsun!

Kalem dil, dil kalem olsa, sevgili hocamız Hüseyin Hilmî Beyefendiyi anlatmaktan âciz kalır. Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuşmuş olanların hâlini ve mertebesini ancak Allahü teâlâ bilir. Küçüklerin büyüklere değer ve derece biçmesi yakışık almayacağından kendilerini öven sözler yerine, hayatından, yetişmesinden, ilminden, edebinden, hallerinden, sözlerinden, eserlerinden, dînimize hizmetinden, amelinden, ihlâsından, Allahü teâlâya ve sevgili kullarına muhabbetinden bahsedip, yüksek üstâdlarından aldığı yolu, asrımızın insanına sunmasıyla açtığı çığırdan bahs etmek herhalde daha münâsib olur. Bunun için kendimi, Süleyman aleyhisselâmın huzûruna bir çekirge budu hediye götüren karıncaya benzetip, hünerimin ve kudretimin bu kadar olduğunu kabulle iftihar ediyorum. Hocamdan duyduklarım, öğrendiklerim ve edindiklerim bu kitâbda yazılı olanlardan ibâret değildir. Belki bunlar denizde bir damla kadardır. Ama (bir damla denizden haber verir) sözü mûcibince, Onların vefâtlarından sonra acımı teskin, sızlayan kalbimi teselli için, hâtırasını yaşatmak ve bir daha o günleri yaşamak arzusuyla bir kaç kelime yazdım. Mısra:

Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihân değer Şunu arz edeyim ki, Hüseyin Hilmî Hocamız, eserleri ve müktesebâtı ile: "Her yüz sene başında bu dîni kuvvetlendiren bir müceddîd gelir" hadîs-i şerîfiyle tebşîr edilenlerdendir. Böylece hakîkî insanların, Allah adamlarının hallerini okumak, onları tam bir muhabbetle sevmek, gösterdikleri doğru yolda yürümek, onların silkine girmeğe, ve bu yolla sonsuz seâdete kavuşmağa götürür. Allahü teâlâ

Kur'ân-ı kerîmde; "İyi insanlarla beraber bulununuz" buyuruyor. Yine bir âyet-i kerîmede, "Allahü teâlâya kavuşmak ve gösterdiği yolda gitmek için vesîle, vâsıta arayınız" buyuruluyor. Allahü teâlânın âlim ve evliyâ kulları, Onun emir ve yasaklarını kullarına bildiren birer vâsıtadır. Hadîs-i şerîfte: "Salihlerin isimlerinin anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner" buyuruldu. Bir hadîs-i kudsîde, sevgililer ve makbûllerle berâber bulunanlara (Celîs-i ilâhî) denildi. Yine bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ: "Ben, beni zikr edenin yanındayım" buyurdu.

Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) üç vazîfesinden ikisi olan, şerîatı yayma mükellefiyyeti ve kalbleri kendine çekme ve kalblere feyz sunma vazîfesi, büyük âlim, ârif ve mürşidlere verilmiştir. Ya'nî hakîkî bir mürşidin sohbeti, bütün ni'metlerin üstünde olup, her derde devâdır. Bakışları hastalıklara şifa olup, sözleri, ölü kalblere hayât vermektedir. Mürşid-i kâmil, kararan kalblere nûr, vesveseli ve kararsız gönüllere huzûr sunan eşsiz bir tabîbdir. Böyle büyük âriflerin ve evliyânın rûhları, isimlerini edeble ananların yanında hâzır olur. Herkesten yüz çevirip, kendilerinden imdâd isteyenleri tasarruflarına alırlar. Zaman ve mekân onların rûhları için bir başka ma'nâ taşır. Yeter ki, onlara tam ihlâs ve muhabbetle bağlanılsın. Bundan sonra neler neler... olur. İşte bu kitâbımızda menkıbelerinden âcizâne bahsedeceğimiz sevgili hocamız Hüseyin Hilmî Beyefendi, yukarıda çok kısa kemâlâtına ve büyüklüğüne temas ettiğimiz en büyük mürşid-i kâmillerden Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin Cennet misâli sohbetlerinde bulunup on üç sene kendisiyle beraber olup, en yakın evlâd muâmelesi görmek şeref ve seâdetine kavuşmakla, zamanın diğer âlimleri ve insanları arasında temâyüz etmiştir. Nûr içinde yatsın! âmin.

Süleyman bin Ahmed 1423-2002

GÜN BATARKEN HASTA KALBLER TABÎBİ SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ (Rahmetullahi teâlâ aleyh)

Seyyid Abdülhakîm Efendi, Sofiyye-i Alîyye’nin en ileri gelenlerinden, ilmi ile amel eden âlimlerin kâmillerinden olup, ömrünü dînin tervîcine ve islâm ilimlerinin neşrine bezletmiş ve bütün malını bu yolda harcamıştır. Kendi zamanında islâm dînini, marûz kaldığı küfür ve bid'atin yıkıcı dalgalarından himâye etmeğe çalışan son en büyük kal'adır.

Nakşibendî, Müceddîdî, Hâlidî yüksek yolunun meşâyıhından olup, seyyidi ve senedi Şeyh Seyyid Fehîm hazretlerinin (kuddise sirruh) beş tarîkte, ya'nî Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Çeştî ve Kübrevî yollarından halîfesi olmakla şereflendiği gibi, ayrıca biraz sonra bildirileceği üzere Üveysîlik yolunda da izinli idi.

İsmi ve Âilesi : İsm-i âlisi Abdülhakîm (Hikmet sâhibinin kulu) olup, Allahü teâlâ kendisini ismi ile müsemmâ (isminin ma'nasıyla eş) kılmış, yani zâtına hikmeti tevdi' etmiştir. Nitekim Hak Teâlâ : "Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir." (Bakara-269) buyuruyor. Ve gerçekten her sözü ve her işi hikmetli idi. Hiç mübâlâğasız asrımız âlimlerinin zâhirî ve bâtınî ilimlerde en kâmil ve mükemmili olup, memleketi icâbı Şâfiî mezhebinde olmakla beraber Hanefî mezhebi ahkâmına da riâyet ederdi. Ya'nî mezheb olarak Şâfiîyyül-Hânefî idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hanefîyyüş-Şâfiî olması gibi. Şunu da arz edelim ki, velâyeti ve ilmi kadar, diğer bir fazîleti de Sâdât-i Hüseyniye mensûb olmakla Resulullah'ın (Sallalahü aleyhi ve sellem) Âl ve evladındandır. Ebû Zer Gıfârî’nin (Radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte : "Yaylar ve kemerler gibi bükülünceye kadar namaz kılsanız da, Resûlullah’ın Âlini sevmedikçe faydası olmaz." buyuruldu.

Babası Seyyid Mustafa, onun babası Seyyid Muhyiddin, onun babası Seyyid Muhammed, onun babası Seyyid Abdürrahmân Kutub, onun babası Seyyid Abdullah... Onun babası İmâm Mûsâ Kâzım, onun babası İmâm-ı Câfer-ı Sâdık, onun babası İmâm Muhammed Bâkır, onun babası Zeynelâbidîn, onun babası da Hazret-i İmâm Hüseyin’dir. (Radıyallahü anhüm ecmâîn). Babası, "Halîfe Mustafa" ismi ile meşhûr olup, evliyâlık nûru ile bir kimsenin yüzüne baksa, meselâ hangi namazı kaçırdığını anlardı. İlim ve marifet ehli olup, çok cömerd, kuvvetli amel sâhibi idi. dînin yayılması için bütün varlığı ile çalışır idi. Âlimleri çok sevdiğinden, bu mes'ûd oğlunun ismini bütün müslümanlarca ve her yerde bilinen fazîletli, büyük âlim Abdülhakîm Siyalkutî’nin ismiyle teberrük ederek Abdülhakîm koydu.

Bütün babaları ve dedeleri hâtırı sayılır âlimlerden ve sâlihlerden olup, dedesinin dedesi Abdürrahmân Kutub ‘Âlim-i Arvâsî’ diye tanınan Kâdirî ve Çeştî yollarında halkı irşâd eden, asrında bütün müşkilleri halleden (çözen) emsâli târihte ender gelmiş olan büyük âlim ve evliyâdan idi. Dedelerinden Seyyid Cemâleddin ‘Âlim-i Rabbânî’ ve daha çocukluğunda ve gençliğinde ‘Din âlimi’ ismini almış, her ilimde söz sâhibi idi. Onun dedesi Seyyid Muhammed Kutub Velî olarak tanınır. Van tarafına gelip Müküs kazâsı köylerinden Arvâs'a yerleşen budur. O tarihten itibaren ‘Arvâs Seyyidleri’ olarak anılırlar. Arvâs arabcada ‘sarsılmaz, yüce dağlar’ demektir. Onun büyük dedesi Seyyid Hacı Kasım "Âlim-i Bağdâdî" olarak tanınır ve Bağdâd’dan Mısır’a kadar ilmi ve tedrisi uzanmıştı. Câmi-i Ezher’de de hocalık yapmıştır. Dedesi Cemâleddin ‘Âlim-i Dîn’ olarak tanınır. Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin (kuddise sirruh) dayısı idi. Yukarıdaki izâhdan anlaşılıyor ki, Seyyid Abdülhakîm (Kuddise Sirruh) Resûlullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i Beytinden olup meslekleri ilim, irfân ve islâma hizmet etmek olan bir âileye mensûbdur.

Doğumu ve Tahsîli: 1276 Hicrî (m.1 860) senesi Şevvâl ayına rastlayan Nisan ayında Başkale kasabasında dünyâya geldi. Babası, daha çok küçük sayılacak bir yaşta terbiye ve tahsîline ihtimâm göstermiş, çocuk yaşta ibtidâiyye ve rüşdiyye [ilk ve orta] mekteblerini bitirmiştir. Yeri gelmişken söyleyelim: Derler ki, dört yaşından sonra üzerinden namaz geçmemiştir. Zeki, anlayışlı, fıtraten akıllı ve tedbirli olup, sonu pişmanlık olan işlerden uzak idi. O civardaki bu tahsîlinden sonra babasının irşâd ve yol göstermesi ile, yukarıda bahsi geçen Arvâs köyünde bulunan, büyük mürşid, derin âlim ve asrının teki Seyyid Fehîm hazretlerine geldi ve bulduklarını burada buldu, kavuşmak istediklerine burada kavuştu. Sâhildeki bir balığın deryaya kavuşmasındaki sevinç, arzu, istek ve gayretine bir de muhabbet eklenince, ilim, ma'rifet denizinden inciler elde ederek, gece gündüz çalıştı ve cum'a geceleri hâric, yatakta yatmayıp, tab'iî ihtiyâc olan uykuyu tahta sıralar üzerine bir parça yaslanarak geçirdi ve bu hâl on sene devâm etti. 1300 [m.1883] senesinde, üstâdı Seyyid Fehîm hazretlerinden bütün ilimlerde, ya'nî Sarf, Nahiv, Mantık, Münâzara, Vadı’, Beyân, Me’ânî, Bedî', Kelâm, Usûl, Fıkıh, Tefsîr, Tasavvuf, müslümanlara nasihat, Hanefî ve Şâfiî mezheblerince fetvâ, fen ilimleri [fizik, kimyâ, biyoloji] aritmetik, geometri, astronomi... ve benzeri ilimlerde icâzet [diploma] almakla şereflendi. Bu icâzeti ise Resûl-i Ekrem’e (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar kopuksuz ulaşan, büyük bir izin belgesi idi. Aralarında çok büyük âlimler vardı. Âlim, fâdıl Ubeydullah Eşnevî, musannif İmâm Necmeddin Abdülgaffâr Kazvînî, kadıl-kudat üsvet-ül-muhaddisîn Şeyhül-İslâm Muhammed bin Muhammed Cezrî, Şeyh Muhyiddin Nevevî, allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, İmâm Fahreddin Râzî, Hüccet-ül İslâm Muhammed Gazâlî, Şeyh Ebû Tâlib Mekkî, Seyyidüt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, Şeyh Ma'rûf-i Kerhî, Hasan-ı Basrî, İlmin kapısı diye bilinen Hazret-i Alî (aleyhümürrahme ver-rıdvân) bunlardan birkaçı olarak gösterilebilir.

Tasavvufta Kemâlleri: Seyyidi ve senedinin hizmeti ve sohbeti ile şereflenince, henüz çocuk denecek yaşta iken, tarîkata kabülü için istihâre ile emr olununca, o gece rüyasında şeyhi Seyyid Fehîm hazretlerini gördü. Beraberinde şeyhinin şeyhi Seyyid Tâhâ Hakkârî de vardı. Seyyid Tâhâ, Seyyid Fehîm’e "Abdülhakîm’i cevâzımât-i hamse [kalb, rûh, sır, hafi, ahfa] çeşmelerinden kendi elinle yıka ve kendisine, İmâm olup, bize namaz kıldırmasını söyle!" buyurdu. Rüyasını Şeyhi Seyyid Fehîm’e arz edince, çok çok sevindi ve yollarının gizli zikrini ona telkîn edip tarîkat silkine dâhil eyledi. Derler ki, Seyyid Fehîm hazretleri, rüyâsında Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görüp, kendisine: "Oğlum Abdülhakîm’in terbiyesinde kusûr etme!" buyurdu. Bundan sonra tam bir ihtimâmla onu yetiştirmeğe koyuldu. Tasavvufda kemâle gelinceye kadar husûsî bir terbiyeye tâbi' tuttu. Daha işin başında şeyhi kendisine râbıta etmesini emir edince, ilk râbıtada Gavs-üs-sakaleyn Şeyh Abdülkadir Geylânî’yi (kuddise sirruh) gördü. Ona çok sualler sordu ve cevâblarını aldı. Mısra:

Senenin bereketi, behârından belli olur.

Yukarıda bildirilmiş olan ilimde ica'zeti aldıktan sonra, beş sene, sırf tasavvuf çalıştı. Bu sırada yüz gün süren ikibuçuk erbaîn çıkardı. Yollarındaki her makamı adım adım geçti. Seyr-i ilallah, seyr-i fillah, seyr-i anillahi billahı tamamladı. Ya'nî bu tâifenin ıstılahından olan fenâ ve bekâya kavuştu. Muhammedî ve Ahmedî velâyetlere ulaştı. Velâyet-i Ahmediyeye kavuşmasının nişânesi olarak, bütün oğullarını Ahmed ile isimlendirip, Ahmed Enver, Ahmed Neyyir Mekkî ve Ahmed Münir diye çağırdı ve: "Yirmi tane oğlum olsa, hepsini Ahmed diye isimlendirirdim" buyurdu. Ve sonunda mutlak hilâfetle tahlîf edildi ve yukarıda geçtiği üzere beş tarikten şeyhinin halîfesi oldu. Sene 1305 (m.1887) idi. Ve irşâd, ta'lîm ve tedrîs için, memleketi olan Başkale’ye gönderildi.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, şeyhi Seyyid Fehîm hazretlerini gerçekten bütün kalbi ve rûhu ile sever, her fırsatta onun ziyâreti ve sohbeti ile şereflenir ve yolda yiyeceği tükense, şeyhini sevmeyen köylülerin yemeklerinden yemez, heybesindeki kuru yemiş artıkları ile yetinirdi. Şeyhi de onu çok sever, huzûrda terbiye için ona "Abdülhakîm", gıyâbında bahs geçince, "Seyyid Abdülhakîm cenâbları" diye hitâb ederdi.

Başkale’de irşâd, ta’lîm ve tedrîs ile otuz sene meşgul oldu. Çok âlim ve velî yetiştirdi. Bu arada kardeşleri mevleviyyet [profesörlük] mertebesini ihrâz ettiklerinden ilim, medrese talebesini onlara tevdi' edip, kendileri tamamen mürîdlerin terbiyesi ile meşgul oldular. Medrese ve tekkenin bütün masrafları kendi uhdesinde idi.

1 332 (m.1914) senesinde Birinci dünyâ Harbi çıkıp doğudan önce Ermeniler, ardından Ruslar kudurmuşcasına güzel memleketimize saldırıp, genç, ihtiyar, çocuk, kadın, ev, bark demeden öldürüp, yakıp yıkmağa başlayınca, önce Irak tarafına göç etmiş, bütün âilenin maddî ve ma'nevî yükünü omuzlarında taşımış, musîbet ve meşakkatten de nasîbini almış idi. Musul’dan bir iki sene sonra Adana’ya, oradan Eskişehir’e ve nihâyet 1 337 (m.1919) senesinde İstanbul’a geldi. Eyyûb Sultan’daki Yazılı Medrese’de bir müddet kaldıktan sonra yukarıdaki tepede Murteza Efendi mescidine şeyh ve imâm olarak ta'yîn edildi. Hemen ömrünün sonuna kadar burada kalıp, ilim, irşâd, va'z ve nasihatle meşgul oldu. Sohbetlerinin çoğu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından idi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, çeşitli câmîlerde ders, va'z ve nasihatleri devâm etti. Bu arada zamanın fitne oklarına hedef olmaktan da kurtulamadı. İki def’a sürgüne gönderildi. Birincide Menemen’e, ikincide İzmir’e gönderildi. Burada az bir zaman kalıp, Ankara’ya nakl edildi ve onbeş yirmi gün sonra orada 29 Zil-ka'de 1 362 [27 Kasım 1943] Cumartesi günü vefât eyledi ve Bağlum nâhiyesine defn olundu. Aleyhirrahme ver-rıdvân.

Azîz babalarından ve yüksek meşâyıhından feyz almaları: Baba ve dedeleri, âile şeceresinde en son ve en büyük dedeleri olan Hazret-i Alî’den (radıyallahü anh) iki yolla, ya’nî Kâdirî ve Çeştî tarikleri ile kendilerine ulaşan velâyet nûrlarının ilk menba'ı olan Nûr-i Muhammediyye ve feyz-i nâmütenâhiye kavuşmuş ve sanki bu nûrlar, âilenin diğer insanlar arasında imtiyâzı ve husûsî hâli olarak devâm etmişti. Zirâ üçüncü babadan yukarıdaki dedeleri Kâdirî ve Çeştî yollarının en büyük mürşidlerinden olarak bilinirler. Bu husûsta çok kitâb telif etmişlerdi.

Güneşlerin güneşi, şerîat ve tarîkatın ankâsı Ziyâeddin [Dinin parlak ışığı] Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (kuddise sirruh) islâm semâsında doğup, ilim, irşâd ve hidâyet nûrları ile dünyânın her tarafını aydınlatınca, devrin insaflı âlimleri ve sâlihleri, onun hakîkat ve nûr denizinden nasîblerini aldılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri ise, Nakşibendî Müceddîdî yolunu ve feyzlerini, bir bakış ve teveccühle karşısındakini evliyâlık mertebesine ulaştıran Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinden, o da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i Elf-i Sani’ye mahsûs kabiliyetinin son temsilcisi Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden, o da Habîbullaha mahsûs sırlar ma’deni seyyid Muhammed Nûr’dan, o da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, sünnetin ihyâ edicisi ve Hindistan’da bid’atin kökünü kazıyıcı olan Muhammed Seyfeddin Fârûkî’den, o da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kaim-makamı babası kayyûm-i âlem şeyh Muhammed Masûm hazretlerinden, o da babası Hicrî ikinci binin başında islâm dînini yenileyip, Asr-ı Seâdet’teki nûrlu hâline getiren İmâm-ı Rabbânî şeyh Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinden, o Muhammed Bâkıbillah, o Hacegî Emkenegî, o Muhammed Derviş, o Muhammed Zâhid, o Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkendî, o Ya'kub-ı Çerhî, o Hâce Alâeddin-i Attâr, o ise Hâce-i âlem reis-i tarîkat Şâh-ı Nakşibend diye ma'rûf Muhammed Behâeddin Buharî’den.. ve bundan sonrası herkesin bildiği silsile yolu ile Sıddîk-i a'zam’dan (radıyallahü anhüm ecmaîn) ahz etmiştir [almıştır].

Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh) takrîben dokuz ay kadar Abdullah Dehlevî hazretlerinin huzûrunda bulunup, nûr saçılan sohbet, hizmet ve teveccühleri bereketi ile yetişmiş olup, mutlak hilâfet ve binlerce fûtuhâtla Bağdâd’a dönünce, Hind’e göre artık garbdan bir güneş doğmuş oldu. Sohbet ve kimyâ nazarları ile ulemâdan, sülehâdan, ümerâdan binlerce tali’li, Muhammedî ve Ahmedî velâyet derecelerine erişip, Müceddîdî nûrlara ve mertebelere kavuşup, her biri halkı irşâd için bir şehre veya beldeye gönderildi.

Bunlardan biri irşâd ve medâr Kutbu mertebeleri ile şereflenen Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretleridir. Şeyh Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin necîb neslindendir. Lakabı, Şehâbeddin’dir [dinin yıldızı]. Amcası Seyyid Abdullah, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin arkadaşı, sırdaşı ve en büyük halîfelerinden idi. Yeğeni Seyyid Tâhâ hazretlerini, Mevlânâ’nın isteği üzerine Bağdâd’a Mevlânâ hazretlerine götürmüştür. Mevlânâ bu iki cevher için "Beni bu ikisinden üstün tutmayın; onlar şehzâdelerdir; yakında sultan olacaklar. Biz birkaç günlüğüne onlara lalalık yapıyoruz" buyurmuştur. Şemdinli yakınında Nehrî’ye yerleşmiş ve orada irşâdla meşgul olmuştur.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin irşâd makamındaki satveti, tasarrufu, kerâmet ve hârikaları, büyük ceddi Gavs-i Geylânî hazretlerininkine benzemekte olup yazılacak, sayılacak cinsten değildir. Hakîkaten Resûl-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vârisi idi.

Daha çocukluğunda heybet ve vakar sâhibi olup küçük yaşta Kur'an-ı kerîmi ezberlemişti. Sonra Süleymaniye, Kerkük, Revandız, Erbil, Bağdâd ve benzeri bir çok medreselerde aklî ve naklî ilimleri, en büyük âlimlerden tahsîl edip, Berdesur’a dönmüş, orada bir medrese yapıp, ilim neşrine başlamıştı. Bu sırada amcası Seyyid Abdullah, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hilâfetle, Şemdinli’nin Nehrî kasabasına gönderilmiş ve orada irşâdla meşgul bulunduğundan Seyyid Tâhâ onun bereketli nazar ve eşsiz teveccühlerine kavuşup, Mevlânâ’nın emri üzere amcasıyla Bağdâd’a gelmiş, Mevlânâ Hâlid kendisine: "Sen Gavs hazretlerinin torunusun, ondan izinsiz sana tasarruf edemem. Var, onu ziyaret eyle, bakalım ne buyurur" deyince, kalkar, büyük ceddi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrini ziyaret eder. Ziyâret esnasında Gavs hazretleri kabrinden çıkar ve bu torununu okşayıp, :"Benim yolum, her ne kadar büyük ise de, şimdi yeryüzünde bu yolda büyükler görünmüyor. Seni her tarikte hakîkî mürşid Ziyâeddin Mevlânâ Hâlid’in terbiyesine ısmarlarım" buyurur. Böylece Mevlânâ kendisini terbiyeye başlamış, seksen günde yetmişbin perdeyi aşıp vasl-ı uryâni ile Rabbine kavuşmuş, nihayetsiz fûtûh ve makamlarla, bizzât mürşidi tarafından, şehrin dışına kadar teşyi' edilerek, Berdesûr’a uğurlanmış, bir müddet sona Nehrî’de bulunan amcası Seyyid Abdullah’ın vefâtı üzerine, oraya gelmiş ve kırk sene kadar civâr halkı, ya'nî Irak’ın kuzeyi, İrân’ın batısı ve Doğu Anadolu ehâlisini irşâd etmiş, Ehl-i Sünneti kuvvetlendirmiş, etnik yapısı karışık olan o bölgeyi, tek bayrak altında toplamış, şi’îliğin Doğu Anadolu’ya girmesine sed çekmiş, velâyetteki rüsuh, irşâddaki istikâmet ve nazarındaki bereket ve teveccühü sebebiyle, kuvvetli tasarruf ederek, o bölgede yeni bir çığır ve devir açmıştır. Ermeniler dahi huzûra gelip, gördükleri harikulâde hallerle müslüman olmakla şereflenmişlerdir. Nehrî’deki suyun başındaki yerde sohbet ettiği zaman, kırk dönüm arazi insanla dolarmış. Nehrî’ye giderken yolun altında, çayın kenarında Zi-Tuva ismini verdikleri çeşmenin yanında, bir gün bin kişiye teveccüh etmiş de, beşyüzünü bir anda kerâmet mertebesine kavuşturmuştur. Kerâmetleri, tasarrufları, halîfeleri hakkında geniş bilgi İslâm Meşhûrları Ansiklopedimizin 3.

Cild 1915. sahifesinden itibaren yazılıdır.

Seyyid Tâhâ hazretleri 1269 (m.1 852) senesinde Nehrî’de vefât edip, kabristanın yukarı tarafında defn olunmuştur. Allahü teâlâ rahmet ve rıdvânına mazhar eylesin. Bu fakîr, kabrini birkaç def’a ziyâretle şereflendim. Kabrinin ve orada bulduğum kalbinin bereket ve tasarruflarına kavuşmak se’âdeti, sanki âhıret için, onları sevenler, onlarla olur müjdesini fısıldadı. Yerine, kardeşi, marifetler ve yüksek makamlar sâhibi Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin etmişti. Halîfelerinin en büyüğüdür. 1282 (m.1 864) de vefât etmiş, ağabeyisi ve mürşidi, iki dünyâ seâdetinin sebebi, Seyyid Tâhâ hazretlerinin ayak ucunda defnini istemiş ve öyle yapmışlardır. Ziyaretçilerin bu iki mezarı üç taşla görünce muhabbetleri çoşar.

Seyyid Tâhâ ve Sâlih hazretlerinin babaları Molla Seyyid Ahmed, onun babası Seyyid Sâlih, onun babası Seyyid İbrâhim’dir. Şemdinli’nin Meleyân [mollalar, âlimler] köyünde medfunlardır. Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah’ın çok talebesi ve mürîdi vardı. Babasından sonra amcasından kemâle geldi. Kâbe’yi tavaftan sonra iki rekat namaz kılarken rahmeti Rahmân’a kavuşmuş olup, Mualla kabristanındadır.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyük halîfelerinden biri de, ilim, amel, hârika ve tasarruflar sâhibi, Gavs-i Hizânî diye bilinen Seyyid Sibgatullah Arvâsî hazretleridir. Tasarrufu çok kuvvetli idi. Çocuklarda bile eseri görülürdü. Bir baktığı kimse, kendini gayb ederdi. Seyyid Sibgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin dedesi Seyyid Muhyiddin’in babası Seyyid Muhammed’in kardeşi Seyyid Molla Lutfi’nin oğlu olup, sohbetinde bulunanların ve teveccühüne mazhar olanların hepsinin kalblerinde muhabbet ateşi yanardı. Şerîate son derece bağlı olup, sünnet-i seniyyeden hiç ayrılmazdı. "İçi dışından iyi olmayan velî olamaz." Kâmil mürşidin sohbeti bulunmaz bir ni’mettir", "Evliyâ menkıbeleri muhabbeti artırır, Eshâb-ı Kirâmın hallerini okumak, dinlemek, îmânı kuvvetlendirir ve günâhları mahveder" buyururdu. 1287 (m.1870) senesinde âhırete intikal etti. Kuddise sirruh. Hîzan’ın Gayda mevki’indedir. Gavs olduğunun eserlerini, bu fakîr ziyâretim esnâsında müşâhede etmişimdir.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin en büyük halîfelerinden biri Hazret-i Şeyh diye bilinen Seyyid Fehîm Arvâsî hazretleridir. Anası da, babası da Ehl-i Beyt-i Nebevî’dendir. Babası Abdülhamîd, genç yaşta vefât etti. Annesinin ve üvey babası Seyyid Muhammed’in şefkatli kanatları altında büyüdü. Arvâs’ta, Müküs’te, sonra Cezire’de, Şeyh Halîd Cezrî’den ilim tahsîl edip, kısa zamanda emsâl ve akranını geçmiş, ilmi, zekâsı ve diyâneti ile meşhûr olmuştur. "Allâme"

diye bilindi. Mezhebi şafi’î, meşrebi hanefî idi.

Bu sırada şarkta bulunan irşâd ve medar kutbu Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretleri, Seyyid Fehîm hazretlerinin amcazâdesi ve kendi halîfesi olan Seyyid Sıbgatullah [Gavs] hazretlerine, bir daha gelişinde, Seyyid Fehîm hazretlerini de getirmesini emr buyurmuş, o da ilk ziyâretinde beraberinde Nehrî’ye getirmiş ve geliş o geliş, yükseliş o yükseliş olmuştur. Bir müddet gökyüzünün yeryüzüne gıbta ettiği cihanda eşi olmayan o huzurda bulunduktan sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin emriyle, Muş’un Bulanık kazası Âbirî köyünde meşhûr âlim Molla Resûl-i Sibkî hazretlerine gidip, tahsîlini tamamlamıştır. Her fırsatta Nehrî’ye gelirdi. Bir def’asında altmış gün kalıp, gece gündüz istifâde ve istifâze ile feyz ve nûr deryalarına gark olmuş, geceleri de yatıp uyumamıştır. Nehrî’ye ilk geldiği günün ma’nevî hâsılatını üstâdı Seyyid Tâhâ hazretleri: "Molla Fehîm bu bir günde başkalarının altı ayda kavuştuğuna ermiştir" mânidâr cümleleri ile ifâde etmişlerdir.

Kısaca o eşsiz huzûrda Velâyet-i Hassa-i Muhammediyye makamına, Nakşibendî nisbeti olan huzûr ve âgâhiyye, Müceddîdî esrârına, Hâlidî feyz, nûr ve kemâlâtına ve kerâmâtına mazhar olunca, irşâd için izin ve hilâfet verilip, Arvâs’a gönderilmiş ve orada irşâd postuna oturup bir yandan ilim, diğer yandan tasavvufun feyz ve nûrlarını saçarak bölge halkını irşâd ve tenvîre çalışmış ve bir müddet sonra o havâlide istikamet ve şerîate bağlılığı ile tanınıp, uzaktan yakından huzûruna koşmuşlar, rûhları ve kalbleri ihyâ eden sohbetleri ile hayât içinde hayât bulmuşlardır.

Hazret-i Şeyh (kuddise sirruh), kanâat, tevekkül, zühd, takvâ, muhabbet, rızâ ve teslîmde bir rûh-i mücessem idi. Gerçekten irşâd güneşi idi. Torunu Van müftisi Seyyid Kasım Efendi’den duydum. Şöyle anlattı: Benim arabî hocam, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin Başkale’de yetiştirdiği âlimlerden olup, Abdülhâkim Efendi’den naklen anlattı. Buyurmuş ki: Eğer Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’nın kemâl vaktine yetişseydi [bir bakımdan da olsa] ondan istifâde ederdi. Eğer Seyyid Tâhâ, Hazret-i Şeyhin kemâl vaktine ulaşsaydı, ondan istifâde ederdi." Her halde kısaca anlatmağa çalıştığım bu iki büyüğümüzün ma’nevî mertebelerinden birşeyler anlaşılmış oldu.

Hazret-i Şeyh iki def’a hacca gitmiştir. Pek heybetli, çok güzel idi. Gölgesini gören evliyâ olduğunu anlardı. Kerâmetleri, hârikaları "İslâm Meşhûrları Ansiklopedi"mizde uzun yazılıdır. Kerâmetlerinin en büyüğü, istikâmeti, ya’nî şerîatten hiç ayrılmamağa çalışması idi. Sünneti seniyyeden hiç ayrılmazdı. Yer yüzünde Eshâb-ı kirâmın numûnesi idi. Zamanında ve Van vilâyetinde benzeri yok idi. Her nev'i ilmi, zirâati ve san'atları, siyasî bilgileri pek iyi bilirdi. İlmi Allahü teâlânın vergisi idi. Van vâlisi çözemediği mes'elelerini gelir sorar ve çözerdi. Ömründe bir namazı cemâ’atsiz geçmedi ve bir teheccüdü kaçırmadı. Şöhretten çok sakınırdı. Seyyid Fehîm hazretleri; oğlu Muhammed Emîn, Şeyh Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Alî —ki bu dördü halîfeleridir— Molla Abdülcelîl ve şeyh Resûl gibi allâmeleri ve velîleri yetiştirmiştir. İlimde me'zunları altmış kadardır. Mütevâzı ve müeddeb olduğu halde, o havâlide o kadar meşhûr olmuştu ki, hırsızlar ve eşkıya bile kendisinden korkar, hayâ eder, huzûruna gelip tevbe eder, Allah yolunun sâlikleri olurdu.

Kısaca Seyyid Fehîm hazretleri, asrında zâhiren o bölgeye, zımnen bütün dünyâya gönderilmiş bir rahmet-i Hak ve nûr-i ilâhî idi. Kerâmetinin en büyüklerinden biri de Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri gibi bir kâmil velîyi yetiştirmiş olmasıdır. Cinleri de irşâd eder, onlara ilim ve tasavvuf öğretir, ya da öğretecek adamları vazîfelendirirdi. "Allah’a şükürler olsun; Seyyid Tâhâ’yı gördüm, tarîkat ve hakîkatın ne olduğunu öğrendim" buyururdu. Seyyid Fehîm hazretleri, şerîatın canlı misâli idi. Sahte fakihleri mürâî hocaları, yalancı şeyhleri hiç sevmezdi. "Din bunların eliyle harâb olur" buyururdu.

1293 (m.1 877) Türk-Rus harbinde, Ruslara karşı savaşmak ve Allah yolunda cihadda bulunmak için Doğu Bâyezid cephesine gelmiş, sevenleri ile beraber kahramanca savaşmışlardır. Bu sırada fırsat buldukça çevre halkına va'z, nasihat ve irşâdla meşgul olmuştur. Hacca giderken İstanbul yoluyla gitmeği tercîh edip, Sultan Abdûlhamid Hân ile de sohbet etmiştir. 3 Mart 131 3'de [15 Şevval 1314; m.1898] salı günü vefât etmiş, Arvâs kabristanında defn olunmuştur. Aleyhirrahme ver-rıdvan. Her ziyaretde edindiğim intiba ve kalbime doğan o idi ki, o kadar doğru ve müstakîm idi ki, yanında her doğru eğri, her kâmil nâkıs, her güzel çirkin, her büyük küçük, her sağlam hasta, her iyi kötü kalırdı.

Yine sözümüze gelelim: Mezkûr büyük evliyâ (kuddise sirruhun) sünnet-i seniyyeye uymakla ve kendi meşayihine muhabbet râbıtası ile bilinirler. Çünkü bu iki özellik, bulundukları yolun, yani Nakşibendî, Müceddîdî Hâlidî tarîkatının âlâmet-i fârıkası ve esasını teşkil etmektedir. Bu silsilede bulunanların çok sayıda kerâmet ve hârikulâde halleri görülmüştür. Seyyid Fehîm hazretlerinin yüzüne bakan, hakîkaten Allahü teâlâyı hâtırlardı. O öyle bir velî idi ki, ayakları yerde, başı Arş’ın üzerinde idi. Hadîs-i şerîfde: "Allahü teâlânın sevgili kulları vardır; onları gören gayr-i ihtiyârî Allahü teâlâyı hatırlar" buyuruldu.

Yeri gelmişken burada Nakşibendî yolunun husûsîyetinden kısaca bahsedelim: Nakşibendî yüksek yolu, kalbe ve mebde-i feyyâz olan Allahü teâlâya tam teveccühden [bütün varlığı ile yönelmeden], nâfile ibâdetlerde ve me'lufâtta [yeme, içmede, yatmada, giyinmede, insanlarla görüşmede] orta yolu korumaktan, vakitlerini zikir ve vird [günlük vazîfeler, salavât, istiğfar, tesbîh] ile değerlendirmekten ibârettir. Bu yolda tevbeden rızâ makamına kadar olan sülûk mertebeleri kısaca ve topluca olur. Bu yolun neticesi, Allahü teâlânın zâtı ile huzûra kavuşmaktır. Rûhun muhabbet cezbesi, zevk, şevk, kalbin cem'iyyeti [vesvese ve kuruntu gibi şeylerden ve dünyâ düşüncesinden kurtulması] ve meşhûdunda istiğrakı [tamamen Rabbine dalması] "Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin bütün ameline eşittir" ve "ihsân, senin Rabbine onu görür gibi ibâdet etmendir..." hadîs-i şerîfleri mucibincedir. Kimi kalb cezbelerinin ağır basmasıyla kendinde olmaz, kimine tevhîd sırları münkeşif olur. Bu azîzlerin tasarrufları, kalblere zikri yerleştirmek, kalbleri dünyâdan soğutup Rabbi ile sükûnete ve itminana kavuşturmak, bulunduğu halden yüksek halleri verip, bir makamdan bir başka makama çıkarmak ve himmetini kullanarak müşkilleri çözmek... gibi zuhûr eder. Hârikulâde [olağan dışı] şeyler, şiddetli mücâdelelerle mümkündür. Çetin riyâzetler çekmeden eşyaya tesir ve tasarruf pek nâdirdir. Fakat hiç bir kerâmet daîmî zikrin, Allahü teâlâya tam teveccühün, güzel ahlâk edinmenin ve Muhammed Mustafâ’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uyma derecelerine erişemez. Elhamdülillah, bu yolda olan hakîkî sâliklere bunlar elvermektedir. Nitekim tarîkatin reisi Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin Buhârî (kuddise sirruh) "Bizim bu yolumuzda mahrumluk yoktur" ve "Bu büyüklerle bulunanlar şakî [kafir veya fâsık] olmaz" buyurmuştur.

Seyyid Abdülhakîm hazretlerinde bu velâyet nûrları, Rabbânî feyz ve makamlar ve irşâd kemâlleri, halleri yüksek, melek hasletli Seyyid Fehîm hazretlerinin hizmet ve sohbetinde hâsıl olunca, üstâdı kendisine hilâfet ve izin verip, insanları irşâd etmek ve onlara dînimizin emir ve yasaklarını öğreten ilimleri sunmak üzere, memleketi olan Başkale’ye gönderir. O da ayrılık ateşine katlanıp, memûr olduğu yere gelip, Allah’ın kullarını, yarım asır sürecek irşâd ve ilim nurları ile aydınlatır. Otuz sene kadar Şark’ta, bir o kadara yakın İstanbul’da insanların ta'lim ve terbiyesi ile meşgul olup, Ehl-i Sünneti kuvvetlendirir. Üstâdlarının yolunda yürür. Onların bulundukları geniş sahada hiçbir şi’î ve şi’î hareketi bulunmaz. Osmanlı Devleti’nin Şark’ta bu konu ile alâkalı hiçbir mes'elesi bulunmaz. Bu bakımdan bu bölge tam emniyyet ve güven içerisinde sükûnette olur.

Efendi’nin (rahmetullahi aleyh) aklı selîm, bakışı keskin, görünüşü doğru, zekâsı parlak olup, tebliğ, sıdk, emânet, hikmet, fetanet, güzel ahlâk, yüksek seciye, mutedil tabiat, mizâcda sanki büyük ceddi Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir numûnesi idi. Nefsi kötülükten arınmış, kalbi zikrullah ile tasfiye olmuş, rûhu ma'nevî gıda ile doymuş, muhabbet gıdası ile beslenmiş ve tertemiz olmuş, yüksek sırrı Sâhibine ermiş olup, kendisini gören Resûlullah’ın Ehl-i Beytinden olduğunu anlardı. Simâsında tevazu'la heybet bir arada görünürdü. Kendisiyle konuşan, sohbetinde ve va'zında bulunanların kalbleri ona meyl eder, ondan ayrılmak istemezlerdi. Huzûru ve sohbeti o kadar zevkli ve tatlı idi ki, yanında bulunanlar zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmazlardı. Hocam H. Hilmî Işık Efendi’den mükerreren duydum: "Efendi’nin yanında zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız gibi, dünyâ ve âhıretin en büyük ni'metlerinden olan sohbetinde, zamanın durmasını isterdik" Size bununla alâkalı bir hikaye anlatayım: Diş tabîbi emekli Albay Sabrî Gökkaya’dan [vefâtı 1983] dinledim. Dedi ki: Efendi babadan (kuddise sirruh), ehemmiyyetine binaen ve yeri gelmişken şu menkıbeyi birkaç def’a dinledim: "Büyüklerden biri, eshâbı ile sohbet ederken, gaibden bir ses: "Cennet kapıları açıldı, isteyen Cennete girsin" dedi. Kimse hareket etmediği gibi, cevâb dahi vermedi. Biraz sonra aynı ses bir daha duyuldu. Mukabele birincisinden farksızdı. Bir müddet sonra üçüncü def’a aynı ses işitilince, sohbettekilerden biri kalkıp: "Şimdi sohbetteyiz, sonra" cevâbını verdi. Ya’nî büyük evliyânın sohbetinde hâsıl olanları buradan düşünmek mümkündür"

Abdülhakîm Efendi’nin (kuddise sirruh) her ilimde elleri uzun idi. Kimsenin erişemediği uzak ve ince mes'elelerde tahkîkatı gıbta edilecek derece idi. Hangi mevzû'da konuşsa, o bahsin bütün inceliklerine vâkıf olduğu anlaşılırdı. Akaid, tefsîr, hadîs, fıkıh, usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsîrde eşi ve benzeri olmadığı gibi, tasavvufda da zamanın hârikası idi denilebilir. Kısaca bütün ilimlerin esrarına sâhib, envâr-ı Muhammediyye denizinin korkusuz dalgıcı, en zor ve ince mes'elelerin hallâli [çözücüsü] olup, her hâl ve hareketinde Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, kendisinin mümtâz vasfı idi. Yemede ve içmede. oturmada ve kalkmada, konuşmada ve sükutta, tebessümde ve ağlamada, yürümede ve durmada, yatmada ve uyumada hep Resûlullah’ı örnek alırdı. Gecelerinin çoğu kitâb mütalaası ile geçerdi. "İslâm’da kırkbin cild kitâb okudum" sözü kendisinden rivâyet edilmiştir. Yemesine dikkat eden, sadece yaşamak için yiyor, derdi. Ya'nî az yerdi. Küçük lokmalar ağzına alır ve çok çiğnerdi. Sanki yemekle oyalanırdı. Kaylûleye [gün ortasında bir parça

uyumaya] ve teheccüde [gece nemazına] devâm ederdi. Yatınca sağ tarafa dönüp, sağ elini yanağının altına koyup öyle [sünnete uygun] uyurdu. Beyt: Asırlarca beklerse, zaman denilen ana,

Böyle bir nûr doğurur, ışık saçar cihâna.

Türpüştî hazretleri, Abdülhakîm Arvâsî hazretleri gibi tasavvuf ve ilmin zirvesinde bulunanlar için değil, bid'at ehli olmayan sıradan ve gerçek mutasavvıfları anlatırken: "Tasavvuf ehli, ma'rifetin ma'deni, hikmetin menba'ı, Kitâb ve Sünnet’in esrarının hazinesidir" diye yazar. Böyle olunca, Resûlullah’a tâbi' olmanın bereketi ile büyük evliyâda, peygamberinin mu'cizelerine benzer, olağanüstü haller ve kerâmetler görülür. Nitekim, Emâlî kasidesindeki bir beytte, "evliyânın kerâmeti hakdır" der ve bunun Ehl-i Sünnet itikadının bir maddesi olduğunu beyan eder. Abdülhakîm Efendi’den de böyle nice hârikulâde haller ve kerâmetler meydana gelmiştir. Biz büyükleri kerâmetleri ile tanıtmayı, onlar için bir zül ve aşağılık sayarız, ama daha öncekilerin böyle bir âdeti olduğundan bir kaç kerâmetine işâret edip geçelim. Çünkü her hâli istikâmet olanın, istikâmetten üstün hangi kerâmeti olabilir! Nitekim bu yolun büyükleri :"İstikamet kerâmetin üstündedir" buyurmuşlardır. Ve yine en açık kalblilikle deriz ki, Seyyid Abdülhakîm hazretleri kerîmdir. Kerîm babaların kerîm evlâdıdır. Kerîm bir evde dünyâya gelmiş, kerem sahiblerinin elinde kerem ve kerâmetle terbiye gördüğünden, kendisi de kerem ve sayısız kerâmetler, tasarruflar ve kuvvetli cezbeler sâhibi olmakla meşhûr olmuştur:

—Bir gün Cum'a namazını müte'akıb Hazret-i Hâlid bin Zeyd’in [Eyyûb Sultan hazretlerinin] radıyallahü anh şerefli türbesini ziyaretle sandukanın yanına varmış idi. Hoş bir halde idi. Yanında eshâbından pamuk tüccarı Kayseri’li Abdülkâdir Efendi vardı. [Bu menkıbeyi bizzât ondan dinledim. Sene 1966-Fâtih] Abdülkâdir efendiye hitâben: "Hazret-i Hâlid’i (radıyallahü anh) görmek ister misin?” buyurdu. Çok sevinip, âh keşke bu büyük şerefe nâil olabilsem, dedi. Öyleyse, gözlerini yum, dizin dizime değecek şekilde bana yakın otur buyurdu. Abdülkâdir Efendi de öyle yaptı ve bir de ne görsün; Habîbullahın eshâbı ve O’nu kendi evinde misâfir etmekle mihmândâr-ı Resûlillah ismini almış Hazret-i Hâlid bin Zeyd (radıyallahü anh) aslî sûretinde, beyaza yakın tenli, sık olmayan sakalı ile zuhûr etti. Uzun uzun Abdülhakîm Efendi ile konuştular. Efendi hazretleri kendisine: "Abdülkâdir, hadi kalkalım" buyurduğu zaman, ikindi ezânı okunuyordu.

—Yine bir def’a, Üsküdar’da Zeyneb Kâmil civarında medfun yukarıda mezkûr Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin eshâbından Abdülfettâh Akrî hazretlerinin —ki onun yanında defn olunmak isterdi— kabrini ziyârete geldi. Temiz rûhuna teveccüh eyledi. Yanında eshâbından ve yardımcılarından Şâkir efendi vardı. Şâkir efendiye de tasarrufda bulunup, Abdülfettâh Efendi’nin rûhânıyyetini görmesini temin etti. Ziyâretten sonra, Şâkir efendiye: "Şeyhi gördün mü?” buyurdu. Evet, yüksekçe boylu, buğday benizli, gür sakallı, nûr yüzlü olarak gördüm deyince, "evet, öyle idi, doğru görmüşsün” buyurdu.

—Eshâbından ve yardımcılarından çok sevdiği ve kendilerini hiç üzmemiş diş tabîbi emekli Albay Sabrî Gökkaya ağabeyimizden dinledim: "Apandistim ağrıyordu. Doktorlar, ameliyat dediler. Kurban bayramı tatilinden sonra ameliyat olacaktım. O zaman tıbbiyede okuyordum. Tatil münasebetiyle hastaneden eve geldim. Doğru Efendi’ye gittim. Durumu arz ettim. Ağrıyan yere elini koyup, Besmele okudu ve: "Burası mı, ağrıyor?” buyurdu. Evet,dedim ve o anda ağrı dindi. Ameliyata gitmedim ve kırk sene oluyor, bir daha apandisitim ağrımadı.

—Hüseyin Hilmî Efendi’nin kayınpederi Ziyâ beyden dinledim: Rüyâda Efendi hazretlerinin elinin içini öptüm. Sabahleyin ziyaretleri ile şereflendiğimde elini öpmek istedim. Sağ elinin içini bana uzatıp: "Rüyâda öptüğün gibi öp" buyurdu.

—İzmir’de sürgünde iken, kerâmet ehli bir velî olduğunu duyan bir adam, on iki yaşındaki konuşamayan oğlunu huzûruna getirip, iyileşmesini yalvarır. Çocuk, Efendi hazretlerinin elini öpünce, Efendi az bir zaman ona teveccüh eder ve :"Babam, ismin nedir?" buyurur. Çocuk açık bir dille, ismim Ahmed’dir, cevâbını verir. Orada bulunanlar hayret ve şaşkınlıktan parmaklarını ısıracak olurlar.

—Bâyezid Câmi'inde va'z verirken, va'zı keser ve :"Sizden biriniz eve gittiğinde, çocuğunu dama tırmanmış, damdaki güvercini yakalamak için kiremitlerin üzerinde görürse kızıp, telâşlanıp, ona bağırmasın. Tatlı dille, evlâdım, sana şeker getirdim, gel vereyim, desin. Çocuğu aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Orada bulunanlardan biri, kendi kendine, bu sözün mevzû' ile ne alâkası vardır, der. Va'zdan sonra bu kimse evine gelir. Bir de ne görsün; küçük çocuğu dama tırmanmış, güvercini yakalamak peşindedir; o farkında değil ama, nerede ise düşecek haldedir. Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin va'zını ve ikazını hâtırlar ve buyurduğu gibi yapar ve çocuğunu düşüp parçalanmaktan kurtarır. O zaman câ’mideki sözün, kendisi için söylendiğini anlar ve o yaramaz düşüncesinden ötürü çok pişman olur ve üzülür.

—Din adamlarına baskının artırıldığı bir zamanda idi. Hüseyin Hilmî

Efendi, üstâdı Seyyid Abdülhakîm hazretlerini ziyârete gelir. Vakit akşamdan sonradır. Efendi hazretleri konuşmaz, üzüntülü ve sıkıntılı bir halde oturur. Birden kendi âdetine uymayan bir şekilde: "Kalkın, hemen buradan çıkın, gidin" buyurur. Hüseyin Hilmî Efendi de, acele ile kalkar, dışarı çıkar ve bir taraftan da, acaba hatâ mı ettik, düşünür. Ama sonradan öğrenilir ki, onların dışarı çıkarılmasından hemen sonra arka kapıdan polisler gelip evi ararlar ve fakat kimseyi bulamazlar. Hüseyin Hilmî Efendi, sabahleyin haberi öğrenince akşamki muâmeleye ne için marûz kaldıklarını anlar.

Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin âdet yerine gelsin diye birkaç kerâmetini zikr ettik. Yoksa Allahü teâlânın zâtının, sıfat ve isimlerinin tecelli ve marifetlerine kavuşmuş ve bunların yanında ilim, amel ve güzel ahlâkla donanmış, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vârisi olmak şerefini ihrâz etmiş bulunmakla, nübüvvet kabiliyyetinden nasiblenmiş o güzel hâl ve kerîm hısâl hazretleri, târihde emsâl ve akranı parmakla sayılacak kadar az bulunan büyükler sırasında bulunmaktadır. Çeşitli yazıları ve sözleri ile, kıyâmete kadar gelecek müslümanlara şaşmaz bir rehber, onları hedeflerine ulaştıracak sağlam bir kılavuzdur.

Sohbetlerinden alınmış bir kaç sözüne kulak verelim:

—Biz, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin (kuddise sirruh) Mektûbât'ını anlamak için değil, bereketlenmek için okuruz.

—En büyük edeb, Allahü teâlânın hudûdunu aşmamaktır.

—Haktan mahrûm olan neye sâhibdir, Hakka sâhib olan neden mahrûmdur.

—Hakîkî kerâmet, kerâmeti gizlemektir. Bunun için velîden görülen kerâmet, onun isteği dışında, hattâ Hakkın hikmeti ile meydâna gelmiştir.

—Allahü teâlâ, sırlarını, onları saklayabilecek olana verir. Allahü teâlâyı bilenin dili söylemez olur.

—Hatâda ısrar ahmaklıktır.

—Bütün fazîlet ve güzellikler şerîatın [İslâmiyetin] içindedir.

—Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür.

—Rûh hastalıkları hep îmân zaifliğinden doğmaktadır.

—Yeni ve güzel elbise giyin. İslâm vakarını, ahlâkınız ile, konuşmanız ile ve temiz ve güzel kıyâfetinizle koruyun.

—Kişinin kıymeti bu büyükleri tanıdığı ve sevdiği kadardır.

—Kimse ma'mûr ettiği yerden harab yere gitmek istemez.

—İhlâsını arttırmak isteyen, Reşahât okusun.

—Avrupalıların dillerini bilseydim, çok faydalı olurdum.

—Tenâsuha inanmak küfürdür.

—İlim cehâleti izâle eder, ahmaklığı değil.

—Riya olmasın diye cemâ’atten kaçanlar, ayrı bir riyâ içindedir.

—Allahü teâlâdan bize ihsânı ile muâmele etmesini istiyelim, adâleti ile

değil.

—Namaz Allahü teâlâya teveccühden ibârettir. Şer'î şerîfe uygun namaz kılanlara hakîkatler münkeşif olur.

—Velînin kerâmeti, tâbi' olduğu nebînin mu'cizesidir.

—Bektaşîlik hak tarîkat olarak başladı, bir kaç bâtın sonra bozuldu.

—Haddini aşan herşey zıddına döner.

—Velî, mevzûunu bulamaz ki, ben desin.

—Fenâ adamlara iyilik etmek, iyi adamlara fenâlık etmektir.

—En iyi ibâdet, en iyi tâat, iyi insanlar ile sohbet etmektir.

—Ehl-i dirâyet, akıl ve diyânet sâhibi demektir.

—Din-i İslâm, Sohbetten ibârettir. Sohbet, muhabbeti, intâc eder.

—İslâmiyyet bu memleketten giderse, ne Hind’de kalır, ne Sind’de [Pâkistan].

—Tekkemiz kapatılmasa idi, beş altı kişi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gibi yetişecek idi.

—Bir müslümanın bir müslîmâna küfür isnad etmesi kadar tehlûkeli birşey yoktur.

—Birine dua etmek isteseydi:"Allahü teâlâ korktuğundan emîn, umduğuna nâil eylesin" buyururdu.

—Buyurdu: Kıyâmet alâmetlerindendir: Câ’milerin yolları çimen bağlar. İmâm ve hatibler sûreta âlim, hakîkatte câhil olacaklar. Hâfızlar teganniyi çok sevecekler. Kadınlar, erkeklerine itâat etmez olurlar.

Namazın ehemmiyetini bildiren şu menkıbelerini arz etmeden geçemiyoruz: Eczacı İlyâs efendi, Dârüşşafaka’da talebe idi. Bir sabah, namaza kalktığında, güneşin henüz doğmuş olduğunu görmekle, işrak vaktine kadar Efendi’ye giderim, deyip Eyyûb yolunu tutar ve yukarıya, dergâha gelir. Efendi bir takım eshâbı ile sohbet hâlindedir. Biraz oturup, sonra namazımı kılarım düşünür. Sohbet esnasında Efendi hazretleri kendisine dönüp: "İlyâs, bir namazımın kazâya kalacağını bilsem, yüz kere ölümümü tercîh ederim" buyurunca, İlyâs efendi, diğer odaya geçip sabah namazını kazâ eder. İşte İslâm büyüklerinin namaza ve kulluğa bakışları! Allahü teâlâ onların yakîninden ve kulluk anlayışlarından bizi nasîbdâr eylesin!

Meşîhatı, Hocalığı: İlim, irfân, fazîlet ve irşâdla tanınmış Ehl-i Beyt-i Nebevî âilesine mensûb olmakla, baba ve dedeleri gibi ilmin ve ma'rifetin neşrine çalışmış, kendi memleketinde ve havâlisinde bıkmadan, yorulmadan bu ilâhî vazîfeyi icra etmiştir. Hicrî 1 305’den itibaren Van vilâyetinin çeşitli yerlerinde, İrân sünnîlerinin bulunduğu yöre ve âşiretlerde hep dîn hizmetinde bulunmuştur. Herhangi bir vakfı yoktu. Mescid ve tekkesini kendi malı, parası ile yaptırdığı gibi, ilim talebesinin bütün masrafını da kendisi karşılar, hattâ talebenin elbisesini onbeş günde bir kendi ev halkınca yıkatır ve ihtiyaçları için ceplerine birer altın koydururdu. Başkale devri böyle sâde ve bereketli geçti. Rusların istilâsı, Ermenilerin her tarafı yakıp yıkması ve tahrîbinden sonra, yukarıda kısaca arz edildiği gibi, bulunduğu yerden hicretle, çeşitli şehir ve kasabalara uğrayıp, nihâyet İstanbul’u şereflendirdi. Eyyûb Sultan üstündeki tepede bulunan Kaşgarî tekkesine şeyh, imâm ve vaiz olarak ta'yin edildi. 1339 senesinde Sultan Vahideddin Hân tarafından Medrese-i Mütehassısîn’e tasavvuf hocası olarak ta'yin olundu. Sultan her münâsebetle kendisinden dua isterdi ve istetirdi. Nihâyet bir gün, bu iki sultan, ya'nî biri dünyâ sultanı, diğeri âhıret sultânı kolkola Topkapı Sarayı’nın Hırka-ı Seâdet dâiresini ve o şerefli Hırka-ı Nebevî’yi birlikte ziyâret ettiler.

Seyâhatleri: İlim ve tarîkati yaymak ve insanlara va'z ve nasihat için şarkın hemen bütün şehirlerini, İrân’ın sünni yörelerini, Doğu Bâyezid, Eleşkird, Musûl aşiretlerini dolaşmıştır. Hac ziyâretleri vesîlesi ile Anadolu’nun bir çok yerlerinde bulunmuş, oralardaki ulema ve meşâyıh ile görüşmüştür. İskenderiye, Tanta, Demenhur, İsmailiye, Süveyş, Port Saîd, Cidde, Yenbü, Medine, Mekke, Şam, Haleb, Beyrut, Cebel-i Lübnan, Humus, Lübnân, Siirt, Erzurum, Trabzon, Tiflis, Batum ve o havalilerdeki bir çok şehir ve kasabalarda bulunmuş, ilim, ma'rifet ve hikmetli vaz ve nasihatleri ile halkı irşâd etmeğe çalışmıştır.

İlki 1315, diğeri 1 325 senesinde olmak üzere iki def’a hacca gitmiş ve bu ziyâretlerinde, uğradığı yerlerde birçok âlim ve meşâyıh ile sohbet etmiştir.

1 325 senesinde ikinci def’a hacca giderken, irşâd kafilesinin reisi Şeyh

Ziyâeddin Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmuş, yüksek iltifât ve teveccühlerine kavuşmuş, bir müddet beraber kalmışlar, birbirlerini çok sevip, muhabbetle kucaklamışlardır. Veda' tavafı sırasında Şeyh Ziyâeddin Ma'sûm hazretleri kendisine,"şeyhin Seyyid Fehîm hazretlerinden, Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîklerinden icâzet ve hilâfet aldığın gibi, ben de sana Üveysîlik yüksek tarîkatinden icâzet ve hilâfet verdim" buyurmakla, kıyâmete kadar, kendisinden feyz ve nûr almak isteyenlerin imdâdına yetişmesine izin verilmiş oldu ve yine istifâde etmek isteyenlerine bu yol, kıyâmete kadar açık tutuldu. Hakkın rahmeti burada da bir daha zuhûr etti.

Eserleri: "Büyük âlimler zâhirî ve bâtınî usûl ve furû' her konuda yeterli kitâblar yazmışlar, kalem oynatmadıkları hiçbir mevzû ve saha bırakmamış olduklarından, bu fakîr, "Kendi hâlini ve yerini bilip de ileri gitmeyenlere Allah merhamet eylesin" hadîs-i şerîfine uyarak, hududu aşmaya sebeb gösterilebilecek büyük bir kitâb yazmadım. Büyüklerimizin yolunda bulunan ahbablar için birkaç kitâbcık ve Mevlid’in meşruiyyeti, tesbîh kullanmanın cevazı, bunların meydana çıkışları, ölüm hallerinden bahseden sefer-i âhıret, bir hukukçunun süallerine cevâblar, zikrin ta'rifi ve isbatı, nefy ve isbat zikri, cin, rûh, akıl, islâm ilimleri ve âlimleri ve benzeri bir çok konuda risâle büyüklüğünde mektûblar yazmışımdır" buyurdu. Kitâb veya risâleleri şunlardır: Râbıta-ı Şerîfe, Er-Riyadut-Tasavvufiyye, Eshâb-ı Kirâm, Ecdâd-ı Nebî ve diğerleri.

Bu risâle ve mektûbları, yazıldıkları konuda, o kadar güzel, doyurucu, sağlam ve isbatlıdır ki, daha iyisi ve mükemmeli düşünülemez. Gerçekten âlimlerin :"kitâbların fazîletlisi önce yazılanları, fâidelisi sonra yazılanlarıdır" sözlerini haklı çıkarır tarzdadırlar. Her biri bir icmali tafsîl, bir müphemi tenkîh, bir şüpheyi izâle etmekte, kısaca, eskileri en iyi anlayıp, yenilere en iyi izâh eder mahiyettedirler. Hattâ, kıyâmete kadar gelecek olanlara son derece berraklık ve açıklıkla ışık tutmaktadırlar. Onun bir vazîfesi de bu idi. Mısra:

Herkesi bir iş için yaratmışlardır.

İleride bunların bazı örnekleri gelecektir.

Evlâdı ve Talebesi: Efendi hazretleri, muhâceret esnasında akrabasından bir çoğunu kaybetmiştir. Ahmed Enver ismindeki oğlunu, onsekiz yaşında olduğu halde Eskişehir’de toprağa vermiştir. İkinci oğlu Ahmed Neyyir Mekkî Efendi olup, âlim, fâdıl, edîb ve kâmil bir zât idi. İlim ve edebini, yüksek babasından aldığı gibi, aklî ve naklî ilimlerdeki icâzetine de yine ondan kavuşmuş, babasından sonra, Üsküdar ve Kadıköy’de uzun seneler müftülük yapmış, 1 387 (m.1967) senesinde âhırete intikal etmiştir. Vefâtından üç sene sonra İstanbul Edirnekapı Kabristanı’ndan Ankara Bağlum’daki babasının yanına nakledilmiştir. Mezarı açıldığında, kefeni ve cesedi, kabre konulduğu zamanki kadar taze ve hiç bozulmamış olarak görülmüştür. Bu da onun Allah katındaki derecesinin yüksekliğine işârettir. Aleyhirrahme vel-gufrân. Bu satırları yazan fakîr, iki üç sene kendilerinden akaid, usûl-i fıkıh, fıkıh, telhis, tefsîr, mantık okudum. Nefesi gerçekten çok bereketli idi. "Kelâm, mütekellimin sıfatı olmayınca, sâmi'ine tesir etmez" derdi. Ya’nî, insan söylediği sözün sâhibi ve âmili olmayınca, söylediği söz başkasına tesîr etmez demektir. Babası gibi, o da uzun seneler Beydâvî tefsîrinden va'z verip, İstanbul halkını irşâda çalıştı ve babası gibi, Beydâvî tefsîrini baştan sona va'z ve derslerinde bitirmiştir. Talebeleri de hâlâ onun yolundadır. Efendi’nin üçüncü oğlu Ahmed Münîr efendi olup, edeb ve fazîlet numûnesi idi. 1400 (m.1980) yılında vefât edip, Bağlum kabristanına defn olunmuştur. Efendi’nin iki kızı vardı. Biri Şefi'a hanım olup, hicrette Musul’da vefât etti. İslâm, takvâ, hayâ, ihlâs numûnesi idi. İkincisi Mâide hanım halen 1423 (m.2002) yılında hayattadır [1424-m.2003 Martında Hakkın rahmetine kavuştu. Bağlum’da baş ucuna defn olundu]. Yüz yaşına yakındı. Babasından nisbeti vardı.

Efendi hazretlerinin sekiz kardeşi vardı. Hepsi de kendisinden küçük olup, Efendi tarafından yetiştirilmiştir. Çoğu ilimde icâzetle şereflenmiştir. Birâderi Tâhâ için :"İlim göğe çıksa kardeşim Tâhâ onu tutar getirir" buyurmuştur. İlimdeki derecesinin rusûhuna delil olarak, iki sâat zarfında usûl-i fıkıhda bir metin kitâbcığı yazması, herhalde yetişir. Çok garîb menkıbeleri vardır. İlk mecliste meb'us seçilmiş idi. Harflerin değişmesi milyonlarca kitâbı okutmayacak ve milyonlarca insan târihinden ve mâzisinden kopacak üzüntüsü ile vefât etmiştir. Velhâsıl birâderlerinin herbiri birer cevher, âlim, âmil ve insanlık numûnesi idi. Talebe ve mürîdlerinin çoğu Birinci dünyâ harbinde Ermeniler ve Ruslar tarafından şehîd edilmiştir.

Seyyidi, senedi, şeyhi Seyyid Fehîm hazretlerinin oğullarından çoğu Efendi hazretlerinin yanında terbiye ve tahsîl görmüştür. İçlerinden Seyyid Muhammed Sıddîk hazretleri hilâfetle şereflenmiştir. Kendisinden çok faydalar beklenirken, çok genç yaşta Ermeniler tarafından şehîd edildi. Gürpınar’da, dereden abdest alırken, iki Ermeni kendisine ateş etti. Vurulduğu halde, tabancasına davranıp kendisini vuranlardan birini vurup öldürmüş, diğerini yaralamıştır. Çok güzel menkıbeleri vardır.

Efendi hazretlerinden cinler de istifâde eder, ilim ve edeb öğrenirlerdi. Bu hususta, Efendi’nin huzûrunda yıllarca bulunup, Efendi’den icâzetle şereflenen ve kalb ilimleri bakımından da epey mesâfe alan Abdülmecîd Efendi’nin oğlu İsmâil Perihanoğlu’ndan dinlediklerimden birkaç satır yazayım:

—Başkale’de iken Efendi’nin abdest işi bana âiddi. Yine bir gün kendisine abdestte yardım için odasına girdim. Gördüm ki, ibrik yerden kalkar, eline su döker, sonra yere iner. Sonra kalkar yine eline su döker. Ama ibriği tutan, görünmez. Düşünebiliyor musunuz. Odaya girdiniz. Bir yardımcı olmadan bir ibrik kalkıyor, su döküyor, yere iniyor ve tekrar tekrar bunu yapıyor. Ben de hayret ettim ve eshâbından bir cinnin de benim gibi bu vazîfe ile tevzîf edilmiş olduğunu anladım.

Yine Abdülmecîd Efendi anlatır:

—Van vâlisi Tahir Paşa, bir iş için Efendi’yi Van’a çağırdı. Efendi beni de berâberinde götürdü. Başkale’den Hoşâb’a [Güzelsu’ya] kadar Efendi’ye yetişemedim. Atımı ne kadar hızlı sürdümse de yetişemedim. Sanki onun atı kanatlanmış uçuyordu. Hoşâb köprüsünde attan indi. Çünkü dedesinin dedesi Seyyid Abdürrahmân Kutub burada medfun idi ve ona edeben, orada ata binmezler, yaya olarak edeble mezarına yaklaşırlardı. Attan inince ben de arkadan yetiştim ve indim. Efendi bana hitâben: "Molla Abdülmecîd, kendi kendine dersin ki, Efendi benimle hiç konuşmaz, hep atını sürer gider. Kusura bakma!” dedikten sonra cinleri işaret ederek: "O ahmak tâifeden bir gurub geldi. Tasavvufdan çok şeyler sordular, zikirden, râbıtadan ve benzeri meşguliyetlerden konuştuk da, senle konuşmağa vaktim olmadı. Muvâfık ve sâlih olanlarına tarîkat telkîn eyledim" buyurdu. Yine Abdülmecîd Efendi devâm ediyor: Efendi hazretleri ile büyük dedelerinin kabrini ziyaretten sonra, yakınındaki bir kabrin göğsü hizasında uzun zaman ayakta hareketsiz durup zâhiren kabirdekine, bâtınen de bu fakîre teveccüh buyurdu ve: "Molla Abdülmecîd, duyar mısın, şu kabirdeki genç ne söyler?" dedi. Evet efendim, duyuyorum diye arz ettim ve: "Yâ zel-celâli vel-ikrâm söylüyor” dedim. "Evet, doğru duyuyorsun "O kıyamete kadar, bunu söyler durur" buyurdu.

Yeri gelmişken, Efendi’nin şarkla alâkalı menkıbelerinden birini daha arz edeyim; M. Emin Garbî ağabeyimizin Ankara Keçiören’deki evinde idik. Efendi hazretlerinin son hanımları Mâide hanımdan, Efendi’den bir menkıbe anlatmasını rica ettim. Kırmadılar ve şöyle anlattılar: Bitlis’te bir atlı, kışın tipi fırtınasına tutulur. Öyle ki, bir iki metre etrafını göremez de, hayatından ümidini keser ve: "Ya Rabbi, bu vaktin büyüğü olan sevgili kulunu imdâdıma yetiştir" der.

Ve o ara önünde hayâl gibi bir karartı belirir. Yaklaşır, yaklaşır ve: "Yardıma mı ihtiyâcın var. hiç durma, şu istikamette atını sür. Şehre inersin" buyurur ve atı o istikamete çevirir ve uzaklaşır, kaybolur. Adam kurtulur. Aradan uzun yıllar geçer. Bizim Bitlisli İstanbul’a gelir. Bâyezid Câmii’nde ikindiyi kılar. Görür ki orada bir zât doğu şivesi ile va'z verir. Oturur, biraz dinler. Hem dinler, hem de, ben bu simâyı sanki tanıyorum der. Ama nereden, bir türlü çıkaramaz. Bekleyeyim, dersi bitsin de, elini öper, kendisinden sorarım, der. O zât, Efendi’den başkası değildi. Nihâyet va'z biter, Efendi kalkar, bizim Bitlisli de Efendi’ye yaklaşır, elini öper, konuşacak, birşeyler soracak olur da, Efendi ona fırsat vermeyip : "Ne o babam, Bitlis’teki tipi fırtınasını mı hatırladın" buyurunca, adam gözyaşları içinde tekrâr ellerine kapanır. Mâide hanım, bunu anlattıktan sonra: "Sizi, Hilmi Bey’in talebesini ve onların edebini görünce, Efendimi ve onun sohbetini hatırlıyorum da, içim kan ağlıyor. Onun ayrılığı beni yıkıyor" dedi ve o Allah’ın sevgili kuluna bakmakla şereflenmiş gözlerinden, yaşlı, fakat gençlerinkinden taze ve temiz yanaklarına, inci gibi yaş taneleri dökülmeğe başladı ve müsaade isteyip edeble kalkıp, odadan çıktı. Cenâzesine inşaallah ileride temas edeceğiz.

Eğer bu kitâbı Hüseyin Hilmî hocamız için değil de, üstâdı Efendi hazretleri için kaleme alsaydık, çok daha uzun olurdu. Ama bununla beraber, her fırsatta o ilim ve ma'nâ pınarına temasla paragraf aralarını süsleyeceğime söz veriyorum. Çünkü Hilmî Bey hocamızı, Efendi’siz düşünmek ve anlatmak çok zordur ve o bundan hoşlanır. Umarım kendisini ‘Efendi’sinden ayırmadığımız için rûhu şâd olur. Zirâ her vesîle ile kendisi hep Efendi’den bahs ederdi.

Efendi hazretleri İstanbul’a geldikten ve yerleştikten sonra, idârî ve siyâsî değişikliğe kadar irşâd ve tâlim ile meşgul olup, Fâtih, Bakırköy, Bâyezid, Eyyûb Sultan, Beyoğlu Ağacâmii ve benzeri bir çok câmide, Allah’ın kullarına vaz ü nasîhat eyledi. Kalbindeki ilim ve feyizleri verecek tali’liler arar ve:

Bağbân bir gül için bin hâre su verir buyururdu. Evinin de bulunduğu câmi'in yakınında ‘Köşk’ adı verilen küçük binada eshâbına en çok Mektûbât-ı Rabbânî’den okutup izâh ederdi.

Hüseyin Hilmî Işık Efendi’yi Kuleli As. Lisesi’nde talebesi olmakla tanıdım ve Efendi’yi kendisinden duyup sevdikten ve bir parça tanıdıktan sonra, ileride geleceği gibi, Efendi’nin eshâbından çoklarını tanımak ve istifâde etmek nasîb oldu.

Efendi’nin Başkale devrindeki eshâbından sadece isim verip, geçelim: Seyyid Fehîm hazretlerinin azîz evlâdı, kendi birâderleri dahil olmak üzere, bu

mukaddimeyi Efendi’nin kendi kalemi ile bitirelim :

”Van şehrine ve etrafına tarîkat ışığı aydınlatacak halde bulunan nesebi sahîh ve seyyid, âlim ve sâlih Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’dir. Bu sûretle icâzet ve izin vermişim. Senelerce icra-i erkân-ı tarîkat eder ve sohbetinde yüzlerce insan büyükler yoluna girip kalb hallerinde terakkı ederdi. Daha bir çok faide ve fazîletlere muvaffak olacağını beklerken harb-i umûmîde ermeniler tarafından şehîd edildi. Radıyallahü anh. Yalnız Hatme hâcegân okuyup, mürîdleri zikre ve adâbâ teşvik için izin verdiklerim vardır: Van’da Fehîm, Necmeddin, Abdülmecîd ve Ma'sûm, Hakkâri’de birâderim Ziyâeddin, Müküs’te Hüseyin ve Hasan, Gevâr’da Kasım, İrân’ın sünnilerinden Muhammed, Câlend’de Haydar Efendiler. Oralarda tâlib ve râgib bulunur ise, isimlerini yazarlar ahvâlini bildirirler. Ben de âdâb-i tarîkatı mufassalen yazarım.”

İstanbul’da en çok istifâde edenlerden birkaçını yazalım: Mulaj mütehassısı Hâlid Bey, Hâlid Turhan Bey, Ziyâ Bey, Rıfkı Bey, Hâbil Bey, Sâlim Bey, Hüseyin Efendi, Mekkî Efendi ve Cenâb-ı Hak müsaade ederse şimdi her hâli ile —belki sizce uzun bizce kısa sayılacak şekilde— anlatmağa çalışacağımız ilk ve son ışığımız diye ta'rif ettiğimiz azîz ve kıymetli hocamız Hüseyin Hilmî Işık Beyefendidir. Allahü teâlâ hepsine rahmeti ve rızası ile muâmele eylesin ve bizlere onların izi üzere yürümekle son nefeste hüsn-i hâteme ihsân eylesin!

Efendi hakkında birkaç sene önce muhabbetle yazdığım şu şiirle bu faslı bitirelim:

Ey ismine, cismine, yoluna, nesebine Âşık olduğum velî, ihsânını bol eyle O yüksek ahlâkına, ulvî derecesine Hayrân olduğum, beni kendine makbûl eyle Mütâbeat edeyim, hattâ her nefesine Her emrini yapayım, beni sana kul eyle!

Hevâ, hevese değil, yalnız senin sesine Uyayım, bu âcizi, kulluğa kabûl eyle!

Gözlerin görmediği âlemin ötesine Götür beni, dağları, sahraları yol eyle!

Mazhar eyle de beni aşkın bilmecesine İster ateş et beni, ister kızgın kül eyle!

Muazzam kelimeye, hattâ her hecesine Âşina eyle beni, kalbime duhûl eyle!


Silsileyle korunmuş eşsiz gül bahçesine, Girip hayâtı bulan tali'li bülbül eyle! Arasıra kalbinden gönül penceresine, Sızan bu damlaları, artır, aman göl eyle, Bu zavallı miskine, perdenin gerisine Yüksek merhametinle delil-i vusûl eyle! Hakîmâne bir yolla, bu aşk bîçaresine Kendini izhar eyle, imdâdını tûl eyle!

Süleyman


BAŞLARKEN

Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın yüce ismi ile bu kitâbı yazmağa başlıyorum. Hürmetine kâinâtı var ettiği Habîbi ve Resûlü Muhammed aleyhisselâma salât olsun. Âline, Ezvâcına, Eshâbına ve kıyamete kadar ona tâbi olanlara en iyi duâlar ve rahmetler olsun !

Yirmibirinci asrın ortalarına kadar devâm eden harbler, memleketimizi her bakımdan sarmış, yormuş, zaif ve güçsüz bırakmıştı. İki-üç yüz senedir, belki harbsiz, sulh üzere onbeş-yirmi sene geçmemişti. Hele Birinci Dünyâ harbi —ki buna Harb-i Umûmi de denir— ve ardından İstiklâl Savaşı memleketimizin maddî ve manevî bütün değerlerinin ortaya konduğu mecburî harblerdir. Akabinde yeni idâre ve daha toparlanmadan İkinci Dünyâ Savaşı hazırlığı, kıtlık, yokluk ve yoksulluk yılları...

Ya'nî tarlada eli sapan, medresede eli kalem tutacak yaşa gelmiş olanından seksenlik pir-i fânîye kadar herkes vatanı, dîni, namusu, bayrağı için harbde doğdu, harbde öldü, denilebilir. Bu yüzden memleket her bakımdan geri kaldığı gibi, esası ilim üzere olan İslâm dîni de, bir nevi hâmisiz kaldı. Bu ağır şartlar içerisinde yaşayabilmekten başka birinci derecede zihni meşgul edecek bir şey kalmadı.

Ve sene 1938, 2 Eylül Cum'a günü bu satırları yazan Ahmed oğlu Süleyman, Trabzon Sürmene-Baştımar köyünde dünyâya geldim. Hudânâbit büyüdüm. Üç sene sonra babamı kaybettim. Yedi yetim çocuk, ana ve babaanne kaldık. İkinci Dünya Harbi’nin bütün olumsuzluklarını ve o devrin maddî ve manevî bütün zorluklarını yaşadık. Dinimi severdim. İlk ve orta okulları çok zor şartlar içerisinde okudum. Çocuktum, ama çoğu zaman namazımı kılardım. İçimde dînime karşı bir sıcaklık vardı. Ama sıradan bir çocuktum. Âilemin dışında hiç kimseden bir şey edinmemiştim. Köyün câmiinde Kur'ân okumağa bir gün gidebildim.

Ya’nî Anadolu'daki milyonlarca insandan biriydim. Ne mektebden, ne de hocadan dînim hakkında birşeyler aldığımı söyleyemem. Sanki hak ile bâtıl birbirine karışmış, cahiliye devri bir daha zuhur etmişti. Şuurlu olarak Rabbimizden, Peygamberimizden, dînimizden, itikadımızdan, amelimizden, ahlâkımızdan haberimiz yok idi. An’ane (gelenek) ve âdet olarak yapılanların kimini yapmak dışında bir hâlimiz yoktu. Bu manâda bir sis, bir zulmet bütün memleketi kaplamıştı. Sadece müsaade edilenler konuşuyordu. Her bilen ve her

ağzı olan konuşamıyordu.

Velhâsıl böyle bir zamanda ve mekânda yetiştim. İlk ve orta okulu iyi, pekiyi derecelerle bitirdim ve o zamana göre tesâdüfen, aslında Allahü teâlânın takdîr buyurması ile, İstanbul Çengelköy'deki Kuleli As. Lisesi’ne müracaat ettim. Bir takım imtihanlardan sonra kazanıp okula girdim. Kimyâ hocamız, ilk sene yarbay, sonra albay olan ve bu kitâbı yazmaktan esas maksadım, iki dünyâ se’âdetimin anahtarını kendisinde bulduğum Hüseyin Hilmî Işık Beyefendi idi. Allah rahmet eylesin ve temenni ettiği makamlara kavuştursun! Âmin!

Kendi ta'biri ile ‘albay Hüseyin Hilmî’, biraz önce çok kısa anlattığımız, son asrın en büyük âlimi ve velîsi, aklî, naklî ve kalbî ilimler mütehassısı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî’nin (kuddise sirruh) İstanbul’daki en seçkin eshâbından idi. O islâm güneşinin üfulünden, ya’nî batışından sonra, devâm eden son ışığı idi. Allahü teâlâya nihâyetsiz hamdü senâ olsun ki, onu görmeği ve talebesi olmaklığımı nasîb etti. Bu beraberlik, nerede ise elli sene devâm etti. Bana, doğru yolu gösteren, beni küfürden, bid'âtten, sapıklıktan koruyan, Allahü teâlânın dostlarını ve düşmanlarını tanıtan, beni bugünkü harabe dünyâdan çıkarıp, ma'mür islâm diyârına getiren, kısaca bilmediklerimi bildiren, duymadıklarımı duyuran, bulundurmadıklarımı bulunduran hep O'dur. Bunun için bu kitâbın ismini İslâm âlemi ve karanlık dünyâyı hâlâ aydınlatmakta olan Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerine atfen İSLÂM GÜNEŞİ BATARKEN ve Hüseyin Hilmî Işık Beyefendi’den edindiğim dünyâ ve âhıret seâdetine işâretle GÖRDÜĞÜM SON IŞIK koydum. Gerçekten o, üstâdı ‘Seyyid Abdülhakîm güneşi’nin en son ışığı idi ve Allahü teâlâ bu âciz kuluna onun eshâbından olmağı nasib etti. Onunla gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hattâ akılların düşünemediği hallerimiz, muâmelelerimiz oldu. Mısra':

Kalem buraya geldi ve ucu kırıldı.

Sözümüze gelelim: Kuleli As. Lisesi’nde üç sene beraber olduk. Okulda beraber, hafta sonları evlerinde veya başka yerlerde beraber bulunduk. Îmânımda yakîn, islâmımda şuur, ahlâkımda gözle görülür düzelmeler hâsıl oldu. Kendilerini candan sevdim. Anamdan, babamdan, her akrabamdan ileride ve sevgili tuttum. Sevgim arttıkça Onlardan istifâdem artıyor, istifâde ettikçe muhabbetim ziyâdeleşiyordu. Muhabbet arttıkça Onlara yaklaşıyor, kendimi Onların oğlu, veya bir parçası, hattâ zaman zaman nerede ise kendileri buluyordum. Nitekim Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bir beytinde buyurur ki: "Bir kimsenin bir kılıçla ikiye bölündüğünü çok gördüm, ama şu aşk kılıcına bak ki, bir vurdu mu iki kişiyi bir ediyor.”..

Sonra Harb Okulu ve üniversite yılları.. 1960 senesi Temmuz ayının 12'sinde Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Rusça Filoloji Bölümü’nü bitirip, ‘Öğretmen teğmen’ olarak önce Harb Okulu’nda vazîfeye başladım. Sonra Kuleli As. Lisesi Rusça öğretmenliğinde bulundum. Dışarıda da İngilizce dersleri verdim. Kıdemli binbaşılığımda Ankara Ordu Yabancı Diller ve İstihbarât Okulu’nda Rusça öğretmenliğine ta’yîn olup emekliliğime kadar orada çalıştım. Albay rütbesinde iken emekli oldum. Evimde bulunup hocamdan aldığım yol ve minvâl üzereyim. Onların işâret ve teşvîkleri ile arabî ve fârisîyi öğrendim. Bu dillerden bir çok kitâblar terceme ettim. Şimdi bu kitâbı yazarken altmış üç yaşındayım. İyiliklerimin hepsi hocamın sâyesinde Allahü teâlâdandır. Kötülük ve günâhlarım nefsimdendir. Allahü teâlâ bizi içimizde taşıdığımız düşmanın, şeytanın ve kötü arkadaş ve insanların şer ve zararlarından korusun. Kendisinden ve sevdiklerinden başkasıyla bulundurmasın.

Bundan sonra H. Hilmî hocamdan, bazan Onlar diye bahsedeceğim. Yetişmeleri, Abdülhakîm hazretleri ile tanışıp, ondan istifâdeleri, kendisinin islâmın öğretilmesi ve yayılması hakkındaki çalışmaları, va'z ve nasîhatlerinden sık sık bahsedeceğim. Anlatmadaki sıra, hayâtları ile paralel olacaktır. Hattâ benim Onlarla olmam sırası şeklinde görülecektir. Bazılarını unutmamak bakımından bu daha uygundur. Böylece âhırete intikal tarihleri olan 9 Şaban-ı Şerîf (26 Ekim 2001) Cum'a gününe kadar, son görüşmelerimiz dâhil, içim sızlayarak yazmağa çalışacağım ve bu vesîle ile ma'nen Onlarla olup, Onları unutmamağa çalışmayı hayatımın bu son günlerinin en büyük tesellisi edineceğim. Tevfîk Allah’dandır.

Şimdi size hocamın üstâdı Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin bugüne kadar hiç bir yerde neşr edilmemiş olan bir makalesini arz edeceğim. Bu makaleyi okuyunca hocamın bana buyurduğu: "Efendi hazretlerinin İmâm-ı Gazâlî’den (rahmetullahi aleyh) nisbeti var idi" sözünün özünü anlayacak, Efendi hazretlerinin İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî ve Mevlânâ Hâlidler sırasından sayılacağını düşünecek, o büyükleri anlama havsalanızda bir genişleme olacak ve bundan sonra yazacaklarımızın hiçbiri için hayâl mahsûlü demeyeceksiniz ve sakın demeyin! Çünkü bütün maksadım, o batan güneşin son ışıklarını ufkun üzerinde tutmak, kıyâmete kadar onlardan istifâde etmek isteyenlere, yollarını şaşırmamak için elimden gelen yardımı yapmak, bu kurb-ı kıyâmette Ehl-i sünnet itikadını, büyüklere muhabbeti ve Resûlullâh’ın (sallallahü aleyhi vesellem) sünnetine uygun amel etmeği sağlamak, küfürden, bid'atten ve günâhlardan uzak tutup, Hakka yakın kılmaktır. Bunun da ancak bu sâyede mümkün olacağına inanıyorum. Yoksa o son ışıklar da giderse, dünyânın her tarafı zifiri karanlık olur.

BİR MAKALE

Bismillahirrahmânirrahîm

Allahû teâlâya hamd, Resûlüne salâtü selâm ve sizlere duadan sonra derim ki:

Bir zamandayız ki, şerîatın şeâiri [islâm dîninin şiarları, alâmetleri] örtüldü. Tarîkatın ana caddesi boşaldı. İnsanın vücûdunda nefs-i emmâre hâkim ve gâlib olup, şeytanın askerleri her tarafta hükmünü icrâ etmektedir. Hakîkat ilimlerinin alâmet ve işâretleri ters dönmüş, ya da yok olmuş, tarîkat yolları kapanmış ve bitmiştir. Tasavvufun ma'nâsı bozuldu, ismi kaldı. Erkânı [direkleri] kırıldı, resmi kaldı. Hattâ isim ve resim bile tebdîl ve tahvîle [değişikliğe] uğradı. Ehli olmayanlar, tasavvufu dışdan güzel görünen hattâ felsefeden alınmış, kıymetli bir şey sandılar. O ise hakîkatler kaynağıdır. Görenler bildiler, anladılar. Görmeyenler ise, ya taklîd sahrasında kaldılar, yahud da şübhe ve tereddüdde. Belki inkâr çukurlarına yuvarlandılar. İslâm gayreti taşıyanlar, bu azîz ve parlak dînin yücelmesini, ahkâmının yükseklere kaldırılmasını ve bu arada hakîkî dîn kardeşleri, sırdaş olacak dostlar aramak istediler. Bu münâsebetle dînin umûmî fâidelerini beyân ve ayan edecek ve hakîkat gelininin yüzündeki örtüyü kaldıracak büyük zevât aradılar.

Bu garîb ve muhâcirîn, bu meslek ehli içinde ma’rîfeti az, sermayesi yok ise de, me’mûr mazûrdur, sözü mûcibince, Süleyman aleyhisselâmın karıncası gibi, tarîkatın denizi, şerîatın ummanı olan Seyyid ve Senedimin [Seyyid Fehîm hazretlerinin] İsa aleyhisselâmın nefesini andıran güzel kokulu esintisiyle, Mûsa aleyhisselâmın mu'cizelerine benzeyen kerâmetlerinin sâdir olduğu hizmet ve sohbetiyle şereflendim. Uzun zaman himâye kanatları altında büyüdüm. Çok feyzler alıp, terbiye olunduğumdan, her tâlibin hâline muvâfık, Hakka vâsıl olma edeblerini ve her mürîdin şânına uygun temel esasları ayrı ayrı edinmiş öğrenmiş idim. Bu yolun büyüklerinin huzûrunda makbûl ve denenmiş olanların faydası çok ve devâmlı olanlarından bir kısmını, bugün bazı dostlarıma yazıp yâdigâr kalması isteğiyle, herkesin kendi hissesine düşeni alması hevesi beni yendi de, şu satırları yazdım:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"

[Zariyât-56] âyet-i kerîmesinin yüksek ma'nâsı mucibince, cinler ve insanlar marifet-i ilâhî için yaratılmıştır. Ya’nî bunların yaratılmasından murad, marifet-i ilâhî şerefine nâil olmalarıdır. Bunun için, Allah’a tâliblerin hepsinin maksada kavuşmalarındaki yolları ayrı ayrıdır. Sâlih ve mürîdlerden kimi islâmın beş esasına, farz, edeb, şart ve sünnetleri ile yerine getirmeyi vazîfe bilip, Hakka kulluk etmişler ve bununla birlikte çoluk çocuğu, hattâ diğer insanlar için çalışıp halal kazanmakla meşgûl olmuşlardır. Gulam Alî (Abdullah Dehlevî kuddise sirruh) buyurur: Tearruf isimli kitâbda yazar: Cüneyd-i Bağdâdî’ye (radıyallahü anh) göre, şerîate uygun ve kendi kısmında yazılı şartlara uygun çalışıp kazanmak, mukarreblerin amelinden sayılır. Şartların en mütedâvil olanı şudur ki, kesbden [çalışıp kazanmaktan] maksad ve niyyet, çoluk çocuğa rahat nafaka, komşu ve yakın akrabasına ihsân ve iyilik, muhtac ve muzdar durumda olanlara yardım, garîb ve fakîr müslümanların feryadına yetişmek ve hiç kimseden birşey beklememek olursa, bu kesbin [çalışıp kazanmanın] hükmü ve neticesi, zikir, teveccüh ve murâkabenin hüküm ve neticesidir. Zikir ve murâkabe amellere terettüb eden dereceler ve makamlar, bu çeşit çalışıp kazanmada da bulunur. Bu meslek [usul, tarz, yol] peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hemen bütün Eshâbın gittikleri yoldur. Bu yol ahsen [en güzel], eslem [en doğru], ekmel [en olgun], â'lâ [en yüce], evlâ [en iyi], akreb [en yakın], akdem [en ileri], akvem [en sağlam], eshel [en kolay], eyser [en hafîf] bir yoldur. Havas ve avâmın takat getirebilecekleri bir yoldur. Bu yola şimdi Nakşibendî denmiştir. "Eshâb-ı yemîn [sağdakiler] ne mutlu o sağdakilere,! [Vâkı'a-8] âyet-i kerîmesinden murad bunlardır. "İşte onlar, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir" âyeti ile- yine bunlar medh edilmektedir.

Kimi fıkıh, ilim denizine dalıp, hadîs, haber ve eserleri öğrenmeğe çalışıp, büyük âlimlerin sohbetlerine, meclislerine ve derslerine yetişmişlerdir. Nefislerini ezmişler, dünyâdan kendilerine yetecek en az miktarla iktifâ etmişlerdir. Bunların gittikleri yol en açık ve seçik yoldur. "İnanıp da îmânlarına hiç bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet [güven] onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır" [En'am-82] âyet-i kerîmesi ile medhü senâ buyurulmuşlardır. "Mü’minlerin hepsinin birden sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grub dînde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndükte, onları ikaz etmek için geride kalmalıdır" [Tevbe-122] âyet-i kerîmesinden murad bunlardır. Yine bunlar için hadîs-i şerîfde: "Allahü teâlâ bir kuluna hayır [iyilik] murad ederse, onu dînde fakîh yapar" buyurulmuştur. Din İmâmları, müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve bunların izini ta'kib edenler bu

kısımdandır.

Kimi insanlardan uzaklaşmış, inzivâyı seçmiş, hep Hak ile olup, dünyâ ve ehlinden, hattâ herkesten kopmuşlardır. Sevmeleri, sevmemeleri, sadakat ve adâvetleri [düşmanlıkları] hep Allah için olmuştur. Üveys-i Karnî, İbrâhim-i Edhem ve bunlara benzeyenler bu kısımdandır. Bunlar yolun en güzelini ve en iyisini bulmuşlardır. "İşte onlar Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de, sadece Allah’ın tarafında olanlardır" [Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf buyurulmuşlardır. "İşte onlara, sabretmelerine karşılık, Cennet’in en yüksek makamı verilecek; orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır." [Furkan-75] âyet-i kerîmesinden murad bu kısımdaki kullardır.

Kimi âcizliğini, kırıklığını, boyun eğikliğini, istiğfarı, zavallılığı ve fakri, muhtâc olmaklığı gösteren yolu seçmiş ve beğenmiştir. Gece gündüz hayatlarını ah ve inlemek ile geçirip, dağlarda, sahralarda, çöllerde dolaşarak geçirirler. "Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak birşey bulamadıklarından dolayı üzüntüsünden gözleri yaş dökerek dönen kimselere sorumluluk yoktur" [Tevbe-92] âyet-i kerîmesi ile bildirilenler bunlardır.

Kimi de, mücâhede, riyâzet, ibâdet ve tâatte çok ileri gitme yolunu tutmuşlardır. Yaya olarak çok def’a Beytullah’ı ve Ravda-ı Resûlullah’ı tavaf ve ziyâret etmişlerdir. Me’lüfâtı tamamen terk ve nefislerine bütün bütün muhâlefetle onu kahretmişlerdir. İnsanlarca kıymetli addedilen hürmet, makam, mevki' ve rutbeleri külliyen bırakıp, ihlâs ile Hakka vâsıl ve vüsûl ile Allah’a kul olmuşlar, hakîkatlere kavuşmakla kalblerini süslemeğe ehemmiyet vermişler, en şiddetli hallere katlanıp, yeni yeni hallere kavuşmak istemişler, insanlara karışmak ve ünsiyet kurmak ümidini kesip, uzleti tercîh etmişlerdir. Bu yol Allah’a kavuşma yollarının en zahmetlisi ve zorudur. Fazîlet ve izzet sâhibi olmakla tanınmışlardır. Şeyh-i Ekber [Muhyiddin-i Arabî] hazretleri bunlardandır. "İşte onların kalbine, Allah îmân yazmış ve katından bir rûh ile onları desteklemiştir." [Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf buyurulmuşlardır. Hadîs-i kudsîde: "Evliyâm örtülerimin altındadır, onları benden başkası bilmez" buyurulması, onların şânındandır. "İşte Rablerinden bağışlamalar ve yüksek rahmetler hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" [Bakara-157] ve "İşte bunlar Naîm Cennetlerinde Allah’a en yakın olanlardır" âyetlerinden maksad bunlardır.

İşte kısaca izâh ettiğimiz bu yolların herbirinin ehli ve erbabı vardır. Her tarîk [yol] ehlinin bulunduğu yolun şartları, edebleri, rûkünleri, alâmetleri, nişanları ve göstergeleri vardır. Sâlikleri [her yolun yolcuları] bunları bilmek zorundadır. Bu yolların en şereflisi ve üstünü, âriflere sertâc [baştacı] ve âşıklara mi'racdır: Bu yolun geniş olarak bildirilmesi uzun sürer. Kitâblarında yazılmış olanlar, esasın yanında pek az kalır. Bu yol çok şerefli ve incedir. Seçilmeğe ve önceliğe lâyıktır. Allah’a en yakın ve nefsden en uzak yol budur. "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü isteklerinden uzaklaştıran için, şübhesiz Cennet yegâne barınaktır" [Nâzi'at-40] âyet-i kerîmesi bunları anlatmaktadır.

Hak celle ve a’lâya kavuşmak öyle bir izzettir ki, zilleti yoktur. Bunu hâsıl etmek, ebedî seâdettir. İnsan ve cinnin yaradılmasından Hak teâlânın muradı, ma’rîfetten ibâret olan ibâdettir. İbâdetin bir kısmı tâat olup, namaz, oruc ve benzerleri gibilerdir. Bunları herkes yerine getirebilir. Bir kısmı, yasak olanları yapmamaktır. Onu herkes yapamaz; bunu ancak sıddîklar bulur. Sâhib-i risâlet (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allahü teâlânın men' ettiklerinden en küçük birini yapmamak insanların ve cinlerin ibâdetlerinden hayırlıdır" buyurdu. Bu menhiyyâtı tamamen terk, ancak nefsi kahretmekle, ezmekle ele geçer. Nefsi, Allahü teâlânın rızasına uygun olmayan arzularından kesmekle müyesser olur. Onun arzularını kesmek, her harekât ve hareketsizlikte şer'-i şerîfe uymakla mümkündür. Kalb, ihlâs ve sevgiliye [Hak teâlâya] üns hâsıl etmekle ibâdet tamam olur.

Şerîat üç kısımdan ibârettir. Bilmek, işlemek ve her ikisinde ihlâs üzere bulunmak. Şu anda bizim bahis mevzûmuz üçüncüsü olandır. Dünya ve âhıret, şerîatte saklıdır. Kalanların hepsi şerîatin dışındadır, nefsin arzularındandır. Nefs, Cenâb-ı Hakkın düşmanıdır. Allahü teâlânın rızası, nefsin beğenmedikleridir ve bu da şerîatten ibârettir. Şerîatin maklûbu [yani tersinden okunuşu] Arşdır. Zâhirde şer'den yüz çevirmek, Arş’dan yüz çevirmektir. Arş’dan yüz çevirmenin ne demek olduğunu irfân sâhibleri bilir. Şer'in zâhiri fetvâdır, bâtını [içyüzü] takvâdır. İmâm-ı A'zâmın (radıyallahü anh) elbisesine tırnak kadar çamur sıçradığından, o büyük İmâm ânında onu yıkadı. Talebesinden biri, "yâ İmâm, dirhem mikdarınca necasetle namaz câizdir, diye ruhsat veriyorsun, ama sen bu kadarcık bir çamuru yıkıyorsun" diye süâl edince: "O fetvâdır, bu takvâdır" cevâbını verdi.

Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz azîmet ve takvâ bakımından Hazret-i Bilâl’in (radıyallahü anh) ertesi sabaha yarım ekmek saklamasına cevâz vermedi; halbuki ruhsat ve fetvâ cihetinden, bir senelik yiyeceği evde saklamağa cevâz verdi. Demek oluyor ki, tarîkat ehline azîmet ve takvâ ile, diğer insanlara ruhsat ve fetvâ ile muâmelede bulunmak münâsib

görülmüştür.

İbâdetin aslı namazdır. Zirâ dînin direğidir ve Hak teâla ile münâcât etmektir. Namazın sahîh olması ise tahârete bağlıdır. Fıkıh âlimleri tahâreti; necâsetten tahâret ve hadesten tahâret diye iki kısımda bildirirler. Her mü’min bunları bilir. Ama bu, zâhir ehline mahsûsdur. Tarîkat erbabından müttakî olanlara, bu zâhir [dış] temizlik ile beraber, tevhîd suyu ile kalbini yıkayıp, şirk ve nifak necâsetinden, sırrını [özünü] gaflet zulmetinden temizlemek de vardır. Tevhîd, sâlikin nazarında bütün varlıkları, hiç yokmuş gibi bulmakla, Haktan bir tecellinin zâhir olmasından ibârettir. Tarîkat abdesti, şerîat abdesti ile beraber, yüzünü Allah’dan başkasına döndürmemekten, ellerini mahlukata âid bağlardan ve öbür dünyâyı dahi düşünmekten temizlemekten ibârettir. Başını mesh ile, beyninden benliği silmek; öyle ki, başında Allah’dan başkası ile olmak kalmayıp, kibirsiz, ayaklarını Allah yolundan başka her yola basmaktan sakınmaktan ibârettir. Şeyh Şiblî buyurmuştur: Abdest bütün dünyâ bağlarından kesilmek, namaz sadece Alllahü teâlâ ile bağlı olmaktır. Allah’dan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan, Hak celle ve a’lânın muhabbetine kavuşamaz. Zirâ Cenâb-ı Hak, şerîk [ortak] istemez. O halde ayrılma olmayınca, kavuşma olmaz, bu mâ'nâda söylenmiştir. "Ona ancak temizlenenler dokunabilir" [Vakı’a-79] âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir. "Hemen papuçlarını çıkar" [Tâhâ-12] buna açık bir delildir. "Abdest üzerine abdest nûr üstüne nûrdur" hadîs-i şerîfi de bunu göstermektedir. Ya’nî tarîkat abdesti, şerîat abdesti üzere olursa, nûr üstüne nûr olur. Zâhir ehline [fıkha] göre abdestli bir insan [o abdestle bir ibâdet yapmışsa] bir daha abdest alırsa, nûr üstüne nûr olur, zâten meşhurdur. Namaza âid bütün söz ve fiilleri geniş anlatmıyorum. Anlayış ve kabiliyetiniz zâten buna müsâiddir.

Namaz, bedenî ve kalbî ibâdettir. Namazda kalb ve kalıb, her ikisi faaliyette bulunmak lâzımdır. Kalbden murad, Rabbânî nûr kuvveti olup, yürek denilen et parçasına yerleştirilmiştir. Bu yürek mahlûktur. Kalb, gayb âlemindendir [bilinmez], rûhânîdir, ulvîdir ve ulvî [yüksek] hakîkatlerin merkezidir. Kalıb, görünen, bilinen âlemden olup, cismânîdir, süflîdir, yoğundur, zulmânîdir ve suflî şeylerin merkezidir. Kalıbın, ya’nî bedenin gıdası, kendisi gibi maddî, süflî ve cismânîdir. Kalbin gıdası ise, kendine uygun havsalasına lâyıktır. Nefs, kalıbın zulmânî kısmındandır. Kalıbın gıdası birkaç gün verilmez ise, ölür, helâk olur. Ölümü muvakkat, helâki şekildedir. Kalbin gıdası verilmezse, o da helâk olur ve sonsuz olarak ölür. Kalbin gıdası, ilmullahdan, ma’rîfetten ibârettir. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve selef-i sâlihînin eserlerinde zikr olunan ilimden murad, bu ilimdir. Diğer ilimlerin hepsi, bu ilmin başlangıcı ve hazırlayıcıları mesâbesindedir. Kalb ve kalıb bir arada bulunduğundan sanki birleşmişler, bir olmuşlardır. Halbuki birinin gıdası ağır basınca, diğerinin gıdası azalmaktadır.

Bunun için çok yemek yiyen bir insan, fazla tâat, ibâdet, zikr ve fikirde bulunamaz. Aksine kalb ve rûh gıdası çok olan kimsenin de yemeğe iştâhı azalır. Sâliklerin az yemeleri ve az içmeleri bundandır.

Kalıbın kısımlarından olan nefsin ayrıca bir gıdası daha vardır. O da Allahü teâlânın razı olduklarının hilafına yürümektir. Allahü teâlânın râzı oldukları, ahlâk-ı Kur'âniyedir. Ya’nî şer'i şerîften ibârettir. Nefsin beğendiği, istediği şeyleri yapmamakla, ya’nî şerîate uymakla insan Hakka kavuşur. Evliyâdan birisi Rabbül-izzeti rüyâda gördü ve "Yâ Rabbi, sana hangi yolla ulaşırım?" diye sordu da Hak teâlâ kendisine "Nefsini bırak da gel" buyurdu. Ya’nî rızama muhâlif olan nefsin arzularını bırak, bana kavuşursun"

İşte turuk-ı aliyyenin [çeşitli tarîkatlerin] yaptıkları bütün zikir, fikir, ibâdet, tâat ve benzeri güzel işler, bu gayeye varmağı kolaylaştırmak içindir. [Ânın kıymetini bilmelidir]. Zirâ ölüm baş ucundadır ve maksada kavuşmadan ölüm gelirse, işin çok zor olacağı ma'lûmdur. Beyt:

Korkarım o yâr bize nâ âşina kalır Ve kıyâmete kadar, bu gam da bizde kalır.

Bu bir makaleyi andıran mektûblarından Efendi hazretlerinin zâhirî ve bâtınî ilmi ve hâli herhalde bir parça anlaşılmış oldu. İnşaallah imkân ve fırsat bulurum da, bütün yazılarını bugünkü dile aktarırım. Tevfîk Allah’dandır. Şimdilik bu bahsi fakülte son sınıfta iken, İmâm-ı Rabbânî ve Efendi hazretlerine (kaddesallahü teâlâ esrarehümâ) olan muhabbetimden bir damlasını kaleme almağa çalıştığım bir şiirimle bitereyim. Hayır, bitmeyecek, her vesîle ile bu kitâbın sonuna kadar ve inşaallah kıyamete kadar anılacak ve bu yazılar ve sözler onların son ışıkları olarak dünyâyı aydınlatacaktır.

Aşkın bağında açan güllere bülbül olan,

İslâmın hasret ile beklediği kahraman.

Ma'şukunun aşkından yanıp yanıp kül olan,

Ağlasa yeri vardır seni görmiyen zaman.

İlmiyle irfâniyle sâhib olan SILA’ya

İki temel unsuru vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu zikr deryâsından en büyük payı alan Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der,

Kimi uzaktan görür, mest olur başı döner Kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer,

Bir sensin bu deryâdan içip içip de kanan.

Kur'ândan hadîslerden sonra gelir eserin,

Rûhlara şifâ olan o mubârek sözlerin,

Başkumandanısın sen velîlerin, erlerin,

Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan.

Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan Ve cihânda bir tekdir senin izinde kalan Seyyid Abdülhakîm o, senin aşkınla yanan Hürmetine nasîb et, bize şefâatından.

Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,

Esrârengiz kuvvetle bizi kendine çeken Ondördüncü yüzyılın zulmetini gideren Arvâs'ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan.

Biz onun talebesi, o sizin talibiniz Muhakkak akis yapar, o nûrlu kalbleriniz Belli, birbirinize aşıksınız ikiniz,

Ve size âşık oldu Hilmî ile Süleyman.

Aynı şekilde kıymetli hocama yazıp gönderdiğim ve kendi eserlerinin sahîfeleri arasında münâsib gördüğü şu şiirimi de Efendi hazretlerine izafe ederek yazmışlardır.

Ey gözlerimin nûru, ey candan yakın canan Abdülhakîm Arvâsî hasta rûhlara derman

Biz nerede, siz nerde perdeler feth olmuyor Sizden uzak kaldıkça kalbler rahat bulmuyor Sohbetten, muhabbetten dâim konuşurdunuz Talebe hocasıyla ölçülür diyordunuz

Adım adım hakîkat yolunu geçmişsiniz Rûhları sarhoş eden, şerabdan içmişsiniz


Dünya yok gözünüzde kalb sâhibiyle meşgul,

Sensin cihanda şimdi, Rabbin en sevdiği kul Tevazu' büyüklüğün alâmeti derdiniz,

Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.

Cihân zulmette iken Fehîm nûr saçıyordu.

O hazine esrarı , hep size nasîb oldu.

Yâ Rabbi, Seyyid Fehîm ne büyük mürşid imiş, Ölü kalbi dirilten bir Hakîm yetiştirmiş Resûlullahdan gelen nûru nakş etmiş size En büyük arzumuzdur kavuşmak lutfünüze

Nûra kavuşulamaz, bir rehber olmadıkça Kalbleri ihlâs ile ona bağlamadıkça Eserin hocamızdır, gördük, tanıdık sizi Efendim yalvarırız, zay eylemeyin bizi

Ve kıyamete kadar sizi seven olacak,

Hepsi sizinle olup, umarım kurtulacak.

Seven sevdiğiyledir buyuruyor peygamber Seâdetimiz için yeter bize bu haber

Ben hocamın elini tuttum, artık bırakmam O da senin eline ve böylece bittemam. Resûlullaha kadar eller hep bağlı gider,

Ve inşaallah bu yolun sonu Cennette biter.

Ve ebedî seâdet sizin ile elverir,

Süleyman kalemi kır, sıra tecellîdedir.


GÖRDÜĞÜM SON IŞIK HÜSEYİN HİLMÎ IŞIK

Rahmetullahi aleyh

Önce hocamızın kendi dilinden ve kaleminden dinleyelim. Sonra yedi fasıl ve bir ilâve-hâtime ile çeşitli veçhe ve halleri ile kendilerini anlatmağa daha doğrusu, unutturmamağa çalışalım. Ve billahit-tevfîku vel-ismet.

BİRİNCİ FASIL HAL TERCEMESİ

HÜSEYİN HİLMÎ IŞIK (rahmetullahi aleyh) Hicrî 1329 (m.1911) yılı Mart ayının sekizinci günü, güzel bir bahar sabahı, İstanbul’da Eyyûb Sultan’da, Servi mahallesi, Vezirtekke sokağı, Şifâ yokuşunda, (1) numaralı evde dünyâya geldi. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrâhim Pehlivan, Plevnenin Lofça kasabası, Tepova köyünden ve yine annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa, Lofça kasabasından idiler. Saîd Efendi doksanüç (m. 1877) Rus harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş, Vezirtekkesi’nde yerleşmiş ve evlenmişti. Harb ve muhâcirlik sıkıntıları sebebi ile hiç mektebe gidememişti. Belediyede kantar memuru olup, kırk seneden ziyâde bu işi ile iştigal etmişti. Ama dînine olan bağlılığından bir çok câ’milerde, bir çok va'z ve ilim dinlemiş olup, sözü dinlenir bir muhterem kişi olmuştu. Vazîfesi icabı, matematiğin dört işlemini, zihin ile yapmakta o kadar mâhir idi ki, tahsîli olmadığına kolay kolay kimse inanmazdı.

Âilesi ‘Alî oğulları’ olarak bilinir. Efendi hazretleri, soyadı kanununda "Ben, soyadı almadım. Alsaydım, Işık alırdım” deyince Hilmi Bey Hocamız soyadı olarak ‘Işık’ soyadını almıştır. Onbeş-yirmi âile olarak Lofça’dan gelmişlerdir. Bir rivâyette Anadolu’dan Rumeline gitmişlerdi. Saîd efendinin Halîl ve Mustafa isminde kardeşleri vardı. Hep beraber Eyyûb Sultan’da yerleştiler. Onların çocukları da şimdi hayattadır. Saîd efendi 1929’da vefât etmiştir. Eyyûb Sultan civarında medfundur. Annesi 1303 (m.1887) de tevellüd, 1953 senesinde Ankara’da vefât etmiştir. Kabri, Efendi hazretlerinin kabrine yakındır. Hüseyin Hilmî Efendi’nin iki ağabeyisi İbrahîm ve Mustafa astsubay idiler. İkisi de genç yaşta vefât etti. İbrahîm 1927'de vefât etti. Kasımpaşa’da medfundur. Ablaları Zehrâ hanım 1991, ve Nâzime hanım 1993’de vefât ettiler. Küçük kızkardeşleri Fâika hanım hâlen [2002] hayattadır. Erkek kardeşi Sedâd efendi 1926 doğumludur. 1936’da annesi ve kardeşleri ile beraber Ankara’ya gittiler. Mamak’ta oturdular. 1957’de Maltepe’ye geçtiler. 1974’de İstanbul’a geldiler. Sedâd ağabey, kimyâ yüksek mühendisi idi. Sarf ve nahivi ağabeyisi Hüseyin Hilmî hocamızdan okudu. Emâli kasidesini ezberledi. Efendi hazretlerini çok görmüştür. Altınkum’da tekkede ve daha çok yerde beraber olmuş, Efendi hazretlerinin teveccüh, takdîr ve muhabbetine mazhar olmuştur. Bu yazıları Sedâd ağabeyden süâl edip, yazmıştım. Sedâd ağabey, 1997 senesinde vefât etmiş, Eyyûb’de âile kabristanındadır. Hüseyin Hilmî hocamızın oğlu Ahmed Abdülhakîm Bey, kendilerinden önce vefât etti; bir sene geçmeden kendisi de vefât edip, bu kabristana defn olundular. Allahü teâlâ hepsine rahmet eylesin.

Sözümüze gelelim ve kendi kaleminden dinleyelim:

"Beş yaşında iken, Eyyûb Sultan Câmii ile Bostan İskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultan ilk mektebine girdim. Burada iki senede Kur'ân-ı kerîmi hatm eyledim. Yedi yaşında, Sultan Reşâd Hân’ın türbesine bitişik Reşâdiye numûne mektebi'nde ilk tahsîlimi yaparken, babam ta'til aylarında Hakîm Kutbuddin, Kalenderhâne ve Ebûssuud dîn mekteblerine de gönderir, bu oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret gösterirdi. 1924 senesinde ilk mektebi birincilikle bitirdim. İlk mektebde her dersten aldığım altın yaldızlı mükâfâtlar, büyük bir albümü doldurmaktadır. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihanlarını pek iyi derece ile kazanıp, aynı sene orta kısmı ikinci sınıfa birincilikle geçtim. Her sene takdîr alarak, 1929’da Askerî Lise’yi birincilikle bitirip, Askerî Tıbbıyye mektebine seçildim.

Lisede iken geometri hocamız her dersi verince, bana tekrâr ettirirdi. Arkadaşlar, sen anlatınca daha iyi anlıyoruz, derlerdi. Lise ikinci sınıfta (Bir dik açının düşeyinin de dik olması için bir kenarının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfidir) teorisini isbât ederken, durakladım. Hocam yüzbaşı Fuâd Bey hatırlatmak isteyince, : "Efendim, burasına aklım ermiyor, dediğinizi anlıyorum. Fakat iki isbat bir biri yerine oluyor" demiştim. Fuâd bey, sınıfın ikincisine sordu.

O da râkibinin bu hâline sevinerek: "Hayır efendim! Hilmî Efendi yanılıyor; kitâb da sizin anlattığınız gibi yazıyor" dedi. Ben yine, bunu anlayamadığımda ısrar edince, Fuâd bey, beni yerime oturtup: "Hilmî efendi, insanlık hâli, belki bugün çok çalışıp kafan yorulmuştur. Belki başka üzüntün vardır. Başka zaman daha iyi anlarsın. Üzülme!" dedi. Geceleyin bütün talebe uykuda iken, nöbetçi gelip beni uyandırdı ve "Kalk, geometri hocası, öğretmenler odasında seni bekliyor" dedi. Hemen kalkıp giyindim. Gece vakti şaşkın halde öğretmenler odasına girdim. Fuâd bey: "Yavrum Hilmî Efendi! Eve gidince düşündüm. Hilmî Efendi verilen her yeni dersi, bülbül gibi tekrar eder, en çetin matematik problemlerini çözer, onun bugün iki ayrı geometri davasının birbirine ters düştüğünü söylemesi boşuna olmasa gerek, dedim. Çok düşündüm, çok inceledim. Anladım ki, sen haklı imişsin. Fransız profesörü Hadamar yanlış yazmış; İzmir Lisesi geometri muallimi Ahmed Nazmî bey de, bunu terceme ederken farkına varamamış. Bense, senelerce bunu yanlış anlatmışım. Evlâdım, sen haklısın. Seni tebrik ederim. Senin gibi talebem olduğu için iftihâr ediyorum. Senin râhat uyuman ve sevinmen için, sabahı bekliyemedim, geldim" dedi ve iğilip alnımdan öptü ve gitti.

Askerî Lisenin her sınıfında namazlarımı kıldım, oruçlarımı tuttum. Son sınıfta iken namaz kılanlardan benden başka hepsi namazı bıraktı. İslâm düşmanlarına aldanmış, belki de satılmış bir kaç kimse, fen bilgisi diyerek, yalan ve iftirâlarla dînsizliği, ecdâd düşmanlığını aşılamağa cür'et ediyordu. Jeoloji, Fizik, Felsefe ve Târih öğretmenleri bu hususta pek ileri gidiyorlardı. Bu yüzden sınıf arkadaşları arasında namaz kılan kalmamıştı. Ben bu öğretmenlere aldanmadım. Onların derslerine daha çok çalıştım ve hepsinden tam numara ve takdîr aldım.

Lise son sınıfta iken babam Saîd Efendi vefât etti. Askerî Lise talebeleri ve subayları cenâzesine iştirak etti.

Bâyezid meydanında Zeyneb hanımın çok zînetli konağındaki Fen Fakültesi’nde okurken, içten içten hep üzülür, hep düşünürdüm. Bâyezid Câ’miinde Cum'a namazı kılarken sadece bir saf cemâ’at kalmıştı. Onlar da yaşlılardan idi. Bu gidişle birkaç sene sonra herhalde müslüman kalmaz, diye düşünüp, bu hâle üzülüyor, hem de sebebini araştırıyor, ama gerçek bir doğru sebeb bulup tatmîn olamıyordum; bu bakımdan nerede ise bir ye'se ve ümidsizliğe kapılıyordum. Mektebde de derdleşecek, sıkıntı ve üzüntülerimi giderecek samîmi bir dostum yoktu.

Bu günlerde idi. Bir gün dersten çıkıp, öğle namazı için Bâyezid Câ’miine gittim. Namazdan sonra, kitâbcılar tarafında birinin va'z verdiğini görünce, oturup dinlemek istedim. Bir hoca elindeki ince ve ufak kitâba bakarak, îmânın altı şartını anlatıyordu. Bildiğim şeylerdi. Fakat kalkıp başka yere otursam, dersi beğenmedi ve gitti sanarak üzülür, düşüncesi ile yerimden kalkmadım. Zâten dinleyen de, üç-beş ihtiyardı. Hoca dersi çabuk bitirdi. Önündeki bir formalık kitâbcıkları göstererek, "Bunlar herkese lâzımdır. Satıyorum, alınız" dedi. Hocanın çok fakîr olduğu, hâlinden anlaşılıyordu. Kitâblardan alan olmadı. Hocaya acıdım. Bir dâne alıp, bir gence hediye ederim düşüncesi ile "Kaç kuruş?" dedim. Yirmibeş kuruş, deyince almadım. Hem yirmibeş kuruşum yoktu, hem de kitâbın değeri ancak iki kuruş idi. O zaman para kıymetli idi. İmâmın maaşı onyedi lira, teğmenin aylığı altmışbir lira idi. Hocanın bu davranışını beğenmedim ve kalkıp karşı tarafa doğru yürüdüm. Bâyezid meydanı tarafındaki parmaklık içi ve dışı çok kalabalıktı. İhtiyâr ve temiz simâlı bir zât oturmuş, önünde bir kitâbdan tatlı tatlı va'z ediyordu. Dinleyenler gayet sessiz ve dikkatle, kendilerini anlatılan mevzûya vermişlerdi. Güçlükle gidip, o ihtiyârın arkasına yakın bir yere oturup dinledim: (Evliya mezârları, nasıl ziyâret edilir) mevzû’unu işliyordu. Hiç bilmediğim, çok merak ettiğim şeylerdi. Fakat câ’mide ikindi namazı kılınmağa kalkıldı. Hoca da kitâbı kapayıp: "Bu kitâb, Allah rızası için bu küçük efendiye hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Ben de biraz durakladıktan sonra kitâbı aldım. Kalkıp namaza durdu. Bu muhterem hocayı dinlerken, hep karşıdaki hocayı düşünüyor, Allah adamı dîn kitâbını bedava verir, düşüncesini zihnimden tekrarlıyordum. Bu temiz hoca beni görmeden arkasında küçük efendi bulunduğunu nereden anlamıştı! Kitâbı alınca, câ’miin boş yerine gidip namazımı kıldım. Kitâbın kapağında (Râbıta-i Şerîfe) ve altında Abdülhakîm yazılı idi. Yanımdakine sordum. Kitâbı verenin Seyyid Abdülhakîm hazretleri olduğunu, Cum'a günleri Eyyûb Sultân Câ’miinde va'z verdiğini öğrendim. Efendim ile ilk karşılaşmamız böyle oldu. Sonra Bâyezid Kulesi’ne yakın (Bekir Ağa Bölüğü) denilen binadaki yerime gittim ve Cum'a gününü bekledim.

O   zaman Cum'a günü ta'til idi. Büyük câ’mide hocayı aradım. Göremedim. Sordum. O başka câ’mide imâmdır, orada kılıp, buraya gelir, dışarda bekler, dediler. Dayanamadım, dışarı çıktım. Onu bir kitâbcı sergisinin yanında duruyor gördüm. Arkasından yaklaştım. Sevgi ve muhabbetle hep ona baktım. Kitâbcı; "Hoca efendi, ayakta dikilme, şu iskemleye otur!" dedi. İskemlenin üstü karla örtülmüştü. Oraya oturacak iken, bir adım ileri atılıp: "Durun, oturmayın efendim" dedim ve mendilim ile karları temizledim. Kaputumu çıkarıp, katladım ve sandalyenin üstüne koyup: "Buyurun oturun" dedim. Efendi hazretleri dönüp bana baktı. Mübârek nûr yüzü heybetli, kaşları ve gözleri kara, sakalı deyirmi olup, pek güzel, çok sevimli idi. "Kaputu al" buyurup tahtaya oturdu. Bu sözüne üzüldüm ise de, :"Kaputu sırtıma ört" buyurunca, gönlüm ferahladı. Cemâ’at câ’miden çıkmağa başlayınca, kalktı ve câ’miin Hâlic tarafında değil, dış şadırvân tarafındaki küçük kısmına girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup, rahle üstündeki kitâbından anlatmağa başladı. Ben de karşısına oturup, dikkatle dinliyordum. Hiç işitmediğim, çok merak ettiğim dîn ve dünyâ bilgilerini dinlemekle zevk alıyordum. Hâlim, define bulmuş fakîr, yahud ciğeri yanık kimsenin soğuk suya kavuşmasını andırıyordu. Bu sözler tesiriyle rûhum hayât buluyor ve daha büyük bir istek, bir arzu ve ma’nevî bir teslimiyetle Efendime bakıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyr ediyor, ağzından çıkan ve her biri pırlanta gibi kıymetli olan ilim ve hikmet dolu sözlerin tesiri ile kendimden geçiyor, dünyâ işlerini, mektebimi, herşeyi unutuyordum. Kalbimde tatlı tatlı birşeyler dolaşıyor, sanki tatlı ve temiz bir şeyle yıkanarak temizleniyordum.

Daha ilk sohbeti, ilk sözleri beni mest etmiş, (Fenâ) denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen ni'met, sanki bir oturuşta hâsıl olmuştu. Ne yazık ki, bir sâat geçmiş ders bitmişti. Bu bir sâat bana bir an gibi olmuş, tatlı rüyadan uyanır gibi, elimdeki not defterini cebime koyarak dışarı çıkmak için kapıda sıraya girmiştim.

Ayakkabılarımın bağlarını bağlarken, birisi eğilip, kulağıma: "Küçük efendi, seni çok sevdim. Bizim ev mezarlık arasındadır; bize gel, seninle konuşuruz" dedi. Bu çok tatlı, tesirli sözü söyleyen, Seyyid Abdülhakîm Efendi’den başkası değildi. O gece rüyada, bulutsuz, mâvi, parlak bir semâ ve etrafı câ’mi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş bir yer ve orada birinin yürümekte olduğunu gördüm. Başımı kaldırıp, dikkatle bakınca bir de ne göreyim. Seyyid Abdülhakîm Efendi bütün haşmet ve çekiciliği ile o ulvî makamdadır. Zevkle uyandım. Birkaç gün sonra yine rüyâda gördüm ki, Hazret-i Hâlid’in (radıyallahü anh) türbesinde, sandukanın baş ucuna biri oturmuş, yüzü ay gibi parlıyor ve o parlaklık dalgalanıyor. İnsanlar elini öpmek için sıraya girmişler. Ben de bu seâdete kavuşmak için aralarında idim. Sıram geldiğinde elini öptüm ve heyecandan uyandım.

Bundan sonra her Cum'a günü Efendi’nin evine geldim. O zaman Fâtih'de oturuyordum. Bazan sabah namazından önce gelip, yatsıdan sonra zorla ayrılır, her şeyi unuturdum. Ayrıldıktan sonra sanki dünyâyı yeniden görmüş gibi olurdum. Artık o kadar Efendi ile beraberdik ki, yemekte, namazda, istirahatta, bir yere gitmekte hiç Ondan ayrılmıyordum. Hareket ve sekenâtına dikkat ediyor, hep onu dinliyor, bir dakikamın bile boş geçmemesi için çırpınıyordum. Tatil günlerinde, boş olduğum zamanlarda hep O’nun yanına geliyor, câ’milerdeki va'zlarını hiç kaçırmıyordum.

Nihâyet bu muhabbet ve beraberlik, hocalığa ve talebeliğe dönüştü. Önce Türkçe [Osmanlıca] kitâbları okutmakla başladı. Birkaç ay sonra arabîden sarf ve nahiv [gramer= morfoloji ve sintaks] okuttu. Emsîle, simaî, masdarlar, Avâmil, Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin fârisî Divânını, İsagucî denilen mantıkta metin kitâbını ezberletti. Bir beyt, mısra veya arabî, fârisî bir cümle yazılıp açıklanmayan bir gün olmazdı. Yazdıklarının hepsini ezberlerdim.

Seyyid Abdülhakîm efendinin bu fakîre verdiği ilk vazîfe, İmâm Begavî’nin Kazâ-Kader hakkındaki birkaç satırının arabcadan Türkçe’ye tercemesi oldu. Tercemeyi gece evimde yapıp, bir kağıda yazdım ve ertesi gün kendilerine takdîm ettim. Efendi hazretleri: "Çok güzel, doğru terceme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdular.

[Teberrüken kendi ifadelerinin arasına bunu da koyalım:"Kazâ, kader bilgisi Allahü teâlânın, kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi en yakın meleklere ve şerîat sâhibi Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu sır ve ilim büyük bir deryâdır. Bu denize kimsenin dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ insanları yaratıyor. Bir kısım şakîdir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısım ise saîddir, Cennete gidecektir. Bir kimse Hazret-i Alî’den (radıyallahü anh) kaderi sordukta, "Karanlık bir yoldur; bu yolda yürüme!" buyurdu. Tekrar sordu: "Derin bir denizdir" buyurdu. Tekrar sordu. Bu def’a: "Kader Allahü teâlânın sırrıdır; bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu]

Tıbbıyenin ikinci sınıfına birincilikle geçtim. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. Hafta sonu Efendi hazretlerine geldim. Bahçede başbaşa otururken:"Sen mektebde ne okuyorsun?" buyurdu. Tıbbıye’de okuduklarımı arz ettim. "Sen doktor olma. Eczacı’ya nakl et; çok iyi olur" buyurdu. Sınıfın birincisiydim, eczacıya geçmek için izin vermezler dedim. "Sen istid'a [dilekçe] ver, Allahü teâlâ inşaallah nasîb eder" buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra eczacılık fakültesinin ikinci sınıfına intikal ettim. Sene ortası olmuş, dersler ilerlemişti. Bu arada, birinci sınıftan da bir kaç dersten imtihan olacağımı bildirdiler. Bir kaç ay içinde çalışarak üçüncü sınıfa birincilikle geçtim. Eczacı mektebini ve sonra Gülhâne Hastahânesi’nde bir senelik sitajı da birincilikle bitirip, ‘üsteğmen’ rütbesiyle askeri tıbbiye mektebine müzâkereci ta'yin edildim.

[Nükte: Hüseyin Hilmî efendi yıldızı takıp, Efendi hazretlerinin yanına geldiğinde, Efendi’nin yardımcısı Şâkir efendi: "Efendi hazretleri, bakın Hilmî yıldızı taktı" dedi. Efendi duymazlıktan geldi. Bir daha söyledi, yine cevâb vermedi. Biraz daha yüksek sesle, bir daha söyleyince, Efendi hazretleri: "Hilmî onsekiz yaşında yıldızı taktı, o yaştan beri omuzunda yıldız parlıyor" ma’nidâr ifâdesini dile getirdi.]

Eczacılıkta okurken, Efendi’nin emri ile, Pariste çıkan (Le Matin) gazetesine abone olup, fransızcamı ilerlettim. Müzâkereci iken, yine Efendi’nin emri üzere, kimyâ yüksek mühendisliğini okumağa başladım. Yüksek matematikçi Von Mises’den, mekanik profesörü Prager’den, fizikçi Dember’den, teknik kimyâyı Goss’dan okudum. Kimyâ profesörü Arnd’ın yanında çalıştım. Takdîrlerini kazandım. Arndın yanında altı ay travay yapıp (Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri) cisminin sentezini yapıp, formülünü tesbit ettim. Dünyada ilk olan bu başarılı travayım Fen Fakültesi Mecmuası’nda ve Almanya’da çıkan (Zentral Blatt) kimyâ kitâbının (m.1 937) târih ve (2 519) sayısında (H. Hilmî Işık) başlığı altında yazılıdır. 1936 senesi sonunda 1/1 Sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldım. O sene Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan almanca öğrendim. Harb gazları mütehassısı oldum. Başarılı hizmetler gördüm. Meselâ İkinci Cihân Harbi’nde, İngilizler Polonya’ya yüzbin halk maskesi sattı. Maskeler Çanakkale Boğazı’ndan geçerken Almanlar Polonya’yı istilâ etti. İngilizler maskeleri Türkiye’ye satmak istedi. O zaman yüzbaşı rütbesinde idim. Bunları muâyene ettim. Süzgeçlerin zehirli sisleri kaçırdığını anlayarak, (kullanılamaz, işe yaramaz) raporunu verdim. Milli Savunma Bakanlığı ve İngiliz sefîri inanmadılar. Telâşa düştüler. İngilizlerin yaptığı şey, nasıl bozuk olurmuş denildi. İsbat ettim. Parçalanıp, yamalık olarak kullanılabilir raporunu verdim. İngilizler böylece parayı alabildiler.

Ankara’dan her fırsatta İstanbul’a gelir, Efendi hazretleri ile görüşürdüm. Bu ziyâretler güçleşince, mektûb yazarak avunurdum. Abdülhakîm Efendi, mubârek el yazısı ile verdiği cevâbların birinde şöyle buyurur:

Azîz Hilmî,

Mektûbunuzun delâlet ettiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Bilhassa Sedâd’a Avâmil dersi vermeniz pek hoşuma gitti. Demek ki, şehirlerden uzak kalmanızın takdîri boş değildir. Her ikiniz de müstefîd olursunuz. Evâil-i islâmiyette mukaddes [mübârek, kıymetli] kelimeler paralara nakş olunmuş değildir. Zirâ alış veriş vâsıtası olduğundan muhterem değildir, hakîrdir. Üzerlerine resim câizdir. Bu nakışlar [âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, kıymetli isim ve kelimeler] paralarda, Ehl-i Sünnet olmayan bir takım hükümdârların zamanlarında olmuştur. Fâtımîler gibi, Resulîler gibi, Mu'tezile ve sair şerîate tâbi' olmayıp islâm namı altında olanlardır. Evâil-i islâmiyyet, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe'-i Tâbiîn idiler. Fırak-ı dallenin hudüsü [dalâlet fırkalarının ortaya çıkışı] zamanlarında, avamı kendi mezheblerine meyl ettirmek için kullanılan hilelerden birisidir. Fukaha-i izam muhterem saydığı kelimeleri, değil paralara, mezar taşlarına yazmağı bile tecvîz eylememiştir. İşte bu mezar taşları dahi öyledir. Mendilde resim câiz olduğu gibi, paralarda da câizdir. Zirâ mühândırlar. Hakîrdirler. Muhterem değillerdir. Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve dualar ederim. Ara sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassalan [geniş olarak] yazınız. 19 Eski Mart

Bir başka mektûbları:

Pek çok sevilen Hilmî ve Sedâd. Sevimli mektûbunuzu aldım. Şâkir okudu. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmilin tercemesini güzel yapmış, demek anlamış. Hilmî istifâde eder. Sedâd istifade eder. Avâmilin bir şerhi, bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibariyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çok olduğundan kıymetten düşerler. Bu mühendisler hadd-ı zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve dualar ideriz.

Bir başka mektûb:

Hilmî, Bu mektûbunuzdan çok memnun ve mesrûr oldum. Dâima bu itikadın kuvvetlenmesini arzu ider, dualar iderim.

Hablar, ya’nî müshil habları bana çok yarıyor. Kolay ise bir mikdar daha yapınız ve gönderiniz!

Başka bir mektûb:

Aleyküm selâm. Esnâ-i tilâvet-i Kur'anda [Kur'an okurken] selâm sünnet değildir. Fakat selâm iden [veren] olur ise, reddi [cevâb vermek] vâcib olur. Tilâvet esnâsında [okurken] tilâveti keser, selâmı red eder [cevâb verir]. Bir daha başlar. Zirâ tilâvet sünnettir. Redd-i selâm [selâma cevâb vermek] vâcibdir. Vâcib sünnet için terk ve te’hîr olunmaz.

Evvelce gördüğün ve anladığın gibi oku. Zirâ bu hakdan murâd, hurmet ma’nâsındadır. (Bi-hakk-ı Muhammed) sallallahü aleyhi ve sellem demek, bi-hurmeti Muhammed demektir. Mevkufât sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi, bir hakk-ı şer’î veya hakk-ı aklîdir. Öyle murad olunur ise, öyle olur. Minel- kadîm [eskiden beri] bu dua böyle okuna gelmiştir ve bi-hakkı kelimesinden murad hürmet demektir. Evet, Allahü teâlâya, hiç bir suretle, hiçbir şey ne şer'an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada hak'dan murâd, bu değildir. Belki mütercim yanlış anlamıştır.

Azîzim, senin hâlin gibi, herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle olmaz ise, başka sûretle râhatsızlık olur. Âdetullah böyle câri olmuştur. arabî beyt:

Küllü men telkahü yeşkü dehrehü

leyte şa'rî hâzihid - dünyâ limen

Ya'nî her kime rast gelirsen,hâlinden, zamanından şikâyet eder. Âh bilseydim, bu dünyâ kimin malıdır. İyisi yine sensin

Başka bir mektûb:

"Hilmî, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükr ettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâm’da misli telif edilmiş olmıyan Mektûbât kitâbını okuyup bazısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin..!”

İstanbul’dan, Ankara Mamak’ta oturan Hüseyin Hilmî efendiye gönderilmiş olan bu mektûblar, mübârek yazıları ile (yadigâr mektûblar) dosyasında saklanmaktaydı. Yine Hocamız anlatıyor:

Mamak’ta iken, İmâmı Rabbânî ve oğlu Muhammet Ma'sûm hazretlerinin (kaddesallahü teâlâ esrârehüma) üçer cildden müteşekkil bulunan eşsiz Mektûbâtlarının, Müstakimzâde tarafından Osmanlıcaya yapılan tercemelerini birkaç kere okuyarak, anlamağa çalıştım. Bu altı cild Mektûbât'dan en mühim bulduğum yerleri maddeler hâlinde yazıp, üç bin sekiz yüz kırk altı madde oldu. Sanki Mektûbât’ın muhtasarı, özü oldu. İstanbul’a gelince, bu defteri, Seyyid Abdülhakîm efendiye okudum. Hepsini birkaç sâatte dikkatle dinledi ve çok beğendi ve: Bu bir kitâb olmuş, ismini (Kıymetsiz Yazılar) koy buyurmuştur. İsmin ma'nâsında durakladığımı görünce, "Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?" demiştir. Bunlar arasından, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Birinci Cildinden alınmış olanları ayırarak daha sonra, bu cildin tercemesinin sonunda harf sırası ile bastırdım. Kıymetsiz Yazılar elif-bâ sırasıyla tertîb edilmiştir.

1 359 (m.1940) senesinde, Efendi hazretlerine gelip "Efendim, evlenmek niyyetindeyim. Ne buyurursunuz?" diye arz edince, Efendi: "Kimi alacaksın?" buyurdu. "Efendim, siz kimi tensîb ederseniz, onu" deyince, Efendi: "Bu sözün kesin midir?" buyurdular. "Evet", deyince "Sana Ziyâ Bey’in kerîmesi uygundur" buyurdu. Böylece Ankara’ya dönmeden, meraktan kurtulmamı arz ettim. Efendi hazretleri, ertesi gün Ziyâ Bey’i çağırtıp, uzun konuştuktan sonra, söz alındı. Bir hafta sonra İstanbul’a gelerek mubârek elleri ile nişan yüzüğünü taktı ve "Bu yüzük hiç çıkmayacak" buyurdu. Belediye kaydından sonra kendileri, Hanefî ve Şâfiî mezheblerine göre İslâm nikâhını yaptılar. İki ay sonra düğün oldu. Yemekte beni yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisi dua etti. Bir hafta sonra zevcem ile yanlarına geldiğimizde, zevceme teveccüh buyurarak "Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin" buyurdular.

1 362 (m.1943) senesi sonbaharında Ankara Hamamönü’ndeki evimde otururken, Efendi hazretlerinin yeğeni ya’nî kardeşi Seyyid Yûsuf efendinin oğlu Fârûk Işık'ın oğlu avukat Nevzât efendi gelip "Hilmî ağabey, Efendi babam seni istiyor" dedi. Ben de, "Şaka mı yapıyorsun? Onlar İstanbul’dadır. Nasıl olur da burada olurlar?" cevâbı ile mukabele ettim. Yemîn edince, birlikte Fârûk beyin Hacı Bayram’daki evine geldik ve orada şunları öğrendim: "Polisler, Efendi hazretlerinin Eyyûb Sultân’daki evini basmışlar. Efendi’yi İzmir’e göndermişler. Orada bir müddet otelde kalıp, damadı Van meb'ûsü Seyyid İbrâhim beyin ricası üzerine Ankara’ya göndermişler ve yeğeni Fârûk beyin evinde kontrol altında kalmasına izin vermişler"

Çektiği sıkıntı ve yorgunluklardan pek zaif, halsiz, dermansız kalmıştı. Ayakta zor duruyordu. "Hilmî, hergün bana gel" buyurdu. Ben de, her akşam üstü oraya gelir, koluna girer, bazan kucağıma alıp yatak odasına geçirir, üzerini örterdim. Yüksek sesle Kul e'üzüleri okuyup üzerine üflememi söylerdi. Ben de okur, üflerdim. Efendi hazretleri bir def’asında dalgın dalgın duruyordu. Birden gözünü açtı ve "Hilmî, Arş-ı a'lâyı gördüm ne güzel, ne güzel, başkasının gördüğüne benzemez. Hayâl görmedim, sekerât hâli değil, şu'ûrum yerindedir" buyurdu. Gündüzleri ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, biraz oturup giderlerdi. Beni ise her zaman yatağının içinde oturtur, hafîfçe birşeyler söylerdi. Burada kaldığı onsekiz gün içinde, husûsî teveccühleri ile kendilerinden ettiğim istifâde, o zamana kadar geçen onüç seneninkinden çok oldu. 1362 Zilka’desi yirmidokuzuncu ve 1943 Kasım ayının yirmiyedisi Cumartesi günü, güneş doğmadan onsekiz dakîka evvel, ezânî sâat onikide ve zevâl sâat altıbuçukta nâil-i vuslat-ı saray-ı ebedi oldu. Rahmetullahi aleyh. O gece hafîf bir zelzele olmuştu. O gün Keçiören’de damadı Seyyid İbrâhim’in evine nakl ve orada gasl, techîz ve tekfin ve nemazı eda edilip, Ankara’nın kuzeyinde Bağlum nâhiyesine GÜN BATARKEN ve SON IŞIKLARI dağlara süzülürken defnedildi. Namazında bulunmak, telkîn vermek ve kabr-i şerîfine girmek vazîfeleri, içi yanan bu fakîre nasîb oldu. Efendi’nin oğlu Seyyid Ahmed Mekkî efendi "Babam Hilmîyi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmî okusun" buyurarak bu şerefli vazîfe, bu şekilde bu muhtâcına verildi.

[Bereket: Bir gün hocamız Hilmî Beyefendi bana şöyle buyurdu: Defni esnasında, Mekkî efendinin emri ile, Efendi’nin kabrine ben indim. Cennet bahçesine girdim diye yemîn etsem, yalan olmaz. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurmuştur. "Efendi hazretleri elbette mü’min idi ve büyük evliyâdan olup, ömrü hep islâma hizmet ile geçmiştir" deyip ilâve etti: Seyyid Abdülhakîm efendi, dîn bilgilerinde ve tasavvufun ince ma'rifetlerinde derin deryâ idi. Üniversite mensûbları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormağa gelir, sohbetinde, dersinde bir müddet oturunca, cevâbını almış olur, sormağa lüzûm kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzı; pek alçak gönüllü idi. Ben dediği işitilmemiştir. "Bizler hesaba dâhil değiliz. Soldaki sıfırlar gibiyiz. Gaib olsak aranmayız, hazır olsak hesaba katılmayız. İmâm-ı Rabbânî gibi büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Çok edebli idi. Büyüklere karşı edebini böylece beyan ederdi. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi. Yakınlarından birine: "burada birkaç velî yetişiyordu” buyurmuştur.]

O ilim ve vilâyet güneşinin üfulünden [batmasından] sonra mahdûm-ı mükerremi, Üsküdâr, sonra Kadıköy müftüsü fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendi’nin halka-ı tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve merhamet ile fıkıh, tefsîr, hadîs, ma’kul ve menkul, usûl ve furû’ ilimlerini ta’lîm buyurup beni 27 Ramazan-ı mübârek 1 373 (m. 1 953), Pazar günü icâzetle tedrîse me’zûn eyledi.

Birkaç sene sonra, İstanbul’da yazdırdığım mermer taşı kabrinin başucuna koydurdum. Van’da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taşları yazdırdım ve kabrine koydurdum. İstanbul’da Abdülfettâh ve Mehmed Emîn Tokadî ve Çerkez Hasan beyin kabirlerini de ta'mîr ettirdim.

1389 (m.1969) da vefât eden, İkinci Abdülhamîd Hânın zevcesi Behice Me'an sultanın vasiyyeti üzerine namazını bu fakîr kıldırdım ve Yahyâ Efendi Kabristanı’nda kabir yaptırdım.

1947 senesinde Bursa Işıklar Askerî Lisesi kimyâ muallimliğine ta'yin olundum. [Bunun hikâyesini kısaca arz edeyim: Kendisi kimyâgerlikden, askerî öğretmenliğe geçmek isteyince, Efendi hazretlerinin eshâbından tümgeneral Hayrî Aytepe’ye, Efendi’nin "Hilmînin sana işi düşerse, işini yap!" emrini hatırlatmış, Hayrî Paşa da, bu görev değişikliğini temîn etmiştir] Sonra öğretim müdürü oldum. Burada ve sonra Kuleli ve Erzincan Askerî Liselerinde uzun seneler kimyâ dersi okutarak, yüzlerce, belki binlerce subay adayına hocalık yaptım. 1960 ihtilâlinde emekli edildim. Sonra Vefâ Lisesi’nde ve İstanbul İmâm-Hatib Okulu’nda ve Cağaloğlu, Bakırköy San'at Enstitülerinde ve İlim Yayma’da, matematik ve kimyâ hocalıkları yapıp bu vesîle ile, çok sayıda îmânlı gencin yetişmesine yardımcı oldum. 1962 yılında Yeşilköy’de Merkez Eczanesi’ni satın alıp, sâhib ve mes'ül müdürü olarak uzun seneler halkın sıhhatine de hizmette bulundum.

1391 (m.1971) sonbaharında Delhi’yi, Diyobend ve Serhend’i sonra Karaçi’yi ziyâret ettim. Buralarda bulunan rühumun ma'şuklarının kabirlerini ziyâretle, muhabbetlerimi arz ile çok ma'nevî ni'met ve bereketler hâsıl oldu diyebilirim. Pâni-püt şehrinde, Senâullah hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânan’ın (kuddise sirruhümâ) zevcesinin kabirlerinin ayaklar altında kaldıklarını görerek, çok üzüldüm. Beşyüz dolar vererek, her iki kabrin muhâfazasını temin ettim.”

[BEREKET: O günlerde Kur'ân-ı kerîmi hatm etmiştim. Kendilerine arz edip, hocam siz dilediğinize bağışlayın, ben Ziyâ Bey'e düşünmüş ve niyyet etmiştim, dedim. Pâkistandan Şâh Velîyyullah Dehlevî hazretlerinin, Kur'ân-ı kerîmin fârisî olarak çok kısa meâlini [kısa tefsîrini] getirmişlerdi. Hediyeme karşılık onu bu fakîre hediye ettiler. Kıymetli bir hâtıra olarak saklamakta ve istifâde etmekteyim.]

1956 senesinde (Seâdet-i Ebediyye) kitâbını neşr etti. Okuyucuların takdîr ve teşvîkleri ile otuza yakın dîn kitâbı tertîb etti. Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı arabî, fârisî kitâbları dünyânın her tarafına yaymış, binlerle takdîr, tebrîk ve teşekkür mektûbları almış, kitâblarının bir kaçı Japoncaya ve Asya’daki, Afrika’daki yerli dillere terceme edilmiştir. İnşaallah bu konuya ileride daha geniş olarak temas edeceğiz.

Hüseyin Hilmî Işık, bütün bu zekâsı, çalışmaları ve velûdlüğü ile, yine de hiç kabiliyeti, ehliyeti olmadığını, bütün bu hizmetlerin, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin tasarrufları ve himmetleri ile ve islâm âlimlerine olan büyük sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu tekrâr tekrâr söylemekten çekinmez ve usanmazdı.

Hüseyin Hilmî efendi, Efendi hazretlerinin sohbetindeki, sözlerindeki lezzeti, başka hiçbir yerde bulamadığını, duyamadığını söyler. "Şimdi en zevkli anlarım, o tatlı günleri hâtırladığım zamanlardır, o mes'ûd zamanları hâtırladıkça, Efendi’den bu kadar ayrı kalabileceğimi hiç düşünemezdim, onun hasretinden, firak ateşinden burnumun kemikleri sızlıyor” der, şu Farsça beyti sık sık okurdu:

Zi hicr-i dositân hûn şüd, derûn-i sîne cân-ı men

Firak-ı hemnişinân soht magz-ı üstühân-ı men

Türkçesi:

Sevdiklerimden ayrıldım, rûhum göğsümde kan ağlar,

Dostlarımdan ayrı kalmak aşkı iliğimi yakar.

[BEREKET: Hüseyin Hilmî hocamız, üstâdı ve mürşidi Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin ‘Seyyidim, senedim’ diye isimlendirdiği Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu Seyyid Tâhâ efendiye gönderdiği bayram tebrîğine, şu fârisî beyti yazmış olup, daha sonra Tâhâ efendi bu fakîre vermiştir:

Firak-ı dositân dîden nişânî ez duzah bâşed

Ma'azallah galat güftem ki, duzah zû nişân başed

Tercemesi:

Dostları görememek Cehennemden bir nişân,

Hâşâ, yanlış söyledim, Cehennem ondan nişân.

Hüseyin Hilmi Işık, her sohbetinde, İslâm âlimlerinin kitâblarından okur, İmâm-ı Rabbânî ve Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin sözlerinden söyler, gözleri yaşla dolardı. (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest) derdi. Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür, demektir. Abdülhakîm Efendi’nin:

   "Kötülük yapmak için yaradılmış olanın zarar yaptığını görünce niçin şaşırıyorsun? Ondan iyilik mi bekliyorsun? Ben de senin bu şaşmana şaşıyorum. O şerr-i mahzdır. Onun kötülük yapması, şaşılacak şey değildir. Onun bir iyilik yaptığını görürsen, o zaman hayret et! Nasıl oldu da iyilik yapabildi, de!”

  "İslâm âlimleri ve büyükleri anılınca: "İnsan onlar idi. Onların yanında biz hiç kalırız, hazır olsak hesaba katılmayız, gaib olsak aranmayız",

  "Tekkeler kapatılmasaydı, burada bir kaç velî yetişiyordu",

  "Ben zay' oldum”,

  "Yabancı dil bilseydim, çok fâideli olurdum,

  "İslâmın en büyük düşmanı ingilizdir. Bütün ordusu ile, donanması ile, müstemlekelerden topladığı sayısız adamları ile hâsılı bütün imparatorluk kuvvetleri ile, islâmı yıkmağa çalışmaktadır. Fakat ingilizin bütün bu dev kuvvetleri ile islâmiyyete yaptığı zarar, ikinci derecede kalmaktadır. Ondan daha korkunç islâm düşmanı Şemsettin Günaltay’dır”

  "Hassas, nâzik rûhlu kimse, fabrikadan yeni çıkmış olup, ambalajından kendisinin ayırdığı bir çocuk oturağı içine yemek koyup yiyemez. Onun benzerlerine necaset konulduğunu hâtırlayarak tiksinir. Küfür alâmeti olan şeyleri kullanmak da böyledir. Îmânı kuvvetli, dînine hassâs olan, nasıl övülürse övülsün, onları kullanamaz.”

  "İmam-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) Mektûbât’ını herkes anlayamaz. Mektûbât ne Hâfız-ı Şirâzî’nin yazılarına ne de Hamse'ye benzer. Biz onu anlamak için değil, bereketlenmek için okuyoruz.”

   "Namaz kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyada şer'i şerîfe muvâfık namaz kılanlara hakaik münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır. [Bursa’daki Emîr Sultan ledünnî ilme sâhib olanlardandı, ama o hâli ile Molla Fennârî hazretlerinin eline su dökecek mertebede değil idi. Efendi’ye, Fahreddin Râzî hazretlerinin İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe Efendimize (radıyallahü anh) bazı itirazları suâl edildiğinde, "Fahreddin Râzî, Ebû Hanife hazretlerinin eline su dökecek mertebede değildi, buyurmuşlardır.] Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz kıyâm ve rükû’ değildir. Allahü teâlâya teveccüh etmektir”

gibi çok tatlı sözler söyler, kimsenin bilmediği ve duymadığı şeylerden bahseder, dinleyenlerin gönüllerini çeker, kalblerine muhabbet aşılar ve herkesi muhabbeti miktarınca kendinden çalardı.

Hüseyin Hilmî Işık, 1 Receb-ül ferd 1 394 (21 temmuz 1 974) Pazar günü hazırlamış olduğu vasıyyetnâmesinde şöyle yazar:

"Dünyadaki insanlar sekiz kısımdır:

1—              Sâlih         olan mü’min: Müslîmân olduğunu söyler. Ehl-i Sünnet itikadındadır. Kısaca Sünnî denir. Ehl-i Sünnetin dört mezhebinden birine uygun amel eder. Böylece her hareketinde şeri'ata tâbi' olur. Haramlardan sakınır. Bir kusuru olursa, şartlarına uygun tevbe yapar. Çocuklarına, mektebe vermeden önce Kur'ân öğretir. Onların Kur'ân-ı kerîm okuması, namaz sûrelerini ezberlemesi, ilmihallerini öğrenmelerine çalışır. Bunları öğrettikten sonra okula gönderir. Lisede, üniversitede okutur. İlk mektebe göndermeden önce, dîn bilgisi öğrenmeleri, namaz kılmağa başlamaları şarttır. Çocuklarını böyle yetiştiremeyen baba, sâlih müslüman olmaz. Çocukları ile beraber Cehennem’e gider. Yaptığı ibâdetler, kendisini Cehennem’den kurtarmaz. Sâlih mü’min Cehennem’e hiç girmez.

2—              Sapık        olan mü’min: Müslüman olduğunu söyler ve müslümandır. Fakat sünnî değildir. Mezhebsizdir. Ya’nî itikadı, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi değildir. Bunun için hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Cehennem’e atılmaktan kurtulamaz. İbâdet yapmaz ve haram işlerse bunlar için de ayrıca Cehennem’de kalır. Sapık inanışları küfür olmadığı için, Cehennem’de sonsuz kalmaz. Şiilerin İmâmiyye fırkası böyledir.

3—             Fâsık         olan mü’min: Müslüman olduğunu söyler ve müslümandır. Hem de sünnîdir.Ya'nî Ehl-i Sünnet i’tikadındadır. Fakat ibâdetlerin bir kaçını veya hiç birini yapmaz. Haram işler. Fâsık mü’min, tevbe etmezse veyâ şefâate kavuşamazsa, yahud Allahü teâlâ afv etmezse, Cehennem’e girer, yanar ise de, îmânı olduğu için Cehennem’de sonsuz kalmaz.

4—        Aslî     kâfir: Kâfir çocuğudur. Kâfir olarak büyümüştür. Kâfir olduğunu söyler. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmaz. Yahudîler ve hiristiyanlar, kitâblı kâfirdir. Komünistler ve masonlar, kitâbsız kâfirdir. Bunlar öldükten sonra dirilmeğe de inanmazlar. Putlara, heykellere tapınan kâfirlere müşrik denir. Kâfirler Cehennem’e girecek ve sonsuz yanacaktır. Dünyada yaptığı iyiliklerin hiçbiri, âhırette kendine yaramıyacak, onu Cehennem’den kurtaramıyacaktır. Ölmeden önce müslüman olursa afv olur, sâlih mü’min olur.

5—                  Mürted:  Müslüman iken dînden çıkan, kâfir olan kimsedir. İslâmı red edenlerin, müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsi yok olur. Âhırette ona fayda vermezler. Tekrar müslüman olursa, afv olur.

6—                    Münâfık:         Müslüman olduğunu söyler, fakat müslüman değildir. Başka bir dîndedir. Kâfirdir. Müslümanları aldatmak için müslüman görünür. Münâfık, kâfirden daha fenâdır. Müslümanlara zararı daha çoktur. Eskiden münâfıklar çoktu, şimdi yok gibidir.

7—                Zındık:    Bu da müslüman olduğunu söyler, fakat hiç bir dînde değildir. Tekrâr dirilmeğe inanmaz. Sinsi kâfirdir. Müslümanları dînden çıkarmak, dînleri içeriden yıkmak için, küfrünü müslümanlık olarak tanıtır. Kadîyanîler, Behâiler ve Bektâşîler böyledir.

8—                 Mülhid:   Bu da müslüman olduğunu söyler ve kendini müslüman sanır. İbâdetleri yapar, haramlardan sakınır, fakat Kur'ân-ı kerîme ma'nâ verirken, Ehl-i Sünnet i'tikadından o kadar çok uzaklaşmıştır ki, îmânı giderken, küfre sebeb olan inanışları vardır. Şi'îlerin Nusayrî ve İsmâilî fırkaları ve Vehhâbîler böyledir. Kendisini mü’min, sünnîleri, ya’nî îmânı doğru olanları kâfir olarak tanıtmağa çalışır. Mü’mine kâfir diyen kâfir olduğu için, kâfirden daha fenâdırlar. Müslümanlara zararları daha çoktur.

Aklı olan herkes, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşamak, âhırette de azabdan kurtulup, sonsuz ni'metlere kavuşmak ister. İşte bunun için (Seâdet-i Ebediyye) kitâbımı yazdım. Dünyanın her yerindeki her çeşit insana seâdet yolunu göstermek için uğraştım. Önce, kendim öğrenmek için çok çalıştım. Senelerle, yüzlerce kitâb okudum. Târihi, tasavvufu çok inceledim. Fen bilgileri üzerinde çok düşündüm. İyi anladım ve inandım ki, dünyâda râhata ve âhırette sonsuz iyiliklere kavuşmak için, Sâlih müslüman olmak lâzımdır. Sâlih müslüman olmak için, dîn bilgilerini Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih değil, müslüman bile olamaz. Sâlih müslümanın nasıl olacağını Seadet-i Ebediyye kitâbımda uzun uzun bildirdim. Kısacası;

1.           Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır. Ya'nî sünnî olmalıdır.

2.           Dört mezhebden birinin fıkhını okuyarak, şerîat bilgilerini doğru öğrenip, buna uygun ibâdet etmeli ve haramlardan sakınmalıdır. Dört mezhebden birinde olmayan veya mezheblerin kolay yerlerini alıp bir araya toplayan, ya'nî mezhebleri birbirine karıştıran kimseye mezhebsiz denir. Böyle mezhebsizliği mezheb edinen kimseye mezhebsiz denir. Mezhebsiz olan, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur. Sünnî olmayan da ya sapık,veyâ kâfir olur.

3.  Çalışıp para kazanmalıdır. Şerîate uygun kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamanda, dînini, nâmusunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve islâmiyete hizmet edebilmek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan faydalanmak da lâzımdır. Helâl kazanmak ve cihâd etmek büyük ibâdettir. Namaza mâni' olmayan ve harâm işlemeğe yol açmayan her kazanç yolu, hayırlıdır.

İbâdetlerin ve dünyâ işlerinin faydalı, bereketli olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah rızasına uygun kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, harcamakla, kısacası İhlâs sâhibi olmakla mümkündür. İhlâs, yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Onun için sevmemektir. İnsan sevdiğini çok hatırlar. Kalb hep onu zikr eder. [Hep onunla olur. Zikrin ma'nâsı sevmekle çabuk anlaşılır ve hakîkatinin Rabbine kusursuz teveccühden, ya'nî bütün varlığı ile Hakka yönelmekten ibâret olduğu ve böylece kulluğun lezzetinden çoklarının mahrûm bulunduğu ortaya çıkar]

Allahü teâlâyı çok sevenin, O’nu çok hâtırlaması, kalbinin hep O’nu zikretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde: "Allah’ı çok zikr ediniz" buyruluyor. "Dereceleri en yüksek olanlar, Allah’ı zikr edenlerdir" ve: "Allah sevgisinin alâmeti, Onu zikr etmeği sevmektir" ve: "Birşeyi çok seven, onu çok anar" ve: "Allah’ı çok zikr eden, nifaktan kurtulur" ve "Allahü teâlâ çok zikr edeni sever" hadîs-i şerîfleri, Münâvî hazretlerinin Künûz-ud-dekaik hadîs kitâbında yazılıdır. Allahü teâlâyı çok zikr edebilmek yollarını, Tasavvuf âlimleri bildirmişlerdir. Bu yollardan en kolayı, bir kâmil mürşid bulup, onu sevmek, edebini gözetmek ve bu yolla onun kalbinden feyz almaktır.

Mürşid-i kâmil, kendinden önceki bir kâmil mürşidden feyz alarak nihâyete kavuşan ve onun gibi feyz verebilecek bir kuvvet ve tasarrufa kavuşan islâm âlimi demektir. Bu kuvvete kavuştuğu, mürşidi tarafından kendisine yazılı olarak bildirilir. Mürşidlerin böylece birbirlerinden feyz almaları, bir zincirin halkaları gibi eklenerek, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanımıza kadar gelmiştir. Ya’nî bir mürşid-i kâmil, Resûlullah’dan başlıyarak, mürşidleri vâsıtası ile, kendi kalbine kadar akmakta [aksetmekte] olan feyizleri, halleri, bereketleri, başkalarının kalblerine akıtmaktadır.

Mürşidin ve feyze kavuşmak isteyen Mürîdin, sâlih müslüman olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan, meselâ Esâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzâtan, dört mezhebden birine uymayan, haramdan sakınmayan, meselâ zevcesini, kızını ve emri altındaki kadınları açık gezdiren ve çocuklarının islâm bilgisi, Kur’ân-ı kerîm öğrenmeleri için çaba göstermiyen bir kimse, mürşid değil, sâlih bir müslüman bile sayılamaz. Mürşidin her sözü, her işi, Ehl-i sünnete ve dîn kitâblarına uygun olur.Resûlullah’ın hicretinden bin sene geçtikten sonra (Âhır zaman) başladı. Kıyâmet alâmetleri çoğaldı. Âhır zamanda Allahü teâlâ Kahhâr ve Mudill ism-i şerîfleri ile tecelli edecek, fitne, felâket artacaktır. Din bilgileri bozulacak, Ehl-i Sünnet âlimleri ve mürşid-i kâmiller azalacaktır.

Dil ile zikretmek, ya’nî Allah, Allah demek çok sevâbdır ve kalbin zikr etmesine sebeb olur. Fakat kalbin zikr etmesi için sâlih müslüman olmak ve senelerce çok zikr etmek lâzımdır. Zikr etmeği bir mürşid-i kâmil telkîn eder ve teveccüh buyurursa, ya’nî bunun kalbinin zikr etmesine yardım etmeleri için, kendi mürşidlerinden yardım isterse, kalbi hemen zikr etmeye başlar. Mürşid-i kâmil yoksa, bir mürşid-i kâmili hâtırlar, ya’nî gözünün önüne getirip, onun yüzüne [feyz kaynağı olan iki kaşı arasına] bakar [gibi durur]. Kendine teveccüh etmesi [kendini, muhib, mensûb ve mürîdlerinden sayması] için, kalbi ile yalvarır. Buna Râbıta denir. Berekât kitâbının onyedinci sahîfesinde diyor ki:

Hindistan âlimlerinden Hâce Burhâneddin hazretleri, kalbinin zikr etmesi için

çok çalışmış, fakat isteğine kavuşamamıştı. Mürşid-i kâmil aradı. Delhi’de Muhammed Bâkîbillah hazretlerine gelip yalvardı. Her yerde kendisine Râbıta yapmasını, gözünün önüne getirmesini emr etti. Hâce bu emre şaşıp, o Hazretin yakınlarına gitti ve: "Yeni gelen acemilere böyle emr olunur, bana daha üstün, ileri bir vazîfe ihsân eylesin" dedi. Emri yapmaktan başka çare yoktur, dediler .Onun mürşid-i kâmil olduğuna tam inanmış olduğundan, mübârek yüzünü gözü önüne getirip yalvarmağa başladı. Kendinden geçti. Kendine gelince, kalbinin zikr etmekte olduğunu buldu.

Hadarât-ül Kuds kitâbında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, ellidördüncü olarak diyor ki: kitâbları ve ismi dünyâca bilinen Hindistan’ın büyük âlimlerinden Mevlânâ Abdülhakîm Siyalkûtî hazretleri anlatır: Îmâm-ı Rabbânî şeyh Ahmed Fârûkî hazretlerini eskiden beri tanırdım ve severdim. Fakat kendisine intisâb etmemiştim. Bir gece rüyâda bana teveccüh eyledi ve kalbim zikr etmeğe başladı. Uzun zaman böyle zikr ederek, çok şeyler hâsıl oldu. Üveysî olarak yetiştim. Sonra sohbetine de kavuştum. Altmışsekizinci kerâmet olarak diyor ki: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından biri, Hazret-i İmâm’a intisâb etmek istiyordu, fakat bir türlü arz edemiyordu. Bir gece, ertesi gün söylemeğe karar verdi. O gece rüyâda, kendini bir akarsu kenarında gördü. Karşı tarafta, İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Acele et, çabuk gel, geç kaldın" diyordu. Bunu işitince, kalbim zikr etmeğe başladı. Ertesi gün gidip, gece kalbimde olanları kendisine arz ettim. "Yolumuz tam budur, buna devâm edin" buyurdu.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân süresinin otuzbirinci âyetinde buyuruyor ki: "Ey Habîbim, onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi' olun, Allah da sizi sever ve günâhlarınızı bağışlar, Allahü teâlâ çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu ayetinde: "Peygambere itâ’at eden, Allah’a itâ’at etmiş olur" buyurdu. Peygamberimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim sünnetime uyun ve benden sonra olgun halîfelerimin sünneti [yolu] üzere olunuz" buyurdu. Dört halîfenin yolunda yürüyen islâm âlimlerine "Ehl-i Sünnet" âlimleri denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olduğu gibi îmân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi bulunmazsa o sâlih müslüman olamaz. Dünyâda da âhırette de râhat ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi ya kitâblardan okuyarak öğrenilir, yahud kâmil bir mürşidden dînleyerek elde edilir. Mürşid-i kâmilin sözleri, bakışları ve teveccühleri insanın kalbini de temizler. Kalb temiz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Haramlar, acı, çirkin, iğrenç ve ateş görünürler. [İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfte: "Haram ateştir" buyuruldu. O halde haram söyleyenin dili, harama tutanın eli, harama bakanın gözü, haram dinleyenin kulağı yanmıyorsa, bilsin ki, kalbi ölüdür ve o kişi ölü mesâbesindedir. Çünkü hadîs-i şerîf sahîhdir, doğrudur]. Allahü teâlâ kullarına merhameti ile tecelli ettiği zaman, mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Kıyâmet yaklaştıkça, Allahü teâlânın kahrı, gadabı daha çok zuhûr edecek ve mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, dîn adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükleyeceklerdir. Ya’nî Kat'ı tarîk-i ilâhî [Allah’a götüren yolu kesici] olacaklardır.

Böyle karanlık zamanlarda îmânı ve islâm bilgilerini, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uydurma dîn kitâblarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar doğru yoldan kayacaklardır. Böyle zamanlarda kalbin çabuk temizlenmesi ve zikre başlaması için, tanınmış, meşhûr olmuş eski mürşidlerden birini her yerde ve namazdan başka her işte ve her halde, göz önünde düşünüp, onun kalbine Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) akıp, aksedip gelen feyizlerden, nûrlardan kendi kalbine akmasını dilemelidir. Mürşid-i kâmilin Resûlullah’ın vârisi olduğunu, Allahü teâlânın onun kalbine, her an merhametle tecelli ettiğini düşünmelidir. Büyük mürşid Muhammed Ma'sûm hazretleri ellinci mektûbunda şöyle yazıyor:

Râbıta devâmlı olunca, mürşid ile bağlantı tam olur. Ondan kolayca feyz alır. Mürşidin yanında bulunmanın daha başka fâideleri de vardır. Râbıtayı tam yapamıyan mürîd, mürşidin sohbetinde bulunmalıdır. Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) yüksek derecelere, sohbet sâyesinde kavuştu. Veysel Karanî hazretleri, râbıta yaparak uzaktan feyz aldı ise de, sohbete kavuşamadığı için Eshâb derecesine yükselemedi."

Yetmişsekizinci mektûbda buyuruyor ki: "Mürşid-i kâmilden feyz alabilmek ve bereketlerine kavuşmak için, muhabbet râbıtası [bağı] ile ona bağlanmak lâzımdır. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) efendilerimiz Resûllullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) in'ikas [Kalbden kalbe aksetme] yolu ile feyz aldılar. Bunun gibi, mürşid-i kâmilin yanında edeb ile severek oturan, ondan feyz alır. Büyük, küçük, diri, ölü bunda beraberdir. Mürşid-i kâmili, karşıda duruyor düşünerek, sevgi ve edeb ile onun yüzüne bakar gibi olmağa Râbıta denir. Bu râbıta çok fâidelidir. Çünkü insan, haramlara dalmış, kalbi kararmıştır. Bu hâli ile Hak teâlâdan feyz ve bereket alamaz. Bunun için ona bir vâsıta lâzımdır. Vâsıta, feyz alabilen ve aldıklarını tâliblere verebilen kimsedir. Bu da mürşid-i kâmildir.”

Yüzaltmışbeşinci mektûbda buyuruyor ki: "Mürşid-i kâmilin yüzünü kalbde bulundurmağa Râbıta denir. Râbıta, mürîdi mürşide bağlayan en kuvvetli bağdır. Râbıta kuvvetlenince, her baktığı yerde, mürşidi gözünün önüne gelir."

Yüzdoksanyedinci mektûbda buyuruyor ki: "Râbıta kuvvetli olunca mürşid-i kâmilden, uzakta iken kavuşulanlar ile, yanında kavuşulanlar arasında fark yoktur sanılır. Halbuki ikisi bir olamaz. Fakat râbıta ne kadar çok olursa, aradaki fark o kadar azalır."

[Yeri gelmişken bir misâl ile bu konuya yardımcı olalım: Efendi’nin eshâbından Nedim efendi —ki subay idi— birliğinin başında bulunur ve her teftişte onun bölüğü takdîr alırdı. İstanbul’a geldiği zaman, Efendi’nin eshâbı ile görüşünce; "Efendi size dün şunları şunları anlattı. Bugün şunlardan bahsetti, değil mi?” der ve dediklerinin hepsi doğru çıkardı. Halbuki kendisi uzakta idi, ya’nî Trakya’da vazîfe başında bulunuyordu.]

Yine İmâm-ı Ma’sûm (kuddise sirruh) hazretleri ikinci cildin seksendokuzuncu mektûbunda yazar: "Büyüklerden biri, "Allahü teâlâ vermek istemeseydi, istek vermezdi" demiştir. Bizim yolumuzun esası sohbettir. İsti'dadı olan tâlibin sohbet bereketi ile, kabiliyyeti ve mürşide olan muhabbeti nisbetinde onun kalbinden feyz alır. Kötü huyları gidip, mürşidin iyi ahlâkı gelir. Bunun içindir ki, Şeyhde fânî olmak, fenâ fillahın başlangıcıdır, demişlerdir. Sohbete kavuşulamazsa, yalnız muhabbet ile ve mürşide teveccühü miktarınca da feyiz alır. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek büyük ni’mettir. Bu sevgi vâsıtası ile, onların kalblerinden feyzlere kavuşulur. Gaibden teveccüh etmek ni'metini [Râbıtayı] elden kaçırmamalıdır. Şerîati öğrenmeli ve bildiği ile amel etmelidir. Oyun ve eğlence ile ömrü ziyân etmemelidir. Şerîate uygun olmayan şeylere Dünyâ denir. Böyle şeylerin fâidesiz olduğunu, kabirde ve kıyâmette işe yaramayacaklarını düşünmelidir. Seâdet [kurtuluş] Sünnete uymakta, bid'atlerden sakınmaktadır. [Sünnete uymak demek, Ehl-i Sünnet itikadını öğrenip, ona uygun inanmak, sonra emirleri yapıp, yasaklardan kaçınmak, sonra ıstılah ma'nasındaki sünnetleri yapmaktır. Bu sıra ile yapılmayan sünnete, sünnet denmez, bid'at denir]. Bid'at sâhibleri ile ve mülhidlerle [Ya’nî mezhebsizlerle ve Ehl-i Sünnet olmıyan dîn adamları ile] arkadaşlık etmemelidir. Onlar dîn hırsızlarıdır. İnsanın dînini, îmânını bozarlar. Hadîs-i şerîfde, bid'at sahiblerinin, Cehennemdekilerin köpekleri olacağı bildirildi."

İmâm-ı Rabbânî müceddîd ve münevvir-i elf-i sânî hazretleri yüzseksenyedinci mektûbda buyuruyor ki: "Mürşid-i kâmilin hayâlinin mürîde her yerde görünmesi, Râbıtanın çok kuvvetli olduğunu gösterir. Râbıta, kalbden kalbe feyz, "bereket akmasına sebeb olur. Bu büyük ni’met, ancak seçilmişlere ihsân olunur"

Buraya kadar bildirilenlerin vesîkaları, :"Herşeyin bir kaynağı vardır; takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir", "Evliyâ görülünce Allah zikr olunur [hatıra gelir]", "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Onlarla beraber bulunanlar şakî olmaz” hadîs-i şerîfleri ve "Ümmetimin felâketi, fâcir olan dîn adamlarından olacaktır" hadîs-i şerîfi ve benzerleridir. Bunlar, çeşitli hadîs kitâblarında, meselâ Künûz-üd-dekaik ve Suyûtî hazretlerinin Câmi-üs-sagir'inde vardır.

Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretlerinin mürşid-i kâmil olduğu, mürşidi

Seyyid Fehîm hazretlerinin kendilerine yazıp verdiği beş büyük tarîkatteki hilâfetnâmesinden açıkça görüldüğü gibi, ilminin derinliğinden, güzel ahlâkından, kerâmetinden, perdelerin arkasından haber vermesinden de anlaşılmaktadır. O büyüklerdendir ve silsile-i aliyyenin bir halkasıdır. Resmini görüp, mübârek yüzünü tanımak da çok kolaydır. Onu hâtırlayarak, mübârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın müslümanlara büyük ni'meti ve ihsânıdır. Bizim gibi günâhları çok, kalbi kararmış olanlar, bu büyük ni'mete kavuşmaktan elbette çok uzaktır. Maksad, özlenen hazinenin yolunu bildirmektir. Biz kavuşamadıksa da, belki kavuşan olur. Âhır zamanda bunları işitmek, inanmak ve taleb etmek de, pek az kimseye nasîb olur. Sevdiklerini bizlere tanıtan ve onları sevmek ni'metini ihsân eden yüce Rabbimize şükürler olsun!

Yâ Rabbi! Günâhlarımız büyük ve çok ise de, senin afVın ve mağfiretin de sonsuzdur. Sevdiklerinin hürmetine bizi afv ve mağfiret eyle ! Âmin. [Ve sallallahü alâ seyyid-il mürselin ve âlihi ve sahbihi vet-tabiîne lehüm ilâ yevmiddin]

Buraya kadar bildirdiklerimizi, Hüseyin Hilmî Işık hocamızın yazdıklarından aldık. Aradaki birkaç köşeli parantezi, bir vesîle ile biz ilâve ettik. Yukarıdaki zikir ve muhabbet râbıtası ile alâkalı sözleri, kendi yetişme tarzının esasını teşkil ettiğini gösterdiği gibi, bundan sonra mürşid-i kâmil bulmanın kibrit-i ahmer misâli çok zor olduğunu ve ancak bu kapıların kapanmadığını da haber vermekte, ümidsizlikten zor ve az da olsa kurtarmaktaAyrıca sonundaki tevâzu’ bildiren ifâdeleri, bu yolun husûsîyyetinin kokusudur. Zirâ bu yolun büyükleri hep bir ağızdan buyuruyorlar ki, çok ibâdet etsen, çok sevâb işlesen de, hepsini az gör, eksik bil, niyyetlerini töhmetli tut, hattâ kendini iyilikten uzak bul. Ama işlediğin küfür ve günâh az olsa da, onu çok gör, helâkine sebeb olabilir, düşün ve hep Allah’dan kork, Onu say ve huzûrunda hatâ etme ! Nitekim hadîs-i şerîfde: "Mü’min o kimsedir ki, işlediği bir günâhı üzerine yıkılacak dağ gibi görür. Münâfık ise, işlediği günâhı, burnunun ucuna konup, hemen uçacak sinek gibi bulur.” Çünkü kulluk sırrını bir parça anlıyan, kulluğuna karşılık Rabbinden bir hak, sevâb, ücret iddiasında bulunmayıp, vazîfesini en iyi şekilde yapmağa çalışır. Bunun için uğraşır ve üzülür. Efendi hazretlerinden sonra, Hüseyin Hilmî hocamız, elbette memleketimiz ve dînimiz için çok hizmetler, makbûl ameller etti. Okuduğunuz gibi, o, sıradan bir kimse değildi. Memleketine ve dînine hizmette husûsî yeri olan nâdir yetişen âlimlerdendi. İleride eserlerine temas ettiğimizde bu hususta daha çok anlatırız,

İnşaallah ve yine ileride çeşitli vesîlelerle söz ve hareketlerinden bahsederken, kendisini her hâliyle daha iyi öğreneceksiniz, İnşaallah ve öğrendikçe onu daha çok tanıyacak, tanıdıkça kendisini daha çok seveceksiniz, ve onun sevgisi sizi seyyid Abdülhakîm Efendi’ye ve bu yolun büyüklerini sevmeğe ve onlara yaklaşmağa götürecek ve "herkes sevdiği ile olur" hadîs-i şerîfi mûcibince, Cenâb-ı Hakkın sevdiği evliyâ ve ulema ile Cennette olursunuz İnşaallah! Âmin.

Efendim, "her kemâlin bir zevâli vardır” sözü gereğince, kalemin yularını, istemiye istemiye, Onların bu fânî ve karanlık dünyâdan bâki ve aydınlık âlem olan âhırete intikallerine çevirelim ve göz yaşlarımızı zabt edemesek de, silerek diyelim ki:

Vefâtlarından iki-üç sene önce Hocamız İstanbul Çarşamba’da çalıştığım, Hakîkat Kitâbevi’nin kitâblarını yazdığımız servisimize geldi. Tergîbussalat kitâbındaki bir yazı için bir mesele konuşacaktık. Oturdular. Ben de içeri girdim. Tam karşılarındaki sandalyeyi gösterdiler ve "Karşımda oturun. Beni özlemişsiniz. Doya doya yüzüme bakın!" buyurdular ve her zamanki mütebessim çehrelerine baktım. Sanki beni çekiyorlardı. Gayr-i ihtiyârî "Efendim, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sizi dünyâ gözü ile bir daha gördüm. Herhalde rüya değil" dedim. Cevâben: "Değil, ama dünyâ rüyadır. hakîkî hayât öbür dünyâdır. Burada her zaman görüşemiyoruz, ama inşaallah orada hiç ayrılmayız" buyurdular. İçimden gelerek: "Hocam, buraya gelmekle, bu fakîri o kadar sevindirdiniz, o kadar memnûn ettiniz ki, hiçbir sevâbınız olmasa, bunun sevâbı Cennete girmenize yeter” diye arz ettim. Bu ifâde çok hoşlarına gitti. Çok memnûn olup, tebşîrattan addettiler. O gün Hocamız, hayâtının çeşitli safhalarından, bilhassa Ankara’da bulunduğu zaman, çalıştıkları yerdekilerden ve diyânet erbabından anlattılar. Çıkarken: "Mehmed Ağa’nın kapısı Cennet kapısı gibidir. Bu kapılardan girip, burada çalışanlara gıpta etmemek mümkün değil; ne mutlu burada çalışanlara” yollu sevindirici çok sözler söylediler. Sonra Cum’aya yetişmek üzere Sarıyer’e gittiler.

Yaşları ilerlemiş, doksanı bulmuş idi. Eczâhâneden elini çektiler. Fâtih’teki evlerinde en iyi arkadaşları olan kitâblarla başbaşa kaldılar. Haftada bir iki gün Sarıyer’e giderlerdi. Oralarda Efendi hazretleri ile geçirmiş oldukları çok güzel hâtıraları vardı. Sarıyer’de oturdukları evin karşısına Anadolu yakasında, Anadolu Kavağı ile Beykoz arasında Sütlüce’ye çok gitmişlerdi. Oralara bakar, o günleri ve Efendi’yi hatırlar, gözleri dolar ve bundan zevk alırlardı. Mısra': Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihân değer Artık ayakları üzerinde zor duruyorlardı. Kollarına girerek yürütüyorlardı. Farz namazları dışındaki namazları oturarak kılıyordu. Buna rağmen şu'urunda hiçbir eksilme olmamıştı. Gerçi kendi ta'birleri ile ateh, ya’nî unutma ve bunamadan bahsediyorlardı, ama biz hiçbir şey fark etmiyorduk. Halâ Efendi hazretlerinden, sözlerinden kelimesi kelimesine tekrâr ederek anlatıyorlardı. Bu günlerde idi. Bir Cum'a günü Sarıyer’e çağrıldım.

Bir iki arkadaşla gittik. Cum'a namazı vakti idi. Dışarı çıkamıyorlardı. Salonda Cum'a kılınacaktı. İçeri girdik. Selâmdan sonra: "Hocam, elinizi öpeyim" dedim. "Gelin, ben sizin alnınızdan öpeyim, herkes görsün" buyurup, alnımdan öptüler ve oradakilere: "Siz bize bakmayın, Süleyman bey benim ilk göz ağrımdır" buyurdular. Namazı, yanyana kıldık. "Yemekten sonra sizi yukarıda balkonda bekliyorum" buyurdular. Yemekten sonra, yanlarına çıktık. Bana hitâben: "Siz karşıma oturun, kardeşim" dediler. İlk gördüğümden beri kırkyedi sene geçmişti. Uzun yılların hasreti ve muhabbeti ile temiz yüzlerine bakıyor, içimde ilk günlerde olduğu heyecanı duyuyordum. Gözlerim doldu. Onların da öyle. Zâten son zamanlarında her vesîle ile gözlerinden yaş geliyordu. Bir anda içim o kadar kaynadı ki, sanki ikimiz bir olmuş, aynı hisleri duyuyorduk. Efendi’den bahs ettiler. Her kelimesinde gözyaşları akıyordu. Şöyle anlattılar:

"Şu karşıya biz Sütlüce derdik. Anadolu Kavağı’nın bir kilometre kadar güneyine düşer. Orada ağaçların altına gider, Efendi ile tenezzüh ederdik. Çaylar içilir, sohbetler olurdu. Öğle sıcağında Efendi hazretleri ahibbaya [eshâbına] "denize girip serinleyebilirsiniz" buyururdu. Efendi’nin yanında, ona saygısızlık olmasın diye, denize girmezler, biraz uzaklaşırlardı. Ben Efendi’nin yanında kalırdım. İkimiz de peştamal kuşanıp, denize girer, suyun içinde otururduk. Deniz göğsümüze kadar çıkardı. Gemiler geçince, meydana gelen dalgalardan, bazan su boyumuzu aşardı. Mübârek sakalından dökülen sular hâlâ gözümün önündedir. Avucuma su alır, sırtını oğardım. Hoşuna giderdi. Bir def’asında İzâ Zülzilet sûresini, bir başka zamanda Lem yekünillezîne keferû sûresini tefsîr ettiler. Bir def’asında: "Hızır aleyhisselâm, Abdülhâlık Gocdüvânî hazretlerine Lâ ilâhe illallah zikrinin kalb ile yapılmasını havuzun suyuna daldırarak öğretmişti" buyurdu.

Sonra kendilerinin ilk def’a Eyyûb Sultan’da, yukarıda anlattıkları gibi, Efendi’yi gördüklerini ve Efendi’nin kendilerine: "Küçük efendi, seni çok sevdim. Bizim ev mezarlık arasındadır. Bize gel seninle konuşuruz." buyurduklarını anlattılar. Sözlerinin arasına girip: "Hocam, Efendi hazretleri gibi bir zât, size, seni çok sevdim, buyurdukları zaman nasıl oldunuz?" dedim. Gözlerinden ırmak gibi yöş döküldü ve: "Hatırlayınca burnumun kemiği sızlıyor, Efendi’den bu

kadar ayrı kalabileceğimi hiç sanmazdım... " dediler.

Daha sonra sözlerine devâmla: "Gece sâat iki üç sıralarında uyandım. Hâtırıma bir şey geldi. Unutmadan yazayım dedim" buyurdular ve Hüseyin Yener Efendi’yi çağırdılar. Yazıyı okuttular. Özeti şudur; Resûlullah’ın dînden verdiği haberlerin hepsi, Hak teâlâdandır. Ben de kendilerine, bunun doğruluğunu te'yid eder mâhiyette Şirat-ül İslâm'ın mukaddimesinde yazılı olandan bahsettim ve arz ettim ki: Şir'a da bunun gibi yazıyor. Ve, "Necm süresinde: ‘Resûlüm, nefsinden konuşmaz. Konuştukları kendisine vahyimizdir’ yani sünnetler de Allah tarafındandır. Ancak ümmet-i Muhammed’e ağır gelmemesi için, Kur'ân’da bildirilmediler. Bildirilip, emr edilselerdi, farz olurlardı. Resûlullah’ın dili ile bildirilip, yapmayanlar günâha girmekten korundular" mealinde yazıyor dedim. "Elhamdullillah, ne güzel bir vesika" buyurdular.

Sonra asırlık yüzlerine ve hemen hemen hiç bir zaman bebeğini, hattâ siyâhını görmediğim gözlerine bakarak, sanki bir daha görmiyecekmişim gibi, ağlayarak dedim ki:"Hocam bu dünyâda rahat nedir bilmediniz, iyi bir gün görmediniz, hemen hemen hiçbir yere gitmediniz. İstanbul’u bile gezmediniz. Hep ilimle, kitâblarla, bizimle ve insanlarla meşgul oldunuz. Uzun bir ömrü dopdolu ikmâl ettiniz. Bu zamanda bu kadar gayreti nasıl gösterdiniz. Bana geliyor ki, bunun hepsi sizden değildir. Çünkü bu işler ve bu kadar gayret bir insanın vüs'atını, tâkatını aşar. Her halde Allahü teâlâ bu vazîfeyi size verdi. Bu ancak verilen bir vâzifenin ifâsı için Hak tarafından müeyyed kılınmakla mümkündür. İnşaallah, bu kitâblarınız, yazılarınız, sözleriniz kıyâmete kadar insanlara rehber olur, okunur ve istifâde ederler. Sizin Seâdet-i ebediyyeye kavuşmanıza sebeb olurlar.” "İnşaallah" dediler ve dinlerken çok gözyaşı döktüler. Daha başka şeyler de konuştuk. Sonra: "Bugünlük bu kadar, arada bir gelin, sizi özlüyorum, arkadaşlar özlediğim haberini size söylemiyorlar mı?" buyurdular. Bir daha göz ucuyla gözgöze geldik. Mübâlağa değil, etin kemikten ayrılması kadar zor ve içim yanarak ayrıldım.

Gittikçe hareketleri azaldı. Konuşmalarına az az kesiklik, dillerine peklik geldi. Bu arada bu satırları yazan bu fakîr İstanbul’dan Trabzon’a taşındım. İstanbul’da birbiri arkasından vakı' zelzeleler ve başka âilevî sebebler neticesinde bu karara varmıştık. 2001 senesi Nisân’ında Hocamızın oğlu Ahmed Abdülhakîm, Hakkın rahmetine kavuştu. Bir iki sene hastalıklarla uğraştı. Allahü teâlâ rahmetine gark etsin. 1945’de dünyâya gelmiş idi. Hocamın evinde kaldığım günlerde, Abdülhakîm’in yatak odasına girmiştim. (Sene 1960). Karyolasının baş ucunda duvarda asılı, güzel harfle yazılmış bir yazı gördüm.

Hocamızın kayınpederi Yûsuf Ziya Beyefendinin inci gibi yazısı olduğunu tanıdım. Yazının meâli şöyle idi: Efendi hazretlerini gördüm. [Halbuki vefât edeli iki sene olmuştu]. "Ziyâ, bir müsafiriniz geliyor. İsmini benim ismimden koyun ki, âhırette ona şefâat edeyim" buyurdu. Ben de ismini Ahmed Abdülhakîm koydum. "Eyyûbde, amcası Sedâd beyin yanına defn olundu. Zâten çok yaşlanmış hocamıza oğlunun bu ayrılığı da çok dokundu.

Mayıs ayı sonları idi. İstanbul’a geldim. Trabzon’dan Mustafa Ulusoy kardeşim ile hocamızı hastahânede ziyârete gittik. Müşâhede altında ve doktorların yakınında bulunması için, Türkiye Gazetesi Hastahânesi’nin bir binasında kendisine uygun bir dâire tertîb edilmişti. Yanına girdik. Selâmdan sonra ellerini öptük. Çok konuştuk. "Neredesiniz efendim?" dediler. Trabzon’a taşındım diye arz ettim. "İyi oldu. ‘Hubb-ül vatan min-el îmân’ memleketini sevmek îmândandır. İnşaallah orada daha fâideli olursunuz" buyurdular. Sonra "kitâba koyduk. Bir kimse, cum'a, bayram veya kalabalık bir câmi'de namaz kılarken, abdesti bozulsa, dışarı çıkıp abdest almak ve namaza yetişmek zor olacağından, o anda mâliki mezhebini taklîdle namazını kılabilir. Bugün ben burada öğleni kılarken, abdestim bozuldu. [Silis-ül-bevl rahatsızlığı vardı ve bu yüzden mâlikî mezhebinde bununla namaza cevâz hususunda bir kavil bulunduğundan, bu mezhebi taklîd ediyordu.] Ama ben öyle yapmadım. Çünkü abdest alma imkânım vardı. Bunun için abdest alıp, yeniden namazı kıldım" diye fıkıhdan bir mes'elenin izâhını yaptılar. O rahatsız, yaşlı hallerinde bile zevkle ve mantıkla anlatışları, ilme ne kadar âşina olduklarını ve öğretme aşkı taşıdıklarını gösteren bir numune, misâl olduğu için unutulmasın diye buraya yazdım.

Sonra ezân okunuyordu. Susup dinlediler ve: "Bu ses nereden geliyor” dediler. Herhalde civardaki bir câmiden dedim. "Ezânı istemiyenlere rağmen, halk müslümandır, ezânlar sürecek, bunun için son nefesimize kadar çalışmak mecburiyetindeyiz" buyurdular. Sonra Mustafa beyle kitâb satışları hakkında süâl cevâblı, karşılıklı konuştular. Aldıkları cevâblara çok sevinip çok dua ettiler. Her bir kitâbın satışı, veya insanların eline varışı haberi, günâha bakmaktan örtülü olan gözlerinde bir ışık oluyordu. Hele binlerce rakamlarını duyunca, sevinç ve heyecandan sanki gençleşiyorlardı. "Abdülhakîm’in kurtulması için çok dua ediyorum. Geceleri kalkıp, Rabbime yalvarıyorum, yakarıyorum. Siz de Abdülhakîm’in kurtulması için dua edin. Yattığı yeri biliyor musunuz?" dediler. "Evet efendim. Size ta'ziye için gelirken, Abdülhakîm kardeşime bir hatm-ı Kur'ân ve yetmişbin kelime-i tevhîd getirdim. Duasını siz mi yaparsınız, fakîr mi yapayım" diye arz ettiğimde,: "Siz bağışlayın. Bunun için mezarı başına gitmenize lüzûm yok. Hemen bağışlarsınız. Kim bilir ne kadar memnun olur ve rahatlar" buyurdular.

Sonra, sevenler için hiçbir zaman istenmiyen ayrılmağa sıra geldi. "Efendim, Allahü teâlâ size hayırlı uzun ömürler, sıhhat ve âfiyet ihsân eylesin" dedim. İki ellerini tutup, ellerinin içini-dışını yüzüme gözüme, dudaklarıma sürdüm. Öptüm, öptüm... ağladım. "Şimdi, gelin ben sizi öpeyim" buyurup, önce alnımdan sonra gözlerimden ve yüzümden tekrar tekrar öptüler. Mustafa Ulusoy'u da aynı şekilde öptüler. Aklımız ve kalbimiz, bütün muhabbeti ile onlara doğru akarken, biz de odadan çıkıp yalancı dünyâya girdik.

İki üç gün sonra aynı hastanede bitişik odada Enver ağabeyle oturduk, konuştuk, ama ziyaretlerine girecek bir sebeb bulamadım. Zâten dua almak için ziyâret edenleri çoktu. İçerden kulağıma gelen sesini duymakla yetindim. Ziyaretçiler en çok üç beş dakika duruyor, dualarını alıp çıkıyorlardı. Biz uzaktan geldiğimizden midir, ilk talebesinden olduğumuzdan mıdır, uzun yıllar baba-oğul gibi bir arada büyüyüp yaşlanmamızdan mıdır, bilmem ama her ziyâretimde bir iki sâatten az oturmadım.

Trabzon’a döndüm. İstanbul’dan gelenlerden, Trabzon’dan İstanbul’a gidip dönenlerden hep onları soruyordum. Talebem mesâbesinde olan Orhan bey, arada bir Hüseyin Yener efendi ile telefonla görüşüp haberler getiriyordu. Yine bir gün Orhan bey: "Hüseyin beyle konuştum. Hocamızı ziyâret için izin istedim. Hocamız Süleyman ağabeyi soruyorlar. Müsâid zamanda bekliyoruz, diye söyledi" dedi. Orhan bey gitme târihini bana bıraktı. Onun arabası ile gidecektik. Nihâyet 21 Ekim 2001 Pazar günü Trabzondan çıktık. Aynı günün gecesi İstanbul’a vardık. Sabahleyin, ya’nî Pazartesi sabahı Hüseyin Yener beyle —ki senelerdir hocamızın hizmetinde idi ve gençliğini onlara hizmetle ifnâ’ eyledi— görüştü. Bekliyoruz, hemen gelin dedi ve kalktık hastahâneye gittik. Uyuyorlardı. Biraz sonra Hüseyin bey içeri girip geldi. Uyandılar, "buyurun girin" dedi. İçeri girdik. Ellerini doya doya öptüm, yüzüme, gözüme sürdüm. Orhan da ilk def’a, aynı zamanda son def’a olacak, hocamızı görüyordu. O da gözyaşları içinde ellerini öpüp, yüzüne gözüne sürdü.

Bu benim onların ellerini en çok dört veya beşinci öpüşüm idi. Çünkü hiç el öptürmezler, musafaha ederken eğilmeğe bile müsaade etmezlerdi. İşte bu son günlerinde o âdetlerini bozup, ellerini öptürmelerini, biz yaşlılığa yorumlarken, demek ki, elveda zamanını haber veriyorlarmış da bilemedik.

Oturduk. Hallerini sordum. Kesik kesik konuşuyorlar, kısa cümlelerle ifâde-i merâm ediyorlardı. Sol kollarında serum vardı. Kısaca konuştuklarımızı yazayım:

— Hocam, sıhhatiniz iyidir, inşaallah,

—Elhamdülillah.

—Hocam, bir yeriniz ağırmıyor, inşaallah.

—Elhamdülillah, ağrım yok.

—Hocam, kendinizi nasıl hissediyorsunuz.

—Elhamdülillah iyiyim, şikâyetim yok.

Hep zikir ve tesbîh kelimeleri telaffuz ediyorlardı. Hüseyin bey bana: "Süleyman ağabey, Hocamız, sizi soruyorlardı, sizin sesiniz, konuşmanız onların hoşuna gider, birşeyler anlatsanız, onlar dinleseler. Çok iyi konuşamıyorlar. Ama şuurlarında herhangi bir değişiklik yoktur" dedi. Ben de o anda içimden bütün samimiyetle geçen şu sözleri dile getirdim:

—"Muhterem hocam, sizi onbeş yaşında iken gördüm. Anadoludan gelmiş, âilem dışında hiçbir yerden İslâm terbiyesi almamış o hâlimle, sizin güzel hâlinizi, bize muâmelenizi, babacan tavrınızla bize yaklaşmanızı, acıyarak, merhamet ederek bizi okşamanızı görerek sizi sevdim ve size: "Benim babam yok, hocam, sizi babam gibi seviyorum" dedim. Nihâyet bir ömür geçti. Siz doksan, ben de altmış küsur yaşımıza geldik. Hocam, bu kadar zaman içinde size kalbimde verdiğim en kudsî ve yüce yere, yemîn ederim ki, kimseyi koymadım. Size olan sevgi ve muhabbetime hiç kimseyi ortak etmedim, daha doğrusu ortak aramağa ihtiyâc duymadım. Siz bana yettiniz. Doğru dahi olsa, sizden yüz çevirip, başka tarafa bakmadım. Nerede ise elli senedir beraberiz. Yemîn ederim ki, bu zaman zarfında, bile bile sizi üzmüş değilim. Sizin de bana kırılmadığınızı, üzülmediğinizi Enver ağabey, tarafınızdan bana ifâde etti. Hocam, Allahü teâlâ size hayırlı uzun ömürler versin, uzun ve dopdolu bir hayâtınız oldu. Denebilir ki, her dakikasını değerlendirdiniz. Yılmadan, bıkmadan, gece gündüz demeden bizimle uğraştınız. Bize dünyâ ve âhıret ve sonsuz seadet babalığı yaptınız. Arkadan, hâlâ devâm eden kitâb telifi, tercemesi, tertîbi çalışmalarınız geldi. İnsanlığın, müslümanların âhırette râhat ve hûzura kavuşmaları için, kendi rahatınızı fedâ ettiniz. Kıymetli ömrünüzü insanların âhıret seâdeti için sermâye ettiniz. Allahü teâlâ karşılık olarak, sizi Efendi hazretleri ile beraber Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında bulundursun ve birlikte zâtının tecelli ve rü'yetine mazhar eylesin" meâlinde daha çok sözler söyledim. Ağladılar, âmin dediler.

Bir ara hocamıza Orhan beyden bahsettim: "Hocam, bu arkadaş benim talebem sayılır. Bir def’a rüyada Efendi hazretlerini gördü. Efendi hazretleri kendisine üç dane kuru üzüm verdi ve "Süleyman ağabeyine söyle, Avâmil’i sana, bizim okuttuğumuz gibi okutsun" derken, hocamız heyecanlanıp gözlerini açtılar ve dikkatle dinlediler: "Biz evvelâ dersi talebeye anlatırdık, anlaşılmayan bir yer bırakmazdık. Ertesi gün, o dersi alır, sonraki dersi verirdik." Bunu duyunca, tebessüm ederek, "Maşaallah, hakîkaten öyle idi” dediler.

Orhan bey, daha evvel, "bu rüyâdaki üç üzüm nedir?” diye sorduğunda, cevâb olarak, "Efendi hazretlerinin yolu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu olup, ilim, amel ve ihlâsa dayanır. Bu üç büyük ni'metten lezzet ve tad almanızı Allahü teâlâ ihsân eylesin” diye talebeye uygun ta’bir eylemiştim.

Hüseyin efendi, Kur'ân-ı Kerîm getirdi. Açtım. Hicr sûresi geldi. Sonuna kadar sesli okudum, dinlediler. Sonra Mektûbât tercemesi getirdi ve bir mektûb okusanız, Mektûbât dinlemekten çok rahatlıyorlar" dedi. 203. Mektûbu okudum. Oradaki bütün dualara âmin dediler.

Sonra: "Hocam, bile bile size karşı hâta yaptığımı hatırlamıyorum, ama yerli-yersiz, vakitli-vakitsiz sizi râhatsız etmişimdir. Beni afv edin ve hakkınızı helâl ediniz" dedim. Bir önceki sözlerini tekrar edip, âmin, âmin, dediler.

Ardından, "Hocam, Mevlânâ Hâlid efendimizin Divân-ı Şerîf’i yanımdadır, okuyayım mı?” dedim. Okuyun, buyurdular. Silsile-i aliyyeye dâir kitâbın sonunda uzun uzun bir şiir vardı, bilirsiniz, onu okuyayım mı, dedim. Okuyun, buyurdu. Yüksek sesle baştan sona okudum bitirdim. Daha okuyayım mı, dedim. Okuyun, dediler. Divânının baş tarafındaki, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin üstâdı ve sebeb-i hayâtı Abdullah Dehlevî hazretlerini medh eden nazmı okudum, bitirdim. Daha okuyayım mı, dedim. Okuyun, dediler. Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) medh eden, iki üç tane na't okudum. Sonra, hocam, daha okuyayım mı, dedim. "Elbette okuyun" buyurdular. Yine Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyârete giderken yazdıkları, bütün edibleri hayran bırakan nazmı okudum. İkinci sahifesine gelmiştim ki, uyudular. Tekrâr, daha okuyayım mı, dedim. Cevâb vermediler. Bir müddet daha oturduk, bekledik. Uyanmadılar. Öğlen üstü idi. Sonradan Hüseyin’den öğrendik ki, okunanlardan o kadar rahatlamışlar ki, akşam beşte uyanmışlar. Yemek yedik, namaz kıldık, tekrâr yanlarına gittik, uyuyorlardı. Ellerini öpüp ayrıldık. Bilmiyordum, meğer bu son vuslat, son mülâkat ve sonunda bir daha dünyâ gözü ile görüşmemek olan, son beraberlik ve son ayrılık imiş. Halbuki Hüseyin, bana, ağabey, siz serbestsiniz. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz, çünkü sizinle rahatlıyorlar, dedi. Trabzon’a dönmeden Cum'a günü ziyareti düşündüm ve söyledim. Ama nereden bilebilirdim ki, Perşembeyi Cum'aya bağlıyan gece sâat

01.40’da Hakkın rahmetine kavuşacak. Şöyle ki:

Perşembeyi Cum'aya bağlıyan gece yatsı namazını Erenköy Hizmet Blokları’nda kıldık. Fârûk Aydın beyin evine geçtik. Epey zaman oturduk. Beni kızımın evine bıraktılar. Yattım. Uyuyamadım. Telefon çaldı. Baktım Fârûk beyin hanımı idi. Ağlar, titrek bir sesle, şimdi haber geldi, hocamız vefât etmiş, dedi. İnnâ lillah... dedim. Şaşırmış gibi idim. Ama elden birşey gelmezdi. Emir yüksek yerdendi. Sabahleyin Sebâtî beyle hastâhâneye gittik. Orası kalabalıktı. Sessiz bir kalabalık. Herkesin başı önüne eğikti. Takdîr-i ilâhînin önüne geçilemezdi, ama sevenin sevdiğinden ayrılmasının üzüntüsünün de önüne geçilemezdi. Hastâhânede techîz ve tekfîn edildi. Cum'a namazından sonra arabaya kondu. İşte arabaya taşınırken son def’a tabutuna dokundum. Bana, kulun Allah’a yolculuğu olarak görünüyor ve bununla teselli buluyordum, hattâ imreniyordum.

Eyyûb’e geldik. İkindiye kadar beklendi. İkindi namazını müteakıb cenâze namazı kılındı. Çok kalabalıktı. Avlu dolduğu gibi, içerler ve dışarlar da dolmuş, orası mahşer yerini andırırdı. Hava soğuktu. Yukarı âile mezarlığına getirilip, sünnet-i seniyye üzere defn edip, rahmet-i Rahmân’a ısmarladık. Allahü teâlâ kendisine bol bol rahmet eylesin. Ekimin yirmialtısına 2001, rastlayan 1422 Şaban-ı şerîfinin dokuzu, Cum'a günü ikindiden sonra idi. Vefâtı hakkında bu fakîr şu mısra'ı târih düşürdüm:

Numûne-i âlîmân-ı nakşibendan gitti ve bes 1422

Çok seneler önce, kendilerinden ayrı kalmanın hasret ve muhabbeti ile kaleme almış olduğum bir şiirimi buraya yazmağı münasib görüyorum:

O’NA

Teshîr edici gözler, neş'e verici sözler Hepsi hayâl oldular, ayrılık yaman oldu.

Derin derin bakışlar, içli bir hayât gizler,

Dertliyim, görmiyeli, bir hayli zaman oldu

Tâli’ yüzüme gülüp, bana sevdirdi seni Hasret de, elem gibi, yaktı bitirdi beni Ben geleceğim artık, bekliyemem gelmeni Kalbimi zulmet bastı, gözlerim de kan doldu.


Mecnûn olmuş gezerim, aşkınla bunca yıldır,

Ya bu aşkla öleyim, yâhud yanına aldır,

Ayrılık perdelerin, birbir gözümden kaldır,

En kıymetli günlerim, ne çâre hicrân oldu.

Seni kalbime koydum, yâd ellere bakmadım,

En mu’âlla dost gibi, dilimden bırakmadım.

Ve ben ma’sûm bir kulum, başka yola sapmadım, Derim ki, candan yakın, bana bu cânân oldu.

Hayaller perde perde, gelir geçer gözümden, Hasretlik çizgileri okunuyor yüzümden,

Sizi sevdim diyorum, asla dönmem sözümden Ben râzıyım aşkımdan, bana bu dermân oldu.

Mâziyi eşer isek, yüreğim kan ağlıyor,

O eski hâtıralar hep bir bir canlanıyor,

Bir çok tanımıyanlar, beni mecnûn sanıyor,

Ve diyorlar, bu saray, vakitsiz virân oldu.

Sevmenin sonu var mı, ben yok zannediyorum Ve benim gibi âşık, cihânda yok diyorum Öyle temiz, öyle saf bir aşkla seviyorum,

Kalbim sessiz, dalgasız, engin bir umman oldu.

Çok kişiler vuruldu, o hüsnü cemâline Bir çoğu da bir anda veda etti yârine Herkes aşk ilân etti, düştü senin ardına Fakat bu aşkla seven bir tek Süleyman oldu.


ARVÂS'IN IŞIĞI

HAKKIN VE HAKÎKATIN ÂŞIĞI

HÜSEYİN HİLMÎ IŞIK

İKİNCİ FASIL SÛRETİ VE SİRETİ

Hüseyin Hilmî Işık efendinin babası Saîd Efendi’nin Rumeli göçmeni olduğunu ve 93 (m.1877) harbinde İstanbul’a geldiklerini yazmıştık. Ora halkının ekseri sarışın olduğundan, Hilmî bey hocamız da sarışın idi. Orta boylu olup, güzel ve yuvarlak yüzlü, düzgün burunlu idi. Ağzı ne büyük, ne de küçük idi. Yanakları pembe, alnı açık, kaşlarının arası da açık idi. İri kemikli, sağlam yapılı, kolları, bacakları bir spor adamınınkiler gibi irice olup, gözleri güzel ve ekseriya insanların yüzüne bakmaktan ve bilhassa gözgöze gelmekten hayâ ettikleri için, gözlerinin beyazı daha çok görünürdü. Yemek, içmek ve yazmakta sağ elini, diğer kuvveti îcabettiren işlerde sol elini kullanırdı. Yürümesi, yürürken hafîf sallanması ve sanki yukarıdan aşağıya doğru iniyormuşcasına olan hâli, gökyüzüne az, yeryüzüne daha çok bakması ile, Resûlullah’a benzerdi.

Sünnet-i seniyyeye ittiba'ı o kadar çok idi ki, bir gün yemek yiyorduk. Mercimek çorbası içerken şöyle buyurdular: "Efendim, ben önceleri mercimeği sevmezdim. Ama Resûlullah’ın mercimeği sevdiğini öğrenince, şimdi en çok sevdiğim yemeklerdendir. Kabak için de aynı şeyi söyleyebilirim." Ekseriyâ günde iki defa yerdi. Yemek seçmez, filân yemeği pişirin demez, bulursa yer, bulmazsa hiç yemez, yahud tuz, biberle kuru ekmek yiyip, :"Böyle yeyince sanki Eshâb-ı kirâm efendilerimiz gözümün önüne geliyor da, böyle kuru ekmek yemek bana en lezîz yemeklerden daha lezzetli geliyor, onlarda bulamadığım zevkı ve kulluk hâlini bunda buluyorum" derdi.

Bir def’a Onların evinde ikimiz yemek yiyorduk. Mevsim yaz, hava oldukça sıcaktı. Onlar tabaklara yemek koyarken, ben de bardaklara su dolduruyordum. Su, dolabdan çıkmış olup, soğuk idi. Bardağa baktılar ve gözlerinden yaşlar aktı. "Hocam, yine ne oldu da, ağladınız" dedim. Buyurdu ki :"Hâtırıma Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin soğuk içeceklerden hoşlandığı geldi. Ama Seâdet-i Ebediyye kitâbımıza, soğuk şeyleri severdi yazamadım da, serin içecekleri severdi, yazabildim. Yazsaydım, o zaman, o sıcak memlekette soğuk su nerede bulunacaktı, derlerdi. Şimdi siz şu bardağa soğuk su koyunca, birden hâtırıma, (âh ne olurdu, Resûlullah’a bir bardak soğuk su ikrâm edip, sâhib-i risâleti hoşnud etseydim) geldi de, imkânsızlık yüzünden gözlerimden yaş geldi. Her yerde, her işte, her zamanda, her kiminle olursa olsun, kalb gözünü Resûlullah’a ve onun Sünnet-i Seniyye’sine ittiba'ı şiar edinmek yollarının esası olan o büyüklere çevirmeli, gafletle bakmamalıdır. Meselâ aya, yıldızlara baktığınız zaman, Resûlullah da bunlara bakmıştır, hatırlayın." Buyurup, hep uyanık olmağa, gafil bulunmamağa işâret buyurdular.

Yere serili sofra bezi üzerinde yemeği, masada yemekten önde tutar, parmakla tesbîh çekmeği, tesbîh âletiyle çekmekden uygun bulur, bununla beraber yerde yemek yemenin sünnet-i zevâid olduğunu, tesbîh âleti ile tesbîh çekmenin takrîrî sünnet olduğunu söylerdi. Masada yemek yemek günâh değil derdi. Efendi hazretlerinin de masada yemek yediklerini, çatal-kaşık kullandıklarını, ayrı ayrı tabaklarda yediklerini, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yediklerini kendilerinden dinlediğim gibi, Efendi hazretlerinin oğulları A. Münîr Efendi’den de bizzât sorup öğrendim. Kendileri de böyle yapardı. Sofraya lüzûmu kadar ekmek getirir, bitince yine koyar ve : Bu, sünnete daha uygundur, derdi. Çok sıcak yemek yemez ve müsâfir olduğu zaman da, sofraya getirmezdi. Ekseriya çorba, etli bir yemek, salata, bir zeytinyağlı ve tatlı olurdu. Çiğ soğan yediklerini hiç görmedim. Ayakta veya yürürken yediklerine ve içtiklerine hiç rastlamadım. Ayakta yemek yiyenin şâhidliği kabûl olunmaz, derdi. Kuleli As. Lisesinde öğretmenlik yaparken, öğleyin okulun tabıldotundan yemez, çantasında getirmiş olduğu bir iki yerli muzu, kimyâ laboratuarında yediklerine çok şâhidim. ‘Yerli muz’, dedim. Çünkü o târihlerde, ya’nî 1954-1955 yıllarında memleketimizde hâriçden muz gelmezdi ve yerli muzlar daha ufak idi.

Çay, kahve gibi sıcak içeceklere pek meyilleri olmayıp, Efendi hazretlerinin yanında bile bir bardak çay içerdi. hattâ bununla alâkalı bir hikayeleri vardır. Şöyle ki: Efendi’nin de hâzır olduğu bir mecliste çay içiliyordu. Hocamız bir bardak içip, daha içmeyeceğini söylediği halde, Efendi’nin yardımcısı ve bütün hizmet ve işlerini görmeyi kendine vazîfe kabûl edinmiş Şâkir bey, bir bardak daha çay getirdi. Neyse, kırmamak için onu da aldı. Sonra Şâkir bey, yine çay vermek isteyince -ki şakacı idi- Hilmî Bey hocamız, Farsça bes=kâfi dedi. Şakir bey aldırmayıp, çay koymağa devâm etti. Hilmî Bey kürtçe besâ= yeter dedi. Şâkir bey yine aldırmayınca, :"Şakir ağabey, siz kürdçe bilmiyor musunuz?" diye verdiği cevâbı, Efendi hazretleri de duyup, pek

hoşlarına gitmiş ve gülmüşlerdir.

Cola nev'inden içecekler yerine gazozu tercîh eder, onu da pek nâdir içerdi. Haram olmadığını göstermek için, bir iki def’a eline sigara aldığını görenler olmuşsa da, ben içerken hiç görmedim ve benim, mübtelâsı olmasam da, sigara içtiğimi bildikleri halde, içmemem için birşey söylemediler. Umûmî olan, herşeyin çoğu zararlıdır, ifâdesini kullanırlar, sigara husûsunda kendileri içmediği halde, hiç nefsî hareket etmez, bilâkis İslâm âlimlerinden Alî Echürî, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî, Abdülganî Nablüsî ve İbni Âbidin (rahmetullahi aleyhim) gibi, dünyâca tanınmış büyük âlimlerin sözlerini dile getirirdi. "Ehl-i sünnete göre eşyada asl olan mubahlıktır. Ya'nî herşey aslında mubahtır. Peygamberler, Allah tarafından yasak, haram edilenleri bildirir, kalanlar mubah olur. Bir şeyin yasaklığına delil aranır, mubahlığına değil. Bunun için, haram veya günâh diyebilmek için, şer'î delilleri çok iyi bilmek, kendi rey ve görüşünü, hattâ nefsinin öngördüğünü bir ictihad gibi ileri sürmemek lâzımdır. Yoksa insanlar, Allah’ın dîninde söz söylemeği kolay mı sanıyorlar. Ben dînde bir kelime konuşabilmek için, aman ağzımdan yanlış bir söz çıkmasın diye ne kadar korkuyorum, bir bilseniz" derlerdi.

Suyu oturarak, üç yudumda, sağ elle, Besmele okuyarak kıbleye karşı, başı örtülü olarak içer, bunların ve sonunda hamd etmenin sünnet olduğunu, doymanın ve kanmanın Allah’dan olduğuna inanmanın farz olduğunu, helâl yimenin ve içmenin farz olduğunu, haram olduğu bilinmeyen şeyin yenebileceğini, yeryüzünde helâl lokma kalmadı, o halde ne yiyelim diyene, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin, haram olduğunu bilmediğini yiyebilirsin, cevâbını verirdi.

"Günde iki def’a yiyorum. Acıkmayınca yemiyorum. Acıkınca yemek ve iştiha ile yemek, yediğinden zevk ve lezzet almak, şükrü zor edâ edilecek ni'metlerdendir" derdi.

Buyurdu ki: Şir'at-ül İslâm’da yazar: Yemek, içmek, ilmi ibâdet ilminden önce gelir. Çünkü ibâdet de, yemek ve içmek ile eda edilir. Acıkmayınca yememelidir. Devâmlı et yememelidir. Meleklerin gadabına ve kalbin kararmasına yol açar. Et, et suyu ve yağlı yemekleri kırk gün hiç yememek de iyi değildir. Tabi'ati bozulur, ahlâkı kötüleşir. İhyâ'da Hazret-i Alî'nin (radıyallahü anh) "Kırk gün et yemiyenin ahlâkı bozulur, kırk gün devâmlı et yiyenin kalbi kararır" buyurduğu yazılıdır. Sebze ve sebze yemekleri iyidir. İbrâhim Nehaî (radıyallahü anh) :"Sebzesiz sofra, akılsız ihtiyâra benzer." Cafer-i Sâdık (radıyallahü anh) :"Malının ve evlâdının çoğalmasını isteyen, sebze yimeğe devâm etsin" buyurmuşlardır. Rivâyet olundu ki, sofrada sebze, yeşillik bulununca, melekler hâzır olurlar. Bunun için sofrada yeşillik bulundurmak müstehabdır.

Yemek yiyecek olan yemeğe kendisi yaklaşır; önüne getirmeleri için emir vermez. Zîrâ bunda yemeğe hakaret, küçük görme ve kendisini büyük görme vardır ki, ikisi de haramdır. Yemek yerken mütevâzi’ olarak oturur. Sofrada peygamberlerden (aleyhimüsselâm) birinin ismini taşıyan bir kimsenin bulunması müstehabdır. Eliyle sofraya veya yere dayanmaz. Sırtını da bir yere dayamaz. Çok rahat bir şekilde bağdaş kurup oturmaz. Sünnet olan, yemeğe doğru biraz eğilmektir. Sol ayağı üzerine oturup, sağ dizi diker, İmâmı Gazâlî hazretleri Resûlullah’ın yemekte böyle oturduğunu bildiriyor. Dizleri üstüne oturduğu da olurdu. Yemek yerken Peygamberimiz :"Ben Allahü teâlânın kuluyum, kul gibi yerim, kul gibi otururum" buyururdu.

Selâm vermiyeni sofraya çağırmaz. Meleklerin buğzuna sebeb olacağından, acıkmadan yemek yemez. Yemeği, Allahü teâlâya ibâdet etmek için kuvvetlenmek niyyeti ile yemeli, lezzet için zevk için yememelidir. Acıkmadan yemeyen ve doymadan önce sofradan kalkan kimselerin doktora ihtiyacı kalmaz. İlim ve takvâ sâhibleri ile yemek çok iyidir. Yemeği sıcak yememelidir. Yemekten sonra elleri yıkamak, yemenin sünnetlerindendir. Dînî vazîfeleri yapmağa kuvvet kazanmak niyyeti ile yemek yemek ibâdettir. Yemekten sonra elleri yıkamada da, küçük günâhların yok olması vardır. Yemeğe Besmele ile ve tuz ile başlamalı, sağ eli ile yemeli, içmeli, sonunda hamd etmeli ve yemek duasını okumalıdır." Sofrada, üç şey müstehabdır. Yeşillik, tatlı ve sîma-i sâlihîn [sâlih kimse] demişlerdir. Şimdilik Şir'adan bu kadar yeter. Şir'a, İmâm_ı Rabbânî hazretlerinin medh ettiği kitâblardandır"

Meyvelerden çok tercîh ettiklerini bilmiyorum, ama :"Her mevsimin meyvelerini o mevsimde yemek eşyanın tabîatine uygundur buyurur, hemen hemen evlerinden meyveyi eksik etmezlerdi. Eve harcamaları, kazançları ile münâsib idi. Kendilerine ise çok az masraf ederlerdi. Meselâ, askerlikten emekli oluncaya kadar [1960], hiç sivil elbise giyindiklerini görmedim. Biliyorum ki, sivil elbiseleri yok idi. "Efendi domates dolmasını [soğan dolmasını] severdi, ben biber dolmasını severim buyurmalarının hikmeti, âdetle alâkalı şeylerin, birinci dereceden dînden sayılmayacağını bildirmek için olup, Efendi’ye karşı (hâşâ) bir tavır almak, benlik iddiâsında bulunmak için değildi. Bir tabakta, meselâ domates ve biber dolması olsa, önce Efendi’nin tercîhini yerine getirir, sonra kendininkini. Aynı şekilde Efendi hazretleri son onbeş seneleri hâriç, tütün içtikleri halde, hocamız hiç içmedi. Zirâ bu ittiba'ı gerektirecek dînî bir bahis değildir.

Sık sık tıraş olmaz ve ayakkabılarını boyamazdı. Ama ayakkabılarının bağlarının açık olduğunu hiç görmedim. Mümkünse oturarak bağlardı. Son zamanlarda kuvvetten düştükleri için, paltosunu tutmağa izin verdiler. Yoksa kimseye tutturmazdı. Bir def’a ikimizdik. "Kimse görmüyor, tutayım hocam" dedim. "Teşekkür ederim, ama ben giysem, daha iyi olacak, siz tutarsanız nefsimin kabarmasından korkarım" buyurmuştu.

Evden çıkarken, Efendi’nin kendilerine, yatarken okumasını buyurduğu sûreleri okurdu. Ya'nî Efendi’ye, yatarken ne okuyalım, diye sûâl ettiğinde, Efendi: "Yatarken neler okunacak diye kitâblarda çok yazılar vardır. Ama sen şunları oku: Âyetel-kürsi, üç İhlâs bir Fâtiha, Kul' e'üzüler, üç istiğfâr, on lâ havle velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil azîm ve bir def’a lâ ilâhe illallah deyip uyumağa koyulur. [Eğer Âmene Resûlü'yü yatsı namazından sonra okumamışsa, yatmadan, ya’nî uyumadan evvel muhakkak okusun Teheccüd sevâbına kavuşur demişlerdir, Efendi.]

Evden çıkınca ekseriyâ köşe başlarında kendilerini görmek için bekliyen talebesi olurdu. Zaman zaman bana: "İleri gidiyorlar, evden çıkınca okuyacağım virdlerimi bile okutmuyorlar" derlerdi.

Başları öne eğik, hızlı adımlarla yürür, bir yere bakmak isteyince, dikkatlice bakardı. Yürürken, sanki kuş gibi hafîfti. Zor ayak uydururduk.

Tanıdıklarını, akrabasını, talebesini, büyüklerin mezarlarını ziyârete gider, ekseriya bu ziyâretlerinde yanlarına beni de alırlardı.

Asker olduğu müddetçe hep resmî elbise giyerdi. Emekli oluncaya kadar böyle devâm etti. Evde ise, pijamalı otururlardı. Ama içine, Cafer-i Sâdık hazretleri gibi kıldan veya yünden fanile giyerdi. [Nükte: Ca'fer-i Sâdık hazretleri süslü güzel elbiseler giyerdi. Bir gün tanıdıklarından biri, siz babalarınızın yolundan ayrıldınız, onlar çok sâde giyinirdi, dediler de, diyenin elini tutup, yakasından içeri soktu ve ona: "Dıştaki süslü elbisem insanlar için, içime giydiğim bu kıl gömlek benim ve babalarım için" buyurmuştu. İşte öyle!] Pijamalarının altı geniş, üstü uzunca olup, çizgili kumaştandı.

Emekli oldukları 1960 senesi kışı idi. Evlerinde kalıyordum. Çocuklarımın annesine, hocamın hırkasını, örneğini ve rengini ta'rif ettim ve onlarınki gibi bir hırka yaptırmıştım. Giyiyordum. Yukarıdaki odada ikimiz otururken, bana: "Kardeşim, ikimizin hırkaları aynı" buyurdular. Ben bu zâhirî hırka sözünden bâtınî hırkayı, ya'nî büyüklere nisbetimizin aynı olduğunu da anladım. Bir def’a da arabaları ile Yeşilköy’e gidiyorduk. Arabada müsâfeha ettik. Elimi bırakmayıp, ellerinde tuttular ve bana: "Sizin elleriniz de benim ellerim gibi oldu", buyurdukları zaman da, bundan, kitâb yazmada bana benzediniz ma’nâsını çıkarmıştım. Yemekte, yatakta, helâda, hattâ her yerde başını örtmenin müstehab olduğunu söylerdi. Ama emekli olduktan sonra başına şapka koymadı. Dışarıda başı açık bulunmayı tercîh etti. Elbette bunun fıkıhca bir îzahı olsa gerektir. Aynı şekilde emekli olduktan sonra hiç kravat takmadı diyebilirim. Belki bunda da, diğeri gibi büyük üstâdlarını örnek almış olabilirler. Ama sakal bırakmadıkları da bir gerçektir. Bununla beraber, elektrikli traş makineleri çıkalıdan beri, ustura veyâ jiletle hiç traş olmadılar. Haftada bir, azamî iki def’a makîne ile tıraş olur, bu hususta sorulan suallere :"Seâdet-i Ebediyye kitâbımızın Birinci cildi 74. maddesi Kazâ namazları bahsinin sonunu okursanız, orada geniş bilgiyi bulursunuz" cevâbını verirdi. Zâten otuzbeş yaşından sonra başlarında saç kalmamış idi. Bazan alnı ve başı güneş gibi parlardı. Bıyıklarını kırkardı, uzatmazdı. Göğsü ve sadece abdest alma zamanında görebildiğim kolları ve ayakları gümüş gibi parlardı. Kendisini hiçbir zaman kısa kollu bir gömlekle görmediğim gibi, abdest alma esnası hâriç çorabsız da hiç görmedim. İkisi de, onlara göre, edeb dışı hareketlerdi. Yazın da içlerinde fanile giyerdi. Atlet giydiklerine ve dizden yukarı dizlik [iç çamaşırı] giydiklerine, çamaşırlarında hiç rastlamadım. Geniş pijama ile namaz kılmağı, elbise ile namaz kılmağa tercîh ederdi. Çok elbisesi yoktu. Gri ve deve tüyü renkleri, diğer renklere tercîh ederdi. Çünkü Arvâsî büyükleri bu renklerden hoşlanır, cübbe ve elbisede bu renkleri diğerlerine tercîh ederlerdi. Rüyâda dahi görenler onlarbu renk elbise ile görürlerdi.

Bir ihtiyâc, bir sebeb bulunmayınca evden çıkmaz, gece gündüz kitâbları ve diğer kitâblarla meşgul olurdu. O kadar çok kitâb okurlardı ki, bir gün Beylerbeyi’ndeki evlerinde oturuyorduk. İkimizdik. Daha emekli olmamışlardı. Buyurdular ki: Geceleri dâhil olmak üzere, ömrümün çoğu kitâb okumakla geçti. Çocukluğumdan beri, en az kırk senedir namaz kılarım. İki rek'at namazımın kabûl olunduğunu bana söyleseler, kendimi dünyânın en bahtiyâr insanı addederim.”

Yine bir gün Çarşamba’dan geliyorduk. Orada kahvede oturan adamları görünce, yarı gizli bir ah ve teessüfle: "Eğer parayla zaman satın almak mümkün olsaydı, şu boş oturan adamların zamanlarını alır, çalışırdık." buyurdular. Okumadan, yazmadan durmak, onlara göre, insanın yaratılış sırrına ters düşerdi. Sık sık yeri gelir ve tekrâr ederdi :"Âlimin birine, ömründen bir sâat kaldı, bu bir sâatte ne yaparsın? deseler, ilim çalışırım deyince, ne fâidesi olacak, işte gidiyorsun, dediklerinde, ilim kendi başına bir sevâb ve en fazîletli ameldir, görmez misin bir kimse, kendine lâzım olmasa da, fıkıhdan bır mes'ele öğrense, sabaha kadar nâfile namaz kılmaktan fâziletlidir, demiştir"

Alelâde tahtalardan çakılmış, düz bir rahlesi vardı. Yerde oturur ve onun üzerinde yazardı. Bilmem inanır mısınız, ama yine de söyliyeyim. Elli seneye sığan bütün kitâblarını hep bu basît rahlenin üzerinde, yerde oturarak yazmıştır. Zaman zaman yanlarına oturur, çalışmalarına, belki de dinlemelerine yardımcı olurdum. Kitâb tashîhi için bir iki def’a yukarıki salondaki masanın etrafında oturduğumuzu hâtırlar da, evlerinin ikinci katındaki aralıkta, hep kitâb yazmak ve okumakla geçen uzun ömrünü, sâdece âhırete sermâye olarak kullandığına inanır, onların yanında ne kadar muhlis olmağa çalışsam, kendimi mürâî görmekten kurtulamazdım. Onları o halde görünce kendimi uzak, hâsılatsız, riyâkâr, kusurlu, günâhkâr görürdüm, ama hiç bir zaman ye'se [ümidsizliğe] kapılmam, daha çok çalışmak, ilerlemek , daha iyi ahlâka sâhib olmak, daha çok sevmek hisleri içimi doldururdu da, bazan saklayamazdım ve gözyaşları hâlinde dışarı vururdu. Kendilerini o kadar sevdirirdi ki, gerçekten bir içim su gibi, yanan ciğerlerime çekmek isterdim. Neyse, bu yarayı daha deşmeden, kalemi döndürüp sözümüze gelelim:

Nerede kalmıştık; çok okumalarında ve yazmalarında: Bir gün kitâbçıdan iki Farsça kitâb aldım. Biri Mektûbât-ı Rabbânî’de medh edilen Tergibüssalat kitâbının şerhi, diğeri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin asrının en büyük âlimlerinden meşhûr tasnîfleri ve telîfleri olan, dünyâca tanınmış ve Mektûbât’ta kendisine yazılmış mektûblar bulunan Abdülhak Dehlevî hazretlerinin [958- m. 1551] Mişkât-ül Mesâbih şerhi Eşi'at-ül-Leme'at'ın muâmelâta dâir bir cildi idi. Hocama götürdüm. Bırakın, bakayım buyurdu. Dört veya beşinci gün bir vesîle ile evlerine uğradım. Çıkarken: "O kitâbları vereyim. Birini okuyup bitirdim [Tergîb’i], diğerinin de büyük kısmını okudum" buyurdular. Bu kadar kısa zamanda, bu kadar nasıl okuyabildiler, diye taaccüb ettim. Daha garîbini söyleyeyim: Hocamız, on cild ve arabî olan Tefsîr-i Mazharî’yi onbeş yirmi günde okuyup bitirmişti. Kitâb okumalarına dâir böyle menkıbeleri çoktur. Meselâ İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-yi Seâdet kitâbını on def’a, İmâm Birgivî hazretlerinin vasiyetnâmesinin Kadizâde şerhini otuz def’a okumuşlardır. Mektûbât-ı Şerîfe’yi ise her sene üç aylarda hatm ettiklerini herkes bilir. Ama herkesin bilmediği bir menkıbesini size anlatayım. Ramazan-ı şerîfin son günü, akşama yarım sâat kala kapılarını çaldım. Kendileri geldi ve bir müddet

konuştuktan sonra ayrılırken bana buyurdular ki:

"Kardeşim, yukarıki odada Berekât kitâbını okuyordum. Okurken büyük bir feyz yağmuruna uğradım. Çok hoş bir hâl zâhir oldu. Kendimi o büyüklerin feyiz yağmuru ve koruma şemsiyeleri altında buldum. Ramazan-ı şerîfin sonudur. Şimdi eve gidin, abdest alın, sarığınızı sarın, seccâdenizi serin, Allahü teâlâya çok dua edin, yalvarın, Allahü teâlâ, Ramazan-ı şerîfin son gününde dua eden kullarını afv eder. Ben de şimdi yukarı ç ıkıp, size söylediklerimi yapacağım" dediler ve ayrıldık.

Bir defasında da buyurdular :"Aslında bize Kur'ân-ı kerîm, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ı ve Seâdet-i Ebediyye’de yazdığımız fıkıh bilgileri ile meşgul olmak yeter. Efendi hazretleri bize her şeyi anlattı. İnsanlar kabûl etsinler için onlara delil aramakla zaman geçiriyoruz. Efendi’yi ne bilsin, nereden bilsinler."

Kitâb yazarken, mevzûyu daha iyi anlamak ve anlatmak için çeşitli kitâblara, lûgatlara baş vururlar, bu hususta bıkmaz, yorulmazlardı. Gece yatarken bir şey hatırlasalar, kalkar onu kitâbın neresine koyacağını not ederlerdi.

Bir gün oğulları Abdülhakîm kardeşim geldi. Elinde bir kağıd vardı. Hocamız bana yazıyordu: "İhyâ-ül-ulûm kitâbında, Regaib gecesi cemâ’atle namaz kılmanın bid'at olduğu bahsi var. Bulabilirseniz, evde sizi bekliyorum, kitâbı da yanınıza alarak bize gelin." Aradım, buldum ve onlara gittim. Buldunuz mu? dediler. Evet, dedim. Açın okuyun efendim, dediler. Açtım, okudum. Terceme edin, dediler. Terceme ettim. Sonra :"Kur'ân-ı kerîm okuyunca anlıyor musunuz?" dediler. Hocam, kelimelerden birşeyler anlıyorum, ama murâd-ı ilâhî bu mudur, düşünmüyorum dedim. Buyurdular ki: "Ben de öyle, kardeşim. Başkaları on-onbeş sene arabî okuyor da, bizim kadar anlamıyorlar. Siz de, biz de ümmîyiz. Ümmî demek, birşey bilmeyen ma'nâsında değil, az bir teşebbüsle, Allahü teâlânın, ona çok ilim vermesi demektir. İşte siz de, biz de, belki arabî ile az meşgul olduk, ama Allahü teâlâ bize çok nasîb etti, bunun için Alllahü teâlâya hamd ve şükürler olsun!..."

"Kardeşim, şimdiye kadar çok beraber olduk, çok şeyler öğrendiniz. Görüyorum ki, arabî ve fârisîyi de biliyorsunuz. Bundan sonra, artık her şeyi bana sormayın. Anlıyorum ki, mes'eleleri kitâblardan bulup çıkaracak hâle geldiniz. Bunun için Allahü teâlâya hamd olsun" yollu çok sözler söylediler.

Seâdet-i Ebediyye kitâbları, yanlış saymadıysam, bin üçyüzseksenbeş (1 385) kitâbdan tertîb edilmiştir. Bazı kitâblardan alıntılar ise, yirmiyi, otuzu

aşmaktadır. Diğer kitâblarını da buna katarsınız, kitâblarının ne denli bir emek mahsûlü olduğunu düşünürken, parmağınızı ısırabilirsiniz. "Bu Allahü teâlânın bir fadlıdır, ihsânıdır. Dilediği kullarına büyük ihsânlarda bulunur" âyet-i kerîmesini okumaktan kendinizi alamazsınız. Kitâblarına, eserlerine ayrı bir fasılda temas etmek istiyorum, inşaallahü teâlâ.

Zâhir ilimlerinde Efendi hazretleri ve oğlu Ahmed Mekkî Efendi’den senelerce istifâde ettiği gibi, batınî [kalb, tasavvuf] ilim ve hallerde de, kendilerinin, hal tercemelerini yazarken, işaret ettiklerine göre, en büyük fâide ve mertebelere, yine Efendi hazretlerinin sohbetlerinde kavuştu. "Onunla beraber olunca, dünyâyı, âlemi, derslerimi unuturdum. Sanki dünyâdan çıkıp, başka âleme geçerdim. Sohbet ve beraberliğin semere ve neticesini hiçbir şey vermez. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) "Herkesin bir tarîki, yolu vardır, bizim yolumuz da sohbettir” buyurmuştur.

"Mektûbâttan tertîb ve telif ettiğim, Kıymetsiz yazılar kitâbımdan sohbetle alâkalı yazıları okuyayım" buyurdular:

—Sâlihlerin sohbetine rağbet ediniz.

—Evliyânın, sâlihlerin ve şerîatle amel edenlerin sohbetinde bulunmağa can atın, şerîata uygunsuz işleri gördüğünüz yerlerden, insanlardan, meclislerden uzak durun.

—Sohbetin fazîleti, her fazîletin üstündedir.

—Şeyhin sohbeti varsa, zikre ihtiyac yoktur.

—Pîrin [bir mürşid-i kâmilin] sohbeti ele geçmezse, sırf muhabbet ile de feyze kavuşulur. Lâkin aralarında büyük fark vardır.

—Sohbet neticesinde mübtediye [bu büyükler yoluna yeni girmiş olana] ulaşan ilk bereket Matlûb-i Hakîkîye [Allahü teâlâya] celle Sultânühü, kalb ile devâmlı teveccühdür. Bu teveccüh az zaman sonra Allah’dan başka her şeyi unutma derecesine varır.

—Ehlüllahın [Evliyânın] sohbeti, kemâl makamlarına kavuşmak ve sülûk konaklarını aşmak için muhakkak lâzımdır.

—Bu büyüklerin bir sâatlik sohbeti, nice erbaîn ve mücâhedelerden fâidelidir.

—Sohbeti büyük ni'met bilmelidir.

—Sohbet lâzımdır. Çâre yoktur. Sûret ve râbıta ile yetinmek hatâdır.

—Büyüklerle sohbet ve onlara hizmetin karşılığı Hak Sübhânehü ve teâlâdır. Amellerin karşılığı, ücreti bunun yanına yaklaşamaz. Bu, işin hakîkati olup, nefs-i emmâreyi itminana getirir. Başka ameller, ancak sûretten hakîkate

ulaştırmak içindir.

—Mürîdlerin birbiri ile sohbeti, birbirlerinde fânî olmak şartıyla, mutlak uzletten iyi ve fâidelidir.

—Sohbet edeceğiniz kimsenin, Allahü teâlâ ile beraber olduğunu yakînen bilmelisin.

—Kendi yolunda ve meşrebinde bulunmayan, dünyâ işlerine dalmış olan ve bid'at sâhibleri ile sohbet etmekten kaçınmalıdır.

—Dünya ehli ile sohbet, bir arada durup konuşmak varken, kalbde hakîkî matlûbun ve mahbûbun [Allahü teâlânın] sevgisinin zuhûr etmesi ve Gayb-ı Hüviyyetin [hiçbir bakımdan tam bilinemeyen Hak teâlânın zâtının] muhabbetinin arzusu yüzünden belli olmak ne büyük ni’mettir. Allah adamlarını sevmek, onun eseri ve onlara ihtiyâc duymak, seâdetin nişânıdır.

—Eshâb-ı kirâm efendilerimizin nefisleri, insanların en hayırlısının (sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetinde, hava ve hevesten temizlenmiş, sîneleri [kalbleri] düşmanlık, kin tutmak, kötülük düşünmek gibi emmâre nefs sıfatlarından arınmış idi.

—Eshâb-ı kirâmın cümlesi, Resûlullah’ın sohbeti sebebi ile ölümden önceki ölüm ile şereflenmişti.

—Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) velâyetin [evliyalık derecelerinin] en yükseğindedir. Hepsi Cennet ile müjdelenmiştir.

—Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’ın sohbeti bereketi ile kemâle ermiş olup, ümmetin evliyâsının en öncelikleri ve öndekileri olmuşlardır."

Büyüklerle sohbetin, onların meclis ve huzurlarında bulunmanın daha nice fâideleri, onları sevmenin çok yüksek semereleri vardır. Bir kısmına işaret ettik ve buradan Hilmî bey hocamızın, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin sohbetlerinde yıllarca bulunmakla, ma'nevî bakımdan çok ni'metlere ve ikrâmlara mazhar olduğunu bir daha anladık. Çünkü yakînen biliyoruz ki, Efendi hazretlerinin sohbeti demek, Bâyezid-i Bistamî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân veya Mevlânâ Hâlid efendimizin sohbetleri cinsindendir.

Evet, Seyyid Abdülhakîm hazretlerini 1929 senesinde tanıdı. O zaman tekkeler kapanmıştı ve Hilmî Işık hocamız, askerî mekteblerde okuyordu. Ya’nî bir medreseden ve tekkeden yetişmedi, ama zamanında belki bütün dünyânın en büyük müderris ve şeyhlerinin kat kat fevkınde bulunan bir kâmil mürşidin husûsî teveccühleri, nazarları altında olgunlaştı ve onun, âlemi gıbta ettiren sohbet ve muhabbeti ile yetişti. Bu yolun en büyük husûsîyyetleri onlar için cârî oldu. Ya'nî sohbet ve muhabbet, bir de bunlara sünnet-i seniyye üzere amel etmeleri eklenirse, terakkıye pek mâ'ni kalmaz. Ayrıca Efendi hazretlerinin: "Tekkeler kapanmasaydı, buradan bir kaç kişi [Sabrî efendinin beyânına göre Abdülhalık Goncdevânî hazretleri gibi beş altı kişi] yetişmek üzere idi" buyurmaları tasavvufdaki mertebe ve rüsuhuna, açık bir işarettir. Bununla beraber, hocamıza telkînde bulunduğunu ve telkînin çok iyi olduğunu, hayırlı neticelere götüreceğini buyurmuşlardır. Ama Hilmî Işık hocamız bundan söz etmeyince, Seâdet-i Ebediyye kitâbının SON SÖZÜ'nde geniş olarak ele aldıkları Râbıta bahsine gelelim:

O günü baştan alalım: İstahbulda Kâğıdhane’de sabun fabrikası [Şimdi Duru sabunları] sâhibi Rıfat beyin pederi Abdülvehhâb efendi 1963 kışı vefât eyledi. Hocamız, Enver ağabeyle bu fakîre de cenâzelerinde bulunmak için haber etti. Cenâze namazı Eyyûb Sultan Câmi’inde kılındıktan sonra, yukarıya, Efendi hazretlerinin câmisinin bulunduğu sırtın Hâlic’e bakan yamacında defn edilmek üzere taşınırken, o yokuşu çıkıyorduk. Hem çıkıyorduk, hem de Hocamız, onun hikâyesini anlatıyordu:

"Abdülvehhâb efendi, bir kaç sene önce fakîrhaneyi ziyâret etti ve şöyle anlattı: Erzurum’da medrese tahsîlimi bitirmiştim. Okumak ve ilmimi tamamlamak istiyordum. Aradığım büyük âlimin Bitlis’te Abdülcelîl efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim. Sordum. Müküs Şeyhi Seyyid Fehîm hazretleri Van'a geldi, Şa'baniyye Câmi'inde onun yanındadır, dediler. Oraya gittim. Kendi kendime, büyük âlim Abdülcelil efendi, kürsiye çıkmış, ilim yayıyor ve herkes onu dinleyip istifâde etmektedir, diye düşünüyordum. Câmi'e girdim. Herkes başını eğmiş, edeble oturuyor, karşıda ise nûr gibi tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes hürmetle ona dönmüştü. Herhalde, Abdülcelîl efendi, bu nûr yüzlü, heybetli, te'sirli zâttır, diyordum. Fakat soracak kimse bulamadım. Çünkü herkes boynunu bükmüş, dalmış dinliyordu. Ansızın önüme bir genç geldi. Ne arıyorsunuz? dedi. "Abdülcelil efendi hazretlerini arıyorum, kürsideki zât mıdır?" dedim. "Hayır, işte şudur" diyerek en geri sırada boynunu bükmüş, edeble oturan birini gösterdi ve :"İstersen sen de otur" dedi. "Karşıdaki zât kimdir" dedim. Müküs Şeyhi Seyyid Fehîm hazretleridir, dedi. Nice zaman sonra, bu gencin Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu öğrendim. Biraz sonra ezân okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehîm hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbîr getirirken, onun tekbîr sesiyle, bütün cemâ’at elektrikle çarpılmış gibi titremeğe başladık. Şimdi altmış sene oluyor, İmâmın o tekbîr sesi hâtırıma gelince, hâlâ titrer, kalbimde o gün olduğu gibi bir hâl olur. Anladım ki, Seyyid Fehîm hazretlerinin tasarrufu çok kuvvetlidir. Bir kaç gün Van'da kaldım. Seyyid hazretlerinden ayrılmadım, ayrılamadım. Çünkü beni çekiyordu. Kendimde çok garîb haller, o zamana kadar bilmediğim zevkler, arzular, ma’nevî beşaret ve işâretler, terakkî halleri buldum. Düşüncelerim, hâlim, kalbim, rüyâlarım değişti. Sanki bir başka âlemde idim. Birkaç gün sonra bu haller kalmadı. Çok üzüldüm. Seyyid Abdülhakîm efendiye, derdimi açıp :"Bir kabahat ettimse, beni bağışlasınlar, anlamadım ne oldu; sudan çıkmış balık gibi oldum" dedim. Tebessüm edip :"Üzülme, o hâller senden değildi. Hazret-i Şeyh’in tasarrufu ve ikrâmı idi. Bu yolda olanlardan bazı şeyler sana tattırdılar, haber verdiler. Çalışırsanız, o hallere ve zevklere kavuşursunuz" cevâbını verdi. Mürşid-i kâmilin nasıl bir insan olduğunu o zaman anladım.”

Hava oldukça soğuktu. Kar yağıyordu. Hocam Hilmî Işık efendi :"Bu soğuğa rağmen hiç üşümedim. Herhalde Abdülvehhâb efendinin bereketidir" buyurdu.

[Bir dakika!.. Söz Hazret-i Seyyid Fehîm’den açılmışken, hiç bir yerde bulamayacağınız bir menkıbesini yazıp, mevzûmuza dönelim: Efendi hazretlerinin ileri gelen eshâbından Abdülmecîd efendinin oğlu Enver Perîhanoğlu'ndan dinledim.

Hazret-i Şeyh, Abdülmecîd efendiye, Van’da iken :"Osman efendi vefât etti, gidelim âileseni yoklayalım, beş-altı küçük çocuk bıraktı. Ne ederler, görelim” buyurdular ve birlikte ziyârete gittiler. Küçücük, fakîr bir hânede buldular. Merhametle velâyet gayreti harekete geldi ve bir kese çıkarıp, evin direğine bağladılar ve Osman efendinin hanımına :"Hemşirem, buraya bir kese bağladım, her gün size yetecek kadar bundan alırsınız. Çocuklar büyüyüp, ekmeklerini kazanıncaya kadar bundan alırsınız ve bundan kimseye bahsetmezsiniz" buyurdular. O günden sonra maddî sıkıntı çekmediler ve bu hal yıllarca devâm etti.]

Evliyânın sözünde Rabbânî tesir vardır ve evliyânın kerâmeti hak'dır ve evliyânın kerâmeti, Hakkın kudretinin bir nev'i tasarrufudur. Bu üç sözü ezberleyiniz ve bu sözleri ‘ehl-i sünnetin kerâmet-i evliyâ hakkındaki akîdesi’ biliniz.

Sözümüze gelelim, "Cenazeden sonra, ben Hüseyin Efendi’ye gideceğim, Enver beyle oraya gelirsiniz, başka kimseye söylemeyin" buyurdular.

Hüseyin Efendi’nin çarşı içine yakın evine gittik.

[Bu Hüseyin efendiyi, kısaca kendinden dinleyelim :"Ben vaktiyle Kâdirî şeyhi idim. Yüzlerce mürîdim vardı. Ben de, uzun kavuğumla güyâ şeyhlik yapıp, mürîdlerin reisi idim. Bir gün Seyyid Abdülhakîm’in, sırt üstünde Gümüşsuyu denilen yerdeki tekkesine gittim. Sohbetine katıldım. Anlamadığım ilimler, duymadığım sırlar, o zamana kadar şâhid olmadığım ma'nâlardan konuşuyordu. Bir onları, bir de kendimi düşündüm. Edebimi takındım ve çok düşünmeden teslîm olmağa karar verdim. Çünkü, ben şeyh değil, o kapıda mürîd bile olmaktan uzak idim. Herkes dağılınca, huzûruna vardım ve :"Efendim, ben şimdiye kadar şeyh değil, eşekmişim! Kabûl buyurursanız, bundan sonra kapınızda hizmetçi olmakla şereflenmek istiyorum" diye arz ettim. Tebessüm buyurup :"Estağfirullah, siz bilirsiniz, gelirseniz sohbet ederiz" buyurdu. Ondan sonra sohbet ve hizmetlerine devâm ettim. Ne aldıysam, o hakîkat denizinden aldım." Efendi hazretleri bu tavrını beğenip, ona lütuf ve ikrâmla muâmele eyledi. Çünkü herkes, o makamdaki dünyâ ni'metlerini, şöhretini ve şatafatını bırakıp kapıkulu olmağa yanaşmazdı. Bu Hüseyin efendi, Efendi hazretlerinin, İstanbul’da Kur'ân-ı kerîm okumasını beğendiği, üç dört kişiden biri idi. Kendisiyle olan ünsiyetimiz sebebiyle, en kıymetli iki-üç el yazması eseri bu fakîre hediye etti. Titizlikle saklarım. Biri matbu’u bulunmayan, dünyânın en nâdir eserlerinden Zaman ve Mekân risâlesi, biri İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mebde' ve Meâd risâlesi, biri de Efendi hazretlerinin Eshâb-ı Kirâm risâlesidir.]

Sonra Hüseyin Hilmî hocamızı imâm yaptı ve akşam namazını kıldık. Hocamız farzı kıldırınca geri çekildi. Hüseyin efendinin yaşına hürmet etti. Hüseyin efendi, hocamızdan yaşlı idi. Bu hareketi ve edebi, bize bir ders oldu. O gün ve gece güzel şeyler konuşuldu.

Yeri gelmişken Hüseyin Efendi’nin evindeki bir toplantımızdan bahs edeyim: Ankara’da Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi’nde okuyordum. Şubat sömestr tatilini İstanbul’da geçiriyordum. Ramazan-ı şerîf ayı idi. Efendi hazretlerinin vefâtından sonra, eshâbı ve ahbabı, her Kadir gecesi Hüseyin efendinin evinde bir araya gelir, iftar ederler, terâvihi orada kılarlarmış. Ramazan-ı şerîfin yirmi altıncı günü hocamla beraber idik. "Bu akşam Hüseyin efendide olacağız. Müsâ'id iseniz, ikindiden sonra beraber gidelim" buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. Gittik, bizim arkadaşlardan Enver ağabey, Zeki ve Fârûk kardeşlerim de orada idi. Diğerleri kırk elli kişi vardı. Hüseyin efendi, Mekkî Efendi, Ziyâ bey amca, Tâhir efendi, Hâlid Turhan bey, Hasîb efendi,

Zeynelâbidin ağabey, Hâbil efendi, kardeşi Ahmed, Terlikci Mustafa efendi, berber Enver bey, emekli komiser Enver efendi, Şâkir bey amca, Sâlim bey amca, Mehmed Şekerci, Mehmed İnce ve daha ismini sayamıyacağım Efendi hazretlerinin İstanbul’da bulunan sevenleri hep orada hâzır idiler. Ziyâ bey amca, Zeynelâbidin beyin başını kucağına almış seviyor, okşuyordu. İftar topu atıldı. Önce oruclar bozuldu. Sonra akşam namazı kılındı. Duadan sonra yemeğe oturuldu. Efendi hazretlerinin tekkesindeki büyük sofra ortada idi. Herkes bir yere oturdu. Bizim arkadaşları da tanıyanları yanlarına çağırdı. Ben Ankara’dan geldiğim için, İstanbul’dakiler beni o kadar tanımazdı. Kimse çağırmayınca yerimde durdum. Hocamız gördüler ve hemen yanlarında yer açıp, çağırdılar. Sol taraflarında oturdum. Sağında, oğulları Abdülhakîm bey kardeşim vardı. Kalabalıktan üçümüze bir kaşık düşmüştü. Abdülhakîm bey bir kaşık yiyor, kaşığı babalarına veriyor. Onlar bir kaşık yiyor, kaşığı bana veriyor, ben bir kaşık alıp, kaşığı arkadan Abdülhakîm beye uzâtıyordum. Böylece yedik doyduk. "Bu yoğurtla un helvâsını ben evden getirdim, Besmele ile yapmışlardır, bunlardan çok yeyin” buyurdular. Elhamdülillah, onlarla, bu vesîle ile aynı kaşıkla yemek yemek ni’metine kavuştum.

Sonra, ya’nî cenâzeden Hüseyin efendiyi ziyârete gidip, yatsı namazını da orada kıldıktan sonra çıktık. Bir dolmuşla Eminönü’ne geldik. Gelirken arabada :"Efendi hazretleri buyuruyor ki, biz Mektûbât-ı Rabbânî’yi teberrüken okuruz, anlamak için değil" buyurdular, dedi. Ben de, hakîkaten Efendi hazretleri Mektûbât’ı anlayamazlar mıydı? diye sordum. Cevâbında :"Elbette anlardı; ama ondan evvelkiler de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğüne, sözlerinin derinliğine, işâret ve rumuzlarının sırrına ermek veya ermemek husûsunda, hep böyle söyleye geldikleri için, Müceddîdîlerde bu bir edeb olmuştur" buyurdular.

Enver ağabey, Eminönü’nde bizden ayrılıp, Beylerbeyi’ne gitti. Orada oturuyordu. Biz troleybüse binerek Fâtih Yavuz Selim durağında indik. O zaman arabada bana Efendi ile husûsî hallerini, Efendi’nin yataklarında yattıklarını, birbirlerini çok sevdiklerini anlattılar. İnip, eve doğru çıkarken, o karlı soğuk kış gecesi bana, onların yanında bir bahar gecesi kadar ılık, hafif, latîf ve tatlı geliyordu. Evlerimiz çok yakındı. Bazan bahçeden açtıkları kapıdan gider gelirdik. İşte o yokuşu çıkarken, mevzûmuzu, bıraktığımız Râbıta bahsini sordum ve Efendim, ben râbıta yapmak istiyorum, nasıl yapayım? diye arz ettim.

Buyurdular ki: Efendi hazretleri bana, Seyyid Fehîm hazretlerine râbıta yapmamı, emr ettikleri zaman, küçük oğulları Münîr efendiden bahsedip :"Bizim Münîr’i düşün, başında sarık ve sakallı kabûl et, gözlerini yumup, gözünün önüne getir, hayâlinde, karşında tut, iki kaşının arasına bakar gibi, hareketsiz dur. Çünkü Münîr, Hazret-i Şeyh’e [Seyyid Fehîm hazretlerine] benzer. Tabii ki, okunacak sureleri ve yapılacak hazırlıkları yaptıktan sonra" buyurdular. O zaman ben: "Hocam ben Seyyid Fehîm hazretlerini çok tanımıyorum, halbuki zât-i âlinizden Efendi hazretlerini çok dinledim, resmini de vermiştiniz, rüyâda ise tekrar tekrar kendisini gördüm. Sanki Efendi’yi görmüş gibiyim. Bunun için Efendi hazretlerine râbıta yapsam olmaz mı?" dedim. Biraz durakladılar ve sanki de biraz zorla :"O zaman siz Efendi’ye yapın" buyurdular. Beni bir arzu ve heyecan kapladı. Kalbimde sanki yeni bir ışık doğmuştu. Eve gidince, evdekilerden habersiz bu küçük boyumla ve hâlimle, o büyük işe giriştim. Hoşuma gitmişti. Daha ilk oturuşta, iki kere Efendi’yi gördüm. Birer cümle de olsa, konuşmalarına şâhid oldum. Bundan ilerisini yazmak, herhalde edep hududunu zorlamak olur.

İşte, azîz Hocamızın, bu fiili olan sohbet, zikir ve râbıta usûllerine riâyeti ile beraber, Efendi’nin nazar ve teveccühleri, hattâ eshâbı arasında bir nev'î husûsî muâmeleye ta'bi' tutulması neticesinde, bir yerlere eriştiği muhakkaktır. Fakat, her zaman tevazû hâlinde olmaları, mevzû' tasavvufdan açılınca, biz o büyüklerin yanında, insan bile sayılmayız, gibi sözlerle konuşmayı geçiştirmeleri, herhalde "bu gibi işlerin ve meşguliyetlerin zamanı geçti, şimdi îmânını kurtarma zamanıdır” ifadeleri ile beyan ettikleri ma'naya dayanmaktadır.

Elli seneye yakın Onlarla bulundum. Efendi’nin halîfesi olduklarını söylemek değil, bir tek kişiye bile, tarîkat için el verdiklerine şâhid olmadım. Ne böyle bir faaliyetleri oldu, ne de öyle bir iddiaları. Aksine :"Efendi halîfe bırakmadı. Tekkeler kapanmasaydı, bir kaç velî yetişiyordu. Tekkelerin kapatılması, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendi hazretlerine kadar gelen yolun kesilmesine sebeb oldu. Bu ne büyük kayıptır" der ve Efendi’nin zaman zaman :"Ben zâyi’ oldum" demeleri, her halde bu büyük kayıbın teessüfünün ifâdesi olsa gerek, buyururdu.

Bir akşam Işık Kitâbevi’nde oturuyorduk. Kitâbevinde vazîfeli İsmet bey ile, en kadîm arkadaşım, belki öz kardeşlerimden çok sevdiğim ma’nevî kardeşim ve yoldaşım Zeki bey de orada idiler. "Hocam, Efendi hazretlerinden, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî hazretleri için bir şey duydunuz mu? Dedim. "Evet, Efendi Hazretleri buyurdu ki, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî hazretleri mürşid-i kâmil idiler. Amma halîfe bırakmadılar, tıpkı Efendi hazretleri gibi" buyurdular.

Bu arada yeri gelmişken arz edeyim: Efendi hazretlerinin tasarrufu ile çok şeylere kavuştular. İslâm dînine yaptıkları hizmetler, nice şeyhler ve mürşidlerden görülmedi. Efendi’den yaktıkları kandili söndürmeden çok iyi muhâfaza ettiler. Efendi ile birlikte bu yolun büyüklerinin meş'âle, nûr ve feyizlerini bir sonraki zamana ve nesle ulaştırdılar. Yapılabilecek en mühim vazîfeyi sohbetleri ve eserleri ile sağlamlaştırdılar. İnşaallah talebesi de bu büyük ve ulvî ve ağır emâneti kendinden sonrakilere iletme vazîfesini yerine getirir ve hocalarının ve büyüklerin rûhlarını şâd ederler.

Yeri gelmişken çok kısa da olsa, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinden bahsedelim: 1228 (m.1813) senesinde Gümüşhâne’nin Emîrler mahallesinde tevellüd ve 1311 (m.1893) de İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye Câmi'i bahçesindedir. Çok genç yaşta İstanbul’a gelmiş, Bâyezid medresesine girmiş, zamanın en meşhûr hocalarından ders görüp, icâzet ve en iyi derece ile mezun olmuştur. Diğer taraftan Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin büyük halîfelerinden Ahmed bin Süleyman Ervâdî hazretlerinden 1264 Hicrî senesinde hilâfetle şereflendi. Hilâfeti esnasında Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hulefasından velîyyi kâmil Abdülfettâh Akrî hazır idi. Şeyhi Ervâdî, İstanbul’dan ayrılırken kendisine şeyh Abdülfettâh ile sohbete devâm etmeği tavsîye etti. Ervâdî hazretleri 1277 (m.1860) da yetmiş yedi yaşında iken Trablusşam’da vefât etti. Gümüşhânevî hazretleri, Mahmûd Paşa medresesindeki hücreden sonra, İstanbul vâliliği civârında bulunan ve 1923’ den sonra yıktırılmış olan bir câmi' ve zâviyeye nakl ederek, ömrünün sonuna kadar talebe ve derviş yetiştirmekle meşgul olmuştur. Çok kitâb yazdı. Ramuz-ül ehadîs kitâbı çok kıymetlidir. Hal tercemesi ve eserleri İslâm Meşhûrları Ansiklopedimizde yazılıdır.

Kendisinden sonra hayatta kalanların bir çoğu Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin sohbetinde toplandı. Onlardan biri kısaca boylu, tanınmış hattâtlardan şeyh Safî idi. Bir gün o güzel hattı ile şu beyti yazıp Efendi hazretlerine getirdi.

Bûy-i nebî gelir, şeyhim özünden,

Boyum yetişmiyor, öpem yüzünden

Râbıta hakkında Seâdet-i Ebediyye 2. Cild. 37. maddede, Bir tasavvuf mütehassısının mektûbu başlığı altında Efendi hazretlerinin, Hüseyin Hilmî Işık hocamızın bir önceki fasılda kendi ifâdeleri ve yine Seâdet-i Ebediyye'nin son sözünde yeterince beyanları vardır. Bu husûsda altı cild Mektûbât’ta yazılı olan mühim ma'nâlardan bir kaçını yazalım ve geçelim.

—Râbıta ile teveccüh birlikte olursa, nûr üstüne nûr olur.

—Râbıta, pîrin sûretini kalbde tasavvur eylemektir.

—Râbıta, pîrin sûreti, mürîdin hâzır-ı vakti olmasıdır.

—Râbıtanın husûlu seâdet ehline müyesser olur ki, her bir halde râbıta ettiği zâtı vâsıta bilirler.

—Râbıta zikirden efdal ve fâidelidir.

—Kavuşmada râbıtadan daha yakın bir yol yoktur.

—Râbıtanın kuvvetli oluşundandır ki, huzûrda ve gaybde olan vâridatın ayrılığı anlaşılmaz ve bir oldukları düşünülür. Halbuki hâzır olmakla, gaib olmak arasında fark vardır. Lâkin bu farklılık râbıtanın kuvveti nisbetinde azdır.

—Râbıta nisbeti [feyz ve bağlılığı] ağır basınca, sâlik kendini pîrin aynı ve onun sıfatları, hattâ elbiseleri ile kendini sıfatlanmış bulur ve her nereye bakarsa, pîrin sûretini görür.

—Râbıtayı ve kalb vazîfelerini sabah namazından sonra ve yatmadan evvel yapmak hoşdur."

Bu bahse bu kadar yer vermemiz, tasavvufî ıstılahların ve usûllerin, kâmil mürşide bağlı olmalarına rağmen, râbıtanın muhakkak emre ve izne bağlı olmayıp, bu yolun kıyâmete kadar açık olmasıdır. Herhalde Hocamız da, hâsseten bunun üzerinde çok durmuş, bu yol ile Hakka vâsıl ve maksadın hâsıl olmasına işâret buyurmuşlardır.

Mektûbât'daki şu beyt de, bu ma'nâyı imâ etmektedir.

Aradığın hazînenin nişanını verdim sana

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da

Şimdi biraz da Hocamızın ibâdetlerinden bahs edelim:

"En iyi amel ilim öğrenmektir" hadîs-i şerîfi, Onların alâmet-i fârıkası idi. "İlimle yapılan az ibâdet çok, ilimsiz yapılan çok ibâdet ve âmel azdır" hadîs-i şerîfi gereğince, hep bilerek amel ve ibâdet ederlerdi. "İbâdetin onda dokuzu helâl yemektir hükmünce helâl kazanmak için, alış-veriş bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır" der. Bunları ve benzeri amel ve ibâdetleri yerine getirmek için ilim öğrenmekten başka çare olmadığını bildirir, bunun için tefsîr ve hadîs ilmi ile fazla meşgul olmayıp, zamanlarının çoğunu bu ilimleri tekeffül eden fıkıh kitâblarını okuyup, anlamağa verirlerdi. Mezhebimizde, ya'nî hanefî mezhebinde bu konuda meşhûr olan Mebsût, Hidâye, Bahr-ür Râik, Nehr-ül Fâik, Eşban, Halebîler, İbni Âbidin diye meşhûr bilinen Reddül-Muhtâr ve benzeri kitâbları, Tâtârhâniyye, Fetâvâ-i Hindiyye ve benzeri fetvâ kitâblarını, mürâcâat kitâbları gibi değil, el kitâbları gibi kullanırdı. Yazdığı Seâdet-i Ebediyye kitâbında bu bilgilerin büyük bir kısmını, bu neslin okuyup anlamasına sundu. Eski ile yeni arasında bir köprü kurdu. Eserlerinde kullandığı Türkçe, diğer müelliflerin dillerinden çok farklıdır. İnşaallah bu bahse, bundan sonraki fasılda temas edeceğiz.

Gördüğüm âlim denebilecek zevât arasında, ilmi ile amel etmeğe hevesli ve istekli Onlar gibisini görmedim. Haram, mekrûh ve şübhelilerden sakınmada, âleme misâl gösterilecek bir numûne idi. Sanki içinde bulunduğumuz asrı yaşamamış, bu asırda ortaya çıkan göze ve kulağa hitâb eden âlet ve cihâzlardan çok uzak idi. Sanki şerîat ve ilim, bir küçücük bedene sığdırılmış, sıkıştırılmış idi. Dinleyenler, Onlardan muhakkak yeni ve duymadıkları bir şeyler öğrenir, kime söz söylese, ilmini artırırdı. Kısaca, Îsâ aleyhisselâmın, kiminle sohbet edelim ey Allah’ın peygamberi? diye süâl edene, verdiği cevâb, Hocamızda yerini bulurdu. O (aleyhisselâm) cevâb olarak :Öyle bir kimse ile sohbet edin ki, yüzü size Allahü teâlâyı hâtırlatsın, sözleri ilminizi arttırsın, ameli sizin âhırete şevkınızı kuvvetlendirsin" buyurmuştu. Hayâtım boyunca, hep Onları örnek almak istedim. Çünkü Seyyid Abdülhakîm hazretleri kendisine :"Amellerinizi bizden gördüğünüz gibi yapın" buyurmuştu. Ve diyebilirim ki, dünyâda yaşamak arzusu, Efendi’yi ve Onun sevdiklerini sevmenin hazzını duymak idi ve sanki Onların bu hâli bu fakîre aksetmiş idi. Neyse...

Elbiseleri her zaman temiz idi. Abdest alırken, her uzvu üçer def’a tam yıkamağa ve başını kaplama mesh yapmağa çok dikkat ederdi. Şöyle anlatırdı :Efendi hazretleri, Bâyezid Câmi'inde abdesti anlatırken, başı mesh etmeğe sıra gelince, sondan üç parmağını bitiştirdi, işâret ve baş parmakları ayırdı. Bitişik üç parmağın içi ile alnın üstünden enselerine kadar çekti. Orada elleri birbirinden ayırıp, avuç içleri ile enseden, başın ön tarafına doğru getirdi ve ilk başladığı yerde bitirdi. İşâret parmaklarının ucu ile kulaklarının içini, baş parmaklarının içi ile kulaklarının arkasını ve sonra ellerinin arkası ile ensesini mesh ettiler ve "en güzel mesh budur” dediler. Uzun saçlarının önlerine döküldüğünü görür gibiyim. Hep abdestli gezerdi. Onun için dışarıda abdest aldıklarını, sadece bir def’a traştan sonra olmak üzere, askerî lisede gördüm. Ama evlerinde çok gördüm. Her abdestte muhakkak misvak kullanırlardı. Sağ elin parmaklarını uzatır, baş parmakla küçük parmağı misvâkın altından, diğer parmakları ile üstünden tutarak, sağ üstten başlıyarak üçer def’a dişlerine sürerdi. "Fıkıh kitâblarında yazıyor ki: Misvak doğru ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış kadar olmalıdır. Erak ağacının dalıdır. Erak ağacı bulunmazsa, Zeytin dalından yapılır. Misvak veya fırça bulunmazsa, veya bir kimsenin dişleri yoksa, parmakları ile bu sünneti ifâ etmelidir. Misvakın otuzdan çok faidesi vardır. Tahtavî’nin Merâk-ıl Felâh Hâşiyesi'nde hepsi yazılıdır. Birincisi, son nefeste îmânla gitmeğe sebeb olur. Kadınlar misvâk yerine, sünnete niyyet ederek sakız çiğnemelidir" derdi ve yine hadîs-i şerîfte :"Misvak kullanarak kılınan namaz, misvaksız namazdan yetmiş kat üstündür" gelmiştir, derlerdi. Abdest alırken, abdest duâlarını okuduğuna rastlamadım, ama her uzvu yıkayışta Kelime-i şehâdet okuduklarına çok şâhid oldum. Abdeste hazırlanırken, giydiği gömleğin veya pijamanın kollarını dirseklerinden yukarıya kıvırır, yıkama esnasında kullanılan suyun oralara değmemesini sağlardı. Abdest alırken, müsta'mel suyun, fıkıhdaki necistir, mekrûhdur, temizdir, fakat temizleyici değildir, şeklinde bildirilen üç kısımdan, en ağırını kabûllenir, üzerine hiç su sıçratmamağa dikkat ederlerdi. "Ayakları üç def’a yıkamak sünnettir, ama parmak aralarını bir def’a hilallamak sünnettir" derdi.

Abdeste hazırlık yaparken, önce sol ayağındaki çorabı, sonra sağ ayağındakini çıkarır, gömleğin kollarını kıvırırken, önce sol, sonra sağ kolunu kıvırırdı. İndirirken ise, önce sağ, sonra sol kolu indirir; çorablarını giyerken de, önce sağ, sonra solu giyer ve :"Bunlar sünnete daha uygundur" derdi. Abdestin sonunda :"Allahümmec'alnî minet-tevvâbîn vec'alnî minel mutetahhirîn vec’alnî min ibâdikes-salihîn vec’alnî minellezine lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn" duasını okurdu.

Abdest alırken mâ-i müsta'melin [abdestte kullanılmış suyun] üstüne başına sıçramasından sakınmada, Efendi hazretlerinin Ziyâ Bey [Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin kayınpederi] hakkında medhiye makamında buyurduğunu söyler ve "Efendi eshâbına: İçinizde abdest alırken, üzerine su sıçramaması için önlük kullanacak Ziyâ’dan başkasını göremiyorum, buyurmuştur” derdi.

Huzûr-ı kalb ile, sünnete uygun abdest alır, abdest alırken konuşmaz, mümkün mertebe kıbleye karşı almağa çalışır, ama ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, abdest alırken ve hiç bir zaman kıbleye karşı tükürdüğünü ve ayaklarını uzâttığını görmedim. Zâten ayak ayak üzerine attıklarını hiç görmedim."Abdesti kuş gibi, namaz taş gibi" derdi.

Abdesti gibi namazı da güzeldi. Bir gün ikimiz oturuyorduk. Buyurdu ki :Üç şeyden zevk alıyorum: Namaz kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Mektûbât okumak. Bunlara doyamıyorum, ayrılmak istemiyorum. Bir dördüncüsü daha var, ama —burada gözleri doldu— o şimdi yok. O da Efendi hazretlerinin sohbeti idi. Âh, onlar ne güzel günlerdi. Gözlerinden yaşlar aktığını, hislendiklerini anlayıp, mevzû'yu değiştirmek istedim ve :"Hocam, her şeyi ihlâslı yapmanın ilâcı nedir" dedim. Buyurdu ki :"Sohbettir. Ama bugün dünyâda öyle bir sohbet yoktur. Bununla beraber, Efendi hazretleri, bu süâlinizin cevâbını verdi ve :"İhlâsını arttırmak isteyen Reşahât okusun" buyurdu. Reşahât ve Mektûbât gibi kitâbları okumak, ihlâsı kuvvetlendirir kardeşim" buyurdular.

Çok zaman beş vakit veya bir kaç vakit namazı beraber kıldığımız oldu. Hep kendileri imâm olurdu. İki def’a bu fakîri imâm yapmıştır. Bir def’asında :"Hocam, sizin önünüze geçemem" dedim. "Farzı kıldırın, sünnet için geri gelirsiniz" buyurdu. İkindi ve yatsı namazlarının sünnetlerini hiç terk ettiklerine şâhid olmadım. Namazın farz, vâcib, sünnet ve müstehablarına riâyeti çok mühim tutar ve buyururdu :"Efendi hazretleri, namaz bunların karışımıdır, ancak bunlar yapılırsa, namaz tamam olur, birinde noksanlık olursa, namazın kemâlinde, o mikdar noksanlık" olur buyururdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (radıyallahü anh) Mektûbâtının birinci cildi 29. mektûbunda namaz hakkında yazıyor ki:

"İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturan işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında, nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hattâ farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir. Öğrendiğimize göre, Emîr-ül mü’minîn Ömer Fârûk (radıyallahü anh) hazretleri, sabah namazını kıldıktan sonra, cemâ'ate baktı, eshâbından birini göremedi. "Filân kimse cemâ’atte yoktur" buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz, belki şimdi uyku bastırmıştır, dediler. Halîfe :"Bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâ'atle kılsaydı, daha iyi olurdu" buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile bir mekrûhdan sakınmak, zikirden, fikirden, murâkebeden ve teveccühden daha fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini artık düşünün. Evet bu nâfile işler, farzları gözetmek ve haramlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel, çok güzel olur."

Bu mektûbu baştan sona okuyup, namaza çok ehemmiyet vermelidir, dediler. Bunun için, Hocamızın nâfile namaz, oruç ve benzeri tâatlerini çok görmedim. Fakat, namaz, oruç gibi farzlara, sünnetlere çok riâyet ettiğini gördüm. Meselâ hiçbir zaman baş açık, kısa kollu ve çorapsız namaz kıldıklarını görmedim. Evde iken başlarına bazan sarık sararlar, bazan da takke giymekle iktifâ ederlerdi. Hayâtımda sehiv secdesi yaptığına bir def’a şâhid oldum. Bu da namazda ne kadar uyanık olduklarını göstermeğe yeter.

"Namaza ve her ibâdete niyyetin kalb ile olması şarttır. Bundan ziyâdesi bid'attir. Sonraki âlimler, dil ile de olursa, mustehabdır dediler" esasından ayrılmazdı. Kırâatte, terâvih namazı hâric, acele etmezdi. Fâtiha-i şerîfenin, hattâ diğer sûrelerin her âyetini okurken, âyet sonlarında durmak Resûlullah’ın sünnetidir. Tirmizî Şemâil’inde böyle bildiriliyor, derdi. Namazın bütün erkânına riâyet eder, ta'dil-i erkân çok mühimdir, bu dört yerde hareketsiz durmak vâcib olduğu için, acele ile yapmak sehiv secdesine yol açabilir, buyururdu.

Namazda Rabbinin huzûrunda bulunduğunun idrâki içinde, küçülür, büzülür, ezilirdi. Gören, sanki bir yük altında olduğunu sezerdi. Ama kendini o huzûr ve cem'iyyete öyle kaptırırdı ki, bakan bir kimse, sanki namazın hiç bitmemesi istediğini anlardı. Tehıyyattan sonra, sallî ve bâriki okur, ardından rabbenâ-âtinâ'yı da ilâve edip, selâmdan önce Efendi hazretlerinin okuduğu; "Allahümme innî e'ûzü bike min hemezâtiş-şeyâtîn" âyetini okur, selâm verirdi. Selâmı verirken omuzlarına öyle bakardı ki, arkadan bakan yüzünün o kısmını görürdü. Sünnet ile farz veya farz ile sünnet arasında, Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zel-celâli vel-ikrâm'dan başka bir şey okumaz, konuşmaz, ara vermezdi. "Bunlar yapılırsa, sünnetin sevâbı gider, hattâ bazı âlimler, sünneti yeniden kılmak icab eder demişlerdir" derdi.

İşrak, kuşluk, evvâbîn teheccüd namazlarını devâm üzere kılmaz, nâfile ibâdetler yerine ilim çalışır, kitâb yazar, îmânı, farzları, haramları insanlara öğretmeği daha önde tutardı.

"Hocam, teheccüde kalkmam, husûsunda ne dersiniz?" diye arz ettiğimde :"Me'mursunuz, sabah erken kalkıp gidiyorsunuz, ama arada bir, ta’til zamanlarında kalkmanız iyi olur" dediler.

Bir defasında :"Kırk senedir namaz kılarım, iki rek'at namazımın kabûl edildiğini bilsem, kendimi dünyânın en bahtiyâr insanı sayarım" buyurdu. Bu sözü ile, büyüklere ne kadar bağlı olduğunu gösterdi. Çünkü bu Resûlullah’ın sünnetidir. "Bir gece kıldığım iki rek'at namazından ümidliyim" buyurmuştu. Ondan sonra Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bestâmî, İmâm-ı Rabbânî ve daha bir çokları hep bu sünnete ittiba' etmiş ve candan söylemişlerdir. Seyyid

Abdülhakîm efendi de hacc yolunda, Şam'da tren beklerken, sabah namazını kılmış ve sonra :"O iki rek'at namaza güveniyorum" sözünü zaman zaman dile getirmiştir.

Bir gün Efendi hazretlerinin yazılarından namaza dâir şu satırları okudu :"Namaz kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyâda şer’-i şerîfe muvâfık namaz kılanlara hakaik münkeşif olur, ilm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmişiki derecesi vardır. En aşağısı ağaçlardaki yaprakların sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır."

Terzi Hâbil efendi, Efendi’nin sohbet ve hizmetinde bulunmuş, en yakın eshâbından Mustafa Kaptanın [Bağlumdadır] oğludur. Efendi’nin sevdiklerinden idi. Şöyle anlattı :Hüseyin Hilmî efendi ile Efendi hazretlerinin huzurunda idik. İkimize hitâb edip: Sizinle küfür arasında perde vardır" buyurdu.

Abdülkadir efendi hânemizi teşrîf ettiğinde anlattı : Efendi hazretlerinin sağlığında, o kadar çok tasarrufları altında idik, sohbetinde o derece temizlenmiş ve yakîn sâhibi olmuş ve o derece ihsân ve ikrâmları ile feyz ve nûr iktibas olunuyordu ki, bazan namazda, arabî bilmediğim halde, sanki Kur'ân-ı kerîmin bütün ma'nâsını huzûrî bir ilimle biliyorum, düşüncesinde olurdum.

Bazan Hocamızın seâdethânesinde, nerede ise gece yarısına kadar kalırdık. Ekseriyâ Mektûbât'tan okurlardı. Kimse kalkmak istemez, hepimiz zamanın durmasını, sohbetin devâmını isterdik. Dizlerimizin üzerinde edeble oturur, sâatlerce o halde olurduk da, ayak değiştirmez, hiçbir hareket etmezdik. Konuşan ve konuşulanlar, sanki bir kandil gibi içimizi aydınlatırdı. Genç, taze dimağlar, çok kirlenmemiş kalbler, bir nev'i huzura kavuşurdu. Gerçekten, ana, baba, yâr, kardeş, ders, zaman, herşey unutulurdu ve sonunda çok sevdiğim ve fakat kalbimi sızlatan sesi duyulurdu :"Bu akşam bu kadar yetsin. Vakit geç oldu. Arkadaşlardan evleri uzakta olanlar vardır. Dağılalım. Sabah namazına vaktinde kalkamazsak, bütün bu yaptığımız iyi şeyler günâh olur."

Önceleri, selâmdan sonra hemen Âyet-el Kürsî okurlardı. Daha sonra, üç istiğfar okuyup, Âyet-el Kürsî okudular. Ardından tesbîh, tahmîd, tekbîr okurlardı. Terk ettiklerini hâtırlamıyorum. Namazın sonunda, tesbîhler sünnet, dua müstehabdır buyururdu. Bunun için, imâm efendi dua etse de, kendileri tesbîhleri bitirmeden ona iştirâk etmez, tesbîhleri bitirmeğe gayret eder, sonra imâm efendinin duasına iştirak ederlerdi. Parmakları ile tesbîh çekince sağ elini, sol elinin avuc içerisine koyar, başparmağı ile sayar ve :Efendi hazretleri böyle yapardı ve "Benden gördüğünüz gibi yapın buyururlardı" derdi. Tesbîh ile çekince, sağ eli ile imâmeden başlar, sol eli ile otuzüç sayısını gösteren ara

işaretleri tutar, sonuna kadar böyle devâm ederlerdi.

Duânın kabûl yerlerinden, biri de namazların akabinde yapılmaktır düsturuna riâyet eder, en lüzûmlu dualarını, insanlar tarafından kendilerinden, hastaları, derdleri ve ihtiyacları için istenen duaları, çoğu zaman namazdan sonra yapar, silsile-i aliyye büyüklerinin hürmetine dualarının kabûlünü, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) tavassutuna eklerdi.

Yeri geldiği için buraya yazalım: Efendi hazretlerinin namaz risâlesinden okudukları bir günün notlarından birkaç satırını arz ediyorum:

Namaz İslâmın beş rüknünden ikincisi olup, Fahr-i Kâinât (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'raca teşrîflerinde, hayr-ül ümem [ümmetlerin en hayırlısı] olan ümmeti üzerine, ezeli hitâb ile, her bir günü ve gecesinde beş vakit olarak farz olunmuştur.

Namaz dînin direğidir. Her kim ki, namazı devâm üzere doğru ve tamam olarak edâ ederse, dînini ikame etmiş [doğrultmuş], İslâm binâsını dikmiş olur. Namaz kılmıyanlar —Allah korusun— dînlerini ve İslâm binasını yıkmış olurlar. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz: "Dininizin başı namazdır" buyurdu. Ya'nî başsız insan olmadığı gibi, namazsız dîn de olmaz.

Namaz mü’minin mi'racıdır. Ve mi'rac olması bu ümmete mahsûstur. Server-i Âlem’e (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'rac gecesinde Cennette müyesser olan rü'yet devleti [Hak teâlâyı görme seâdeti] indikten sonra, dünyâda, dünyânın hâline uygun olarak, namazda müyesser olduğundan, Peygamberimize (sallahü aleyhi ve sellem), kemâliyle tâbi' olanın [tam uyanın] o devlet ve seâdetten bu dünyâda namazda büyük hazzı ve kâmil nasîbi vardır. Külfet ve zahmet kalkar. Namaz kılanın bâtını [içi, kalbi ve rûhu] baştanbaşa tatlılık ve lezzet içinde olur. Kısaca öyle haller gelir ki, şaşılacak şeyler hâsıl olur. hattâ şerhe, beyâna gelmez haller zuhûr eder.

Velhâsıl, Namaz, nişânsızdan nişân verir ve matlûbdan haber beyân eder. Namaz kılarken yüz gösteren zevkler, lezzetler, nihâyete kavuşmuş olanların işlerinden haber verir ve bunlar Hakkın çok büyük ni'metlerindendir.

Namaz, Allah ve Resûlüne îmândan sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran bütün amellerin ve ibâdetlerin fevkinde en iyi bir ibâdettir. Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İmâm Alî'ye (kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh) :"Ey Alî, sen namazın farzına, vâcibine, sünnetine ve müstehabbına riâyet etmek gereksin" dedikte, Ensâr’dan bir zât, arz etti ki, Yâ Resûlallah, Alî bunların hepsini bilir, bunların fazîletini bize de anlatın da, biz de ona göre amel edelim. Resûlullah (sallahü aleyhi ve sellem) buyurdular:

Ey Ümmet ve eshâbım, tamamiyle edâsına riâyet olunan namaz, Allahü teâlanın hoşnûd olduğu bütün amallerin en fazîletlisidir, peygamberlerin sünnetidir, meleklerin sevdiğidir, Mâ’rifetin, arz ve semavâtın nûrudur. Bedenin kuvvetidir. Rızkın berekâtıdır, duanın kabûlüdür. Melek-ül mevt ile arasında şefâatçıdır. Kabirde ışıktır. Münker ve Nekr’e cevâbdır. Kıyâmet günü üzerinde gölgedir. Cehennem âteşiyle kendi arasında perdedir. Sırat köprüsünü yıldırım gibi geçiricidir. Cennetin anahtarıdır ve Cennette başına taçtır. Allahü teâlâ mü’minlere namazdan üstün bir nesne vermemiştir. Eğer namazdan üstün bir ibâdet olsaydı, onu en evvel mü’minlere verirdi. Çünkü meleklerin kimi kıyamda, kimi rükû'da, kimi secdede, kimi de oturma hâlindedir. Bunların cümlesini bir rek'at namazda toplayıp, mü’minlere hediye verdi. Zirâ namaz îmânın başı ve direği, İslâmın kavli, mü’minlerin mi'râcı, yer ve göğün nûrudur, bürhânıdır ve Cehennem ateşinden kurtuluştur:"

Namaz, Allahü teâlânın husûsî hizmet ve huzûrunda bulunmaktır ve aslın zuhûrudur.

Namaz, esas maksaddan olup, diğer ibâdetler namaz için vesîledir. Namaz, müslümanla kâfirin arasını ayırt edici bir ayıraçtır.

Namaz, münker [kötü] ve menhî [yasak] olan şeyleri işlemekten insanları men' eder ve günâhların keffâretidir. Güzelliği, diğer ibâdetlerin hilâfına, îmân gibi zâtîdir [kendindendir]. İbâdetleri en çok kendinde toplayan ve insanı en çok Hak teâlâya yaklaştıran bir ameldir. Çünkü namazda Rabbine (azze şânühü) münâcât edip [yakarıp] Hak teâlânın azamet ve celâlini müşâhede edicidir.

Namazı, huşû ve hudû’, huzûr-ı kalb ve tumaninete riâyetle ve tam bir cem'iyyet [hep Allah’la olmak] ve cemâ’atle, büyük bir sükün ve kulluk anlayışı içinde edâ etmek, necât ve felâhın [kurtuluşun] başlıca sebeblerinden olup, namâzı bu sûretle edâ eden mü’minlerin büyük kurtuluşa erdikleri âyet-i kerîmede beyân buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerîfde :"Namaz kılan, Mâlik-ül mülkün kapısını tazarru ile [yalvararak] çalıyor. Kapı, çalmasına devâm eden kimseye, şübhesiz açılır" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde :"Beş vakit namaz sizden birinizin kapısında akan dere gibidir. O derede, günde beş def’a yıkanan kimsenin bedeninde kir kalmayacağı gibi, namaza devâm edenler de, öylece günâhdan pâk ve temiz olur" buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfde :"Namazda uzun sûreler okuyarak ayakta çok durmak, ölüm hâlini hafîfletir" buyuruldu. Yine buyuruldu ki :"Farz olan beş vakit namazı cemâ'atle kılmağa devâm eden kimse Sırat köprüsünü parlak bir şimşek gibi geçenlerin ilki olacaktır. Sâbıkun olan ilk zümrede haşr olur. Onun için her gün ve gecede koruyucu bir melek vardır ve Allah yolunda öldürülmüş olan bin şehîd sevâbı verilir." Yine buyuruldu :"Karanlıkta mescidlere yürüyerek giden kimseler, Allahü teâlânın rahmeti içinde yüzücüdürler. Hak sübhânehü ve teâlâ cemâ'atle namazı edâ edip, sonra hâcetini dileyen kulundan (duâsından ayrılmadan istediğini vermemekten hayâ ederim) buyuruyor. Ya’nî daha duâda iken, istedikleri hâsıl olur. "Yine hadîs-i şerîfde geldi ki:"Her uzvunu iyice yıkayarak mükemmel sûrette güzel abdest alıp, namaz kılmak için mescidde bulunan kimse elbette istibşâr olunur, [kendisine hoş geldin denir], gurbetten gelene yapıldığı gibi."

Namazı eda ederken, edeblerinden bir edebi terk eylemeğe râzı olmayalar. Eğer namaz tamamıyle edâ edilirse, islâmdan büyük bir esas ele geçmiş ve azabdan kurtulmak için sağlam bir tutanak hâsıl olmuş olur.

Namazın dünyâdaki mertebesi, âhırette rü'yetin mertebesi gibidir.

Namazı büyük iş bilmek ve müstehab olan vaktinin evvelinde cemâ’atle ve sâir şart ve müstehablarını ve ta'dîl-i erkânı sükün ve vekar ile edâ etmek lâzımdır. Hadîs-i şerîfde :Amellerin en fazîletlisi vaktinin evvelinde edâ olunan namazdır" ve :"Kul namaza kalktığı zaman, Cennet kapıları kendisine açılır, kendisi ile Rabbi arasındaki perdeler kalkar ve Hûr-i ayn kendisini karşılar" buyuruldu.

Hudû’, kıyâmda ve diğer yerlerde, gözlerini bakması icâbeden yerlere dikmek, Kur'ân-ı kerîm okumağa yönelmek, ma'nâsını anlayabiliyorsa, esrarını ve ma'nâsını tefekkür etmek, anlamıyorsa, Hak celle ve alânın kelâmı olduğunu hatırında tutmalıdır. Bu işlere kendini vermek, secde edilen Zât-ı ilâhîye teveccühdür. Çünkü Zât-ı baht [Allahü teâlânın mücerred zâtı] isim ve sıfatları, mülâhaza etmekden, teveccüh ve murâkabe, tasavvur ve anlamaktan yüksektir. Teveccüh ve murâkabe, tasavvur ve anlama ise, Zât-ı bahta vâsıl [kavuşan] ve vasl-ı uryânî [tam kavuşmuş olmakla] mümtâz olan âriflerin işidir. Onların muâmelesi [halleri] ayrıdır. Bilhassa namazı edâ ederken, onun bâtını [kalbi ve rûhu] anlatılamaz bir halle, o yüksek zirveye erişir ve zâhirden kesilir. Onun zâhiri [bedeni] namazın erkânını yerine getirmeğe müteveccihdir. Bâtını ise, vasl-i uryânîde olup, aralarında hiç zıtlık yoktur.

Namaz kılan, hakîkat erbâbından değil ise, Kâbe’nin sûretine teveccüh etmelidir [dönmelidir]. Onun sûretine teveccüh ve Onu göz önüne getirmek, namaz kılana büyük bir ni'mettir. Kâbe’nin sûretine taş ve tuğla denmiştir. Öyle değildir. Zirâ taş ve tuğla, kenar ve duvar ve üstü olmasa, Kâbe, Kâbe’dir.

İnsanların secde edeceği tarafdır. Belki Kâbe’nin sûretinin öyle bir ma'nâsı vardır ki, anlayışlar ona yetmez. Akıllar, Kâbe’nin sûretini anlayamayınca, bunun çok fevkında bulunan Kâbe’nin hakîkatine nasıl erişebilsin. Kâbe’ye dönmek demek, namazı Kâbe tarafına doğru kılmaktır. Döndüğünü aklında tutmak ve Kâbe’yi göz önüne getirmek şart değildir. Yalnız ona doğru dönmekle Kâbe’nin bereketlerinden feyz alır ve hakîkatinden nasîblenir. [Hocamız, Türkiye’de bulunanlar, Kâbe’ye dönünce, Altın Oluğu göz önüne getiririz, buyurdu.] Namazda zuhûr eden haller, asl olup, namazın dışındaki hallerden çok kıymetlidir. Çalışmak lâzımdır ki, namazda lezzet ve Rabbi ile olmak hâli ele geçsin. Çünkü namazda, bilhassa farz namazlarında hâsıl olan lezzetler, nihâyete kavuşmuş olmanın alâmetlerindendir.

Cemâ’atle kılsın veya kılmasın, namazın erkânına riâyet ve edeb ve sünnetlerine dikkat etmeli, bir kusûr etmemelidir. Kıyâmet gününde ilk suâl namazdan olacaktır. Namazın hesabını doğru verirse, diğer ibâdetlerin muhâsebesi, Hakkın inâyeti [yardımı] ile kolay geçer.

Namaz kılarken üzerinde korku ve heybet hâli görünmelidir.

Efendi hazretleri Keşkül isimle eserinde, kazâya kalmış namazı olanların dikkatini çekerek buyuruyor ki:

Önce kazâya kalmış namazlarını hesab edip, miktarını bilmelidir. Sonra bir namazın on dakika zarfında kılındığı kabûl edilse, geçirilen her namazın akabinde gelen her on dakikalık müddet içinde, o namaz kazâ edilmezse, tâ kılıncaya kadar, her geçen o kadar müddet için bir kat günâh eklenir. Bunun içindir ki, kazâların sür'atle kılınması, hattâ her günkü vakit namazlarına âid sünnetlerin yerine de kazâ kılmak lâzım ve farzdır. Kazâlar bitince, sünnetleri dahî kazâ etmek sünnettir. Kazâ namazları bitinceye kadar, her gün kılınan kazâ namazları yazılmalıdır. Her gün görülmesi meşrû' ve zarûrî işlerin hâricindeki zaman kazâ namazlarının kılınmasına ayrılmalıdır.

Hadîs-i şerîfde gelmiştir ki, her farz namazını kıldıktan sonra Âyet-el Kürsî’yi okuyan kimsenin Cennete girmesine ölümden başkası mâni' yoktur.

Hadîs-i şerîfde beyân buyurulduğu üzere, farz namazından sonra okunan tesbîh, tahmîd, tekbîr ve tehlîlin, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî (radıyallahü anh) katında sırrı, namazın edası zamanında vâkı' olan kusûrların bunlarla telâfi edilmesidir. Bunun için namazı lâyıkı ile kılamadığını ve ibâdetinin noksan olduğunu bu tesbîhler ile itiraf etmelidir.. böyle devâm ediyor.

İşte Hocamızın sohbetinde ve meclisinde bu çeşit tatlı ninnilerle büyüdük. Bunun için Onlardan ayrılık en çok bize zor oldu. Âh, o günler! Elhamdülillah ki, Hocamızın, genç, dinç ve sağlam zamanlarında Onlarla beraber olduk. Hemen hemen her sohbeti böyle idi. Bunun gibi birkaç sohbetini yazacağım inşaallah.

Ramazan-ı şerîf ayı, onlar için gerçekten sevâb ayı idi. Bu ayda hatm-i Kur'ân, tesbîh, tahmîd, tekbîr, tehlîl, temcîd kelimelerini çok okumak, mühim bir işi olmayınca evden çıkmamak, kalbe fâideli zikir, fikir, murâkabe ile meşgul olmak, Mektûbât, Berekât, Reşahât, Mekâtib-i Şerîfe ve benzeri bu yolun büyüklerinin kitâblarını okumağa ağırlık vermek, lüzûmsuz konuşmamağa dikkat etmek, nâfile ibâdet ve sevâblara daha çok zaman vermek âdetleri idi. Kısaca Ramazan-ı Şerîf ayını ve orucunu, sadece yemek, içmek ve yatmaktan sakınmak olarak değil, bütün beden ve rûhları ile oruc tutmakla geçirmeğe gayret ederlerdi. Ahkâmın tatbîkinde bize canlı misâl idi. Bu bakımdan hangi taraflarını anlatsam, bize göre eksik, zamaneye göre artık ve medih oluyor. Asrımızda iki nesil arasında bu kadar çok farklılık meydana gelmesi, hızlı şehirleşmenin gerektirdiği ekonomik şartlar ve ihtiyâclar olduğu gibi, insanlara doğru yolu gösterecek Allah adamlarının nerede ise kalmamasıdır. Böyle karanlık bir zamanda bizleri aydınlatmağa çalışan ve bu vazîfe için ömrünü harcayan muhterem Hocamızı, Allahü teâlâ temenni ettiği makamlara kavuştursun. Bi-hurmeti Tâhâ ve Yâsîn!

AHLÂKI: Seyyid Abdülhakîm efendi (kuddise sirruh), Müceddîdî meşrebinde olup, bu yola mensûb olanların elinde yetiştiğinden ve bu yolun binası Sünnet-i Resûlullah’a ittiba' ve şeyh-i muktedâsına muhabbet üzere kurulduğundan ve feyz ve kemâlâtı kalbden kalbe aksedip geldiğinden, Sıddîk-ı A'zamın (radıyallahü anh), Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından :"Allahü teâlânın kalbime akıttıklarının hepsini Ebû Bekr’in kalbine akıttım" müjdesine kavuşmakla, onun yolunun devâm ettiricileri de Sıddîk-ı A’zamın ardı sıra, ahlâk-ı peygamberî ile ahlâklanmışlardı. İşte muhterem Hocamız, ilmini, itikadını, feyzini, ahlâkını ve daha fazîlet cinsinden nesi varsa, hepsini Efendi hazretlerinden almakla, onların, o büyüklerin ve nihâyet Resûlullah’ın ahlâkının âyinesi ve numûnesi olmuştu. Müceddîdî olmak ne demektir, bir başka fasılda anlatacağız, inşallah.

Resûlullah’ın ahlâkı ise, Kur'ân idi. Kur'âna Allah’ın ahlâkı da denir. Nitekim hadîs-i şerîfde :”Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız" ya’nî en güzel ahlâk üzere olunuz, demektir. Bir hadîs-i şerîfde de :"İyi ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyuruldu. Bunun için Hazret-i Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) "Resûlullah’ın ahlâkı Kur'ân idi" buyurmuştur. Ya’nî emirleri, yasakları, edebleri ve ahlâkı hep Kur'ân-ı kerîmden anlar ve onunla amel ederdi.

Hocamız ahlâkını Efendi hazretlerinden almıştı dedik. Bir parça açalım:

ZÜHDÜ: Dünyâdan elini çekmişti. Gören kendisine dünyâyı yakıştırmazdı. Himmetinin yüksekliği yanında, dünyâ ve içindekiler çok aşağı kalırdı. Azîz olmanın yolu :"Nefsini zelil edip, dünyâdan uzak olmaktır. Makam ve mal sâhibleri ile çok görüşmeyin, dünyâya meyliniz çoğalır" derdi. Yemek için yaşamaz, yaşamak için yerdi. Takvâ ve vera'ı şiar edinenler zümresindendi. Kalbi dünyâdan soğumuş, muhabbet-i ilâhî, muhabbet-i peygamberî ve muhabbet-i hazerât-ı îşân ile hep ısınmış halde idi.

TEVAZU'U: Gerçekten tevazu' timsâli idi. Vekar ile tevazu'un bir kimsede bu kadar bir arada olduğunu görmedim. Konuşurken kimsenin gözüne bakmaz, o kişi elini çekmedikçe musâfehadan elini ayırmazdı. Ayak ayak üzerine atmaz, koltuk gibi rahat ve yüksek yerlerde oturmaktan hoşlanmaz, yerde oturmayı tercîh ederdi. Bir gece, Onların evinde, terceme etmiş olduğum İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin menâkıbını Onlara okuyordum. "Siz koltuğa oturun, okuyun” buyurup, kendileri yere oturup, divâna yaslandılar. İnmek istedimse de :"Hayır, siz okuyorsunuz, çok kıymetli şeyler okuyorsunuz, inmeyin" buyurdular. Bir-bir buçuk sâat sürdü. Gözleri kapalı idi, ama okuduğum müddetçe sessiz sessiz damlalar gözlerinden temiz yanaklarına akardı. Bütün kitâblarını, daha önce işâret edildiği gibi, hep yerde oturarak yazmışlardır. Ayaklarını da uzatmazlardı. Hep efendim, kardeşim, evlâdım gibi saygı ve tevazu ifâde eden kelimelerle hitâb ederlerdi.

Odaya girip çıktığında :"Ayağa kalkmayın. Peygamber Efendimiz Eshâbına : Ev sahibiyim, girer çıkarım, ayağa kalkmayın" buyururdu, derdi.

EDEBİ VE HAYÂSI: "Hayâ îmândan bir şu'bedir" hadîs-i şerîfini yaşayanlardan idi. Hayâsından, kimsenin yüzüne gözünü bakmaz, kendini hep kusûrlu görür, başkasını hep iyi bilirdi. Kusursuz, günâhsız kardeşim diye mektûb yazdığı talebesi olurdu. Bir gün kitâbevinde idik. Buyurdular ki :"İçinizde en çok günâhı olan benim. Çünkü benim yaşım hepinizde büyüktür. Ömrümüz hatâ ve günâhlarla geçiyor. Namazlarımız yüzkarasıdır. Dinimizi yaymak için olan kitâb hizmetlerinin dışında hayırlı bir amelimiz yoktur. Kiminle görüşürseniz, duasını isteyin. Kimin dûası kabûl olunur bilinmez. (Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil) sözü bu yolun büyüklerinden Süleyman Âtâ hazretlerinindir" derdi.

Edebi olmayanın dîni yoktur, kelâmını söyler, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin :"Büyüklerimizin yolu, baştan sona edebdir" ve :"Edebi gözetmiyen kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz" buyurduğunu tekrâr ederdi. Duvarlarındaki levhada yazardı:

Edeb bir tac imiş nûr-i Hudâdan,

Giy o tacı emîn ol her belâdan

Buyurdu ki: Risâle-i Hâlidiyye’de şöyle yazar: Bu yolun yolcusuna, en çok lâzım, hattâ zarûrî olan dört şey vardır: İlim, ihlâslı amel, edeb ve muhabbet.

Hocamız, âilesinden Osmanlı terbiyesi, Seyyid Abdülhakîm Efendi’den nakşî edebi almış idi. Kendinden büyüklerinin yanında konuşmaz, kimse ile münâkaşa etmez, yabancıların yanında dahi en büyük edebi gözetir, ekseriyâ iki dizi üzerine oturur, bağdaş kurmayı dahi edeb dışı görürdü. Talebesinden Mehmed Yücel bey üniversitede okuyordu, hem de arabî çalışıyordu. Hocamızın bulunduğu odaya girdi. Başkasının evinde idiler. Hemen ayağa kalktılar ve :"Üniversitede okuduğu için değil, arabî çalıştığı için kalktım" buyurdular. Hayrî Paşa’nın arkadaşıdır diye, Kore kumandanlarımızdan Tahsîn Yazıcı’nın elini sıkarken, arkadaş hatırı diye eğilip elini öptüğünü gördüm.

Emin Saraç, Ezher mezunu idi. Mükemmel arabcası vardı. Ama ma’nevîyâtı zaif idi. Reformcuların, Seyyid Kutb’un tesiri altında kalmış idi. Bir gün bana :"Hilmî Bey hocamız, Seyyid Kutb, Abduh ve Mevdûdî gibileri tenkîd etse ama, onlara reformcu demese iyi olurdu" dedi. Ben de kendisine :"Ben sizi Hilmî Işık hocamızın evinde çok gördüm, niçin kendilerine söylemiyorsunuz da, bana söylüyorsunuz. Ben Hilmî Bey hocamızın vekili değilim" deyince, bana: "Hilmî Bey o kadar nâzik, kibâr ve edebli bir insandır ki, ona karşı bunu söylemeği kabalık kabûl ettiğim için size söyledim" dedi. O zaman uzun uzun konuştuk.

Hocamız bana anlattı: Bursa’da idim. İsmet Yanyavî hazretlerinin halîfesi Alî Haydar efendi ile bir evde karşılaştık. Mahmûd efendi ve diğer talebeleri de orada idi. Alî Haydar efendi, İstanbul’da arada bir Abdülhakîm hazretlerine gelirdi. Zirâatten çok anlardı. Bahçedeki ağaçlara aşı yapardı. Alî Haydar efendinin huzûrunda dizlerimin üstüne, ya’nî namazda oturur gibi oturdum. Kendi talebesi öyle edeble oturmuyordu. :"Binbaşıma bakın da, edeb öğrenin" deyip, onları azarladı. Kulakları duymuyordu. Kim olduğumu sordu. Cevâbını bir kağıda şu yazı ile bildirdim: Eyyûb’de Gümüşsuyu’nda Kaşgârî Hânegâhı’nda vazîfeli Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin ma'nevî evlâdı Hüseyin Hilmî Işık." Alî Haydar efendi, bunu okuyunca, eshâbına :"Bu, benim ağabeyimin oğludur, kalkın onunla kucaklaşın" dedi ve sonra bana :"Hangi kitâbları okursunuz?" deyince, yine kağıda: En çok İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ını okurum, diye yazdım. Seni Mektûbât’tan imtihan edeyim, deyince :"Estağfirullah, buyurun" diye arz ettim. "Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ :"Evliyâm benim kubbelerimin [örtülerimin] altındadır; onları benden başka bilen olmaz" buyurdu. Buradaki (örtülerim) kelimesini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne ile tefsîr ediyor?" dedi. Cevâb olarak, kâğıda, (levazımât-ı beşeriyye), ya'nî ‘insanlık ihtiyacları’ ile tefsîr ediyor, diye yazdım. Alî Haydar efendi, cevâbı okuyunca :"Aferin, sen Mektûbât’ı anlamışsın" buyurdu.

Hocamızın, Hüseyin efendiye edeben, farzı kıldırıp, sünnet için geriye geldiğine daha önce işâret etmiştik. Velhâsıl edeb, onların ahlâkı olmuş idi denebilir.

Yatsı vakti Ahmed Mekkî efendi ile hocamızı ziyârete gittik. Evden, kapıyı açıp, namazdadır, siz içeri buyurun, dediler. Girip oturduk. Biraz sonra hocamız geldi. Merhum Mekkî efendi, namazınızı bitirseydiniz, buyurdu. Sünneti kıldım, salât-i vitri sonra kılarım, sizi bir dakika bekletmek bana girân [ağır] gelir, cevâbını verdi. İsterseniz o gece konuşulanlardan bir hikâyeyi arz edeyim. Mekkî efendi anlattı :

Babam İstanbul’a geldikten bir müddet sonra, Erbil’li Es'ad efendiyi ziyârete gitti. Tanıdığı halde, gereken hürmeti göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapının yanında, yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam, bu Seyyidim Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir? diye sûâl edince, hayır, o Tâhâ-i Harîrî’dir, Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam, bendeniz, Seyyid Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur, buyurunca, Es’âd efendi, o, Seyyid Tâhâ'dan rüyada hilâfet almıştır, cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam :"O kadar câhil ki, hilâfetin rüyâda değil, ayıkken, uyanıkken, yazılıp verileceğini dahi bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu, sarayın etrafında dolaşıp, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul’dan çıkardı ve Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrâr İstanbul’a geldi, ama şeyh olarak. Eh, zaman değişti. Bize muâmelesine gelince, kaba bir Kürd hocaya yapılsa dahî, ayıb sayılacak harekette bulundu" buyurdu.

CÖMERDLİĞİ: İslâm dînine hizmet husûsunda, gerçekten, ceketimi bu iş için satarım, diyecek cömerdlikte idi. Seâdet-i Ebediyye kitâbını ilk çıkarmasını anlatayım. O zaman subayların mâaşı az olduğundan, senede bir kaç def’a çift maaş verirlerdi. Çift maaşın tekini evdekilere dahî söylemez, biriktirip, bu kitâbı çıkarmak için harcardı. Halbuki evinde buz dolabı, bile yoktu. Susamış olduğumuzu söylesek, küpten su getirirdi.

Bir gün minibüste yazmış olduğu kitâblardan, hediye ediyordu. Bir genç almadı ve ağır sözler söyledi. Hiç cevâb vermediler. O genç Fâtih’te minibüsten inerken, başını öyle kuvvetle kapının üstüne çarptı ki, inince yürüyemeyip, baygın vaziyette yolun kenarına oturdu. Bu hikâyeyi bana anlatırken, "Ben onun için kötü düşünmedim, ama Allahü teâlâyı incitti ve cezâsını gördü” buyurdular.

Kimine ev eşyası, kimine giyecek, kimine yiyecek, kimine para yardımı yapar ve kimse bunları bilmezdi. Bu fakîre, herhalde terbiye için anlatırdı. O kadar cömerd idiler ki, babadan kalma evlerini kardeşlerine, Ankara’da Mamak’ta yaptığı evi yine onlara verdiği gibi, hayatlarının sonuna kadar yine onlara yardım etti. Bir ev satın almadı. Kayınpederi Ziyâ beyden kerîmesi, ya’nî hocamızın hanımına kalmış olan Fâtih’te, Müstakîmzâde Sokak’taki evde yaşadı. Dahası var; ömrünü müslümanlar için seve seve harcadı.

HİLMİ: Ya’nî sabrı ve tahammülü de çok idi. İnsanlardan, talebesinden, hattâ akrabasından bir eziyet, sıkıntı gelse, katlanır, mukabele etmezdi. Yerine göre pamuktan yumuşak, ama küfre, bid'atlere ve günâha karşı müsâmahasız olup, çelik gibi sert idi. Masonlar, araya adamlar koyup, "kitâbında masonları medh etmesini istemiyoruz, masonların aleyhine olan yazıları çıkarsın, buna karşılık kitâblarının bütün masraflarını biz karşılayalım” dedikleri halde, kabûl etmedi ve kitâbını o kitâbevinden alıp başka yere bastırdı.

VEFÂSI: Çok vefâlı idi. Verdiği sözde durur, dediği zamanda, söz verdiği yerde bulunur, insanlarda vefâ kalmadı, ahidlerini tutmuyorlar, sözlerinde durmuyorlar, diye esef ederdi. Hayrî Paşa, kimyâ öğretmenliğine geçişini temin etti diye, hayâtı boyunca hep onu aradı, hep dua etti. İki üç def’a gece vakti beraber Hayrî Paşa’ya gittik. Her def’asında hediyeler götürdü. Öldükten sonra yerine hacca bedel gönderdi. Cenâzesinde bulunduk ve Edirnekapı Kabristanı’nda onu çok ziyâret eyledik. Talebesinden İsmâil Silleli bey, Isparta’dan gelirken, kendilerine bir halı seccâde getirdi. Hemen karşılığında ona bir elbiselik kumaş verdiler. Daha önce yazdığım gibi, Serhend’den döndükleri zaman, bir hatim bağışladım, karşılığında Şâh Velîyyullah’ın fârisî Kur'ân meâlini hediye ettiler. Böyle misâller çoktur.

ŞECÂATI: Şeci', ya'nî şerîatın öngördüğü derecede cesûr ve yiğit idi. Hakkını bağışlaması, ihsân etmesi dışında, almasını bilir, çekinmez, gerekeni yapardı. Kitâblarında ise, doğruyu yazmaktan kaçınmaz, korkulacak yalnız Allahü teâlâdır, der, ama fitne çıkmamasına ve devletle, hükümetle bir işi olmamasına çok dikkat eder, "Vatan sevgisi îmândandır" hadîs-i şerîfini sık sık okurdu. Kitâblarını okuyanlar, millî konularda ne kadar hassas olduklarını, vatansız, bayraksız, devletsiz yaşanamayacağını, her milletin aslî değerleri vardır, bunlarda gevşeklik olursa, millî bütünlüğün ve birliğin sarsılacağını ve buna benzer bir çok şeyler yazdıklarını görür.

İLMİ VE HİKMETİ: Maddî ve ma’nevî, dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için, gerçek hükemâdan idi denilebilir. Her sözü ilme, fenne ve tecribeye dayandığından ve bu bilgilerini ve tecribelerini dînin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, dartıp, söylediğinden, hikmet konuşan, ya’nî her sözünde dünyevî veya uhrevî fâideler bulunan, belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan saf ve öz bir değer idi. Kitâblarını okuyanlar ilmî durumunu anlarlar. Ama şunu da yazayım ki, müceddîdi rûhu ve neş’esi taşıyan öyle bir fen ve ilim adamına her zaman ihtiyâc vardır. Öyleleri yeryüzünün direkleri veya yer küresi gemisini, sarsılmaktan ve batmaktan koruyan gemi demirleridir. Allahü teâlâ eksikliklerini vermesin.

İFFETİ: İffet, vasf-ı mümtâzı idi. Bir kere evlendi. İki çocuğu ve hanımı ile yetindi. Ne gözü yabancı birisine değdi, ne gönlünde, Efendi hazretlerinden başkası oldu. O gönlünü Allahü teâlâya ve Allah’ın sevdiklerine vermişti. Aradığı, istediği hep o büyükler ve bilhassa Efendi hazretleri idi. Beyt:

Gözümü ve gönlümü neyle meşgul edeyim,

Gözüm hep seni arar, gönlüm hep seni ister, onun hâline uygundu. Gönlü o aşkla yanarken, gözünden hasret ve gurbet yaşları dökülürdü. O kadar çok ve çabuk ağlardı ki, görenler acırdı. İffeti, muhabbetinin neticesi idi.

Rûhum yanar; kalbim sızlar, ben nereye gideyim,

Kimseler ayrı kalmasın, bencileyin sevdiğinden buyuran Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aşkı, içine, iliğine işlemişti. Bunun için emir ve yasakları gözetmek, kendisine hiçbir zaman ağır gelmedi. Bilakis, teselliyi ve gönül rahatlığını bunlarda buldu. Allah korkusu, Allah sevgisiyle birlikte olunca, bu güzel meyveler zuhûr etti. Ya’nî hep Rabbinin rızasına götürecek işler, kendisine kolay oldu. Belâlara sabr, ni’met az da olsa, şükrü çok ederdi.

Güler yüzlü, tatlı sözlü olup, konuşanlar ondan ayrılmak istemezdi. Latif tabiatlı olup, sanki bütün güzel huyları kendisinde toplamış olmak bakımından zamanın garîbesi idi. Kötü sıfatlardan uzak olup, kimsenin ayıblarını aramazdı. Din düşmanları hâric kimseyi kötülemez, Allah, Peygamber ve İslâm düşmanlarına la'neti dînî bir vazîfe bilirdi. Malı, parası yoktu. Sâdece ölüm masraflarını görsünler diye, helâldan sakladığı, cüz'i bir parası vardı, o da yerine harcandı. Nesi varsa, kitâblara ve kitâbların dünyâya yayılmasına harcadı. Kimsenin malında gözü yoktu. Dünyâlık edinmede hiç hırsı ve cimriliği yoktu. Tembel değildi, bilakis çok çalışkandı. Hased edici, insanlara zarar verici, kibir edici, gadr edici olmadığı gibi, kötü âdet ve alışkanlıkları da yoktu. Kısaca iyi sıfatları, güzel ahlâkı edinmeğe çalışan ve kötü huy ve sıfatlardan uzaklaşmağı kulluğunun gereği bilen bir zât-ı kerîm-ül hisâl idi. Rahmetullahi aleyh. Bir gün bu fakîre, bir şiir yazın da, Se’âdet-i Ebediyye’de boş kalan yarım sahifeye koyalım, buyurdular. Ben de şu şiiri yazdım:

Uyan sevdiğim gençlik, bütün ümidler sende Uyan ey Anadolu, ey şehîdler diyârı Asr-ı seâdetteki adâlet, yeryüzünde,

Yeniden te'sis olsun, gelsin İslâm baharı.

Ceddinin torunusun, o kan damarındadır,

İstersen neler olur, rûhları yanındadır,

Resûlullah’ın aşkı, kalbinde kanındadır,

O senden yüz çevirmez, ara hakîkî yârı.

Sarıl güzel dînine, şerîati ihyâ et,

Sünnetin ışığında yok olsun, gitsin zulmet,

Doğsun islâm güneşi ve hakîkî seâdet Yenide zuhûr etsin, budur islâm şiârı.


101


ÜÇÜNCÜ FASIL

MÜCEDDÎDÎLİK’TEKİ YERİ VE HİZMETİ

Müceddîdîlik, ya’nî ikinci binde islâm dînini yeniden ilk asırdaki parlak, nûrlu hâline getiren İmâm-ı Rabbânî müceddîd ve münevvir-i elf-i sânî hazretlerinin açtığı çığırın esası, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yolu üzere, bir kaç merhâle daha ileri götürülmüş olmanın ismidir. Nakşibendî yolunun esası ise, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) nisbeti şeklindedir. Bunun için, çok kısa da olsa, Eshâb-ı kirâmın yolunu ve fazîletini arz etmemiz icabetti. Abdullah Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i Şerîfe'sinin ilk mektûbunu Farsça’dan Türkçe’ye tercüme ediyorum:

Allahü teâlâya, bize ve bizden öncekilere verdiği ni'metlerinden dolayı, sevdiği ve beğendiği şekilde, sayısız hamdü senâlar olsun. Hakîkî sâhibimizin ni'metlerine şükrü nasıl yapabiliriz ki, bizi ümmet-i merhûme [rahmet olunmuş ümmet] diye adlandıran Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyledi ve Ehl-i sünnet vel-cemâ’at itikadı üzere bulunmakla şereflendirdi. Kezâ Şeyhayn’ı [Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer’i] diğer bütün müslümanlardan üstün tutmak ve iki damadı [Hazret-i Osman ve Hazret-i Alî’yi] (aleyhimürrıdvân) sevmek, Ehl-i Beyt-i Nebevî’yi sevmek ve ta'zîm etmek ve Eshâb-ı kirâmın hepsini sevmek ve yüceltmekle mümtâz eyledi, ki bu sevgi ve hurmet, îmânın ve kurtuluşun esasıdır. Aynı şekilde Peygamberleri evliyâdan üstün tutma akîdesini ihsân eyledi. Evliyâdan hiç birinin zevk, şevk, esrar ve ilimleri, hiçbir peygamberin yüksek, parlak nisbetlerine erişemez. Çünkü onlar, sıfatların tecellilerinden, bu ise zâtın tecellisinden meydana gelmektedir. Evliyâya Onlara uymağı emr etti. Evliyânın peygamberlere yetişmesi nerede, Eshâb-ı kirâmın bile evliyâ üzerine üstünlüğü sâbittir. Çünkü Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, peygamberlerin en üstününün ve hayırlısının mübârek sohbetinin bereketi ile ilahî hikmet çeşmelerine, nihâyetsiz feyiz pınarlarına kavuşup, kendilerinden sonra gelenlerin hidâyete kavuşmalarına çalışıp, istirahat etmediler. Resûl-i ekrem’in (sallallahü aleyhi ve sellem) inâyet nazarlarından kalblerinde buldukları feyz ve nûr ile, sabır, kanâ'at, tevekkül, rıza ve teslîmi, hayâtlarının sermâyesi yapıp, teheccüd ve nâfile ibâdetleri kendilerine güzel ahlâk edinip, Allahü teâlâya ve Resûlüne olan muhabbetlerinin çokluğundan, akrabaları ile savaşmağı, iki dünyâ için seâdet ve kurtuluş bilip, Allah yolunda cihâdı ve dînin yayılması uğruna severek canlarını vermeği ve böylece gayr-i müslimlerin müslüman olmasına çalışmağı en büyük ni'met bildiler. İşte bunun içindir ki, hiçbir velî, en aşağı bir Sahabînin mertebesine erişemez (radıyallahü teâlâ anhüm). Onun için bunlara teşekkür bütün müslümanlara lâzım oldu. Allahü teâlâ onlara en iyi karşılıklar versin. Sübhânallah! Resûlullah’ın mübârek ve eşsiz sohbetinin tesir ve bereketi, ne şaşılacak bir şey idi. Hepsi Kur'an-ı kerîm ve hadîs-i şerîfle medh edilmektedir.

Hazret-i Alî (radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem), Hak teâlâya kavuşturan en yakın yolu isteyince, Resûlullah cevâb vermeyip, Cebrâil aleyhisselâmın haber getirmesini bekledi. Cebrâil aleyhisselâm Hak tarafından gelip :"Ey Allah’ın Resûlü, en yakın yol, zikirdir" dedi. Resûlullah tevhîd kelimesini telkîn yoluyla üç kerre zikr ettiler. Hazret-i Alî’ye de üç kere zikr ettirerek telkîn buyurdular. Sonra bütün Eshâb-ı kirâma bir arada veya münferid olarak telkîn edip :"Küçük cihâddan büyük cihâda geldik" buyurdular. Buradan anlaşılmış oldu ki, Allah’ın zikri ile meşgul olmak, nefisle cihâddır. Nefisle cihâd ise, büyük cihâddır. Zirâ nefs, Allah’ın düşmanıdır. Onu helâk etmedikçe Allah’a dost olup, yakın olunamaz.

Lâkin Hazret-i Alî’den önce, Resûlullah hicret esnâsında mağarada yanında bulunan Ebû Bekr hazretlerine hafî zikri [gizli zikri] telkîn edip, muhabbet-i zâtî nisbetini ve Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbeyi kalblerine akıtıp, ihsan etti de, "Allahü teâlânın kalbime akıttığı her şeyi Ebû Bekr’in kalbine akıttım" buyurdular. O zaman Hazret-i Ebû Bekr, öyle büyük bir hizmette bulundu ki, o inâyete lâyık olup, bütün Eshâbdan efdal oldu. Nitekim hadîs-i şerîfde :"Peygamberlerden sonra güneş, Ebû Bekr’den üstün bir kimse üzerine doğmamış ve batmamıştır" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de :"Ebû Bekr’in size üstünlüğü, namazının ve orucunun fazlalığı ile değil, kalbinde taşıdığı kıymetli bir şeyledir" buyuruldu.

Hazret-i Ebû Bekr’in kalbinde taşıdığı şey, hicret esnasında mağarada Resûlullah’ın, kalbine akıttığı zât-i ilâhîye mahsûs muhabbet nisbeti ve Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe idi. Nitekim hadîs-i şerîfde :"Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amelinden ağırdır" buyurulmuştur. Resûlullah’dan sonra Hakkın halîfesi Hazret-i Ebû Bekr olunca, bu nisbeti, dil ile sessiz olarak bazı Sahabiye telkîn ve ifâde etti. Bazı Sahabi de bazı Tabiine verdi ve bu nisbet büyük ellerden büyük ellere ve büyük kalblerden büyük kalblere devrederek meşayıh-ı kirâm arasında teselsül etti. Tâ ki, Hâce Abdülhâlık Gocdevanî hazretlerine Hızır aleyhisselâm kalb zikrini, nefesini tutma yolu ile ta'lim edince, Hâce hazretleri, dille sessizce zikri bırakıp, kalb ile zikr eyledi ve sâlikleri de böyle yetiştirdi. Buradan anlaşılmış oldu ki, bu yolda [Nakşibendîde] olan kalb ile zikir, Hızır aleyhisselâmdan ve Hazret-i Ebû Bekr’den gelmiştir. Onun için bu yüksek yol, Ebû Bekr hazretlerine nisbet olunur ve bu yola ‘Cezbe yolu’ ve nisbetine de ‘nisbet-i Zâtiyye’ denir. Bundandır ki, bu yüksek yolun mürşid ve mürebbileri, bazı sâlikleri, kısaca cezbe ile terbiye edip, Hakka vâsıl ederler, yahud zikir telkîn edip, sülûkte tafsîli terbiye ile Hakka kavuştururlar. Lâkin cezbe ile terbiye, mürşidin tasarruf kuvvetine bağlıdır. Cezbe ile terbiyede sâlik, zorluk ve sıkıntı görmeden Hakka vâsıl olup, sülûkteki sıkıntılarla karşılaşmaz. Ayrıca sülûk, yolu uzundur.

Diğer tarafdan Menâkıb ve Makamât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye kitâbının mukaddimesinde yazar:

Nakşî ve Müceddîdî büyüklerinin yaratılmasından maksad, Hak teâlânın ma'rifeti, kurb ve ihlâsın yüksek mertebelerine kavuşmak, şühûd ve ihsânın yüce makamlarına erişmektir. Peygamberân-ı kirâm da (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) bunun için gönderilmiştir. İşte Sahabe ve Ehl-i Beyt, Resûlullah’ın şerefli sohbetinin bereketi ile ma'rifetin yüksek derecelerine kavuşmuş, isim ve sıfatların tecellilerinden geçip, zâtın tecellileri ile şereflenmişler ve bu mübârek sohbette kalbleri tasfiye, nefisleri tezkiye, ahlâkları hamîde olmuştur. Her amel ve hallerinde Resûlullah’a tam uymuşlardır. Bununla beraber, bu büyüklerden çok nâfile ibâdet, melûfâtı terk, şiddetli riyâzet ve çetin mücâhedeler, birkaç istisna dışında, bildirilmedi. Çok yüksek derecelere kavuşmuş oldukları halde, kendilerinden çok kerâmet de sâdir olmadı. Kerâmetlerin çokluğu, mertebelerin yüksekliğinden olmadı; bunun sebebi daha başkadır. Onların halleri, sekîne, tumâninet, kuvvetli îmân ile ancak anlatılır. Çünkü onların letâfet ve kemallerine idrâkin eli ulaşamaz. Sofiyye kitâblarında bildirilen istiğrak, bîhudî, fenâ, bekâ ve diğer makamlar, o dînin öncülerinden pek anlatılmaz. Tâbiîn ise, bu yüksek derecelere onların sohbetinde kavuştu. Tebe-i Tabiîn de, bunların sohbetiyle kemâle geldi. O güzel asır bitip, insanlar ve fikirleri arasında ayrılıklar görülünce, bid'atler ortaya çıktı. Böylece bir çok fırkalar zuhûr etti. Tam doğru yolda, sırat-ı müstakîm üzere bir fırka bulundu. Buna Ehl-i sünnet vel-cemâ'at dendi. Onlar sünnete uymayı ve bid'atten sakınmağı şiar edindi.

Zamanın sofiyye büyükleri onlardan bir çok makamlar alıp, tevbe, inâbe, zühd, kanaât, tevekkül, rıza, teslîm ve benzerlerinde nice mücâhedelere katlandılar. Her makamda temkîn ve rusûhun kemâline kavuştular. Yollarının esasını, az yemek, az uyumak, az konuşmak, insanların arasına az karışmak, nefse muhâlefet etmek, hep abdestli durmak ve hep Hakkı zikr etmek üzerine kurdular. Çok rıyâzetler çektiler. Kimi günde bin, kimi beşyüz rekât namazı vazîfe edindi. Kimi günde iki, kimi günde bir kere hatm-i Kur'ân eyledi. Kimi kırk sene uyumadı, kimi yetmiş sene sırtını yere koymadı. Kimi uzak memleketlerden yetmiş, kimi baş açık, yalın ayak, yemeksiz ve bineksiz hac eyledi. Kimi on, kimi yirmi, kimi kırk günde bir yedi. Vatanlarını bırakıp, dağlara, sahralara düşüp, yaprak ve ağaç kökü ile iktifâ eyledi. Yama üstüne yamalı elbiseler giydiler. Kimi bir başlığı elli, kimi bir eski kilimi otuz sene kuşandı. Kavuştukları haller ve kemâller ile, bu zorluklar onlara kolay geliyordu. İşte Allahü teâlâ bu zor mücâdeleleri sebebi ile, onlara kendi muhabbet ve yakınlığını ihsân etti de, onlar cihânın önderleri, tevhîdin rehberleri olup, muhabbet cezbesi, şevk na'rası, zevk sayhası gibi hallerin ehli oldular. Herkesin bilmediği şeyleri bildiler, maddede tasarruf ettiler. Havada uçmak, tayy-i mekân, su üstünde yürümek, hakîkatleri değiştirmek, uzak ve yakından imdâd istiyenlerin feryâdına yetişmek gibi hârikalar gösterdiler.

Sonra Asr-ı Seâdet güneşinden uzaklaşıldı. Zaman geçti. O nûrlar kalmadı. Himmetler düştü. Bu mücâhedeleri yapabilecek, pek az kimse kaldı. Ve dünyâ zulmeti bürünüyor derken, Allahü tâlâ Pîr-i Pîrân, Hâce-i Cihân, tarîkatın imâmı, hakîkatın bürhânı, derdli kalblerin tabîbi, müşkillerin açıcısı, Şâh-i Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerini dünyâya getirdi ve onunla kendine ulaşan yeni bir yol izhâr eyledi.

Abdullahı Dehlevî hazretleri 87. mektûbunda diyor ki:

Şâh-ı Nakşibend’in (radıyallahü anh) yüksek hallerinden teberrüken birkaç satır yazıyorum. Bu haller onun Makamât'ında geniş olarak bildirilmektedir: Evliyânın imâmı, tarîkatın reisi, hâcelerin hâcesi, Hâce Behâeddin Nakşibend (radıyallahü anh) seyyidler hânedânına mensûbdur. Mübârek soyu, oniki İmâm’dan Hazret-i Muhammed Takî’ye (radıyallahü anh) ulaşır. Hicrî 71 8 (m.1 31 8) senesi Muharreminde dünyâyı şereflendirdi. Hazret-i Hakîm Alî Tirmizî [320- m.932] ve Hazret-i Hâce İshak Yesevî [590- m.11 94] gibi evliyâ ve diğer bazı sâlihler, onun dünyâya geleceğini önceden haber verip :"Buhâra’da bir meczûb ve mahbûb gelecek, dünyâ onun hidâyet ve velâyet nûru ile aydınlanacak" dediler. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî [755- m.1 354] hazretleri, Onların köyünden geçerken :"Bana buradan, Allah’ın velî kullarından birinin velâyet kokusu geliyor. Yakındır ki, bu Kasr-i Hinduvân [Hindular Köşkü] Kasr-i Ârifân [Arifler Köşkü] olur." buyurdu. Yine bir gün : "O koku çoğaldı, her halde o velî dünyâya gelmiştir" dedi.

Hâce hazretlerini, ya’nî Şâh-ı Nakşibend efendimizi, onun huzûruna götürdüler. Görünce :"Yıllardan beri kokusunu alıyoruz dediğim velî, işte budur. Çok yüksek makamlara erişecek, yolunda çok evliyâ yetişecektir" buyurdu.

Hâce hazretlerine, onsekiz yaşında iken, Hakkın cezbesi geldi. Himmet, istek ve gayret yüzünü herşeyden çevirip, Sofiyye-i aliyye yolunda sülûke koyuldu. Riyâzet ve ibâdet mesleğini seçti. Kalbin tasfiyesi için yedi günde bir yerdi.

Hazret-i Hâce, dîn ilimlerinde de büyük âlim oldu. Hadîs ilmini İmâm-ül Hüdâ Behâeddin Kaşlakî'den alıp, sened eyledi. Mevlânâ Behâeddin Kaşlakî hazretleri, aynı zamanda en büyük evliyâdandır. Daha ilk karşılaşmada Hazret-i Hâce’ye :"Senin gibi yüksekten uçan bir kuş daha vardır. O da Ârif Digrânî’dir. Onu görmek ister misin?" buyurdu. Elbette isterim, diye arz etti. Sonra damın üzerinden seslenip :"Ârif, gel!" buyurdu. Mevlânâ Muhammed Ârif, o anda bulundukları yerden yüzyirmi kilometre uzakta idi. O mesâfeden sesini işitip, sanki bir adımda yanına geldi ve Şâh-ı Nakşibend hazretleri ile görüştü. İşte bu Muhammed Ârif, Mevlânâ Behâeddin Kaşlakî hazretlerinin yetiştirdiklerindendir. Mevlânâ’dan sonra Seyyid Emîr Külâl hazretlerinden çok feyizler aldı. Hazret-i Hâce [Şâh-ı Nakşibend hazretleri] ona çok ta'zîm ve hürmet ederdi.

Hazret-i Hâce, üç vâsıta ile Hâce-i Cihân Hazret-i Hâce Abdülhâlık Gocduvânî’ye ulaşan Mevlânâ Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin halîfesi Seyyid Emir Külâl hazretlerinin sohbetinden Hâcegân nisbetine kavuştu. Seyyid Emir Külâl hazretleri pîr ve mürşidinin vassıyyeti mucibince, Hâce Nakşibend hazretlerinin tam yetişmesi ve kemâle gelmesi için, çok gayret etti. Kendisinde bulunan bütün fuyûzât ve vâridâtı ona verdi, terbiyesinde hiç eksiklik etmedi. Hâcegân nisbeti [velâyet-i hâsse-i Muhammediyye] onda hâsıl olunca, buyurdu ki :Himmetiniz yüksek oldu. Sizin rûhaniyyet kuşunuz, beşeriyyet yumurtasından çıktı. Azîzim, bizden buraya kadar. Bu maksaddan nerede bir koku bulursanız, oraya konarsınız. Hâce hazretleri tevâzu gösterip :"Başım kapınızın eşiğinin toprağıdır; sizinle kavuştuklarım bana yeter" diye arz edince, Seyyid Emir hazretleri : "Allahü teâlânın rızası, size söylediğimdedir. Meşâyıh [ya’nî bu yolun büyükleri] sizden râzı olup sizin daha yüksek kemâllere ve derecelere kavuşmanıza müteveccihlerdir" buyurdu. İşte Hazret-i Hâce bundan sonra, maksadına kavuşmak için yollara düştü, yolculuklara katlandı.

Ve nihâyet Ahmed Yesevî kolundan gelen en büyük mürşidler zincirinin halkalarından olan Şeyh Kuşeym hazretlerinin sohbetine ulaştı. Seyyid Ahmed Yesevî hazretleri ise, bilindiği gibi, Hâce Abdülhâlık Gocdevânî hazretleri ile birlikte, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin halîfelerindendir. Hazret-i Hâce bir müddet onun sohbetinde kalıp, istifâde etti. Şeyh Kuşeym, Hazret-i Hâce hakkında "Kalbi şevk ve erişme arzusuyla ve endişesiyle dolu olarak, tâ Buhâra’dan buraya geldi" buyurmuştur. Şeyh Kuşeym hazretleri, Yesevî silsilesinde en büyük âriflerdendir. Vefât edeceği zamanı bilip, hasta olmadan önce :"Su ısıtın ve mezar kazın!" buyurup, ardından bir müddet zikr etti ve cânı cânâna teslim eyledi.

Hazret-i Hâce Hak teâlâya yakarıp: Yâ Rabbi, evliyânın rûhlarına akıttığın muhabbetin deryâsından, bir damlacık olsun, Behâeddin’e de ver" diye arz edince, bir ses duydu :"Ey himmeti düşük! Bizden bir damlacık mı istersin?" Kendisi anlatıyor. Bunu işitince, başıma öyle bir tokat vurdum ki, acısı kaç zaman devâm etti. O zaman dedim ki :Eğer sultan-ül ârifin Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinin nihâyeti, Behâeddin’in bidâyeti değilse, Allahü teâlânın muhabbeti Behâeddin’e haram olsun!"

Böylece kuvvetli mücâhedelelerle ulaşacağı makamlara ulaştılar.

Hazret-i Hâce’den meydana gelen velâyet eserleri, nûrlar, haller, keyfiyetler, tasarruf ve kerâmetler, ikiyüz senedir hiçbir velîden bildirilmemiştir.

Nakşibend ismi ile anılmaları, babalarından birinin kalîn [renkli kilim] örücü olmasındandır. Nakşibendî, ya’nî renkli iplikler bağlardı. Bir başka ta'bîrle, tâliblerin kalblerinden Allah’dan başka her şeyi, küçük bir teveccühle siler, kalblerini Hakka bağlardı.

Tarîkatte onlara intisabın sebebi, nefy-ü isbattan [Lâ ilâhe illallah kelimesini usûlü ile söylemekten] devâmlı bir cezbenin hâsıl olmasıdır. Bu kelimenin zikri, Hâcegân hânedânında yapılagelen bir vazîfeydi. Bir de ma'iyyet [beraberlik] murâkabesinden bir cezbe meydana gelir. Bu murâkabe, Hazret-i Hâce ile meydana çıkmış olup, daha evvel yok idi. İki cezbeyi de kuvvetlendirip yaydılar. Hazret-i Hâce’nin sohbetinde birkaç gün kalmakla, kalb halleri tâlibi öyle kaplardı ki, tuzlu ile tatlıyı ayıramazlardı. Allahü teâlâ kendisine hayırlı karşılıklar versin!

Hidâyet ve rüşd eserleri, daha çocukken yüzünden hüveydâ idi. Onun kerâmetleri hârikulâde halleri ve tasarrufları, hakkında yazılmış olan kitâblarda

bildirilmektedir.

Dört yaşında idi ki: Bizim yüklü inek, alnı beyaz bir buzağı yavrulayacaktır" dedi, öyle oldu.

Bir gün evliyâdan meydana gelen, öldürme ve diriltme konuşuluyordu. Muhammed Zâhid’e :"Öl" buyurdular. Öldü. Bir müddet sonra :"Kalk, diril" buyurdular. Dirildi, kalktı. Halbuki rengi değişmiş idi.

Bir gün, Hüsrev'e :"Kendini bu yolda fedâ et ve nehre atla!" buyurdu. O da, tereddütsüz kendini Ceyhun Nehri’ne attı. İnsanlar kendini boşuna yere tehlûkeye attı, dediler. Bir zaman sonra Hâce hazretleri :"Hüsrev, çık gel" buyurdu. Hemen nehirden çıktı geldi. Hiç bir yeri ıslanmamış idi. Hayretle kendine bakanlara :"Orada bir odada murâkabe hâlinde idim" dedi.

Bir gün evliyânın havada uçmasından konuşuluyordu. "Bu da iş midir?" buyurup, kenarda duran zenbile : "Hadi yerinden havaya kalk ve şuradaki toz-toprakları içine doldur ve gel" buyurdu. Zenbil havalandı ve ilerideki rüzgârdan toz toprakla karışık yerden kendini doldurdu ve geldi. hattâ birçok def’a bunu yaptı. Nihâyet :"Yetişir" buyurdu da, zenbil bir daha gitmedi.

Birisi Hazret-i Hâce’yi ziyarete geldi ve :"Gelirken önüme çıkan nehirden ayaklarım ıslanmadan geçtim. Yolda bir ceylân sürüsü gördüm, onlara seslenip, yanıma çağırdım; koşarak yanıma geldiler. Onları yakından seyrettim. Karnım acıkmıştı. Sıcak yemek olsa da, yesem, dedim. Üstünden buharlar çıkan bir tencere göründü. Yedim" dedi. Hazret-i Hâce’nin huzûruna gelince, buyurdu ki :Evden ayrıldığın günden beri, gözüm üzerindedir. Ayağının altına elimi ben koydum da suya batmadan nehirden geçtin. Seyretmen için ceylânları senin yakınına ben getirdim. O sıcak yemek dolu tencereyi senin önüne ben koydum. Şu anda kalbindeki hallerin hepsini istersem alırım" buyurup, hemen o hallerin yok olmasına teveccüh ettiler. Halleri yok olup, kendini bomboş buldu. Tekrâr teveccühle eski hallerini ona verdiler. Tekrâr aldılar. Sonra, o halleri, kendinden daha yüksek feyz ve haller katarak, ona iâde ettiler ve ardından :"Allahü teâlâ bize, halleri almak ve vermek kerâmetini ihsân etti" buyurdular.

Adamın biri gelip, amcan öldü, dedi. Hazret-i Hâce: Ölmemiştir, ben onun ölmesini istemiyorum" buyurdu ve başını önüne eğdi. Sonra kaldırıp :"Ölmüştü, dirildi. Onun rûhunu melekten aldım, bedenine getirdim" buyurdu.

Himmet ve teveccühle Tâlibleri maksadına kavuşturmak, Hazret-i Hâce’nin husûsî hallerinden olup, teveccühle kalbleri zikr ettirir ve feyzler sunarak, cem'iyyet [kalbinde Allah’dan başka şey bırakmaz], cezbe ve vâridât ihsân ederdi. Bir halden daha yüksek bir hâle, bir makamdan daha yüksek bir

makama götürürdü. Tâlibin bunlarda bir dahli olmazdı.

Hazret-i Hâce’nin halîfesi [ve kaim makamı] Hazret-i Hâce Alâeddin Attâr, kendilerine arz edip : "Dervişlerden biri, kalb halleri, bana göre ayın ondördüncü gecedeki hâli gibidir söyler" dedi. Hazret-i Hâce :"O, kendi kalbindeki nûrların parlaklığını söylemiş. İnsana âid, hakîkat-i câmi'a denen büyük kalb başkadır" buyurdu ve yakasını tutup teveccüh buyurdular. Alâeddin Attâr hazretleri, Arş içindekileri kendinde müşâhede edip, Hazret-i Hâce’nin küçük bir iltifatı ile Kalb-i kebîrin [büyük kalb denen hakîkat-ı câmi'anın] hakîkatine kavuşup, bu büyük açılma ile bâtını kemâline ulaştı. Bunun üzerine Hazret-i Hâce :"Kalb budur, o değildir" buyurdu.

Hazret-i Alâeddin Attâr ( kuddise sirruh) buyurdu :"Hazret-i Hâce’nin bereketli ihsânları ile, dünyâdaki bütün insanları evliyâ yapabilirim. Fakat Allahü teâlânın rızâsı bunda değildir.

Hazret-i Hâce bir def’asında bir câriyeye teveccüh ettiler. Cezbeye kapılıp kendinden geçti. O halde evine gitti. Sâhibesi olan hâtun onu görünce kendinden geçip düştü. Gelen komşu kadın evin sâhibesini görünce, o da kendinden geçip, cezbeye kapılıp, muhabbet sarhoşu oldu.

Hazret-i Hâce’ye mahsûs olan "Sonun başlangıca yerleştirilmesi" Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) tasarruflarından bir numûnedir. Zirâ Resûlullah’ın daha ilk sohbetinde bulunanların kalbleri, hikmet çeşmesi olurdu ve bu bir sohbette bulunmakla evliyâdan üstün olurlardı. Allahü teâlâya teveccüh devâmlı olunca ve düşüncelerin kalbe az gelmesi veyâ hiç gelmemesi diye bilinen huzûr ele geçince, yahud kalbde devâmlı güzel haller bulununca, buna sonun başlangıca yerleştirilmesi denir.

Hâce hazretleri buyurdu :"Bana o kerâmeti ihsân ettiler ki, benim vâsıtamla belâlar kaldırılır. Başınıza bir belâ gelirse, bana sığının [beni vâsıta ederek isteyin] ve ihtiyaclarınızın, isteklerinizin yerine geldiğini görün. Otuz senedir, Behâeddin ne diliyorsa, Hak teâlâ onu yapıyor.

Hazret-i Hâce’nin mezârı, insanların isteklerinin, hacetlerinin görüldüğü bir bereketli yerdir. Padişahın emri ile, birini yüksek bir minâreden aşağı attılar. Bir yeri incinmedi. Şaştılar. O ise "Hâce Nakşibend hazretlerinin mezarına teveccüh ettim, ona Müşkil-küşâ, ya’nî zorlukları açan dedikleri herkesin ma'lûmudur. Mezardan bir el çıktı ve beni tutup, buraya koydu" dedi.

Özbekî :"Ey Hâce, sakalım yok, dedi. Hâce hazretlerinin inâyeti ile yüzünde sakal belirdi.

Câhil kadı: Ey Hâce hazretleri, ilmim yok dedi. Hazret-i Hâce’nin

yardımıyla, fukahadan sayılacak büyük âlim oldu.

Hazret-i Hâce buyurdular: Bana öyle bir tarika [yol] ihsân edildi ki, elbette kavuşturucudur. Bu yolda mahrumluk yoktur. Kazanılan ise çoktur. Allahü teâlânın fadlı, lütfu ile feyizler ulaşır. Benim yolumda mücâhede yoktur. Sünnete uymak ve azîmetle amel neticeye kavuşturur. Biz fadlıyanız, biz murâdanız. [Ya’nî biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuşanlardan ve Hakkın çekip götürdüklerindeniz]. Resûlullah’ın sünnetine uymak, azîmetle [haram ve şübhelilerden kaçınarak] amel etmek ve kalb ile zikr, benim yolumdur. Bizim bu yolumuzdan yüz çeviren büyük tehlikededir.

Çok zikirden hâsıl olan bağı büyük mürşidinden edindi.

Hazret-i Hâce’yi, kuvvetli cezbenin ihsân edildiği ma'iyyet [hep Rabbi ile olmak] murakabesi ile süslemişlerdir. Bu iki cezbede [Râbıta ve maiyyet] husûsî bir temâyüzleri vardır.

Molla Câmî, Hazret-i Hâce’nin 791 Hicrî senesi Rebi’ül evvel ayının üçüncü günü âhırete intikal ettiğini bildiriyor.

Şunu da bildirmeden geçmiyelim ki, düşüncelerin kalbe az gelmesi veyâ hiç gelmemesi, kalbde bir huzûr, teveccüh veya kalb hallerinden bir keyfiyyet hâsıl ediyorsa, bu hâle nihayetin başlangıca yerleştirilmesi denir. Bu huzûr ve haller, diğer yollarda sonda ele geçerse, çok büyük ni'mettir. Bu huzûr ve teveccühün dereceleri vardır. Huzûr altı ciheti de [sağ, sol, ön, arka, alt, üst] kaplarsa, buna Nakşibendî nisbeti denir. Müceddîdî nisbetinde ise, on latifenin her birinde bu huzûr hâsıl olur. Büyüklerimiz hep böyle demişlerdir. Bu fakîr [Abdullah Dehlevî hazretleri] büyüklerimizin vâsıtası ile, bütün bu halleri görmüş ve göstermişim. Beyt:

Nakşibendîler güzel kafile sürücüler Gizli yoldan hareme kafileyi sürerler

Ya’nî kısaca diyelim ki, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin şerefli tarîkatı, tasavvuf yolunun esası, zikr-i hafîye [kalb zikrine] devâm, kalbe teveccüh ve kalbin Allahü teâlâya teveccühüdür. Ayrıca kalbi luzûmsuz hâtıra ve düşüncelerden korumak ve belli miktar zikirden sonra :Yâ Rabbi, maksûdum sensin ve senin rızândır. Kendi muhabbet ve ma’rifetini ihsân et" demektir. Neticesinde ise, şerîate uymak, Sünneti seniyye üzere yaşamak, bid’atten uzak olmak, her işte orta yol üzere bulunmak, bunlarla birlikte yüksek makamlara kavuşmak ele geçer.

İşte bu silsile-i aliyye, Bâyezid-i Bestâmî’ye uğrayıp, ondan Tayfûriyye, Abdülhâlık Gocdevanî’den Gocduvâniyye, Şâh-i Nakşibend’den Nakşibendîyye,

Alâeddin Attar’dan Alâiyye, Ubeydullah Ahrar’dan Ahrâriyye ve İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânîden (kaddesallahü esrarehüm) Müceddîdiyye, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’dan Mazharıyye, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden (kuddise sirruhüm) Hâlidiyye isimleriyle işaret olunan feyz ve kemâlat ile nisbette ayrı bir yakîn, bir parlaklık ve kolaylık husûle gelmiş, zamanın menfî temâyülüne karşı, yeni bir nûr, yeni bir hareket, yeni bir kuvvetle karşı konup, nihâyet Seyyid Abdülhakîm hazretlerine kadar ulaşmıştır.

Ancak, bu büyükler hânedanı içerisinde Müceddîdîliğin ayrı bir yeri olduğundan, bu husûsta da kısa bir ma'lumattan sonra sözümüze devâm edeceğiz.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd ve Münevvir-i elf-i sânî olarak bilinen, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) neslinden Şeyh Ahmed bin Abdülehad hazretleri 971 (m.1 563) yılında Hindistan’da Serhend şehrinde dünyâya geldi. Daha çocuk iken, alnında rüşd ve velâyet nûrları, lutüf ve inâyet eserleri zâhir idi. Çok küçük iken hal ve söz sâhibi Şâh Kemâl hazretlerinin Kâdirî tarîkatine girmiş ve büyüklerin lütuflarına kavuşmuştu. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve babasından bir çok ilimler ve tevhîd ma'rifetlerini öğrendi. Çeştî yolunda irşâd icâzeti ile şereflenip, onların kâim makamı olmuştu. "Gençlik cününün şubelerinden bir şu'bedir" hadîs-i şerîfinin işâret ettiği onyedi yaşına gelince, zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde, akran ve emsâlinden ileri gitmiş, sonunda Delhi şehrinde, şerîat, tarîkat ve hakîkatin rehberi Hâce Muhammed Bâkî hazretlerinin Muhammedî nûr ve feyzler saçan sohbetine kavuşup, iki ay birkaç gün zarfında, Allah’ın evi diye bilinen Kâbe’yi ziyârete gitmek arzusuyla evden çıkmışken, yolda Kâbe’nin sâhibine kavuşmuştur. Hâce Muhammed Bâkî zamanının en büyük mürşid-i kâmili olup, altı vâsıta ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerine ulaşır. Onun bereketli sohbetinde tesirli nazar ve teveccühleri ile öyle olgunlaştı ki :"Gerçi Muhammed Mustafâ’nın sohbetine yetişemedim ama, Allahü teâlâya nihâyetsiz hamdü senâlar olsun ki, Muhammed Bâkıbillah’ın sohbetinden mahrûm kalmadım." buyurmuştur. Gördüklerini orada gördü, kavuştuklarına orada kavuştu. Hâce hazretleri o günlerde, sevdiklerinden birine yazdığı mektûbda :"Serhend’den şeyh Ahmed isminde, ilmi çok, ameli sağlam bir kabiliyet sâhibi geldi. Birkaç gün bu fakîrle oturup kalktı. Onun, bir hârika olacağı anlaşılıyor. O, bütün dünyânın, nûru ile aydınlandığı bir güneş olacak" diye yazdı.

Mektûbât kitâbı üç cild olup, 536 mektûbdur. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, Resûlullah’ın güzel ahlâkını, Eshâbının İslâmdaki yerini, büyükleri sevmenin fazîletini, sünnet-i seniyye üzere yaşamanın lüzûmunu ve daha çok şeyleri açıklayan bir deryâdır. Bu deryâdan inci, mercan çıkarmak, ancak usta dalgıçlara nasîb olur.

Ömrünün sonuna doğru, mezhebsizlerin iftiraları üzerine 1027 (m. 1617) senesinde Selîm Şâh tarafından Guvaliyâr şehrinde kaleye habsedildi.

1 029’da Şâh hatâsını anlayıp, çıkarıp özür diledi. İki sene asker arasında ma’nevî eğitimci olarak bulundu. Kış aylarında nefes darlığı olurdu. Soğukta, arkası yünlü hırka giyerdi. 1034 (m. 1624) senesi Safer ayının yirmidokuzu [2 Kasım] salı günü vefât etti. Evinin yanına defn edildi. Efgan padişahı Şahzaman, İmâm için büyük ve çok san'atlı bir türbe yaptırdı. İki oğlu, Muhammed Sâdık ve Muhammed Saîd de bu türbededir.

Mekâtib’de Abdullah Dehlevî hazretleri şöyle bildirir: Hazret-i Müceddîd (radıyallahü anh) Çeştî, Kâdirî ve Sühreverdî zikir telkînlerini yüksek babasından, Kübrevî yolunu Mevlânâ Ya'kub Sirfî’den aldıktan sonra, Nakşibendî yolunu Şeyhlerin şeyhi Hazret-i Hâce Muhammed Bâkîden alıp, kısa zamanda huzûr, şuhûd, cezbeler, vâridât, nûrlar ve Ahrârî yolunda bulunan tevhîd-i vücûdî sırlarına kavuşmakla şereflendi. Hâce hazretleri, Allahü teâlânın mücerred ihsânı olan Hazret-i Müceddîd’in yüksek istidadını, çabuk ve büyük ilerlemelerini överek buyuruyor ki: Şeyh Ahmed öyle bir güneştir ki, bizim gibi binlerce yıldız onun ışıklarının parlaklığında görünmez. Gök kubbe altında onun gibi bir başkası yoktur."

Bütün bu ilerlemelerin sebebi, her ne kadar Allahü teâlânın bir ihsânı ve yüksek mürşidinin teveccüh ve iltifâtı ile ise de, kendisinin, yukarıda dendiği gibi, ilim ve amelinin çok ve ihlâslı olması ve Nakşibendî tarîkatine uymakla şereflenmesi de göz ardı edilemez. İşte bunun için, Allahü teâlâ kendisine Hâce Muhammed Bâkî hazretlerinin terbiyesi ile yeni bir yol verdi. Bu yolda on latife ve bunların ötesinde çok ilim ve ma'rifetler vardır. Her latifede ayrı ayrı sırlar zuhûr eder. Her latifenin halleri ve keyfiyetleri çoktur. Mürşidi Hazret-i Hâce, kendisine :"Senin ilim ve ma'rifetlerinin hepsi sahîhdir ve peygamberlerin kabûl buyuracağı cinstendir" buyurdu. Âlimler ve ârifler onun yeni yolu ile şereflenip, bu yolun hak ve doğru olduğunu söylemişlerdir.

Hazret-i Hâce’nin sohbetinde kavuştuğu Nakşibendî nisbeti, Allahü teâlâdan hiç gafil olmamak ve hep Onunla huzûrda bulunmaktan ibârettir ve altı ciheti içine almaktadır.

Hazret-i Müceddîd’in baba ve dedelerinin hepsi ilim ve ihlâs sâhibi olup,

zamanlarının meşâyıhından, ekâbirinden ve evliyâdan idiler.

"Ümmetimden SILA isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" hadîs-i şerîfi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkındadır. Sıla, birleştirici demektir. Şerîat ve tarîkatı birleştirdiği için, bu isim Ona verildi. Zamanın âlimleri ona bu isimle hitâb eylediler. Kendisi de, oğlu Muhammed Ma'sûma (kuddise sirruh) yazdığı bir mektûbda "Beni iki deryâ arasında Sıla yapan Rabbime hamd ederim" buyuruyor.

Üstâdı Hâce Bâkıbillah, onun için :"Şeyh Ahmed, muradlardan ve mahbublardandır." buyurdu. Çabuk ilerlemelerinin sebebi de bu idi.

Hâce hazretleri, kendisini mutlak hilâfetle Sihrind’e [Serhend] gönderirken, kendisi irşâd makamından çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini Ona havale etti ve :"Kendimi onun tufeylisi biliyorum" buyurdu ve zaman zaman onun sohbetinden istifâde eyledi. İrşâd avazı dünyâya yayıldı. Hidâyet sesleri kalbleri bahar gibi yeşertip nice yenilikler zûhur eyledi. Bin yıllık namaz, yeniden Asr-ı Seâdetteki ma'nâsıyla Mi'rac oldu. Kutb-ül aktab, irşâd, kayyûmluk davulu, Onun ismiyle çalındı. Velâyet derecelerine kavuşmak, bir iltifâtı ile nasîb oldu. Ebdâller, Evtâdler, onun huzûruna koştu. Evliyâlık nûrları, haller, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile yazılacak cinsten değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrasında dolaşanlar, onun sohbetinde hidâyete kavuştu. Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sâhiline Onun iltifatı ile erişti. Hakîkat ve ma'rifet tâlibleri, karınca ve çekirgeler gibi onun etrafına üşüştü. Sultanlar, kumandanlar ve vâliler, pervâne gibi, bu hidayet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Sohbetinde, tâliblere nisan yağmuru gibi gelen feyizlere, yedi kat gökteki melekler gıbta eder oldu. Her taraftan, âlimler ve fadıllar büyüklüğünü ve kerâmetlerini işitip, velâyet saçılan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele ettiler. Allahü teâlâya yaklaştıran teveccühleri ve nazarları bereketiyle, huzûra, nûra, cemiyyete ve hiç uğraşmadan müşâhadeye ve çile çıkarmadan tevhîde kavuştular. Vahdet denizine dalmadan, ehadiyyet deryâsında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesrette vahdetin müşâhadesi, muhabbet cezbeleri ile gönül ma'rifetleri, küçük bir iltifatın semeresi oldu. O zamana kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçti. Daha öncekilerin iftar etmeden oruç tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzûrunda yetişenler için, özenilecek şeyler olmaktan çıkıp, amellerde ve ibâdetlerde orta hal üzere olmak, dua ve tâatlerde sünnete tam yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyazetle ele geçebilenler, onun bereketli teveccühü ile, hemen hâsıl oldu. Mübârek zâtı, Allahü teâlânın büyük ni'meti ve Resûlünün vekili oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği ona verildi. İkinci bin yıllarının müceddîdi oldu. Böylece Hazret-i Mehdî’ye kadar, gelecek feyiz ve bereketler, Onun vâsıta olmaklığına bağlandı. Yeni yeni ilimleri, duyulmayan ma'rifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşifleri ile, yeni bir yol açtığı, güneş gibi meydandadır. İlmi üç kısım idi. En aşağı kısmına giren yazıları ve Mektûblarını okuyanlar hayretten parmaklarını ısırıyorlar.

Her yüz sene başında bir müceddîd [dini kuvvetlendirici] gelir. Ama, yüz senede bir gelen müceddîd ile, bin senede bir gelen müceddîd arasında çok fark vardır. Yüzle bin arasındaki fark kadar, hattâ daha çok fark vardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vakti şöyledir ki, eski ümmetler zamanında dünyânın zulmetle dolu olduğu yıllarda, bin senede bir ulûl’azm Peygamberler, yeni bir dînle gönderilirdi. Ümmetlerin en hayırlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, peygamberlerin sonuncusudur. "Ümmetimin âlimleri Beni İsrâil’in peygamberleri gibidir" hadîs-i şerîfi bunu haber veriyor. Demek ki, bu ümmette âlimlerin varlığı kâfi görüldü. Böyle bir vakitte, ya’nî Peygamber Efendimizden bin sene sonra, ma'rifeti tam, âlim ve ârif bir zât lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ulul’azm bir peygamberin yerini tutsun. Zirâ bu ümmetin âhıri, Resûlullah’ın vefâtından bin sene sonradır. Çünkü bin sene geçmesinde büyük özellikler ve işlerin değişmesinde kuvvetli tesirler vardır. Bu ümmette ve bu dînde değişiklik olmıyacağına göre, ilk zamanındaki nisbet ve sağlamlığın sonra gelenlerde yeniden kuvetlenmesi gerekmektedir.

İşte böylece Müceddîd-i elf-i sânînin (radıyallahü anh) mübârek zâtını, nübüvvet ve risâletinin bütün kemâlâtına câmi' kılıp, bu yüksek makam ile diğerlerinden ayırdılar. Onun şaşılacak ilimlerine, Zât-i ilâhîye âid ma'rifetlerine, temiz ahlâkına, halleri, mevâcid ve tecellileri ve zuhurları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gayet iyi anlar. Çünkü bunlar islâmiyyetin özü, dînin esası ve Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına âid bilgilerin hulâsasıdır.

Kâbe-i muazzamanın hakîkati, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati, namazın hakîkati, ma'budiyyet-i sırfa, muhabbetin hıllet, muhibbiyet ve mahbûbiyet gibi dereceleri, teayyün-i vücûdî, te'ayyün-i hubbî, lâ teayyün mertebeleri, mahlûkatın mebde-i teayyünlerinin zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i teayyünleri, talebenin istidallarının hangi sıfat ve ism-i ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri, hangisi Muhammedî-yyül-meşreb hangisi İbrâhim-ül meşreb..., muhibbiyyet ve mahbûbiyyet-i zâtiyye ile olan kendi velâyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabahat ve melâhatın esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve daha nice esrar ve ma'nâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi. Daha önceki evliyâdan hiçbiri bunlardan bahsetmedi. Bunların tafsîli üç cild Mektûbât kitâblarında ve diğer yedi risâlelerinde yazılır. Herhalde bunun için, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri :"İmâm-ı Rabbânî, Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bin yıllık evliyâya bedeldir" buyurdu. Güzeli anlatan söz, güzele bakmanın muhabbeti arttırdığı gibi, güzelleştiğinden kalemin yularını başka tarafa çeviremiyorum. Abdullah-ı Dehlevî bir dörtlüklerinde bunu şöyle ifâde ederler:

Kıt'a:

Gayb perdesi ardında, bulunan güzellikler O güzel sûretinde, senin zuhûr ettiler Hayâl kalemi çizse, kendince en güzeli,

Senin düzgün şeklini ondan güzel ettiler Hazret-i Müceddîd’in keşif ve kerâmetlerini anlatmak, bu vasıfları ve husûsîyetleri yanında donuk ve sönük kalırsa da, hiç temas etmemek, bizden öncekilerin âdetlerinden ayrılmak olur. Sayısız kerâmetleri zâhirde ve bâtında görülmüştür. Birkaç misâl yazıp geçelim:

Sevdiklerinden biri kendisine mektûb yazıp: "Sizin beyan ettiğiniz makamlar, Eshâb-ı kirâmda hâsıl olmuş mu idi? Olmuşsa bir def’ada mı hâsıl olmuştu?" diye sordu. "Sualinizin cevâbı sohbete bağlıdır" buyurdu. Soran kalktı geldi. Hazret-i İmâm (kuddise sirruh) hâline teveccüh edip, kendindeki bütün nisbetleri ona ihsân eyledi ve :"Ne gördün?" buyurdu. O kişi, Hazret-i İmâm’ın ayaklarına kapandı ve :"Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’ın bir sohbeti ile velâyetin bütün makamlarına kavuşmuşlardır, şimdi anladım" dedi.

Mevlânâ Yûsuf hasta idi. Ölüyordu. Hazret-i İmâm ziyâretine geldi ve teveccühle onu fenâ ve bekâ makamlarına kavuşturup, yolu tamam eyledi ve aynı anda Allah’a kavuştu.

Eshâbından biri, Gavs-ül azam Abdülkâdir Geylânî hazretlerini çok görmek isterdi, fakat göremezdi. Hazret-i İmâm, Gavs-ı a'zamın rûhuna teveccüh eyledi. Mübârek rûhu göründü. Hazret-i İmâm, o talebesine :"İşte Gavs-i a'zam, buyurun, görüşün" buyurdu. Görüştüler, konuştular.

Bir cüzzâm hastası, şifa için kendisinden dua istedi. Teveccüh etti. Hastalıktan kurtulup tam şifâya kavuştu.

Hâfız hastalandı. Herkes hayatından ümidi kesti. Hazret-i İmâm :"Onu himâyeme aldım" buyurdu. Hemen iyi oldu.

Seferde eshâbı, havanın boğucu sıcağından çok bunalıp, kendisinden merhamet istedi. Hazret-i İmâm, Allahü teâlâya iltica etti. O anda bir parça bulut göründü, yaklaştıkça büyüdü ve hafîfçe yağmur yağdı. Sıcaklık geçti, toz kalmadı.

Eshâbından biri sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yeri yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. Hazret-i İmâm, elinde bastonla göründü ve şiddetle kükremiş arslana vurdu. Arslan kaçtı, talebe kurtuldu.

Bir gün talebesinden on kişi, aynı akşam Hazret-i İmâm’ı iftara davet ettiler. Kabûl buyurup akşamleyin aynı anda hepsinin evinde hazır bulunup, iftâr ettiler.

Bir gün buyurdu ki :"Kâbe-i muazzamayı tavaf etmek arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü tâlânın, lütfü ile bu şevk ve iştiyâk câ'zibesinde, Kâbe-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavafı ile şereflendim.

Hazret-i Müceddîd’in dil kaleminden ve kaleminin dilinden çıkan sözlerinden de bir kaç tane yazalım:

—Görülen ve bilinen herşey mukayyeddir. Maksûd ve matlûb değillerdir. Matlûb olan bütün kaydlardan, bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O halde Onu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramak lâzımdır.

—Seyr ve sülûk, ilimde hareketten ibârettir.

—Evliyâullahı, başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfâtlarıdır. Diğer insanların muhtâc olduklarına bunlar da muhtâcdır.

—Allahü teâlâ, evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki, kendi zâhirleri bile kalblerindeki kemâlâttan habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların hallerini bilsin.

—İnsanın yaradılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir.

—Bu büyüklerin yolu, çok kıymetli, pek azîzdir. Sünnete uymak esası üzerine kurulmuştur. Şimdi Resûlullah’ın sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekten başka arzum yoktur. Haller, kendinden geçmeler, zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin nisbeti ile ma'mûr etmeli, zâhiri tamamen ahkâm-ı islâmiyye ile süslemelidir.

—Hindistan’a peygamberler gönderilmiştir. Mezârlarının üzerinde parlak nûrlar görüyorum. İstesem hepsinin mezarını gösteririm. Fakat insanlar böyle sözlere pek inanmazlar.

—İnsanlar, riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anlarlar.

Halbuki dînimizin emr ettiği kadar yemeğe dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha fâidelidir.

—Server-i kâinatı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Benim için icâzet yazdı ve buyurdu ki :"Eshâbımdan sonra, bu güne kadar hiç kimseye böyle icâzet yazmadım." Bana müjde verdi ki, yarın kıyâmet günü, binlerce insan, senin şefâatinle Cennete girer. Ve bana sen kelâm ilminde müctehidsin, buyurdular.

—Şerîati gördüm. Kervânın kervânsaraya inmesi gibi, bizim etrafımıza indi, deyip mescidlerine ve dergâhlarına işâret eylediler.

—Bir sabah, İmâm-ı A'zâm hazretlerinin, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların nûrları içinde dalmış buldum. O büyüklerin nisbetinde husûsî bir fenâya kavuştum. Bunun gibi, daha sonra İmâm-ı Şâfiî’nin, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Bu def’a da beni onların nûru kuşattı. Onların nisbetinde de fânî oldum.

—Gavsül a'zam (kuddise sirruh) Kâdirî meşâyıhı ile yanıma geldi. Gelmeleri ile kendimi Kâdirî nisbetinin nûrları içinde buldum. Kalbimden, beni Nakşibendî büyükleri yetiştirdi, şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun tesîri bende daha çok görülüyor, diye düşündüm. O an, Hazret-i Hâce-i Cihân Şâh-ı Nakşibend’in (kuddise sirruh) nakşî meşâyıhı ile teşrîf edip, Gavsüs-sekaleyn hazretlerinin karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitâben :"Ahmed bizdendir. Kemâl ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuştu" buyurdu. Onlar da, Şâh Kemâl’in tasarrufunu ve Şâh İskender’in, meşâyıhının emri ile bize hediye etmekle emr olunduğu Gavs hazretlerinin hırkasını bana verip, sırtımda bulunmasını ileri sürüp, kendi yollarında irşâd etmem lâzım geldiğini söylediler. Bu konuşma sırasında Çeştî ve Kübrevî büyükleri de geldiler. Kendi nisbetlerini kalbime akıttılar. Yeniden icâzet verdiler. Eskiden bende bulunan nisbetleri kuvvetlendi ve daha parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan talebeyi kemâle erdirebilirim.

İşte Müceddîd’in en büyük sırrı buradan anlaşılıyor. Ya’nî, nübüvvet ve velâyet yollarının nûrları, nisbetleri, feyizleri kendisinde yeniden birleşiyor ve Resûlullah’ın gerçek halîfesi olduğu zuhur ediyor. Eshâbının büyüklerinden biri Resûlullah’ı rüyâda görüp, ya Resûlullah, İmâm-ı Rabbânî hakkında ne buyurursunuz? diye suâl edince, ol mefher-i mevcûdât: "Benim dört halîfem vardır; Beşincisi Şeyh Ahmed’dir” buyurup madalyonun arka yüzünde yazılı olanı izhâr eder.

—Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler.

İsimlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar."

[Yeri gelmişken araya girip anlatayım: Muhterem Hocamızla İlim Yayma Cemiyeti’nin dîn görevlileri için tertîb ettiği kurslarda vazîfe almıştık. Onlar matematik ve fen derslerine, ben de İngilizce derslerine giriyordum. Bir sabah beraber giderken, İmâm-ı Rabbânî efendimize, Allah tarafından gelen bu ilhâmı arz edip: Hocam vâsıtalı tevessülü anladım, ama vâsıtasız olarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tevessül nasıl olur?" dedim. "Bizim gibi, ya’nî Müceddîd hazretlerini çok sevmek, onu başkalarına tercîh etmek, yazılarını ve sözlerini, diğerlerininkinden önde ve üstün tutmak, kendisini ve eserlerini, bilhassa Mektûbât’ı tanıtmak ve çok okumakla vâsıtasız tevessül edilmiş olur” buyurunca, "Hocam, ben de onu sûal edecektim, biz de buna dahil miyiz?" dedim. "Elbette dâhilsiniz" buyurdular. O sevinçle, Onlar bir dershâneye, ben de diğer dershâneye girdik.]

—Bana, sen kimin cenâzesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu afv etmiştir, diye müjdelediler. Ve yine ilhâm olundu ki, hangi ölünün afvını istersen, ondan azab kaldırılır. Yine ilhâm buyuruldu ki, senin kabrinin toprağından bir mezara bir avuç toprak atsalar, o kimse mağfiret-i ilâhîyyeye kavuşur.

—Allahü teâlânın bu fakîri mümtâz eylediği yolun esası, sonda konuşulan hallerin başlangıca yerleştirildiği Ahrariyye yoludur. Bu temel üzerine binâlar ve köşkler kuruldu. Bu temel bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki durum böyle olmazdı. Bu kıymetli tohumu, Buhara ve Semerkand’dan getirip, aslı Medine-i münevvere ve Mekke-i mükerreme toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazîlet ve ikrâm suyu ile senelerce suladılar. İhsân ile büyüttüler. Olgunlaşıp, kemâle gelince, şimdiki ilim ve ma'rifet meyvaları hâsıl oldu.

—Bize bildirildi ki, Hazret-i Mehdî bizim bu nisbetimizde olacak bizim ma'rifet ve hakîkatten yazdıklarımızı okuyacak ve kabûl edecektir.

—Allahü teâlâ fadl ve keremi ile bir kulda bulunabilen bütün kemâlâtı bize ihsân eyledi.

Hazret-i Müceddîd’in fazîlet ve husûsîyetleri anlatmakla bitmez. Hak teâlâ, husûsî ihsânı ile, onu Peygamber Efendimize yedi derecede de uymakla şereflendirdi. [Bu yedi derece, Seâdet-i Ebediyye kitâbının otuzuncu maddesinde uzun bildirilmektedir]. Kur'ân-ı kerîmin Müteşâbihât ve Mukattı'âtındaki esrâra mahrem eyledi. Sâbıkûn kemâlâtına ulaştırdı. Kayyûm-i âlem kılındı. Ona tufeyli olarak, eshâbından bazısı kutubluk makamına ulaştı. Cezbe ve sülûkün, seyr-i âfâkî ve enfûsînin ötesinde yeni bir yol meydana geldi.

Eshâbından Mîr Muhammed Nu’mân hazretleri, ceddi Resûlullah’ı rüyâda gördü. Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri de yanında idi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sıddîk-ı a'zama (radıyallahü anh) buyurdu ki: Oğlum Muhammed Nu’mâna de ki, senin makbûlün Şeyh Ahmed’in makbûlüdür. Onun makbûlü ise, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdun, Şeyh Ahmedin, benim ve Allahü teâlânın merdûdumuzdur.

Mektûbât kitâbını okuyanlar, yüksek derecelerinden bir parça haberdar olurlar. Bedreddin Serhendî’nin fârisi Hadarât-ül Kuds, Muhammed Hâşim Kişmî’nin fârisi Berekât kitâblarında ve Mektûbât’ın arabîye tercemesi olan Dürerül-Meknûnât kitâbının hâşiyesinde ve arabî Hadâik-ul-Verdiyye’de hal tercemesi ve kerâmetleri uzun yazılıdır. Umdet-ül Makamât kitâbı da bu konuda fevkalâde güzel bir telif olup bu âciz tarafından Türkçe’ye terceme edilmiştir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üç cild MEKTÛBÂT’ından ayrı, Reddi Revâfıd, İsbât-ün Nübüvve, Mebde ve Meâd, Âdab-ül Mürîdîn, Talikatül-Avârif, Tehliliyye, Meârif-i Ledünniyye, Mükâşefâtı Gaybiyye ve başka eserleri de vardır. Mebde ve Meâd’ı bu fakîr Türkçe’ye terceme ettim.

Müceddîd hazretlerinin oğulları da, babalarının yolunun nihâyetine kavuşmakla şereflenen bu yolun en büyük evliyâsındandır. Büyük oğlu Muhammed Sâdık hazretleri için :Azîz oğlum Muhammed Sâdık, bu fakîrin ma'rifetlerinin mecmûası oldu. Cezbe ve sülûk makamlarını geride bıraktı. İnce ve yüksek ve çok gizli ma'rifetlerimin mahremlerindendir. Hatâdan, yanılmaktan mahfûzdur" buyurdu.

Diğer oğlu Muhammed Saîd için de :"Muhammed Saîd, ulemâ-ı râsıhîndendir. Sâbikûndandır. Allahü teâlânın dostudur. Benden alınan hullet makamı ona verildi. Muhammed Saîd, Allahü teâlânın rahmet hazinesidir. Yarın kıyâmette, rahmet hazinelerinin taksîmi ona verilir. Şefâat makamından büyük payı vardır. Bir gün, Muhammed Saîd’in, Cennete girmek için, Sırat köprüsü üzerinde sür'atle koştuğunu gördüm" buyurdu. Büyüklüğüne :"Bugün benim nisbetim, Müceddîd’in nisbeti gibidir" sözü yetişir. Mektûbât isminde bir cild kitâbı vardır. Çocuğu olmıyan kadına dua ve teveccüh edip, Allahü teâlâ sana bir erkek çocuk verecek buyurdu ve öyle oldu.

Bir kimsenin oğlu ölmek üzere idi. Ağlayarak geldi ve :"Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi. Siz de peygamberin vârisisiniz. Oğluma bir teveccüh buyurun" diye yalvardı. Cevâb vermedi. Biraz sonra :"Oğlunun çıkmış canı geri geldi, dirildi, düzeldi" buyurdu. Adam evine gelince, oğlunu sağlam ve neş'eli buldu.

Hâce Muhammed Ma'sûm (kuddise sirruh) Hazret-i İmâm’ın üçüncü oğlu olup, Urvet-ül vüska ve Dînin kuvvetlendiricisi isimleri ile meşhûr olup, babasının kaim makamıdır. 1009 da tevellüd, 1079 (m.1668) de vefât etti. Babası buyurdu ki :Muhammed Ma'sûmun doğumu çok bereketli oldu. Onun doğduğu sene yüksek hocamın kapısının eşiğini öpmek şerefine nâil oldum ve bu ilim ve ma'rifetler zuhûra geldi.

Üç yaşında iken tevhîd sözleri söylerdi. Kur'ân-ı kerîmi üç ayda ezberledi. Onaltı yaşında aklî ve naklî ilimleri bitirdi. İlim tahsîl ederken onbir yaşında zikir ve murâkabe yolunu yüksek babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî bu oğlu için buyurdu : Oğlum Muhammed Ma'sûmun bizzât Velâyet-i Muhammediyyeye istidadı vardır. O mahbûblardandır. Seyr ve sülûk makamlarını aşmadaki sür'ati ve kavuştuğu makamları anlatmağa kalkışırsak, korkarız ki, kendini yakın bilenler uzağa kaçar, vâsıl oldum sananlar, ayrılık yolunda koşar. Serhendde, yüksek babasının türbesinin birkaç yüz metre kuzeyinde büyük bir türbede medfundur.

1068 de hacca gitti. Hacdaki halleri, keşifleri, Yevâkît-ül Harameyn kitâbında yazılıdır. Bu fakîr, terceme edip Kutb-ül Evliyâ Muhammed Ma'sûm adlı kitâbımıza koydum.

Muhammed Ma'sûm hazretleri, Hazret-i İmâm’ın halef-üs-sıdk ve vâris-i a'zamı idi. Kutbiyyet makamına ve Kayyûmiyyet mansıbına, yüce pederinden beşâretler almış idi. Tarîk-i Ahmedî’nin nisbetini, pederinin teveccühlerinden edinip, bütün âleme yaymış idi. Uzak memleketlerden kendine bağlı olanlara, filân Velâyet-i Museviyye’ye kavuşmuş, filân Velâyet-i Muhammediyye ile şereflenmiştir, diye bildirirdi. Dokuzyüzbin (900.000) kişi onun vâsıtası ile Allah’ı irâde etmişlerdir. Yüzkırkbin kişiyi velâyet mertebesine, yedibin sevilmişi de hilâfet mertebesine kavuşturmuştur. Sohbet ve hizmetinde, tâlibler bazan bir ayda, bazan bir haftada kemâlât-i velâyete erişirdi. Kimine bir teveccühde bütün makamları verirdi. Kerâmet ve halleri, Berekât, Hadarât-ül Kuds, Hadaik, Umdet-ül Makamât ve benzeri kitâblarda uzun yazılıdır. Altı oğlu ve altı kızı hep evliyâ idi. Bütün nesl-i necibleri zamanlarının kutbu olmuştu. Altı oğlu da, kendisine ilim ve irfânda vâris idi. Cenâb-ı müstetabının vârisleri, yeryüzünde meşhûr olmuşlardır. İrfân ehlinin ve yakîn sâhiblerinin anladıkları gibi, feyz kaynakları, bu ana gelinceye kadar, câridir. İnşaallah kıyâmete kadar da böyle câri olacaktır. Bunun da babaları gibi üç cild Mektûbât'ı vardır. Çok güzel ma'nâlar, gizli beşâretler, açık işâretler ve muhabbet ifâdeleri ile doludur, doyurucudur.

Velhâsıl mübârek vücûdu, yüksek babası gibi, Allahü teâlânın âyetlerinden, işâretlerinden, büyük bir âyet ve işâret idi. Karanlık cihân, onların bereketi ile aydınlandı. Allahü teâlâ hepsinden râzı olsun ve muhabbetlerini kalblerimizde müzdâd eylesin! Âmin.

Kardeşlerim, Müceddîdîleri anlatmakta, kalemin dizginlerini ne kadar kıstımsa da, bundan fazlası mümkün olmadı. Herhalde bunda da bir hayır vardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eshâbından Seyyid Âdem Bennûrî hârikulâde bir velîdir. İmâm kendisine :"Bizden ettiğiniz istifâdenin daha çoğunu gaybî olarak Allahü teâlâdan edersiniz. Sizin yolunuzu tevessül eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Sizi tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar" buyurdu. Allahü teâla ona öyle bir yol, öyle bir tesir ve kolaylık ihsân etti ki, bir mü’mine zikri telkîn anında, Allah Allah Allah diye zikredersin, dediği anda, o kişinin kalbi hemen zikre başlar, Allah’dan başka herşeyden soğur, bir nev'î cem'iyyete kavuşup, fenâ-i kalbî makamına ererdi. Onun için bunun yoluna, Nakşibendîyye-i müceddîd iyye-i ahseniyye ismi verildi. Dörtyüzbinden ziyâde kimse elinde tevbe etti. Bin dâne kâmil talebesi vardı. Medîne’ye gidince, Resûlullah selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmayan müsafeha etmek şerefine kavuştu. O sırada bir ses duydu :"Ey oğlum, Sen benim yanımda kal!" Ve gerçekten hastalanıp orada vefât etti. Radıyallahü anh.

Müceddîd hazretlerine gelinceye kadar, Nakşibendî yolunda, bir mürşidin yetiştirdiği halîfe sayısı, ekseriyâ dördü geçmezken, Müceddîd’le birlikte durum değişti ve bu sayı yüzleri, binleri buldu. Bu da Müceddîd’in ve ardından gelenlerin, Hakka kavuşma ve kavuşturma husûsunda, yolu ne kadar kısalttıkları ve açtıklarını gösterir.

Hazret-i Müceddîd’den sonra, çok sayıdaki halîfeleri, yüksek oğulları ve torunları ve onların sayılamayacak kadar çok halîfeleri, ikinci binin başında Hindistan’dan doğan bu İslâm ve irşâd güneşinin feyizli nûrları ile bütün dünyâyı aydınlattılar.

İmâm-ül muhadîssin Şâh Velîyyullah 1176 (m.1 763) Hazret-i Müceddîd’in, râfizîleri red konusunda yazdığı Redd-i Revâfıd kitâbını, Mekke’de fârisîden arabîye çevirmiştir. Orada diyor ki : İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin derecesi :"Onu seven mü’min ve müttakîdir, sevmeyen, buğz eden ise, münâfik ve şâkîdir" makamına varmıştır. Mâlumdur ki, bu hadîs-i şerîf cem' sigası ile [çoğul olarak] Sahabe-i kirâm hakkındadır. İslâm memleketleri Hazret-i Müceddîd’in feyzleri ile doldu. Bu feyizlere ve Hakkın Müceddîd ni'metine şükr etmek, bütün müslümanlara vâcib oldu.”

Onüçüncü asrın müceddîdi, Makamât-ı Ahmediyye’ye kavuşmuş, asrının teki, eşsiz kâmil ve mükemmil Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretleri buyuruyor ki: Bu ümmette, sünnet-i seniyyeye yapışmakta, isim, sıfat ve zât-ı ilâhîde keskin görüş ve hepsi hakîkate uygun olan çok yüksek, çok doğru ve çok ince ma'rifetler sâhibi olmakta, Eshâb-ı kirâmdan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir başkasını göremiyorum. Onun hakîkatini ancak Peygamberler anlar (aleyhimüsselâm). Evliyâ ondan ne anlıyabilir! Mazhar-ı Cân-ı Cânân da (kuddise sirruh) rüyâda Peygamber Efendimizden süâl edip: Yâ Resûlullah, Müceddîd-i elf-i Sânî hakkında ne buyurursunuz?" dedi. Cevâbında: "Ümmetimde onun gibisi yoktur" buyurdu.

İsmi geçtiği için Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden de bir kaç söz edelim:

Şemdeddin Habîbullah olarak bilinir. Hazret-i Alî’nin Muhammed Hanefiyye ismindeki oğlunun neslindendir. Tasavvuf mütehassıslarının ve Müceddîdîlerin büyüklerindendir. Müslümânların gözbebeklerindendir. 1111-1195 (m.1 781). Büyük halîfesi Abdullah Dehlevî ile Delhide aynı yerde medfundurlar. Yirmiiki yaşında iken Seyyid Muhammed Nûr Bedâvânî hazretlerinin vârîs-i ekmeli oldu. Bedevânî hazretlerinin mürşidi, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğlu Muhammed Seyfeddindir. (Kuddise sirruhüm). Mazhar-ı Cân-ı Cânan hazretleri, Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin üstâdıdır. Hadîs âlimi Şâh Velîyyullah buyurdu ki, "Allahü teâlâ bize sahîh keşifler ihsân eyledi. Bu zamanda hiçbir yerde Mirzâ Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun sohbetine gelsin!" Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifâde etmeleri için Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirdi. Ona yazdığı mektûblarda :"Allahü teâlâ, fazîletlerin tecelli yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun" derdi.

Cân-ı Cânân hazretlerini anlatan Makamât-ı Mazhariyye kitâbında buyuruyor:

Evliyânın mezarlarını ziyâret edip, cem'iyyet için feyz dilemelidir. Meşâyıh-ı kirâmın rûhlarına Fâtiha ve Salavât sevâbı göndererek, onları, Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir ve bâtın seâdetlerine, ancak onların güzel ahlâkına sarılmakla kavuşulur. Başlangıçta olan sâliklerin, kalbleri tasfiye bulmadan, evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Şâh-ı Nakşibend hazretleri :"İslâmın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu.

Çok sayıda büyük halîfeleri vardır. Bunlardan biri Seyyid Abdullah Dehlevî hazretleri olup, Müceddîdî yolunun sırlarını anlatan Mekâtib-i Şerîfe kitâbı pek kıymetlidir. Bu fakîr Türkçe’ye terceme ettim. 1 1 58-1240 [m.1824]. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek, feyz ve bereketle doldururdu. Binlerce aşıkı, bir bakışta cezbelere ve vâridât-ı ilâhîyyeye kavuştururdu. Çok velî yetiştirdi. Bunlardan biri Müceddîdî sırlarına mazhar olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleridir. Bizim Anadolu ve Trakyâ’da, Dağıstan’dan Mekke’ye, Girid’den İrân’a kadar bütün memleketler onun ve talebesinin irşâd sahası oldu. Seyyid Abdülhakîm efendi de, iş bu Hâlidî kolundan olup, Hilmî Bey hocamızı da yakından tanıyabilmek için, kendisinden bir mikdar söz etmek bize vâcib oldu.

ZİYÂEDDİN MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ (radıyallahü anh). Hazret-i Osman’ın (radıyallahü teâlâ anh) soyundan olup, Irak’ın Zûr kasabasında dünyâya geldi. Fıkıh, hadîs, tefsîr, tasavvuf, kelâm, sarf, nahiv, bedî’, meânî, beyân, belağat, vad', bahs, âdâb, aruz, lugat, mantık, fizik, matematik, astronomi ve diğer ilimlerde zamanının bir dânesi idi. Fîrûzâbâdî’nin koca Kamus lugatını ezberlemişti. Zamanındaki Bağdâd âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki asrındaki bütün âlimlerin üstünde idi. Kur'ân-ı kerîmin esrârına vâkıf idi. Bütün ömrü zühd ve vera ile geçmişti. Gören, işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü söylerdi. Her ilimden, her kitâbdan sorulan her süâle, düşünmeden, hemen doğru, aslına uygun cevâb verirdi. Herkesi hayrette bırakırdı. Bunun için kendisine, zamanın hârikası denirdi.

1203 yılında üstâdı Seyyid Abdülkerîm Berzencî vefât edince, talebesi boş kalmasın diye bunlara ders verdi. Her taraftan, âlimler dersine üşüştü. Her müşkili çözer, her derde devâ olurdu. Kendisi hiç kimseye ehemmiyyet vermeyip, gece gündüz ibâdet ederdi. Cezbe hâlinde olup, hep ağlardı. Çok düşünceli idi. 1220’de hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Verdiği cevâblarla âlimlere parmak ısırttı. Alçak gönüllü olduğundan orada allâme Muhammed Küzberî’den hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Mustafa Kürdî’den de hadîs ve Kâdirî icâzeti aldı. Yollarda söylediği fârisî şiirler, ince rûhunun terennümleridir. Farsça divânı ise, şiirde bir şâheserdir. Fevkınde bir divân tertîb edilmemiştir.

Medîne’de Yemen’li bir âlimden nasihat istedikte :"Mekke’de dîne uymayan bir şey görürsen, hemen red etme" dedi. Mekke’de bir cum'a günü Kâbe-i şerîfeye karşı Delâil-i şerîfe okuyordu. Avam kılıklı, siyâh sakallı birinin, Kâbe’ye arka çevirip, kendine baktığını gördü. Utanmadan, Kâbe’ye sırtını vermiş, düşünürken :"Mü’mine hurmet, Kâbe’ye hurmetten daha öncedir, bunun için yüzümü sana döndüm. Niçin beni kötülüyorsun? Medîne’deki zâtın nasihatını unuttun mu?" dedi. Bunun büyük evliyâdan olduğunu anladı. Afv diledi. Beni irşâd et, diye yalvardı. Senin irşâd ve kemâlin burada olmaz, deyip eli ile Hindistan tarafını gösterdi ve, senin işin orada tamam olur, dedi ve gitti. Bir kitâbda, bu zâtın, ileride mürşidi olacak, Abdullah Dehlevî hazretleri olduğunu okumuştum.

Hacdan memleketine gelip, ders vermeğe başladı. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Beyt:

Hindistân’ı rüyâmda gördüğüm günden beri Ümid gözüm açıldı, harab buldum her yeri

Bir gün, Hindistan’ın Kutbu Abdullah Dehlevî hazretlerinin talebesinden biri geldi. İkisi bir yere kapandı. Derse gelmez oldu. Talebe, Hindliye kızmağa başladı, ama ok yaydan çıkmış, vakit gelmişti. Beraber Hind yolculuğuna çıktılar. Herkes, talebe, âlimler ağlayıp yalvardılar, geri döndürmek için çok uğraştılar. Fâide vermedi. Tahran’da şi’î âlimi İsmâil Kâşî’yi, talebesinin gözü önünde mahcûb ve rezil etti. Oradan Bestâm, Harkan, Semnân ve Nişapur’dan geçti. Uğradığı yerlerdeki evliyâyı şiirleri ile medh eyledi. Tûs'a varınca, İmâm Alî Rıza hazretlerinin türbesini ve kendisini medhi, hakkında yazdığı kaside, edebiyyatın zirvesinde bir şâheser olup, belâgatı ise, muallaka-ı sebâyı gıbta ettirecek derecededir. Câm ve Hirat’tan geçti. Her şehirden ayrılırken, âlimler ve ehâli âşık olup, sâatlerce yola uğurlarlardı. Kandihâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin süâllerine verdiği cevâblarla, hepsini hayrân bıraktı. Lâhor’a ve tam bir senede Dehlî’ye geldi. Orada vâris-i ulûm-i Rabbânî, Sûrî ve ma’nevî kemâller sâhibi, Müceddîdî, Mazharî yolunun rehberi Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin kalbine yerleştirdiği zikre devâm ve bir seneden az bir zamanda kemâle gelip, huzûr ve müşâhedelere kavuştu. Velâyet-i kübrâ ile şereflendi. Müceddîdî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tariklerini haiz olup, Şâh-ı Dehlevî hazretlerinin mübârek kalbinde ve göğsündeki bütün esrara kavuştu. Mutlak hilâfet ve binlerle futûhatla Dehlî’den teşyi' edilip, 1226’da, vatanı olan Süleymaniyye’ye geldi. Oradan Bağdâd’a gelip, Abdülkâdir Geylânî (kuddise sirruh) hânesine yerleştiler.

Mevlânâ Hâlid, Mâturidi itikadında ve Şâfiî mezhebinde idi. Çok âlim, çok velî yetiştirdi. Bir rivayette yetiştirdiği evliyâ beşbin civârındadır. Halîfelerini her tarafa gönderdi. İrşâd sahası çok geniş oldu. Halîfelerinden Muhammed Azraî, Girid adasında irşâdla meşgul iken, yunan isyanı üzerine eshâbı ile bir gemiye binip Güney Amerika’ya gitti ve Arjantin’e yerleşti. Hâlâ izlerinin orada olduğu ve hâlâ temiz kokularını muhafaza ettikleri haberleri geliyor.

Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuşup, vâsıtasız Allahü teâlâdan feyz alacak duruma gelen, az sayıda büyüklerden biridir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür. 1 192-1 242 [m.1826]. Şamda ta'undan vefât etti. Câliyet-ül Ekdâr salavât kitâbı, her hafta okunmalıdır. Üzüntü, keder, hastalık için çok fâidelidir. Hattâ, Efendi hazretleri, Delâil-i Hayrat’tan fâidelidir, buyurmuştur. Bu sözü hocamızdan dinledim. Çok kıymetli mektûbları vardır. Bir kısmını tercüme ettik. Fârisî İtikadnâme kitâbını, Hilmî Bey Hocamız Türkçe’ye çevirmiş, hattâ ba'zı ilâvelerle daha fâideli hâle getirmiştir. İtikadnâme, bir nev'î âmentü şerhidir. Türkçeden başka, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Arnavudça ve bazı asya dillerine de çevrilmiştir.

Mürşidi Abdullah Dehlevî hazretlerinin, Mevlânâ Hâlid efendimiz için, bu diyâr [Anadolu, Irak, Sûriye, Rumelî, Kafkasya, Hicaz ve benzeri diğer ülkeler] âlimlerine, fadıllarına ve diğer eşrafa yazdıkları pek mânidâr mektûbunu, fârisiden Türkçe’ye terceme edip yazıyorum:

109.        CU MEKTÛB: Allahü teâlâya hamd ederim. Resûlüne salatü selâm ederim. Ey o bereketli memleketlerin hürmete lâyık âlimleri, fadılları, hâfızları, devlet adamları, kumandanları, hâkimleri ve ileri gelen şerefli ve çok değerli insanları! Biliniz ki, zâhir ve bâtın fazîlet ve meziyyetlerine sâhib Mevlânâ Hâlid (sellemehümüllahü teâlâ) aldığı gizli bir işâretle Hindistan’da Şah Cihânâbad diye bilinen Dehlî şehrine, bu hiç sayılan fakîrin yanına geldi. Nakşibendî-Mücedîdi yolunda el alıp, halvette zikr, murâkabe, râbıta ve bu yolun bütün vazîfelerini yerine getirmekle meşgul oldu. Allahü teâlânın inâyeti ve büyüklerin yardımları ile, huzûra, cem'iyyete, kendinde olmamağa, cezbelere, vâridâta, keyfiyyetlere, hallere ve nûrlara kavuştu. Nakşibendî nisbetine erdikten sonra, âlem-i emr ve halk lâtifelerine çok teveccüh eyledik. Bu teveccühlerle Hazret-i Müceddîd’in (radıyallahü anh) nisbetlerinden bir kısmına kavuştu. Bu haller ve makamlara erişince, kendisine, tâliblere telkîn ve onları irşâd için icâzet ve hilâfet verdik. Memleketine gidip, riyâzet ve bâtın nisbetinin parlatılması ile meşgul oldu. Orada büyük kabûl gördü. Hâce Nakşibend hazretlerinin (radıyallahü anh) inâyetiyle, o diyârda Nakşibendî tarîkatini yaymaktadır. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim. Onun eli benim elimdir; onu görmek beni görmektir. Onu sevmek beni sevmek, ona düşmanlık bana düşmanlıktır. Onu inkâr beni inkârdır. Onun makbûlü olanlar, benim pîrlerimin, büyük mürşidlerimin, ya'nî Şâh-ı Nakşibend, Hâce Ahrâr, Hâce Muhammed Bâkî ve Hazret-i Müceddîd’in makbûlüdür. Ora halkına ona hürmet ve ta'zim etmek, bu fakîre de, iyiliğini istemek, uzun ömürlü olması ve her türlü zarar ve sıkıntıdan mahfûz kalması için dua etmek vâcibdir. Hadîs-i şerîfde :”İnsanların hayırlısı, onlara fâideli olandır" buyuruldu.

Böyle bir cevherin orada bulunmasını sonsuz ni'met biliniz. Onu sevmeği, ona yâr olmağı, hukûkunu ve âdâbını gözetmeği vâcib biliniz. Hadîs-i şerîfde :"İslâm, tevhîd, ameller, îmân, ihsân ve kıyâmetin tasdîkidır" buyuruldu. İhsân, dîn-i mübinin rûhudur. Sübhânallah! İşte Mevlânâ Hâlid hazretlerinin huzûr ve sohbetinde bu mertebe ele geçmektedir. Âhırete yönelmek ve dünyâdan yüz çevirmek kolaylığı hâsıl olmaktadır.

Mevlânâ Hâlid’in eshâbında çoşmalar, feryâdlar, inlemeler, kendinden geçmeler görülüyorsa, bu Mevlânâ Hâlid’in hüner ve güzelliğinden gelmektedir. Câhillerin, halden anlamıyanların dil uzâtma, ayıblama yeri değildir. Resûlullah’dan Hâce Nakşibend hazretlerine ulaşan feyz, onun eshâbının nisbetine istihlâk ve izmihlâl şeklinde sirâyet etti. Resûlullah’dan Hazret-i Müceddîd’in bâtınına gelen feyz, evliyânın yukarıda bildirilen bütün hallerini içine almakla birlikte, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) çok yüksek, lâtif ve zâtın dâimî tecellilerinden zuhûra gelen ve bütün bedene cezbe ve vâridât ulaştıran ve âlem-i emr ve halk latifelerinden yüksek olan nisbetlerinin keyfiyyetlerine de şâmildir. Sübhânallahi ve bi-hamdihi.

Allahü teâlâya hamd olsun ki, Mevlânâ Hâlid burada feyzlerin bütün hâl ve derecelerinden pay aldı ve tâliblerin istidatlarına göre, o feyzleri sunmakta, taliblere akıtmaktadır. Böyle eşsiz bir cevherin o memlekette bulunması, orası için ve istifâde etmek istiyenler için mutlak bir seâdettir. Tasavvuf devirlerinin hiç birinde bu kadar çok feyzin bulunduğunu bilmiyorum. Kendisini takviye etmek, ihlâs ve muhabbetle sohbetinde bulunup, onu vikaye ve ondan istifâde etmek vâcibdir. Hâce Muhammed Bâkî’nin eshâbı içinde Hazret-i Müceddîd, Hazret-i Müceddîd’in eshâbı arasında Seyyid Âdem Bennûrî ve bu bir işe yaramazın eshâbı içinde Mevlânâ Hâlid’in apayrı yeri vardır. Hattâ diyebilirim ki, bu kadar feyz, o büyüklerin sohbetlerinde bile yoktu. Elhamdülillah sümme elhamdülillah!

Hasedçilerin, çekemiyenlerin eziyyet ve düşmanlıkla yapmak istedikleri şeylerden Mevlânâ’yı koruyun ve sevâba kavuşun! Siz korumazsanız, Allahü teâlâ hakîkî yardımcı ve koruyucudur. O kâfidir. Herkes ona karşı ihlâslı olsun!...

Mevlânâ Hâlid’in teveccühleri sâyesinde onbinlerce tâlib, kalbin ve latifelerin zikrine kavuşmuş, bid'at kazaklığından vazgeçip, sulhu seçmişler ve binlercesi huzûr ve cezbelere kavuşmuştur.

Ey kardeşlerim, insaf etmelidir ki, bu seâdet ve devlet nereden gelmiştir. Allahü teâlâ onu bu büyük ihsânlara, hep Nakşibendî büyüklerinin tavassut ve yardımı ile ulaştırmıştır. Dualarınızı beklerim.

Bu güzel mektûb hakkında hiç bir yorum yapmadan, bir de Mevlânâ Hâlid hazretlerine yazdığı mektûbu okuyalım da, Mevlânâ’nın nasıl bir cevher ve hazîne olduğunu bir nebze anlayalım:

110.   MEKTÛB: Zâhir ve bâtın kemâllerin sâhibi, ilâhî feyzler mecmuası, Hazret-i Mevlânâ Hâlid; kerem ederek gönderdiğiniz mektûb geldi. İyi olduğunuza çok sevindim. Sizinle büyüklerin yolu yayıldığı ve tâliblere feyzler ulaştığı için, ni'metin hakîkî sâhibi, Hak teâlâya binlerce şükür ve hamd, rahmetten lil-âlemîne (sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem) binlerce salâtü selâm ve meşâyıh-i kirâm efendilerimize yine binlerce medh ü senâlar olsun ki, sizin gibi, bârigâh-i ilâhînin makbûlü dünyâya geldi. İhsân, şühûd ve müşâhede mertebesi dedikleri huzûr, teveccüh ve yâd dâşt sebebiyle kalbi, düşünce ve arzûlarından temizleyip, Hakkın teveccühüne gark olmaktan ibâret olan müşâhede ve âriflerin arzularının nihâyeti o memlekette revâc buldu. İnsanların dîne bağlılıkları çok kuvvetlendi. Allahü teâlâ bu nisbetinizi ve islâmiyyeti yaymadaki gayretinizi arttırsın. Âmin! Gerçekte bizim talebemiz olan tâliblerinize ve bütün ihlâs sâhiblerine ve sevenlere, hâtırınızı almak, gönlünüzü kazanmak ve her emrinize uymak vâcibdir. Amellerde bazı gevşeklikleri ve kusûrları olur da, kalblerinde mürşidlerine ihlâsları devâm ederse, harab olmazlar... "

Bu iki mektûb Mevlânâ Hâlid hazretlerinin büyükler arasındaki yerini ve Allah katındaki derecesini göstermeğe yeter. Ya’nî Ebû Bekr-i Sıddîk ile (radıyallahü anh) başlayan bu nübüvvet ve zât-i ilâhînin dâimi tecellilerine kavuşma nisbeti, Bâyezid-i Bestâmî hazretlerinden sekri de içine katarak, Abdülhâlık Gocdevânî hazretleriyle, bu nisbete kavuşmak için bütün temelleri atılmış, usûlleri vaz' edilmiş, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinde ona maiyyet [hep Rabbi ile olmak] yolu ve usûlü eklenmiş, Alâeddin Attâr hazretleri ile halka indirilip, yayılmış, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri babasından gelen tevhîd sırları ile onu yoğurmuş, Muhammed Bâkî ve Müceddîd hazretleri ile sohbet, murâkabe, teveccüh ve râbıta ile tam kemâle gelip, sahiv hâli ve şerîatten kıl kadar ayrılmadan kalbden kalbe akıtılmış, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ile kuvvetlenmiş, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ile, üstâdına muhabbet râbıtası had safhaya çıkmakla beraber, takvâ ve vera' ile son şeklini verme temin edilmiştir.

İşte kitâbımızın başında kısaca anlatmağa çalıştığımız Seyyid Abdülhakîm hazretlerini, Mevlânâ’nın büyük halîfesi Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesi ve eshâb-ı kirâmın yeryüzünde numûnesi Seyyid Fehîm Arvâsî yetiştirmiştir. Demek ki, Seyyid Abdülhakîm hazretleri, o külliyetli birikime hâizdir. Buraya kadar verilen ma'lûmât, Hüseyin Hilmî hocamızın nasıl bir elde yetiştiğini bildirmek ve ona sıradan bir dîn adamı gözü ile bakmamak ve sevgisinin âhıret seâdetine sebeb olmasını anlatmak içindir. Beyt:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana,

Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin irşâda ve hakîkî insanlığa ışık tutan, bu yola âid sözlerinden birkaçını, eserlerini tarayıp yazalım:

Buyurdu ki:

—Bu fakîrin dostlarına ve sevdiklerine nasîhati odur ki: Herkes elinden geldiği kadar, yüzünü dünyâdan çevirip, Allahü teâlâya dönsün. Dünya, sâdece para ve elbise değildir. Kul neye rağbet ederse o onun dünyâsıdır.

—Bu yolun büyükleri, kendilerine bağlı olanların hallerinden gafil değillerdir. Onların karşısına hiçbir mahlûk çıkamaz. Onlara karşı gelen, dünyâ ve âhıret seâdetini ateşe verir.

—Allahü teâlâyı seviyorsanız, dîn ve dünyâ işlerinizin hepsi istenilene uygun olur. Nefse tâbi' olursanız, bizim istememizin bir fâidesi olmaz ve büyüklerin rûhları sizden incinir. Nefsin arzu ve isteklerinden geçmedikçe ve

Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine itâat etmedikçe, bu fakîrle kardeş ve dost olamazsınız.

—İnsanların rağbetine sevinen ve onları memnûn etmeğe çalışan, hafîf ve ahmak kimsedir.

—Bir hafta müddetle, her gün, hiçbir uzvunu hareket ettirmeden dili damağa yapıştırıp bütün varlığı ile kalbe dönüp, hayâl dili ile dört-beş bin def’a Allah, Allah, Allah deyip zikr ederseniz, kalbinizin zikr ettiğini siz de anlarsınız.

—Evliyaullahdan çoklarının sahîh keşifleri ile sabit olmuştur ki, kalbi zikr edenin îmânı mahfûzdur.

—Bu büyüklere bağlanmak çok büyük ni'mettir.

—Bu büyüklere göre, kabûl olmaklık, şerîate olan bağlılık nisbetindedir.

—Bu yolun azını çok kabûl edip, bu büyük yola sarılmağı iki dünyâ seâdetinin sermâyesi biliniz. Sırf bu büyüklerin tâlibi olmak pek büyük bir iştir.

—Evliyâya olan hüsn-i zannınız, sanmayın ki karşılıksız kalır.

—Keşif ve kerâmetler, şerîate bağlılığı arttırmıyorsa, zarar içinde zarar, belâ içinde belâdır.

—Hiç bir yeri vatan bilmeyin, hiç kimseyi bizzât mahbûb tutmayın. Çünkü vatan kabirdir ve mahbûb, hakîkî mahbûb olan Allahü teâlâdır.

—Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların geldiği yerlerdir. Onlara iyi davrananlara, Hak teâlâ iyi muâmelede bulunur. Onların kalbinde kendilerine yer ettiren, çok büyük devlet ve seâdete ermiştir.

—Bu büyükleri sevmek, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar ibâdet etmekten daha iyidir.

—Bütün velîler, söz birliği ile buyuruyor ki, şerîatsız tarîkat mülhidlik ve zındıklıktır.

—Bizim büyüklerimize göre, tarîkat, şerîate kavuşmak ve onu yaşayabilmek içindir. Tasavvufsuz ilim vebâl, şerîatsiz tasavvuf dalâldir.

—Büyüklüğün esası evliyâya hizmettir.

—Bu büyüklerin yolundaki halîfelerden birinin rızasını kazanmak, bütün silsiledekilerin rızasını kazanmak olur.

—Allahü teâlâya şirkten sonra, bütün büyük günâhlar içinde kulu Hakkın rahmetinden, yalandan çok uzaklaştıran başka bir günâh yoktur.

—Ne şekilde olursa olsun, dîn ve dünyâ seâdetlerinin, önceki ve sonraki bütün devletlerin özü, bu büyükleri sevmektir ve muhakkak netîce verecektir.

—Zamanımız insanlarının eziyyetlerine katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Seyyid-i Muhtâr efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hoşlandığı ve büyük evliyânın sevdiği bir iştir.

—Şâh-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki: Kalbinizi bize karşı kuvvetli tutun ve korkmayın.

—Büyüklerimizin bir kısmı, sülûk esnâsında, yalnız râbıta ile yetişmişlerdir.

—Hulâsa, bu yol, aynen yüce Eshâb-ı kirâmın yoludur. Eksiği ve fazlası yoktur. Bu da, kitâb ve sünnetteki azîmetleri almaktan ibârettir. Bunun için, tarîkatın imâmı, mahlûkatın gavsı, hakkın, hakîkatın ve dînin mürşidi, Şâh-i Nakşibend hazretleri: Bizim yolumuzdan yüz çevirenin, dîni tehlükeye girer" buyurmuştur.

—Evliyâyı inkâr etmekten sakınmak vâcib olduğu gibi, onlara itikadda taşkınlık yapmaktan da kaçınmak vâcibdir.

—Bu tâifenin azı da çoktur.

—Sizden en çok sevdiğim, dünyâ ehline alâkası ve bağlılığı en az olup, yükü hafîf olanınız, fıkıh ve hadîs ile meşgul bulunanızdır.

—Bu yolun büyükleri ile oynanmaz.

—Bu dünyâ zıll-ı zâildir. Kul ile Mevlâsı arasında engelleyici bir perdedir.

—Hep ihlâs ve istikamet üzere olunuz! Bu ikisi kıyâmette en kıymetli sermâyedir.

—Hakîkî Şeyh, Rabbi ile mürîd arasında vâsıtadır.

—Bu yola intisab edenlerin, küçüklerine bile tevazu' etmek gerekir.

—Allahü teâlânın kulundan yüz çevirmesinin alâmetlerinden biri, kulun Allahü teâlânın evliyâsına dil uzâtmasıdır.

—Hadîs-i şerîfde geldi ki :"Dünyanın bütün kazançları, bir sivrisineğin kanadına müsâvi değildir"

—Her ma'bûd maksuddur ama, her maksûd ma'bûd değildir,"

Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i Şerîfe isimli Mektûbâtından, bu büyüklerin yolu ile alakalı bazı kısımları yazıp, maksada yardımcı olalım:

—Hazret-i Müceddîd, Gavs-üs sekaleyn Abdülkadir Geylânî hazretlerine muhabbet ve bağlılıkları sebebiyle şöyle yazmışlardır: Hazret-i Gavs-üs sekaleyn velâyet feyzlerinin vâsıtasıdır. Bu tasavvuf işi, en evvel Hazret-i Emir-ül mü’minîn Alî Murteza’ya (kerremallahü vecheh) verilmiş idi. Âhırete intikalinden sonra, sırasıyla on iki İmâm hazretlerinde karar kıldı. Onlardan sonra Gavs-üs sekaleyn hazretlerine intikal etti. Hazret-i Gavs, Eshâb-ı Kirâm ve Ehl-i Beyt

İmâmları arasında sayılmaktadır. Bu zaif kula [İmâm-ı Rabbânî hazretlerine] Gavs hazretleri teveccühler buyurup, yüksek mertebelere kavuşturdu. Kendileri bu işde asıldır, fakîr onların nâibiyim.

—Tasavvuf yolundan maksad, selef-i sâlihin akîdesinde olmak, amelleri ile, ibâdetleri seve seve ve hadîsi-i şerîflere ve fıkha uygun yapmak, güzel ahlâk edinmek, sabır, kanâat, tevekkül ve sülûk makamlarında ilerleyebilmek, kalb hallerine ve devâmlı olarak Hakka teveccüh edebilmek ve ihsân mertebesi olarak adlandırılan huzûra kavuşmaktır. Çünkü dîn, bunlarla tamam olur. Aynı şekilde, dînin zarara uğramaması için, bid'ât, reform ve yasaklardan sakınmaktır. Allahü teâlâya nihâyetsiz hamd ve şükürler olsun ki, Îşân’ın yoluna tevessül edip, Îşân’ın bâtın nisbetine kavuşanlara, Îşân’ın [Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin] tavassutu ile bu haller hâsıl olmaktadır.

—Zikr ve Mebde-i feyyâza teveccüh etmek ve kalbe yönelmek ve mürşidin sûretini hayâlinde tutup râbıta etmekten hiç geri kalmamalı ve bunları yaparken hâsıl olan huzûr onbeş dakikaya varınca, maiyyet murakebesi yapmalıdır. "Nerede olursanız O sizinledir" âyet-i kerîmesini düşünüp, Allahü teâlânın her an kendisiyle olduğunu hayâl edip, zikr etmelidir. Allah isminin zikri, cezbeye yaklaştırır. Lâ ilâhe illallah zikri, kalbden zararlı düşünceleri uzaklaştırır ve fâideli arzular verir. Tamamen kalbe ve kalble Allah’a teveccühle kendinden kurtulup, nûrlara dalma, kendinden geçme ve muhabbetullahda sekr [sarhoşluk] hâli hâsıl olur.

—Bizim tuttuğumuz ve beğendiğimiz yol, her işte, her âdette ve amelde orta yol üzere olmak, vakitleri zikirle geçirip, teveccüh ve huzûrun kalbin sıfatı olmasını sağlamaktır.

—Hâcetlerde, kendi pîrân-ı kibârı vâsıtası ile Allahü teâlâdan istemektir. Gıybet, söz taşımak, insanların ayıblarını araştırmak, yalan söylemek ve insanları aşağılamak haramdır. Herkese hurmetli olmak, kendini toprak gibi değersiz görmek, Allahü teâlâyı hiç unutmamak, Onun azabından korkup titremek, günâhlarını, üzerine çökecek dağ gibi bulup rengi sararmak lâzımdır. Çünkü yarın ne ile karşılaşılacağı bilinmez.

—Sohbetinde kemâle gelinmeyen mürşid kalmazsa, tâlib ne kadar üzülse

yeridir.

—Tasavvuf yoluna girmekten maksad, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru itikada, sofiyye-i aliyyenin güzel ahlâkına ve fıkıh kitâblarında bildirilenlere uymak, bid'atlerden sakınmak ve Allah dostlarının kalblerine gelen hallere kavuşmaktır. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu yolda bu ni’metler, bu

mertebeler, Allahü teâlânın inayet ve ihsanı ile ele geçmektedir.

—Müceddîdî yolu, Nakşibendî tarîkatinin usûlü üzeredir.

—Mürşid o kimsedir ki, zâhiri Sünnet-i Resûlullah’a ittiba' ile süslenmiş olup, bâtını, Allah’dan başkasına yüzünü dönmekten kurtulmakla bezenmiş ola. Böyle bir zâtın sohbetinde bâtın [kalb ve rûh] Allah’dan gayri herşeyden kesilir ve temizlenir ve onun himmeti ile kalb Cenâb-ı Kibriyâ’ya müteveccih olur. Fakat te'sirin görülmesi gayret ve ihlâs miktarınca olur. Tesir arttıkça bu da artar.

Rubaî:

Her kimle oturursun ve kalbin toparlanmaz Dünyâ, mal, mülk sevdâsı içinden uzaklaşmaz,

Öylesiyle sohbetten kaçabildiğince kaç,

Yoksa rûh-i azîzan seni hiç bağışlamaz.

—Evliyânın feyzi, pencereden odaya giren güneş ışığına, yahut her tarafı kaplayan buluta, yahud insanın içini rahatlatan serin rüzgâra, yahud yağmura, yahud çoşkun dereye, yahud bütün bedeni örten ince elbiseye, yahud da latîf çiğ damlacıklarına benzer. Anlayabilene kalb sâhiblerinin halleri, kalbe zevk, şevk ve muhabbet harareti vermesiyle anlaşılır.

Hâce Abdülhâlık Gocdevânî hazretlerinin ma’nevî oğluna nasîhâtı çok meşhûr, ziyâde ma’mûl ve pek ma'nidardır:

"Ey oğulcağızım! Sana vasiyyet ederim ki, her halde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın. Selef-i sâlihînin eserlerini iyice inceleyesin. Ehl-i sünnet ve cemâ'at itikadı üzere olup, fıkıh ve hadîs okuyasın. Câhil sofulardan uzak durasın. İmâm ve müezzin olmamak şartıyla namazları cemâ'atle kılasın. Sakın şöhret talebinde bulunma, ki şöhret âfettir. Bir mevki'in, makamın olmasını isteme. Hep isimsiz ol. Senedlere ismini yazdırma. Mahkemelerde bulunma. Kimseye kefil olma. İnsanların vasıyyetlerinde yer alma. Devlet adamları ve çocukları ile beraber olma. Tekke yapma ve tekkede oturma. Çok sema’ yapma ki, çok sema' kalbi öldürür ve kalbde nifaka sebeb olur. Sema'ı inkâr etme; çünkü onu yapanlar da çoktur. Az konuş, az ye, az uyu. Aslandan kaçar gibi insanlardan uzaklaş. Kendi odanda kendi işinde ol. Genç oğlanlarla, kadınlarla, bid'at ehli ile, zenginler ile, câhiller ile bir arada bulunma, sohbet etme. Helâl ye, şübheliden sakın. Elinden geliyorsa, evlenme. Olur ki, dünyâyı istemeğe kalkarsın da dünyâ için dînini

berbâd edersin.

Çok gülme. Bilhassa kahkaha ile gülmekten kaçın. Zirâ çok gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat gözüyle bakasın, hiç kimseyi horlamayasın. Dışını çok süsleme ki, dışını süslemek, için harab olduğunu gösterir. İnsanlarla münâkaşa, mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme. Kimseye iş buyurma. Meşâyıha [bu yolun büyüklerine] malınla, bedeninle ve canınla hizmet eyle. Sakın onların yaptıklarını beğenmemezliğe, inkâra kalkışma. Çünkü onları inkâr eden felâha eremez. Dünyaya ve dünyâ ehline aldanma. Kalbin hep üzüntülü olsun. Bedenin zaif, gözün yaşlı olsun. Amelin hâlis, duan yalvarma ile olsun. Elbisen eski, arkadaşın derviş, sermayen fıkıh, evin mescid, munisin Allahü teâlâ olsun."

Bu güzel nasîhatı, Hilmî Bey Hocamızdan kaç def’a dinledik. Reşâhat’ta Abdülhâlık Gocdevânî kısmında yazılıdır. Bu yolun erbabının sanki temel esası olmuştur. Hele meşayıhla ilgili cümle, belki yüz def’a tekrâr edilmiştir.

—Evliyâ yolları içinde Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yolu, Eshâb-ı kirâmın yolu ile tam münâsebet hâlindedir.

—Teveccüh demek, kalbini Hakka döndürüp, Ondan gafil olmamaktır. Bu teveccüh ve kalb huzûrundan sonra işlerin meydana gelişi, hakîkî fâil olan Allahü teâlâdan görünür. Mısra:

Var, Onda yok ol, kavuşmak işte budur.

—Sübhânallah! Hazret-i Müceddîd’in Mektûbât’ında ne güzel ma'nâlar, ma’rifetler ve hakîkatler vardır. Hepsi de şer'i şerîfe uygundur.

—Yetecek kadar dünyâ geçimini sağlayacak maddî imkânı varsa, buna kanâat etmekten büyük rahatlık yoktur.

—Tarîkat demek, muhabbet yolu demektir. Muhabbet, öyle can yakıcı bir şu’ledir ki, her korku ve miskinliği yakar. Muhabbet ancak, zikre, halvete, uzlete ve arzuları terk etmekte devâm ve sebâtla ele geçer.

—Filân kimse falancadan feyiz aldı, derler. Feyz, akıtmak, indirmek, boşaltmak, Allahü teâlâ tarafından kalbine keyfiyyetler, haller zâhir olur da, bu nûrlar ve hâller, kalbi mâsivadan soğutur ve Allahü teâlâya muhabbet ile hararetlendirip, arzular sökülür, gider. Gayb-i hüviyyete bir yol açılır ve inzivâ, halvet, zikir ve ibâdet onun ahlâkı olur. İşte feyiz bu demektir. Bu haller, Nakşibendî yolundan yayılmıştır.

—Kur'ân-ı kerîm okuyunuz, salâvât-ı şerîfe getiriniz ve kazâya kalan namaz ve diğer ibâdetleri ve kul haklarını ödeyiniz. Allah ve Lâ ilâhe illallah zikrine, büyüklerimizin bildirdiği şekilde, "Zât-ı pâktan başka hiç maksûd

yoktur" ma'nâsını hâzır bulundurarak devâm ediniz.

—Allahü teâlânın ni'metlerine şükür, ni'metleri ne kadar çok ise, o kadar çok olmalıdır. Maddî ni’metlerine, ma’nevîleri de eklenirse, kat kat ziyâde olur ve bu ni'metlerin şükrünü bir kul, kolay kolay yerine getiremez.

—Din ile dünyâ bir araya gelmez. Dünya için dîni vermek akıl kârı değildir"

Buraya kadar, silsile-i aliyye büyüklerinin yolundan ve hallerinden bir kaç işâret verdik. Bunlar, o büyük yolun başlangıcından haberlerdir. Çünkü sonundan kimse haber vermemiştir. ve "Allahü teâlâyı bilenin dili söylemez olur"u düstur edinmişlerdir.

İşte Hüseyin Hilmî Işık hocamız, bütün bu sırlara ve vâridâta hâiz Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh) ile onüç sene geçirmiş, hep, bu sözleri, hep o büyüklerin hallerini dinlemiş, o büyükler tarafına çekilmiştir. Beyt:

Ben kendi irâdemle ardından gitmiyorum,

İki anber kemendle, çekilip gidiyorum Allahü teâlâya nihâyetsiz hamd ve şükür olsun ki, biz, odun misüllü kullarını, onun sohbetinde ve yakınında bulundurdu. Ona talebe etmekle, Kendini, Habîbini ve Habîbinin Eshâbını, âlim ve evliyâ kullarını sevmeği, düşmanlarını, bid'at ve reform düşünen, mezheb ve tasavvufun ne olduğunu bilmiyenleri sevmemeği ihsân etti. Bu muhabbet ve düşmanlığı Ehl-i Sünnetin alâmeti eyledi.

—O büyük mürşidin nazarları ile renkten renge, halden hâle giren, dünyâ ehli iken âhıret adamı olan, Efendi hazretlerinin sohbetlerini can kulağı ile dinliyen ve kendi ifadelerinde, "nerede ise sabahla akşamı ayıramazdım” beyanları ile yer bulan azîz Hocamızın ma’nevî hâline ve derecesine, herhalde buradan bir yol bulunabilir. Biz ki, Onları görmekle, sohbetlerinde bulunmakla, bir çok hakîkat ve ma'nâlara mazhar olduk; ya Onlar gibi, Efendi hazretlerinin husûsî muhabbet ve husûsî muamelesine kavuşan bir talilinin hâli nasıl olur. Elbette, tekrar ediyorum, hiç mübâlağasız, elbette çok şeylere kavuşmuşlardır. Beyt:

Ni'mete kavuşanlara, ni'metler âfiyet olsun Zavallı, miskin aşıklar, bir lokma ile doysun

Bunun içindir ki. Seâdet-i Ebediyye kitâbının temelini Mektûbât-ı Rabbânî üzere kurdu ve hemen her kitâbında, hattâ aynı tab' [fotokopi, ofset gibi] kitâblarında bile, Mektûbât’tan bir veya bir kaç Mektûb koyarak, o kitâbları Hazret-i Müceddîd’in ilhâm kaynağı olan kalblerinden fışkıran Rahmânî,

Rabbânî ilim ve feyizlerle bereketli hâle getirmiştir. Çünkü her zaman :"Söz, sâhibinin bereketini hâizdir" ve :"Söz, sâhibinin derecesine göre te'sîrlidir" ve :"Sözün altında veya içinde sâhibi vardır" derler, her vesîle ile o büyüklerden bahsederler, onlardan bahsetmeği bir ihtiyâc, rûh ve kalb gıdası ve gönül rahatlığı ve sanki vazîfeyi yapmış olmanın huzûru bilirlerdi. Huzûrunda bulunup, onların dilinden, o büyüklerin isimlerini, menkıbelerini dinlemenin hazzı ve zevkı başka idi. O isimler, o haller ve menkıbelerin hikâyesi ağızlarına o kadar yakışırdı ki, anlatılan ile anlatan arasında büyük bir uyum olduğu kendiliğinden insanın içine doğar ve dinleyen :"Kendi mesleğini ne iyi biliyor ve takrîr ediyor" derdi.

Hocamız elbette Müceddîdî idiler. Müceddîdîlerin husûsîyyetlerini kısaca bildireyim: Ehl-i Sünnet itikadında sağlam olmak, kendi mezhebinde, en az kendine yetecek kadar ilme sâhib olup, ilmi ile amel etmek, amelini mümkün mertebe ihlâsla yapmak. Dininden ta'viz vermemek. Ruhsatları değil, takvâyı esas almak. Haramlardan, günâhlardan çok sakınmak. Gaflete sebeb olacak dünyâ meşgalelerine girmemek. Kendine yetecek kadar maddî imkanı varsa, daha çalışmayıp, hep âhıretine çalışmak. Nakşî, Müceddîdî büyüklerinin eserlerini çok okumak. Onların eserlerini, yazılarını, sözlerini, başkalara tercîh etmek. Onların eserlerinin okunmasını kolaylaştırmak, mümkünse başka dillere çevirip fâidelerini umuma yaymak. Onların hayâlleri ve halleri ile yatmak ve kalkmak, kemâllerini ideal kulluğun basamakları itikad edinmek. Tenzîhi dahi olsa, bir mekrûhu işlemekten, müstehab dahî olsa bir sünneti terkten uzak durmak. Münâkaşa ve mücâdele etmemek. Kalb huzurunu bozacak, maddî ve ma’nevî her şeyden kaçınmak. Bu yolun büyüklerinin hayâlini, Allahü tâlânın zikrini, Resûlullah’a salavâtı kalbin ve dilin virdi yapmak. Çok istiğfar ve tevbe edip, başı önüne eğik, kusurlu kul olduğunu itiraf etmek. İnsanların hukukuna riâyet etmek. Geceyi gündüzden çok sevmek. Her zaman kalbine müteveccih olup kalbi ile Rabbine teveccüh hâlinde olmak. İnsanlar arasına çok karışmamak. Halveti, yalnızlığı tâlib olmak. Kalb güneşinin, yalnız ve karanlık odada doğacağını bilmek. Beden gözü, günâhlara kapalı olmayınca, kalb gözünün açılmayacağını düşünmek. Rabbini her zaman kendiyle beraber bilip, şah damarından yakın bulmak. Velhâsıl, zâhiri şerîatın ahkâmına riâyet üzere, bâtını ise, Allah, Peygamber ve bu yolun büyüklerinin sevgisi ile şen ve taze, kalbi ve dili Allah’ın zikri ile uyanık ve yaş ola.

O halde herkesin Müceddîdîliği farklıdır. Ama yukarıda saydığım maddeler, Hocamda gördüklerimdir. Onların tâlibi olmak isteyenler, Onları sevmeği, âhıreti için seâdet vesîlesi bilenler, bunlara çok dikkat etmelidir. Çünkü bu büyüklerin yolunda, muâmele Allah iledir. Hiç riyâ, sum’a, fütûr, zuhûl kabûl etmez. Ya'nı muhib, Rabbini ne kadar zikr ederse, Ona o kadar yakın, ne kadar gafil ise, o kadar uzaktır. Bir başka ifâde ile kul, şerîate uyduğu kadar Rabbine yakındır.

Allahü teâlâ, Hocamızın eserleri, hizmetleri, sözleri ve inşaallah verdiği usûl üzere, yukarıdaki maddelere devâm eden talebesi, onların da talebesi.. vâsıtasıyla Müceddîdîlik çığırını kıyâmete kadar devâm ettirir. Bu fakîrin bu kitâbı yazmasının yegâne sebebi de, Hocamın açtığı çığırın devâmını temin için üzerime düşeni yapmaktır. Çünkü hadîs-i şerîfde :"Kim iyi bir çığır açarsa, yaptığı işin sevâbını aldığı gibi, o iyi işi yapıp sevâb alanların sevâbı kadar da sevâb alır" buyuruldu.

Hocamız, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin hizmet ve sohbetinde kavuştuğu bu ma'nâyı, ya’nî Müceddîdî rûhunu yaşamak ve yaşatmak için, onsekiz yaşından beri hiç durmadan, dinlenmeden çalışmış, resmî vazîfesi arasında gece, ta'til, izin demeden, Müceddîdî büyüklerinin müşterek dilleri olan arabî ve fârisîyi öğrenmiş, Mektûbât-ı Rabbânî, Mekâtib-i Şerîfe, Mektûbât-ı Hâlidî ve benzerlerini, ayrıca bu taife-i aliyyenin Müceddîd hazretlerinden öncekilerin halleri, sözleri, menâkıbı yazılı olan, Reşahât, Nefehât ve benzeri kitâbları, Risâle-i Hâlidiyye , Mecd-i Tâlid ve benzeri Hâlidî kolu kitâblarını tekrar tekrâr okuyup, insanlığın ikinci dili ile edinilmesi lâzım gelenleri de, imkân ve hâline göre edinmiş, talebe ve bütün insanlığa öğretmek için, hayâtının sonuna kadar, konuşmaktan ve yazmaktan geri kalmamıştır. Siyâset, iktisat, idâre ve hukûmet işleri ile hiç meşgul olmamış ve sevdiklerinin de olmamasını istemiş, devlete ve millete hayır dua etmiştir.

Efendi hazretlerinden edindiği feyzleri, emdiği sütleri, zamanı gelince, Hak ve hakîkat tâliblerine akıtmıştır. 1 953 senesinden 1 960 senesine kadar hep anlatmış, dersleri ve sohbetleri ilim meclisi havasında geçmiştir. 1960 senesinde "Bizim sohbetlerimiz bitti" buyurdu. O târihden sonraki istifâdemiz, daha ziyâde husûsî olmuştur. Bir gün, büyüklerden istifâdeyi konuşuyorduk. İmâm-ı Rabbanî, Muhammed Seyfeddin, Seyyid Nûr, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Mevlânâ Hâlid ve Efendi ile alâkalı rüyalarımı arz ettim. Dinlediler. "Bugün, gök kubbe altında böyle görüp, istifâde eden yoktur. Sizi tebrîk ederim. Anlaşılıyor ki, o büyüklerle münâsebet hâlindesiniz. Münâsebet kelimesi, mufâale babındandır. Mufâale babının binâsı müşâreke içindir. Bir taraftan olsaydı, nisbet olurdu. Mâşaaallah. Siz o büyüklerden istifâde etmek, feyz almak istediğiniz gibi, onlar da sizinle olmak, size vermek istiyorlar. Bu çok büyük ni'mettir. Kardeşim, benden buraya kadar. Şimdi o büyüklerle münâsebeti arttırın ve kuvvetlendirin. Cenâb-ı Hak size bu kabiliyyeti vermiş, hayırlı olsun" dediler. Hocam, böyle söyleyeceğinizi bilseydim, hiç anlatmazdım, dedim. "Yok efendim, biz gene beraber olacağız, ama yolunuzu açmak vazîfemdir" buyurdular. Bu büyüklere âid gördüğüm rüyalar bir defter dolusudur. Ama bunları geçelim.

Zaman zaman onlarla beraber bulunduğumuz elli seneye yakın bir müddet içinde, bu büyükler hakkında, kendilerinden duyduğum bir kaç mühim şeyi yazayım:

—Efendi hazretleri buyurdu ki: İmam-ı Rabbânî hazretleri bir muhadara [yeni gelin]dir. Ehlinden başkasına yüzünü göstermez.

—Şâh-ı Nâkşibend hazretleri hacdan dönünce :Efendim, filân talebeniz, sizinle alâkayı kesti, dediler. "Sorun bakalım, bizi rüyâda görüyor mu?” buyurdu. Sordular. Arada bir görürüm, dedi. Hazret-i Hâce’ye arz ettiler. "Kim demiş bizimle alâkayı kesti, bizden kesilen, bizi rüyâda da görmez” buyurdu.

—Efendi hazretlerine, Gavs-ı a'zam Abdülkâdir Geylânî mi, yoksa Gavs-ı Sâmedânî İmâm-ı Rabbânî mi (radıyallahü anhümâ) yüksektir, sordular. Bir-iki sâat Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, gavsiyyet makamını yüce hallerini ve kerâmetlerini anlattılar. Sıra İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gelince, :"Bu fakîr, İmâm-ı Rabbânî’nin âşıkıyım" buyurup, sözü kesmişlerdir.

—Bir gün Efendi hazretleri, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin şu menkıbesini anlattı :Bir kadın çocuğunu Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına yetişsin diye, Hazret-i Gavs’a bıraktı. Bir zaman sonra çocuğunu görmeğe gitti. Baktı ki, Şeyh hazretleri oturmuş tavuk yer. Çocuğu ise kapıda, zaif, nahiv, ellerini bağlamış, hizmetinde ayakta bekler. Ana yüreği yâ, oğluna acıyıp :"Efendim, bir parça da çocuğa verseydiniz ya!" der. Şeyh hazretleri hikmetle ağzını açıp :"Senin çocuğun daha tavuk yiyecek hâle gelmedi Tavuğu yiyen yapmasını bilecek" buyurup, kemikleri bir yere toplayıp, üzerlerine bir tabak koydu ve ne dediyse dedi. Tabağı kaldırınca, altından pırrr diye tavuk uçtu. Kadın, afv edersiniz, deyip oradan ayrıldı. Hocamız, bu menkıbeyi buraya kadar anlattıktan sonra, şöyle devâm ettiler. Efendi bu kerâmeti anlatınca :"Bunu hikâye gibi, masal gibi dinlemeyin. Bunu Mazhar-ı Cân-ı Cânân haber veriyor" buyurdular.

—Efendi hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin te’lîf ve tertîb ettiği, salavât risâlesinin ismi Câliyet-ül Ekdâr’dır. [kederleri kovucu]. Bunu okumak Delâil-ül-Hayrât okumaktan fâidelidir, buyurdu.

—Efendi hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânı için :"İstanbul’a bedeldir, hâşâ, yanlış söyledim, dünyâya bedeldir" buyurdu.

—İbni Âbidin hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden kelâm ilmi aldı ve tasavvufda onun yoluna girip, kemâle geldi.

—İnanıyorum ki, Efendi hazretleri, İbni Âbidin’den daha büyük âlim idi.

—İnanıyorum ki, Efendi hazretleri, Amerika’nın hangi şehrinde ne vardı,

bilirdi.

—Mevlânâ Hâlid hazretlerine Ledünnî Hârıka demişlerdir.

—Mevlânâ Efendimiz, o dereceye yükselmişti ki, feyzini vâsıtasız Allahü teâlâdan alabiliyordu.

Yeri gelmişken Onlarla bir hâtıramı arz edeyim: Bitişiklerinde oturuyordum. Pazar günü sabah sekizbuçukta çocukları gelip, işiniz yoksa, babam sizi istiyor dedi. Gittim. Kardeşleri Sedâd ağabeyle kahvaltı yapıyorlardı. Sedâd ağabeyle ahbablığımız kuvvetli olduğu için, ağabeylerine, ya'nî Hocamıza gelince beni sormuş. Hocamız da, yakındadır, çağıralım demiş ve çağırmışlar. Buyurun, kahvaltı yapalım dediler. Kahvaltı yaptım, dedim. Olsun, masada oturun, çay içersiniz, birşeyler yer, bize iştirak edersiniz, buyurdular. O zaman yirmi dört yaşlarında olup üsteğmen idim. Mektûbât’tan bir süâlim var, dedim. Buyurun dediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûblarında :Bizim birbirimize irtibatımız muhabbetledir, nisbetimiz ise in'ikâsî [kalbden kalbe aksetme] ve insibâğîdir [mürîd şeyhin hâline bürünmek] buyuruyor. Birinci kısmı biraz anladım, ama nisbet kısmını anlıyamadım, dedim. Ben nereden bileyim, buyurdular. Biraz durdular, sonra :İki ifâde de tam yerindedir kardeşim. Ne güzel ifâde etmişler. Zirâ kalbler muhabbetle [sevgiyle] birbirine bağlanıp, irtibât yolu sağlandıktan sonra sıra in'ikâsî ve insibağî olan nisbete gelir. Bir kalbde olan diğerine akseder, yahud onun rengine, hâline, sıfatına bürünür" dediler. Sonra yukarıya, ya’nî ikinci kattaki salona çıktık. Sedâd bey :"Ağabey, ikisi de Eshâb-ı kirâmdan olduğu halde, Silsilede Selmân-i Fârisî hazretleri, niçin Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinden (radıyallahü anhümâ) sonra geliyor?" dedi. Buyurdular ki, Selmân-ı Fârisî hazretleri de, bütün Eshâb-ı kirâmın fazîletlerine ortak idi. hattâ, "Ehli Beyttendir" buyurulduğu için ziyâdesi de vardı. Ama Ebû Bekr hazretleri için buyurulmuş bir fazîlet vardı ki, ona kimse ortak değildi. O da :"Allahü teâlânın kalbime akıttıklarının hepsini, Ebû Bekr’in kalbine akıttım" hadîs-i şerîfinde bildirilen fazîlet idi. Bu fazîleti sebebiyledir ki, Sahabenin Mescid-i Nebi’ye açılan kapılarının kapatılmasını buyurduğu zaman, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerininkini kapattırmadı ve ma'nâ âlimleri: "Bunda bir sır vardır, o da onun kapısının, ya’nî yolunun kıyâmete kadar hep açık bulunmasıdır” dediler. İşte Sıddîk-ı ekber, bu müktesebatını ve feyizlerini Selmân-ı Fârisî hazretlerinin kalbine akıtmış olunca, Silsilede ondan sonra geldi. Sedâd bey yine :"Efendim, evliyâlar içerisinde, mürşidiyle işini bitirip, sonra doğrudan Allahü teâlâdan feyiz, nûr ve vâridât alanlar var mıdır?" diye süal etti. Buyurdular :”Evet vardır. Bize en yakın olan Mevlânâ Hâlid hazretleri onlardan biridir. O da, İmâm-ı Rabbânî, Hâce Bâkî, Şâh-ı Nakşibend hazretleri gibi, o dereceye yükselmiş idi. Hattâ Mecd-i Tâlid’de yazar kı: "Mevlânâ hazretleri o dereceye çıktı ki, kemâlât-i nübüvvete, ya’nî Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâlâtına kavuştu. Ama mansıbı yoktu. Ya’nî peygamberlik sona ermiş olduğundan peygamber değil idi. Bir eksiği o idi.” Sedâd beye, Hicâzdan ne haberler getirdiniz, dediler. O da, uzun uzun anlattı. Bir yerinde dedi ki, Medine-i münevverede, Resûlullah’ın Ravda-ı mübârekesi ile şereflenmiş, dua ediyordum. Vazîfeli bir Vehhabî memûru, duama ma'nî olmak istedi ve :O ölüdür, duymaz, ona dua etmek, ondan şefâat istemek şirktir, dedi. Ben de Bakara sûresinin 154. :"Allah yolunda öldürülmüş olanlara ölü demeyin, onlar diridirler, siz anlamıyorsunuz" âyetini okudum. Yüzüme baktı ve yanımdan uzaklaştı. Hocamız : ”Âferin, sizin bu yaptığınız cihâddır. İnşaallah hacla birlikte cihâd sevâbı da aldınız" buyurdular. O günkü sohbet uzun idi. Ancak bu kadar kısaltabildim.

—Abdullah Dehlevî hazretlerinin tasarrufu o kadar kuvvetli idi ki, bir nazarla, bir mü’mini velâyet mertebesine kavuştururdu. Hiç evlenmedi. Allah’dan başka kimseye râzı olmadı. Ebû Saîd Müceddîdî hazretlerinin oğlu Sâhib Ahmed Saîd hazretlerini oğulluğa kabûl etmişti.

—Seyyid Tâhâ hazretleri, hem irşâd kutbu, hem de medar kutbu idi. Tıpkı Alâeddin Attâr hazretlerinin, zamanında, maddî ve ma’nevî ilimlerde kutub olduğu gibi.

—Seyyid Fehîm hazretlerinde, ağır basan, kerâmet değil istikamet idi.

—Efendi hazretleri buyuruyor: Seyyidim, senedim, hazret-i Seyyid Fehîm buyurdu ki, eğer Seyyid-i Büzürk [Seyyid Tâhâ] ile aramızda, ateşten bir dere olsa ve beni yanına çağırsa, tereddüdsüz o dereye girer, onun emrini yerine getiririm.

—Efendi hazretleri buyurdu ki :"Seyyidim, senedim, Hazret-i Seyyid Fehîm gözlük kullanmasaydı, gözlüğün menfaatini inkâr ederdim."

Nakşî, Müceddîdî ve Hâlidî yollarının ve kollarının esası, Sünnet-i

Seniyyeye ittiba' ve şeyh-i muktedâya muhabbet üzere kurulduğundan, bu yolda hâkim unsûr istikâmet oldu. Kerâmet istikametten aşağıda kaldı. Dini istikamet, dünyâsı istikamet, dışı istikamet, içi istikamet üzere bulunmak çok zordur. Resûlullah’ın :"Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" hadîs-i şerîfi, O sûredeki "Emr olunduğun gibi, istikamet üzere ol" âyet-i kerîmesinin ağırlığı altında buyurulmuştur. Bunun için evliyâ, istikamet kerâmetten bin kat üstündür, demiştir. Ya'nî gerçek dîn, hakîkî kulluk, ancak istikametle ele geçer. Bu da, bu büyüklerin nasîbi oldu. Ve bu fakîr, Hocamızı hep buna dikkat eder, istikametten ayrılmamağa çalışır, buldum ve gördüm. Bunun için Hocamızı kerâmetle hiç değerlendirmedim. İsterseniz bununla alâkalı bir hatıramı anlatayım:

—Bir akşam bir kardeşimizin evinde sünnet veya nişan merasimi vardı. Eski arkadaşlardan biri şöyle konuştu : Hocamız bir televizyon gibidir, her an her arkadaşın ne yaptığını bilir. Onlar mürşid-i kâmildir, filân filân talebesi de evliyâdır, dedi ve o kalabalığın içinde bu fakîrin ismini de söyledi. Böylece söz hakkı doğdu. Dedim ki, bizim büyüklere göre ma'rifet, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âid sırlara kavuşmak, her an huzûr ve cem'iyyet içinde olup, bir an Allahü teâlâdan gafil olmamaktır. Kulların halleri ile kalbini meşgul etmek, bizce büyük bir fazîlet değildir. Bunun için ben Hocamı, bahsettiğiniz bu halleri için sevmiyorum ve Onları sizin dediğiniz gibi bilmiyorum. Benim onları sevmemin sebebi, Ehl-i Sünnet itikadında âlim olması ve bu itikadı öğretmesi, hanefî mezhebinde âlim olup ilim öğretmesi, islâm ahlâkını yaşayıp, yaşatmak istemesi ve Allahü teâlânın sevgili kullarını sevmesi ve sevdirmeğe çalışmasıdır. Ben bu sağlam iplerle Hocama bağlanmışım ve Onları böyle tanırım. Bazı kimseler için, evliyâ kelimesini, herhalde bu yolun istılahî ma'nâsında kullanmadınız. Yoksa bu sözünüz yalan, zulm ve büyüklerimize hakaret olur. Sonra bu konuşmamızdan Hocamızın damadı Enver Ören ağabeye bahsettim. Bir akşam Hocamızda idik. Enver ağabey, ikide bir beni dürtüyor ve o konuşmamızı Hocamıza nakl et, diyordu. Hocamız gördüler ve ne var dediler. Enver ağabey mevzûyu açtı. Hocamız bana, anlatın, dediler. Anlattım ve ne zaman, ben hocama bu sağlam iplerle bağlıyım, dedim. Buyurdular ki: Doğru söylemişsiniz. Biz de Efendi’yi böyle bilirdik. Öbür şeyleri niçin karıştırıyorlar. Bahsettiğiniz arkadaş, bizim sohbetimizde bulunmamıştır. O bize 1960 senesinden sonra gelmiştir. Bizim sohbetlerimiz ise altmış senesinde bitti.

—Hocamız, en az, haftada bir bizim fakîrhâneyi şereflendirir ve fârisî aslından Mektûbât okur, ben ta'kib ederdim. Bazan da Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânından okur ve okurken sesi titrek bir hâl alır, Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğü karşısında küçülür ve :"Onun yazılarını çok büyük hurmet ve edeble okumamız, her beytinde ağlamamız icab eder" buyururdu.

—Biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk, siz de öyle!

—Kardeşim, bu silsile-i aliyyenin her halkası çok büyüktür. Nakşibendî, Müceddîdî ve Hâlidîlerde irşâd için, velâyet-i hassa-i Muhammediyyeye erişmek şarttır. Asgarî hat budur. A'zamîsi ise, daha yukarılara çıkar.

Yukarıda arz ettiğim gibi, istikamet en büyük kerâmettir. Bir kimsenin mürşid veya müstâkim-ül ahval olduğu, onun sohbetinde bulunanın, dünyâdan soğuyup, âhırete rağbet etmesi ile anlaşılır. Böyle birinin sohbetini canına minnet ve iki dünyâ için seâdet vesîlesi bilmelidir. İnsanın kalbine dünyâya rağbeti sokan ve âhıretten uzaklaştıran sohbetlerden çok uzak durmalıdır.

Büyüklerin hallerini anlatanlar, kerâmet cinsinden bazı menkıbelere de yer verdiklerinden, âdetlerini bozmamak için bir kaç şey yazayım:

—Kendileri anlattı. Ankara’da, Saman Pazarı’ndan Hamam Önü’ne doğru bisikletle iniyordum. Önüme bir çocuk çıktı. Çarptım. Ben de düştüm. Kalktım, yanına gittim. Nefes almıyordu. Allahü teâlâya yalvardım. Nefes aldı ve kalktı.

—Kendileri anlattı: Ankara’da birisi bana geldi. Bir kız evlâdı vardı. Tifo gibi bir hastalığa tutulmuş, durumu çok ağır idi. Ağlayarak benden çâre aradı. Şifâ âyetlerini yazıp, suda erittik ve o suyu çocuğuna içirdi. Birkaç gün sonra teşekküre geldi, Allah râzı olsun, kızım sayenizde iyileşti, dedi.

—Sene 1956. Bir Cumartesi günü akşama doğru Kuleli Lisesi’ne dönüyordum. Vapurda Çengelköy’lü hoş bir tanıdığa rastladım. Konuşarak geliyorduk. Beylerbeyi iskelesine yanaşırken akşam ezânı okunmağa başladı. Yanımdaki Beyefendi, ben burada inip, namazı cemaatle kılayım deyince, ben de, indim ve doğru Hocamın evine gidip, kapıyı çaldım. Kapıyı açtılar ve bana :"Seni Allah gönderdi. Bir arkadaşın babası, oğlunun güyâ subay olmasını istemiyormuşum iddiası ile beni mahkemeye vereceğini yazmış. Öyle bir şey yok, ama üzüldüm. Mahkemelere gitmeği hiç sevmem. Bunun için ikindi namazını kıldıktan sonra, düa ettim, Allahü teâlâdan seni, veyâ Enver beyi istedim. Elhamdülillah, Allahü teâlâ duamı kabûl buyurdu ve seni gönderdi. Gel birkaç dakika konuşalım, sonra akşam namazını kılarız buyurdular."

—Hocamız İstanbul’dan Erzincan’a gideceklerdi. Biz de Ankara’da talebeydik. Bir gece rüyâda Hocamızın trenle geldiğini, bulundukları kompartımana girdiğimi, orada bir koltukta albay elbisesi ile oturduklarını gördüm. Selâm verdim. Yanlarındaki sandalyeye beni oturtup, başımı kucaklarına aldılar. Elleri ile yüzümü gözümü okşadılar ve kapıda bizi seyr eden bir arkadaşa [Alî Karaduman] :”Süleyman bey bizi çok özlemiş, doya doya öpsün" buyurup, ellerini dudaklarımın üstüne bıraktılar. İzinleri ile olduğu için doya doya öptüm. Çünkü hiç el öptürmezler, musafeha ederken iğilmeyi bile bid'at sayarlardı. Sabahleyin Polatlı’ya gittik. Kendilerini trende gördüm. Musafehadan sonra ellerini öptüm. Müsade ettiler ve :"Süleyman rüyâ ile hareket ediyor, muhâlefet etmeyelim" buyurdular.

—Askeri Lisenin son sınıfında idim. Bir gece rüyâda Hocamı gördüm. Bana, şimdi çocuklarımın annesinin resmini gösterdiler ve "Buna dikkat eyle, sen bununla evleneceksin" buyurup resmi bana verdiler. Dört-beş sene sonra, buyurdukları gibi oldu.

—Bir arkadaşla Hocamıza gidiyorduk. Bâyezid’den Fâtih’de Onların evine kadar yürüdük. Yolda, radyoda kötü yayınları, nefsin hoşuna giden şarkıları, gayr-i ahlâkî hikâyeleri dinlemek günâhdır, tamam ama acaba ta'mîri de günâh mıdır? diye konuştuk. Onlara gidiyoruz, süâl ederiz dedik. Onların evine geldik. Çeşitli şeylerden konuşuldu. Daha bize sıra gelmemişti. Bir ara buyurdular ki: "Eğer radyo, Sultan Abdülhamîd Hân zamanında olsaydı, dîn için ondan çok fâidelenilir idi. Ama şimdi almak da, tamîr etmek de günâhdır."

—Bu fakîr, Mektûbât’ı el yazım ile yazıp, istinsâh ettiğim sıralarda, bazı yerleri veya kelimeleri anlayamazdım. Bazan rüyâda Abdülhakîm Efendi teşrîf edip, izâh buyurur, bazan Hocamı rüyâda görür, bilmediklerimi süâl eder, cevâblarını alırdım.

—Ramazan-ı şerîfde bizim evde iftâr ettik. Yemek esnasında, o sıralarda gördüğüm bir rüyayı Hocamıza arz ettim. Oğulları Abdülhakîm de beraber idi. Şöyle anlattım: "Hocam, rüyâda, Efendi hazretlerinin câmi'inin yanındaki bahçeye, arka taraftan çıktım. Bahçe çok güzeldi. Köşk dedikleri binânın önünde, ortada siyâh sakallı, sağında ve solunda iki genç bulunan nûr yüzlü bir zât vardı. Rastladığım birine, bu zâtın kim olduğunu sordum. Ma'ruf-i Kerhî hazretleridir, dedi. Geldim, elini öptüm. Yanında tutup, sağındaki ve solundaki gençler için :"Bunlar benim genç evliyâ talebelerimdir" buyurdular. Hocamız, bu rüyamı dinleyince: "Kardeşim, inşaallah, şu anda onlar buradalar ve onların rûhâniyetleri ile yemek yiyoruz” buyurdular. Sofrada, iki çeşit meyve, ya’nî kavunla üzüm gördüler ve :"Tekellüf olmasın, birini kaldırın, üzümü alın" dediler.

—Şâkir Efendi’nin evine hiç gitmemiştim. Efendi’den dinlemek ve bazı şeyler sormak için, evine gitmeği düşünüyordum. O zamana kadar böyle bir şey düşünmemiştim. O günlerde idi. Hocamızın evinde yemek yiyorduk. Bir ara :"Şâkir beye hiç gittiniz mi?” dediler. "Gitmedim" dedim. "Gitmeyin, lüzûm yok” dediler. Gitmedim.

—Sabah erken evden çıkmış, işime gidiyordum. Evlerinin önünden beş-on adım geçmiştim ki, Hocamın çok iyi tanıdığım sesini iki def’a duydum. Süleyman bey, Süleyman bey, diye seslendiler. Döndüm baktım, göremedim. Evin önüne geldim. Aşağı ve yukarı odanın pencerelerine baktım, yine kimseyi göremedim. İşime gittim. Akşam dönünce uğradım ve sordum. "Hayır, efendim ben size o sâatte seslenmedim, namazı kılıp yatmıştım" buyurdular. Ama efendim, sizin sesinizdi dedim. "Olur öyle şeyler, bunları bu yolda, normal karşılamalıyız" dediler.

—Rüyâda Hocamı gördüm. Bana :"Mantık okudunuz mu?" dediler. Okumadım, dedim. "Molla Fennârî hazretlerinin "Îsaguci şerhini okuyun" buyurdular. Ertesi gün, İlim Yayma Cemiyeti’nin tertîb ettiği kursa, gidiyorduk. Konuşma arasında :"Siz mantık okudunuz mu?" dediler. Okumadım, dedim. Molla Fennârî hazretlerinin Îsagucî şerhini okuyun" buyurdular. Bu sözleri üzerine güldüm. Sebebini sordular. Gece, rüyâda da böyle buyurmuştunuz, dedim. "Öyle mi, efendim, dediler. Mekkî Efendi’nin nefesi bereketlidir. Ondan okuyun" buyurdular. Öyle oldu ki, Mekkî Efendi’den iki def’a, mezkûr mantığı okumak nasîb oldu.

Uzun yıllar Işık Kitâbevinin bütün hizmetlerini deruhte edip, güzel bir şekilde yürüten ve hep Hocamızın hayır duâsını alan, istikamet ehli kardeşlerimizden İsmet Emânet beyin Hocamızdan şâhid olduğu birçok firaset ve kerâmet yollu hallerden birkaçını da yazayım:

—Işık Kitâbevi’ndeki vazîfemden önce Sarıyer’de balıkçılık yapıyordum. Hocamızın sohbetinde bir def’a bulunmuştum. Çalıştığım reis ve iki-üç arkadaşla Hocamızı ziyârete geliyorduk. Yolda, kalensüve-i mecûsi, ya’nî küfür alâmeti kullanmanın mahzûrundan, radyoda îmâna tealluk eden bahislerle zaman zaman alay edildiğinden, dinlerken dikkatli olmanın, hattâ bazı gazeteler için de böyle titiz davranmanın luzûmundan bahs ettim. Kimi sustu, kimi itiraz etti. Nihâyet gelip kapıyı çaldık. İçeriden çok nâzik bir ses :"Maşaallah müslümanlar, buyurun kardeşlerim, buyurun" deyip, kapı açıldı. Yukarıya salona aldılar. Oturunca, mübârek gözlerini kapayıp şöyle konuştular :"Derd ü belâ kemend-i mahbûb-est, her kirâ dost mîdâred be-kemend-i hîş be-hod mîkeşed" ya'ni, derd ve belâ Cenâb-ı Hakkın kemendidir. Onu sevdiği ve seçtiği kullarına atar ve o kemendle onları kendine çeker ve buyurur ki, ey kullarım, benden gafil olmayın, beni hatırlayın. Bu kementler hastalıktır, derddir, âfettir, belâdır. Dünyada dertsiz insan yoktur. Sarıyer’den teşrîf ettiğinize göre, soracaklarınız vardır; buyurun dinliyorum." İsmâil reis diye bilinen arkadaş :"Hocam, bir tayfamız vardı, namaz kılmazdı, ama namaz kılanları severdi. Şarab içmez ve içenleri sevmezdi. Bir gün arkadaşları onu kandırıp, şarab içirttiler. Neden sonra bir gece Boğaz’da gece balık ararken, denize düşüp boğuldu. Cenâze namazını kıldık, ama içimizde ukde kaldı. Siz ne buyurursunuz?" dedi. Hocamız, İmâm-ı A’zâm efendimizin bununla alâkalı bir menkıbesini anlatıp, buna göre :"O kişi mü’mindir, cenâze namazı kılınır" deyip :"Küfür alâmeti kullanmak, şarab içmekten daha büyük günâhdır" buyurdular. Böyle buyurunca, biz gayr-i ihtiyârî arkadaşlarla göz göze geldik. Hepsi irkilmişti. Çünkü içlerinden biri küfür alâmeti kullanırdı ve eve girmeden koynuna sokmuştu. Sonra Hocamız bu konuyu bir çok kitâb ismi vererek izâh ettiler. Ardından :"Radyo insanın îmânını alır. Diyeceksiniz ki, o bir âlettir, insanın îmânını nasıl alır? Efendim, albay idim. Beylerbeyi’nde ahşab bir evde oturuyordum. Ev sâhibimiz hacı idi, üst katta oturuyordu. Ramazan-ı şerîf idi. İftâr sâati yaklaşmıştı. Radyodaki konuşmacı, İslâmiyetle alay eden bir konuşma yapıyordu. Ev ahşab olduğundan sesler bize kadar geliyordu. Ev sâhibimizin bu konuşulanlara kahkaha ile güldüğünü duydum. Îmânı gitti efendim. İslâmiyet ile alay etmek küfürdür. Alay edene gülmek de küfürdür. Radyo insanın îmânını böyle alır kardeşim." buyurdular. Böylece sabahleyin otobüste izâh etmeğe çalıştığım ve her birinde itirazla karşılaştığım bütün konuştuklarımızın cevâblarını almıştık. Biraz sonra kalktık. Dualarla uğurlandık ve bu husûsî gece, hayâl kitâbımın gönül sahifesinde, hayâli cihân değer bir hâtıra olarak kaldı.

—1968 yılı idi. Maaşımla zor geçiniyordum. Hanıma manto, çocuğa ayakkabı alacak param yoktu. Evdekiler, her ne zaman bu ihtiyacları söylese, inşaallah yakında alırız der, bu yolla atlatmağa çalışırdım. Bir gün sabahleyin dükkân temizliğini bitirmiştim ki, Hocamız teşrîf ettiler. Oturup, biraz durduktan sonra ":Maaşınız ne kadardır kardeşim" dediler. 800 lira, dedim. "Azdır, yetmez" buyurdular. Yetiyor efendim, dedim. "Olur mu kardeşim, hanıma manto, çocuğa ayakkabı lâzımdır. Zeki beye söyleyin, maaşınıza yüz lira daha zam yapsın" buyurdular.

—Kapıya geldiğimde Enver ağabey çıkmak üzere idi. Kapıyı açıp, Hocamız, üst katta sizi bekliyorlar, dedi. Kendisi gitti, ben de kapıyı kapatıp yukarı çıktım. Odaya girince, Hocamızı namazda teşehhüdde buldum ve niyyet edip onlara uydum. Tehıyyâttan sonra cehrî tekbîr getirip ayağa kalktılar. İki rek'at daha kılıp selâm verdiler. Ben de yetişemediğim iki rek'atı kıldım ve selâm verdim. Bu arada Onlar âyetel kürsiyi, tesbîhleri okumuşlar, ellerini kaldırmış dua ediyorlardı. Ben de dualarına iştirak ettim. Duadan sonra, bana dönüp :"Âyetel Kürsiyi okudunuz mu?" buyurdular. Okudum, dedim. "Tesbîhleri okudunuz mu?" buyurdular. "Hayır, efendim dedim. Tesbîhlerini bana uzâttılar. Ve :"Kardeşim, tesbîhleri okumak çok sevâbdır. Hele üç aylarda hiç terk etmemek lâzım" buyurdular. Receb ayı idi. Tesbîhleri çekerken, Hocamız bu tesbîhi bana hediye etse, ne güzel bir hâtıra olurdu, düşüncesi hâtırımdan geçti. Onların tatlı sesini duydum :"O tesbîhi senelerce yanımda taşıdım. Senelerce çektim. Şimdi onu size hediye ediyorum" buyurdular. Hem üzüldüm, hem sevindim. Kalbimden geçeni anladıkları için sarsıldım ve birden gözümden gözyaşları döküldü.

—Bir def’a da, kitâbevine geldiler. Abdest alıp, kurulandıkları mendili sandalyeye astılar. Namazı kılıp, biraz durduktan sonra gittiler. Mendili bıraktılar. Mendili bana hediye etmelerini istiyordum. Onların mübârek yüzlerine temas eden mendili Cennet havlularından sayıyordum. Onbeş gün sonra evlerine gidince, istemeyerek o mendili de götürdüm ve daha onlara söylemeden ve mendili çıkarmadan :"Kardeşim, biz onu size hediye etmiştik" buyurdular. Saklıyorum ve vefâtımda göğsüme konmasını vasıyyet ettim.

—1974 yılında şoför olmak için ehliyyet alacaktım. Direksiyon imtihanından bir türlü geçemiyordum. Bir kandil gecesi, Onlarla kandilleştik. Çıkarken bana :"Bir arzunuz var mı idi?" buyurdular. Durakladım. Birden hâtırıma, imtihan geldi ve Hocam, yarın imtihana gideyim mi?" dedim. "Gidin, gidin, hayırlı olsun!" buyurdular. Böyle buyurdukları için, imtihandan çok ümidlendim. Gittim. Heyecandan bir takım olumsuzluklara rağmen, taaccüb edilecek zuhûrlarla yardımlar gördüm ve ehliyyeti aldım. Dükkâna geldim. Öğleden sonra Hocamız teşrîf ettiler. Ben daha ehliyyet konusunu açmadan, tebessümle :"Yok, biz o ehliyyetle araba kullanmanı kabûl etmeyiz. Hüseyin Yener beyden öğreneceksin, ehliyyetini tasdîk edecek, ondan sonra trafiğe çıkacaksın. Şoför demek, her yayayı sağır ve kör, her araba kullananın ise, acemi olduğunu kabûl eden kişi demektir" buyurdular.

—Yine 1974 senesi idi. Mudanya’nın Kaymakoba köyünden Süleyman Efendi isminde bir zât, elinde bir sepet kirazla kitâbevine gelip, sepeti Hocamıza vermemi ve mümkünse görüşmeği, mühim bir mes'elesi olduğunu, sormak için geldiğini söyledi. Hocamıza haber verdim. "Yirmi dakika sonra kitâbevine geleceğim" buyurdular. Geldiler ve o zâta, iltifat ve dua ile söze başladılar ve :"Zamanımızda bazı kimseler, şeyhlik yaparak, kadınları etrafına topluyor. Bunlar şeyh değil, yalancılardır. Kadınları aldatıyorlar. Haram işliyorlar. Kadınları böyle kimselere ve yerlere kat'iyyen göndermemelidir." dediler. Yarım sâat sonra kalktılar. Giderlerken, Süleyman efendinin kulağına eğilip, suâlini sorsana dedim. Aldırmadı. Bir daha söyledim. Yine önemsemedi. Hocamız gittikten sonra, niçin suâlini sormadın, dedim. Soracaklarımın cevâbını aldım, dedi ve:"Kayınvâlidem Bursa’da Çekirge semtinde oturuyor, orada bir şeyhin sohbetine gidiyor, benim hanım Bursa’ya gidince, onu da o şeyhe götürüyordu. Ben de, dîni bir sohbettir, mâni' olursam vebâle girerim korkusuyla engel olmak veya olmamak rahatsızlığı ile buraya geldim ve, elhamdülillah, tatmîn edici cevâbları aldım" dedi ve Hocamızın sâdık sevenlerinden oldu.

—1970 senesi idi. Hocamızın sohbetinde idik. Efendi hazretlerine hizmet etmiş, fakat zaman zaman da üzmüş bir zâttan bahs ettiler. Hattâ kendilerini de üzdüklerini söylediler. O zâtı bir iki def’a görmüştüm. İçimden, o zâtı görürsem, elini öpmem geçti. Hocamız bana bakarak, o zâtın ismini zikr edip :"Onu görürseniz, elini öpün, duasını alın; Efendi hazretlerine hizmet etmiştir" buyurdular. O zât, Fâtih’e pek gelmezdi. Onun için görüşmemiz zordu. Ama ertesi gün Fâtih’te, Yavuzselim Caddesi’nde o zâta rastladım. Hemen yanına gittim, elini öptüm, dûasını aldım ve bir emirleri olup olmadığını sordum ve ayrıldım. Hocamızın sözlerindeki hikmeti anladım ve kendime esef ettim.

—Muhterem bir zât kitâbevine bir çok kıymetli kitâblar hediye etti. İçlerinden Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn’i kendim için çok istedim. Bir arkadaş daha tâlib oldu. Ona Câliyet-ül Ekdâr sana kalsın, dedim. Hocamız teşrîf ettiler. Bu iki kitâbı arz ettim. "Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn sizin, diğeri o arkadaşın olsun!" buyurup, benim arzûmu bildiklerini anladım.

—Bir gece sohbetlerinde idim. "Haramdan sakınmak için kalabalık caddelerden değil, tenha sokaklardan yürüyerek işe gideriz" dediler. Ertesi gün matbaadan gelirken, Yavuz Selim Durağı’nda inip Yavuz Selim Caddesi’nden değil de, ona paralel Yusuf Ziyâ Paşa sokaktan yürüdüm ve, Hocamın yolu burasıdır, ben de buradan gideyim dedim. Biraz yürüdükten sonra, başımı kaldırdım ve hocamızın yukarıdan aşağı doğru geldiklerini gördüm. Çok sevindim, heyecanlandım. Yaklaşınca, her zamanki gibi dudaklarında tatlı bir tebessüm vardı. Selâm verdiler ve :"Yâ kardeşim, biz hep bu tenha sokaktan ineriz" dediler.

—Birisi kitâbevine uğrar, kitâb alır dağıtırdı. Sonra bir gün sakallı ve şalvarlı olarak gelip , sakal bırakmam için bana da çok ısrar etti, mes'ûl olacağımı söyledi. Hangi özrü ileri sürsem itibâr etmedi. O günlerde Hocamız, Kosova'dan gelen bir mecmua heyetiyle mülâkat için kitâbevine geldiler. Uzun konuşmalar sonunda söz sakal konusuna geldi. Buyurdular ki :"Bakın, benim sakalım yok. Bu yüzden kayıtlara, ilerici dîn adamı olarak geçtik. Sakalım olsaydı, gerici dîn adamı olarak geçerdik. Efendim, İsmet bey de sakal bırakamaz. Bırakırsa gerici yayıncı denip, ta'kibe alınır ve sıkıntı çeker." Bu sözleri beni rahatlattı.

—1990 senesinde Bursa’dan dönerken Orhangazi’ye uğradım. Bir arkadaş iki üç kasa şeftali verip, bunları Hocamıza verirseniz, memnun olurum, dedi ve bir kasanın üstüne üç-dört tane turfanda armut koydu. Armutları görünce, fazla olsaydı, bir tane de fakîr tadardım. Bu armutlar turfandadır; kim bilir ne kadar lezzetlidir, diye kalbimden geçti. İstanbul’a gelip, Hocamın evine getirdim. Kapıdan teslîm edip, bir emirleri olup olmadığını süâl ettim. "Söyleyin, akşam yemeğine bize gelsin" buyurdular. Akşam seâdethânelerine gittim. Yemekten sonra bahçe tarafındaki balkonda oturduk. Çok neş'eli idiler. Çaydan sonra, meyve getirmelerini söylediler. Gelen meyveler arasında armutlar da vardı. Armutlardan bir tanesini alıp, bendenize uzâttılar, tebessüm buyurarak :"İsmet bey, bu armut turfandadır, lezzetlidir. Buyurun, yeyin" buyurdular.

—1970 senesinde kitâbevine bir adam geldi. Hanımının hasta olduğunu, bayılıp düştüğünü, nereye başvurduysa çare bulamadığını, Mersin’de iken ‘Emin hoca’ denilen bir zâtın, kendisine, doktorlar çâre bulamazsa, siz, İstanbul’da Fâtih’te Hüseyin Hilmî beyi bulup, derdinizi ona anlatın dediğini, bunun için Hocamıza gittiğini, kapıyı bir gencin açtığını, onunla konuşurken, bir zâtın geldiğini ve ziyâret sebebini sorup elini omuzuna koyup :"Estağfirullah kardeşim, Hüseyin Hilmî Işık, Allahü teâlânın âciz bir kuludur, elinden bir şey gelmez. Hastanız inşaallah şifâ bulur" diyerek sırtını sıvazladığını ve o gence, kendisine bir kitâb getirmesini ve getirip verdiğini, o zamandan beri üç sene geçtiğini ve hanımının bir daha hastalanmadığını, şimdi ise, kızının da öyle hastalandığını, onun için tekrâr Hocamıza, dua istemek niyetiyle geldiğini anlattı. Mâşallah siz iyi ve bedâva doktoru bulmuşsunuz, dedim ve evi ta'rif ettim.

Hocamızın böyle sayısız menkıbeleri vardır. Birkaç misâl verdik. Maksadımız Hocamızın kerâmetlerini değil, istikamet ve dîndeki yerini anlatmak olduğundan bu bahsi bitirirken diyelim ki:

—Bir çok arkadaşlar, bir çok ihtiyâcları için, dûalarını isterlerdi. Düâ ederler ve istedikleri hâsıl olurdu. Düâda bilhassa, Silsile-i aliyye hürmeti için, derlerdi. Velhâsıl, düâsı müstecab olan Allahü teâlânın sevgili kullarından idi. Mâdem ki, Silsile-i aliyye dedik, bu bahsi büyüklerimiz hakkında yazdığım bir şiirle bitirelim:

SİLSİLE-İ ALİYYE

Nebî, Sıddîk, Selmân, Kasım, Ca'fer, Tayfûr, Hasan, Alî'm,

Hayâliyle olsam dâim, sonra Yûsuf var efendim.

Abdülhâlık Gocdevânî nûrla doldurdu cihânı,

Ârif, Mahmûd, Azîzanı, kalb dâim arar efendim.

Muhammed Bâbâ Semmâsi, Seyyid Emir siler pası,

İrşâd eden bütün nâsı, Behâeddindir efendim.

Alâeddin yolu açan, Ya'kub bu fezâda uçan,

Ubeydullah-ı Ahrârdan bu nisbet artar efendim.

Mehmed Zâhide bu nisbet verildi ondan Muhammed,

Dervişe kondu Seâdet, Emkenge uzar efendim.

Hâce-i bî-rengi Bâkî, âb-ı hayât sunan sâkî,

Halefi Ahmed Fârûkî bir kenz-i esrâr efendim.

O gavs-ı samedânîdir, hem mahbûb-i sübhânîdir,

Velâyetin sultanıdır, olunmaz inkâr efendim.

Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir,

Mektûbât ki, eseridir, cana can katar efendim.

Oğlu Sâdık, Saîd, Ma'sûm, sonuncusu oldu Kayyûm,

Neler oldu ona ma'lûm, velâyet sunar efendim.

Oğulları Sıbgatullah, Seyfeddin ve Ubeydullah,

Eşref, Sıddîk, Hüccetullah misilsiz envar efendim.

Muhammed Seyfeddin candır, Nûr ondan, ondan Cânândır,

Şâh-ı Dehlevî sultândır, Cihân nûruna dâr efendim.

Müceddîddeki o nûrlar, Hâlidde kıldılar karar,

Nebîdeki kemâlât var, böyle der âsâr efendim.

Cihân mübtedi'e dardır, tâ Mevlânâ Hâlid vardır,

Hizmetçileri sultandır, sultanlar şaşar efendim.

Evliyâ kaynağıdır o, nûr ve feyz menba'ıdır o,

Nübüvvet ırmağıdır o, cihâna akar efendim.

Bu diyarda bu bereket, onun sâyesinde elbet,

Onlardan sonra bu devlet, Seyyidlere yâr efendim.

Seyyid Abdullah ve Tâhâ, sohbetleridir bî behâ Âşıklar o pâdişaha, kalbleri yanar efendim.

Şarkın parlak güneşleri, bulunamaz hiç eşleri Hep Allahladır işleri, derler, budur kâr, efendim.

Seyyid Fehîm kutb-i fâik, ma'lûm ona her dekaik, Üstâdı Sâlihe lâyık bir sırra mazhar efendim.

Seyyid Abdülhakîm cândır, o âşıklara cânândır,

Zamanında o sultandır, bilmesin ağyâr efendim.

O evliyânın şâhıdır, kalb mülkü pâdişâhıdır,

Hâli huzûr âgâhidir, tersi düz yapar efendim.

Ey bu yolun serverleri, ben medh edemem sizleri,

Bizim gibi âcizleri, bâri Sen kurtar efendim.

Gözüm senle görür hocam, ayak senle yürür hocam, Kalb senle düşünür hocam, sensin hep mi'yâr efendim.


DÖRDÜNCÜ FASIL

ÂLİMLER ARASINDAKİ YERİ VE ESERLERİ

Hüseyin Hilmî Işık hocamız, Allahü teâlânın kendisine fıtraten verdiği zekâsı ve sonra Efendi hazretlerinin mihenk taşına vurulmuş aklı ve edindiği ilim, amel ve ihlâs ile insanlarının fevkınde idi. Eğer zekâyı, "problem çözme" yahud "çevreye uyma", veya "eşyaya hükmetme" diye ta'rif edersek, hakîkaten bu üç ta'rif, Hocamızda bâriz olarak vardı. Yine eğer aklı, "doğru ile yanlışı ayırt etme" veyâ "şimdi yahud ileride vuku'u muhtemel tehlîke ve zararlara karşı tedbir alma kuvveti" veya "kendine, insanlara ve Rabbine karşı yanlış yapmama kuvveti" diye tarif edersek, bu ta'riflerin hepsinin onda yerini bulduğuna kimse itiraz edemez. Eğer, okuyucular, felsefeciler gibi konuşuyorsunuz, diye düşünmese, zekâ ve akıl üzerinde bu iki unsur ve verinin, onlara nasıl bir mantık ve dünyâ ve âhıret görüşü kazandırdığını, bu görüş ve bakışlarının Efendi hazretlerinin mi'yâri ile nasıl istikamet bulduğunu, dünyâ isteklerinin, makam, mevkı’, şöhret arzularının, Efendi hazretlerinin kimyâ nazarları ve hakîmâne bakışları ve teveccühleri altında eriyip bu paslı bakırların nasıl altına dönüştüğünü, O büyüklerin eşyanın hakîkatini bile, Allah’ın izni ve kudreti ile değiştirdiğini uzun uzun anlatırdım. Kısaca, güzel ahlâkın ve ilmi ile amel etmede ihlâsın temeli sayılan hikmet, şecâat ve iffette mu’tedil olup, İmâm-ı A’zâmın ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hılkatlerine uygun ilim ve haller numûnesi idi denilebilir. Konumuza gelelim:

Hal tercemeleri kısmında yazılı olan birkaç misâlden, ne kadar zeki oldukları zâten anlaşılıyor. Orada geçen bir geometri mes'elesi, kimyâda hiç kimsenin keşf etmediği bir maddeyi keşfi, zehirli gazlar üzerindeki çalışmaları ve bütün mektebleri hep birincilikle bitirmiş olmaları ve bütün bu çalışmaları arasında dört tane yabancı dil öğrenmiş olmalarına dâir beyanları üstün zekâya sâhib olduklarını gösteriyor. Bir gün şöyle anlattılar: "Çocuktum. Yaramazlık yaptım. Babam bana, seni kömürlüğe mi, yoksa helâya mı habsedeyim, dedi. Helâya habsedin, dedim. Niye orayı istedin, dedi. Nasıl olsa bir müddet sonra ihtiyacı olan biri helâya girecek, o girince ben çıkarım. Ama kömürlüğe koyarsanız, orada unutulurum, dedim. Babam ve evdekiler bu cevâbıma hem güldü, hem de bu zekice cevâbıma hayret ettiler.”

Gerçekten zekâları, büyük bir devlet adamı veyâ kumandan olacak derecede idi. Hayâtının sonuna kadar, ya'nî doksan küsûr sene yaşadığı halde, hemen hemen zekâsından hiç bir şey kaybetmedi. Öğrenmek istediği şeyi tam öğrenirdi. Yarım öğrenmeyi, öğretmeyi ve dinlemeyi sevmezdi. Bu sebebdendir ki, yetmiş beş yaşından sonra, namaz vakitlerine dâir, yazılmış bir çok kitâbları, inceden inceye dikkat ederek okumuş, anlamış ve Seâdet-i Ebediyye ve başka eserlerine ilâve etmiştir. Oradaki trigonometrik hesabları nasıl yaptığını görenler, gerçekten tam bir fen adamı olduğunu kabullenir. Fizik, kimyâ, matematik üzerinde yıllarca hocalık, kimyâgerlikte ve eczacılıktaki başarıları için bir şey yazmağa hâcet yok.

Daha ilk gençlik yıllarında Seyyid Abdülhakîm hazretlerine gelip, dünyâ arzularının, mevkı' ve şöhret isteklerinin silinip, âhırete yöneldiği, daha doğrusu Rabbini çok yakın, her şeyi uzak ve gaye dışı bulduğu zamanlar, zekâsına keskin görüşlü aklı da eklenince, zâten ilim ve öğrenme sevdalısı olan Hocamız, şöhretten çok kaçtığı halde, kendi ifâdesi ile "meal-esef meşhûr olduk, bu bizim için hiç iyi değildir" dedi ve bu fakîre hitâb edip, "Biz meşhûr olduk. Sen kendini gizle. Bu millete lâzımsın!" buyurdu.

Efendi hazretleri, hacca gidince, Kâbe-i muazzamanın yanında: "Yâ Rabbi, benden ilim okuyanı âlim eyle" diye dua etmişti. İşte Hocamız, dua edilen talebesinden oldu. Fransızca ve Almancanın yanında, Efendi’den ve oğlu Mekkî efendiden arabî ve fârisî öğrendi. Aklına, tedbîrine, kuvvetli zekâsı ve durmak, yorulmak bilmeyen düzenli ve sistemli çalışması da eklenince, ortaya bir Hüseyin Hilmî Işık, yüzlerce kitâbı ve sevenleri çıktı. Az da olsa, küçük eb'adda da olsa, dînde ifrât ve tefritden uzak, ilimle dînin bir olduğunu, fen adamlarının dîne daha yatkın bulunduğunu, ruhbanlık değil, dünyâ ve âhıret için âilesi ve yurdu için çalışmak gerektiğini kabûllenen, mütedil bir çığır açtığını söyleyebiliriz. İleri-geri konuşanlar her zaman bulunduğu ve her âlime, velîye, hattâ her ni'met sâhibine hased edildiği herkesin malûmu iken, bundan nasîb almamak da olmazdı. Nitekim öyle de oldu. Ama bakın, böyle Allah adamları için İbni Kemâl Paşa, Risâle-i Münîre'sinin 17. sahîfesinde ne yazıyor:

Âhır zamanda ilmi ile amel edenlerin alâmetlerinden biri de, dîn için ona buğz edenlerin, kızanların, onu seven ve takdîr edenlerden çok olmasıdır. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallalahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Âhır zamanda bir takım insanlar çıkar, ümmetimin âlimleri ile dînde münâkaşa ederler. Böylece o âlimler marûfu emr, münkeri nehy edemezler." Yine buyurdu: "İslâm garîb başladı, garîb olarak gider. O garîbliği tadanlara müjdeler olsun. "Yâ Resûlallah, o garîbler kimlerdir”, dediler. "Benden sonra sünnetinden bozulanları düzeltmeğe çalışanlardır" buyurdu.

Yeri gelmişken o sahîfenin yukarısından bir kaç arabî cümleyi dilimize çevirip, bir fâideye sebeb olalım. Çünkü Hocamız, her fırsatta, İbni Kemâl Paşa hazretlerinden bahsederdi:

Eğer işlerini ve sözlerini kitâba ve Sünnete uygun yaparsan, hidâyet ve tevfîk ehlinden olursun. Böyle olmazsan, dalâlete ve şekavete düşenlerden olursun. İşlerimi ve sözlerimi şerîate nasıl uyduracağımı nereden bileyim? Âhıret âliminin nasıl olacağını bana anlat. Çünkü Allahü teâlâ: "Âhıret işlerinizi bilmiyorsanız, bilenlere sorun” buyuruyor. Ben âhıret işlerini bilen âlimleri tanıyamam, dersen, şimdi beni dinle! Âhıret işlerinde kendisine uyacağın, Allah’ın kitâbından ve Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verdiğinde kendisini tasdîk edeceğin ve sohbetinde bulunman gerekecek âlimi sana anlatayım. O, Allah’dan korkan, Allahü teâlânın kitâbı ve Resûlünün Sünneti ile amel eden, küçük büyük her günâhdan sakınan, şübhelilerden ve bid'atlerden uzak durup, vera’ı şiâr edinen bir âlimdir. İşte âhıret âlimi odur. Onun ameli ve salahı şer’ân sâbit olmuş olur. Böyle olan bir âhıret âlimine, dînimizde mutı’, âdil, sâlih, fakih, şeyh, mürşid denir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Âlimler, dünyâya girmedikçe [dîni dünyâya âlet etmedikçe] , Allahü teâlânın ve Resûlünün yeryüzünde emînleridir. Dünyaya karışırlarsa dîniniz için onlardan uzak durun" buyurdu.

İşte Hüseyin Hilmî Hocamız, böyle büyük bir mürşidin huzûrunda yetişmiş, duasını almış, sevgisini kazanmış, zekâsını ve aklını bu yolda kullanıp çok çalışmış, iyi niyyetle ve seve seve çalıştığı için, çalıştığından da daha fazlasını, Allahü teâlâ ona ihsân etmiştir. Bunun için, bir gün Cum'a namazından gelirken: "Biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk." buyurup, bu sözü ilk söylemiş olan Şâh-i Nakşibend hazretlerini hatırlatmıştır.

Bir gün beraberdik. "Efendi hazretlerinin en büyük âlimler ve velîler zümresinden olduğunda hiç şübhe yoktur" dedikten sonra: "Efendi hazretlerinin İmâm-ı Gazâlî’den nisbeti vardır" buyurdu. bu nisbeti sebebiyledir ki, Efendi hazretlerinin yazılarını okuyanlar, eğer İmâm Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (kudduse sirruhümâ) eserlerini okumuşsa, ifâde ve cümlelerden tefrîk edemez.

Çok çalıştılar, dedik. 1957 senesinde Beylerbeyi’nde bu fakîre, bir vesîle ile: "Geceleri dâhil, ömrümün çoğu kitâb okumakla geçti" buyurdular. O kadar çalışkan ve gayretli, o kadar dünyânın fânî, âhıretin bâkî olduğuna yakîn sâhibi idi ki, "Ankara’dan İstanbul’a Efendi’yi görmeğe giderdim. Trende sarf ve nahivden okuduklarımı yol boyunca tekrâr ederdim” buyurmuştur.

Uzun zaman çalışıp, belli bir müktesabata sâhib olup, insanlara fâideli olmak durumuna gelince, önce talebe yetiştirmekle meşgul oldular. On sene kadar devâm etti. Sonra bütün memlekete fâideli olmağı düşünüp, en kıymetli kitâblardan terceme ve derlemeler ile telife yöneldiler. İnşaallah biraz sonra kitâbları hakkında biraz daha açıklayıcı ma'lûmât vereceğiz.

Efendi hazretleri kendisine, birinci işinin, tefsîr ve hadîs olmadığını bildirip, ağırlığı fıkha vermesini işâret ettiği sıralar, Şâkir efendi, Efendi hazretlerine: "Hilmî, kitâb okumak istiyor, ne okusun?" diye sorunca, "İbni Âbidin okusun" buyurdular. O ağır ve ibâresi zor bir kitâbdır, daha kolay bir kitâb söyleseniz, dedi. Tekrâr "İbni Âbidin okusun" buyurdular. İşte o andan itibaren fıkha ağırlık verdiler. Okudukça öğrendi, öğrendikçe hevesi arttı. Daha çok okudu. Tâbiî ki, Mektûbât ve taife-i aliyyenin kitâblarını hiç bir zaman ihmâl etmedi. İmâm-ı Rabbânî ve benzerlerinin yazıları ve sözleri rûhunun gıdası idi. Onların vârisi olduğu için, bu tür eserler, sermâyesi ve öz malı mesâbesinde idi. Bir taraftan fıkıh kitâblarını okurken, bir taraftan da, Osmanlılarda ilmihâl kitâbı sayılan, Türkçe Birgivî Vasıyyetnâmesi Şerhi, Dürr-i Yekta Şerhi ve Âmentü Şerhi’ni okuyup, satın almamızı, bu kitâbları çok okumamızı, çok fâideli kitâblar olduklarını, Efendi hazretlerinin bu kitâbları çok sevdiğini ve tavsiye ettiğini söylediler. Meselâ, "Ben Birgivî’yi otuz def’a okudum" buyurdular. Sonra bu fakîr, kendilerine, bu kitâbları sadeleştirip, bugünkü dile aktarayım mı, dedim. Memnûn oldular ve: "Çok iyi olur, bu zamanda, bu insanlara, bu kitâblar, Reşahât, Nefehât ve Tezkiret-ül Evliyâ’dan daha fâidelidir. Bu zamanda, müslîmânların, böyle Ehl-i Sünnet akaidini ve amelî ve ahlâkî bilgileri anlatan kitâblara ihtiyacı daha çoktur. Hem de Efendi hazretlerinin rûhunu sevindirmiş olursunuz" dediler. Böylece bu kitâbları Türkçe’ye kazandırdık.

Fıkhın ibâdât kısmından, insanın ölünce malının vârislerine kalması nisbetlerini anlatan Ferâiz bilgilerine kadar her babdaki bilgileri öğrendi ve yazdı.

Ayrıca, yazdığı kitâblarda, bu günkü dili kullanıp, eski ile yeni arasında, çok luzûmlu olan, anlama köprüsünü kurdu. Bir nev'i Gazâlî, Fahreddin Râzî, Seyyid Şerîf Cürcânî ve Sa'deddin-i Teftezânî hazretlerinin yaptığını yaptı. Bu çok büyük bir hizmet oldu. Yeni nesil, fıkıh ıstılahlarını [husûsî deyimlerini] öğrenip, fıkıhdan konuşmağa başladı.

Aynı işi akaid husûsunda, bilhassa Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at mezhebini sâde bir dille ifâdede yapıp buna da öncülük etti. Belli bir târihden beri dillerden düşen, ‘Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at’ kelimesi ve ıstılahları, tekrâr dilleri şereflendirdi.

Diğer taraftan, memleketimizde hak mezheblerden konuşulmayı, herkesin dört mezhebden birinde bulunmanın Ehl-i Sünnetin alâmeti olduğunu, herkesin kendi mezhebine göre amel etmesinin lâzım, zarûret ve ihtiyâc hâlinde, hak olan dört mezhebden birini taklîd edebileceğini, Ehl-i Sünnet kitâblarından alarak açıkladı ve herkese duyurdu.

Hanefî mezhebi fıkhını yeniden canlandırdı denilebilir. Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitâblarında, binlerce mes'ele yazdı. Unutulmuş ilimleri ihyâ etti. "Ümmetim bozulduğu zaman bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehîd sevâbı verilir" hadîs-i şerîfini hep göz önünde tutarak, farzları, vâcibleri, sünnetleri, hattâ müstehabları uzun uzun yazdı. Hem kendi kazandı, hem müslümanlar istifâde etti. Öğretmede o kadar gayretli idi ki, " Ehl-i Sünnet o kimsedir ki, bir yerde bir sâat kalsa, orada hayırlı bir iz bırakır" derdi. İmâm-ı A'zâm, İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed’den (radıyallahü anhüm) o kadar bahsettiler ki, biz o büyükleri kendimize babalarımızdan daha yakın bulduk ve bildik.

İslâm ahlâkı ise, kendi hayatı ile, konuşmaları ile, her günkü mev'zuu idi. "İslâm, her safhası ile, ahlâkı ile, itikadı ile, ameli ile yaşanan bir dîndir. Hepsi bulunursa, tam olur. Yoksa kişinin islâmı eksik olur” derdi. Ahlâk-ı hamîde ve seyyienin neler olduğunu, nasıl kazanılacaklarını veya nasıl atılacaklarını yıllarca dinledik. Bu mevzûları anlatan Ahlâk-ı Alâî’yi ve İmâm Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-i Seâdet’ini usanmadan bize okurlar, terceme eder, açıklarlardı. "Kimyâ-i Seâdet’i on def’a hatm ettim" buyurdular. Bir pazar Kimyâ-i Seâdet’ten Havf [Allah korkusu] bahsini okudular. Bir kaç sâat devâm etti. Beylerbeyi’ndeki evlerinden çıkınca, Kuleli’ye kadar, Enver ağabey, Zeki bey ve fakîr ağlayarak geldik. Hattâ Enver ağabeyle Zekî bey kardeşim, biraz daha ağlamak için okula girmeyip, okulun arka bahçesine gidip, bir müddet daha ağlayıp geldiler. Öbür hafta Recâ [Allah’dan ümid etmek] bahsini okudular. Bu sefer, akşamdan sonra okula kadar gülerek, neş'elenerek geldik. Şimdi o günleri hâtırlıyorum da, âh, ne güzel günlerdi! Diyorum ve gayr-i ihtiyarî gözlerim doluyor. Şu kısa hikâye, o zaman Hocamızla beraberliğimizin bize ne kadar tesir ettiğini anlatmağa yeter sanırım.

Haram ve günâh işlememek, helâl ile itkifâ etmek, gözü, kulağı, yedi uzvu haramdan korumak, emir ve ibâdetleri seve seve yapmak, sohbetlerinin

bereketi ile kolay oluyordu.

Bu ise, yukarıda işâret ettiğimiz gibi Müceddîdî olmanın mümtâz vasfı idi. Allahü teâlâya bunun için ve bütün ni'metleri için hamdü senâlar olsun!

Diğer taraftan, tarîka-ı aliyye büyüklerinden bahsetmek, eserlerinden okumak, bilhassa, Mektûbât ve Reşahât’tan bir veyâ bir kaç mektûb, yâhud bir büyüğün menâkıbını okumak âdet-i şerîfleri idi. Her gidişimizde, akaidden, fıkıhdan veyâ büyüklerden bahsederlerdi. Bazan oğulları Abdülhakîm’e okuturlar, biz yazardık. O zaman oğulları on yaşlarında idi. Kasîde-i emâliyi ezberlemiş idi. Fıkıhdan ise, Halebî’nin metni olan Münyet-ül Musallî’yi okur, terceme eder, biz de yazardık. Biz o zaman henüz arabî ve fârisî öğrenmemiş idik.

Hocamız, yapıcılığının alâmeti, yeni bir şey ortaya koymanın arzusu ile, sarf ve nahivde [arabca gramer, ya'nî morfoloji ve sentaksis üzerine] bir eser tertîb etmiş olup, bizim arkadaşlar yazmış idik. İlk arabî çalışmamız onların bu eserinden olmuştur. Edhem, Hulkî, Alî İhsân ve daha başka arkadaşlara, kendileri bu kitâbdan ders vermişlerdir.

Yazdıkları kitâbların her biri, zamanımızda bir boşluğu doldurdu ve ihtiyaçlara cevâb oldu. Bu bakımdan da, yeni Türkiye için çok fâideli bir çığır açmış oldular. Günümüz müslümanları için, eski ve yeni bozuk fırkaları, reformcuları, İslâmda zuhûr eden itikadî ve amelî bid'atleri, İslâm zeyyine bürünmüş İslâm düşmanlarının faaliyetlerini, masonların dîne verdikleri ve düşündükleri zararları kaleme aldılar. Belli bir zamandan beri uyuyan veya uyutulan bir milleti, millî değerlerini îzâh ederek uyandırmağa çalıştılar. Târihinden, an’anesinden, ilim ve ahlâktan uzaklaşan bir milletin yaşayamayacağını anlattılar. Aşını yediği, suyunu içtiği bu vatan için bunları yapmağı kendine borç ve vazîfe bildiler.

Türkçe neşr ettikleri kitâbların bir kısmını Avrupa ve Asya dillerine çevirtip, dîne hizmetin hududu olmadığını gösterdiler. Dünyadaki bütün müslümanlar kardeştir deyip, yüzlerce arabî ve fârisî eseri, yeniden bastırıp, bütün dünyâya, karşılıksız dağıttılar. Japonya’dan Amerika’ya, Moskova’dan Güney Afrika’ya, Endonezya’dan Afrika’nın içlerine kadar, milyonlarca kitâb gönderildi. Kendilerinden dinledim: "Efendim, Endonezya’dan bir mektûb aldım. Diyor ki, biz yeni Türkiye’den dîn husûsunda ümidimizi kesmiş idik. Ama bizi yanılttınız. Bize ilk dîn kitâbı Abdülhamîd Hân zamanında İstanbul’dan geldi, şimdi sizden geliyor. Demek ki, ne varsa Osmanlıda idi, ve ne varsa hâlâ onların torunlarında vardır. Allah sizden râzı olsun. Okuyacak ve çocuklarımıza

okutacak, güvenilir dîn kitâbı bulmak sıkıntısından bizi kurtardınız" buyurdular.

Bütün bu ilimleri, İslâma hizmetleri ile müceddîd, dîni kuvvetlendirici görevi yaptılar. Efendi hazretlerinin: "Biz zaman gelir, mesâil-i dîniyye Hilmî’den sorulur" mâ'nidâr sözünün ma'nâsı tecellî etti. Bir gün hocamızla Hırka-ı Şerîf Câmî'i aşağısındaki küçük bir mescidde Cuma' namazını kılmış geliyorduk. Yolda anlattılar; Hindistan’da, nüfûsu elli milyon civarında Kerâla eyâleti var. Hemen hepsi müslümandır. orada bulunan tanınmış bir zâttan mektûb aldım. Diyor ki: "Bu eyâlette bin tane hoca yetiştirdim.Hepsi sünnîler. Aylığım yediyüz Rupidir. Ya'nî, az ma'aş veriyorlar. Vehhâbî temsilcileri geldi. Kendilerini medh etmem, hiç olmazsa kötülememem için külliyetli miktarda dolar teklif ettiler. Kabûl etmedim. Ehl-i Sünnet ve Resûlullah’ın ümmeti olmaklığım, Eshâb-ı kirâmın islâm uğruna canlarını ve mallarını fedâ ettikleri hâtırıma geldi de, reddettim ve hakkı bildirmede, doğruyu söylemede kimseden çekinmeyeceğimi söyledim, tehdidlerine aldırmadım. Sizin kitâblarınızdan Vehhâbiliği iyice öğrendim. Allah sizi bu asrın müceddîdi eyledi. Bunun için Allahü teâlâya nihâyetsiz hamd ü senâ olsun. Bu zavallıya müceddîd diyor, buyurdular. Biz de o kanâatteyiz hocam, dedim. "Hizmet mühim, isim değil" buyurdular. Sonra minibüs yoluna çıktık. Karşı tarafa geçerken: "Arabalar çok hızlı geliyor. Acele karşıya geçelim. Size de, bize de bir şey olmasın. Siz de, biz de, bu millete lâzımız, kardeşim" dediler.

Gerçekten bu zamanda, islâm ağacını yeniden yeşertip, her dalına, hattâ yaprak ve meyvelerine varınca, itina gösterdiler ve yukarıda arz ettiğimiz gibi, zamana uygun bir çığır açtılar. Bu bakımdan müceddîdlik vazîfesi yaptılar. Mühim olan o vazîfedir, isim değildir. Yaptıkları işe değil de, ille de isme önem verenler, nefislerinden kurtulmamış kimseler olup, iyiliği kendine, kötülüğü başkasına konduranlardır. Bize lâzım olan ise, Süleyman Âtâ hazretlerinin buyurduğudur.

Beyt:

Âlem yahşî, ben yaman,

Âlem buğday, ben saman.

Hocamız, amelde Hanefî mezhebinde olup, bu mezheb âlimlerinin kitâblarını okudu. Yere ve duyulan ihtiyâca göre, diğer mezheblerin kitâblarına da bakardı. Meselâ dört mezhebin fıkıh bilgilerini anlatan Mezâhib-i Erba'a kitâbının ilk üç cildini hakîkat kitâbevinde bastırıp, okunmasına büyük kolaylık sağladılar. Onlar için her bilgi önemli idi. Ya’nî öğrenmeye sıra gelince, farzla müstehabı, sünneti ayırmaz, büyük bir ihtimâmla öğrenir, yapar, öğretir, yaptırır

ve bu şekilde dîni ihyâya, mezhebi unutturmamağa çalışırdı.

İtikadda, Ehl-i Sünnet mezhebinde olup, Mâtürîdî idi. Daha doğrusu, Müceddîd takviyeli ve teyidli Mâtürîdî idi. Çünkü İmâm-ı Rabbânî hazretleri kelâm ilminde müctehid idi ve kendisinin içtihadları da Mâtürîdî akaidine daha yatkın olmuştu. İtikadî ve amelî mezhebler konusundaki ilmini Mebde ve Meâd risâlesinden terceme ederek yazıyorum. Bir yerde bulamazsınız, çok mühim bilgileri hâvîdir:

28. FIKRA: Madem ki, namazda kırâat farzdır ve hadîs-i şerîfde: "Fâtihasız namaz yoktur" gelmiştir, o halde hakîkî kırâatı bırakıp, hükmî kırâati almak, ya'nî kendisi Fâtiha okumayıp, imâmın okuduğu Fâtiha ile yetinmek, bana pek makbûl gelmediğinden, Hanefî mezhebinde, imâmın arkasındaki kırâat husûsunda sarîh delilin bulunmasını arzû ederdim. Ama mezhebe riâyet sebebiyle, yine Fâtiha okumazdım ve bu okumamağı riyâzet ve mücâhede kabilinden sayardım. Nihâyet, Allahü teâlâ, mezhebe riâyet etmemin bereketiyle —ki durup dururken [veya dünyevî bir menfaât için] mezheb değiştirmek ilhaddır—, Hanefî mezhebinde cemâ’atin Fâtiha okumamasının hakîkatini bildirdi ve basîret nazarımda, hükmî kırâatin, hakîkî kırâatten daha güzel olduğunu gösterdi. Şöyle ki: İmâm ve cemâ'at hep birlikte münâcât makamında duruyorlar. Çünkü, namaz kılan Rabbine münâcâttadır, buyrulmuştur ve imâmı bu işte reis edinmişlerdir. O halde imâmın okuduğu ve söylediği her şey, sanki cemâ’atin dilinden söylenmektedir. Şuna benzer ki, bir grup insan büyük bir pâdişâhın huzûruna, bir iş için çıkarlar ve içlerinden birini reis [başkan] seçerler. Hepsinin ağzından, onun konuşmasını ve ihtiyaçlarını arz etmesini isterler.

Reisleri, ihtiyaçlarını arz etmek için konuşurken, onlar da konuşmağa başlarsa, edeb dâiresinin dışına çıkmış olurlar ve pâdişâhın rızasından dışarı taşarlar. O huzura yakışmayan bir iş yapmış olurlar. Demek ki, bu cemâ’atin seçtikleri reisin onların dilinden ihtiyaçları arz etmesiyle olan hükmî konuşmaları, onların ayrı ayrı konuşmalarından daha iyidir. Bunun gibi, imâm okurken, cemâ’atin de okuması, ortalığı karıştırmak, huzuru bozmak olup, edebden uzaktır.

Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebi arasındaki ihtilâflı mes'elelerin çoğu bu şekilde olup, görünüş ve şekil, şâfiî tarafını tercîh, öz ve hakîkat hanefî mezhebini teyîd etmektedir. Bu fakîre bildirildi ki, kelâm ilmindeki ihtilâflarda hak [doğru ve isabetli görüş] Hanefî tarafındadır. Ebû Hanîfe hazretleri TEKVÎN sıfatını, hakîkî [subûtî] sıfatlardan biliyor; her ne kadar Tekvîn [var etmek] görünüşte Kudret ve İrâdet sıfatlarına rûcû' ediyorsa da, ince ve dikkatle ve firâset nûru ile bakılırsa, Tekvîn'in ayrı bir sıfat olduğu anlaşılır. Diğer ihtilaflı mevzûlar da buna benzetilebilir.

Fıkıhdaki ihtilâflı mes'elelerin çoğunda, hakkın [ictihadda isâbetin] hanefî tarafında olduğu şübhesizdir. Az bir kısmında ise, tereddüd vardır. Bu fakîr, bu büyükler yolunun daha ortalarında idim ki, Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) vâki'amda gördüm. Bana, "Sen kelâm ilmi müctehidlerindensin" buyurdu. İşte o zamandan beri, kelâm ilmindeki mes'elelerin her birinde bu fakîrin ayrı bir görüşü ve husûsî bir ilmi vardır. Mâtürîdî ve Eş’arîler arasında ihtilâflı olan mes’elelerin çoğunda, o mes’elelerin ilk anlaşılması zamanında, hak Eş'arîler tarafında anlaşılıyor ise de, firâset nûru ve keskin nazarla bakınca, Mâtürîdîlerin haklı olduğu ortaya çıkıyor. Kelâm ilmindeki ihtilâflı mes'elelerin hepsinde, bu fakîrin görüşü, Mâtürîdî âlimlerinin görüşlerine [ictihadlarına] uygundur. Ve gerçekten Mâtürîdî büyükleri, Sünnet-i seniyyeye (alâ sâhibihassalâtü vesselâm ü vet - tehıyye) mütâbeatta yüksek ve büyük şan sâhibleridir. Diğerlerine ise, bir takım felsefî görüşler karıştırılmış olmakla, o mertebe müeyesser olmamaktadır; her ne kadar, ikisi de hak ehli ise de.

Bu büyüklerin en büyüğü olan İmâm-ı A'zâm [en büyük İmâm] en büyük rehber Ebû Hanîfe’nin (radıyallahü anh) yüksek şan ve mertebesinden ne yazayım ki, Şâfi'î, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel (radıyallahü anhüm) dâhil, bütün müctehidler içinde, ilmi, vera'ı ve takvâsı en çok olan o idi. Nitekim İmâm Şâfi'î (rahmetullahi aleyh): "Bütün fıkıh âlimleri, Ebû Hanîfe’nin çoluk çocuğudur" buyurmuştur. Sağlam haberlerle bize geldi ki, İmâm Şâfi'î, İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe’nin kabrini ziyârete gittiği zaman, kendi ictihâdını bırakır, ya’nî kendi ictihâdı ile amel etmez ve : "Bu büyük imâmın huzûrunda onun ictihâdına uymayan, kendi ictihadımla amel etmekten hayâ ederim” buyurur ve orada namaz kıldığı zaman, imâm arkasında Fâtihayı kırâat etmez, sabah namazının farzında da kunut duasını okumazdı. Evet, Ebû Hanîfe’nin büyüklüğünü, kıymet ve şanının yüceliğini Şâfi'î (radıyallahü anh) bilir. Yarın kıyâmete yakın Îsâ (alâ nebiyyinâ ve aleyhis-salâtü ves-selâm) gökten inince, Ebû Hanîfe’nin mezhebi ile amel edecektir. Nitekim Muhammed Pârisa hazretleri Fusûl-i Sitte kitâbında, bunu bildirmektedir. Sâdece bu büyüklük ona yetişir ki, ulûl’azm bir peygamber, onun mezhebi ile amel edecek. Diğer yüzlerce büyüklük ve mertebe buna eşit olamaz.

Yüksek mürşidim [Muhammed Bâkîbillah] —kuddise sirruh— buyurdular ki, bir kaç gün imâmın arkasında Fâtiha okudum. Bir gece rüyâda İmâm-ı A’zâm

Ebû Hanîfe hazretlerini gördüm. Kendisini medh eden çok güzel bir kasîde okuyordu. Ma'nâsı kısaca şöyle idi: Benim mezhebimde nice evliyâlar var idi. O geceden itibaren, cemâ’atle kıldığım namazlarda, bir daha Fâtiha-i şerîfe okumadım.

İşte Hocamız, hem İmâm-ı A'zâm hazretlerinin mezhebini, hem de itikadda Mâtürîdî mezhebini iyice öğrenip, bizi de bu şekilde yetiştirdiler. Kelâmda Mevâkıf Şerhi, itikadda, Akaid-i Nesefi ve şerhleri, Fıkh-ı Ekber ve şerhleri, Kasîde-i Emâli ve şerhleri, Osmanlıca kitâblardan Birgivî Vasiyyetnâmesi Şerhi, Âmentü Şerhi, Dürr-i Yektâ Şerhi ve benzerleri, ayrıca İmâm-ı Rabbânî, İmâm-ı Gazâlî, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin, îmân ve akaidle ilgili eserleri ve yazılarını, ezberlercesine okuyup, öğrettiler. Bilhassa, Mektûbâtın birinci cildi 266., ikinci cild 67., üçüncü cild 17., mektupları gerçekten bu konuda birer şâheserdir. Mevlânâ Hâlid Efendimizin, Kazâ Kader Risâlesi ve İtikadnâme’si de bir o kadar kıymetlidir. Bu ikincisini Farsçadan Türkçe’ye çevirmiş ve Îmân ve İslâm ismi ile bastırmışlardır. Her evde vardır veya var olması lâzımdır.

Fıkıh kitâblarını ise, saymaktan âcizim. Fıkıh sanki Hocamızın ihtisas mevzûu idi. Bir o kadar da fetvâ kitâbları vardı. Ama İbni Nüceym, Halebîler, İbni Âbidin, Tatarhâniye ve Kâdıhân hiç elinden düşmezdi desek, yerinde olur. Bu fakîr, arabî çalıştığım zamanlar, Hocama fıkhından hangi kitâbdan başlayayım, diye süâl ettiğimde: "Halebi-yi Sağîr'i okuyun. İnşaallah onu bitirince, İbni Âbidin okuyacaksınız" buyurdular. Onlardan aldığım bu emri, müjde telakkî edip, şevk ve zevk ile okudum.

Seâdet-i Ebediyye kitâbında, fıkhî konuları anlatırken, her bahsin hangi fıkıh kitâbından aldıklarını yazdıkları gibi, diğer konular için de müracât ettikleri kitâblar hep yazılıdır. Bunun için burada onlara yer vermek, tekrâr veya ma'lûmu i'lâm olacağından geçiyoruz.

Şunu samîmî ve açık gönüllülükle itiraf ederiz ki, Hocamız, Akaidde, Fıkıhda, Ahlâkta, Tasavvufda, gerçekten âlim idiler. Bu dört esası kendinde toplamış, son devrin nâdir âlimlerinden olup, vefâtı ile, dünyâ çok şey kaybetti. Hadîs-i şerîfde: "Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür" buyuruldu. Bize göre, ya’nî kendisini tanıyıp sevenlere göre, onlar bu hadîs-i şerîfde bildirilen âlimlerden biri idi. Rahmetullahi aleyh.

TALEBE İLE İŞTİGALİ'ne gelince; 1950-1960 yılları arasında, daha ziyâde talebe ile meşgul oldular. Öğretmenliği yıllarına rastlayan bu zaman içinde, istisnâlar hâriç, hemen her pazar günü öğleden akşama, bazan daha geç sâatlere kadar evlerinde olurduk. Okulda, ders aralarında, öğlen ta'tilinde, laboratuarda, kısaca her yerde, her dakikalarını değerlendirir, ders hâricindeki zamanlarını biz talebelerine verir, öğretmenler odasına bile gitmezlerdi. Hiç kimseden, hiç bir hocadan duyamadığımız bilgileri hakîkatleri, Allahü teâlânın dostlarını sevmenin ne olduğunu, Allahü teâlâya ve dînine düşmanlık edenlerin hallerinin neye müncer olacağını, hep onlardan öğrendik. Talebeliği ve hattâ hocalığı dahî onlardan öğrendik. Anamızdan, babamızdan, okullardan öğretmenlerimizden ve çevremizden elde edemediğimiz ve Onlar olmasa, hiç bir zaman edinemeyeceğimiz, dînimize âid, müselsel ilimleri, ibâdetleri, ahlâkı, edebleri, tecribeleri ve hâsseten bu büyükler yoluna âid hâl ve ilimlere âid ma’lûmâtı hep Onlardan öğrendik. Bu bakımdan diyebilirim ki, iki dünyâ seâdetimize Onlar sebeb oldu. Bunun için üzerimizdeki hakları, ana-babamızın hakkından çok fazladır. Allahü teâlâ, Onları ve Onların vâsıtası ile Efendi’den Peygamber Efendimize kadar bütün silsile-i aliyyeyi tanımağı ve sevmeği nasîb ettiği gibi, sonsuz ihsânı ile son nefeste îmânla gitmeği de nasîb ederse —ihsânından ve rahmetinden umulur— o zaman sonsuz seadetimize sebeb olan Hocamız, elbette, bizi dünyâya getiren ana-babamızdan daha sevgili ve yakın olur. Ve gerçekten bize öyle şefkatli bir baba oldular. Bir kaç def’a bana: "Oğlum" diye hitâb ettiler. O kadar sevindim, bu hitâblarına o kadar memnûn oldum ki, ölmüş babam, kabrinden çıkıp gelse, o kadar sevinmezdim. Hâtıralarım kısmında, inşaallah bunlara temas edeceğim. Ama kısaca arz edeyim ki, evde çeşitli kitâblar okudukları gibi, bazan Kimyâ-i Seâdet, Mektûbât ve Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarını okula getirir, boş zamanlarında, Ramazan-ı şerîfde öğlen tatilinde, okulun mescidinde bize okurlardı.

On sene kadar her pazar, önceleri Beylerbeyi’nde, kayınpederleri Ziyâ beyin vefâtından sonra, Fâtih’deki evlerinde bizi kabûl eder, Mektûbât, Kimyâ-i Seâdet, Mecd-i Tâlid, Divân-ı Mevlânâ Hâlid, Reşahât, Nefehât, Tezkiret-ül Evliyâ, Vikaye Şerhi, İbni Âbidin, Halebî, Kasîde-i Emâlî, Münyet-ül Musallî, Enîs-ül Vâizîn gibi kitâblardan sâatlerce okurlar, îzah ederlerdi. Öyle ki, o zaman Farsça bilmediğimiz, arabca anlamadığımız halde, kulaktan duymakla, nerede ise, bu dilleri öğrenmiştik. Onun için daha sonra bu dillerin gramerlerini öğrenince, anlamamız çok kolay oldu.

Bu sohbetleri o kadar fâideli ve feyizli olurdu ki, sanki bir başka âleme girerdik. Mevzûya göre ağlardık, gülerdik, dünyâyı unuturduk. Diyebilirim ki, o sohbetlerin bereketi ile ma’nevî hayatımız değişti. Onların sohbetleri bizi, bir tırtılın krizalit devresinden kabuğunu yırtıp çıkan bir kelebek gibi yaptı. Yaptı da, kabiliyetimize göre, insan nedir, îmân nedir, ihsân nedir, kulluk nedir, Rubûbiyyet ve ülûhiyyetin karşısında ubûdiyyetin gerekleri nelerdir, dünyâya ne için geldik, Âhıret nedir, orada kurtulmak ne ile mümkündür, muhabbet ve sohbet insana neler kazandırır, ibâdette ve kullukta ihlâs nedir ve nasıl elde edilir, öğrendik.

Hocamızın sohbetinin bereketi ile şerîatın emir ve yasaklarına uymak o kadar suhûletle ele geçti ki, kendi başımıza bunları yapmak imkânsızdı. Kendimden bir iki misâl vereyim: O sohbetlerin devâm ettiği zamanlar, bir kiraz ağacına çıkmış meyve yiyordum. Ama kirazı koparıp, dalın üzerine oturup öyle yiyordum. Çünkü ayakta yemenin mekrûh olduğunu Onlardan öğrenmiştim. Bir de, dayımın genç kızları vardı, hanımı da yaşlı sayılmazdı, diye senelerce evine gitmedim. Halbuki anneannem dayımda idi. Anneme; anneannemi al da, bize gelsin, göreyim derdim. Fakültede ikinci sınıfa geçmiştim. Köyümüzde Ömer Efendi’den tecvîd dersi almağa gidiyordum. Bir gün eve dönerken, su başında genç kızlar toplanmış gülüştüklerini gördüm. Taraflarına bakmadım. Yüzüm kızararak yanlarından geçtim. Ben geçince: "Başını çevirip yüzümüze bile bakmadı" dediler. İçimden:”Nasıl bakabilirdim ki, elimde Kur'ân, kalbimde ve dilimde Allah var” demiştim.

Bütün bunlar Hocamızın bereketi ile idi. Diğer arkadaşlar da muhakkak benim gibi, belki daha da iyi idi. O zamanda, bu memlekette, İstanbul gibi bir yerde veya Anadolu’da, bizim bu hâlimiz, büyük bir değişme, tatlı bir inkılab idi. Allahü teâlâ çok sevdiklerini, az sevdiklerinin ayağına gönderir, sözüne yakînen inanmıştım. 1960 senesine kadar, sanki dünyâ ve âhıreti birlikte yaşadık, ama âhıret ağırlıklı idi diyebilirim. 1960’da, sohbetleri ve talebe ile muntazam olan münâsebetleri, yerini kitâb telif etmeye bıraktı. Talebe üzüldü, ama, Türkiye ve dünyâ Onların ilmine muhtac iken, bir kaç kişi için o ilim ve birikimlerini bulundurmak ve kullanmak yerine, bütün insanlığa yöneldiler. Bu, talebe ile meşgul olmaktan da, ağırdı. Bıkmadan, usanmadan, maddî ve ma’nevî engellere rağmen, yıpranırcasına gece gündüz demeden çalıştılar. Yılmadılar. Yalnız idiler, dehşet ve vahşete kapılmadılar. Allahü teâlânın inâyeti ve büyüklerin himmeti ile, biraz sonra bildireceğimiz kitâbları yazdılar. Arabî, Fârisî kitâblardan, Osmanlıca’dan, Almanca’dan, Fransızca’dan tercemeler edip, büyük küçük bir çok kitâb telif ettiler. Kendilerini bu kitâbların telifine o kadar vermişlerdi ki, gece sâat üçde uyanıp, hatırına bir şey gelse kalkar, kitâblardan bulur, yazar ve evinde kalmakta olan Enver ağabeyi uyandırır, bu yazıyı filân kitâbın filân sahîfesine koyacağız, sende dursun, sabahleyin kitâbevine verirsin, derlerdi. Efendim, sabahı bekleseydiniz, o zaman bakar, yazardınız, deseydi; "Sabaha sağ mıyız, sağ olsak bile bu heves bizde olur mu, bilmem" diye cevâb verirlerdi.

İşte o hâlisâne niyyet, İslâma hizmet için olan gayretleri, bu kıymetli kitâbların meydana gelmesine sebeb oldu. Toparlarsak, onsekiz yaşından elli yaşına kadar hep ilim edindiler. Elli yaşından altmış yaşına kadar, o ilimleri talebesine anlattılar, kendileri de pekiştirdiler. Çünkü en iyi öğrenme, öğretme ile olur, buyurulmuştur. Nitekim, İmâm-ı A'zâm hazretlerine: "Bu dereceye nasıl geldiniz?" diye süâl ettiklerinde, "Bilmediklerimi sormakla, bildiklerimi öğretmekle" cevâbını vermiştir. Altmış, daha doğrusu, ellibeş yaşından doksan yaşına kadar hep kitâb yazmakla meşgul oldular. Gerçekten uzun ve dopdolu geçen güzel bir ömür. Allahü teâlâ, iyiliklerine karşılık, kendisine hayırlı karşılıklar versin.

Şimdi, elli seneye yakın ömür verdiği kitâblarından bir parça bahsedelim: Kitâbları üç kısma ayrılır. Türkçe yazdığı ve neşrettiği, Türkçe yazıp yabancı dillere çevirilip, neşr ettiği ve bir de, Arabî, Fârisî ve Urdu dilleriyle yazılmış olan Ehl-i Sünnet kitâblarından ofset baskı ile neşrettikleridir. Kısaca diyelim ki:

1.  SEÂDET-İ EBEDİYYE-Tam İlmihâl: Üç cild olup, bir aradadır. Bin ikiyüz elli sahîfe kadardır. Binden fazla kitâbdan hazırlanmıştır. Kitâbın önsözünde diyor ki:

1947 yılından sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizde bir damla kadar olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakta olan körpe dimağlarına akıtmak için çırpındım. İçimdeki îmân ışığından onların saf kalblerine birer ışıltı salmak istedim. Elhamdülillah. Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak hazırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak peteğe doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, bir kaç sahîfeye yerleştirdiğim Seâdet-i Ebediyye kitâbı birinci kısmının basılması 1956 senesinde nasîb oldu. [Bu küçük eserin ağırlığı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ını tarayarak, günümüz insanına, bilhassa gençlerine zurûrî lâzım olan kısımların dilimize terceme ve uyarlaması hâlinde idi.]

Otuz madde ve altmış sahîfe olan bu kitâbımı okuyanların teşvîkı ile, ikinci kısmını da, üç yüz sahîfe olarak hazırladım. Bu da, 1957'de bastırıldı. Bu iki kitâb, temiz gençlikte, İslâmiyyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, süâl yağmuru altında kaldım. Bu çeşitli soruları cevâblandırmak için, mü'teber kitâblardan terceme ederek, yaptığım açıklamalar ve ilâvelerle birinci kısmın otuz maddesine yetmiş madde daha ekleyerek, ikinci baskısı meydana geldi ve dörtyüz sahîfe oldu. Nihâyet, Allahü teâlâ ihsân ederek, yıpratıcı çalışmakla üçüncü kısmın hâzırlanması da müyesser oldu ve 1960 senesinde basıldı.

Salahiyyetim olmadığını bildiğim halde, yalnız islâm âlimlerinin akılları durduran üstünlüklerine hayranlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin, dîn simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret seâdetine kavuşmaları için kalbim sızlayarak ettiğim düâların karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîki ile meydâna gelen bu üç kitâbı 1963 yılında bir araya getirip, (Tam ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmaktadır. Hepsi İngilizceye çevrilip (Endless Bliss) ismi ile, Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak bastırılmıştır.

İçindeki bilgiler, Hanefî mezhebine göredir. Bu bilgilerin çoğu, Muhammed Emîn İbni Âbidin'in Reddül Muhtâr kitâbından terceme edilmiştir. Reddül-Muhtâr ise, hanefî mezhebindeki fıkıh kitâblarının en kıymetlisi sayılabilir.

Seâdet-i Ebediyyenin birinci kısmında doksansekiz, ikinci kısmında yetmişüç, üçüncü kısmında yetmiş madde vardır. Bu ikiyüzkırkbir maddeden yüzsekiz maddesi, büyük islâm âlimi, tasavvuf bilgilerinin, zevklerinin kaynağı, Muhammed aleyhisselâmın hakîkî vârisi, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin Mektûbât kitâbının ikinci ve üçüncü cildlerinden, yüzotuzüç maddesi de, selâhiyyetli islâm âlimlerinin kitâblarından toplanmıştır" Hüseyin Hilmî Işık hocamızın sözleri bitti.

Kısaca, Seâdet-i Ebediyye isminden anlaşılacağı gibi, insana sonsuz seâdeti anlatan bir kitâbdır. İki dünyâ seâdetine sebeb olan bilgiler bu kitâbdadır. Sonsuz kurtuluşa kavuşmak isteyenler, fıtratında seâdet özü bulunanlar için ihlâsla hazırlanmış bir Cennet anahtarıdır. Üç boyutludur. İlim, amel ve ihlâs için yazılmıştır. Hocamız: "Seâdet-i Ebediyye’yi okuyan, âlim olur, ona uygun amel eden ise, velî olur" buyurmuştur. Nitekim, bir gün Efendi hazretleri buyurdu ki: "Kamûs-ı Okyanus'u okuyan âlim olur" Yine Efendi hazretlerinden nakledip, Efendi; bir târih ve coğrafya ansiklopedisi olan Kâmus-ul a'lamın müellifi için: "Bu kitâbı yazmada çok zahmet çekmiş" buyurdu

da, kitâbı ve sâhibini medh etmedi, buyurdu.

Bu kitâb üç boyutludur, dedik. Bunu, ilim, amel ve ihlâs boyutlarını kasdederek dedik. Yoksa bu çok kıymetli kitâb için, ilim, amel, ahlâk ve tasavvuf cihetleri için dört boyutlu da diyebiliriz ve hiçbirinde abartma olmaz.

Kısaca Seâdet-i Ebediyye’de, îmân, islâm bilgileri çok geniş anlatılmaktadır. Ehl-i Sünnet itikadı, bozuk itikadlar, bozuk mezhebler, bozuk ve bozulmuş dînler, ayrıca, gusül, abdest, namaz, oruç, zekât, kurban, kadın hakları, insan hakları, ukubat [cezâlar], ölüye yapılacak muâmeleler, cenâze, ferâiz bilgileri, islâmın güzel ahlâkı, kötü huylar, hasta yemekleri, atom bilgileri, nâfile namazlar yerine kazâ namazı kılmak, zarûret ve harac [zorluk] hâlinde bir başka mezhebi taklîd, tevekkül, israf, tütün ve kahve kullanmak, Kur'ân, hadîs, icma ve kıyâs hakkında geniş bilgiler verilmekte, islâm dîninde binlerce müşkil halledilmektedir. Ya'nî Seâdet-i Ebediyye kitâbı, yetmiş küsür senenin mahsûlunun harmanıdır, çeşitli ilim nehirlerinin toplandığı bir ilim deryası, diğer taraftan, büyük evliyâ meşâyıh ve ve mürşidlerin kalblerindeki feyiz ve nûrları aksettiren, nübüvvet yolunun temiz ve saf aynasıdır. Ayrıca, kitâbın başında, doyurucu bir önsöz olduğu gibi, sonunda da, Hocamızın Müceddîdî yolundan bir takım haberlerle, kendi hallerine işâret buyurdukları fevkalâde mânidâr bir son sözleri ve sonra, kitâbda isimleri geçen bin zâtın hâl tercemeleri vardır. Alfabetik sıra ile yazılmış olup, bu zâtlar ve eserleri hakkında da öz bilgileri hâvidir.

Hocamız: "Benim iki elim vardır. Benim ellerimi tutmak istiyen bunları tutsun ve okusun. Biri, Seâdet-i Ebediyye diğeri Mektûbât'tır” buyurdu.

2-  MEKTÛBÂT TERCEMESİ: Bir başka isimle Müjdeci Mektûblar. Hocamız, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri ile danıştıktan sonra, dâima dinlediği ve her dinleyişte sanki yeni bir hayâta kavuştuğu, bilhassa Efendi hazretlerinin kendisine: "Mektûbât’ı okuyup, bazısını anlıyan Hilmî" buyurmaları, İmâm-ı Rabbânî ve Muhammed Ma'sum hazretlerine muhabbetle bağlılığı sebebi ile, ikisinin de Mektûblarını tekrâr tekrâr okuduğu, hattâ altı cildden üçbin küsür madde hâlinde bir özet çıkarıp, Efendi’ye takdîm ile, çok beğenisini kazanıp bu özet eserin ismini, kıymetinin takdîr edilmesi mümkün olmayan ma'nâsında Kıymetsiz Yazılar koyduğunu ve yine Efendi hazretlerinin Mektûbât için: "Allah’ın kitâbından ve Resûlullah’ın hadîslerinden sonra, islâmda yazılmış kitâbların en üstünü, en fâdelisi Mektûbât kitâbıdır" buyurduğundan, bu kitâbın, hiç olmazsa, birinci cildini, tam olarak terceme etmeği kendilerine vazîfe bilip bu zor işe koyuldular. Zor iş, diyorum; çünkü Mektûbât’ı okuyup, anlamak her babayiğidin

kârı değildir. 1968 yılında bu tercemeyi bitirdi. Önsözünde diyor ki:

"Temiz gençleri, şehîd evlâdlarını, dînimize, islâm fıkhı ve tasavvufuna saldıranlardan korumak, onlara seâdet, kurtuluş yolunu göstermek için, Mektûbât'ı fârisîden bugünkü Türkçe’ye terceme etmeye kalkıştım. Ehl-i Sünnet bilgilerini ve çok ince ve derin yazılmış olan tasavvuf ma'rifetlerini gücüm yettiği kadar kolay anlaşılacak açık kelimelerle yazmağa uğraştım. Bazı yerlerine iyice anlaşılması için, başka kaynaklardan eklemeler yaptım. Bunları köşeli parantez içine alıp, Mektûbât’dan ayırdım. Birinci cildini tamamladım. 1968 yılında basıldı. İçinde 313 mektûb vardır. 99 mektûbu hâvî olan ikinci cildinden 49 mektûbu, 124 mektûbdan müteşekkil üçüncü cildinden 42 mektûbu terceme edip, Seâdet-i Ebediyye kitâbımın münderecâtına koydum. Oradan okuyabilirsiniz." Sözleri bitti.

Bu fakîr derim ki, biz de, senelerce, azîz hocamızdan Mektûbât’ı dinledik. Ankara’da talebe olduğumuz zaman, İstanbul’a gelir, onlardan bir veya bir kaç mektûb dinler, yazardık. Ankara’ya gidinceye kadar ve sonra hep o kıymetli yazıları okurduk. O kadar çok Mektûbât okurlar ve îzah ederlerdi de ifâdelerinde ve simalarında yorgunluk, bıkkınlık izine, eserine rastlamazdık. Bazan yanakları kızarır, gözleri dolar, burun delikleri açılırdı. Kimbilir neler duyar, nelere mazhar olurlardı. Bazan bizim fakîrhâneye teşrîf ederlerdi de, bol bol Mektûbât okurlar, ben de el yazısı ile yazdığım Mektûbât’dan ta'kîb ederdim. Bazan da onların seâdethânesinde okurlardı. Terceme edeyim mi, kardeşim, derler, siz okuyunca anlıyorum, zahmet buyurmayın, hocam, derdim.

Kısaca, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ı yazıldığı târîhlerden bu zamana kadar, Müceddîdlerin her zaman birinci el ve sohbet kitâbları olmuş, okununca, sâhibinin sohbetinden ve meclisinden hâsıl olan feyiz ve fâideler zuhûra gelmiş ve bu durum, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmet ve bereketinin kıyâmete kadar devâm edeceğinin bir alâmet ve nişânesi olduğundan, Hocamızın böyle bir hizmete vesîle olması, ya'nî Mektûbât’ı, terceme etmesinden daha tabiî bir iş olmasa gerek. Mektûbât’daki harfler mikdarınca, Allah ona rahmet eylesin!

3-   ESHÂB-I KİRÂM: Mevzu’unda gerçekten şâhâne bir eserdir. Büyük kısmı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından tercemedir. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin te’lifi olup el yazma bir nüshası bu fakîrin kütübhânesinde mevcûddur. Hilmî Işık hocamız, bu günkü Türkçe’ye kazandırmış, gerekli yerlere, parantez içinde izâh ve ekler koymuştur. Hocamız, Efendi hazretlerinden: "Mektûbât’ı okumayan, Eshâb-ı Kirâm’ın kadrini bilemez. Eshâb-ı Kirâm’ı hakkıyla tanımıyan da Resûl-i Ekrem’i (sallallahü aleyhi ve sellem) tanıyamaz” buyurduğunu naklederdi.

Bu kitâb, Eshâb-ı kirâma dil uzâtan, onlar için şanlarına yakışmıyan sözler yazan ve söyliyen, başta şi’îler olmak üzere, hâriciler, vehhabîler ve reformculara gereken cevâbları vermekte, güneşi balçıkla sıvamak istiyenleri rezil etmektedir. Önsözünün bir yerinde diyor ki:

"Daha Eshâb-ı kirâm zamanında, müslüman olduğunu söyliyen Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir yahudî, müslümanlar arasına fitne, ikilik soktu. Şi’îlik denilen bir çığır açtı. Resûlullah’ın Eshâbını kötülemeğe kalkıştı. Sonraları, nice nice dîn düşmanları, müslüman adı alarak, dîn adamı şekline bürünerek, bozuk, sapık yollar meydana çıkardı.”

Kitâbda, Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin fazîleti, âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve ulemânın sözleri ile çok güzel anlatılmaktadır. Okuyunca ne kadar doyurucu olduğunu görecek, böyle bir eseri okumayanın, bu konudaki bilgisinin muhakkak eksik olacağına hükmedeceksiniz.

Eshâb-ı Kirâm isimli kitâbın içinde, Hocamızın başka eserleri ve risâleleleri de vardır. Kısaca onlara işâret edelim:

A

Eshâb-ı Kirâm:

Sahîfe

3-5

0

Seyyid Abdülhakîm

B

İctihâd

Sahîfe

51-73

Seyyid Abdülhâkîm

C

1. Cild, 251. Mektûb

Sahîfe

73-80

İmâm-ı Rabbânî

D

2. Cild, 15.Mektûb

Sahîfe

80-84

İmâm-ı Rabbânî

E

Tenbîh [Hüsniyeye Cevâb]

Sahîfe

84-141

H.Hilmî Işık

F

Kerbelâ Vak'ası

Sahîfe

141-147

M.Abdüşşekûr

 

G

İ. Rabbânî’nin Hayâtı

Sahîfe

147-164

M.Murad Kazanî [Ter. H.Hilmî Işık]

H

Seyyid Abdülhâkîm’in Hayatı

Sahîfe

164-167

H.Hilmî Işık

I

Müslümanların İki Gözbebeği (Hazret-i Ebû Bekr Ve Ömer)

Sahîfe 167-229 :

Şâh Velîyullah Terceme: H.H.Işık

J

Hulefâ-i Râşidîn

Sahîfe

229-233

Şâh Velîyullah Terceme : H.H.Işık

K

İslâmda İlk Fitne

Sahîfe

233-263

2/36.Mektûb,İmâm-ı Rabbânî, Terceme: H.H.Işık

L

Eshâb-ı Kirâmın Üstünlüğü

Sahîfe

263-276

Mir'at-i Kâinât (Nişanci zâde)

M

Hazret-i Muâviye

Sahîfe

276-279

Tathir-ül Cenân Vellisân İbni Hacer Mekkî

N

Kitâbda geçen isimlerin hâl tercemeleri

Sahîfe

279-415

H.Hilmî Işık

 

Demek ki, Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) kitâbında, ondört eser bulunmaktadır. Her biri açık ve kesin delilleri ihtivâ etmekte, bahis konusu mevzû'un isbâtında yeterlidir. Bir tane açık örnek verdik. Diğerlerini buna benzetebiliriz.

4-   HAK SÖZÜN VESÎKALARI: Kitâbı, Abdullah Süveydî’nin Hucec-i Kat'iyye [Kesin Deliller] kitâbının tercemesidir. Ehl-i Sünnet ile şi'îler arasındaki ayrılığın giderilmesini bildirmekte, gerçekten ciddî bir eserdir. On kısımdır. Birinci kısım kitâba isim olmuştur. 400 sahîfedir.

2.     Kısım. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Râfızîleri [şi’îleri] susturan Redd-i Revâfıd kitâbının tercemesidir.

3.    Kısım. Tezkiye-i Ehl-i Beyt: Bir islâm düşmanının yazdığı Hüsniyye kitâbındaki iftiralara cevâb vermektedir. Osman Efendi yazmıştır.

4.   Kısım. Birleşelim ve Sevişelim: H.Hilmî Işık'ın telifidir.

5.    Kısım. îmân ile ölmek için kardeşim, Ehl-i Beytle Eshâbı Sevmelisin. Hurûfîlere ve şi’îlere cevâbdır. H.Hilmî Işık'ın telifidir.

6.                     Kısım.    Peygamberlik Nedir? Muhammed Aleyhisselâm Son Peygamberdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu kitâbı onsekiz yaşında iken

yazmıştır. Aslı arabîdir. Hocamız terceme etmiştir.

7.    Kısım. İmâm-ı Rahbânî Hazretlerinin Hâl Tercemesi. Menâkıb ve Makamât-i Ahmediyye-i Saîdiyye kitâbından bu fakîrin tercemesidir. Bu kitâba konulması hikâyesini arz edeyim: Bir gün Hocama uğradım. "Kayınpederin yazıları arasında, bir takım kâğıdlar buldum. Sizin çok seveceğiniz [veya beğeneceğiniz] mevzûlardan bahsediyor. Bir dakika bekleyin, alıp geleyim” dediler. Gittiler, getirdiler. Kırk elli sahîfe kadar var idi. Bana verip: "Size bir hafta müsaade, istinsâh edin ve tekrâr getirin, buyurdular. Aldım ve yazdım. Bir hafta dolmadan iâde ettim. Nitekim, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin divânını okurken, Efendi hazretlerinden yazdıkları manâları hâvi divânı Onlardan istediğimde: "Vereyim, ama üç günde yazın getirin" buyurmuşlardı. Bu davranışları ilimdeki ciddiyetlerine ve çok gayretli olduklarına bir delildir.

Sonra o yazıları terceme ettim ve hocamıza, "verdiğiniz yazılar içinde bulunan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin menâkıbını terceme ettim" diye arz edince, "Getirin, okuyalım" buyurdular. Bir akşam yazılarla gittim. Okumağa başlamadan arkadaşlar geldi. Okuyamadık. Ertesi akşam gittim; yine öyle oldu. Üçüncü akşam, kimse gelmedi. İkimizdik. Açın, okuyun, dediler. Çantamdan çıkarıp okumağa başladım. Koltukta oturuyorduk. Onlar yere inip, ellerini koltuğa dayadılar. Ben de inmek istedim. "Hayır, siz o büyüklerden okuyorsunuz, ben onun için indim, siz koltukta oturun" dediler. Bir buçuk, iki sâat kadar sürdü. Zirâ bazı yerlerine müdâhale ediyor, ifâdeleri düzeltiyorlardı. Ama sonuna kadar, gözleri kapalı idi ve, o harama bakmamış, belki kimsenin kolay kolay siyâhını göremediği gözlerinden hep hasret ve muhabbet ateşinin sebeb olduğu gözyaşları akdı durdu. Bitirdiğim zaman: "Baş tarafını okuduğunuzda, kitâba koymayabiliriz diye düşünüyordum, ama devâm edince, o kadar güzelleşti ki... Şimdi bu yazıları, seve seve bir kitâbımıza koyacağız" buyurdular ve bu kitâba koydular.

Ayrıca bu bahsin sonuna, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin Mektûbât’ından otuzbir mektûbu terceme edip koymuşlardır.

8.              Kısım          - İmâm Gazâlî hazretlerinin Eyyühel-Veled [ey oğul] risâlesinin tercemesidir

9.  Kısım - Bir Din Câhiline Cevâb. H.Hilmî Işık Hocamızın telifidir.

10.                          Komünistlik ve Komünistlerde Din Düşmanlığı konusunda mühim bir makaledir.

5.  HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN: kitâba bu ismi vermişlerdir. Kitâbın aslı Farsça olup, büyük islâm âlimi Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin eseridir.

Kendisi bu kitâbına İtikadnâme adını vermiş, Kemâhlı merhûm Hâcı Feyzullah Efendi, Osmanlıca’ya terceme edip, ismini Ferâid-ül Fevâid [Faydalı İnciler] koymuş ve azîz Hocamız bugünkü dilimize uyarlayıp, ayrıca çok fâideler daha ilâve etmiştir. Önceleri Îmân ve İslâm olarak bilinen bu kitâbda, Îmân ve İslâmın esasları ve Ehl-i Sünnet’in temiz itikadı anlatılmaktadır ve bu zamanda böyle bir kitâb en büyük bir hizmettir. Allah hepsinden râzı olsun, okuyanları da onlara ilhak eylesin, kitâb 480 sahîfedir.

İçinde ayrıca bir kaç kitâb ve risâle vardır:

A- Hindistan âlimlerinden Şerefüddin Yahyâ Münîrînin Bir Mektûbu.

B- Allah Vardır ve Birdir. Müellifi H.Hilmî Işık.

C- Müslümanlık ve Hıristiyanlık. Çok faideli bir kitâbdır. Önsözün sonunda buyuruyorlar ki: "Bu kitâbı yavaş yavaş ve düşünerek okuyun. Başkalarına da okutun. Bilgisiz bir insan iyi müslüman olamaz. Halbuki islâm dîninin esaslarını öğrendikten sonra, ona bir insanın bütün kalbi ile bağlanmamasına imkân yoktur. Bu kitâbı okuduktan sonra, siz de, islâm dîninin ne yüksek, ne kudsî ve mantıkî ve kusursuz bir dîn olduğunu anlayacak ve dünyâ ve âhırette selâmet ve huzûra kavuşmak için can ü gönülden ona sarılacaksınız"

D- Kur'an-ı Kerîm ve İnciller: Telif ve tercemedir.

E- Peygamberimiz ve Mu'cizeler: Mirât-i Kâinât’tan almadır.

F- İslâm Dîni ve Diğer Dinler.

G- Peygamberlik Nedir? İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eseridir. Daha önce bahsi geçmişti.

6-   İSLÂM AHLÂKI: Derlemedir. Ahlâkın menşeini, ta'rifini ve iyi ve kötü huyları, hamîde ve seyyie [iyi ve kötü] ahlâkı anlatmaktadır. Herkesin okuması icâbeden kitâblardandır. Bu kitâb, 576 sahîfe olup, içinde çok güzel eserler vardır. Şöyle ki:

A- Cennet Yolu İlmihâli: Asıl ismi Miftâh-ül Cennet [Cennetin Anahtarı]'dır. 885 (m.1480] senesinde Edirne'de vefât etmiş olan Muhammed bin Kutbuddin İznikî yazmıştır. Derin islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Miftâh-ül Cennet ilmihâlinin yazarı sâlih bir zât imiş. Okuyanlara fâideli olur" buyurmuştur.

B- Ey Oğul İlmihâlı: Süleyman bin Cezâ’nındır. İlmihâl bilgilerinden bahseder. Bu iki kitâb, insanlar için çok fâidelidir. Hocamızın tavsiyesi ile ilk okuduğumuz kitâblardandır. Bir çok dualarını ezberlemiştik. Zamanın, eskitemediği kitâblardandır. Otuzbeşe yakın baskısı yapılmıştır.

7- KIYÂMET VE ÂHIRET: Asıl ismi Dürret ül-Fâhire fî-Keşf-i Ulûm il Âhıre

olup, kıyâmet ve âhırete âid bilgileri bildirmektedir. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eseridir. Kastamonu Askerî Rüşdiye, ya'nî orta mekteb arabî muallimi Ömer bey, bu kıymetli kitâbı, arabîden Türkçe’ye çevirerek, Kur'an-ı Kerîmde Kıyâmet ve Âhıret Halleri ismini vermiş ve 1911’de Kastamonu’da basılmıştır. Hocamız tarafından sâdeleştirilmiş ve bugünkü dilimize uyarlanmıştır. Yirmiye yakın bakısı yapılmıştır.

İçinde iki tane daha kitâb vardır.

A- Müslümana Nasihat: H. Hilmî Işık Hocamızın telifidir. Vehhâbilik konusunda eşsiz bir eserdir. Vehhâbilik yanlış mezhebi ve Ehl-i Sünnetin onların bozuk fikirlerine, kat'î ve şüphesiz doğru cevâblarını bildirir. Vehhâbilik fitnesinden kurtulmak için muhakkak okunması lâzımdır.

B- Vehhâbiliğin Başlangıcı ve Yayılması: Mir'ât-ül Haremeyn kitâbından alınmıştır. İngilizlerin desteği ve beslemesi ile kurulan bu bozuk mezhebin iç yüzünü bildirmekte, Ehl-i Sünnete düşmanlıklarını ve harb açtıklarını yazmaktadır.

7-  FÂİDELİ BİLGİLER: Ahmed Cevdet Paşa’nın eseridir. İçinde bir çok kitâb ve risâleler vardır:

A- Ehl-i Sünnet İtikadı: H. Hilmî hocamızın te'lifidir.

B- Din Adamı Bölücü Olmaz: H. Hilmî hocamızın te'lifidir.

C- Doğruya İnan, Bölücüye Aldanma: H. Hilmî hocamızın te'lifidir. Dinde reformculara cevâbdır. Asrımızdaki zararlı düşünce ve fikirlerin bilinmesi ve cevâbları bakımından çok kıymetli bir eserdir.

8-   DIYA - ÜL - KULÛB [Kalblerin Ziyâsı], - Cevâb Veremedi de denir. Harputlu İshak Efendi yazmıştır. Bilhassa protestan papazların islâma karşı yazmış oldukları haksız yazılara ve iftiralara cevâb teşkil eden mükemmel bir eserdir. H. Hilmî Hocamız bunu sadeleştirerek, bugünkü dille okuyucuların istifâdelerine sundu ve önsözün sonunda: "Bugün ellerde bulunan dört İncilde mevcûd olan ilim, akıl ve ahlâk dışı yazılar meydandadır. Buna karşılık islâm dîninin akla, ilme, fenne ve medeniyyete ışık tutan yazıları da dünyâ kütübhânelerini doldurmaktadır. Bu hakîkati görmemek, bilmemek, günümüz insanı için özür olamaz. Şimdi Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm dîninden başka dîn arayanlar, âhırette sonsuz azabdan kurtulamıyacaklardır" diyor. Kitâb 350 sahifedir.

9-  İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İTİRAFLARI VE İNGİLİZLERİN İSLÂM DÜŞMANLIĞI:

Bu kitâbda İngilizlerin İslâmiyyeti imhâ ve yok etmek için hazırladıkları düşmanlık ve kin dolu insanlık dışı plânları, yalanları, müslüman devlet adamlarını aldatmaları, müslümanlara akla, hayâle gelmez işkenceleri ve Hindistan ve Osmanlı İslâm devletlerini yıkmaları anlatılmaktadır.

Sonunda, son devirlerin büyük âlimi Yûsuf Nebhânî hazretlerinin Hulâsat-ül Kelâm risâlesinin tercemesi bulunmaktadır. Mühim bir risâledir. Kitâb otuz küsür baskı yapmıştır. 128 sahifedir.

10-    KIYMETSİZ YAZILAR: Daha önce de bahsi geçmişti. H. Hilmî hocamızın, İmâm-ı Rabbânî ve oğulları Muhammed Masûm hazretlerinin altı cild Mektûbâtları’ndan, mühim cümleler seçilmiş, alfabetik sıra ile tertîb edilmiş olup 3846 maddedir. Hakîkaten değeri, kıymeti takdîr edilemiyecek bir eserdir. Allahü teâlâ tertîb eden ve ismini koyan sevgili kullarından râzı olsun.

Bunlardan başka, Hocamızın talebesi tarafından terceme edilen veya sadeleştirilen ve onların nazarından ve tashîhinden geçmiş olup, yine Hakîkat Kitâbevi tarafından bastırılmış olan üç kitâb daha vardır ki, şunlardır:

1-   Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn: Seyyid Eyyûb bin Sıddîk’ın eserinin sâdeleştirilmişidir. Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dört büyük halîfesi, Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt-i Resûl, Eshâb-ı Kirâmın menâkıbı hakkında güzel bir kitâbdır. 600 sahifeye yakındır.

2-  Şevâhid-ün - Nübüvve - Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretlerinin eseri olup, aslı fârisîdir. Osmanlıca’ya çevrilmiştir. Sadeleştirilmiştir. Resûl-i Ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) mu'cizelerini bildirir, sonunda Ehl-i Beyt İmâmları da anlatılmaktadır. 450 sahife kadardır. Bu iki kitâbla Lütfî Uyan Bey kardeşimiz çok meşgul olmuştur. Hocamızın emriyle bu kardeşimiz aktarmıştır, denilebilir.

3-    Namaz Kitâbı: Hasan Yavaş kardeşimiz tertîb etti. Hocamızın kitâblarından derlemedir. Küçük, öz, çok fâideli bir ilmihâl dense, yeridir.

Buraya kadar yazdıklarımız, Hocamızın, sadece Türkçe eserleridir. Bu eserlerden onsekizi İngilizce’ye, altısı Almanca’ya, altısı Fransızca’ya, dördü Rusça’ya, biri Azerbaycanca’ya, ikisi Bulgarca’ya, biri Boşnakça’ya çevrilmiştir. Arnavutça’ya ve Asya dillerine, hattâ Arabça’ya terceme edilenleri de vardır.

Ayrıca irili ufaklı, altmış kadar Arabî kitâb, ofset yoluyla basılmıştır ve kiminin içinde bir çok kitâb ve risâleler vardır. Kimi binlerce sahîfedir; Kadi Beydavî tefsîrinin Şeyhzâde Hâşiyesi gibi. Yirmi kadar da Farsça kitâb ve ilâveten Urduca kitâblar bu yolla bastırılmıştır. Vaktiyle Işık Kitâbevi, sonra Hakîkat Kitâbevi vâsıtası ile bastırdıkları bütün kitâbları, yazarları, konuları ve târihleri ile ayrı ayrı izâh etmek, ancak bir doktora tezi konusuna sığar. Biz bu kadarla yetinelim.

İşte, fiîli elli, çalışma olarak yetmiş senenin mahsûlü. Demek ki, bu zamanda da, böyle insanlar ve insanlığa hizmet aşkı ile yanan âlimler bulunabiliyor. Bu aşkı Hocamıza, üstâdı ve mürşidi Seyyid Abdülhakîm Efendi aşıladı. Ona bir baktı, pîr baktı ve onu kendinden alıp kendi istediği gibi yaptı.

Bütün bu kitâbları, önce Işık, sonra Hakîkat Kitâbevleri vasıtasıyla yedi iklim, dört bucağa yayıldı. Gana devlet radyosu, Hakîkat Kitâbevi’nin adresini verip, dînini doğru öğrenmek isteyenler, bu adresten kitâb istesin, dedi. Milyonlarla kitâb bastırılıp, dünyâya dağıldı. Vehhâbî, reformist ve ingiliz ajanları susturulmağa çalışıldı. Çok sevindirici haberler geldi. Dünyâda Ehl-i Sünnet canlanmağa, kıpırdamağa ve yeşermeğe başladı. Bu bakımdan yaptıkları işi, dîni tecdîd [yenileme ve kuvvetlendirme] ile isimlendirenler oldu ve kendisine asrın müceddîdi dediler. Doğrusu, maddenin, ya'nî paranın putlaştırıldığı asrımızda, bir garîb Hilmî çıkacak ve insanları mâsivâdan Allah’a çağıracak, yalancı ilâhlardan ma'budün bil-hak olan, Âlemlerin Efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mevlâsı Rabb-ül âlemîne da'vet edecek; kolay iş değil. Onun için ona bu ismi münâsib gördüler. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Bize göre, isim ve şöhretin bir değeri yok. Yapılan iş, görülen vazîfe önemlidir ve Onlar bunu yaptılar.

Bütün eserlerinin özeti, Ehl-i Sünnet vel-Cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri şekilde doğru ve sağlam bir itikada sâhib olmak, kendini, küfürden, bid'atten, haramdan koruyacak ve mezhebi ile amel edecek kadar ilim edinmek, kötü ahlâktan uzaklaşıp, iyi ahlâkla süslenmek, müslümanları sevmek, fitne çıkarmamak, kendine, âilesine ve vatanına hizmet eden akıllı ve ileri görüşlü bir insan olmak, Allahü teâlânın sevgili kullarını çok sevip düşmanlarından uzak durmak, nefsine şeytana ve kötü arkadaşlara aldanmamak, tenbel olmayıp, dünyâyı âhıretin tarlası bilip çok çalışmak ve bu büyükler yolunda bulunan mürşidleri, evliyâyı kendisi ile Rabbi arasında vâsıta ve vesîle edinip, onların muhabbetle dalgalanan feyiz ve nûr denizi olan kalblerinden muhabbet yolu ile kalblerini beslemek ve bunu Rabbinin zikrini kolaylaştırıcı bilmektir. Bu kitâbları okuyanlarda böyle şeyler hâsıl olmuşsa, bilsinler ki, kulluğun hakîkatinden ve vazîfelerini ifâdan bir yudum tatmışlar ve uzaktan da olsa, Müceddîdî büyükleri kervânının çıngırak sesleri kulaklarına gelmektedir.

Hocamız durmadan çalıştı. Geceyi gündüze, gündüzü geceye ekledi. Yetmedi, doymadı ve yukarıda geçtiği gibi bir kahvenin önünden geçerken bana "Kardeşim parayla satın almak mümkün olsaydı şu adamlardan boş vakitlerini satın alır, çalışırdık" buyurmuştu.

Eğer bana, elli sene hocanla bulundun, ondan ne öğrendin? diye sorsalar, "Kulluğu bir parça öğrendim. Bir de Kur'an-ı kerîm okumakdan, namaz kılmaktan ve Mektûbât okumaktan bıkmıyorum" derim. Çünkü Hocamızdan "Hürriyet, nefsinin esâretinden kurtulmaktır" yahud "Hürriyet, Allahü teâlâdan başkasına kul olmamaktır" duydum. Nefsinin esîri, şeytanın oyuncağı olan, hürriyetten bahsedebilir mi? Hürüm dese, kim inanır. Zirâ hâli, sözünü tekzîb etmektedir. İşte bu dünyâ sevgisi insanların gönüllerini çaldı. Yüzlerini ve kalblerini ona döndüler. Bu bir nev'î tapınmadır. Bununla kendilerini zora soktular. Hadîs-i Kudsî’de Hak teâlâ buyurdu ki: "Ey dünyâ, bana hizmet edenlere sen hizmetçi ol, sana hizmet edenleri kendine hizmetçi eyle!" Buradan nerede olduğumuzu düşünmeliyiz ve niçin insanlar bu kadar çok çalıştıkları halde huzûra ve rahata kavuşamıyorlar; anlamalıyız. Kulluk vazîfelerini yapmayıp, hudûd-i ilâhîyi tecâvüz etmek, dînde günâh kelimesi ile izâh edilir. Büyüklerimiz ve bilhassa İmâm-ı Rabbânî Efendimiz: "Bu yolda iki şey lâzımdır: Biri Resûlullah’ın sünnetine uymak, diğeri bu yolun büyüklerini sevmek" buyurmuşlardır. Sohbetlerinin özü ve özeti bu bir kaç satırla ifâde edilebilir. Allah onlardan, onların sevdiklerinden ve onları sevenlerden râzı olsun!

Vaktiyle, Efendi hazretleri ile bir sohbet ismi ile yazmış olduğum manzûm bir divândan, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve Mektûbât'ı hakkındaki kısmı buraya alıyorum:

Bak, o sevdiklerimin birinden bahsedeyim,

İmâm-ı Rabbânîden birkaç haber vereyim,

O, gözlerimin nûru, o güzeller güzeli,

O, kalblerin süruru, rûhların tek emeli.

O, arzûların sonu, o, emeller kâbesi,

O, kurb-i ilâhînin en mahrem hazinesi

Kimsenin çıkmadığı makamlar sâhibi O,

Dâimî tecelli-yi Zâtın tek hâtibi O,


Aşk ile, muhabbetle, yanan kalbler tabibi,

En büyük arzû ile peygamberin tâlibi.

O, nübüvvet yolunun eşsiz tek kumandanı,

O           vâris-i enbiyâ, O İmâm-ı Rabbânî.

Odur dînin muhyisi, Odur kayyûm-i âlem,

Onu tavsif edemez, ne dil, ne âciz kalem.

O           deryâlar mebdei, o nehirler menba'ı Meşhûr olmayan Hindi, Odur yapan Tur dağı

O âşıkların tâcı, o velîler sultânı O, mutasavvufların, tasavvufun lisânı.

O, odur, Allah ona, hocasından çok verdi, Hocası edeb ile kelâmını dinlerdi.

Bir gün hocası ona mektûb yazıp gönderdi,

Her hoca bunu yapmaz, bak evlâdım ne dedi:

(Size talebem demek, yüzsüzlük olur, Ahmed Arzûm, tarafınızdan, teveccühdür ve himmet; Zan etme, ihtiyâcım yok diye gelmiyorum,

Edebe riâyetle işâret bekliyorum.)

Azîzânın azîzi, gördün yâ, ne söyledi Bu sözle, Müceddîd’in hâlin beyân eyledi.

İşte ona âşıkım, aşkıyla yanıyorum,

Ve her şeyim Ondandır, buna inanıyorum.

Bastığı topraklara fedâ olsam bin kere,

Selâm ve dua olsun şanlı Serhendlilere. Mübârek mezarının gölgesi kâfi gelir,

Kurtulmağa evlâdım, ondan îmân yükselir.

Kabrimin toprağından bulunsa bir mezârda, İşbu mukaddes toprak, onu yaktırmaz nârda. Kâbe, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâdan.

Sonra Mescid-i Serhend gelir ki, anla bundan.

O ve mütevessili, mağfiret olunmuştur.

Tâ kıyâmete kadar, ona ilhâm olmuştur. Hamuru bâkıye-i tîn-i Resûlullahdan,

Bu şeref yeter Ona, belki herşeyi bundan.

İşte çok sev evlâdım, sevebildiğin kadar. Yakın gel bu menba'a gelebildiğin kadar.

Bu hallerin, zevklerin tercümânı Mektûbât Kitâbıdır ki, ondan neşr oluyor fuyûzât

İlâhî nûrlar ondan yayılıyor cihâna,

Her ne müşkülün varsa, sen baş vur, yalnız ona. Onu çok oku oğlum, bak nûrla dolacaksın,

Bizzât müellifinden feyizyâb olacaksın.

Öyle kitâbdır ki o, misli islâmiyette,

Ne mâzide yazılmış, ne yazılır âtide.

Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir bu kitâb,

Herkese var içinde, kendine göre hitâb.

İlim, ihlâs menba'ı, harikalar diyârı Onda bulur âşıklar, o ele geçmez yârı.

Kayyûm-i âlem diyor, her mektûbu babamın,

Bir deryâ-yı muhîttir, sonu görünmez anın.

Tarîkat ve şerîat vasl olmuştur burada,

Budur seâdet tâcı, dünyâda ve ukbâda.

Budur her derde devâ, budur ilâc feryâda,

Budur kalblere şifâ, budur rûhlara gıdâ.

Budur Hakkın sevdiği sevgililerin sözü Budur islâmın aslı ve ma'rifetin özü.

Budur evliyâların, çeşid çeşid lisânı Budur Ehl-i Sünnetin gayet açık beyânı

Aşkla yanan tâlibe en iyi haber budur,

Bilmediği yollarda, sâlike rehber budur.

Gece gündüz dâima oku bu Mektûbâtı.

Gayret et, duymak için o lezzeti, o tâdı.

Oku, gülen gözlerin yaş doluncaya kadar,

Oku, hakîkî aşka tutuluncaya kadar.

Oku, elbet o güzel bir gün rûnümâ olur.

Muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur,

Sâatlerce, günlerce, hep onunla meşgul ol,

Bu sözler tesîriyle açılır kalbe bir yol.

Bir kalb ki, meşgul olur bu ma'nâyla her zaman,

Elbet imdâda gelir, bir gün bunları yazan...


BEŞİNCİ FASIL HATIRLADIKLARIM

Hocamızın Türkçe ve diğer dillerde yayınlanan yüzü aşkın kitâblarına kısaca temâs ettikten sonra, ilk yıllarımızdan başlayarak, hâtırımda ve kimi kâğıdlarda bulunan hâtıralarımı yazayım. Bu arada arz edeyim ki, bu gece [20 Zilhicce 1422/14 Mart 2002 Pazartesi] rüyâda Onları gördüm. Hasta idiler. Bizim evde yatıyorlardı. Evimiz şimdikinden geniş idi. Ziyâretçiler bizim fakîrhâneye geliyorlardı. "On-onbeş gün kendi evlerinde yattı. Bir o kadar da Süleyman beyin evinde kalacak, bu adâlete daha uygundur” buyuruldu. Hayırdır, inşaallah.

Onbeş yaşında Kuleli As. Lisesi birinci sınıf talebesiyim. Kimyâ hocamız, öğretmen yarbay Hüseyin Hilmî Işık beyefendi. Diğer ders hocalarından bambaşka bir insan. Bilgili olduğu kadar, mütevazı, sadece omuzunda rütbesi bulunan gerçek bir baba. Şefkatli, merhametli, hilim sâhibi bir terbiyeci. Çok şey bilen, zamanı ve rütbesini zorlayan bir subay ve öğretmen. Yüzüne bakan, hâline dikkat eden, simâsından zekâ ve îmân fışkırdığını hemen idrâk edecek kadar, insanlara emniyyet telkîn eden bir üstâd. Kimseden, hiç bir hocadan görmediğimiz muâmeleyi bize gösterdiler. Öyle olduk ki, bütün arkadaşlar gayr-i ihtiyârî onları sevdik. Yazılı imtihan yapacakları gün, matematik, fizik gibi zor derslerden de imtihan olsa, bu sevimli, şefkatli ve insânî bütün değerlere sâhip hocamıza mahcûb olmamak için, o dersleri bırakır, kimyâya çalışırdık.

Bazan dershânenin çavuşu, bazan onbaşısı olurdum. Bu yüzden ders tekmilini verir, ders defterini Hocamıza ben imzâ ettirirdim. Deftere o gün işleyecekleri konuyu yazdıktan sonra, imza ederken, hafîfce Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah derlerdi. Bunu söylemediklerine veyâ unuttuklarına hiç şâhid olmadım. Okulun mescidi vardı. Namaz kılardık, ama, İslâm şuuruna sâhib değildik. Anadolu’dan gelmiş, âdetlerini, ibâdetlerini devâm ettirenler arasında olduğumuz halde, Onların gerçek talebesi olmadan önce iki üç def’a sinemaya gittim. Ya’nî yavaş yavaş erimeğe başlıyordum. Elimizden tuttular, kalbimizi kendilerine ve büyüklere çevirdiler de, dünyânın sâdece bizim yaşadığımızdan ibâret olmadığını anladık.

Bir gün, kimyâ dersimiz son sâatti. Dersten sonra ders defterini aldım. Sınıf subaylığına götürüyordum. Koridorda Onlara yetiştim ve sâfiyâne, temiz bir duyguyla: "Hocam, benim babam ölmüştür. Hemen hiç tanımıyorum. Bunun için sizi babam yerine koydum ve babam gibi seviyorum" dedim. Merhametle baktılar, başımı okşadılar ve "Aferin, inşaallah dünyâda da, âhırettede de beraber oluruz" buyurdular.

Kimyâ laboratuarından çıkmıştık. Onları bekledim ve "Hocam bana birşey söyleyin de yapayım" dedim. Namaz kılıyor musunuz, buyurdular. Evet, dedim. "O halde islâm harflerini öğrenin” buyurdular. Zeki bey kardeşime söyledim ve o günden itibaren mescidde bulunan elif-bâ'dan ikimiz çalışmağa, öğrenmeğe başladık.

Bir gün bir dua okudular. Dersten sonra, yazmalarını istirham ettim. İslâm harfleri ile yazarım, okuyabilir misiniz?" buyurdular. Olsun, öyle yazın hocam, dedim.

Takkelerini evde unutmuşlardı. Biriniz bir takke versin, dediler. Hemen çıkarıp uzattım; hem de Onlara küçük de olsa, bir hizmetim olduğu için sevindim.

Ramazanda mescidde namaz kılıyorduk. Yanlarında idim. Namaz arasında gözlerinden yaşlar döküldüğünü gördüm. Namazdan sonra, yine ne oldu hocam, dedim. Buyurdular ki, "Ramazan-ı şerîf ayında, üzerimizde vazîfeli melekler, sevâb ayı geldi, geçiyor, çok sevâb yazamayacağız diye bizim için ağlarlar. Biz ise, kendimiz için ağlamak şöyle dursun, Ramazan-ı şerîf, ya'nî büyük sevâb ayı geçiyor diye üzülmüyoruz. Bunu hâtırladım da gözlerim doldu"

Bir gün okulun mescidinde öğle namazı kılıyorduk. İmâm olan arkadaş farzı üç rek'at k ıldırdı. Hocamız, "üzülmeyin, bir keresinde Peygamber Efendimiz de, iki rek'atta selâm vermişti de, Eshâb-ı kirâm, yâ Resûlallah, namaz dört rek'attan ikiye mi indirildi. Böyle bir vahy mi geldi diye arz ettiler. Hayır, kılalım buyurmuştu. Buyurun biz de yeniden kılalım" dediler. Aynı arkadaş imâm oldu, Yeniden kıldık.

Yine bir gün, Ramazan-ı şerîfde öğle namazından sonra oturup sohbet ediyorlardı. Bir ara,"Sizinle Allah’ın dîninde konuşurken, ne kadar korktuğumu, ağzımdan anlamadan yanlış bir kelime çıkıp felâketime sebeb olabileceğini düşünüyorum" buyurdular. Ne kadar dikkatli ve dîn husûsunda ne kadar tedbîrli hareket ettikleri bakımından bu ifadeleri, sorumsuzca Allah’ın dîninde ulu orta konuşan (sözde) dîn adamlarına ithaf olunur!

Rüyâda Onları gördüm. Bizim yattığımız koğuşa geldiler. En yakın üç dört talebesi, ya'nî arkadaşlarımın yatakları yan yana idi. Birimizin yatağında yatacaklardı ve her arkadaş, kendisinin yatağına gelmelerini istiyordu. O arzu ile yüzlerine bakıyorduk. Buyurdular ki: "Yorgunum, Süleyman’ın yatağında yatmak istiyorum.” Geldiler, beraber yattık. Bir taraftan seviniyor, bir taraftan kusûr ve günâhlarımı düşünüp üzülüyordum. Sabahleyin, bu rüyâyı kendilerine arz edince: "Ben de bu gece Efendi hazretlerini gördüm; Senin gördüğün gibi, O da benim yatağıma geldi ve berâber yattık” buyurdular. Bu tetabuk ve tevafuka ayrıca sevindim. Demek ki, hoca-talebe münâsebetleri böyle olurmuş, diye içimden geçti.

Her fırsatta bizi namaza teşvîk ederler, mescidde, ders aralarında ve bazan dersin sonunda bize namazın fazîletinden, islâm dîninin iki dünyâ seâdeti vesîlesi olduğundan, hem dünyâya, hem âhırete çalışmak lâzım geldiğinden bahis ederlerdi. Bazan öğle ta'tilinde, namazdan sonra bize Mektûbât’tan, Kimyâ-yı Seâdet’ten ve Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarından okur, açıklar ve tatlı tatlı sohbet ederlerdi de bizi ma'nevî olarak beslerlerdi. O sohbetleri bizi dünyâdan, aslında haram denen işlerden men'ederdi. Sanki o günâhlar yok imiş gibi olurdu. Biz, İstanbul’da nasıl günâhlar işleniyor, düşünmez, ne cinâyetler oluyor, bilmezdik. Ah, şimdi o günleri hâtırlıyorum da, eğer geriye dönmek mümkün olsaydı, döner, o günleri bir daha yaşardım, diyorum. Her halde bunun için denmiştir. Mısra':

Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihân değer.

Okulumuzda ikinci bir mescid yapılıyordu. Yüzbaşı Mehmed Alî bey, depoda bulunan ahşabdan süslü kocaman mihrabı sırtına vurup üçüncü kata çıkardı. Hocamıza anlattık."Âferin ona, îmânlı olduğunu gösterdi" buyurdular.

Okulda bu şekilde Onların eli ile kazandığımız yeni hayât, Onların Beylerbeyi’ndeki evine gitmekle kuvvetlendi. Zeki bey kardeşim, eve gittiklerini, benim de gelmemi söyledi. Elhamdülillah evdeki husûsî sohbetleriyle de şereflendik. Oradaki feyiz ve bereket bambaşka idi. Hele Allahü teâlânın dostlarından bahsederken kalbimizde hâsıl olan tatlılığı, düşmanlarından konuşurken içimizde hâsıl olan husûmeti, şimdi zor anlatabilirim. Enteresandır, Onların sözleri hem kulağa hem kalbe tesir ederdi. Başkalarının yalnız kulakla algılanan sözleri gibi değildi. Bunun için çok te'sir ederdi. Büyüklerimiz: "Kelâm mütekellimin sıfâtı olmayınca, sâmiîne tesir etmez" sözünü boşuna söylememişler.

Bir ara okuldaki mescidleri kapattılar. Namaz kılmada çok zorluk çektik, ama bir vakit namazımız kazâya kalmadı; elhamdulillah! O günlerde idi. Hocamıza: "Sınıf âmiri Mustafa yarbay bize, sağda, solda, pencere kenarlarında, merdiven altlarında namaz kılmayın, günâhı varsa benim olsun, diyor dedim. "Ona bakmayın, münâkaşa da etmeyin. Namazınızı kılın. Sizin, o pencere kenarında kıldığınız namaza, ben evimde kıldığım yüz namazımı veririm"

buyurdular.

Evlerine gitmeğe başladığımızdan söz ettik. Bize açtıkları kapıyı, rahmet-i Rahmân’a kavuşuncaya kadar kapatmadılar.Her fırsatta eve geldik. 1960 senesine kadar güzel ve hemen kesintisiz olarak devâm etti. Hemen hemen istisnâsız, her pazar günü evleri ve huzûrları ile şerefleniyorduk. Bu hâl Beylerbeyi’nde oturdukları 1958 senesine kadar orada, sonra kayınpederi Yûsuf Ziyâ beyin vefâtı üzerine, taşındıkları Fâtih’deki evlerinde oluyordu. Az idik. Dikkat çeken bir şey, herhangi bir taşkınlık yoktu. Devlete, millete, hiç kimseye bir zararımız yoktu.

Bir gün okulda Edebiyât hocası Sıdkî Karababa ile yemekhânede aynı masada yemek yiyorduk. Hocam, yemek yemenin, su içmenin dînimizdeki edebleri nelerdir? dedim. "Hilmî Işık beye sorsanız, o daha iyi cevâblandırır, bu hususta o bizden bilgilidir” dedi.

Hocama, Sıdkî Karababa, Sırrî Üçer gibi milliyetçi hocalarımız için ne buyurursunuz, dediğimde "İyidirler, hoşturlar, ama islâmiyyeti Anka kuşu gibi düşünüyorlar" buyurdular. Ya'nî, ismi var, kendisi yok.

Beylerbeyi’ndeki evde "Saat kaç?” diye sordular. Ben de "Çeyrek var” dedim. "Kaça çeyrek var?” dediler. Ben de "Dörde çeyrek var” dedim. "İşte kardeşim, bir sual sorulunca tam cevap vermeli. İkinci bir suale meydan verilmemeli” buyurdular.

Üzerimde ağabeyimin Amerika’dan getirdiği naylon (sentetik) ipek gömlek vardı. "Mahzuru var mı efendim” dedim. "Hayır efendim, benim de olsa giyerdim” buyurdular.

Buyurdular ki: "Efendi hazretlerine ilk gittiğim günler, söylediklerinin bir kısmını anlamazdım. İmâm-ı Rabbânî derler, ben, acaba bir kitâb ismi midir, bir câmî imâmı mıdır, düşünürdüm. Ama sonraları anladım ki, sevmemiz ve bilmemiz vâcib olan büyüklerimizdendir."

Eve gittiğimiz zamanlar, kış ise, sobaya kömür koyarlar, oda sıcak olur, kendileri ise, yâ Efendi hazretleri ve benzeri büyüklerden bahseder, ya da kitâb okurlardı. Çoğu zaman kitâb okurlar, orada geçen mevzûları îzah ederlerdi. Ekseriyâ İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından okurlardı. Sıcaktan uyuklayan olsa: "uyandırmayın, büyüklerin sözlerinin tesiri ve bereketi ile kalbi rahatlıyor da, onun için uyuyor" buyururlardı. Bazan da, bize lâzım olan şeylerden bahs ederlerdi. Meselâ bir sohbetlerini yazayım:

"İnsanı nefse uymaktan kurtaran, yalnız şerîate uymak, ya’nî Muhammed sallallahü aleyhi ve selleme tâbî' olmaktır. Nefs, kendinin bile düşmanıdır. Kendi eliyle, kendini Cehenneme atacak kadar ahmaktır. Bütün dînler, nefse uymamak ve kendini sevmekten, 'ben' demekten kurtulmak için gönderilmiştir. Ya'nî, dînle ben birlikte bulunamaz. İmânı olmayan, yalnız nefsinin arzuları peşinde koşar. Bunda ise, hiç bir şeref ve meziyyet yoktur. Şerefli kul, nefsine uymayan, hattâ nefsinden fânî olan kuldur. Nefsle dînin bir arada bulunması, iki zıt şeyin bir arada olması gibidir. Kibir ve ucb, ya'nî böbürlenmek ve kendini beğenmek nefsin emrine girmenin alâmetidir ki, çok fenâdır. Hadîs-i kudsîde: "Azamet ve kibriyâ [büyüklük ve ululuk] bana mahsûsdur. Bu ikisini benden almak isteyeni, hiç umursamadan Cehenneme atarım" buyurulması, bunu göstermekte: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, o kibir Cehennem ateşiyle yanmadıkça Cennete giremez" hadîs-i şerîfi bunu haber vermektedir.

Müslümanlar, akıllı, kurnaz ve siyâsî olurlar. Âmirlerin ve büyüklerin dîne zarar veren sözlerine, peki, demeli, fakat onları yapmamalıdır. Dinsiz âmirlerden kaçmalı, onlara görünmemelidir. Görünce saygı göstermelidir.

Her müslümân kendini müslümanlardan aşağı görmelidir. Müslümana sü-i zan etmek haramdır.

Bir insanın değeri günâhsızlığı ile ölçülür.

Bir namazımın kabûl edildiğini bilsem, dünyâda benden bahtiyâr kimse yoktur, derdim.

Herkes günâhı ayrı düşünür. Ya’nî kendi derecesine göre düşünür. Hadîs-i şerîfde: "Mü’min o kimsedir ki, işlediği bir günâhı, üzerine çökecek dağ gibi görür. Münâfik ise, burnunun ucuna konup hemen uçacak sinek gibi bilir" buyuruldu.

Biz günâh işlemesek de, etrafın zulmetinden kalbimiz kararıyor. Bu zamanda bir kerre Lâ ilâhe illallah diyenden, o zulmet yok olur, gider.

Âmirler, patronlar, kumandanlar dîne muhalif olsa bile, onları idâre etmelidir.

Hastalığa sebebiyyet vermek günâhdır.

Dostun yolunda olanlar da dostturlar.

Müslümanlarla mertçe muâmele etmeli, düşmanlara karşı müdarada bulunmalı, bu vesîle ile zararlarından korunmalıdır.

Din düşmanları insanları hayvanlara çevirmek istiyorlar. Din düşmanları abdesthâneye benzer. Onların yanında ihtiyâcı kadar durmalıdır.

Kur'ân-ı kerîmde [Bakara sûresinde]: "Fitne çıkarmak adam oldürmekten şiddetlidir. Yine aynı sûrede: "Fitne çıkarmak adam öldürmekten büyük günâhdır" buyuruldu. Fitne uykudaki yılan gibidir. Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah la'net eylesin" hadîs-i şerîfdir.

Allahü teâlânın, sevmek sıfatı vardır. Bu muhabbet sıfatına lâyık olan bizim Peygamberimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Allahü teâlâ sevgili kuluna yakın olanları da sever. Onun yakınlarını da sever. Muhammed aleyhisselâmı kim severse, Allahü teâlâ onu sever. Hazret-i Alî, Peygamber Efendimizi çok sevdiği için Allahü teâlâ da onu çok severdi. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiği için, onu sevenleri de sever. Muhammed aleyhisselâma kim daha çok benzer, ya'nî uyarsa, Allahü teâlâ da onu daha çok sever. Ona benzemek, yaptıklarını yapmakla olur. "Sofralarınızı kabak yemeği ile süsleyiniz" hadîs-i şerîfdir.

Her şeyi kitâblardan öğrenmek zordur. Bunun için, Peygamber Efendimiz nasıl ise, her bakımdan ona benzeyen bir kimsenin yanında bulunup, onu örnek almalı, ona benzemelidir. İşte o zaman, o da Muhammed aleyhisselâma benzer. Böyle bir insana Mürşid-i kâmil derler. Eskiden böyle bir zât ararlardı. Onun muhabbetini kazanmak isterlerdi. Bu muhabbeti kazanmak için çok hizmet ederler, sohbetinde çok bulunurlardı. Bunun için o büyüklerin hizmetçiliğe kabûlü büyük şeref sayılırdı. Yanında kalarak, hizmet ederek, teveccüh ve duasına kavuşur ve böylece mürşidine benzer, o da mürşidine... Derken o da Eshâb-ı kirâma (aleyhimürrıdvân) ve nihâyet Muhammed aleyhisselâma benzemiş olurdu. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi Muhammed aleyhisselâma benzerdi. Bugün mürşid-i kâmil yok. Kitâblardan okuyup öğrenmeğe çalışmalıdır. Bu da çok zordur. İkinci bir yol vardır; fizik kanunu. Ya'nî kalblerimizi, ma'rifet ve feyiz dolu olan bir kalbe bağlamalıyız. Bu da ancak muhabbet ile olur [Muhabbet râbıtası]. Her iki tarafın da sevmesi lâzımdır. Evet, mürşid-i kâmil yok. Fakat bunlar vefât edince, te'sîrleri daha çok olur; ancak bunun da şartı çok sevmektir. Sevgi çok olursa, sevenle sevilen arasındaki ayrılıklar kalkar. Seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır. Bu, sevenin elinde değildir; sevgi bunu icâb ettirir, demişlerdir. Bunun için böyle bir büyüğü çok sevmek lâzımdır. Böyle büyüklerin feyiz ve nûrları kalbden kalbe akseder. Seven bunun farkına bile varmaz. Güneşin altında karpuzun olgunlaşması, tatlılaşması gibi, olgunlaşır, hattâ evliyâ olur da haberi olmaz. Severken, kul olduğunu unutmamalıdır. Sevmeli ve sevdiğine tam bağlanmalıdır.

İnsan ölünce [rûhu ve kalbi] ölmez. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" hadîs-i şerîfdir. Mâzı hâtıra, istikbâl hayâldir. Ya'nî bu dünyâ bir hayâldir. Çünkü hâl, bir andan ibârettir. Ölmek uyanmaktır. Kalb o zaman kuvvetlenir. Evliyânın

reisi İmâm-ı Rabbânî hazretleridir. Onu çok sevmeli, vesîle etmeli, hiç unutmamalıdır. Bu dünyâ âhırete vesîle olduğu için kıymetlidir."

Daha bir sene öncesine kadar, bu anlatılanlardan tamamen habersiz olduğum halde, Onların talebesi olmakla, Kuleli yıllarımda nefs hakkında yazdığım bir şiiri arz ediyorum. O zaman onaltı-onyedi yaşlarında idim:

NEFS

Bir ân gelir kabarır, Atlasta dalga gibi,

Muhît olur rûhuna, kırılmaz halka gibi

Bir ân gelir durulur, soğuk bir pınar olur,

Her sözü kabûl eden, en kıymetli yâr olur.

Bir ân gelir, âh çeker, her şey benim olsun der,

Bütün dünyâyı versen, nânkördür daha ister.

Bir ân gelir inanır, Mevlâsı sözlerine,

Nedâmet yaşı dolar, o âsî gözlerine.

Bir ân gelir ki, gürler, ufkunda şimşek çakar,

Yılların mahsûlünü, tutar bir anda yakar.

Bir ân gelir, dalgasız, sessiz bir ummân olur Bütün yaptıklarına, utanır, pişmân olur.

Bir ân gelir, Firavun, Şeddâd ve Nemrûd olur,

Damarlarda dolaşan Hannas-ı merdûd olur.

Bir ân gelir, mut'îdir, her şeyi kabûl eder,

Dünyâ gözünde olmaz, dâim ibâdet ister.

Bir ân gelir, şahlanır, kükremiş arslan gibi,

Yâhud kana susamış, yaralı kaplan gibi.

Bir ân gelir, uslanıp bir seng-i miheng olur,

Her arzûsu Resûlün sözlerine denk olur.

Bir ân gelir, zâlimdir, rûhu inletir zâr zâr Kendi kötü eliyle, kendine mezâr kazar

Ey kalb, böyle bir nefse, uyarsan hâlin yaman Hâlini izâh ettin, bu tarîkle Süleyman

Beylerbeyi’nde pazar günleri zevkli olduğu kadar, pazar gününü beklemek de bir o kadar heyecanlı olurdu. Bize İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından sâatlerce okurlar, terceme ve bazı yerleri îzah ederlerdi. Devâm eden arkadaşlar, nerede ise, fârisîyi anlayacak hâle gelmiştik. Ona yakın İmâm-ı Gazâlî’nin Farsça Kimyâ-yı Seâdet kitâbından okurlardı. Bir defasında, fakîre sorup, nefsi tanımağı mı, Allahü teâlâyı tanımayı mı okuyalım, dediler. Allahü teâlâyı tanımağı okuyalım, dedim. Süleyman’ın dediği bahsi okuyalım, buyurup, okudular ve mühim olduğu için tane tane okuyup, îzah ettiler. Bazan oğulları Abdülhakîm bey'e, Kasîde-i Emâlînin arabîsini ezbere okuturlardı. Bazan da yine Abdülhakîm bey kardeşimize, Halebî’nin metni olan Münyet-ül Musallî fıkıh kitâbını okutur, terceme ettirirler ve biz de yazardık. Abdülhakîm bey yerde oturur, önündeki rahlenin üzerinde duran kitâbdan, bir talebe gibi, edeble okurdu. Bazan Mevlânâ Hâlid Efendimizin hâl tercemesinde yazılmış, Mecd-i Tâlid'den okurlardı. Biz de, kendimizi o büyüklerin nûrları ve feyizleri içerisinde hissederdik. Hissederdik diyorum, aslında bulurduk, demem daha doğru idi, ama münkirlerin inkârından çekindim. Bazan yine Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânınından, yanık kalble yazılmış şiirleri yanık kalb ve yaşlı gözlerle okurlardı. Bazan Rıyâdün Nâsihîn, Enîs-ül Vâizîn, Miftahünnecât, İbn-i Âbidîn ve başka kitâblardan okurlardı. Ama Mektûbât her zaman birinci sırayı alırdı.

Sâatlerce sohbette kalırdık. Öğle namazını kılıp Onların evlerine gelir, ekseriyâ akşam namazını kılar çıkardık. Çıktığımız zaman zevkten, sevinçten şaşkın halde olurduk. Belki başla ayağı ayırabilmek için, düşünmemiz gerekirdi. Çünkü o sohbetleri bizi bizden alır, dünyâyı, derslerimizi, anamızı-babamızı, varsa bütün sıkıntılarımızı unuttururdu. Bir gün şu şekilde konuşmağa başladılar:

[BEREKET: GENÇLİĞİN KIYMETİ: "Kıyâmet gününde hiç bir yerde gölge bulunmadığı zaman, Arş-ı ilâhînin gölgesinde bulunacakların ikincisi, gençlik çağında, Hak teâlâya, severek, Ondan korkarak ibâdet edenlerdir. Ömrünün bu heyecanlı zamanını, emirlere riâyete ve yasaklardan kaçınmağa verenlerdir.

Gençlik, büyük bir ni’mettir. Onbeş veya onsekiz yaşından otuzbeş-kırk yaşına kadar olan zamana Gençlik Zamanı denir. Gençliğin hesâbını vermek, kıyâmette zor olacaktır. Kıyâmet günü, gençliğinizde ne kazandınız ve gençliğinizi nerelere sarf ettiniz, diye sorulacaktır. Bir hadîs-i şerîfde: "Sizin içinizden en iyi gençler, yaşlılara benzemek isteyenlerdir. Yaşlılarınızın en fenâsı da, gençlere benzemek isteyenlerdir" buyuruldu. Gençler kendilerini yaşlı kabûl edip, çok ibâdet etmelidirler. Gençlikte yapılan ibâdetler, ihtiyarlıkta yapılan ibâdetlerden çok daha fazîletlidir, çok daha yüksektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Gençlerin bir rek'atı, ihtiyarların on rek'atından daha fazîletlidir" buyurdular. Gençlerin tevbesini Allahü teâlâ sever ve kabûl eder. Bir hadîs-i şerîfde "Allahü teâlânın en çok sevdiği tevbe, gençlik zamanında yapılan tevbedir" ya'nî gençlerin tevbesidir, buyuruldu.

Haberde geldi ki, bir ihtiyâr tevbe etse, Hak teâlâ onu afv eder. Fakat bir genç tevbe edince, şarktan garba kadar bütün kabirlerden kırk gün azab ref' olur. Yine haberde geldi ki, bir genç ölse ve onu defn etseler, melekler ona süâl sormaya gelirken, Hak teâlâ meleklere: "Ona merhamet edin, o daha gençtir; ömrünün kemâlini görmeden dünyâdan ayrıldı" buyurur.

Gençlik zamanını fırsat bilmelidir. Bu zamanda iyi işler, güzel ameller yapmalıdır. Gençlikte hem ibâdet etmeli, hem de ihtiyârlıkta kendisi için lâzım olacak dünyâlığı biriktirmelidir.

Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele, pek çok sevâb verilir. İhtiyarlıkta dünyâ zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve ümidleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, ah etmekten başka bir şey olmaz. Çok kimselere, bu pişmanlık zamanı da nasîb olmaz. Bu pişmanlık da tevbe demektir ve yine büyük ni'mettir. Çokları bu günlere kavuşamaz.]

Lise ikinci sınıfta idik. Sene sonu yaklaşmış, dersler kesilmeğe başlamıştı. İşte, Hocamız, o zaman dersin sonuna beş-on dakika kala, ileride kitâb olarak bastırmağı düşündükleri Seâdet-i Ebediyye’nin müsveddelerini hazırlıyor ve bize de yazdırıyorlardı. Şimdi size, dört günde yazdırdıklarını aynen yazayım:

[BEREKET: Çocuklarım! Elhamdülillah, hepiniz müslüman evlâdısınız. Ananız, babanız, akrabanız, canları gibi seven sizleri islâm terbiyesi ile büyüttüler ve müslümanlık kanınıza ve rûhunuza işledi. Ecdadınızdan kalan bu kıymetli yâdigârı ölünceye kadar iyi saklayınız. Hayatta sık sık karşınıza çıkacak olan dîn düşmanlarına, çeşitli yollarla sizi aldatmağa uğraşan îmân hırsızlarına çaldırmayınız. Şimdi size, Îmân nedir, müslümanlık nedir, müslüman kime denir, dîn düşmanları müslüman evlâdlarını aldatmak için nasıl uğraşıyorlar, Allahü teâlâ kimleri sever, bunları k ısaca anlatacağım. Bu sözlerimi boş zamanınızda bir tarafa yazıp ölünceye kadar saklayınız ve her okudukça bir Fâtiha okuyup, sevâbını benim rûhuma gönderiniz. Allahü teâlâ Fâtihayı çok sever. Fâtiha için her günâhı afv eder. Fâtiha o kadar büyüktür ki, bütün günâhlar onun yanında küçük kalır.

Allahü teâlâ hepimizi dünyânın ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Muhammed Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak seâdetiyle şereflendirsin. Çünkü Cenâb-ı Hakkın çok sevdiği bu mütabeatin ufak bir zerresi, bütün dünyâ ni'metlerinden ve bütün âhıret lezzetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük Onun sünnetine uymaktır. Ona tâbi' olmak, ya'nî Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola Dîn-i İslâm ve Şerîat denir. Allahü teâlâ, Onu dünyâdaki bütün insanları seâdete da'vet için gönderdi. Meselâ, Ona uymak niyyetiyle, gün ortasında bir parça uyumak, Ona uymaksızın bir çok geceleri ibâdetle geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. Ve meselâ, Onun şerîati emr ettiği için bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, onun şerîatinde bulunmayıp, senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. Onun şerîatinin emriyle fakîre verilen az bir şey —ki buna zekât denir— kendi arzusu ile dağ kadar altun sadaka vermekten daha kıymetlidir. Emîr-ül mü’minîn Ömer (radıyallahü anh) bir sabah namazını cemâ’atle kıldıktan sonra, cemâ'ate bakıp bir kimseyi göremeyince, sordu. Orada bulunanlar dediler ki, bu kişi geceleri ibâdetle geçirir, belki uyku bastırmıştır. Emîr-ül mü’minîn: "Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâ'atle kılsa idi, çok daha iyi olurdu" buyurdu.

Hıristiyanlar ve Hindliler çok riyâzet ve mücâhede edip, nefislerini köreltiyorlar ise de, bunları bizim şerîatimize uygun yapmadıklarından, hepsi kıymetsizdir. Eğer bu çalışmalarına bir ücret hâsıl olursa, dünyâda kendilerine bir kaç şey verilir. Halbuki dünyânın hepsinin kıymeti nedir ki, bunun bir kaçının değeri olsun. Bunlar meselâ çöpçüye benzerler ki, herkesten daha çok çalışırlar ve yorulurlar. Ücretleri de herkesten aşağıdır. Şerîate tâbi' olanlar ise, latif cevâhır ve kıymetli taşlar ile meşgul olan kuyumcular gibidir. Bunların işi az, kazançları pek çoktur. Bazan bir sâatlik çalışmaları, yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, şerîate uygun amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir. Böyle olduğunu kendi kitâbında bir çok yerde bildirmiştir. Meselâ bir yerinde: "Ey sevgili Peygamberim; sen onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi' olunuz. Allahü Teâlâ bana tâbi' olanları sever" buyurdu.

Şerî'ate aykırı olan şeylerin hiç birisini Allahü teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur. Bu incelik dünyâ işlerinde de vardır. Biraz düşünülürse, anlaşılır. O halde bütün seâdetleri ele geçirten sermaye, Peygamberimizin şerîatine yapışmaktır ve bütün zararların ve fesadların başı serîatten ayrılmaktır.

Cenâb-ı Hak Kur'an-ı kerîmde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. O halde, O'nun Resûlüne itâat edilmedikçe, O'na itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede, kad [muhakkak, şüphesiz, elbette] buyurdu ve bazı doğru düşünemeyenlerin, bu iki itâati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ bir başka âyet-i kerîmede, bu iki itâati ayrı görenlerden şikâyet buyurarak: "Kâfirler, Allahü teâlanın emirleri ile Peygamberin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Yahudiler diyorlar ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız, Îsa ile Muhammede (aleyhisselâm] inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsa aleyhisselâma inanıp, (hâşâ!) Allahü teâlânın oğlu diyorlar. Bu inanışları ve dînleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirlerdir. Biz bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azabları hazırladık" buyuruyor.

Bütün mahlûkatın her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmak demek, ona itâat ve şerîati yolunda yürümek demek, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya'nî Kur'an-ı kerîmin emirlerini yapıp, rüsûm-i küfrü, ya'nî islâmiyyetin beğenmediği, istemediği, küfür âdetlerini kaldırmak, yok etmek demektir. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde diğeri bulunamaz, gider. Bu iki aykırı şey, bir arada olamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ sevgilisi olan Peygamberimize, huluk-ı azîm sâhibi çok merhamedli olan Peygamberine, kâfirlerle cihâd ve muharebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki, kâfirlere sert davranmak, huluk-ı azîmdendir. İslâmın izzet ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakaretindedir. Kâfirlere izzet verenler, hürmet gösterenler, müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olurlar. Hak teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, kâfirlere kıymet verenlerin veya onlara uyanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân buyurarak: "Ey benim sevgili Peygamberime inananlar, eğer kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Peygamberimin yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslüman süsü veren dîn düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda ve âhırette ziyân edersiniz" dedi.

Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler.]

İşte bu şekilde Seâdet-i Ebediyye’nin ilk nüshası olacak bu çok kıymetli bilgileri bize okulda yazdırdılar. Bilmem, kaç kişi bu kıymetli yâdigârları saklıyor. Şimdi de, Ramazan-ı şerîf ayında evlerinde İmâd-ül İslâm kitâbından okuyup, yazmamıza müsaade ettikleri bahsi yazayım:

[BEREKET. Ramazan-ı Şerîf Ayının Fazîleti: Kur'ân-ı kerîm, Ramazan-ı şerîf ayında indi. İbrâhîm aleyhisselâma Ramazan-ı şerîfin üçüncü gecesi sahîfeler indi. Mûsâ aleyhisselâma Ramazan-ı şerîfin altıncı gecesinde Tevrât indirildi. Mûsâ aleyhisselâmın [rûhu] şimdi altıncı kat göktedir. İsâ aleyhisselâma İncil önüçüncü gecesinde, Dâvud aleyhisselâma Zebûr, onsekizinci gece indi. Kur'ân-ı kerîm Ramazan-ı şerîfin yirmidördüncü gecesi indi. Kur'ân-ı kerîm Levh-il mahfûzdan dünyâ göküne Ramazan-ı şerîfde indirildi.

Ramazan ayındaki sevâbların her birine bin kat sevâb verilir. Receb kapıya gelmek, Şaban-ı muazzam avluya gelmek, Ramazan-ı şerîf ise pâdişahla konuşmak gibidir. Diğer aylar tohum ekmek gibi, Ramazan-ı şerîf mahsûlü anbara koymak gibidir. Bir kimse bir kimseye iftar verse, veya orucu açtırsa, oruc tutanın sevâbı kadar sevâba nâil olur. Karnını doyursa, Ramazan-ı şerîften başka günlerde, yerle gök arası altın dolusu sadaka vermiş gibi olur. Bu ayda Lâ ilâhe illalah ve Estağfirullah demek çok sevâbdır. Bir kimse Ramazan-ı şerîfde Sübhanellahi vel-hamdü-lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil- aliyyil azîm dese, her bir kelimesi için Cennette bir makam verilir.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ramazan hilâli görülünce şeytanlar bağlanır. Bu ayda ölen mü’minler Cennete girer. İlim meclisine gitse, her adımına bir senelik ibâdet sevâbı verilir ve kıyâmet günü

Arşın gölgesinde bulunur. O kimsenin Cennete girmesine kefilim" Ramazan-ı şerîfde bir hanım beyinden hayır dua alsa, bütün günâhları afv olduktan sonra, Hazret-i Meryem’in sevâbına kavuşur. Dul kadınların çarşı-pazar işlerini görse, ununu öğütse, Hak teâlâ ona şehîdler ve seyyidler sevâbı verir. Bu ayda bir dirhem sadaka verse, dünyâda ne varsa, hepsini sadaka etmiş gibidir. Bir namaza bin namaz sevâbı vardır. Bu ayda bir sübhânellah dese, diğer aylardaki bin sübhânellah gibidir. Ramazan-ı şerîfde câmide bir mum yakıp orayı aydınlatsa, o mescidde namaz kılanlar kadar sevâb alır. Ölünce de yeri nûrlu olur. Arş melekleri onun için Cenâb-ı Haktan afv dilerler. Bir köle âzâd etmiş gibi olur.

Hadîs-i şerîfde: "Şu müslümanlar, Cenâb-ı Hakkın bu aydaki rahmetini bilselerdi, bütün senenin Ramazan-ı şerîf olmasını isterlerdi" buyuruldu. Bir kimse Ramazan-ı şerîf ayının gelmesine sevinirse, onun cesedi Cehennem ateşine haram olur, yâ'nî Cehennem onu yakmaz. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yirmi Ramazan orucuyla yanıma gelen afv edilmiştir. Otuz ramazanla gelirse, şehîdler mertebesi verilir. Ramazanın gidişine, üzerimizdeki melekler ağlar, biz ağlamıyoruz. Ber'ât gecesinde afv eden Allahü teâlâ Ramazan-ı şerîfin her gecesi: "Hani, günâhları fazla olanlar, günâhlarının çokluğundan, hâlim nice olur, diyenler; benden afv dilesinler, onları afv edeyim" buyurur. Kıyâmet gününde, Ramazan-ı şerîf ve bütün aylar, kullardan şikâyet eder. Yalnız Receb ayı şikâyet etmez. O sağırdır, duymaz.

Bir kimse Ramazan-ı şerîfde dışarı çıksa ve şunu onbir kerre okusa, Hak teâlâ ondan râzı olur: Lâ ilâhe illâ hüvel - hayyel kayyûm el-kâimü alâ külli nefsin bima-kesebet. Ramazan-ı şerîfde ölüler geceleyin evlerinin kapılarına gelir ve: "Biliniz ki, bir zamanlar biz de yerdik, içerdik, serbest olup dilediğimizi yapardık. Şimdi ise zebûn olduk. Kapınıza geldik. Bizi ne çabuk unuttunuz. Bizim malımız ile geçiniyorsunuz. Sadakaya kıyamazsanız, bâri iki rek'ât namaz kılın da sevâbını bize bağışlayın. Bizim amel defterimiz kapandı. Siz de bizim gibi olunca, başkalarının eline bakacaksınız” derler

Ramazan-ı şerîf ayında oruç tutanlara va'd olunan sevâblar, orucunu muhâfaza eden içindir. Öyle yapmayana, o kadar sevâb verilmez. Allahü teâlâ oruc tutanlara, Cennette kendisini gösterecektir. "Yâ Mûsâ, seninle konuşurken aramızda yetmişbin perde vardır. Fakat Âhır zaman Peygamberi Muhammed Mustafa’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden oruç tutanlara iftâr vaktinde, bu perdeler kalkar, çok çok yakın olur" buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm: "Yâ Rabbi, öyleyse, Ramazan-ı şerîfi bana ver" dedi. Allahü teâlâ: "Ey Mûsâ, ben

onu Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine verdim" buyurdu.

Öyle oruç tutunuz ki, orucun eseri yüzlerinizden belli olsun. Kadir gecesinde Allahü teâlâ kullarına selâm verir, kalblere incelik gelir. Bayram günü, yeni elbiselerini, Allah için giymelidir. Defterine günâh yazılmadığı gün bayramdır. Bayram Sıratın geçildiği gündür. Bayram Cennete girildiği gündür. Bayram, Mevlâsının dîdârını gördüğü gündür.]

SOHBET: 1956 senesinde Hocamın sohbetinden tuttuğum notlardan:

Oruç tutanların:

1-  Allahü teâlâ rızkını genişletir.

2-  Malını ziyâde eder, bereketlendirir.

3-  İftarda ve sahurda yenilen her lokmaya bir ibâdet sevâbı verilir.

4-  Ramazanda her ibâdete yetmiş kat sevâb verilir.

5-  Melekler, oruç tutan için dua ederler.

6-  Ramazan-ı şerîfde şeytanlar bağlanır.

7-  Allahü teâlânın rahmet kapıları açılır.

8-   Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır. Bu ayda ölenler Cennete girer.

9-  Daha önce ölen müslümanlardan yediyüz danesi afv olur.

10-  Her Cum'a gecesi, bir haftalık günâhı afv olur.

1 1 - Son gece tevbe - istiğfar edenlerin bütün günâhları afv olur.

12- Cennette çok dereceler hazırlanır.

1 3- Duaları kabûl olur.

14-  Oruclunun vücûdü günâhlardan, anadan doğduğu gün gibi olur.

15-  Allahü teâlâ ondan râzı olur.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sahûr yiyiniz, yahudîler gibi olmayınız" ve "Sahûr yemenin sevâbı, köle âzâd etmek kadardır" ve "Sahûr yiyiniz, istediğiniz kadar yiyiniz. Bu lokmalardan süâl yoktur." İyilikler ve kötülükler âhırette şekle girip dartılacaklar, sahurdaki yemekler terazînin sağ kefesine konacak. Sahûr yemeği Cehennem ateşini söndürür. Sahûr yiyen çok sevâb alır. Sahûrda yenilen her lokmaya bir senelik ibâdet sevâbı verilir.Biliniz ki, oruç ibâdetlerin en iyisidir. Çünkü Allahü teâlâ: "Oruç benim içindir ve onun sevâbını ben veririm" buyuruyor. Sebebleri:

1-  Allahü teâlânın bir sıfatı, yemez, içmezdir. Onun için Allahü teâlânın sıfatlarından birine, bir gün de olsa benzemek çok sevâbdır. Yine Peygamberimiz buyurur: "Bir kimsede Allahü teâlânın bir huyu [ahlâkı, sıfatı]

bulunursa, o Cennete girer"

2-  Oruç gizli ibâdettir. Allahü teâlâ gizli ibâdetleri daha çok sever. Allahü teâlâ: "Bana gizli olarak ve boynunuzu eğerek ibâdet edin." buyuruyor. Gizli olarak verilen bir liranın sevâbı, âşikâre olarak verilen yediyüz liraya denktir.

3-    Oruç nefsi ezer. Zâten ibâdetlerden maksad, nefsi ezmek ve öldürmektir. Nefsi en iyi ezen oruçtur. Oruçlu bir kimsenin uykuda iken aldığı her nefese sevâb verilir. Oruç tutanın uykusu, oruç tutmayan bir kimsenin sabahlara kadar nâfile namaz kılmasından efdâldir. Allahü teâlâ: "Nefsine düşmanlık et. Benim sevgim, nefsine düşmanlık edenleredir" buyuruyor. Bir insan yemekle, içmekle nefsini kuvvetlendirir. Azan nefs günâh işler. Günâhdan insanı koruyan namaz ve oruçtur.

4-   Şeytan Ramazan-ı şerîfde kahrolur. Kanın vücûdda dolaştığı gibi, şeytan da bedende dolaşır. Namaz ve oruçta gelemez. Oruç tutmakla şeytandan kurtulmuş olur.

5-  Oruç tutan, meleklere, enbiyâ ve evliyâya benzer. Bir kimsede evliyâya benzeyen bir taraf bulunursa, âhırette onların yanında olur. Peygamber Efendimiz buyurdu: "Ramazanda bir gün oruç tutan, Cehennemden yetmişbin sene âzâd olur." Bir kimse Ramazân-ı şerîfi tuttuktan sonra, Allah rızası için bir gün oruç tutsa, Cehennem ateşi onu yakmaz. Ramazan-ı şerîfin sevâbı bundan çok daha fazladır.

Ramazan-ı şerîfde oruç tutmak farzdır. Buhârî ve Müslim’de farz olduğunu bildiren âyetler ve hadîsler bildiriliyor. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Oruçlunun uykusu ibâdettir. Aldığı ve verdiği nefeslere tesbîh namazı sevâbı verilir. Duaları kabûl olur, ibâdetlerine kat kat sevâb verilir." Yine buyurdu: "Oruç tutan için iki bayram vardır. 1-İftar zamanında bütün duaları kabûl olur, 2- Cennette Allahü teâlâyı görür. Oruç tutanlara iftâr zamanında Allahü teâlâ sayısız sevâblar verir. Oruç tutanın ağzının kokusu, misk konusundan daha iyidir. Oruç Cehennemden kalkandır."

Orucun edebleri onüçtür:

1-  Dışarıda çok dolaşmamalıdır.

2-  Oruç tutmayanlarla beraber olmamalıdır.

3-  İnsanlarla çok konuşmamalıdır.

4-   İftârı hurma ile yapmalı, sünnettir. Yoksa su ile açmalı. Peygamber Efendimiz buyurdu: "Su ile iftâr açana, bedenindeki kıllar kadar sevâb verilir. Ayrıca Cennette yüksek derecelere mazhar olur."

5-  Helâl lokma ile iftâr etmelidir. Her lokmaya bir oruç sevâbı verilir.

6-  İftârda fazla yememelidir.

7-   İftârı yalnız yapmamalıdır. Çoluk çocuğu ile iftârın sevâbı köle âzâd etmek gibidir.

8-  Sadaka vermelidir.

9-  Yemek yedirmelidir.

10-  Sahûru terk etmemelidir. Her lokmaya altmış senelik sevâb verilir.

1 1- İftârı acele etmek, sahuru geciktirmek Peygamberlerin sünnetidir.

1 2- İftar vaktinde iftar duasını okumalıdır.

13- Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi hatmetmelidir.

Bundan sonra buyurdular ki:

—Münâfıklık alâmeti üçtür:Yalan konuşmak,emânete hiyânet etmek,verdiği sözde durmamak.

—Fâsıklık alâmetleri: Bir yere uğrasa,diller döker, iki yüzlü olur,ki bunlar mel'undur. Allahü teâlâ bunlara acımaz. Bir kimsenin başına bir musîbet, belâ gelince, sevinirler.

—Ahmaklık alâmeti: İlim ta'rîf edersin, anlamaz; heves eylemez, söylesen idrâk etmez.Yaramazlıkta bulunsa, pişman olmaz.

—Şakîlerin alâmeti: Gönlü katı, gözü kuru, hayası az, dünyâya rağbeti fazla olup, uzun emeller peşinde koşanlar.

—Râbi'a-ı Adeviyye hazretlerine, en sevdiğin zaman hangisidir, dediler. İnşaallah Cennettedir, dedi.

—Allahü teâlâ Dâvud aleyhisselâma buyurdu: "Benim sevdiğim mü’minin alâmeti odur ki, ne zaman benim ismim söylense, veyâ Lâ ilâhe illallah dese, heybetinden dizleri titrer, gözyaşı akar, gönlü, mevlâsını görmüş gibi safa bulur." Mü’minler ölmezler, bir evden bir eve göçerler. Ölüm, Allahü teâlâ tarafından kullara verilmiş bir ni'mettir, bir hediyyedir. Ölümden kaçana Allahü teâlâ yaklaşmaz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki, bir kimse, Allahü teâlâ, beni seviyor mu, acaba, dese, bunun alâmeti kendine bakması, nefsini yoklamasıdır. Ya'nî Allahü teâlânın emir ve yasakları ve Resûlünün şerîati ile arası nicedir.

Bir başka sohbet:

[BEREKET. NİYYET: İbn-i Âbidin’den. 18 Ramazan-ı şerîf.

Niyyet, irâde demektir. İki müsâvi olan taraftan birini tercîh etmeğe niyyet denir. Cenâb-ı Hak için namazı istemek gibi. Niyyetin sevâbı amelden fazladır. Azm, keskin irâdeye denir. Niyyet, yalnız irâde değil, keskin irâdedir. Niyyet Allah için olmalıdır. İbâdetten sevâb hâsıl olması için, ibâdeti Allah için yapmağa niyyet şarttır. Günâhlara, eziyyetlere niyyet olmaz. Onun günâhı, zâten

o iş işlenince verilir. İlim, bilmek niyyet değildir. İrâde [istek] ve ilim [bilmek] yalnız başına niyyet değildir, niyyet için lâzımdır. Dil ile niyyet etmenin kıymeti yoktur. Niyyete mu'teber olan kalbdir. Ya'nî niyyetin niyyet olması için kalble olması şarttır. İrâdenin içindeki ilim, ancak niyyete yarar. İlimsiz niyyet olmaz. Fakat ilmin yeri kalb değildir. İlim nefsânî keyfiyyetlerdendir. Kalbe muhâlif olan sözün değeri yoktur. Niyyet etmek, kalben hazırlanmaktır. Şâyed bu yok ise, âcizlik sayılır. O zaman ağızla söylemek niyyet yerine geçer. Sünnet ve nâfilelere isim söylenmese de olur. Söylenmesi efdaldır. Vakit daralsa dahi, farzda isim söylemek lâzımdır. Farzın beş vakitten hangisi olduğunu bilmek şarttır. Farz olduğunu ta'yîn eder, fakat hangisi olduğunu bilmezse, farz diye belirtirse olur. Çünkü beş vakit namazın farz olduğunu biliyor. Vâcibin de vâcib olduğunu hatırlamak lâzımdır. Rek'atların sayısını söylemeğe lüzûm yoktur. Vaktin farzını kılmağa niyyet etse, olur. Cûma namazında olmaz. Eşyâda asl olan mubahlıktır. Bir şeyi, yapmağa kalbin azm etmesine niyyet denir. Azm, fiilden öncedir. Kasd, yapmağa başlıyor demektir. Niyyet için, yapılması lâzım gelen şeyleri bilmek lâzımdır.

Kurbet, kim için yaptığını bilmek olup, niyyet şart değildir. Her ikisine de lüzûm yoksa Tâat denir. Her ikisine de lüzûm varsa, ibâdet olur. Meselâ namaz ibâdettir. Oruç, hac... da böyledir. Vakf, köle âzâd etmek, sadaka vermek gibilerde niyyet şart değildir. Bunlara duruma göre tâat ve kurbet denir. Bunlara ibâdet denmez. Mahlûkatı, tedkîk edip de Allahü teâlânın varlığını anlamak, tâattir, kurbet ve ibâdet değildir.

—Şer'an harâm olmıyan şeylere câiz denir.

—Selâmdan maksad, ben seni seviyorum demektir. Selâm vermek sünnet, almak farzdır. Allahü teâlâ size verilen selâma cevâb verir.

—Ramazan-ı şerîfde, müsafirin [yolcunun] oruç tutması, farz değil sünnettir. Tutarsa, ötekilerden daha efdaldir.

—Cum'a namazında tekbîr getirmenin sevâbı, ezândan sonra câmi’e gitmek farz olduğu halde, daha fazladır. Ya'nî birinci sünnetin tekbîrinin sevâbı daha çoktur. Bir kimse su içmek sıkıntısına düşerse, ona yeteri kadar su vermek farz, fazla vermek sünnettir ve daha sevâbdır. Bir kimsenin bir kimseye bir lira borcu olsa, ona iki verse sünnet olup sevâbı farzdan daha çoktur. Çünkü farz da

sünnetlerin içerisinde edâ edilmektedir.

—Allahü teâlâ Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: Kulum bana en çok sevdiğim bir şeyle tekarrub etmek isterse, farzlarımı yapsın. Vâcib mendubdan [sünnetten] yetmiş derece daha üstündür.

—Bir şeyin sünnet mi, bid'at mi olduğunda şübhe edilse, sünneti terk etmek evlâdır.

—Namazdaki sünnetlerin ve müstehabların herhangi birini terk etmek mekrûhtur (Dürr-ül-muhtâr)

—Sünnet iki kısımdır: Sünnet-i Hudâ, yahud Sünnet-i Müekkede, diğeri Sünnet-i Zevâiddir. Gayr-i müekked olup, müstehabdan ayrıdır. Müstehabba mendub da denir. Sünnet-i müekkedenin terki, harama yakın mekruhdur. Gayr-i müekked (zevâid) olursa, bunların terki tenzîhen mekrûhdur. Müstehabbı terk, mekrûh değildir. Kurban bayramında kurban etinden önce bir şey yememek müstehabdır; yemek ise mekrûh değildir.O halde, müstehabbı terk etmek mekrûh değildir. Buna Hilâf-ı evlâ denir. Bahr'den İbni Âbidin. Hilâf-ı evlâ umûmîdir. Her hılâf-ı evlâ mekrûh değildir. O halde müstehabbın terki hılâf-ı evlâdır. Mekrûh olmak için bir delil lâzım gelir.

-   Nâfile namazlar: Bütün sünnetler nâfiledir. Her nâfile sünnet değildir. Nâfile, ziyâde demektir. Farzdan ziyâde oldukları ve farzı tamamladıkları için nâfile denmiştir. Aynı şekilde, taleb edilmeyen namazlara nâfile denir. Sünnet-i müekkede vâcibe yakındır. Sebebsiz terk edenler günâh işlerler. Özürsüz olarak devâmlı kılmayanlar, Ehl-i sünnetten ayrılırlar. Levm olurlar. Yatsıdan evvelki sünneti kılmayan, günâh işlemez, mekrûh da değildir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Sabah namazının sünneti bütün dünyâdan daha kıymetlidir. Bir âlimin, sorulan süâlleri cevâblandırmakla meşgul olurken sünneti kaçırması câizdir. Sabah namazının sünneti bundan hâricdir. Cemâ’at olmak sünneti, sabah namazı sünnetinin sevâbından çoktur. Cemâ'at sünneti için bütün sünnetler terk edilebilir.

—Allahü teâlâ buyuruyor: "Tevbe eden gençler, beli bükük ihtiyarlar ve süt emen çocuklar olmasaydı, üzerinize ateş yağdırırdım."

—Dâne-i fülfül siyah, hâl-i mahbûbân siyâh Her du dil süzend, amma ân kücâ in kücâ Ya'nî karabîber dânesi siyâhdır, sevgililerin yüzündeki ben de siyahdır. İkisi de can yakar, ama o nerede, bu nerede.

-  İmânın birinci şartı küfürden teberridir.]

[BEREKET. KADIR GECESİ. Peygamber Efendimize, Kadir gecesi ne zamandır, diye sormuşlar. O da: "Ramazan-ı şerîfin birinci gecesi idi, geçti. Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesini ibâdetle geçir, o kadar sevâb alırsın" buyurdu. Yine buyurdu: "Son gece ibâdet eyle, kıyâmet için sana yeter." Hazret-i Alî, Yâ Resûlallah, Kadir gecesi ne zamandır? dedi. "Geçti, sen yirmibirinci gece ibâdet et, onun sevâbını alırsın" buyurdu. Çünkü geçen sene, yirmibirinci gece, Kadir gecesi idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Her kim geçen senenin Kadir gecesi olan geceyi ibâdetle geçirirse, Kadir gecesi sevâbına kavuşur" buyurmuştur.

Kadir gecesinin Ramazan-ı şerîf ayında bulunduğu muhakkaktır. Cebrâil aleyhisselâm Kur'ân-ı kerîmin hepsini Sefere ismindeki meleklere Kadir gecesinde getirdi ve lüzûm oldukça oradan azar azar Resûlullah’a indirdi. Bazıları da Kur'ân-ı kerîmin Ber'ât gecesinde indiğini, ondan sonra Kadir gecesinde Peygamber Efendimize geldiğini söylerler. Kadr, takdîr demektir. Takdîr Kadir gecesinde, hüküm ise, Ber'ât gecesindedir. Âlimlerin çoğu bu gecenin Ramazan-ı şerîfin yirmisinden sonra olduğunu söyledi. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Kadir gecesini arayanlar, yirmiyedinci geceye başvursunlar" onda ibâdet etsinler.

Leylet-ül kadr, arabcada dokuz harftir. Sûrede üç kere geçiyor. Üç kere dokuz yirmiyedi etmektedir. Allahü teâlâ, bu sûrede Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey Benim Peygamberim, sen Kadir gecesinin nasıl bir gece olduğunu ne bilirsin! O halde başkası ne bilir! Kadir gecesi bin aydan kıymetlidir" buyurdu. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğullarından bir kimsenin silâhlarını kuşanıp Allah yolunda bin ay gaza ettiğini düşündü ve bunu eshâbına söyledi. Eshâbı, bizim o kadar ömrümüz yoktur, diye üzüldü. Bunun üzerine Allahü teâlâ, size verdiğim Kadir gecesi bin aydan kıymetlidir, buyurdu. O gün ve gecesi, ne sıcak, ne soğuk olur. Fırtına olmaz. Hava sâkin olur. Güneş doğarken şuâ'ı görünür. Ubeyd bin Amr der ki, yirmiyedinci gece deryada idim. Denizin suyunu tattım. Bana tatlı geldi. Bu gece şeytan sabaha kadar vesvese veremez. Bu gece büyü te'sîr etmez. Yedi kat semâdaki melekler bu gece yere inip o gece ibâdet edenlere Hak teâlânın rahmetini saçarlar. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur: Sidret-ül müntehâ melekleri dolaşıp selâm verirler. Domuz eti yiyenlere, açık-saçık, boyalı gezenlere, şarab [içki] içenlere selâm vermezler. Rûh isminde bir melek de yeryüzüne iner. Melekler onu, yalnız bu gece görürler.

O gece müslümanlara Allahü teâlânın rahmetini indirir. Şâyed o rahmet bir kâfire isâbet ederse, o sene müslüman olmakla şereflenir. O gece, Hak teâlânın izniyle, ölüler gelirler, rastladıkları kimselere selâm verirler. Fecir ağarıncaya kadar dururlar. Peygamberlere selâm gönderen Cenâb-ı Hak, müslümanlara da, Kadir gecesinde selâm söyler.

Peygamber Efendimiz buyurur. "Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesi, innâ enzelnâ sûresini okuyan, o gecenin sevâbına nâil olur. Kadir gecesi, her biri Besmeleli olmak üzere , yüz İhlâs okuyan on kere tam hac etmiş gibi olur]

—Allahü teâla Kur'an-ı kerîmde, günâh araştırıcı olmayın. Eve kapıdan girin, buyuruyor. Eve girince selâm vermelidir. Kapıyı vurmak (üç kere) şarttır. Anneye de selâm verilir.

—Kadir gecesi duası: "Allahümme inneke afüvvün, kerîmün tuhıbb-ül afve fa'fü annî”

—Şeytâna ve kâfire la'net, ibâdet ve sevâb değildir. Ancak dîn düşmanı habîslere buğd-ı fillah şarttır ve böylesine la'net sevâbdır. Yoksa hiç bir kimseye la'net etmemelidir.

—Hazret-i Ebû Bekr’in fazîleti: Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ebû Bekr’in önünden gidecek olanın üzerine henüz güneş doğmamıştır."

—Cennetin kapusunda, Ebû Bekr Habîbullah diye yazılıdır.

—Yâ Ebâ Bekr, sen benim hem gözüm, hem kulağımsın.

—Ebû Bekr’in îmânı, bütün insanların îmânı ile dartılsa, Ebû Bekr’in îmânı cümleninkinden ağır gelir.

—Cennet ve Cehennemin anahtarları Ebû Bekr-ı Sıddîk’a verilmiştir.

—Ben ilmin şehriyim, Alî onun kapısıdır" hadîs-i şerîfi, Hazret-i Alî’nin ilmini öğmektedir.

—Kıyâmette Peygamber Efendimiz ile Ebû Bekr aynı topraktan yaratılacaklardır.

—Muhammed Masûm hazretleri, Mektûbâtının birinci cildi 39. mektûbunda buyuruyor ki: Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullara selâm olsun! Dünyâ hayatı his ve hareketten, kabir hayâtı ise, sadece hisden ibârettir. Allahü teâlâ hakîm-i mutlaktır. Her yere uygun olanı vermiştir. Berzahda [öldükten sonraki hayatta] his lâzımdır. Çâre yoktur. Çünkü, orada acı ve lezzet tadılacaktır. Hareket ise lâzım değildir. Dünyâ ve âhıret ise öyle değildir. Onlarda ikisi de lâzımdır.]

[BEREKET. SETR-İ AVRET - Redd-ül Muhtar'da İbni Âbidin yazıyor:

Avret yerini örtmek, namazda da, namazın dışında da farzdır. Hiç bir şey bulamayan bir erkek, ipek bulsa, haram olmasına rağmen, onunla örtünmesi lâzım olur. Yalnız iken de örtmek farzdır. Temiz elbisesi olan kimsenin, karanlıkta da, yalnız iken de çıplak kalması câiz değildir. Kadınların namaz dışında, yalnız iken diz ile göbek arasını örtmesi farz olup başka yerlerini örtmeleri edebdir. Evde yalnız iken başı açık olarak dolaşabilirler. Görünmesi câiz olan sekiz erkek yanında ince baş örtü örtmeleri evlâdır, iyi olur. Avret yeri, ancak özür ile açılır. Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken açmak mekrûh olur. Yer küçükse câiz olur, denildi. Namaz dışında necâsetli elbise ile de örtmek lâzım olur. Kadınların, yabancı erkeklere yüzünü açması câiz ise de, erkeklerin kadının yüzüne de şehvetle bakması câiz değildir. Yalnız hâkimin mahkemede karar verirken, şâhidlerin şâhidlik ederken, doktorun muâyene ederken, evlenmek istediği kızın yüzüne bir kere görmek için, şehvet korkusu bulunsa da, yabancı kadının yüzüne bakmaları câiz olur. Kadınların bakması câiz olan yerlerine, meselâ yabancı kadınların yüzlerine lüzumsuz olarak, şehvetsiz bakmak mekruhdur.

Oğlanların yüzüne şehvetle bakmak da haram olup, şehvetsiz bakmak, güzel olsalar da, câizdir. Yâ'nî mubâhdır. Mülteka kitâbının şerhi olan Mecma'-ül Enhür kitâbı, ikinci cildinde diyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yabancı kadınların yüzlerine şehvetle bakanların gözlerine kıyâmet günü erimiş kızgın kurşun dökülecektir" buyurdu.

Birgivî Vasıyyetnâmesi’ni şerh eden Kadizâde Ahmed efendi, göz âfetlerini anlatırken diyor ki: Allahü teâlâ Nûr sûresi otuzbirinci âyetinde: "Ey Resûlüm, mü’minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avretlerini haramdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekten korusunlar!" buyurdu.

Riyâd-ün-Nâsihîn kitâbında, ‘Zina’ faslında diyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vedâ' haccında buyurdu: "Yabancı kadına şehvetle bakan bir kimsenin, gözleri ateşle doldurulup, sonra Cehenneme atılacaktır. Yabancı kadınla el sıkışanın elleri ensesinden bağlanıp, Cehenneme sokulacaktır. Yabancı kadınla lüzûmsuz yere şehvetle konuşanlar, her kelimesi için bin sene Cehennemde kalacaktır." Bir hadîs-i şerîfde de: "Komşu kadına ve arkadaşlarının hanımlarına şehvetle bakmak, yabancı kadınlara bakmaktan on kat daha günâhdır. Evli kadınlara bakmak, kızlara bakmaktan bin kat daha günâhdır. Zinâ günâhları da böyledir" buyuruldu.

Yedi veya on yaşında olan gösterişli kızlar ve onbeş yaşına gelmiş ve bülûğa erişmiş bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların açık görünmeleri ve erkeklere tegannî etmeleri, onlarla yumuşak, cilveli konuşmaları haram olur. Kadınların yabancı erkeklerle ihtiyâc olduğu zaman ihtiyacı kadar ve fitneye sebeb olmayacak şekilde sert, ciddî konuşmaları câizdir. Erkekler arasında yüzlerini açmaları da böyledir.

Namazda ve namaz dışında avret yerini Başkalarının yan taraflardan görmemesi için örtmek farz olup, kendinden örtmesi farz değildir. Rüku'da iken, kendi avret yerini kendi görürse, namazı bozulmaz. Fakat bakması mekrûhdur. Cam gibi, naylon gibi altının rengi görünen şey ile örtü olmaz. Örtünün ete yapışıp uzvun belli olması, namaza zarar vermez. Fakat başkasının böyle belli olan uzva bakması haramdır. Yorgan altında çıplak yatan bir hasta, başı yorgan içinde iken, îma ile namaz kılınca, çıplak kılmış olur. Başını yorgandan dışarı çıkarıp kılarsa, yorganla örtülü kılmış olup, câiz olur. Çünkü insanın örtünmesi değil, avret yerinin örtünmesi şarttır. Bunun için karanlıkta, yalnız odada, kapalı çadırda çıplak kılmak caîz değildir.

Avret yerini örtemeyen, namazda oturduğu gibi, veyâ daha iyisi, ayaklarını kıbleye uzatıp, elleri ile önünü örtüp, îma ile kılar. Çünkü avret yerini örtmek, namazın diğer farzlarından daha mühimdir. [Görülüyor ki, çıplak kalanın da namazını vaktinde kılması, kazâya bırakmaması lâzımdır. Tembellikle kılmayanların ve kazâ namazlarını ödemeyenlerin, büyük suç işlediklerini ve sorumlu olduklarını buradan anlamalıdır] Çıplak olan, yanında bulunanlardan örtü ister. Söz verirlerse, vaktin sonuna kadar bekler. Su olmayınca, suyu ümid edenin de vaktin sonuna kadar beklemesi, ancak bundan sonra teyemmüm etmesi lâzımdır. Dörtte birinden azı temiz olan örtüden başka bir şey bulamayan kimsenin, bu örtü ile kılması veya oturup, îma ile kılması câiz olup, dörtte biri temiz olan örtü ile ayakta kılması lâzım olur ve namazını iâde etmez.

Seferî olan, bir mil içinde, içmekten fazla su bulamazsa, necâsetli örtü ile kılar ve iâde etmez. Mukîm olanın necis örtü ile kılması câiz değildir. Temizlenmesi mümkün ve lâzımdır. Çünkü şehirde su bulunmak ihtimâli fazladır. Su bulunmadığı muhakkak ise, mukîm de, necâsetli örtü ile kılabilir ve teyemmüm eder.

Dürr-ül Muhtâr Şerhi beşinci cildde buyuruyor ki: İnsanların birbirine görünmesi ve bakması dört türlüdür. Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına bakmasıdır. Erkeğin kadına bakması da dörde ayrılır: Erkeğin yabancı hür kadına, kendi zevcesine ve kendi câriyelerine, bakması câiz olan on sekiz akrabasına ve başkalarının câriyelerine bakmasıdır.

Erkek erkeğin göbeği ile dizi arasına bakması haramdır. Bunun dışına şehvetsiz bakması câizdir. Zevcesi ve kendi câriyelerine tepeden tırnağa kadar şehvetle dahî bakması ve bunların ona bakmaları câizdir. Erkek, nikâhla alması haram olan onsekiz kadının ve başkasının câriyelerinin, başına, yüzüne, gerdânına, kollarına, dizden aşağı kısmına, şehvetten emin iseler, bakabilir. Göğüslerine, böğürlerine, oyluk ve dizlerine ve sırtına bakamaz.

Bakması câiz olan yere, şehvetten emîn olanın, dokunması da câizdir. Bir hadîs-i şerîfde: "Ananın ayağını öpmek, Cennet kapısının eşiğini öpmek gibidir" buyuruldu. Fakat yabancı genç kadının yüzüne bakmak câiz olduğu halde, şehvetten emîn olsa dahî dokunmak câiz değildir. Herhangi bir kadının herhangi bir yerine şehvetle dokunmak Hürmet-i musâhara'ya sebeb olur. Ya'nî o kadının anası ve kızları ile o erkeğin evlenmesi ebedi haram olur. [Bir baba ile kızı arasında hürmet-i müsâhara vâkı' olursa, kızın anası ile, ya'nî adamın zevcesi ile, adam arasında nikâh kalmaz. Adam bu kadınla ebedî olarak evlenemez. Bir adam ile kızın vâlidesi arasında hürmet-i müsâhara hâsıl olursa, kızı ile damadı arasındaki nikâh bozulur ve damad bu kız ile sonsuz olarak bir daha evlenemez]

Şehvete sebeb olmayacak derecede ihtiyâr kadınla el sıkışmak, elini öpmek, kendinden emîn olana câiz ise de, yapmamak daha iyidir. Dokunması câiz olan kadınla sefere gitmek [meselâ hacca] gitmek ve kendinden emîn olan erkeğin, bunlardan biri ile odada yalnız kalması câizdir. Yabancı kadınla halvet [ya'nî tenhâda yalnız kalmak] haramdır. İhtiyâr kadınla ihtiyâr erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilir. Onsekiz yakın kadından biri ile halvet câiz ise de, yalnız süt kardeşi ile ve genç kayınvâlide veya gelin ile câiz değildir. Yabancı genç kadınla konuşmak câiz değildir. Erkeklerin müslüman ve kâfir yabancı kadınların, yalnız yüz ve avuçlarına şehvetsiz bakması câizdir. Kadının ayaklarının avret olmasında, âlimler arasında ihtilâf varsa da, namaz içinde ve dışında avret olduğu tercîh edilmektedir. Ekmek pişirmek, çamaşır yıkamak [ve çalışırken kol ve bacakların açık olması lâzım gelen başka işler] için ücretle çalışan muhtâc kadınlar [kadın işçi ve kimsesiz memurlar] iş icâbı ayaklarını ve kollarını açabilirler ve erkeklerin bunlara bakması câiz olur.

Hâkimin, şâhidin ve herhangi bir erkeğin evlenmek için istediği kızın yüzlerine, kendinden emîn olmasalar dahî, bakmaları ve doktorun, hasta kadının icab eden her yerine, zarûret mikdarı bakması ve ebenin, sünnetçinin, lavman yapanın bakımları câizdir. Kızlara, kadın hastalıklarını öğretmek, onları nisâiyye mütehassısı yapmak lâzımdır. Kadınları kadın doktora göstermeli, kadın doktor bulunamazsa ve hastalık tehlûkeli veya çok ağrılı ise, nisâiyye mütehassısı

erkeğe de göstermelidir.

Müslüman kadının kadına göre avret yeri, erkeğin erkeğe göre avret yeri gibidir. Şehvetten emîn olan kadının yabancı erkeğe bakması da, erkeğin erkeğe bakması gibidir. Şehvetle bakması haram olur. Gayr-i müslim ve mürted kadınların, müslüman kadınlarına bakması, ya'nî müslüman kadınların bunlara görünmeleri, erkeklere görünmeleri gibi haram olup, bunlar müslüman kadınının bedenine bakamazlar. Müslüman kadınlar kâfir ve mürted kadınlar yanında duramazlar.

Bedendeki bakması câiz olmayan yerler, bedenden ayrılsa, öldükten sonra dahî, bunlara bakmak câiz değildir. Kadınların saçları ve başka kılları, ayak tırnakları [el tırnakları değil] ve kemiklerine, vücûddan ayrıldıktan sonra da bakılmaz.

Kadınların aynadaki veya sudaki görüntülerine bakmak haram değildir. Kadınlara, cam, herhangi gözlük ve su arkadasından bakmak câiz değildir. Vücûda yapışık olmayan, dar olmayan elbise ile örtülü kadına, şehvetsiz de bakmak câizdir. Dar elbise ile örtülmüş kadına, şehvetsiz bakmak da haramdır. Kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak haramdır. Sıkı, dar örtülmüş avret yerine bakmak haramdır] Reddül-Muhtâr'dan terceme tamam oldu.

[BEREKET: KIBLENİN TAHVÎLİ: Allahü teâla kullarını kendine müteveccih ve kalbleri de dâima zâtına mütemayıl olmak için yarattı. Ama Allahü teâlâ mekândan münezzehdir. Kalbin Cenâb-ı Hakka müteveccih olması, vücudun müteveccih olmasıyladır. Melâike-i kirâm, dünyâ yaratılmadan önce, muhabbet ile müstağrak idiler. Hâlis sırf nûra müteveccih idiler. O kıble şimdiki kıblede hallolmuş, ya'nî şimdiki kıble onu müstetirdir [örtmüştür] O halde insanın kıblesi daha muazzamdır. Âdem aleyhisselâm Kâbe’yi binâ edince, bu bina melâikenin kıblesiyle halloldu. Kokunun gülde bulunması gibi. Ya'nî ikisi bir oldu, ama birleşmedi. Melekler kendi cinsinden kıbleye, insanlar da kendi cinsinden kıbleye teveccüh ediyor [yüzlerini dönüyor] hakîkatlerin özüne vâkıf olan kimse, teveccüh ettiği Kâbe’nin mazrufu [içinde] bulunan hakîkî kıbleyi bilir.

Mûsa aleyhisselâmın kavmi Sîna’da idi. Çok dua ettiler, kıble Kudus-i şerîfe tâhâvvül etti [döndürüldü] ve oradaki Hacer-ı Ahdar [Yeşil taş] kıble oldu. Vakta ki Fahr-i Âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Cenâb-ı Hakktan, kendisine şu âyet vârid oldu: "Biz görüyoruz ki, kemâl-i edeb ve nezâketle, yüzünü yukarı çeviriyorsun"

Kıble bir kaç kısımdır. İnsanın içindeki, özündeki, şuurundaki kısmın

Kâbesi, Cenâb-ı Hakkdır. Biz onu bilemiyoruz. Arşullah, Allahü teâlânın tecelligâhıdır. Bu sebebdendir ki, dua ederken elleri Arşa teveccüh [döndürmek, açmak] lâzımdır. İşte Peygamberimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) gözlerini yukarıya diker ve Cebrâil aleyhisselâmdan haber bekler, böylece kıblenin tahvîlini [Kâbe’ye döndürülmesini] gözetirdi. Mubârek kalbleri, Allahü teâlânın zâtının tecellilerine ma'ruz ve mazhar olduğundan, namazda İbrâhim aleyhisselâmın kıblesine dönmek isterdi. Arablar da, Yahudî kıblesi olan Kudüs’e dönmek istemiyorlar, kıblenin değişmesi ile îmâna geleceklerini söylüyorlardı. Çünkü Kâbe’nin ulviyetini biliyorlardı. Tufanda Nûh aleyhisselâmın gemisi, Kâbe üstüne gelince tavaf etmişti. Tuyur [kuşlar] da böyledir. Yahudiler dediler ki, "Bakınız Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) onüç sene Mekke’de, onsekiz aydır Medîne’de hep bizim kıblemize dönüyor, demek ki, dînimizin kıymetini biliyor.

Peygamberimiz nûr saçan mubarek yüzünü Kâbe’ye döndürmek istemelerindeki sebeb, Kâbe’nin İbrâhim aleyhisselâmın ve yüce meleklerin kıblesi olmasındandır. Cenâb-ı Hak İbrâhim aleyhisselâmı çok sevdiğinden, ona sevgisiyle münâsıb Kıble göstermişti. Bu yüzden,

1-  Kâbe, Kudüs’ten efdaldır.

2-  Kâbe, Kudüs’ten önce, yine kıble idi.

3-     Kâbe, emniyet yeridir. Beytullah’dır, oraya giren Cehennemde yanmaz. Gavs-i Geylânînin (kuddise sirruh) vefât ettikten sonra, türbesinin gölgesinden geçirilen et, çömlekte [tencerede] pişmemiştir. Yâ Kâbe nasıl olur? Kâbe, âlemin etrafında döndüğü merkezdir.

4-    Yahudîlerin sözlerinden kurtulmak için. Çünkü yahudiler, biz olmasaydık, o kıblesini de bilemezdi, bizden gördüğünü yapıyor, bir de dînimizi kabûl etmiyor, derlerdi. Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye değişmesi emri gelince, çok arablar müslüman oldu.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Cebrâil aleyhisselâma meylini [arzusunu] anlattı ve sanki Onun yardımcı olmasını ve kıblenin tahvîline emrin gelmesini istedi. Cebrâil aleyhisselâm: Rabbinden iste, Rabbinden dile, ben de bir kulum, dedi. Hak teâlâ buyurdu ki: "Ben sana, baba ve dedelerinin kıblesine dönme imkânını veririm, Seni râzı olduğun kıbleye çeviririm." Buradaki rıza, muhabbet manâsınadır. Bu muhabbet [sevmek, istemek] dîn için olup, nefsin arzularından değil idi. Allahü teâlâ da, dînin terakkısıne hizmet eden niyyet ve istekleri kabûl ederek, "Şimdi, yüzünü, Mescid-i Haram yönüne çevir!" ilahî fermanı sâdir oldu. Yüz, bedenin en şerefli uzvu olduğundan, sadece, yüzünü buyuruldu. Çünkü beden yüze tâbidir. Âyet-i kerîmedeki şatr, cânib, [cihet, yön] demektir. Mescid-i Haram, büyük câmi'dir. Altıyüzbin insan içinde namaz kılabiliyor. Büyüklüğü bir bakışta bu kadar görünmüyor. Her ne vakit gidilse, yine yer bulunabilir. Allahü teâlâ orada av avlamağı yasak etmiştir. Kâbe-i muazzama, bu mescidin ortasındadır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekkede bulunduğu için, Allahü teâlâ istikameti bildirmek için, Mescid-i Haram tarafına dön, buyurup, Kâbe’ye dön, buyurmadı. Zirâ ümmet Kâbe’yi göremez, ancak yönünü bilir.

Receb ayında, Bedir muharebesinden iki ay önce, öğleden sonra Medîne dışında Benî Seleme mescidinde öğle namazını kılarken, ikinci rek'atta, teşehhüde oturmadan emr-i ilâhî geldi. Arkasındaki erkek ve kadın saflarını yararak en arkaya gitti ve Kudüs istikametinin mukabili [tam tersi] cihetinde bulunan Kâbe’ye döndü. Cemâ’at da bir kimseden emir almadan, safların yerini değiştirerek, o Nebi-yi zîşânın arkasında Kâbe’ye müteveccih saf durdular. Demek ki, kadınlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aynı mescidde bulunuyorlardı. Şimdi o mescid mevcûddur ve iki kıblesi vardır. [Kıbleteyn mescidi olarak büyütülmüştür]. Peygamber Efendimizin durdukları her iki yer ma'lûmdur. Buralarda namaz kılınır. Fakât her ikisinde de Kâbe-i muazzamaya müteveccih olmalıdır.

Kıble neresidir? İbni Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki, Mescid-i Haram içindekilerin kıblesi Kâbe, Harem-i şerîfde bulunanların kıblesi Mescid-i Haram, doğu ve batıda bulunanların, ya'nî dünyânın kıblesi de Harem-i şerîfdir. İmâm Mâlik hazretleri de böyle diyor. Çok hadîsler Kâbe’nin kıble olduğunu bildiriyor. Bazı âlimler, Mekke şehri kıbledir, diyorlar. Mi'râc gecesi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe’de değildi, Harem’de idi. Cenâb-ı Hak Mescid-ül haram, diye ifâde buyuruyor. Mescid-i Haram’da cemâ’at halka olacak, imâm da önde bulunacaktır.

Hanefî mezhebinde Kâbe’nin ciheti, Şâfiî’de binâsı kıbledir. İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe hazretleri âyet-i kerîmenin zâhirine, ya’nî şatr [cânib, cihet] kelimesine bakmıştır. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe’de namaz kılıp, dışarı çıktıklarında: "İşte budur kıble" diye Kâbe’yi gösterdi. İmâm Şâfiî de bu tefsîri esas ve isnad edindi. Namazda en mühim olan şeyin, şübheli olarak, Mescid-i Haram cihetine olmasını kabûl etmiyorlar. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) helâda kıbleye karşı oturmayın, buyuruyor. Buradan ise, cihet ma'nâsı çıkıyor. Câmilerin yapımında kullanılan mühendisler, bu kıble ta'yînini bilen adamlardan seçilmeyip, Kâbe’nin kendisinin hesab edilmesinden anlaşılıyor ki, cihet esas alınmaktadır. Halîfe Memûn Sincâr sahrasında yaptırdığı mescidde kıblenin cihetini, bilen mühendislere dakîk olarak hesab ettirmişti. İstikbâl [yüzünü dönmekten murad] bizzât Kâbe olsaydı, kıbleye dönmek gibi, bu işin matematikle hesabı da herkese farz olurdu. iki gözün damarları kulakların arkasından çıkıp beyinde birleşir ve bir açı teşkil ederler. İşte bu açının iki kenarı arası İmâm-ı A’zâm’a göre kıblenin hudududur. İmâm-ı Şâfiî’ye göre ise, bir dik açının açı ortayı, Kâbe’nin içinden geçmezse, kıbleye dönülmüş olmaz. Fıkıh kitâblarında bildirilen ise, Mescid-i Haram’dakilerin Kâbe’ye, Mekkelilerin Mescid-i Haram’a dönmeleri, uzaktakiler için ise ciheti almaları kâfidir. Çünkü mesleğinin mütehassısı olan bir mühendis bile, Kâbe’yi ta'yinde tereddüd edebilir. Kısaca niyyet şu olmalıdır: "Ben aynen Kâbe’ye müteveccihim" ]

[BEREKET. SOHBET:

Hadîs-i şerîf: "İnsanların iyileri, ilim öğreten ve ilim öğrenendir. Diğerleri, fâidesiz ve hayırsızdır.” Şeyh-ül İslâm Ahmed Nâmık Câmi (h.526) hazretleri Miftâh-ün-Necat kitâbında diyor ki: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bir köylünün yanından geçerken, köylünün, Allah’ım, beni rızıklandır, diye dua ettiğini işitti ve ona. "Ezelden sana ayrılan rızkı mı istiyorsun?" buyurdu. Köylü, evet, dedi. Peygamber Efendimiz: "Allahü teâla rızkı ezelde herkese taksîm etti, tekrar rızkı istemek doğru olmaz. Allahü teâlâdan ihsânını iste" buyurdu.

Hadîs-i şerîf: "Allah korkusundan ağlayanı, Allahü teâlâ Cehenneme sokmaz". Ahmed Nâmık hazretleri, tevbenin nasıl yapılacağını anlatıyor: Yâ Rabbi, sana isyân etmeyeceğim, demeli, bunu sadece söz ile değil, kalb ile yapmayı, ya'nî günâh işlememeğe niyyet etmelidir. İyi niyyet edilmedikçe, ne kadar ibâdet etse, boştur. Allahü teâlânın emir ettiğini yapmak, yasak ettiğini yapmamak lâzımdır. Kalbinden böyle niyyet eden kimseye, Fâtihâ sûresinde geçtiği gibi, müstakîm denir.

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Alî’ye (radıyallahü anh) buyurdu ki" "Yâ Alî, altıyüzbin koyun mu, altıyüzbin altın mı, yahud altıyüzbin kelime mi istersin?" Hazret-i Alî, altıyüzbin kelime öğrenmek isterim, dedi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sana altı cümle söyleyeceğim; bunları öğrenirsen, altıyüzbin kelime öğrenmiş olursun" buyurdu.

1-  Yâ Alî, bir zaman gelecek ki, insanlar farzları terk edip, nâfile ve sünnetler ile meşgul olurlar. O zaman sen farzları yapmağa dikkat et.

2-  İnsanları görürsün, dünyâ işleri ile meşgul olurlar (Ya'nî, Allahü teâlâyı ve âhıreti unuturlar). Sen, Allahü teâlânın rızasını ve âhıreti kazanmağa bak.

3-  Bir zaman gelecek ki, insanlar arkadaşlarının ayıblarını arayacaklar. O zaman sen, kendi nefsinin ayıblarını araştır.

4-   Bir zaman gelecek ki, insanlar dışını süsleyecekler, o zaman sen, kalbini temiz bulundur.

5-  Bir zaman gelecek, herkes insanlara güvenecek. O zaman sen Allahü teâlâya tevekkül et, emirlerine sarıl, yasaklarından uzak ol!

6-   Bir zaman gelecek, insanlar çok ibâdet edecekler. O zaman sen ibâdetinin ihlâslı olmasına dikkat et!

Resûl-i Ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"İki namaz kılan var, fakat aralarında yerle gök kadar fark vardır."

İş kalbin temizliğindedir. Ya'nî ihlâstadır. Demek ki, ibâdetleri doğru ve ihlâslı yapmak lâzımdır. Bugün insanların çoğu hakîkatleri göremiyor. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir zaman gelecek ki, o zaman insanlar hakîkati inkâr edecekler. O zamanki insanların yüzde doksanı kurtulamayacaktır. Kötü günler, sabır zamanlarıdır. O günlerde yaşıyan insanlar, sizin yaptığınız gibi yapar ve yaşarlarsa, onlara sizin ellinize verilen sevâb verilir. Eshâb-ı kirâm (aleyhimurrıdvan) üç def’a, sizin eshâbınızı mı buyurdunuz, yâ Resûlullah dediler, ve, “Evet” buyurdu. Üç def’a aynı süâli sordular, aynı cevâbı aldılar.

Yine buyurdu: “Bir zaman gelecek ki, o zaman sevilenler (îmânlılar) kurtulacaklardır. Amel etmek o zaman yoktur. O zamanın insanları, kötülüğü iyilik göstereceklerdir.”

Yine buyurdu: "Âhır zamanda bir takım insanlar bulunur; namaz kılarlar, halbuki münâfiklardır. Allahü teâlâ böylelerine gadab eder. Bunlar öyle insanlardır ki, yalnız elbise ile görünürler. Bunların müslümanlıkları elbise ve dillerinde olacak. Şeytan bunlara hayret edecek." Yine buyurdu: "Bir zaman gelecek, benim kavmim arasında öyle insanlar çıkacak ki, müslümanlıkları dillerinde olacak. Kendilerinin yaptığı pislikleri, başkaları yaptı diyecekler. Kendilerini, peygamber derecesinde görecekler.”

Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), Resûlullah’ı gördüğü zaman, islâmın emirlerini yerine getireceğim diye niyyet etmişti. Bu sebebden o yüksek dereceye ulaştı. O halde, evvelâ niyyet etmek, karar vermek lâzımdır. Bir kimse günâh işlememeğe azm etse, sonra günâhı işlerse, Cenâb-ı Hakk onu afVeder. Bir kimse günâh işlememeğe azm etse, fakat günâh işlese ve tevbe etse, hiç günâh işlememiş gibi olur. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Bir kimsenin dili kalbine uymazsa, o müstakîm olamaz." Bir kimse günâh işleyip tevbe eder ve kalbi sızlarsa, günâh sevâba çevrilir. O halde istikâmeti seçmek lâzımdır. İstikamet çok ibâdet yapmak değildir. Hâlis ibâdet demektir. Allahü teâlânın verdiği sözlere inanmak, Ondan hayâ etmek, her zaman Onu (celle celâlühü) hatırlamak lâzımdır. Hak teâlâ, "Kıyâmette Allah’a kavuşmak istiyenler, sâlih amel işlesinler" buyuruyor.

Hakîkî dîn adamlarını bulmalı, onlardan ilim öğrenmelidir. Hiç ilimsiz ibâdet edilir mi? İsâm dîninde ilim her yerde lâzımdır. Yükselmek, tasavvuf yolunda ilerlemek için ilim öğrenmek lâzımdır. Kusurlu bir kimsenin bir kusurunu görünce, ona hatırlat. Bilmiyorsa öğret. Eğer; sen ne karışıyorsun derse, o şeytândır. Böylelerinin fitnesi, ya'nî dîne zararı, Deccâl’in fitnesinden daha fenâdır. Çünkü Deccâl’in fitnesi bir kaç gün sürecek. Akıl bâliğ olan kimsenin şerîati öğrenmesi farzdır. Eğer ilim öğrenmezse, Cenâb-ı Hakka âsi olmuş olur, günâh işlemiş olur. Eğer ben bunları bilmiyorum, bilmeğe de lüzûm yoktur, derse, kâfir olur. Şerîati bilmiyen, yâ âsidir, yâ kâfir!

[BEREKET. SOHBET: Bir başka gün aynı kitâbdan:

Bir kimse, her yediğinin, mubâh olduğunu, haram olmadığını bilse, o kimse sıddîklardandır. Bu zor bir işdir. Çile çekmek, herkesten ayrı kalmak kolaydır. İnsanların arasında bulunup, onlar gibi görünüp, ama sadece mubahlarla yetinmek zordur ve esas ma'rifet budur. Her işinde, her gidişinde, her oturuşunda, her bakışında her konuşmasında ve susmasında, her hareket ve hareketsizliğinde mubahları düşünür, mubahları hesab ederse, kıyâmette herkese hesab sorulurken, "bu kişi dünyâda hesabını görmüştür, bir kimse iki def’a hesaba çekilmez" diyeceklerdir. Hadîs-i şerîfde: "Yetmişbin kişinin hesabsız Cennete gireceği husûsunda bana söz verildi. Her biri için de yetmişbin kişi Cennete girecektir" buyuruldu.

İşte bunlar o kimselerdir ki, bunların her bakışı, her sözü, her hareketi ve hareketsizliği hesab iledir. İnsanlara, bu dünyâya, mâlik olmaktan değil, bu dünyâyı sevmekten zarar gelir. Mahlûkatın hiç biri hadd-i zâtında kötü ve fenâ değildir. Kötü olmaları, nefsin arzularına, isteklerine âlet oldukları zamandır. Ne Allahü teâlâ, ve ne de Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâlık kazanmağı men etmedi. Haram olan, yasak kılınanlar, dünyâyı sevmek, kulluk vazîfelerini dünyâ için ihmâl ve terk etmektir. Dünya kadın gibidir. Eğer ona sâhib çıkar, onu gereği gibi kullanırsan selâmet bulursun, onu idare edersin. O sana mâlik olursa,

o seni idâre eder. Dünya yılan gibidir. Dâima zarar tehlîkesi vardır. Sen onu öldürmezsen, o seni öldürür.

Eshâb-ı suffe dörtyüz kişiye kadar varırdı. Başka hiç bir iş yapmazlardı. Bir yerde kalırlardı. Dâimâ Resûlullah’ın hızmetinde idiler. Ondan ayrılmazlardı. Bunlardan biri vefât etti. Elbisesinde iki altun buldular. Ne yapalım, diye sordular. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bunlar Cehennem dağından iki dağdır" [alâmettir] buyurdu. Halbuki Abdürrahmân bin Avf (radıyallahü anh) vefât edince o kadar mal, para bıraktı ki, bir hanımına düşen hisse bir yere yığıldığında tepecik gibi oldu da, bir tarafındaki insan, öbür taraftaki insanı göremedi. Fark, dünyâyı sevmek ve ona bağlanmaktan ileri gelmektedir. Bunun gibi, ticâret hakkında da, medh ve zem edici hadîs-i şerîfler vârid olmuştur.

Dünya gibi zararlı şeyi, emr edilen şekilde kullanmak ibâdet olur.Ya'nî zenginliği ibâdet hâline çevirmelidir. Evliyâdan zenginler vardı. Dünyayı bile ibâdet hâline getirmek çok iyidir. Eğer böyle yapılmazsa, o zaman tehlüke baş gösterir. İşte o durumda hiç olmazsa düşman bilmek ve sakınmak lâzım olur. Yapılan işte, insanların değil, Allahü teâlânın rızası düşünülmelidir. Allahü teâlâ beğenir de, kulları beğenmezse, hiç üzülmemeli, sevinmelidir. Çünkü o işte selâmet vardır. Münâfıklar, kulların hoşuna gidene kıymet verir ve Rablerinin rızâsına uymayıp, Cehenneme giderler. Dünyâ, mubah gibidir. Mubahlar, insana fâide de, zarar da verebilir. Bir kimse başkasına muhtâc olmamak için veya ehline yardım için, çalışır, dünyâlık kazanırsa, kıyâmette onun yüzü ayın ondördüncü gecedeki hâli gibi parlak olur. Bu kimsenin niyyetini bir Allah bilir, bir de kendi. Başka kimse bilemez.

Bir kimse dünyâyı aynı şekilde helâl yoldan kazanır, fakat niyyeti övünmek ve gösteriş yapmaktır. Böyle olan, Hak teâlâyı kıyamette kızgın ve gadablı bulacaktır. Halbuki ikisi de helâl kazanmaktadır, ama niyyetleri farklıdır. "Mü’minin niyyeti amelinden hayırlıdır" buyurulmuştur.]

SOHBET: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üstâdı Hâce Muhammed Bâkıbillah (kuddise sirrühümâ) 82. Mektûbunda buyuruyor ki:

Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların yaradılıştan en temizi olup, hiç hocaya gitmemiş, doğup büyüdüğü yerdeki insanlar gibi okumamış idi. Evet, önceki babaları, insanlara lâzım olan her şeyi çok iyi bilen kimseler olup, yeryüzünün en iyi insanları idiler. Ama asırlar geçince, zamanla onlarda da ilim azaldı, tükenecek hâle geldi. İşte o zaman

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı yarattı ve kendine âşinâ eyledi. Hak teâlâyı daha çoğu ve iyisi mümkün olmayan bir sûrette bildi. Allahü teâlâ ona melek gönderip: "Habîbim Muhammed’e, benim sıfatlarımı insanlara ve cinlere bildirmesini, benim rızâm olmayan her bir şeyden onları men' etmesini, onlara namazı, orucu, zekâtı, haccı ve kâfirler ile cihâd etmelerini öğretmesini bildir" buyurdu. Ve melek [Cebrâil aleyhisselâm] Allahü teâlânın bu emir ve yasaklarını Peygamber Efendimize ulaştırdı. İşte bu şekilde Allahü teâlâ bütün ahkâmı hâvi olan Kur'ân-ı kerîm ismindeki kitâbı, Peygamber Efendimiz vâsıtasıyla insanlara ve cinlere ulaştırdı. Şimdi mü’min olan bir kul kesin olarak, inanmalıdır ki, O kitâbda bulunanların ve en sevgili seçkin kulu Peygamberinin söylediklerinin hepsi doğrudur. Dili ile de, Allah birdir ve Muhammed Onun hak Peygamberidir deyip, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah söylemelidir. Bu kadarını bildikten sonra, âlimlerden Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olan emir ve yasakları sorup öğrenmeli, itikad ve amele müteallık bilgileri bilip ona göre itikad ve amel eylemelidir.

O kitâbda, ya'nî Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor: "Ben Hayy’ım [diriyim] hep var idim ve hep var olurum, her şeyi bilirim, her şeye kâdirim, dilediğimi yaparım, her şeyi işitirim, herşeyi görürüm, herkese şahdamarından daha yakınım. Kahhar’ım, Cebbâr’ım. Bununla birlikte herkesten daha merhametliyim. Bütün âlemleri, insanları, cinleri, melekleri, yer ve gökleri, taşları, ağaçları ve bütün bunlarda olanları ben yarattım ve yaratıyorum. Her var olanı ben var ediyorum. Her yok olanı ben yok ediyorum. Ateşin bir şeyi yakıp yok etmesi behânedir. Bütün bunlar kulların dünyâda Onu bilmesi ve işlerini sebeble bilmesi içindir. Bilmelidir ki, Allahü teâlâ birdir. Yaptıklarında ortağı, yardımcısı, arkadaşı, hizmetçisi yoktur. Ondan başka her şeyi O yapmış, O yaratmıştır.

Yine o Kitâbda [Kur'ân-ı kerîmde]: "Bana ibâdet ediniz. Bana ibâdet, namaz, oruç, zekât, hac ve benim yolumda kâfirlerle cihad etmekle olur. Üzerinizde hakkı bulunan anne, baba ve diğerlerinin haklarını gözetiniz. Kimseye zülüm, haksızlık etmeyiniz" buyuruldu. Bunların her birine âid çok bilgiler vardır. Âlimlerden öğreniniz.

Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) sûret ve sîret, ya'nî görünüş ve ahlâk bakımlarından insanların en güzeli idi. Zâtı, bütün zâtlardan temiz, kalbi bütün kalblerden nûrlu idi. Evliyânın hepsi onun yüksek kapısının dilencileridir. İnsanda bulunan her şeyin en mükemmeli O’nda vardı. Bunun gibi Allahü teâlâ, Onun kalbini kendi evi yapmış idi. Ne söylese, Allah’dan söylerdi. Bildikleri hep Allah’dandı. Yaptığını Allah’ın kudreti ile yapardı. Şimdi de hayâtındaki gibidir, ve hep öyle olacaktır. Onun Hakka yakınlığı hiç bir yakınlığa benzemez."

BİR BAŞKA SOHBET: Ehl-i Sünnet itikadı husûsunda Ebül-Kasım İshak bin Muhammed’in —ki İbni Hakîm-i Semerkandî olarak tanınır— yazdığı Sevâd-ül A'zâm risâlesini terceme ettiler. İbni Hakîm Semerkandî hicrî 422 (m.1031) de vefât etmiştir.

"Efendim, bu risâle çok kıymetlidir. Bunu elinizden bırakmayın. Kendiniz okuyun, eşinize, dostunuza, çoluk çocuğunuza okuyun, okutun. Ehl-i Sünnet itikadının özüdür. Bunun için en mühim emânetim olsun;

Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu Peygamber Efendimize, Âline ve bütün Eshâbına salât-ü selâm ve en iyi dualar olsun.

Peygamber Efendimiz, hangi mezhebde idi? dersen, derim ki, Onun mezhebi [yolu] tarîk-ı müstakîm [en doğru yol] idi. Nitekim Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu: "Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kavmi yetmişbir fırkaya ayrıldı. Yetmişi helâk oldu, biri kurtuldu. Îsâ aleyhisselâmdan sonra kavmi yetmişiki fırkaya ayrıldı; yetmişbiri helâk oldu, biri kurtuldu. Ümmetim de, çok geçmeden yetmişüç fırkaya ayrılır. Yetmişikisi helâk olur, biri kurtulur. Ey Allah’ın Resûlü, bu kurtuluş fırkası hangisidir? dediler. Sünnet ve Cemâ’at ehlidir" işte ona Sevâd-ı A'zâm [müslüman topluluğu] denir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu. "Cemâ’atten bir karış ayrılanın boynunda islâm kalmaz." İşte bu Sevâd-ı A'zâm [Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at] itikadı kısaca şu maddelerdir:

1            - Îmânında şübhe etmemek, inşaallah mü’minim dememek

2-  Müslüman cemâ’atten ayrılmamak

3-   Her iyi ve günâhkâr arkasında namaz kılmak ve bunu hak itikadı

bilmek

4-    Haramı helâl itikad etmedikçe, ehl-i kıbleden bir kişiye günâhı sebebiyle kâfir dememek.

5-  Ehl-i kıblenin büyük küçük hepsinin cenâze namazını kılmak ve bunu hak itikad bilmek.

6-  Hayır ve şerrin takdîrini Allahü teâlâdan bilmek.

7-  Bir müslümana haksız yere silahla saldırmamak

8-  Hazerde ve seferde mest üzerine meshi hak bilmek

9-  Her devlet reisinin arkasında Cum'a ve bayram namazlarını kılmak ve

bunu hak itikad bilmek.

1            0- Îmânı Allahü teâlânın ihsânı, vergisi bilmek

1 1 - Kulların fiillerini Allahü teâlânın yarattığına inanmak.

12- Kabir azabını hak [doğru, muhakkak] bilmek.

13- Allah’ın kelâmı mahlûk değildir.

14-  Münker ve Nekîrin süâli hakdır.

15-  Dirilerin dua ve sadakalarının ölülere faydası vardır.

16-  Peygamberimizin şefâati hakdır.

17-  Peygamber Efendimizin mi'râcı hakdır

18- Kıyâmette amel defterlerinin okunması hakdır

1            9- Hesabın hak olduğuna inanmak.

20- Mizânın hak olduğuna inanmak.

21 - Sıratın hak olduğuna inanmak.

22-  Cennet ve Cehennem yaratılmışlardır ve hiç yok olmazlar.

23-   Kıyâmette Allahü teâlâ, kulunu, araya kimseyi koymadan bizzât hesaba çeker.

24-  Resûlullah’ın eshâbından Aşere-i mübeşşere [Cennetle müjdelenmiş olan 1 0 kişi] için Cennetlik olduklarına şehâdet etmek.

25-  Peygamber Efendimiz hâric, eshâbından hiç birini Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinden üstün tutmamak ve hilâfetini hak bilmek.

26-  Ebû Bekr-i Sıddîk’tan sonra en üstün insan Hazret-i Ömer’dir, ondan sonra Hazret-i Osman’dır, ondan sonra Hazret-i Alî’dir demek ve hilâfetlerini üstünlük sırasına göre hak bilmek.

27-    Eshâb-ı kirâmın hiç birine dil uzâtmamak, birini dahi gıybet etmemek.

28-  Allahü teâlânın kullarına rızâsı ve gadabı vardır.

29-  Cennettekilerin Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz olarak görmeleri hakdır.

30-  Peygamberlerin derecesi, evliyânın derecelerinden yüksekdir.

31-  Evliyânın kerâmeti hakdır; inkâr olunmaz.

32-  Allahü teâlâ adâleti ile saîdi [iyiyi] şakî [kötü], fadlı ile şakîyi saîd

yapar.

33-  Kâfirlerin akılları, peygamberlerin ve mü’minlerin akıllarına müsâvi [eşit] değildir.

34-  Allahü teâlâ hep aynıdır, değişmez.

35-  Allahü teâlâ âlimdir, kâdirdir, Onun ilmi ve kudreti vardır.

36-                 Allahü    teâlânın günâhkâr mü’minlere, Cehennemde günâhları

miktarınca azâb etmesi haktır.

37- Allahü teâla, hayır veyâ şer, dilediğini yapar, insanlar bilsin bilmesin, [O dilemedikçe hiç bir şey meydana gelmez]

38-   Mushafda yazılı olan Kur'ân’dır ve Allahü teâlânın kelâmıdır ve mahlûk, ya'nî sonradan olma değildir, hakîkattır, mecâz değil.

39-  Îmân hakîkattır, mecâz değildir.

40-  Alacağı olup, hakkını alacaklısına ödemeden ölen borclunun hakkını Allahü teâlâ, onun sevâbından alacaklısına verir.

41-  Tâat tevfikle eşit, günâh, hezelân [yardımını terk etmekle] eşittir.

42-  Îmân için iki uzuv esastır: Kalb ve dil.

43-  Allahü teâlâyı kalbi ile bilip, dili ile söylemeyen kâfir, dili ile ikrâr edip, kalbi ile tasdîk etmeyen münâfıktır.

44-  Allahü teâlâya mekân ve zaman isnad etmemeli, gelmek, gitmek gibi fiiller söylememelidir.

45-   Allahü teâlâyı bir şeye benzetmemeli, Onun gibi bir şey yoktur demelidir.

46-     Kesb [çalışıp kazanmak] bazan farz olur, demelidir.

47-  Îmânı amelden ayrı bilmelidir.

48-  İyi ve kötünün îmânını bir bilmelidir.

49-  Öldükten sonra dirilmeği hak bilmelidir.

50-  Kıyâmetin kopması haktır [muhakkak olacaktır]

51 - Salât-ı vitir bir selâmla üç rek'attır.

52-  Az ve durgun olan sudan abdest olmaz.

53-  Mestleri çıkardıktan sonra iki ayağı yıkamalıdır.

54- Îmân özü itibariyle artmaz ve azalmaz.

55-  İblis, Allah’a ibâdet ettiği zaman, Allah ve melekler katında mümîn

idi.

56-  Allahü teâlâyı sevenden, sevgisi sebebiyle emirler sâkıt olmaz.

57-  Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek küfürdür.

58-  Allahü teâlânın azâbından emîn olmak küfürdür.

59-  Son nefes için Allahü teâlâdan korku üzere olmalıdır.

60-  Kâfiri küfründen dolayı sevmek küfürdür.

Misâl olsun diye bu sohbeti buraya yazdım. Bunun gibi nice bahisler okurlardı. Sohbetlerinde ilmimiz ve muhabbetimiz artar, yakînimiz kuvvet bulur, emirlere itâatımız çoğalır, haram ve günâhlara karşı nefret ve buğzumuz sertleşir, öbür taraftan sohbetin bereketi ile kalblerimiz temizlenir, vücûdumuz hafîfler, sanki şeytan, nefs ve dünyâ sevgisinden uzaklaşır, Rahmân’a, temiz rûhun yüce arzularına ve âhırete, Cennet ve Cemâl-i ilâhî arzûlarına doğru yol alırdık. Sanki sohbet için haber verilen neticeler hâsıl olurdu. Hâsıl olanlar ise, his edilmekten uzak olmazdı. Sohbetten çıkınca, birbirimizin boynuna sarılıp, muhabbetle ağlaşmamız sanki hâsılatımızın müşterek olduğunun alâmeti olurdu. "Bizim yolumuz sohbettir" buyuran Hazret-i Hâce Şâh-ı Nakşibend bunu ne güzel ifâde etmiştir.

Şimdi muhterem hocamızın bir kaç sözlerini yazayım:

Buyurdular ki:

—Bir kimsenin bir mertebeye kavuştuğu görülürse, ona hurmet etmek lâzımdır.

—Ateşe düşen taş, ateş gibi olur. Bir cemâ’ata giren de onlar gibi olur.

—Abdülkâdir Geylânî hazretleri, mürîdlerinden birinin günâh işleyeceğini görür. "Yâ Rabbi, bu günâhı ona uykuda işlet!" diye dua eder. Duâsı kabûl olur. Uyur ve o günâhı, uykuda işler. Rüyâda işlenen günâh, günâh olarak yazılmadığı için, bu şekilde, mürîdini günâh işlemekten korumuş olur.

—Hal sâhibi bir zât aramalıdır. Hâl sâhibi bulamazsa, söz sâhibinden vaz geçmemelidir.

—Bir kimse, bir işinin görülmesini isterse, herkesten önce Allahü teâlâdan istemelidir. O bir kulunu sebeb kılar.

—Ebûl-Hasan Şâzîlî hazretleri dâima baş gözü ile Resûl-i Ekrem’i (sallallahü aleyhi ve sellem) görürdü. Nakşîbendî yoluna en yakın yol, Şâzilî tarîkatidir. Bunun için Abdülhakîm Arvâsî hazretleri: "Nakşî olmasaydım, Şâzilî olmak isterdim" buyururdu.

—Bu büyüklerin sözlerini dinleye dinleye, onları yapmağa başlar.

—Ebûl - Hasan Şâzilî hazretlerine rüyâda buyuruldu ki, bir hâcetin olunca, az da olsa, sevâbı Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, sadaka ver. Seyyidet Nefise hazretleri, Hazret-i Hasan’ın oğlu Zeyd’in oğlu Hasan’ın kızıdır. Zühdü, takvâsı, kerem ve sehavetiyle meşhûrdur. 208 (m.823)’de Mısır’da vefât etti. Günümüze kadar en çok ziyâret edilenlerdir.

—Yolların hepsi edebdir. Sofiyye tâifesinin edeblendirmediğini kimse edeblendiremez.

—Şer'i şerîfe muhâlif her şey zulumdur.

—Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mubârek ellerinden bahs

ederken, sol kelimesi kullanılmaz. Birinci ve ikinci sağ eli denir. Sol hakarettir.

—Allahü teâlâ, kıyâmette, Peygamberimizin isminde olanlara [Ahmed, Muhammed isminde olanlara] sorar ve buyurur ki: "Sen bu ismin altında günâh işlemeğe utanmadın mı? Ben bu ismin sâhibine azâb etmeğe hayâ ederim." Vesselâm.

—Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmek için: Beş kere Eûzübillahi mineş-şeytân-ır-racîm, beş kere Bismillahirrahmânirrahîm, bir kaç kere Allahümme bi-hakkı Muhammedin-erinî veche Muhammedin hâlen ve meâlen okuyup, konuşmadan yatmalıdır. Ahmed Nâmık Câmî böyle buyuruyor.

Buraya kadar, Askerî Lise’de bulunduğumuz zaman, Onların sohbetlerinden dinlediklerimizden, zaman zaman yazdıklarımızdan birkaç örnek verdim. Mektûbât’tan okuyup anlattıklarından ve bizim yazdıklarımızdan bir şey yazmadım. Çünkü bunların tercemeleri Hocamızın kitâblarında vardır. Kasîde-i Emâlî, Kimyâ-ı Seâdet, Tezkiret-ül Evliyâ’dan da, tuttuğumuz notları yazmadım. Bunlar kitâblar hâlinde mevcûd olduklarından, başka yerden bulunup okunma imkânı her zaman vardır. Hattâ Reşahât ve Nefehât'tan okuduklarından da yazmıyorum. Hepsini yazmağa kalkışırsak, hem uzun, hem de maksadın dışına çıkılmış olur. Onun için sohbetler kısmını, sohbetin fazîletini anlatan bir sohbetle bitirip hatıralarımıza dönelim:

SOHBETİN FAZÎLETİ: Lügat ma'nâsı, arkadaşlık ve birlikte bulunmak olup, büyüklerin ıstılahında talebenin hocasıyla, mürîdin mürşidi ile, sevenin sevdiği ile beraber bulunmasına denir. Ma'nâsı kemâlini, Eshâb-ı kirâmın Resûlullah ile birlikteliğinde bulduğu için, o günden bu yana Resûlullah’ın sohbet arkadaşları Sahabe veya Eshâb şerefli isimleri ile anıldı. Eshâb-ı kirâmı (aleyhimürrıdvan) bütün âlim ve evliyâdan yüksek yapan, Resûlullah’ın eşsiz sohbetleri olduğu için, islâm dîninde sohbet çok özel bir yere hâiz olmuştur. Sülûkün erkânından olan sohbet-i meşâyıh, her yolda elzem ve ehem bir mesâbededir. Zirâ meşâyıhın mürîdlerine ilim ve feyz vermeleri çoğunlukla sohbetle olur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbına bir çok yollarla ilim ve feyz verdiler. Ama sohbet ile verdikleri hepsinden çok olduğundan, onlara Eshâb dendi. Sohbet ile ifâde ve ifaza [ilim ve feyiz vermek] Resûlullah’ın Sünneti olduğundan, Nakşibendî meşâyıhı da sohbet yolunu seçip: "Bizim yolumuz sohbettir", "Bizim yolumuz muhabbettir", "Hayrîyyet cemiyyettedir", ya'nî bütün hayırlar, bu yolun mürşidi ile sohbettedir, dediler. Ve yine dediler ki, sâlike, tarîkatte sohbet sünnet-i müekkededir.

Allahü teâlâya tekarrub [yaklaşma] yolunda, sâliklerin bazı makamlardan ileri geçmeleri ve bazı makamlara kavuşmaları ancak sohbetle mümkün olur. O zaman sohbetten hiç geri kalmamak sâlike farz olur. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sahabeden biriyle sohbet etmek için, bir adam gönderdi. O kişi, namazı kılar, gelirim, dedi ve namaza durdu. Namazı kıldıktan sonra Resûlullah’ın yanına geldi. Resûlullah, "Niçin çağırdığım zaman gelmedin de geçiktin?" buyurdu. Namaz için geçiktim, dedi. Resûlullah: "Benim sohbetime gelmen sana çok elzem idi" buyurdu. Bazı zaman olur ki, ârifler sâliklerine: Allah ile olun; bunu yapamazsanız, Allah ile berâber olanlarla olun. Bu Allah adamları, sizin hep Allah’la olmanıza vesîle olur" diye emr ederler.

Sâdık ârifler, yüksek mürşidler, nefsine hâkim olan büyükler ve kudsî ve tesirli nefes sâhibi olan zevât-ı kirâm, sohbetleri ile sâliklerin kalblerindeki engelleri izâle ve yok edip, sâliklere Hakkı müşâhede ettirirler de sâliklerin haberi bile olmaz. O büyük evliyâ kalblerin câsuslarıdır. Kalblere girerler, içinde olanları görürler ve gerekeni yaparlar. Çünkü ârif-i billah olanların sohbetleri cem' âleminden, kudret makamından ve Hazret-i kurbiyyetten husûle gelir. Bunun için ârifleri, ya'nî Hakkı tanıyan evliyâyı sevmek, sevene kurb ve şuhud, ya'nî Allahü teâlâya yakınlık ve müşâhede verir. Sohbetleri, ilk bakışta va'z ve nasihat için görünmese de, onların sohbeti, Başkalarının hâline ve sözlerine benzemez.

Evliyânın sohbetinde feyiz hâsıl olduğu gibi, nazarları da feyiz kaynağıdır. Çünkü büyük evliyânın nazarı, Hak teâlânın nazarındandır. Belki tâ kendisidir. Nitekim hadîs-i kudsîde:”..benimle görür, benimle konuşur..." buyurulmaktadır. Nakl olunur ki, Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin velâyeti ve rûhânî kudreti o kadar tesirli idi ki, kendisine feyiz almak niyyeti ile gelen bir sâliki bir nazarla [teveccühle] evliyâlık derecesine çıkarıp, insanları irşâd için hilâfet verirdi. Bu o nazardır ki, Hâce Hâfız Şîrâzî onu şu beyti ile temenni etti: Onlar ki, bir bakışla, toprağı kimyâ yapar,

Umarım göz ucuyla bize bir nazar atar.

Âriflerin nazarlarından feyiz geldiği gibi, onların yüzüne bakmaktan da feyiz hâsıl olur. Zirâ Hak teâlâ âriflerden insanlık perdesini kaldırıp, zâtına ve sıfatlarına âid sırları onların yüzlerinde beyân ve izhâr eder de, ârifler sebebiyle diğer insanları hidâyete getirir. Onlar da ârifler vâsıtasıyla Hakkı müşâhede ederler. İşte Peygamberler ve velîler bu yolla insanları hidâyet ve irşâd ederler.

Peygamberlerin ve evliyânın yüzünü görmenin Hakkı görmek gibi olduğuna: "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onlar görüldüğü zaman Allahü teâlâ hatırlanır" hadîs-i şerîfi şâhiddir. Nakl olunur ki, bir sâlik, Ebû Türâb Nahşebî hazretlerine, Allahü teâlâ bana her gün yetmiş def’a tecelli ediyor, dedi. Ebû Türâb hazretleri, Bâyezid-i Bestâmî hazretlerinin yüzünü bir def’a görmen o yetmiş tecelliden üstündür, buyurdu. Sâlik, Bâyezid’i bana gösterir misin? dedi. Olur, buyurdu ve o sâliki alıp Bâyezid’in yolunda oturup, onu beklediler. Bâyezid hazretleri gelirken, Ebû Türâb işte Bâyezid geliyor, dedi. Sâlik, Onun yüzüne bakar bakmaz, feryâd etti ve yıkıldı, can verdi. Ebû Türâb hâdiseyi Bâyezid hazretlerine anlattı. Bâyezid hazretleri buyurdu ki: "Onun kalbine olan tecelliler, isimlerin tecellileri idi. Bizden ise zâtın tecellisi zâhir oluyordu. İsimlerin tecellisine kavuşan ve alışan kalb, zâtın tecellisine dayanamaz. O sâlik, bizde zâhir olan zâtın tecellisini de almak istedi, kalbi helâk oldu"

Hakka tâlib olan kimse, kendini terbiye edecek bir mürşid bulup, onunla vâsıl olamazsa, şart ve edeblerine riâyetle Lâ ilâhe illallah kelimesine devâm etmeli ve Resûlullah’ın sünnetinden dışarı çıkmamalı ve dâima onun yüksek rûhâniyyetine teveccüh edip, kendisinden istimdâd [yardım] ve istifâze [feyz] istemelidir. İnşaallah bu yolla Hakka kavuşur. Çünkü bu kelîme-i tayyibi ve tevhîdi, Allahü teâlâ, Resûl-i ekremine (sallallahü aleyhi ve sellem), kullarını kendine kavuşturmak için vermiştir.

Lâ ilâhe illallah kelimesi, kalbi, celî [açık] şirkten temizlediği gibi, gizli şirkten de temizler. Tabîatın zulmeti ve gaflet perdesini gidermek, Hakkı müşâhedeye sebeb olur. Çünkü bu tayyıb kelîme Nefy ve İsbâttan mürekkebdir. Nefy ile,Ya'nî Lâ ilâhe demekle engel teşkil eden perdeler yırtılır, yok olur, isbat [illallah] ile, tecelli nûrları âşikâre olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Benim ve benden önceki peygamberlerin en değerli sözümüz Lâ ilâhe illallah kelimesidir" buyurdu.

Sözümüze dönelim: Ya'nî Hocamızla olan hatıralara:

Beylerbeyi’ne devâm ettiğimiz yıllar, Hocamızın evinde kayınpederleri Yûsuf Ziya Akışık Beyefendiyi ve nâdiren Şâkir ve Sâlim efendileri de görürdük. Bundan sonra Ziyâ Bey’in ismi bir müddet sık sık geçeceğinden, biraz kendisinden bahs edelim:

YUSÛF ZİYÂ AKIŞIK: Bosna’da Foça’lıdır. 1 303 (m.1885) de tevellüd, 1378 (m.1958) de İstanbul’da Fâtih’de vefât etti. Ahmed bin Hâcı Sâlih bin Zülfikar Paşa oğludur. Zülfikar Paşa, Akkoyunlu soyundandır. Ziyâ Bey, Vefâ’da Karamürsel Kumaş Fabrikası müdürü idi. İyi tahsîl görmüş, asîl, nezîh bir insandı. Yüzlerce fakîr müslümanın sığınağı idi. Efendi hazretlerinin tekkesine çok hizmetleri olmuş, Efendi’ye ve yakınlarına hiç sıkıntı çektirmemiştir. Efendi’de fânî olmuş idi. Efendi’nin sohbet ve hizmetini canına minnet ve en üstün ni'met bilmiş, Onun teveccüh ve feyizlerine mazhar olmuş, kemâle gelmiş idi. Halk içinde Hak ile olmuş idi. Hemen her sene Ramazan-ı şerîf ayını Eyyûb’de Gümüşsuyu Kaşgarî Hânegâhı’nda Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin evinde bulunduğu halde huzûr ve sohbetinde geçirmiş, kendisine intisabla sofiyye-i aliyye silkine girmiş, o yolda çok mesafe kat' etmiştir. Efendi tarafından hep sevilmiş ve övülmüştür. "Evlâd-ı Resûl olmasaydım, Boşnak olmak isterdim", "İçinizde abdest alırken, üzerine su sıçratmamak için, önüne önlük takacak Ziyâ Bey’den başkasını bilmiyorum", "Ziyâ Bey bizi çok rahatlattı, Allahü teâlâ ona lâyık olan karşılığı versin" sözleri Efendi hazretleri tarafından onun için söylenmiştir. Hanımı Süedâ hanım da Efendi hazretlerine mensub idi. Bir def’a râbıta esnasında, Seyyid Tâhâ, Seyyid Fehîm ve Efendi’yi, merdivenlerden inerken görmüş de, hemen onları karşılamağa gitmiş. Ziyâ bey, hatun, böyle acele nereye gidiyorsun? Deyince, Hazret-i Îşân, önde Seyyid Tâhâ hazretleri olduğu halde aşağı iniyorlar. Onları karşılamağa gidiyorum cevâbını vermişti.

Hocamızın, ziyâret etmemiz îcab edenlerin başında saydığı işbu Ziyâ Bey’le çok zamanlarım olmuş, sohbetleriyle uzun zaman şereflenmiş, muhabbetini kazanmış idim. Hattâ bu fakîri mahremlerinden kabûl edip, sırlarını, gizli hallerini bana anlatmak lütfunda bulunmuştur. Yeri gelince, az da olsa, temas ederiz, inşaallahü teâlâ. Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin büyük ve kâmil oğlu Seyyid Ahmed Mekkî Efendi’den duydum: "Babam, nazar hâric, herşeyi Ziyâ Bey’e vermişti" buyurdu.

Ziyâ Bey amcayı —ki kendisine amca derdim— ilk def’a Hocamızın Beylerbeyi’ndeki evinde gördüm. Gerçekten Osmanlı efendisi, çelebi, merhametli, güler yüzlü, sevgili, saygılı, sözü-sohbeti dinlenir, dolu bir adam idi. Gördüğüm gerçek adam o idi. Güzel giyinirdi. Elini öptürmezdi, ama ısrar edince de elini çekmezdi. Hocamız ise, kolay kolay öptürmez, iğilmeğe bile müsaade etmezdi. Bu yüzden kimse Hocamızın elini öpmeğe cesaret edemezdi.

Hocamızın evinde idik. Bir sebeble odaya girip çıkıyordum ve her giriş ve çıkışta selâm veriyordum. Ziya bey amca: "Aferin, bu sünneti hiç ihmâl etme! Ne güzel, öğrenmişsin" buyurdu.

1 956 yılı, Kuleli Askerî Lisesi’ni bitirme zamanımız yaklaşmıştı. Bir gün Hocamızın evinde Ziya Bey amca ile odada yalnız kaldık. Arkadaşlar Hava Harb Okuluna gidiyor, benim de onlarla beraber olmamı istiyorlar, ne dersiniz efendim, dedim. "Askeriyenin bu kadar sınıfı varken, havayı seçmek, herhalde gençlik heyecanı olsa gerek. Senin hâlin karacı olmağa daha mü'nâsibdir, onlara bakma" buyurdu. Ben de arkadaşlara, siz gidin ben gelmiyorum dedim ve o cevâbları bana çok şey kazandırdı. Kıt'a subayı olsaydım, şimdiki müktesabatımın yüzde birine sâhib olamazdım. Bunun için, Ziyâ Bey’e dâima okuyor, rûhuna gönderiyorum. Büyüklerin sözünü dinlemenin ve ehli ile meşveret etmenin fâidelerini onda gördüm. Elhamdülillah.

Hocamızın Beylerbeyi’ndeki evinde idik. Ziyâ Bey amca ile konuşuyorduk. Zekâtla alâkalı bir mes'ele suâl ettim. "Bunları bizim Hilmî daha iyi bilir, ondan sorarsanız iyi olur" buyurdu.

Üç tane kitâb almıştım. Biri, Birgivî Vasiyyetnâmesi Şerhi, diğeri Âmentü Şerhi, üçüncüsü de İmâm-ı Muhammed hazretlerinin Siyer-i Kebîr’ine yapılan şerhin tercemesi idi. Ziyâ Bey amcaya bahsettim. "Çok çeşitli kitâb okumayın. İyi kitâbları çok okuyun” buyurdular. Hayatımda bu nasîhatlerine mümkün mertebe riâyet ettim ve çok fâidesini gördüm.

O sene [1956] Kara Harb Okulu’nda okumak üzere Ankara’ya gittik. İstanbul’un maddî güzelliklerinden ayrılırken, ma'nevî bütün güzelliklerinden de sûreta koptuk. Kısaca sudan çıkmış karada çırpınan balık gibi olmuştuk. Artık geçmişin hâtıraları ve geleceğe dâir hayaller ile yaşamak mecbûriyyetinde idik. Başımız eğik olarak, bir emr-i Hakkın vuku'u gibi kabûllenip İstanbul’dan ayrıldık. Hayır, bir zaman için uzak kaldık sözü daha doğru olur. Zirâ gönlümüzün kanatları hep İstanbul üzerinde geziyor, kalb sevgilisini aramak için her hayali kurcalıyordu.

Ankara’da ilk işimiz, Hocamızın yıllardır bahsettiği canından çok sevdiği sebeb-i islâmı ve her şeyi olan Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin, meleklerin nöbet tuttuğu kabrini ziyâret etmek oldu. Zeki Bey kardeşimle bir hafta sonu Keçiören’deki bağlar arasından geçerek Ufuktepe yoluna çıktık ve devâm edip, Bağlum kasabasına geldik ve ziyâretle şereflendik. [1956]. O zamandan beri her fırsatta ziyâret etmekteyim. Bu yazıları yazarken 2002 senesi olup, ilk ziyâretten bu yana kırkaltı sene geçmiştir.

Harb Okulu’nda okumağa başladım. Hocama mektûb yazıp hâlimi ve muhabbetlerimi bildirmek istedim. İslâm harfleri ile mektûb yazacaktım. Latin harfleri ile mektûb yazmak bana eksiklik ve kusûr geliyordu. Yanımda İslâm harfleri ile yazılmış, küçük bir ilmihâl vardı. Ona bakarak yazı yazmağa uğraştım. Bir haftada otuz-kırk sahîfe yazarak çalıştım. İyi kötü mektûb yazacak hâle geldim ve Hocama ilk mektûbumu İslâm harfleri ile yazdım. Çok memnûn oldular. İleride mektûbları kısmında, takdîr ve teşvîklerini arz edeceğim inşaallah.

Sonra Harb Okulu’ndan, Rusça hocası olmak üzere Dil ve Târih Coğrafya Fakültesine geçtim. Orada da Kara Kuvvetleri hesabına okudum. Okumak, çalışmak ve sınıf geçmekten yana bir sıkıntım olmadı. Ama İstanbul’u çok özlüyorduk. Hemen her gün arkadaşlarla buluşur, geçmiş günleri yâd ederdik.

Her gece yatmadan yedi Âyet-el kürsî okurdum. Bir gece yorgundum, üç def’a okuyabildim. Hem az okudum, diye üzüldüm, hem de öyle üzüntülü uyudum. O gece ilk def’a Efendi hazretlerini rüyâda gördüm: Yanına gittim. Elini öpmek istedim. El öpmek yok, buyurdular. Efendim, ben Hüseyin Hilmî Bey’in talebesiyim, dedim. Öyleyse, öp buyurup elini uzâttılar. Ben de öptüm ve o heyecanla uyandım ve tekrar uyudum. Baktım, kalkıp bir yere doğru gidiyorlar. Yürüyüp yetiştim. Beraber bir câminin şadırvanına geldik. Buyurdular ki: "Evlâdım, ben şimdi abdest hazırlığı yapacağım. Sen de kalk sabah namazını kıl. Pijamaların temizdir, pijamalarınla kıl." Uyandım, sevinçten gözümden yaşlar aktı. Kalktım, baktım ki, tan yeri yeni ağarıyor. Efendi hazretleri beni namaza uyandırdı, ne kadar sevinsem değer, dedim ve abdest alıp, pijamalarımla namaz kıldım.

Hocama gelince : Onu her zaman rüyamda görüyordum. Hattâ, gündüz onlardan konuşuyor, kalbimdeki muhabbet deryâsı dalgalanıyordu da, çaresiz, bir an evvel akşam olsun, diyordum. Gerisi kolaydı. Çünkü yattım mı, Hocam geliyordu.

İlk iki sene Harb Okulu’nda, son iki sene ise Cebeci’deki Askerî Tıbbıye yurdunda kaldık. Harb Okulu’nda iken, islâmî bilgilere çok çalıştım. Birgivî Risâlesi Şerhi, Âmentü Şerhi, Dürr-i Yektâ Şerhi, Mevkufat ve Hocamızın eserlerini okuduk. Her fırsatta İstanbul’a gelip, ziyâret eyledim. O dört sene, yazları ekseriya Trabzon Sürmene’de, diğer zamanlar, Ankara’da ve her ta'til, izin ve fırsatta İstanbul’da geçti. Şimdi İstanbul’da ve Hocamızla geçen zamanları analım:

Beylerbeyi’nde Hocamızın evine geldim. Kapıyı çaldım. Onlar çıktı, çok iyi karşıladılar ve "Bakın kim geldi" buyurdular. İsmimi söyleyip, odaya aldılar. Alî isminde bir arkadaşla beraber idik. İlk konuşmalardan sonra, hocam, sizden Mektûbât dinlemeği çok özledik, dedim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin

Mektûbât’ından rûhla alâkalı bir mektûb okuyup terceme ettiler, biz de yazdık. Hâlâ saklarım.

Yine bir gün Onlara geldik. Ziyâ Bey amca da orada idi. Elinde Abdülhakîm Efendî’nin ma'nâlandırdığı Esmâ-ül Hüsnâ risâlesi vardı. Yazmak için istedim. Müsaade etti ve Beylerbeyi’ndeki parka indim. Bir kaç günde yazdım. Hâlâ saklarım.

Yine bir gün Hocamızın evine geldim. Ziyâ Bey amca da vardı. O günün siyâsi ahvâli üzerinde bir kaç dakîka konuştuk. O bir kaç dakika içinde Ziyâ Bey amcanın uzun yılların tecrübesi ve Efendi hazretlerinden kazanmış olduğu firâsetin eseri olarak bana anlattıkları ve daha önce işâret ettiğimiz, Efendi hazretlerinin Hocamıza, Hilmî meb'ûs olmak ister misin, süâline, Hocamızın, hayır, istemem, diye cevâb vermesi ve Efendi hazretlerinin, sırtını okşayıp, âferin, sen akıllısın, buyurmaları, bana ışık tuttu ve siyasî konularda nasıl tavır almam gerektiğine rehber oldu. Bu yüzden siyâsete karışmadım ve siyâset yüzünden sıkıntı çekmedim. Bunun için Hocamız, yeri geldikçe: "Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür" kelâm-ı kibarını tekrâr ederdi.

Bir gün Onlarda idik. Hocamızla görüşmek üzere bir kötürüm getirildi. Merdivenin dibinden akrabası sırtına alıp, yukarı çıkardı. Sakallı, heybetli, güler yüzlü bir zâttı. Bir ara, Hocamıza hitâbla: Hilmî Beyefendiciğim, size, Abdülhakîm Efendi’nin bir menkıbesini anlatayım, bu genç kardeşlerimiz de dinlesinler, dedi. Hay hay, buyurun, dediler. Şöyle anlattı:

Ben Beylerbeyi’liyim. Seyyid Abdülhakîm efendinin, Beylerbeyi’nden Çengelköyü’ne doğru giderken 200 metre ileride eshâbı ile deniz kenârında tenezzühde olduklarını söylediler. Yeğenime, beni oraya götür dedim. Kötürümdüm. Beni taşıdıkları arabam ile oraya vardık. Baktım beline kadar denize girmiş, serinleniyordu. İçimden, böyle büyük bir velî, sıradan insanlar gibi denize girer mi, geçti. O anda, altımda bir sıcaklık hissettim. Herhalde altımı kirletmişim, dedim ve yeğenime beni arabayla şu çınarın arkasına götür, üstümü temizleyeyim, dedim. Götürdü, bıraktı. Ama altım kuru idi. Hiç bir şey olmamış gibi idi. Bunun, yanlış düşüncemin neticesi olduğunu anladım ve yeğenimi çağırıp, beni Efendi’ye yakın götürmesini söyledim. Yanına geldik. Daha ben söze başlamadan Efendi hazretleri, "Aleyküm selâm kardeşim. Olur öyle şeyler. Bundan sonra kalbinizi bize karşı sağlam ve dürüst tutunuz" buyurdu ve ben, afvedersiniz efendim, diyemeden, kendileri, biliyorum ma'nâsına, hafîfçe tebessüm buyurdular. Ben buna şâhid oldum. Siz de bilin ve anlatın dedi.

Bundan sonraki eve gelişimizde idi. Mektûbât okuduktan sonra şöyle

anlattılar:

"Geçende bize yaşlı emekli bir polis geldi. Hilmî beyciğim, sizi gerçek bir mü’min bildiğim için, târihî bir vak'anın unutulmaması düşüncesiyle size geldim deyip, başından geçeni anlatmağa başladı.

Sultan Abdülhamîd Hân, Selânik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirilip, ikame ettirilince, onu dışarıdan koruma vazîfesi benimle bir polis arkadaşıma daha verildi. Birimiz gece, birimiz gündüz nöbet tutuyor, yattığı alt katın kuzeyindeki odanın önünde, sağa sola, denize, karaya doğru volta atıyorduk. Bir gece nöbet sırası bende idi. Harb yıllarının bütün sıkıntısını yaşıyorduk. Üç aydır maaş alamamıştık. Evde dört-beş çocuğumu ve gece doğuracak halde hâmile hanımımı bıraktım geldim. Çocuğum doğacak, hanımımın yanında değilim, olsam da bir mum alacak param yok, ne olur böyle yaşamaktan, bunu daha kaldıramam. En iyisi sabahleyin nöbeti arkadaşa devr edince, şurada selâmlığın yanından kendimi boğaza atıp, öleyim de kurtulayım, dayanamıyorum, gibi düşüncelerle sahanlıkta volta atıyordum. Birden pencere açıldı ve sâbık sultanın okşayıcı babacan sesi kulağıma geldi: "Evlât, bir dakika bakar mısın?” dedi. Koştum. Pencerenin altına geldim. Mübalâğa etmiyorum, aynen söylediği sözleri söylüyorum. Buyurdu ki, "Evlâdım, şu keseyi al. Belki paraya ihtiyacın olur, belki çocuklarına lâzım olur. Belki hanımın doğum yapar, ona lâzım olur. Biraz önce, volta atarken olan düşüncelerinden de vazgeç." Keseyi aldım, teşekkür edip, peki, dedim. O da pencereyi kapadı ve o gönül gözü açık sultan kendi âlemine, ben de nöbet vazîfesine devâm ettim.

Hikâyeyi anlatınca, Hocamızın gözleri dolmuştu. Biz de gözyaşlarımızı tutamadık. İşte herkesin merak ettiği Sultan Abdülhamîd Hân’ın manevî hâli!.. Bir gece rüyâda Abdülhamîd Hân’ı gördüm. Odasına girdim. İkindiyi kıldın mı? buyurdu. Sonra kılarım, dedim. Hayır, ikindiyi kıl gel, ben burada seni bekliyorum, dedi.

Abdülhamîd Hân’dan bahis açılmışken, Hocamızla beraber Sütlüce’de ziyâretine gittiğimiz Abdülhamîd Hân’n dördüncü vezîrinin yeğeni, Erzincan’lı ilköğretim müfettişi Abdüllatîf efendinin Hocamıza, dolayısıyle bize anlattığı şu menkıbe ne kadar enteresandır:

Bismark Almanya’da başvekil seçildi. Dünyanın sayılı siyâsilerinden olup, bütün devletler, onun başvekilliğini hattâ Almanya’nın bir numaralı adamı olduğunu kabûllenmişti. İşte bu Bismark, Almanya’daki sefîrlerle [büyük elçilerle] tanışmak için bir ziyâfet verir ve Almanya’daki bütün sefîrleri da'vet eder. Yemeğe oturulur. Yemek esnasında Türk sefîrine hitap edip: İnsan gibi yemek ye, Türk gibi yemek yeme, der. Türk, ya'nî Osmanlı sefirî bozulur ve yemeği bırakıp doğru sefârethâneye gider ve o zamanın en seri iletişim vasıtası telgrafla durumu Abdülhamîd Hân’a bildirir. Sultan kendisine, git yemeğine devâm et. Niçin kalktın ve yine geldin diye sorarsa, bütün dünyâ delegelerinin gözü önünde yaptığınız hakareti Sultanıma bildirdim dersin. Peki, sultanın ne cevâb verdi, derse, sen git yemeğine devâm et, ben ona yakında gereken cevâbı veririm, dedi, dersin. Bismark bu cevâbı duyunca, Sultan Abdülhamîd Hân’ın siyasî dehâsını bildiği için, gayr-i ihtiyârî "Eyvah, yandım" dedi.

Bu ziyâfet kışın olmuştu. Mevsim bahar oldu. Sultan Abdülhamîd Hân, Alman İmparatoru Il.Vilhelm'e bir mektûb yazıp: "Dünya Almanya’dan ibâret değil. İstanbul Boğazı ve şehri bu mevsimde çok güzeldir. Sizi bekliyorum" meâlinde ifâdeler kullandı. II. Vilhelm geleceğini bildirdi. O zaman, parası Alman sefâretinden olmak üzere, Sultan Ahmed meydanındaki Alman Çeşmesi’ni yaptırdı.

Velhâsıl Vilhelm geldi. İstanbul’u ve Boğaz’ı dolaştı. Sultan Ahmed meydanında merâsim yapıldı ve çeşme açıldı. Sarayda dolaştırılırken, bütün dünyâdan Bismark’ı öven gazetelerin bulunduğu bir salona girdiler. Sultan Abdülhamîd Hân: "Bütün bu gazeteler Bismark'ı övüyor ve Almanya’yı Bismark’la tanıyor; yarın herhangi bir hâdise vuku'unda zâten Bismark’ı bilecekler. Zât-ı âlilerinin ismi ve kim olduğunu bilen ve konuşan yok" deyince, Vilhelm, anladım, Avusturya sınırından Almanya’ya girer girmez onu kalede habsettireceğim cevâbını verir ve dönünce Bismark'ın kalede habs edilmesi emrini, Avusturya hududundan girer girmez verir ve Bismark şatoda habs edilir. Yıllar sonra ziyâretine giden gazeteciler Bismark'a: "Dünyânın en büyük siyâsetçileri kimlerdir?" diye süâl sorarlar: O da, cezânın nereden geldiğini îma eder bir ifâde ile: "Biri ben, biri de kambur Hamîd" cevâbını verir. Abdülhamîd Hân uzun boylu olduğundan önüne doğru iğilerek yürürdü. Yoksa kambur değil idi. O gün Abdüllatîf efendi daha çok menkıbeler anlattı. Hocamız çok memnun oldu, hassaslaştı. Hattâ, Alman ve Türk târihlerinden bunu araştırmalı, buyurdular.

Yine Hocamızla bir gün, emekli komiser Enver efendiye gittik. Halıcıoğlu’nda oturuyordu. Günlerden Cum’a idi. Cum'a namazını kıldığı mescide gittik. Hutbeyi Enver Efendi okudu ve hutbeden sonra; "Hutbe burada bitmiştir. Nasîhat olarak derim ki, Cum'a günü gusl abdesti almak, güzel koku sürünmek, yeni, temiz giyinmek, tırnak kesmek, câmi'e erken gelmek sünnettir. Bunun için yağlı şapkalar, pis kokulu ve kirli çorablarla câmi'e girmeyin, günâh işlersiniz. Hidâyet üzre olanlara selâm olsun" dedi. Namazdan sonra Hocamızla görüşüp bize, hoşgeldiniz dedi, musafaha ettik. Fâtih tarafından Hocamla birlikte vapurla geldiğim için, beni hiç yanlarından ayırmadı. Eve gittik. Bir şeyler yenildi. Hem çay içildi, hem de sohbet edildi. Bizim arkadaşlardan on-onbeş kişi vardı. Ev sâhibi Enver Efendi, Hocamızla konuşurken, Hocamız, biraz kendinizden bahs edin, dediler. Şöyle anlattı:

—Ben devletin komiseri idim. Takrîben hocanızdan on sene önce Efendi hazretlerini tanıdım. Tâbii ki, hal ve ilim bakımından Hocanızdan ileride olmam lâzım gelir; ama öyle olmadı. O hepimizi geçti. Ben her istediğim zaman Efendi’ye gelebilirdim. Herkesin çekindiği zaman, ben gelmekte serbesttim. Hattâ vazîfemdi. Hâ onu da anlatayım. Ya'nî Efendi hazretleri ile tanışmamı bildireyim: Müdüriyetten bana, "Seyyid Abdülhakîm Efendi isminde bir zât İstanbul’a geldi. Meşayihdendir. Sen en güvenilir memurlarımızdansın. Onu ta'kib etmek, devlet ve idâre hakkında neler söylüyor, rapor etmekle vazîfelisin" dediler. Ben de bu vazîfeyi ifâ için, Efendi hazretlerinin eshâbı arasına girdim. Ama Efendi’ye gelişim o geliş oldu. Beni benden çaldı. Ben onun hakkında istihbarat yapmak, haber toplamak isterken, o Allah’ın sevgili kulu, benim kalbime girdi, içimde ne varsa bildi, böldü, parçaladı, zararlıları attı, iyileri bıraktı ve arttırdı. Velhâsıl hadîs-i şerîfde buyurulan: "Dikkat edin, iyi bilin ki, Allahü teâlânın evliyâ kulları kalblerin câsusudur. Onlar kalblerinize girer ve içindekileri görür" ma'nâsı zâhir oldu. Ava çıkmışken avlandım. Müdüriyetin bir şeyden haberi yoktu. Çünkü onlara söylemezsen bilemezler. Velhâsıl yıllarca Efendi’ye en emîn şekilde geldim gittim. Hakîkî âmirim o oldu. Onu candan sevdim ve sonra candan çok sevdim. O kadar sevdim, o kadar alıştım ki, bir gün ölüp, bizi yetim ve öksüz bırakacağı hiç hatırıma gelmedi. Bu kurb-i kıyamette, Ankara’dan kıymetli olan bu büyük ni'metin yokluğunun îras edeceği musîbeti ve elemi hiç düşünmedim. Ama mukadder son beklenmedik bir zamanda vuku'buldu. Hakkın sonsuz rahmet ve rızasına gark olsun!

—Hocanızla benim durumum, tavşanla kaplumbağa hikâyesine benzer. Hanî, yarış yapmak istemişler ve şu ilerideki top ağaca kim önce varırsa, yarışı o kazanacak demişler de, tavşan kaplumbağanın pıtı p ıtı yürüyüşünü görünce, ben şuracıkta biraz dinleneyim, nasıl olsa koşar onu geçerim der, ve oracıkta uyur. Uyanınca koşar ve top ağacın yanına gelir. Görür ki, kaplumbağa çoktan oraya varmış, tavşanı bekler. İşte onun gibi, biz hep Efendi’ye güvendik, yattık. Bu âlem, bu tatlı rüyâ hiç bitmiyecek deyip, Efendi’nin de bir sonu olacağını düşünmedik. Ama Hocanız, durmadan, dinlenmeden, önüne çıkan engellere rağmen yürüdü, gayret etti ve hedefine vardı. Bense, Efendi’nin ölümü ile

gözümü açtım, ama o kazandı, ben kaybettim.

Bu Enver Efendi irticâlen [bir yere bakmadan] o kadar güzel ve rahat konuşurdu ki, öyle birisine bir daha rastlamadım ve yukarıdaki sözlerini onun ifâde tarzına benzettim.

Hocamız: "Enver ağabey, Efendi’nin dosya mes'elesini anlatsanız da, arkadaşlar sizin ağzınızdan dinleseler" dedi. Anlattı:

—Bir pazar günü idi. Efendimizin emniyyetteki dosyasını aldım, Efendi’ye geldim ve: "Efendi hazretleri, bu sizin dosyanız, buyurun, ister yırtın, ister atın, benden şübhe etmelerinden çekinmeyin" dedim. Ama Efendi heybet ve tevekkülün şâhıkasında, mütevâzı bir ifâde ile: "Enver Efendi, bu dosyayı aldığınız gibi, yerine koyun" buyurup, evliyânın Allah’a yakınlığının, tevekkül ve teslimiyyetinin, hattâ bunun ötesinde her yapılanın Allahü teâlâ tarafından olduğuna ve buna rızâ göstermek icâbettiğine dâir, belki o zamana kadar vermedikleri, yahud anlatmak isteyip de, bizim anlamadığımız bir dersi verdiler.

Enver Efendi’nin evinde daha çok şeyler konuşuldu. Meselâ: "Çocuklar, ben sigara içiyorum, ama, sizin hocanız buradadır, onun için siz içmeyin. Eliniz, ağzınız yemek ve içmekle meşgul olurken, kulağınız Hocanızda olsun. Sizin kadar ben de onun sözlerinden istifâde ediyorum. O yıllarca, Efendi’yi dinledi. Hep okudu, öğrendi, doldu. O dolu bir insandır. Çok isterdim, ben de genç olup onu takîb etsem ve elimden geldiği kadar onu memnûn etsem. Seâdet budur. Bundan başkası hiçtir."

Yine devâm ederek dedi ki: Edeb çok mühimdir. Edebi olmayanın dîni yoktur, demişlerdir. Edebe riâyetle, Kur’ân okurken, sol elimin parmaklarını mushafın sahîfelerini çevirmekte kullanmamağa çok dikkat ederim. Ve peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Ebû Leheb’i kötüleyen ‘Tebbet sûresi’ni, kıraatte tercîh etmem... gibi bir takım ince edeblerden bahs etti.

O  sene ve Ankara'da okuduğum hemen her sene Şubat ayı ta'tilini İstanbul’da geçirirdim. Askerî Lise’de dersleri olduğu gün, ben de okulun etrafında durur, beraber İstanbul’a dönerdik. Enver Efendi’den sonraki ilk görüşmemizde, Kuleli Lisesi’nden Vaniköy’e doğru gidiyorduk. Vapura binecektik. Yolda: "Enver Beyi nasıl buldunuz?" buyurdular. "Çok iyi insan, insan görmüş insan, hele tavşan ve kaplumbağa teşbihi ve hakkınızdaki kanâatleri çok hoşuma gitti, Hocam" dedim. "Estağfirullah, tevazuundan öyle söyledi. Öyleleri ni'meti hep başkasında görür. Siz onun demesine bakmayın, kardeşim" dediler. Orasını bilmem, ama benim hoşuma gitti, dedim ve gülüştük. Konuşarak vapura bindik. Bilet almadığımı dahi unuttum. Çünkü onlarla konuşmağa dalmıştık. Biletçi geldi. Biletim yok, dedim. Hocam: "Bu benim talebemdir. Ankara’dan beni görmeğe geldi, konuşarak vapura bindik. Kusuruna bakmayın" dedi. Biletçi, peki albayım, önemi yok, deyip gitti.

Biz Sâlim Bey amcanın Beylerbeyi’ndeki evinin çatı katını kirâlayan İsmâil Silleli ağabeyin evinde kalıyorduk. Zeki Bey kardeşim de, Sabrî Bey vâsıtasıyla onbeş gün istirahat almış, İstanbul’a beraber gelmiştik. Ve Zeki’nin son günü idi. Gece trenle Ankara’ya dönecekti. Hocamız o akşam Sâlim Bey amcanın evine geldiler, orada toplandık. Sâlim Bey amca, harbde bir kolu kesilmiş, ma'lûl mutekaid bir subay idi. Hayatında sakalına ustura vurmamış, uzun boylu, sevimli, kültürlü, hâfız-ı Kur'ân evliyâ gibi bir Osmanlı Efendisi idi. Efendi hazretlerinin İstanbul’da, kırâatini beğendiği, bir elin parmaklarının sayısından az zevâttan biri idi. İlim sâhibi, halîm selîm, müeddeb, az konuşur, çok bilir, ender insanlardandı. Allahü teâlâ rahmetine gark etsin.

O akşam Hocamız, Nefehât-ül Üns kitâbından okudular, anlattılar. Onlar okuyup anlatırken, yazdıklarımı kırkdört sene sonra bir kere daha yazayım, siz de okuyun. Şeyh Ebu Saîd Ebûl-hayr (kuddise sirruh), sonbaharda yaprakları sararmış bir ağaca bakar ve şöyle seslenir:

Sen güneşin te'siriyle böyle sararmış isen,

Benim sararıp solmam, hep hakîkî güneşten.

Birisi için, bu adam su üzerinde yürüyor, dediler, şeyh hazretleri, ördekler de, kurbağalar da su üzerinde yürür, buyurdu. Filân kimse havada uçuyor, dediler. Sinekler de havâda uçar buyurdu. Bir kimse için, gözünü kapayınca, kendini Mekke-i Mükerreme’de görüyor, dediler, şeytan da bir anda, istediği yerde bulunabilir. Bunlar ma'rifet değil, ma'rifet sallallahü aleyhi ve sellem efendimize ittiba'dır, buyurdu.

Kendisine, tasavvuf nedir? sormuşlar. Zihnindeki bütün düşünceleri ve elinde ne varsa, hepsini unutmak ve sana verilen şeylerin eri olmaktır" dedi.

Buyurdu: İnsan ile Rabbi arasındaki uzaklık mesafesi, yer, gökler, Kürsi ve Arş değildir. Kendini var saymak, benlik ucub ve tekerrübdür. Bu perdeleri aradan kaldırmalıdır. Benlik perdesini aradan kaldıran Rabbine ulaşır.

—Allahü teâlâyı zikretmek her şeyden büyüktür. Bir kimse Allahü teâlâyı çağırır, Onu isterse, Allahü teâlâ da onu ister. Fakat Onun çağırması, istemesi seninki gibi değildir.

—Bir genç bir ihtiyara dedi ki, Allahü teâlâyı nerede arayayım? Cevâbında buyurdu: Ey bizim dostumuz! Sen Onu nerede aradın da bulamadın. Her nerede

ararsan bulursun. "Arayan ve uğraşan bulur" sözü meşhûrdur.

—Bir genç, bir ihtiyarın yanına gelip, ondan nasîhat istedi. İhtiyar başını iğip, biraz düşündü ve sonra başını kaldırdı ve, benden cevâb bekliyorsun, değil mi, dedi. Evet, efendim, deyince, ihtiyâr: "Allahü teâlâya âid ne varsa, dile gelmez, söylenemez, izâha sığmaz" dedi.

—Bin ay yaşadı. 445 (m.1 053) senesinde, Şa'banın dördü, Cum'a gecesi âhırete intikal etti.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh): Belh şehrinde 604 (m.1 207)de dünyâya geldi. Beş yaşında iken, cinnîler, melekler ve büyük evliyânın rûhları kendisine görünürdü. Altı yaşında iken arkadaşları ile damların üzerinde oynuyordu. Arkadaşları, bu damdan şu dama atlıyalım mı, dediler. Mevlânâ, damdan dama atlamak köpeklere mahsûsdur, isterseniz göklere yükselelim, dedi. Biraz sonra Mevlânâ’nın göklere doğru çıktığı görülür. O âlemde çok garîb şeyler görür ve çok geçmeden geri gelir. Ama rengi benzi solgun vaziyettedir. Neredeydin, diyenlere: "Sizin bağırmanız üzerine geldim, yoksa bu kadar çabuk dönmezdim" dedi.

—Sohbetten muhabbet hâsıl olur, derdi.

—Kuş yerden uçar, göklere yetişemez, ama avcının tuzağından kurtulur ya! Bir kimse de, büyüklerin yoluna girer, onların arasında, sohbetinde bulunursa, kemâle erişmese de, düşmanlarından kurtulur ya!

—Dünyayı sevenlerden biri Mevlânâ’ya geldi ve size huzûr ve rahat veremediğime üzülüyorum, dedi. Mevlânâ: "Başkaları seninle görüşmekten ne kadar zevk alıyorlarsa, biz de senin, yanımıza gelmemenden o kadar memnûn oluyoruz" buyurdu.

-  Bütün üzüntüler, kalbi bu dünyâya bağlamaktan ileri gelir. Mertlik, bu dünyâya bağlı ve bağı kalmamaktır. Değişen her şeyin geçici olduğunu bilmelisin. Seni inciteni incitmeyesin, bu mertliktir. İncitilmesi lâzım geleni incitmezsen, bu da civânmertliktir.

—Ney sesi, Cennetin kapısının sesi gibidir. Biz de o sesi duyuyoruz. Ama Hazret-i Mevlânâ gibi tatlı işitemiyoruz. Mevlânâ buyurdu ki, bizim duyduğumuz ses, kapının açılma sesi, sizinki ise kapanma sesidir.

Bir gün odasında yalnız oturuyordu. Birisi geldi ve niçin yalnız oturuyorsunuz? dedi. Cevâbında: "Ben yalnız değildim, dostumla beraberdim. Sen geldin, beni O’ndan [Allah’dan] ayırdın, yalnız bıraktın" buyurdu.

"Günâhdan korkanın arkasında kılınan namaz, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) arkasında kılınan namaz gibidir" Hadîs-i şerîf.

Derviş günâh işler mi, diye Mevlânâ’ya sormuşlar. "Karnı acıkmadan sofraya oturmak onların günâhıdır, buyurdu.

Yine o günlerde idi. Hocamla Emînönü’nde buluştuk. Mercan yokuşundaki Eski Valide Han'a uğradık. Orada Ziyâ Bey amcanın dokuma atelyesi vardı. Oradan Bâyezid’deki Bakırcılar civarında camcılık yapan teyzezâdelerine uğradık. Ben oruclu idim. Hocamıza, çay ısmarlarken, ben orucum, dedim. O zaman ben de içmeyeyim, buyurdular. Zâten Hocamız az çay içerdi. Oradan kalktık. Fâtihe doğru yürürken buyurdular ki: "Bu teyzezâdem, dükkânı için benden para istedi. Sıla-i rahm [yakın akrabaya yardım] farz olduğu için paramı ona verdim. Kurban bayramı geldi. Yanımda kurban alacak para yoktu. Kurban vâcib, sıla-ı rahm farz olduğundan, farzı tercîh ettim ve yanımda kurban parası olmadığından seferî olmakla vâcibin iskatı mümkündür, fetvâsınca, Bursa’ya gittim." Şerîati bu şekilde canlı tatbîkinden, ne kadar uyanık ve günâh işlememek için ilimle ameli birbirine ne kadar çok yaklaştırdıklarının şâhidi oldum.

Ramazan-ı şerîfin onbeşinden sonra Hırka-ı Seâdet, Hırka-ı Şerîf Câmi'inde ziyârete açılırdı. Bir gün Ziyâ Bey amca, Tâhir efendi ve Hâbil beyle birlikte Hırka-ı Seâdet’i ziyârete gittik. Efendi hazretlerinin seçkin eshâbı idiler. Onlarla bulunmamı Hocam tavsiye etmişti. Ziyâretten sonra, Hırka-ı Seâdet’in katında bulunan câmi' kısmına girip, vaktin gelmesini bekledik. Orada Ziyâ Bey amca, bana: "Namaz kılarken pantalon paçalarını yukarı çekmeyin, iyi değildir. Belki yapanlar var, onlar belki usûlünü de biliyorlar, ama siz yapmasanız iyi olur. Efendi’den görmedik ve yapmadık" buyurdu.

Akşamleyin Ziyâ Bey amca ve bir başkası ile birlikte, Ziyâ Bey amcanın kıble tarafı bitişiğinde köşe başında, ya’nî Müstakîmzâde sokağı ile Yûsuf Ziyâ Paşa sokağının kesiştiği yerdeki binâda oturan Tâhir efendiyi ziyârete gittik. Tâhir efendiyi kendinden dinleyelim: Ben Erbil’de doğdum ve tahsîlimi orada yaptım. İyi okudum. Arabî ve fârisîyi iyi bilirim. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimleri tahsîl etmiş, her mecliste söz sâhibi denecek ilmim vardı. Bir gün beni Abdülhakîm Efendi’ye (Kuddise sirruh) götürdüler. Maksadım, orada da söz sâhibi durumunda olmaktı. hattâ huzurda da kendisine çok yakın bir sandalyede oturdum. Sonra konuşmağa başladılar. Sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Konuşuyorlar ve bilmediğim, duymadığım ma'nâlar beyân ediyorlardı. Yakınlarında durmağa hayâ ettim, birâz geri çekildim. Biraz daha... Biraz daha derken, kendimi kapının önünde, nerede ise dışarıda sayılacak yerde buldum.

Sonra Tâhir efendi devâm etti: "Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana:"Tâhir efendi, evinde kitâb kalmasın, hepsini evden çıkar, Başkalarına ver" buyurdu. Kıymetli kitâblarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, bir kaç kitâb çıkardım. Yatsıdan sonra yattım. Efendi hazretlerini gördüm. "Tâhir, kitâbları evden çıkardın mı?" buyurdu. Kalktım, abdest aldım. İki rek'ât namaz kıldım, yattım. Henüz uyumamıştım ki, Efendi geldi ve: "Hâlâ kitâbları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Kalktım bütün kitâbları çuvallara doldurup, evden çıkardım. Geldim, yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, beni terbiye etmek için, kitâblardan uzaklaştırıp, o zamana kadar bende olanları benden alıp, kendinde olanları bana vermek için bu yolu seçmişti. Allah ondan râzı olsun!”

Yine ondan dinledim: Ne zaman Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Bey’e bir kitâb verir, okutur ve izâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Bey2e kitâb okutup, kendileri izâh ediyorlardı. İçimden, benim arabîm ve fârisîm Ziyâ Bey’inkinden daha iyidir, niçin hep ona okuturlar da bana hiç okutmazlar, diye geçti. O gece rüyâda Efendi hazretlerinin huzûrûnda idim. Gene Ziyâ Bey’e bir kitâb vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Bey’i sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Efendi hazretleri Ziyâ Bey’i bana gösterip: "Tâhir, biz boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca içimden geçen o düşünceye çok pişman oldum.

Tâhir efendiden dinledim: Üsküdâr’da un dükkânım vardı. Efendi hazretlerinin sohbet ve bereketi ile o hâle gelmiştim ki, yoldan bir cenâze geçse, saîd veya şakî [iyi veya kötü] olduğunu kokusundan anlardım. Bir tabuttan çok güzel koku gelir, dayanamaz, dükkânı bırakır, ona koşardım. Kiminden de, o kadar pis, kötü kokular alırdım ki, dükkânımın kepenklerini içeriden çeker, o kokudan kurtulmak isterdim. Efendi hazretlerinin sağlığındaki büyük tasarruflarının bu cinsten çok eserlerini görmüşüm. Ama O’ndan sonra burnumuz ve kalbimiz koku almaz oldu. Allahü teâlâ sonumuzu hayr eylesin.

Başlamışken Tâhir efendiyi biraz daha dinleyelim: Rüyâda tren istasyonunda tren bekliyorum. Tren geldi. Pencereden Efendi bana bakıp tebessüm ediyor. Gitmek, yürümek, koşmak, trene binmek istiyorum, ama elbisemin ceblerinde sanki kurşun külçeleri var. O kadar ağır, yürüyemiyorum. Gözümün önünde Efendi’nin treni kaçıyor ve on metre mesâfeden trene binemiyorum diye hayıflanıyorum. O sırada Efendi’nin sesini duydum: "Tâhir, ağırlıklarını at da gel" buyurdu. Uyanınca, ağırlıkların dünyâ bağları olduğunu anladım.

Bu Tâhir efendiyi ziyâret etmemi Hocam bana söylemişti. Onun için Fâtih’te oturduğum seneler, evlerimiz çok yakın olduğundan hemen her pazar günü ziyâretine gider, Efendi hazretlerinden konuşurduk. Bu yüzden aramızda sır kalmamış idi. Bir gün şöyle anlattı: Efendi hazretleri dükkânına uğradı. Rafta birkaç kitâb vardı. Gözleri kitâblara ilişince, içlerinden birini aldılar ve açıp okudular. O sahîfede şöyle yazıyordu:

Evliyâ dört çeşittir:

1            - Evliyâ olduğunu kendi de bilir, insanlar da bilir,

2-  Evliyâ olduğunu kendisi bilir, insanlar bilmez.

3-  Evliyâ olduğunu kendisi bilmez, insanlar bilir.

4-  Evliyâ olduğunu kendi de bilmez, insanlar da bilmez.

Sonra kitâbı kapayıp yerine koydular ve: "Tâhir, siz, bu dördüncü gurubda olanlardansınız" buyurup dükkândan çıktılar.

Şöyle anlattı: Bir gün Efendi’ye çıkıyordum. Kendi kendime, bu iş, ya’nî bu yolda kemâle gelmek, bizim gayretimizle mümkün değil. Efendi’den himmet ve teveccüh isteyeyim, düşündüm. Huzûruna vardığımda, bahçede idiler. Hoşbeşden sonra: "Tâhir, şu ne ağacıdır?” buyurdu. "Manolya”, dedi. Şu, nedir? Buyurdu. Gül, dedim. Şunlar, dedi. Çimen, dedim. Bunların, toprağı, suyu, havası, aynıdır da, niçin farklılardır. Demek ki, istidâtları o kadardır, buyurdu ve benim istidâdıma işâret ettiler. Afv edersiniz efendim, dedim.

Bu Tâhir efendi ile çok zaman beraber olduk. Menkıbelerinden bu kadarıyla iktifâ edelim. Bu arada hâtırıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Bir gün Hocamızla Tâhir efendilerden bahsediyorduk. Şöyle anlattılar: Efendim, Tâhir efendinin hanımı, bir şeyden Tâhir efendiye kızmış da, "Efendi hazretleri bir gül idi, yanındakiler hep diken çıktı" dedi. Demek ki, o zamanki hanımların kızmalarında dahi bir edeb vardı. 1966’da vefât etti. Bağlum’dadır.

Sözümüze gelelim. Tâhir efendinin evine gelmiştik. O gece çok şeyler konuşuldu. Konuşulanlardan bazıları Tâhir efendinin yukarıda yazdıklarımızdan bir kısmı idi. Ziyâ Bey amca, orada kızmak ve kızgınlığını yenmek ve sabır hakkında konuştu. Bir ara: "Gadab [kızgınlık] cinnet ile başlar, nedâmetle [pişmanlıkla] son bulur. Akıllı olan cinnete kapılmaz, kendine hâkim olur" buyurdu ve ardından: "Kızan kimse, bir kibritle bir evi yakana benzer. Kibrit evi yakar, ama kendisi de yanar. O halde kibrit gibi olmamalıyız. Ne evi, ne kendimizi yakmamalıyız. Hadîs-i şerîfde: "Sizin kuvvetliniz, hasmını yeneniniz değil, nefsini yeneninizdir" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: "Gadab, şeytânın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytân ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Kızınca, abdest alınız" buyuruldu. Ayrıca, kızınca, e'üzü Besmele ile iki e’üzüyü okumalıdır. İnsan gadaba gelince, aklı örtülür, dînin hududunu aşar. Bunun için hadîs-i şerîfde: "Kızan kimse ayakta ise otursun. Hâlâ devâm ediyorsa, yan yatsın" buyuruldu.

Ziyâ Bey amcanın fâziletini Hocamdan dinlediğim için, Hocamı göremediğim zamanlar, onunla olmak, ondan istifâde etmek istiyordum. Yakînen biliyordum ki, Efendi hazretlerinin husûsî muhabbetine, her ikisi de mazhar olmuş, birine kardeş, diğerine ma'nevî evlâd muâmelesi yapmış idi. Ziyâ Bey amca, ekseriyâ öğle namazlarını Fâtih Câmi'inde kıldığından, o sâatlerde ben de oraya gider, görüşürdük. Elini öpmek isterdim, öptürmek istemezdi, ama ısrar edince Efendiliğinden müsaade ederdi.

Bir gün bir arkadaşla Ziyâ Bey amcanın evine gittik. İkindi namazını arkasında kıldık. Sarığının fesi, fes rengi idi. Burada bir şeyi hatırlamışken yazayım: Enver Ören ağabey anlattı: Fârûk Koca ile bayramda Ziyâ Bey amcaya gittik. Bayramlaştık, konuştuk. Size üç bayram hediyesi vereyim, dedi. "Evinizde sarıksız namaz kılmayın, dâima âbdestli bulunun ve abdestli yatmağa dikkat edin" buyurdu. Enver ağabey anlattı: "Ziyâ Bey amca, bize âhırette Cennette insanların birbirini tanıyacağı, tanıdıkların bir araya geleceğini anlatırken, efendim, orada nerede buluşuruz, dedim de, Ziyâ Bey amca ciddileşip: "Öbür dünyâda Cehennemde yanıp yanıp ve sonunda çıkarılıp Cennete götürülenlere kahraman gözü ile bakılacakken, siz benden adres istiyorsunuz" buyurdu.

Sözümüze gelelim. Ziyâ Bey amca bize Efendi’den anlatıyordu. Dedi ki: "Efendi bir gün Bâyezid Câmi'indeki va'zından sonra sahaflara uğramış, orada cildi ve kılıfı meşin, çok güzel yazılmış, altı cildi bir arada Mektûbât gördüğünü eshâbına söylemiş, ama hiç kimse gidip satın almamış. Bir hafta sonra bakmış kitâb yerinde durur. Fiyatı beş-on altınmış. Kendileri satın alıp, bana hediye ettiler. "Getireyim" buyurup, getirdiler. Teberrüken sizden bir mektûb dinliyelim, dedim. Altıncı cildin en son mektûbunu Farsça okuyup sonra terceme ettiler. Dilerseniz, o Mektûbun terceme ettikleri kısmını yazayım:

6.Cild, 250. Mektûb. Allahü teâlâya hamd, seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Azîz kardeşim hâcı Muhammed Âşur! Son nefeste îmânla gitmeğe sebeb olacak selâm ve iyi dualarımı bildiririm. Sevginizi bildiren mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Eshâbınızın bir araya gelip, bir cemâ’at teşkîl ettiklerini yazıyorsunuz. Allahü teâlâ dostlarımızı, cem'iyyetle [dünyâ düşüncelerinden kurtarıp, dâima kendisi ile olmakla] bulundursun, ilerleme yollarını açsın. Mektûbunuzda, teveccühü nasıl yapacağımı bana bildirmediniz, diyorsunuz. Kardeşim, teveccüh belli bir şeydir, açıklamağa luzûm yoktur. Kalbinize hangi yolla teveccüh ediyorsanız, tâlibin kalbine de o yolla teveccüh edersiniz.

Sevenleriniz halkada oturur, siz de aralarında olursunuz ve büyüklerin kalblerine müteveccih olursunuz. Dâima vakitlerinizi değerlendiriniz ve beşerî vücüdün nefyine [fenaya kavuşmak için] can bahasına çalışınız ve dostlarımızı dua ile anınız. Evvel ve âhırınız selâmette olsun! M. Ma’sûm Fârûkî.

Ziyâ Bey amca, bu mektûbu bitirince, siz teveccühün nasıl yapıldığını biliyor musunuz, diye bize sordu. Bilmiyoruz dedik. "Ben size anlatayım”, Efendi’nin o zamanlarına ben yetiştim”, buyurdular ve şöyle anlattılar: Tekkeler kapatılmadan önce, her hafta çarşamba günü, ikindi namazını Efendi hazretlerinin câmi'inde kıldıktan sonra, çocuklar ve ehil olmıyanlar, dışarı çıkarılır, pencereler kapanır, teveccüh halkasında otururduk. Efendi hazretleri sıra ile herkesi kucaklar, mubârek göğsünü eshâbının her birinin kalbi üzerine koyar, kucaklar, bir müddet öylece dururdu. Buna teveccüh denirdi. Bu şekilde kalbdeki zulmetleri temizler, günâh pisliklerinden kurtarırdı. Halkadakiler bitince, dışarı çıkar, iki rek'at namaz kılıp kendini de temizlerdi. O zamanki eshâbının hâli bambaşka idi. Sanki bir başka âlemde olurduk.Dünyâ hattâ çoluk-çocuk düşüncesi de kalmadığını bilirdim. Şimdi o hallerimiz nerede? İnşaallah bu hastalıklarım, günâhlarıma keffaret olur."

Yine Ziyâ Bey amca buyurdu ki: "Evlâdım, bizim kıldığımız namaz, esas namazın sûretinin sûretinin sûretinin sûretidir. İnşaallahü teâlâ ömrümüzün sonundaki namazlarımızı hakîkî namazlardan kabûl eder de kurtuluruz."

Hocamızın oğlu Abdülhakîm’in doğumuna yakın Ziyâ Bey amcanın gördüğü ve kendi el yazısı ile kaleme alıp, çerçevelettirdiği yazıyı, 1960 senesi kışında Hocamın evinde kaldığım zaman Abdülhakîm kardeşimin baş ucundaki levhadan yazıp aldım.

Aynen yazıyorum:

1            - 1364 (m.1 945) târihinde Îşân’ın rûhu âşikâr olarak iltifât etti.

2-  Müşârün ileyhin sîreti kerîmi pek latîf olup hilm ve ziyâ ile tecelli etti ve rüyâda o büyük söyledi:

3-  Bu müsafir ki geliyor, benim rûhumdan münevver olmuştur.

4-  Onun için benim ismimi ona koyun ki,

5-    Hakîm olan Hak teâlânın bendesi olan Ziyâ bunu işitince ismini Abdülhakîm yapdı.

6-  Ben de Allahü teâlâdan istiyorum ki, o reşid, o büyük pîrin sırrından müstefîd olsun!

Buyurdu: Bir kadın için dikiş makinesi ne büyük ni'mettir.

Ziyâ bey amca, gerçekten baba insandı. Sevmeyenine rastlamadım. Dünyevî hiç bir garazı yok idi. Yolunu, yönünü bulmuş, büyüklerin hâlleri ile hallenmiş, en azından Efendi hazretlerinde fânî olmuş, yeryüzünde yürüyen ölülere sanki bir misâl idi.

Yukarıda anlatmağa çalıştığım teveccüh ni'metlerini Hocama arz ettiğim zaman: "Kayınpeder size ne güzel şeyler anlatıyor, bunları bize hiç anlatmış değil; helhalde onunla münâsebetiniz iyidir" buyurdular. 1958’de hanımı ile kırk gün ara ile vefât etti. Ölümünden biraz önce: "İyi adamlar, iyi hanımları atlarının terkisine alıp gittiler" sözünü çok söylerdi.

Ziyâ bey amcadan Efendi hazretleri ve bu yolun büyükleri hakkında çok sözler dinlediğim gibi, küfür ve kâfirler ve hele son devrin habîs rûhları hakkında da çok hikâyeler dinledim. Ama konumuz değiller, geçelim. Hocamızın sevdiklerinden birine yazdığı mektûbdan alınmıştır:

"Kayınpederim Ziyâ Bey 1958 Temmuzunun yirmidördüncü günü vefât eyledi ve tam kırk gün sonra kayınvâlidem âhırete intikâl eyledi. Bu iki vak'a hepimizi dilhûn eyledi."

O zaman ben yaz tatilinde Sürmene’de idim. Bu acı haberi duyunca çok üzüldüm ve henüz yirmi yaşında idim. Şu şiiri yazdım:

Ziyâ Bey amcanın vefâtı üzerine:

Âlem-î islâmın tek iftîharı,

Terk-i hayât edip, ağlattın bizi,

Ey gönül tahtının en büyük yârı Hem yetim, hem öksüz bıraktın bizi.

Âlem-i islâmın nûru karardı,

Gönülde emsâlsiz bir yerin vardı,

Şimdi kalbimizi bir ateş sardı,

Efendim, aşkınla hep yaktın bizi.

Ey sînesi îmân, yüzü nûr dolu,

Sen gösterdin bize hakîkî yolu Nûrun parlatırdı şu İstanbul’u Îlâhi aşka sen bağladın bizi.

Rahmet-i Hudâdır sizlere derman Hurmetle elinden öptüğüm zaman

Derdin bana, etme; öpme Süleyman,

Umulmaz acıyla dağladın bizi.

1958

Ankara’da bulunduğumuz yıllar, en ziyâde Efendi hazretlerinin kardeşleri Yûsuf efendinin oğlu Divân-ı Mûhasebe reislerinden Fârûk Işık amca ile görüşürdük. Hocam, Efendi hazretlerinin, bu yeğenini çok sevdiğini bildiğinden, onunla görüşmemi söylemişti. Ankara’da yıllarca evine gittim. Hep dînden, Efendi’den, islâm düşmanlarının zararından, cehlin felâketinden, hududu aşmanın, hukukun dışına taşmanın sü-i akıbetinden bahs ederdi. Hele Efendi hazretlerinden bahs edince, gözleri dolardı. Fârûk bey amcayı dinleyelim:

"Çok sene önce, oğlum Nevzât, balkondan beton zemine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar yetiştirdik. Biraz sonra ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş halde idi. İstanbul’a götürdük. Hemen bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Ümidli olmadıklarını söylediler. Bir rum doktor, erken bunama teşhîsi koydu ve şifâsı yoktur kararını verdi. Bülüğ çağındaki bu çocuğumuzu, büyük amcası Efendi hazretlerinin himâye kanatlarının altına bıraktım. Çocuk, tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde ona hep, nazar ettiler. Sadece: "Mahzûnum, mahzûnum!" deyip, içlenerek, işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzât, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve ma'nevî bir sıhhate kavuştu.” Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Uzun yıllar D.S.İ’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Şimdi (2002) hayattadır. En çok seviştiğimiz zâtlardan biridir. Efendi’ye, babasına ve âilesine dâir çok şeyler anlatmıştır.

Fârûk bey amca, asîl, vakûr, mehîb, ciddî, vazîfeşinâs, müşfik, ma'lûmât sâhibi, güzel ahlâk ve edebi ve Efendi hazretlerine bağlılığı ile meşhûr idi. Evinden işine gitmede o kadar dakik idi ki, çevredekiler onun geçişinden sâatlerini ayarlarlardı. Divan-ı Muhasebe 2. Dâire Reisliğinden emekli ve ardından Van senatörü olmuş, 1972 senesinde Ankara’da vefât etmiştir.

Kızı Fârıka hanım, ileride anlatacağımız Sabrî bey ile evli idi. Diğer oğlu Rüchan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde profesör idi. 1971 de Çalışma Bakanlığı müsteşarlığı yapmış, daha sonra fakültede ve T.R.T de çalışmış, sonra beyne’l-milel bir çok teşkilatta T.C’ini temsil etmiş ve etmektedir. Allah selâmet ve iki dünyâ seâdeti versin.

Abdülhakîm Efendi (kuddise sirruh), birâderzâdesi işbu Fârûk bey amcayı çok severdi. Birisini medh etmek isteseydi: "Fârûk hâric, hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Efendi hazretlerinin ayak ucundadır. Efendi hazretlerinin yâdigârı olan asâyı, kendisi ile birlikte defn etmelerini evlâdına vasıyyet etmiş ve beraber defn edilmişlerdir.

Efendi hazretlerinin polisler tarafından evi basılıp, hiç bir şey bulamadıklarında, hocası Seyyid Fehîm hazretlerinin hâtırası olarak sakladığı sarıkla cübbeyi alıp götürmüşlerdi. İşte o zaman Fârûk bey amca, onları karakoldan alıp tekrâr Efendi’ye getirmişti.

Fârûk bey amcanın babası, kendisi ve çocukları hep hukukçu idiler. Çok zamanlarımız birlikte geçti. Allahü teâlâ râzı olduğu kullarına ilhak eylesin ve samîmi duâmı Ceddi (sallallahü aleyhi ve sellem) hurmetine kabûl buyursun.

Ankara’da Hocamızın tavsiyesi üzere görüştüğüm zevâttan biri de askerî diş tabîbi Sabrî Gökkaya ağabeyimiz idi. Onun için, Hocamız bana,:"Sabrî bey, Efendi’nin gizli taraflarını bilir, onu eşmeğe bakın" buyurmuştu. İnşallah, ileride yeri gelince bahsedeceğim.

Hocamızın tavsiye ettiklerinden biri de, vaktiyle kendilerinin Hamamönü’nde evinde oturdukları Hoca Mehmed Haksever efendi idi. Evinin yanında bakkal dükkânı vardı. Hiç bir zaman sattığı malı medh etmezdi. Bir müşteri gelip, zeytinin nasıldır, dese, zeytin işte, derdi. Hocamız bir müddet onun evinde kiracı kalmıştı. Kardeş gibi olmuşlardı. Hocamız bir akşam eve geç gelse de, hanımefendileri üzülse, eve geldiğinde Mehmed efendi, Hocamızı azarlardı. Bunları Hocam bana anlattı. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra da muhabbetleri ve görüşmeleri devâm etti. İstanbul’daki evlerinde ve bir zaman Bursa’da ben de sohbetlerinde bulundum. Mehmed efendi ile görüşemedikleri zaman mektûblaşırlardı. Mehmed efendi Hocamızın bütün mektûblarını saklardı. Hepsini kendisinden alıp yazdım. On altı adettirler. Defterimde saklıyorum. İsterseniz bir tanesini arz edeyim:

9-                            Rebî'ül-evvel - 1 378 - Salı

Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, muhterem fazîletli elhâc Mehmed Haksever kardeşim!

Ziyâret-i Harameyn-i şerîfeynden sihhat ve âfiyyetle kudûm-i şerîfiniz bu fakîri ziyâdesiyle memnûn eyledi. Cenâb-ı Hak tekrârı ile şereflendirsin. Attâr dükkânından çıkan her şey, latîf râyıha neşr eylediği gibi, zât-i âliniz de her sene Harameyn-i şerîfeyne mahsûs olan eltâf ve envâr-ı ilâhîye deryasına gark olarak nûr hâlini aldığınız muhakkaktır. Siz bu hâle belki vâkıf olmazsınız. Fakat aşk ile, şevk ile olan maiyyetin [beraberliğin] tesiri inkâr olunamaz. Bizler için ne büyük seâdettir ki, o makamât-ı mukaddesede ve o deryâ-yı rahmet içerisinde, kalbiniz mâsivâdan tecerrüd edip, tecelliyât-ı samedaniyye ile memlû [dolu] iken, bu fakîrleri yâd buyurmak [hatırlamak] şerefini ihsân buyurmuşsunuz.

Birinci mektûbunuzda tebşîr buyurduğunuz vecihle Vehhâbîlere âid iki ilmihâl kitâbını alıp getirmiş olduğunuz buna bâriz bir şâhiddir. Cenâb-ı Mevlâ-yı müteâl ecrinizi mezîd ve lutuflarınızın mükâfâtını kat kat tezyid buyursun. Kayınpederim Ziyâ bey, Temmuzun yirmi dördüncü günü vefât eyledi. Ve tam kırk gün sonra kayın vâlidem âhırete intikal eyledi. Bu iki vak'a hepimizi dilhûn eyledi [kalbimizi kana boğdu]. Her ikisi de, kelîme-i tevhîd okuyarak refîk-ı a'lâya, makamât-ı âliyyeye [yüce makamlara] vâsıl oldular. Fakat bizleri ateş-i fırak ile [ayrılık ateşiyle] dilsûz eylediler [yaktılar]. Kazâ-ı ilâhîye sabr ile vezâif-i bendegiyi [kulluk vazîfelerini] ifâya say ediyoruz. [yerine getirmeye çalışıyoruz]. Dua ve Fâtiha ihsân buyurmanızı istirham eyleriz. Dâhilden dâhile selâm ve hurmet ediyorlar.

İkinci mektûbunuzdaki dua ve teveccühlerinize çok teşekkür ediyoruz. Abdülhakîm ve Dilvîn mübârek ellerinizden öperler. Seâdet-i Ebediyye kitâbımızın, birinci kısmı ikinci tab'ı [baskısı] dörtyüz sahîfe olarak yeniden çıktı. Alî efendi kardeşimiz Hâcı Bayram’dan alıp okusun. İçinde gençlere fâideli çok şeyler var. İstanbul’a teşrîfiniz ve lezzetli sohbetlerinizi çok bekliyoruz.

Kıymetli dualarınızın devâmını istirham eder, âcizane dualarımı takdîm eylerim ve oradaki müslüman kardeşlerime selâm eylerim, efendim. Mevlid-i nebî kandilinizi ayrıca tebrîk ederim efendim. Kardeşiniz Hüseyin Hilmî.

Yer müsâid olsaydı, hepsini yazardım. Azdan çoğa işâret vardır, demişlerdir.

Hacı Mehmed efendinin evinde idik. Şöyle anlattı: Alman imparatoru ikinci Vilhelm, Şam'a gitmiş, orada Selahaddin Eyyûbi’nin kabrini ziyaret etmişti. Türbeyi uzaktan görünce, attan inmiş, kapıya gelince, âvize ve benzeri hediyeleri içeri gönderip, kendisi sürünerek türbeye girmiş ve ziyâretten sonra aynı işleri yaparak dönmüş, murahhaslar koskoca Alman imparatorluğunu küçük düşürdünüz, diye sitemâmiz konuşunca: "Benim bu büyük sultana teşekkür borcum vardı, onu yerine getirdim" cevâbını vermiş, nereden kalmadır, soranlara Cihâd-ı mukaddes [Haçlı savaşları] esnâsında, Avrupa’dan kırk tane prens, bu hükümdâra teslim olmuş, o hepsini bir yere toplayıp, size ne muâmele etmemi

bekliyorsunuz, siz benim yerime olsaydınız, bize ne muâmele ederdiniz, diye sormuş da, prenslerin hepsi sizi öldürürdük, biz de sizden ölümümüzü bekliyoruz, demişler. Ama o büyük sultan: "Hayır, sizi öldürmeyeceğim; hepiniz ülkelerinize dönün, isterseniz asker toplayıp gelin, ama bilin ki yenileceksiniz ve o zaman âkıbetiniz şimdiki gibi olmayabilir" buyurmuştu. O prenslerden biri de benim ceddim idi. Onu o zaman serbest bırakmasaydı, ben bugün olmazdım. Onun teşekkürü için geldim. Bu saygı ve teşekkürle biraz rahatladım, cevâbını verdi.

Hacı Mehmed Efendi, İstanbul’da Emîn efendi ekolüne mensubdu. Emîn efendi [Oflu], talebesi Hüsrev efendi, onun da talebesi Süleyman efendi olup, Fâtih ders-i âmlarından [hocalarından] idiler.

Hocamızdan dinledim: Ankara’dan İstanbul’a gelecektim. Hacı Mehmed efendi, bağlı olduğu Süleyman efendiye vermem için bana bir zarf verdi. Herhalde içinde para vardı. İstanbul’a gidince, Fâtih Câmi'i civarındaki evini buldum. Kapıyı çaldım. Kapı açıldı. Uzun boylu, sarıklı, cübbeli ulemâ zeyyinde bir zât çıktı. Selâmdan sonra, kendisine hacı Mehmed efendinin selâmını söyledim ve emanetini uzâttım. Teşekkür etti ve: "Ankara’ya döneceğiniz zaman uğrarsınız. Cevâbını takdîm ederim" dedi. Döneceğim gün uğradım. Bir mektûb verdi. Oradan ayrılıp Abdülhakîm efendiye (kuddise sirruh) geldim. Elini öptüm, edeble oturdum, başımı önüme iğdim. Neden başımı önüme iğdim diyorum, biliyor musunuz? Anlatayım. Bir gün Efendi’nin sohbetinde, iki defa yüzüne bakmak için başımı kaldırdım da, ikisinde de göz göze geldik, o başını çevirdi, ben de başımı önüme iğdim. Demek ki, benim başım önüme iğik iken, o bana nazar ediyormuş. İkisinde de, ne kadar mahcûb oldum, bir bilseniz! Onun için, ondan sonra huzûrunda başımı önüme iğdim ve oturdum. Çünkü büyüklerle göz göze gelmek hoş bir şey değildir. Sözümüze gelelim:

Efendi hazretleri, Hilmî nereden geliyorsun? buyurdu. Anlattım. "Mektûb yanınızda mıdır?" buyurdu. Evet efendim, dedim. "Açın, okuyun" buyurdu. O zamana kadar böyle bir şey yaptıklarına hiç şâhîd olmamıştım. Taaccüb ettim, ama emr etmişlerdi, açtım, okudum. Uzun bir mektûbdu. İçinde, üç ay sonra müslümanların şöyle bir zaferi olacak, altı ay sonra müslümanlar şöyle rahatlayacak, bir sene sonra memleketimizde müslümanlara şu imkânlar, iki sene sonra şu kolaylıklar sağlanacak şeklinde, baştan sona gaybî haberlerle dolu idi. Bitirdiğim zaman, bitti mi? buyurdular. Bitti efendim, dedim. "Zarfına koyun; kapatın, hepsi yalan, hepsi yalan” buyurdular.

Hacı Mehmed efendi, temiz, dürüst, doğru, sâlih bir mü’min idi. Kırk

kadar hac yaptı. Ankara’da herkes tanırdı, onun için vekâleti olan, onu bedelle hacca gönderirdi. Allah rahmet eylesin.

Ankara’da okurken, arz ettiğim gibi, her izin, tatil ve fırsatta İstanbul’a, hocamızı ziyârete ve sohbetinde bulunmağa gelirdim. Gerçekten bedenim Ankara’da, kalbim İstanbul’da, Onlarla beraberdi. Bir gece rüyâda, o kadar yükselmişim ki, ayın dünyâdan mesafesi kadar aydan yukarı çıkmışım ve aya yukarıdan aşağı bakıyordum. Ertesi gün bir imkân zuhûr etti ve akşamleyin İstanbul’a geldim. Demek ki, rüya, o haberin müjdecisi imiş. İzmit Körfezi’nde denizi görünce, o kadar sevinirdim ki, kendimi denizin üstünde uçuşan martılardan hafîf ve neş'eli bulur, bir an evvel Hocama kavuşmak arzusu ve kalbimde Onlara beslediğim muhabbet helecana gelir, kalbim normalin çok üstünde atmağa başlardı. Bana göre dünyâ, Türkiye; Türkiye, İstanbul; İstanbul da Hocamın evi idi. Dünyam orası idi. O dünyâda hiç bir keder, hiç bir ihtiras, ev, bark, âile düşüncesi yok idi. Sâdece Onlar ve huzûrlarında muhabbetleri ile yanan bu garîb. Ah o günler. Gerçekten, "geçmiş zaman olur ki, hayâlî cihân değer”, sözü ne güzel söylenmiştir.

Her gidişimde Mektûbât okurlardı. Çünkü İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden sonra, bu yolun büyüklerinin sohbetlerinde, hep Mektûbât okundu. "Ben Mektûbât’ı aslı üzere Fârsça’sından okumak için fârisîyi öğrendim" buyurdular. O zaman, bir kitâb için bir dil öğrenilir mi, düşündüm, ama sonunda ben de Onlar gibi, Mektûbâtı aslî dilinden okumak için fârisîyi öğrendim.

Şöyle anlattılar: Mehmed Emîn Tokadî [kuddise sirruh] Mekkede Ahmed-i Yekdest [tek kollu] hazretlerinden kemâle geldi. Ahmed-i Yekdest, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin husûsî kahvesini kendisi pişirir, husûsî misafirlerine de o ikrâm ederdi. Rahmetli Ahmed Mekkî efendiden duydum: "Muhammed Ma'sûm hazretlerinin husûsî misafirleri için her gün bir buçuk kilo kahve harcanırdı. Boş zamanlarında Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetinde bulundu ve kemâle geldi. Harameyn-i şerîfeyne mürşid olarak vazîfelendirildi. Muhammed Ma'sumun velâyetteki yüceliğine bakın ki, ocakçı başısı Harameyn’de mürşid-i kâmil olarak insanları irşâd ile vazîfelendirildi. İşte Mehmed Emin Tokadî hazretleri bundan hilâfetle İstanbul’a gelip Zeyrek’te irşâda başladı. Mektûbât’ı yoktu. Ahmed-i Yekdest hazretlerinden Mektûbât’tan dinlediklerini anlatırdı, ama Reşâhattan okurdu. Sonra halîfelerinden Müstakîmzâde hazretleri Mektûbât’ı elde edince, altı cildini de Osmanlıca’ya, ya'nî Türkçe’ye çevirdi ve büyük bir hizmet etti." Ondan sonraki ilk terceme Hocamızın Mektûbât tercemesidir. Allah hepsinden râzı olsun.

Her ni'metin hasedcisi olur, kaidesince, Hocamızı da çekemeyenler oldu. Bu kurb-ı kıyâmette, Mudıl ism-i şerîfinin tecelli ettiği bir zamanda, celâlin cemâli takaddum eylediği bir âvânda insanlara bu kadar iyilik etmenin bir karşılığı, bir cezâsı olacaktı. Ve oldu. 1960 eğitim ve öğretim yılı ortasında, ocak ayında Erzincan As. Lisesi kimyâ öğretmenliğine tayîn olundu. Sebeb, her zamanki gibi, havadan sudan bahâneler. Esas sebeb, tabiî ki Hocamızın hizmetlerinin akamete uğratılmasıydı. İsti’fa etmedi. Erzincan'a gitti. Çünkü Efendi hazretlerinden: "İsti'fa etmeyin" emrini duymuş idi.

Erzincan bir Anadolu şehri, Lisedeki talebe saf, temiz rûhlu ana-baba evlâdı. Orada bulunduğu beş-altı ay içinde o temiz rûhlu, îmânlı gençler etrafına toplandı. Kapının biri kapanırsa, diğeri açılır, sözü gereğince, İstanbul’da bırakmış olduğu talebenin mislini Allahü teâlâ Erzincan’da kendisine verdi.

Ben o zaman Ankara’da idim. Üniversitede son senem idi. Hocamız, her ta'til, sömestr veya imkân bulduğu zaman İstanbul’a geliyordu. Çünkü âilesini götürmemişlerdi. O zaman altı senelik albay idiler. Geliş gidişlerinde ve İstanbul’da kalışlarında, elimizden gelen her imkânı değerlendirip, Onlarla beraber olmağa çalışırdık. Meselâ bir defasında İstanbul’a geçiyorlardı. Ankara Cebeci İstasyonu’nda tren durunca, her arkadaş bir kompartımana bakacaktık. Hakkın hikmeti, benim baktığım odadalarmış. Arkadaşlar, oraya gelinceye kadar, biz ikimiz baş başa kaldık. Sonra: "Hadîs-i şerîfde: "Mü’minin firâsetinden korkun, çünkü o, Allah’ın nûruyla bakar" buyuruldu. Süleyman bey de, firâsetiyle bizi burada buldu”, dediler. Polatlı’ya kadar beraber gidecektik ve orada inip, biz Ankara’ya dönecektik. Ankara’dan çıkarken akşam oldu. Hocamız, arkadaşlara —ki iki üç kişi idiler— furkonda namazınızı kılın, gelin dediler. Biz ikimiz, Onlar imâm, ben müezzin ve cemaat olup, kompartımanda namazı cemâ’atle kıldık. Trende çok güzel şeylerden bahsettiler. Büyük evliyâdan biri [Muhyiddîn Arabî hazretleri] namazda teşehhüdde esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü derken, Resûlullah’ı baş gözüyle görmeseydi, namazını iâde ederdi, buyurdular. Nitekim, Efendi hazretleri buyurur ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç yerde ümmetine hâzır olur:

1-  Namazda, teşehhüde, esselâmü aleyke üyyühennebiyyü derken

2-  Sekerât-ı mevt hâlinde, ya'nî canını teslîm edeceği vakt.

3-  Kabirde Münker ve Nekir süâl sormak için geldiklerinde.

Bu çok mühim üç yerde Resûlullah’ın ümmetine görünmesi, ümmetin seâdetine vesîle olmaklığı içindir, İnşaallahü teâlâ. Polatlı’ya kadar sohbet ederek gittik.

Bir başka zaman Onlar İstanbul’da iken, ben de İstanbul’a geldim. Herhalde şubat sömestr tatili idi. Bir gün Karaköy’den Eminönü’ne doğru geliyorduk. "Hocam, siz Erzincan’a dönerken, ben de Ankara’ya kadar sizinle gelmek istiyorum” diye arz ettim. İlle de benimle beraber mi olmak istiyorsunuz? dediler. Evet efendim, dedim. O zaman filân gün akşam üstü filân sâatteki trende biletinizi alın, ama kimseye söylemeyin, buyurdular. Öyle yaptık. Kendilerinden öğrenen İsmail Silleli ve Şâdî bey kardeşimiz onları geçirmeğe geldi. Gece yarısına kadar bizim odada kaldık. Mektûbât okundu ve konpartımanımızda Erzincan’a gitmekte olan bir adamla, dîn düşmanlarına dâir çok konuştular. İlk def’a masaya vurduklarını orada gördüm. Geçirmeğe gelen arkadaşların Ârifiye’de inmelerini buyurdular. Zâten İsmâil ağabey oraya kadar uyumuş idi. Okunanları ve konuşulanları dinleyemedi. Polatlı yakınlarında sabah oldu. Hocamı namaza uyandırmak için, yataklı vagondaki odalarına gittim ve: "Hocam sabah namazı vaktidir" dedim. "Ben de şimdi namazı kıldım ve yattım" buyurdular.

Daha önce yeri gelmişken Polatlı’da Onları karşıladığımız ve ellerini öpmeme müsaade ettiklerini, Süleyman beye muhâlefet edemeyiz, o rüyâ ile hareket ediyor, buyurduklarını yazmıştım.

1960 senesi 28 nisanında devrin başbakanı merhûm Menderes, Ankara Üniversitesine bir ay mecbûrî izin vermişti. Siyâset ortamı karışıktı; bu yüzden talebenin Ankara’da kalmamasını bir tedbir olarak görmüş idi. Herkes memleketine giderken, ben de Erzincanlı kardeşim Lutfî beyle Erzincan’a gitmeğe karar verdim. Mayıs ayının ilk günleri idi. Erzincan’a geldik. İki gündür başım ağrıyordu. Lutfî beyin evine gittik. Kahvaltıdan sonra annesi ilaç verdi ve sonra Askeri Lise’ye Hocamızı ziyârete gittik. Kapıyı çaldık. İçeriden, dünyâda en çok sevdiğim insanın, hocamın o tatlı sesini duydum. "Buyurun, girin" dediler. Girdik. Selâmdan sonra musafeha ettik. "Erzincan, Lutfî beyin memleketidir, siz niye geldiniz?" dediler. Siz çağırdınız, dedim. "Hatırlamıyorum, ben size buraya gelin dedim mi?” buyurdular. Evet, efendim, dedim. "Ne zaman, nasıl demişim?" buyurdular. Mektûbda bana: "Kardeşim Süleyman, beni çok sev, çok ara demiştiniz; aradım ve Sizi burada buldum, hocam”, diye arz edince, "Tekrar hoşgeldiniz kardeşim" buyurdular. Çeşitli husûslarda konuştuk. Bir ara,: "Şu caddenin ismi Trabzon caddesidir, Trabzon’a gidecek misiniz?" buyurdular. Efendim, ben buraya geldim, dedim. Daha çok memnûn oldular ve: "Nerede kalacaksınız?" buyurdular. Lutfî beyin evi olabilir, dedim. "Âile evi uygun olmaz.

Âkif ve Selçuk teğmenlerin evi uygundur. Siz orada kalın; ben de oraya gelirim, o arkadaşlara selâmımı söyleyin dediler. Ve o andan itibaren benim Erzincan ziyâretim başlamış oldu. Yirmibeş gün kaldım. Yirmidört gün Hocamla görüştüm. O bir gün de, Onların bizim eve, bizim de Onları görmek için Liseye çıktığımız gün idi. Karşılaşamadık. Bu ziyâretin hayatımda ayrı bir yeri vardır.

Erzincan’da yanlarında İbni Âbidin, Mektûbât, Tezkiret-ül Evliyâ, Divân-ı Mevlânâ Hâlid ve benzeri kitâblar vardı. Bu kitâbları Onlardan çok dinledim. Ez gubâr naka-ı Leylâ ki... beytini orada bana yazıp verdiler. Ömer bin Fârid hazretlerinin,

İn nilte yâ rıhassaba

Yevmen ilâ ard-ıl harâm diye başlayan kasîdesini de yazıp verdiler. Hâtıra olarak saklıyorum. Büyüklerimize dâir o kadar muhabbet menkıbeleri ve mecâzi aşka dâir Leylâ ve Mecnûn, Yûsuf ile Zelihâ hikâyeleri dinledim ki, hangisini yazayım: Meselâ Zeliha, Yûsuf aleyhisselâmı o kadar severdi ki, onun sevgisinde fânî olmuş, aya baksa, bu Yûsuf’dur, yıldızı görse Yûsuf’um, ağaca baksa, ah Yûsuf der olmuş idi. Mecnûn Leylâ’nın aşkında o kadar ileri gitmiş, kendini unutmuştu ki, ağzından, ben Leylâ’yım, sözü çıkıvermişti. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) bir gün Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir, utanarak, "Yâ Resulullah, sizi o kadar çok seviyorum ki, değil başka yerde, helâda bile mubârek cemâliniz gözümün önünden gitmiyor, sizden hayâ ediyorum" dedi. Abdullah İbni Abbâs'a Hazret-i Âişe vâlidemiz, Resûlullah’ın aynasını vermişti. Bakınca, aynada kendini değil, Resûlullah efendimizi görmüş idi. Muhabbetleri onları, Resûlullah’da fenâ mertebesine ulaştırmıştı.

Yeri gelmişken bu şekilde muhabbet ve aşk hikâyelerinden anlattıklarından hatırımda kalanları buraya yazayım. Bir büyüğün açıklamalarına mevzû olmuş olduklarından inşaallah okuyanlara fâideli olurlar, yâ'nî mecâzı aşktan hakîkî muhabbete yol bulurlar. Abdülhakîm Efendi buyuruyor ki, hiç bir kimse Allahü teâlâya âşık olamaz. Çünkü aşk, muhabbetin, sevmenin çoğuna diyorlar. Allahü teâlâ ne kadar sevilse, lâyıktır ve azdır. Bunun için Onu sevmekte, icâbettiğinden çok denemez. İnsanlarda ise aşk, gereğinden fazla sevmeğe denir. O halde, insanlar birbirine âşık olabilir, ama Allahü teâlâya âşık olunmaz. Çünkü ne kadar sevilse, icâbeden sevgiye ulaşılmaz, nerede kaldı ki çok, olsun. Mühim bilgidir, çok yerde lâzım olur. Ama mecâzen Hak âşıkı denir.

Mecnûn bir köye gelir, Köy meydanında yanan bir ateş görür. Hayır ola, bu ateş, neyin nesidir? sorar. Derler ki, bu köyde çok güzel bir kız vardır .Bütün gençler ona âşıklar. O da gerçek âşıkla, yalancıyı birbirinden ayırmak için bu ateşi yaktı, kendisi evinin balkonundan bakıyor. Ateşin içine girip, ondan geçenin, gerçekten kendisini çok sevdiğini görmek ister. Gençlere, hadi bakalım, gösterin aşkınızı der. Biri koşar, ateşin sağından, diğeri solundan geçer. Biri gelir yanında durur. Hiç kimse ateşe giremez ve hepsinin yalancı oldukları ortaya çıkar. Ama biri var ki, ateşe doğru metanetle yürür, yürürken göz ucuyla kendisini yakan Leylâ’ya bakar. Leylâ’nın aşk ateşini, ateşten sıcak bulur da, Bismillah deyip, ateşe girer ve yürüyüp içinden geçer. Bütün gençler pür dikkat ona bakarlar ve alevler arasında onu göremezler. Ama biraz sonra, biz bundan bir şey anlamadık, ateşe hiç girmemiş gibisin derler. Mecnûn, siz ateş görmediniz, aşk denen alevleri kalbde söndürmediniz, bu ateş kalbdeki ateşin yanında soğuk kalır, âşıkın kanı ve gözyaşı ateşten çok sıcaktır, der ve döner Leylâ’ya:

Senin yaktığın kalbi, ateş yakamaz Leylâ Ve sana bu göz ile, kimse bakamaz Leylâ Acıların, elemin, aşktır, en tatlısı bil,

Ey Leylâ sana âşık olmayan insan değil... der.

Madem söz buraya geldi, Onların anlattıklarını manzum olarak yazdığım, altı cilddeki Mektûbât sayısınca beyitten ibâret olan Divânımdan birkaç sahîfe arz edeyim:

Mecâzî bir güzeli seven böyle olursa Yâ, hakîkî güzele bir gönül tutulursa,

Onu ne ateş yakar, ne derya, deniz boğar.

Öyle büyük olur ki, âlemlere zor sığar.

Bu Hak âşıklarından Cüzeyrîdir birisi Kuşatmıştır âlemi inleyen, yanık sesi Her beyti birer lavdır kalbindeki volkandan Âlemlerin rabbine öyle âşık ki, candan.

Tutamaz kalbindeki aşk kıvılcımlarını Tenhâ bir yerde döker Rabbine sırlarını Yanık yanık şiirler gelir yanan kalbinden Birçokları anlamaz onun fasîh dilinden

Aşkını, sevgisini dökmek için Rabbine


Yaslanır da bir taşa ne gelirse kalbine O hakîkî ma'şukun zülfünden, yanağından Beninden, gamzesinden, aşkından, bakışından.

Kalbleri yakışından, canlara te'sirinden Ağlayarak bahseder, sonra kalkar yerinden Feryad ve figanını duyan azîz köylüler Civarın ağasının huzuruna giderler.

Derler, Cüzeyrî kızına aşıktır, iflâh etmez Ve hep ondan bahs eder, uyumaz, yimez, içmez. -Der ki, veririm, âşık yeter ma'şuka ersin Kerîmem evlenecek, varsın onla evlensin.

Cüzeyrîye müjdeyi vermek için köylüler,

Acele gitmek için sanki yarış ederler.

Gelirler, sevin, derler, artık elem bitiyor Hayâlindeki hayat şimdi ele geçiyor.

-Hayrola, n'oldu size, neler söylüyorsunuz, Hayatı aşkta bulan için ne diyorsunuz.

-Ağa kızını size verecek, biz söyledik,

-Cüzeyrî kızın için figan ediyor, dedik.

Yanık yanık şiirler söyler onu överdin "Sende olan güzellik âlemde yoktur" derdin O emsâlsiz bakışın ve o candan yakışın Bir görünüp, âşıkı yakmak mı senin işin?

Zülfünün her bir teli, gönlüme darağacı Yâ bir an önce öldür, ya gel, hâlime acı O endam, o güzellik, o yalnızlık ve o naz,

Sâhibi ne göklere ne de yere sığmaz.

Senin bir yerin vardır, gönülde aşkın tahtı,

Bir daha rûnümâ ol, sevindir bu bî-bahtı.

Etim sen, kemiğim sen, iliğim senden söyler Her zerrem seni aşkla, tam muhabbetle sever

Ama gönlümdür yerin derdin onu överdin Ağanın kızı için yanık yanık söylerdin.

Çünkü bu havâlide ondan güzeli yoktur Cüzeyrî der - dünyâda ağâ ve kızı çoktur.

Tûr-i Sînâda Mûsa, görün, yâ Rabbi, dedi,

Len terânî nidâsı Allahdan ona geldi.

Beni görmek istersen, şu dağa nazar eyle! Tâhâmmülün var ise, sonra göreyim söyle.

Hak tecelli edince, dağ cayır cayır yandı, Mûsa aleyhisselâm düştü yere uzandı.

Ve kendine gelince Hakka tevbe eyledi Yâ Rab afv eyle beni, ilk mü’min benim, dedi.

Resûlullah’ın mîrâc gecesi gördüğü Hak, Zâtın kendisi idi. Oydu mahbub-i mutlak. Muhibler düşer iken, mahbûblar yükseliyor Hatta Kâbe kavseyne, ev ednaya varıyor.

O güzeller güzeli Hazret-i Allaha ben,

Âşık olmuş yanarım, neler söylüyorsun sen. İnsanlarla işim yok, düşünmem ağa, kızı Siz işinize bakın, bırakın bu yalnızı.

Her gün hep aynı taşa yaslanır da Cüzeyrî, Öyle ısınır taşın sırtına değen yeri.

Bunun farkına varır, zaif bir kocakarı Der bu yanan âşıkın bana da olsun kârı.

Cüzeyrî ayrılınca her gün bu sır taşından Elinde teknesiyle bu gider arkasından. Sırtına değen yere, hamuru koyuverir,

Taşın o sıcaklığı, onu hemen pişirir.

Ne sır taşı sır söyler, ve kadın haber verir, Aşık Cüzeyrî ise, severek yanar, erir. Yandıkça olgunlaşır, olgunlaştıkça yanar,

Başka bir şey düşünmez, yalnız Allah’ı anar.

Aşk ile, edeb ile sâatlerce kalbine,

Yönelir, tazarru'la hep yalvarır Rabbine. Renkten renge girer o, Allah Allah dedikçe,

Daha çok Allah söyler, daha çok yükseldikçe.

Vücudu zerre zerre, hep Allah Allah söyler, Nihâyet sultan-ı zikr onu istilâ eder. Kendinden fânî olup kavuşunca bekâya Başka nazarla bakar, şimdi eski aynaya.

İşte aşk, işte sevgi, insanı insan yapan,


Daha korkunç ne vardır, sevgisiz yaşamaktan.

Muhabbet rûh gıdası, aşk gönlün otağıdır Gerçek feyiz kapısı, bu muhabbet bağıdır.

Muhabbet râbıtası medâr-ı sâlikândır Bunsuz kavuşmak çok zor, ya ender, ya yalandır Cân-ı Cânân diyor ki, çok gördüm şu dünyâda İkiye bölünmüştür bir kişi bir kılıcda

Aşk kılıcını gör ki, ne kerâmet var onda İki kişiyi bir tek ediyor bir vuruşta Ve böylece pîrinin kalbindeki fuyuzât Kalbine aks ediyor, daha nice kemâlât

Buraya kadar yazdığımız şiirin ma'nâsını Seyyid Abdülhakîm Efendi anlatmış ve eshâbından Hâbil efendi nakletmiştir. Ben sadece şiir hâline soktum. İnşaallah bu mevzûları ihtivâ eden o defterimi de bir gün, bu harflere çevirip, okumak isteyenlerin nazarlarına arz ederim.

Hocamdan dinledim: Îsâ aleyhisselâm bir köye gelir. Oradakilere hakîkî muhabbetten, Allah sevgisinden bahs eder. Bir genç kalkıp der ki, ey Allah’ın peygamberi! Rabbine dua et de, bana kendi muhabbeti denizinden bir damla versin. Îsâ aleyhisselâm, dayanamazsın, yarım damla iste, buyurur. O versin de, ben dayanamayayım, der. Îsâ aleyhisselâm dua eder ve gider. Dönüşte, yine o köye uğrar ve o gencin hâlini sorar. Sizden sonra, ona bir hal oldu, şaşkın, meczûb bir halde şu tarafa gitti; o zamandan beri haberimiz yok, derler. Dedikleri tarafa gider. Bir tümseğin üstünde, ellerini gökyüzüne açmış, hareket etmez vaziyette görür. Selâm verir, duymaz.Dokunur, hareket etmez. İşte o zaman Haktan bir nidâ gelir: "O Rabbine âşıktır, ciğerini söksen de hareket etmez" buyurur.

Hocamdan buna benzer o kadar çok aşk hikâyeleri dinledim ve o genç yaşta bu hikâyeler bana o kadar te'sîr etti ki, muhabbet ve aşkın, insanın lâzım-ı gayr-ı müfârıkı olduğuna inandım. Şimdi yine Erzincan hâtıralarına gelelim:

Her gün beraber idik. Diyebilirim ki, ömrümde Onlarla bu kadar sık ve çok beraber olmamıştım. Bir gün bizi tabıldota götürdüler. Yemekten sonra: "Artan ekmekleri alın, benim odama getirin" dediler. Yemekhânedeki öğretmenlerin büyük kısmını tanıyordum. Yemeği yedikten sonra, elimde ekmek parçaları ile onların arasından geçmek, nefsime ağır geldi ve kardeşim Lütfî beye: "Babam bunu bana emr etseydi, yapmazdım, ama Hocamız emr etti, alıp götüreceğiz" dedim ve aldık, önümüze bakarak Hocamızın odasına geldik. "Bu ekmek parçalarını niye istedim, biliyor musunuz? Ben günde bir def’a öğleyin tabıldotta yemek yerim, oradan artan ekmekleri akşam su ile yerim, benim yemeğim bu kadardır" buyurdular ve: "Bakın size bir şey anlatayım: Bursa’da idim. Bizim hanım, arada bir İstanbul’a kayınpederin yanına gider kalırdı. Oradan bana mektûb yazar, Hilmîciğim, kendine iyi bak, en iyi lokantalarda yemek ye, sakın açlık ve yalnızlık çekme, derdi. Ben de: "Merak etmeyin, en iyi yemekleri yiyorum, derdim, ama kuru ekmek, tuz, taze soğan, yeşil biber yer, Eshâb-ı kirâm efendilerimizin hâlini hâtırlar, bu yediklerim bana, en iyi yemeklerden lezzetli gelirdi" dediler.

Bir gün eve geldik. Kapının altında Hocamıza gelmiş bir mektûb bulduk. Ya'nî Hocamız bizim eve gelmişler, kimseyi bulamamışlar ve geldiklerini bildirmek için, o mektûbu kapının altından içeri atmışlar. Halbuki biz de, aynı sâatte Onları görmek arzûsuyla Askerî Lise’ye çıkmıştık. Ertesi gün, gelirler diye ikindiye kadar hepimiz evde oturduk. İkindi namazından sonra ben, liseye gidiyorum dedim. Lutfî bey kardeşim de geldi. Diğerleri, selâmımızı söylersiniz, deyip gelmediler. Liseye çıktık. Akşam yaklaşmıştı. Hocamızın kapısını çaldık. Buyur edildik ve sonra: "Siz mescide gidin, ben de üstümü giyinip, mescide geleceğim" buyurdular. Gittik. Akşam namazına yakın geldiler. Namazı, Onların emir eri Hüseyin kıldırdı. Namazdan sonra güzel bir sohbet oldu. Yatsı ezânı vaktinden bir sâat sonrasına kadar uzadı. Bir ara, "Yatsı oldu mu?" dediler. Bir sâat geçti, dedik. "Eskiden sohbetlerde vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı" buyurdular. Şimdi o akşamki sohbette konuştuklarından hâtırımda kalanları arz edeyim:

SOHBET: Buyurdular ki: Kur'ân-ı kerîm okumak çok sevâbdır, çok hayırlı bir ameldir. Rabbinin kelâmını dili ile söylemek şerefine kavuşmaktır. Melekler Kur'ân okuyamadıkları için, Kur'ân-ı kerîm okunan yerlerde toplanırlar, dinlerler. Ama Kur'ân-ı kerîm okuyanın onun edebine, hukukuna riâyet etmesi lâzımdır. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir kimseye Kur'ân-ı kerîm okumak ni'meti verilir de, bir başkasına bundan daha çok ni'met verildi derse, Allahü teâlânın büyük dediğini küçültmüş olur" buyurdu. Kur'an okuyan ağzın ve dilin, harâm işlememesi, kırâatin edeblerindendir. Bir kimse, Allah korusun, içki içer, yahud yalan konuşur, yahud gıybet eder, yahud fuhuş söyler, yahud benzeri günâhları işler ve Kur'ân okur ise, onun okuması, kirli bir lağım borusundan temiz su akıtmağa benzer ki, fayda vermez, kimse o suyu alıp içmez. O halde ehl-i Kur'an olanların, hâfızların ağızlarını, dillerini korumağa çok dikkat etmeleri, Allahü teâlânın kelâm sıfatının tezâhürü için okumaları lâzım gelmektedir. Yoksa hadîs-i şerîfde: "Çok Kur'ân okuyanlar vardır ki, Kur'ân onlara lânet eder" buyurulanlara girebilirler.

Hadîs-i şerîfde: "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır" buyuruldu. Demek ki, bu dünyâ hayatı bir uykudan, bir rüyâdan ibârettir. O halde dünyâya bir rüyâ kadar kıymet verelim. İnsan ölünce, hattâ ölmeğe yakın gözü açılır, görmediği şeyleri görür. Peygamber Efendimizi, melekleri, Cenneti, Cehennemi veya onlardan bir takım misâller görür. Onun için kâfirlerin, can çekişme zamanında îmân etmeleri sahîh değildir. Çünkü îmânın gaybî olması şarttır. Onlar o halde, öbür dünyâya âid bazı şeyleri müşâhede ettiklerinden, îmânları, gaybî olmaktan çıkmıştır. Bir çokları, öbür dünyâdan gelen var mı? diyorlar. Oradan birinin gelip söylemesi mi daha inandırıcıdır, Peygamber Efendimizin Allahü teâlâdan haber vererek bildirmesi mi? Yazıklar olsun. Dine karşı olan kinleri, akıllarını örttüğü gibi sözlerinde de hiç bir mantıkî değer yoktur. Ma'nasız sözleri, tıpkı yaş odunun yanarken koyu bir duman çıkarmasına benziyor ki, orada bulunanları rahatsız etmekten başka kimseye bir faydası olmaz. Halbuki Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünyaya gelen bir kimse, tekrâr ana rahmine dönmek istemediği gibi, dünyâdan çıkan bir kimse de, tekrar bu zulmetli, karanlık dünyâya dönmek istemez" buyurmuştur.

Mü’minler ibâdeti sevdikleri gibi, ibâdet yerlerini de severler. Mescidlere, ibâdethânelere yardımı ibâdet gibi hayırlı işlerden bilirler. "Bir mescide bir seccâde koyanın sevâbı, o seccâde orada durdukça yazılmaya devâm eder" hadîs-i şerîfi sadaka-ı câriyenin ne kadar sevâb ve öldükten sonra devâm ettiğini göstermektedir. Nitekim bir hadîs-i şerîfde: "Mü’min mescidde, sudaki balık gibidir. Münâfik ise mescidde, kafesteki kuş gibidir" buyurulmuştur. Münâfıklar, mescide girseler de, orada rahat edemezler, bir an evvel kendilerini dışarı atmak isterlerken, mü’minler, aksine mescidden çıkarken gözü arkada kalıp, ezân okunsa da yine mescide gelsem, derler. Demek ki, aralarında çok fark vardır.

İnsan bir günâh işlerse, onu gizlemeli, dile almamalı, hele övünmek, iftihar etmek için, hiç söylememelidir. Çünkü hadîs-i şerîfte "Günâhı izhar, ayrıca günâhdır" buyuruldu. Bir günâh işlerse, hemen tevbe etmeli ve ardından bir iyilik edip, ona keffâret kılmalıdır. Meselâ iki rek'at namaz kılıp, tevbe ve istiğfar etmelidir. Günâh işleyip, tevbeyi geciktirmek ayrıca günâhdır.

Günâh olan bir emir dinlenmez. En büyük âmir Allahü teâlâdır. İki âmirin emirleri karşılaşırsa, en büyük âmirin emri yapılır. Hadîs-i şerîfde: "Allah katında günâh olan şeyde kimseye itâat olunmaz" buyuruldu. Demek ki, kişiye anası, babası veya sevdiği birisi bir günâhla emretse, böyle bir emir yerine getirilmez. Bir hadîs-i şerîfte: "Hayâ edilmesi lâzım gelenlerin birincisi Allahü teâlâdır" buyuruldu. Bunun için gizli-alenî hiç günâh işlememelidir. Kişinin kıymeti günâhının azlığı ile ölçülür.

Mü’minler sevişmeli, sevişmek için birbirini aramalı, sormalı, yardım etmelidir. Hadîs-i şerîfde: "Hediyeleşiniz, sevişiniz" buyuruldu. Hediyeleşmek sünnettir. Sünnet ise, dînimizin ana maddelerinden biridir. Bilhassa hediyeleşmenin, sevişmenin kalktığı bu zamanda bu sünneti ihyâ etmek, islâmı canlandırmak olur.

Devlet reislerine hayır dua etmelidir. İyi iseler, iyiliklerinin artmasına, devâmına ve makamlarında kalmalarına dua etmelidir; yok, iyi değillerse, iyi olmalarına, ıslahlarına dûa etmelidir. "İnsanlar devlet reislerinin dîninde olurlar" hadîs-i şerîfini unutmamalıdır.

İslâm dîninin şiarından biri de ezân okumaktır. Ezânı terk eden toplulukla savaşmak câizdir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Halîfe olmasaydım, müezzin olurdum" buyurmuştur. İnşaallah ezân bahsini bir başka sohbette Îbni Âbidin’den Onların tercemesi ile yazarız. Hadîs-i şerîfde: "Kıyamet günü boynu en uzun olanlar müezzinlerdir" buyuruldu.

—İbni Âbidîn’de diyor ki: Sünnetin terki, vâcibin tehirinden evlâdır.

—Efendim, büyüklerin isimlerini söylemek, rahmet-ilâhîye sebeb olur.

Bu sohbetten sonra yatsı namazını kıldık ve dağıldık. Bahçe yoluyla Onların odalarının bulunduğu binanın kapısına yakın geldik. Gökyüzünde ay parlıyordu. Ya'nî mehtablı bir gece, latif bir hava, gecenin sessizliğinde iki sevgili gibi ayakta duruyorduk. Bende ayrılma endişesi vardı. Hocam, dün biz, sizi görmeğe geldik, siz de eve gelmişsiniz, görüşemedik, çok üzüldüm" dedim. "Siz beni görmek istediniz, buraya geldiniz, ben sizi görmek istedim, eve geldim; Allahü teâlâ görüşmemizi dilemedi, görüşemedik. Buna mı üzülüyorsun?" dediler. Cevâbımda, ben orasını bilmem, üzüldüm, dedim. Buyurdular ki: "Böyle üzülmeniz yerindedir. Zâten kaderi kimse bilmez. Kişinin sevdiğini göremeyince veya ondan ayrılınca üzülmesi tabiîdir. Peygamber Efendimizin oğlu vefât edince, o da üzüldü, mübârek gözlerinden yaşlar döküldü. Bu ağlaması takdîr-i ilâhîye muhalif olmadı. Onun için, sizin bu üzülmeniz bize muhabbetinizdendir. Seviyorsanız, bilin ki seviliyorsunuz." Musahafa ettik ve ayrıldık. Ayrılığın ne kadar acı olduğunu, o geceki gibi bir daha tatmadım. Sanki bir, zorlanıp iki oluyordu.

Bir sohbetlerinden:

—Seyyid Fehîm (kuddise sirruh) hazretlerinin gölgesini gören, evliyâ olduğunu anlardı. O büyüklüğü ile, Efendi hazretlerine âşık idi. Ömründe bir kere teheccüd namazını kaçırmamıştır. Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) hiç farkı yok idi. Penceresinin cam kısmı hasırdanmış. Hacca gidince oğulları bunları değiştirip cam koydurmuşlar. Gelince: "Bu odanın rûhâniyyeti kalmadı" buyurup, eski hâline getirmiştir.

Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretlerinin kardeşi ve kaim makamı Seyyid Sâlih idi. Seyyid Tâhâ hazretleri âhırete intikal edeceği sırada, yerine onu vasıyyet etti. Seyyid Fehîm hazretleri, bu idârî mes'elede hiçbir şeye karışmadı. Bir gece bir hırsız, Seyyid Sâlih hazretlerinin evine girmek maksadıyla, duvardan bahçesine atlar. Âniden bahçe gündüz gibi aydınlık olur. Korkar, duvardan dışarı kaçar. Dışarıyı ise, eskisi gibi zifiri karanlık görür. Cesaretlenip, tekrar bahçeye iner. Bahçeyi yine aydınlık bulur. Pencereden ise Seyyid Sâlih hazretleri onu seyr eder. Hırsıza seslenip: "Gelin, her ne istiyorsanız, size vereyim. Ne almak niyyetiyle geldiysen, hiç çekinme, söyle" buyurur. Hırsız bu hâli görüp, bu sözleri ondan duyunca bahçedeki aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlar. Hemen pişman olup tevbe eder.

Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm hazretlerine daha küçükken teveccüh buyurur ve sonra arabî ilimleri öğrenmek için onu tahsîle gönderir. Kur'ân-ı kerîmin belâgatını anlamak için Mutavvel okuyacaktı. Giderken: "Daralırsan, bana râbıta et, beni hâtırla" buyurur. O zaman zâhirî ilimlerinde en büyük âlimlerinden Molla Resûl Sibkî’ye gönderir. Mutavvel okurken bir yeri iyi anlayamaz. Kendisi de, hocası da üç gün üç gece düşünüp tatmîn olmazlar. O sırada Seyyid Tâhâ hazretlerinin sözünü hâtırlar ve hocası Molla Resûl-i Sibkî’nin yanında Seyyid Tâhâ hazretlerine râbıta eder. Seyyid Tâhâ aynen zuhur edip, üzerinde durdukları ibâreyi okur. Molla Resûl’ün durakladığı yerde eksik olan bir (vav-ı hâliye), ya’nî dilbilgisinde hâl zarfi olan (ve) ilâve ederek okur. Seyyid Fehîm hazretleri hemen, "anladım, anladım" deyip, hocasına müjde verir. Hocası, hayretle, sen mi anladın? diye sorar. Evet efendim, anladım, der. Tekrâr sen mi, anladın, der. Evet, der. Nasıl oldu deyince, Seyyid Tâhâ hazretlerinin, daralırsan bize müracât edersin, sözünü söyler ve "Onlar geldi, bana söyledi" der ve Seyyid

Tâhâ hazretleri bu hareketi ile, o zamana kadar büyüklerin yoluna bir nev'i aykırı giden Molla Resûl’ü, ma'nevî bakımdan tatmîn ve yakîn sâhibi etmekle, daha sonra yüksek hizmet ve sohbetine kavuşmak arzusuna zemîn hazırlamış olur.

Ya'nî evliyânın işi Allahü teâlâ ile olduğu için hallerini aklın dışında kabûl etmeli, onların hallerinden, sözlerinden, fiillerinden anlamadığı bir şey olursa, itiraz etmemeli, Allahü teâlâ ve sevdikleri daha iyi bilir demeli, evliyâyı incitmekten kaçınmalıdır. Çünkü hadîs-i kudsîde: "Evliyâma düşmanlık eden, karşısında beni bulur" buyurulmuştur. Allahü teâlâ bizi bundan korusun ve kendi sevgisi ve sevdiklerinin sevgisi ile kalblerimizi doldursun ve bir an olsun bizi nefsimize bırakmasın. Âmîn.

Büyüklerimiz ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Bir şeyin hepsini yapamayan, hepsini elden kaçırmamalı, yapabildiğini yapmalıdır" buyuruyorlar.

Hadîs-i şerîf: "Dünyâ bir leştir, tâlibi köpeklerdir" - Mektûbât

Hadîs-i şerîf: “Abdestini yenilemek, nûr üstüne nûrdur"

Büyüklerin ölmesiyle büyük oldum. İmâm-ı Rabbânî.

Emir edebden üstündür.

İlimle malın mukayesesi:

1-  İlim, Peygamberlerin mirâsıdır. Mal, Karun, Şeddat gibilerin mirâsıdır.

2-  İlim, sâhibini korur. Malı ise sâhibi korur.

3-  İlim sarf ettikçe artar. Mal sarf ettikçe azalır.

4-  İlim sahibinin dostları çoktur. Mal sâhibinin düşmanları çoktur.

5-   İlim sâhibi, büyükler ve kerîmler yanında da'vetlidir. Mal sâhibi, bahiller ve hemcinsince davetlidir.

6-   İlim hırsızlardan saklanmak istemez. Malın hırsızlardan korunması icâb eder.

7-   İlim, sâhibine kıyâmet günü şefâatçı olur. Mal, sâhibini kıyâmette meşgul eder.

8-  İlim, zamanla çürümez, bozulmaz. Mal zamanla çürür ve telef olur.

9-  İlim, kalbi nûrlandırır. Mal, sâhibine kasvet verir.

10-  İlim sâhibi sâlih âmele sâhib olur. Mal sâhibi rubûbiyyet da'vasında bulunur.

Bir başka SOHBET: Kazâ namazı kılarken, hem ezân, hem de ikamet okunur. Kırda, cemâ’atle olursa, yine yüksek sesle ezân ve ikamet getirilir. Çünkü melekler sesi işitip, kıyâmette şehâdet ederler. Kazâ namazları bir kaç tane olursa, ilk önce ezân ve ikamet okunur, diğerlerinde ezân ihtiyârî, ikamet mecbûrîdir. Seferde, hem ezân, hem ikamet okunur. Eğer mahalle mescidinde ezân okunmuş ise, evde ezân ve ikamete luzûm kalmaz. Câmi'de cemâ’atle namaz kılındıktan sonra, münferid [tek] kılan, ezân ve ikamet okumaz. Müezzini ve imâmı olmayan câmi'de bir namaz için muhtelif zamanlarda gelenlerin hepsi ezân ve ikamet okur. Ezânı işitenin Cum'aya gitmesi vâcib, durup tekrarlaması sünnettir. Arkasında namaz kılmak câiz olmayan bir imâmın veya kişinin cemâ’atine gitmemelidir. Gitmişse, uymamalıdır. Harama helâl diyenin arkasında namaz kılınmaz. Hazret-i Ebû Bekr’in ve Ömer’in (radıyallahü anh) hılâfetini inkâr edenin arkasında namaz kılınmaz. İçki içen, fâiz yiyenlerin arkasında kılınan namaz mekruhtur. Başkası görüyor diye, namazına dikkat edip, iyi kılmağa Tasannu’ [yapmacık] denir. Namaz içindeki, ya'nî sırf namaza âid olan mekrûh işlenirse, o namazın iâdesi, vakit içinde vâcib, vakit çıktıktan sonra vâcib veya müstehabdır. Cemâ'atle kılınan mekrûh namazın iâdesi lâzım gelmez.

Namazın sahîh olması için vaktin girdiğini bilmek lâzımdır. Düâdan sonra elini yüzüne sürmek sünnettir. Du'a dört türlüdür: Cenneti istemek, Cehennem azabından korunmak, küçüklüğünü arz etmek, el kaldırmadan gizlice istemek.

Ömründe bir kere salavât-ı şerîfe getirmeyen, Cehenneme gider. Namazda okunan salavât duaları,salavât yerine geçer. Peygamber Efendimizin ismini işittikçe salavât-ı şerîfe getirmelidir. Kalabalıkta bir kişi salavât getirse diğerlerinden afv olur. Buna vücûb-i kifâye denir. Her işittikçe söylemek sünnettir. Salavât-ı şerîfe duadır. Dua kendine olur. Dua, Allahü teâlâya ibâdettir. Bazıları, Peygambere de fâidesi vardır, dediler. Salât yerine selâm dense de, olur. Aksırıp, elhamdülillah diyene, yerhamükellah demek vâcibdir, sonra birinci veya üçüncü kişi yehdinâ ve yehdîkümullah der.

Tüccârın dükkânını açarken ve kumaşını satarken büyük birisi geldiğinde salavât okumak günâhtır. Cenâze namazında, bir şeyi hatırlamak için, yatağından kalkarken, hutbede ezândan sonra, duaya başlarken, bitirirken musafaha yaparken, abdest aldıkdan sonra, kulak çınlayınca, va'za başlarken, kitâb okumağa başlarken salavât-ı şerîfe getirmek müstehab, yahud sünnettir. Farzın ikinci rek'atında oturunca tehıyyattan sonra salat okumak, insandan bir şey isterken, kurban keserken, aksırırken salavâtı şerîfe getirmek mekrûhdur. İmâm, veya müezzinin sesleri yüksek çıksın diye bağırmaları, va'z verirken bağırmak, Kur'ân-ı kerîm okurken bağırmak günâhdır. Âyet-i kerîmede: "Şartlarına uygun ibâdet edenlerin mükâfatını muhakkak veririm" buyuruldu.

Kelime-i tevhîd riyâ ile makbûl olmaz, [ama salavât-ı şerîfe olur. Salavât-ı şerîfenin riyâlısı da, ihlâslısı gibidir] Namazın içindeki duada başka dille söylemek câiz değildir. Olmayacak şeylere dua etmek de haramdır. Ağaç dikmeden meyve, evlenmeden çocuk istemek gibi.

Namazda selâm verirken, yalnız Esselâmü aleyküm ve rahmetullah denir. Fazla ve eksik olmaz. İmâm, selâm verirken, cemâ’ati erkek ve kadın, cinleri ve melekleri de düşünür.

Peygamberlerin sayısına inanmak şart değildir.

İnsanlar üç kısımdır:

Ahass-ı havâs: Peygamberler.

Havâs: Eshâb-ı kirâm, dîn âlimleri ve evliyâ.

Avâm: Diğer insanlar.

Şükür, Cenâb-ı Hakka verdiği ni'met ile âsî olmamaktır.

Hadîs-i şerîfde geldi ki: "İnsanların âhır zamanda en kötüleri, söz sâhibleri olacak"

Bir kimsede kibir kalmazsa Cenâb-ı Hakkın kibriyâsı onun üzerine çöker.

Hak teâlâdan başka her şeyden ümidini kesenin duası kabûl olur, kalbi

parlar.

Zikir, Cenâb-ı Hakkı kalbden hâtırlarken, Ondan gayrısını unutmaktır. Mü’min, nefsi ile beraberdir. Ârif ise, nefsi yok olmuş ve Cenâb-ı Hakk iledir. Bir kimse, Allah için, nefsiyle mücâdele ederse, Cenâb-ı Hakka kavuşur.

Beş kişi ile arkadaşlık etme: Yalancı, ahmak, hasîs, korkak, fâsık.

Bir kimse, ben şerîate uymadan Cennete gideceğim dese, kâfir olur.

Şerîat-i Muhammediyyeyi kabûl eden, bütün peygamberlerin dînlerini kabûl etmiş olur. Allahü teâlâya ve şerîate inanıp, şerîatin emirlerini yapmayan Cehenneme gider. Bu devirde şirkin inceliklerinden kurtulabilen pek azdır. Dil göz gibidir. Gözün alakadar olduğu şeyle, kalb de alakalandığı gibi, dilin alâkalandığı şeyle de kalb alâkadar olur. Göz harama bakıp, şehvet istiyorsa, kalbde şehvet zehri toplanır. Göz Kur'ân-ı kerîme bakarsa, kalbde istek nûru toplanır. Eğer dil, küfür ile, gıybet ile alâkadar olursa, kalb kararır, haramları düşünür ve yalnız onlarla meşgul olur.

Muhammed aleyhisselâmın rûhuna hediye edilen dualar kabûl olur. Onun ismi zikr olunan dualar geri çevrilmez. Âdem aleyhisselâm yıllarca ağladı ve afvedilmedi. Ne zaman ki, yâ Rabbi. Muhammed aleyhisselâmın yüzü suyu hurmetine dualarımı kabûl eyle dedi, Allahü teâlâ: "Ey Âdem, öyle bir isim söyledin ki, o benim sevgili peygamberimdir. Onun ismini nereden öğrendin?" buyurdu. Âdem aleyhisselâm: Ben Cennette iken Cennetin duvarlarında Onun ismi yazılı idi. Buradan sevgili kulun olduğunu çıkardım" deyince, Allahü teâlâ: "Eğer kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların günâhlarını zikretseydin, Onun hürmetine bağışlardım" buyurdu.

Hadîs-i şerîfde: "Elini uzâtan [bir şey dilenen] kimsenin eli boş çevrilmez" buyuruldu.

KAZÂ NAMAZLARI: Süleymaniye Kütübhânesi, Es'ad Efendi Kısmında Kudüs kâdısı Muhammed Sâdık hazretlerinin Nevâdir-i Fıkhıyye kitâbında, İbni Nüceym hazretleri buyuruyor ki: Sünnet demek, Peygamber Efendimizin, farzdan sonra veyâ evvel, şeytânın ümidini kırmak için bir namaz daha kıldığı namazlardır. Sünnet yerine kazâ kılmakla, sünnet de yerine getirilmiş olur. Kazâ borcu olanların, her namaz vakti, o vaktin farzından başka namaz kılarak, sünneti yerine getirmek için, kazâ kılması lâzımdır. Çünkü çok kimse, kazâ kılmayıp, sünnetleri kılıyor. Bunlar Cehenneme gidecektir. Halbuki sünnetlerin yerine kazâ kılan Cehennemden kurtulur.

Hocamız, Süleymaniyye Kütübhânesi’nde bu yazıyı bulunca çok sevindiler. Çünkü Efendi hazretlerine: "Kazâya kalmış namâzlarını olan kimse, beş vakt namazın sünnetleri yerine kazâ namazlarını kılsa ca'iz midir?" sorulduğunda: "Mezhebin aslında böyle bir mes'eleye tesadüf etmedim; hanefî mezhebinin müteahhirîn âlimlerinden birisinin kitâbında, sünnetler yerine kazâ câizdir gördüm" cevâbını vermişti. Şimdi o kitâb ve sâhibi ortaya çıkıyordu. Bundan sonrasını Hocamızdan dinliyelim: "Efendim, bu kitâbdaki bu yazıyı bulunca, çok sevindim. Hemen yazıp aldım. O sırada Ahmed Davudoğlu hoca da kütüphânede idi. Ona gösterdim. Hayret, demek ki bu kitâbda bu bahis varmış ve demek ki böyle imiş, dedi ve kabûllendi. İfâdesinde hiç bir red işâreti görmedim. Ama mealesef, yazdığı ilmihâlde bunun aksini savundu. Demek ki, İbni Nüceym’in büyüklüğünü anlamamış" buyurdular.

Erzincan’da iken hemen her gün veya gün aşırı bizim eve gelirler, Yatsıdan sonralara kadar, oturur, sohbet ederdik. Beraberce yemek yerdik, namaz kılardık. Ekseriyâ Mektûbât ve Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarından okurlardı. Akşamleyin cereyanlar zaifler, lambalar ışık vermezdi. Onun için iki def’a ellerini yıkarken cep feneri ile Onlara ışık tuttum. İkisinde de: "Allahü teâlâ kabrinizi böyle ışıklı eylesin" diye dua ettiler. Çok sevindim.

Bir def’asında ulaştırmacı Kenan binbaşı da vardı. Yemekten sonra arkadaşlar sofrayı kaldırırlarken, üçümüz oturuyorduk. Hocamız, ziyâretine gelen talebesinden Selahaddin Aydın kardeşimi sorup: "Selahaddin ne zaman

Beşirî’ye gidiyor? dediler. Yarın Lutfî beylerdeki toplantıyı öğrendi, onun için pazartesine kaldı, dedim. Kenan binbaşı bana, siz ne zaman gidiyorsunuz, dedi. Ben cevâb vermedim. Hocamız: Süleyman bir yere gidemez, burada bizimle beraber kalacak" buyurdular ve ben susmamın mükâfatını bu beyanları ile almış oldum. Onların bu cevâbı beni çok memnûn etti. Kalbimdeki muhabbet dalgalarını coşturdu.

Ertesi gün pazar idi. Öğle namazından hemen sonra Lütfî beylere geldiler. On-onbeş kişi vardık. Mektûbât’tan sonra Tezkiret-ül Evliyâ kitâbından Hasan-ı Basrî hazretlerini okudular. Çok kısa olarak o gün okunanlardan yazayım:

Hasan-ı Basrî hazretleri, Tâbiinin büyüklerinden, muttakî ve zâhidlerin meşhûrlarındandır. Hazret-i Alî ile görüşmeleri meşhûr olup, feyzini ondan almıştır. Abdullah bin Abbas ve daha bir çok sahabe ile görüşüp, çok hadîs-i şerîf bildirmiştir. Tasavvufda bazı yollar Hasan-ı Basrî hazretlerine çıkar. Hicrî yirmibir yılında tevellüd, yüz on yılında vefât etmiştir. Kerâmetleri çoktur:

Bir gün bir cemâ’atle kabristandan geçiyordu. "Bu kabristanda öyle yiğitler vardır ki, onların himmetleri sekiz Cennete inmez [bakmazlar] Lâkin o hasretin bir zerresi göklerdekilere verilse, dayanamaz, yere dökülürler.”

Çocukken bir kabahat yapmıştı. Ne zaman yeni bir gömlek giyseydi, işlediği kusuru [günâhı] yakasına yazardı. Onu her gördüğü zaman o kadar ağlardı ki, aklı başından giderdi.

Bir gün Ömer bin Abdülazîz, kendisine mektûb yazdı ve: "Bana bir nasîhat et ki, onu ezberleyeyim ve hep ona uyayım" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle yazdı: "Allahü teâlâ senin sâhibin iken kimden korkarsın. Allahü teâlâ ile beraber değilsen, kimden ne ümid edersin ve kime güvenirsin?"

Bir gün Sâbit Benna hazretleri Hasan-ı Basrî hazretlerine mektûb yazıp: "Hacca gideceğini haber aldım. Seninle arkadaş olmak istiyorum" dedi. Cevâbında buyurdu ki. "Bırak beni, Allahü teâlânın setri altına gideyim ki, bir kusurum olur, ya da senin bir kusurun olur, birbirimizin kusurlarını görmiyelim. Birbirimizden soğumayalım"

Mâlik-i Dinâr (radıyallahü anh) dedi ki, Hasan’a sordum: "Âlim için felâket nedir?" "İnsan için en büyük felâket kalbin ölmesidir” dedi. "Kalbin ölmesi nedir?” dedim. "Dünyâ sevgisidir” buyurdu. Hadîs-i şerîfde: "Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır" buyuruldu.

Büyüklerden biri anlatır. Seher vaktinde Hazret-i Hasan’ın mescidine vardım. Kapı kapalı idi. Hasan hazretleri içeride dua ediyor, bir takım kimseler de, âmin diyorlardı. Ortalık ağarıncaya kadar bekledim. Sonra elimle kapıyı ittim, açıldı. İçeri girdim. Hasan-ı Basrî hazretlerini gördüm, yalnızdı. Hayret ettim. Namazı bitirince, duyduklarımı ona anlattım ve: "Allah için bundaki sırrı bana söyleyin" dedim. "Kimseye söyleme! Her cum'a gecesi cinnîler bana gelir, onlara ilim öğretirim, dua ederim, onlar da âmin derler" buyurdu.

Yine büyüklerden birisi anlattı: Hasan-ı Basrî hazretleri ve bir toplulukla hacca gidiyorduk. Çölde susadık. Bir kuyu başına geldik. Kova ve ip göremedim. Hasan hazretleri: "Ben namaza durunca siz su içersiniz" buyurdu. Namaza durdu. Kuyunun başında bekliyorduk. Su, kuyunun ağzına kadar yükseldi. Hepimiz içtik. Arkadaşlardan biri matarasını su doldurdu. Su, kuyunun dibine çekildi. Hasan hazretleri namazı bitirince, "Allah’a güvenmediniz ve su çekildi" buyurdu. Oradan gittik. Hasan hazretleri yolda bir hurma buldu, bize verdi. Yedik. Çekirdeği altın idi. Medine’ye götürdük, sattık. Yiyecek satın aldık ve sadaka verdik.

Hasan-ı Basrî hazretleri her gün öğle namazını Basra’da kılar, Mekke’ye gelir, sohbet eder, ikindiye tekrâr Basra’ya dönerdi. Ne yüksek bir makam! Şem'ûn ismindeki ateşperestin gözü önünde elini ateşe soktu ve ateş hiç tesîr etmedi.

Hasan hazretlerine filân kimse seni çekiştirdi, gıybetini etti, dediklerinde, o kimseye bir tabak taze hurma gönderip, özür dileyerek, "Duyduğumuza göre sevâblarını benim defterime geçirmişsin. İstedim ki, ben de sana bir iyilikte bulunayım; kusura bakmayın, bizimki sizinki kadar çok olmadı" diye haber gönderdi.

Kendisine, müslümanlık nedir ve müslüman kimlerdir? sorduklarında: "Müslümanlık kitâblarda, müslümanlar ise toprak altındadır" buyurdu. Dinin aslı nedir, diyenlere: "Ver'adır” buyurdu. Vera'ı gideren nedir, dediler. "Tama'dır" buyurdu. Adn Cenneti nedir, dediler. "Altından köşklerdir. Onlara peygamber, sıddîk, şehîd ve âdil sultanlardan başkası giremez" buyurdu. "Sözümü tutun ki, benim ilmim size fâide verir, amelim ise, size zarar vermez" buyurdu. Ey şeyh, bizim kalblerimiz uykudadır ki, sözleriniz bize tesir etmiyor, ne yapalım? dediklerinde,: "Keşke uykuda olsalardı. Çünkü uyuyan, bir dürtme ile uyanır. Sizin kalbleriniz ölmüştür ki, ne kadar dürtülse uyanmıyorlar" buyurdu. "Öyle kimseler vardır ki, sözleri kalbimizi parçalayacak kadar korkutuyor. Bu câiz midir?" dediler. Bugün öyle kimselerle sohbet ediniz ki, sizi korkuturlar ama yarın emniyyette olursunuz, o kişi, bugün sizi emin edip yarın korkuya düşürenden iyidir" buyurdu. "Meclisinize, sözlerinizi öğrenip, onlara itiraz etmek ve ayıp aramak için gelenler vardır" dediklerinde, "Ben kendimi Firdevs-i a'layı ve Hak teâlâya yakın olmağı ister görmüşüm. Sakın insanların dilinden kurtulmağa bakmayın ki, onların yaradanı, onların dilinden kurtulmadı" buyurdu. "Mü’min hased eder mi?" diyenlere: "Yûsuf aleyhisselâmın kardeşlerini unuttunuz mu?" buyurdu. Güzel sözlerinden bir kaçını yazdık, bir kaç tane daha yazalım:

—Sonsuz Cennet, bir kaç günlük amelin değil, iyi niyyetin karşılığıdır.

—Dışın içe, kalbin dile uygun olmaması nifaktandır

—Zavallı kul öyle bir yere râzı oldu ki, helâline hesab, haramına azab

vardır.

—Yükü hafîf olanlar kurtuldu, ağır olanlar helâk oldu.

—Dünyada gem vurulmaya, kendi nefsinden daha lâyık binek yoktur

—And olsun ki, puta tapanlar, dünyâ sevgisinden dolayı tapmışlardır.

—Bir kimseye yapmasını buyurduğun şeyi, önce kendin yap!

—Başkalarından sana söz getiren, senden de onlara götürür. Öylesiyle sohbet edilmez.

—Tevazu’un şartlarından biri, her gördüğünü, kendinden fazîletli bilmektir.

—Bir kişinin düşmanlığına karşılık, bin kişinin dostluğu verilse de, alma!

—İnsanın kendini topluluk içinde kötülemesi, övmek sayılır.

—Sevgilerinin devâm etmesi için, dîn kardeşlerine ikrâmda bulun!

Allah’a yemîn etti ve şöyle buyurdu: "Parayı azîz tutanı, Allah zelîl eder"

—Çocuğunda sevmediğin bir şey görürsen, sendendir. Kendini düzelt!

—Allahü teâlâya itâat edeni sevmek zorundasın. İyi kimseyi seven, Allahü teâlâyı sevmiş olur.

—Dünyayı arayıp âhıreti bulanı hiç görmedik, ama âhıreti arayıp dünyâyı bulanı gördük.

—İslâm, kalbini Allah’a teslîm etmendir, bir de, bütün müslümanların senden emîn olmasıdır.

Allahü teâlâdan çok korkardı. Hâlini gören, Cehennem yalnız onun için yaratılmıştır sanırdı."

Hocamızdan dinleyip, not altıklarımızdan birazını yazdık. Hasan-ı Basrî hazretleri gibi, Onlardan dinleyip, not tuttuğumuz daha bir çok büyük âlim ve velîler vardır. İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, Ebû Saîd Ebûl Hayr, Sırrî Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, Süfyân-ı Sevrî, Abdullah İbni Mübârek, Üveys-i Karnî ve diğerleri bunlardandır. Bu büyükleri başka kitâblarımızda anlattık. Misâl için, burada bir iki zâtı bildirdik.

Bir başka gün Hocamızla bir assubayın evinde idik. Orada, yeni terceme etmiş oldukları Mektûbât’ın 2. cildinin doksandokuzuncu mektûbunu —ki oldukça uzundur— sâatlerce okudular. Bir yerinde buyuruluyor ki: Derd ve belâ, Allahü teâlânın iki kemendidir. Sevdiklerini bu kemend ile kendine çeker. Ya'nî derd ve belâ görünüşte musîbetdir. Aslında ise, kulu Allahü teâlâya yaklaştıran vesîlelerdir.

Lütfî bey kardeşimin evinden akşamleyin ayrıldık. Bir arkadaşı Ankara’dan annesi babası, kaldığımız Askerî tıbbiye yurdundan aramış, bulamamış olduğundan arkadaşlar onu Ankara’ya çağırdılar. Bana, beraber gidelim, dedi. Hocamıza soralım dedim ve hemen, Onların arkasından Askerî liseye gittik. Durumu arz ettim. O arkadaşa: Siz gidin, biz Süleyman’la beraber geleceğiz. Binbaşı Kenân beye söyledim. Bize trende iki kişilik yer ayırdı" buyurdular. Arkadaş Ankara’ya döndü. Ben çok sevindim. Çünkü Ankara’ya kadar Hocamla beraber gelecektim.

Yemekten sonra Hocamız, Âkif ağabeye: "Şu sürâhinin suyunu boşaltıp, yeni suyu koyar mısınız?" buyurdular. Âkif ağabey de gitti, suyu boşalttı, tekrâr doldurup getirdi ve Hocamıza su vermek için, bardağa su dökerken, Onlar: "Koymayın, içmeyeceğim. Bir deney için bunu söyledim" buyurdular ve: Siz sürâhiyi boşalttığınız zaman, sürâhi boş mu kaldı, yoksa içine hava mı girdi. Hava girdi değil mi, efendim. O havayı sürâhiye siz mi koydunuz, yoksa kendiliğinden mi doldu. Elbette kendiliğinden doldu kardeşim. Sonra sürâhiye su doldurunca, havayı siz mi çıkardınız, yoksa kendiliğinden mi çıktı? Kendiliğinden çıktı, değil mi, efendim. İşte, nasıl ki su ve hava bir yerde durmuyor, meselâ suyu boşaltınca hava kendiliğinden doluyor, dünyâ ile âhıret sevgisi de böyledir. İnsan kalbinden dünyâ sevgisini çıkarınca, âhıret sevgisi kendiliğinden kalbe dolar, onun için zahmet çekmeğe lûzum yoktur. Bir kalbe Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, Allah dostlarının, evliyânın sevgisi konursa, şeytan, nefis ve Allah düşmanlarının sevgisi kendiliğinden gider. Ya'nî tasfiye yapılırsa, tezkiye kendiliğinden hâsıl bulur." Ne kadar güzel misâl, maddî manevî kimyâ hocasına yakışan bir misâl. Allah kabrini geniş, mekânını Cennet eylesin!

Bir gün câmi'de buluştuk. İkindi namazını muteâkıb eve geliyorduk. Yolda, sarf ve nahiv okuduğumuzu söyledim. Çok memnûn oldular. Huruf-i cerri sayın" dediler. Ba min, ilâ, an, alâ... diye saydım. Efendi hazretleri, sarf ve nahiv okumayanın dört ayaklıdan farkı yoktur, buyurdu dediler ve kimden okuduğumu sordular. Kısaca şöyle anlattım: "Bizim köyde hocalık yapar. İsmi Muhammed Sâlihoğlu olup Hanefî Hoca diye bilinir. Arabî ilimleri iyi okumuştur. Şartların zor olduğu zamanda iki def’a hacca gitmiştir. Takva ehlidir. Hafız-ı Kur'ândır. Ancak Efendi hazretlerini görmemiş ve büyüklere nisbeti yoktur." "İmkân bulursanız, daha okuyun" buyurdular. Bu hoca efendi 1985 senesinde vefât etti. Otuz sene hatm-i Kur'ânla teheccüd namazı kıldı. Hafta geçmezdi ki, Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmesin. Bir gün bana şöyle anlattı: "Rüyâda nûru bütün semevata yayılmış, ufkun tamamını ihata etmiş Lafza-ı Celâl, ya'nî Allah kelimesini gördüm. Hâlim başkalaştı." Vefâtından bir iki ay önce ziyâretine gitmiştik. Halsizdi. "Gelişinize o kadar sevindim ki, bütün dünyâya değişmem. Ölmeden önce sizi bir daha gördüm, elhamdülillah" dedi ve ağabeylerime, "Kardeşinize, küçük kardeş gözüyle bakmayın. Bana göre dünyâda, onun gibi iki-üç kişi varsa, ne âlâ. Onun kıymetini bilin" buyurdu. Yine buyurdu: "Otuz senedir Kur'ân-ı kerîmi teheccüdle hatm ettim. Hafızam zaifledi. Şimdi namaz sûrelerini zor okuyabiliyorum." Bir ara bize sordu: Sizce Eshâb-ı kirâm ne için o kadar sevgili, o kadar kıymetli ve fazîletlidir?” Ve kendisi şöyle cevâblandırdı. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) uğruna canlarını, mallarını ve yurtlarını fedâ ettikleri için mi? Hayır! Vallahi, ben bir zaif ümmeti olarak, canımı, malımı, her şeyimi Onun uğruna veririm. Onların fazîleti, bana göre, Allahü teâlânın onları, Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâb olarak seçmesinden ve beğenmesinden geliyor." Ne güzel bir nükte, değil mi? Vefâtında sekseni geçmiş idi. Allah rahmet eylesin!

27 Mayıs 1960 günü Hocamıza gittik. İhtilâlden haberimiz yoktu. Onlar haber verdi ve "Zekî beyle siz Ankara’ya dönün, birliklerinizden sizi ararlar. Demek ki beraber gitmek kısmet değilmiş. İhtilâldir, kimbilir biz ne kadar burada kalırız" buyurdular. Biz de eve gittik. Hazırlandık. O gün öğleden sonra bize geldiler. Sohbet ettik. İsterseniz, o son sohbetten bir kaç kelime yazalım:

-"İslâmiyyetin olduğu yerde ilim vardır, islâmiyyetin olmadığı yerde ilim yoktur" Hadîs-i şerîf.

-  Pırlanta ne kadar kıymetli olursa, kutusu da o kadar kıymetli olur. İşte kelâm-ı ilâhî de böyledir.

-   "Arkadaşını kendine tercîh etmiyenin imânı kâmil olamaz" Hadîs-i

şerîf.

-Tabîb önce kendini, sonra başkasını tedâvi etmelidir.

-  Küfürden sonra en büyük cürüm kalb kırmaktır. İ.Rabbânî.

-            İnsanın kalbinden dünyâ sevgisi giderse, Allah sevgisi kendiliğinden hâsıl olur. O büyükler evvelâ kendilerini sevdirir, daha sonra kendilerini aradan çekerler ve o sevgiler birleşmiş olur. O zaman Allah sevgisinden mahrûm olanları hayvan gibi görür. Kur'ân-ı kerîmde böyleleri için: "Onlar hayvan gibidir, hattâ daha aşağıdır" buyuruluyor.

Gidecekleri zaman, o zamanki muhabbet ve ayrılık acılarımı ifâde eden şu şiiri ellerine tutuşturup, musafaha ettik ve ayrıldık. Bu şiiri çok kısa zamanda yazdım. Ya'nî ben diyeyim iki sâat, siz deyin bir sâat. Onlardan ayrılmak çok zor geldi. Hayatımda bu elemi çok az tattım. Sanki et ve tırnak gibi olmuştuk. Eğer o hal hep devâm etseydi, kısa zamanda uzun yolları aşmak mümkün olurdu:

Muztarıb bir gönülle, kâbûslu hayallerle Vuslat-ı cânân ile arzulara elvedâ!

Gizli ah çekmelerle, içli iniltilerle,

Zevkine doymadığım nevbahara elvedâ'!

Gökler karardı yine hiç bir yer görünmüyor, Mübhem bir kuvvet beni her an geri çekiyor. Mâdem ayrılacaktın, yâ niçin geldin diyor Bastığın azîz taş ve topraklara elvedâ'! Zulmet bastı cihanı, bütün emeller söndü,

Kalbim kan ağlar dâim, rûhum çılgına döndü Demek, ayrılık geldi ve bana yol göründü Bu derdsiz yolculara, bu yollara elvedâ'!

Son bir def’a bakayım o hüsn-i cemâline,

Bir nazarın değişmem bütün dünyâ mâline, İster gülsün gafiller bu âşıkın hâline Bundan böyle neş'e ve sürürlara elvedâ'! Rabbimden diliyorum yakınlara gelmeni,

Âh, yine görebilsem dünyâ gözüyle seni,

Ayrılık pek yakıyor, al bağrına bas beni,

Faydasız hayallere, hulyalara elvedâ'!

Gözün, gönlün arkada, nereye gidiyorsun? Bakmağa kıyamazken nasıl terk ediyorsun? “Allah’a ısmarladık!” Düşün kime diyorsun Asılsız hakîkatsız rüyâlara elvedâ'!

Nereye gidiyorsun, ey yârine doymayan?

Bir an fazla görmeği bulunmaz ni'met sayan

Hasretiyle günbe gün kavrul, alevlen ve yan Cihânı tenvîr eden en son nûra elvedâ'!

Nereye gidiyorsun, Ondan nasıl ayrıldın?

Seni yakan O değil, kendi kendini yaktın Düşün! Gözyaşlarıyla kimin yüzüne baktın?

Ayrılırken inleyen bakışlara elvedâ'!

Mazıyı hâle tebdîl edip seyr edeceğim Gönlümü göz yaşıyla teselli edeceğim Derin inilti ile, âh ayrılık! Diyeceğim Yârı bırakıp giden bu firara elvedâ'!

Karşımdaki hayalin biraz daha kal diyor Kalbini benim gibi bu sevdaya sal diyor Öp elimi hasretle ve duamı al diyor En derin sevgilerle azîz yâra elvedâ'!

Ve Ankara’ya geldik. Bir ay kadar sonra me'zun oldum. Teğmen rutbesini taktım. Köye gittim. Evlendim. Ankara’da Kara Harb Okulu Rusça öğretmenliğine tayîn edildim. Cebeci semtinde ev tuttum.

Hocamız ise, ihtilâlcilerin emekliye ayırdığı takrîben onbin subay [Eminsu= Emekli inkılab subayı] içerisinde bulunup, ordudan ayrıldı ve bütün ağırlığını kitâb yazmak ve yaymak hizmetlerine verdi. Bu Onların ömründe son fasıl olup, inşaallah kıyâmete kadar isimlerini unutturmayacak ve hep Fâtihalarla anılmalarına sebeb olacak, zaif hâle düşmüş islâm dînini kaldırmak ve kalkındırmak için, mesa'î tanımaz çalışmalarını hâvî, bereketli zamandır. Hadîs-i şerîfde: "Kim hayırlı bir çığır açarsa, onun sevâbını aldığı gibi, onunla amel eden, o yolda gidenlerin sevâbı kadar da sevâb alır" ve "Ümmetim bozulduğu zaman sünnetimi ihyâ edene yüz şehîd sevâbı verilir" buyuruldu. İnşaallah bu ecir ve sevâblar amel defterlerine yazılmıştır.

Hocamı olanca muhabbetle sevdiğim, şerî'atin emir ve yasaklarına zorlanmadan riâyet ettiğim o yıllarda, ma'nevî olarak öyle haz ve lezzetler buluyordum ki, sanki dünyâda yaşamıyordum. Her gece Hocamızı, haftada bir Efendi hazretlerini, on-onbeş günde bir İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda görmesem, acaba ne günâh işledim, derdim.

Bir def’a dayanamadım, Ankara’dan Onlara mektûb yazdım ve: "Hocam bilsem ki, yarım sâat sizi göreceğim, İstanbul’a gelirdim" dedim. O gece rüyâda Onları gördüm. İstanbul’a gelmek istiyorum, dedim. Buyurun, gelin, dediler.

Sabahleyin zarfı açtım. Bu rüyâyı da mektûbun sonuna ilâve ettim. Birkaç gün sonra bir Cum'a namazından eve dönerken, kapının altında bir zarf gördüm. Onların yazısını tanıdım. Açtım, okudum. Sonunda: "Rüyâda size verilen cevâba muhâlefet etmek ne haddimize; teşrîf ediniz. Şereflenelim" yazmışlardı. Hemen o akşam İstanbul’a hareket ettim. Büyük bir heyecanla Hocama kavuştum. Yeniden dünyâya gelmiş gibi idim. Üst kattaki salonda kalıyordum. Salondaki sobayı Hocam yakardı. Bir def’a, Hocam size zahmet oluyor, ben yakayım dedim. Siz, bizim misafirimizsiniz, hizmet bizden olacak, buyurdular. Yine bir def’a sobayı yaktıktan sonra, arkalarında toparlanmış vaziyette duran benim yattığım yatak dengine yaslanıp, sessiz durdular. Hiç konuşmuyorlardı. Ben de karşılarında dizlerimin üstüne oturmuş, sessiz duruyordum ve içimden, o sessizliği bozmak istiyordum, ama edebi gözeterek konuşmadım. Nihâyet Onlar ağızlarını açıp buyurdular ki: Şâh-ı Nakşibend hazretleri: Bizim sükütümuzdan istifâde etmiyen, kelâmımızdan hiç edemez" buyurmuştur. Bundan sonra Şâh-i Nakşibend hazretlerinin büyüklüğünden ve teveccühünün te'sîrinin kuvvetinden bahsettiler.

"Siz ne kadar kalacaksınız? Bunu kalmanızı tahdîd için sormadım. Ne kadar kalırsanız, benim müsâfirimsiniz. Ya'nî izniniz ne kadardır, kardeşim" dediler. Bir hafta iznim var, dedim. Hemen kalem kâğıd getirdiler ve: "Âilenize mektûb yazın" buyurdular. Kime yazayım, anneme mi, hanıma mı?" dedim. Tâbiî ki, hanımıza, buyurdular. Kendileri de, emir erliklerini yapmış, Kayserili arkadaşa mektûb yazıyorlardı. Ben bitirdim. Onları seyr ediyordum. Onlar da bitirdi ve mektûbun en sonunda (günâhkâr kardeşiniz) yazarken, daha günâhkâr kelimesini bitirmeden kalemin ucu kırıldı. Kalkıp çakı aldılar ve kalemi açtılar ve aynı kelimeyi yazmağa başladılar. Hocam, kalem o kelimeyi yazmadı ve kırıldı; zorlamasanız olmaz mı? dedim. Ben kendimi bilirim, buyurdular. Ne günâhınız vardır, Hocam? Dedim. Çocukken komşunun bahçesinden erik çalmadık mı? buyurdular. Ve Hasan-ı Basrî hazretlerinin, yukarıda bildirdiğimiz, çocukken işlemiş olduğu bir kabahatini, her yeni gömleğin yakasına işlemesini anlattılar. Zamane ehli, hattâ dîn adamları okusun da ibret alsınlar!

Onlar Yeşiköy’deki eczanelerine giderler, beni evde bırakırlar, İmâm-ı Ma'sûm hazretlerinin Mektûbâtının Müstakimzâde tercemesi üzerinde çalışır, yazar, özetler çıkarır, beyitler ezberlerdim. Öğleden sonra gelirler, çalıştıklarıma bakarlar, süâlim olup olmadığını sorarlardı. Bir defasında: "Sâkînin şeraba kattığı afyondan, içenlerde ne baş kaldı ne sarık" beytinin ma'nâsını süâl ettiğimde şöyle îzah ettiler: "Nakşî feyzi ve nisbeti afyon gibidir, ya'nî o feyz ve nisbet erbabının sesleri çıkmaz, bir köşede sessiz dururlar, kimse onların hallerini anlamaz. Kâdirî ve diğer tarîklerin hâli şerab gibi olup, onlar sarhoş olunca, nakşîlerin tersine coşar, koşar, bağırır, oynarlar. Onları herkes görür ve bilir. Ama eğer o şaraba afyon karıştırılırsa, sen o zaman gümbürtüyü seyret. Onu içen, ya'nî o iki feyzi aynı anda almak isteyen, o kadar sarhoş olup, kendinden geçer ki, ayakla başı fark edemez. Başında sarık kalmadığı gibi, çâresizliğinden başını sağa sola sallar, duvarlara, taşlara vurur." Allah râzı olsun, Hocam, anladım dedim ve:

—Hocam, Muhammed Ma'sûm hazretleri, filân mektûblarında, o memleketteki vaktin sultanına, "Zamanımızın halîfesi" diyor. O zaman, ya'nî 1630-1670 yıllarında, halîfelik Osmanlılarda idi, orası için bu kelîmenin kullanılmasındaki hikmet nedir? dedim. Buyurdular ki: "Ben de burayı okuduğum zaman anlıyamamıştım. Efendi hazretlerine sordum. Efendi’nin verdiği cevâbı size nakledeyim: O zaman Osmanlı Devleti ile Timuroğullarından Hindistan’daki Babûrîlerin münâsebeti yok denecek kadar azdı. Onun için iki ayrı dünyâ gibi idiler. İşte bu şartlarda iki ayrı yerde iki halîfe olması mümkündür. Çünkü devletin ve insanların işleri yürüyecektir." Bu cevâba da çok sevindim. Bir defasında da buna benzer şu süâli arz ettim:

"Hocam, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbâtının 2. Cildi 58. mektûbunda, tarihçiler [den bir kısmı] Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar yedibin sene geçmedi diyorlar, tezini uygun bulup, kendisine bu meâlde sorulan süali, bu esas üzere cevâblıyorlar. Halbuki, Birinci Cild. 266. mektûbda ve daha başka mektûblarda, 313 Resûl gelmiştir. Her iki resûlün arası bin senedir. Dolayısıyla Âdem aleyhisselâmdan beri üçyüz onüç bin sene geçmiştir, buyuruyorlar. Bu iki söz de Onlara âiddir. Aralarını nasıl buluruz" dedim. Cevâbında buyurdular ki, ben de bunu anlayamadım ve senin bana sorduğun gibi, ben de Efendi’ye sordum. Buyurdu ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerine soran kimsenin bu husûstaki bilgisi yedibin senede karar kılmıştı. Öyle bir def’a yazmakla değişemiyeceğini bildiler de, bir akaid ve âhırette sorulacak mesele olmayan bu konuda, onun aklının kabûl edeceği şekilde cevâblandırdı. Çünkü Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem): "İnsanlara akıllarına göre konuşun" buyurmuştur. O anda ona üçyüzonüçbin sene çok ağır gelir ve buna yanlış deyip, bu güzel yoldan uzaklaşır ve çok hatâlara düşer düşüncesiyle, ya'nî, bunları bilerek, bir nev'î kerâmetle öyle cevâb verdi. Hocam, Allahü teâlâ sizden ve Efendi’den râzı olsun, dedim.

Bu iki misâlden anlaşılıyor ki, Mektûbât'ı anlamak her babayiğidin kârı değildir. Tasavvufun yüksek derecelerinden, kimsenin haber vermediği ince sırlarından, hiçbir âlimde, velîde ve kitâbda rastlanmamış ma'nâlarından haberi olmamak yanında, bir de mektûbların yazılan kişilerin halleri, ilimleri, itikatları ile de ilgili olup, onların aradıklarını onlara bildirmesi bakımından da farklı bir meziyyet taşımaktadır. Bu sözümü bir misâl ile açıklayayım: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından, Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye gelip Kayseri’ye yerleştikten sonra çok görüştüğüm; alıp Hocama getirdiğim ve bu fakîri babalarının yoluna almak istediğini Hocama arz edince: "İyi olur, O büyüklerden bir eliniz olsun, sâhibli olun!" buyurduğu Abdülhalîl Müceddîdî’den duydum: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi Muhammed Bâkî hazretlerine yazdığı mektûbda. "Şeyh-ı mutevakkıf [bir makamda takılıp kalan şeyh] den maksad, üstâdlarının kendisidir. Kimse anlamasın diye bu ibâreyi kullanmıştır. "Bulunduğu makamdan yukarı çıkarıldı" ifadesi de, teveccühle, onu takılmış olduğu makamdan kurtarıp, yukarı çıkardığını göstermektedir. O halde Abdullah-ı Dehlevî ve Efendi hazretlerinin buyurdukları gibi: "Biz Mektûbât’ı anlamak için değil, teberrüken okuruz" sözü, hem bir hakîkatın beyânı, hem de ihtiyatlı olmağı ikaz eden bir nezâket emrini taşımaktadır. Bunun için: “Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür" buyurulmuştur.

Bir hafta Onların evinde kaldım. Sabah dâhil, beş vakit namazı arkalarında kıldım. Bir hafta çok çalıştım, çalıştırdılar, kontrol ettiler. Vâkı' süâlleri halletdiler. Allahü teâlâ bizim tarafımızdan Onlara en iyi karşılıklar versin.

Ankara’ya dönmek için, müsafeha edip ayrıldık. Alî kardeşimle görüştük. İlle de, bu gece bizde kalacağız dedi. Salacakta oturuyordu. Akşamdan sonra evlerine dönüyorduk. Alîciğim burada olduğumu, sizde kalacağımı Hocama haber vermemek beni rahatsız ediyor, dedim ve vapurdan inince iskeleden telefon ettim. Hocamın oğlu Abdülhakîm bey çıktı. Ona söyledim. Babama söyleyeyim dedi. Gitti ve geldi: "Babam diyor ki, bulunduğu yerden geri dönsün, bize gelsin. Alî beyin evi müsâid değildir" dedi. Alîciğim kusura bakma, beni Hocam çağırıyor dedim ve aynı vapurla Emînönü’ne döndüm. Ertesi gün Ankara’ya gittim.

Düğünden sonra, âilece Ankara’ya gelir gelmez Farsça çalışmağa başladım. Erzincan hâtıralarını anlatırken unuttum, burada zikredeyim: Erzincan’da bir gün Hocamla bizim kaldığımız eve gelirken yolda bana: "Geleli kaç gün oldu, kardeşim" dediler. Onbeş gün oldu, dedim. Onbeş gündür, ne yaptınız? dediler. "Size geldik, siz bize geldiniz, beraber olduk, Seâdet-i

Ebediyye’nin ikinci kısmından ve Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitâbından okuduk ve diğer zamanlarda sizden duyduklarımızı tekrar ettik, dedim. Yetmez, insan onbeş günde fârisîyi öğrenirdi, dediler. İşte o zaman içime yerleşmişti ki, Hocam benim fârisî öğrenmemi istiyor. Çünkü iki sene kadar önce de, Mevlânâ Halîd Bağdâdî hazretlerinin fârisî Divânını hediye etmişlerdi. Halbuki o akşam, diğer arkadaşlara hep Osmanlıca, ya'nî Türkçe kitâb ve risâleler vermişlerdi. İşte bu iki hareket beni fârisiyi öğrenmeğe itti. Zâten altı - yedi sene Onlardan fârisî Mektûbâtı dinlemekle çok şey öğrenmiş idik.

Ayrıca Hocam bana Usûl-i Fârisî isminde Farsça gramer kitâbı da vermişti. İşte iki-üç ay bu kitâbdan iyice çalıştım. Farsça okumağa, anlamağa başladım. Bu sefer İstanbul’a gidince, Hocamdan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-i Seâdet kitâbını okumak için aldım. Farsça idi. Çalıştım, onu da anlamağa başladım. Ve sonra kim derdi ki, Türkçe’ye ilk terceme ettiğim kitâb, Kimyâ-ı Seâdet olacak.

İki üç ay sonra dâhillerle beraber kabûl edildik. Bir hafta kadar yine Onlarda müsâfir kaldık. Baba-oğul, ana-kız gibi olmuştuk. Hayatımızın en iyi günlerini yaşıyorduk. Gündüz Onlarla, gece Onlarla olduk. Sanki bir âile gibi idik. Sonra Ankara’ya döndük. Dâima haberleşiyorduk. Gecenin gelmesini, uyumayı ve büyüklerimi görmeği sabırsızlıkla beklerdim. Resûlullah ve Seyyid Sâlih hazretlerini bir gecede gördüm. Hocamı ise, hemen her gece görürdüm. Mart başlarında Aydınlıkevler’e, Zeki bey kardeşimin yakınına taşındık. Orası da hayatımın en güzel hatıraları ile dolu oldu. Hocamı o kadar unutamazdım ki, bir kapı çalsa veya açılsa gelenin veya girecek olanın Hocam olduğunu düşünür, heyecana kapılırdım. Hiç unutmam, Aydınlıkevler’de bir oduncu vardı. Tâbelâsında ‘ışık odun’ yazardı. O yazıyı görmek için o yoldan gitmeği tercîh ederdim. Hocamın soyadını taşıdığı için onu kendime yakın bulurdum. Hattâ İstanbul’a geldiğimde, Hocama bundan bahsettim de, güldüler ve "Demek ki, beni hatırlıyorsunuz, kardeşim; beni hatırlayın ve bana dua edin" buyurdular. Ardından şöyle anlattılar: "Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hacca giderken, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir emirleri olup olmadığını sorar ve Resûlullah "kardeşim, beni hâtırlayın ve bana dua edin!" buyurur. Hazret-i Ömer, Resûlullah’ın bana, "kardeşim" demesi beni o kadar memnûn etti, sevindirdi ki, dünyâda bundan çok beni memnûn eden bir şey yoktu. Onun tatlı hitâbı, bütün dünyâ ni'metlerinden kıymetli idi" Bu sünneti yerine getirmek için, Hocamız yanından ayrılırken: "Bizi hatırlayın ve bize dua edin" derlerdi.

Aydınlıkevler’de ilk çocuğum dünyâya geldi. Annesi salıncağını sallarken ben de karyolada uzanmıştım. Gözlerim aldı. Efendi hazretleri geldi. Yüzyüze çok yakın idik. Fâtiha-i şerîfeyi tane tane okudu. Bitirince, ben de âmin, dedim. Sesli demişim ki, çocuğumun annesi, beni uyandırıp, ne diyorsun dedi. Âh keşke uyandırmasaydın, Efendi’yi görüyordum, dedim. Yine orada, bir gece rüyâda, bana bir mektûb verdiler ve: "Bu mektûb sana husûsî olarak, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri tarafından geliyor" dediler. Zarfı açtım, okuyacağım sırada heyecandan uyandım. Bir def’asında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ve eshâbını gördüm. Bana çok iltifat ettiler. Lâyık olmadığım kelimelerle medh ettiler. Aynı gece Seyyid Nûr hazretlerini gördüm. Bu tâifece ma'ruf teveccühde bulundular, içimi temizlediler. Birlikte çok yükseklerden uçtuk. Hocamızı ve Efendi hazretlerini hemen her zaman rüyâda görür oldum. Gerçekten sevenin gecesi gündüzünden daha iyidir, sözüne inandım. Bir def’asında da Şâh-ı Nakşibend hazretlerini gördüm. Beyaz entari giymişlerdi.

Aynı sene, ya'nî 1961 yazı İstanbul Kuleli Askerî Lisesi Rusça öğretmenliğine tayîn edildim. 16 sene bu vazîfede kaldım. Kıdemli binbaşılıkta tekrar Ankara’ya tayîn olundum. Şimdi bu onaltı seneyi kısaca anlatayım: Onlara geldim. İstanbul’a ta'yînimi söyledim. "Herhalde Çengelköyü ve Beylerbeyi’nden ev tutarsınız, okula yakındır" buyurdular. Ben: "Hocam, size geldim. Ben size yakın olmak isterim”, dedim. "Öyleyse, bizim komşunun evini size tutalım. Küçüktür, ama idâre eder. Peşin isterse ben veririm, siz sonra peyder pey ödersiniz" dediler. Gittik, ev sâhibi Alî Rıza beyle konuştuk. Hocamız konuştu ve benim için:"Bu benim evlâdımdır, her şeyini tekeffül ediyorum" buyurdular. Bir hafta sonra o eve taşındık ve Hocamızla kapı komşu olduk. Hattâ bahçe yoluyla gider gelirdik. Çünkü bahçemiz, Onların bahçesine açılıyordu. Gerçekten dünyânın en mes'ûd insanı idim. O seâdet hânesinden izzet, ikrâm ve muhabbet görüyor, gün geçtikçe Onlara yaklaşıyordum. Diyebilirim ki, o zaman şöyle düşünürdüm: Acaba Hilmî Bey hocamızın talebesi olup da, Onları her gece rüyâda göremiyen bir kişi çıkar mı? Ama sonradan anladım ki, herkes öyle değilmiş.

Mektûbât-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) matbu'unu bulamadığım için yazmağa karar verdim. Hocama söyledim. Kendi Mektûbâtlarını ve Ziyâ Bey amcanın Mektûbât’ını verdiler. İkisinden yazdım. Sonra da, tam bir senede İmâm Muhammed Ma'sûm hazretlerinin üç cild Mektûbât’ını yazdım. Mektûbât’ı yazdığım zamanlar, Mektûbât’ın ve sâhiblerinin feyz ve bereketleri içinde yüzüyordum. Bir taraftan râbıta, hatm-i hâce ile meşgul oluyor, bir taraftan Mektûbât yazıyor, geceleyin de, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mazhar-ı Cân-ı

Cânân, Muhammed Seyfeddin Fârûkî, Mevlânâ Halid Bağdâdî ve yolundakileri görüyor, rûhumu aydınlatıyor ve besliyordum. Kimseye bir şey söylemiyordum, ama ağırlığın o tarafta olması bedenime tesir etmişti. Yirmi iki - yirmiüç yaşlarında olmama rağmen, bir zaman nefsim uyanmaz olmuştu. O zamanki rüyâlarımın ve hallerimin hangisini yazayım. Bir def’a İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm, ellerini öptüm, kalblerini kalbimin üstüne koyup teveccüh ettiler. Teveccühün ne olduğunu ve tesirini o zaman anladım. Bir de Seyyid Nûr'da olmuştu. Bu çok uzun rüyayı yazıp, Hocama gönderdim. Cevâbında buyurdular. “Bu rüyâyı görmeniz, Mektûbât’ı yazmanızın, muhabbetle yazmanızın bereketidir. İnşaalah, her zaman okur, feyzinden istifâde edersiniz ve rüyânızın ta’bîri bu sûretle zuhûr eder.” Yazdıkları bunlar idi, ama hanımlarına söyledikleri daha çok ve daha mühim idi: “Süleyman’ı tebrîk ederim. Bugün, gök kubbe altında böyle bir rüyâ görecek, ikinci bir kimse yoktur. Rüyâda kendisine, bundan sonra başka hiçbir hocaya gitme dememiz, ilim okumak için değil, Mektûbât’ta olan bilgileri kimseye sormasın, doğruluklarına itikad etsin demektir.” Efendi’yi gördüm. Ellerinde Mektûbât vardı: “Gel evlâdım, Mektûbât’tan anlaşılması zor olan yerleri sana izâh edeyim” buyurdular ve bir gecede altı cild Mektûbât’ı bitirdik. Bir def’asında da, Efendi’yi çok uzun gördüm. Bir kısmı şöyle idi. Bizim memlekette bir yerde oturduk. Ferideddin Attâr ve Mevlânâ Câmî hazretlerinin fârisî divânlarını okuttular. Terceme ettirdiler. Yapamadığım yerlere müdâhele ettiler. Velhasıl iki kitâbı da o rüyânın bir kısmında bitirdik. Neyse, rüyâ bahsini kapatalım. Bunları yazmamın sebebi, Hocamızın bereket ve ni’metlerini izhâr edip, o büyük ni’mete şükrü unutmamamdır. Zirâ yakînen biliyorum ki, Hocamı unutmam küfrân-ı ni’mettir. Allah korusun!

Üç-dört sene kitâb istinsâh ettim. Belki on bin sahîfe olmuştur. Altı cild Mektûbât, Berekât, Umdet-ül Makamât, Hadarat-ül Kuds, Makamât-ı Mazhariyye, Risâle-i Sitte-i Zarûriyye, Tergîbüssalat, Kıymetsiz Yazılar, Keşkül, Mecd-i Tâlid, Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, Menâhic-ül İbâd... bunlardan bir kısmıdır. Kütübhânede bulunup da Hocamızda bulunmayan kitâblardan iki nüsha yazar, birini Hocamıza arz ederdim. Yevâkît-ül Harameyn bunlardandır.

Bir gün Onlar: “Eczâhâneye emekli bir kaymakam geldi. Vaktiyle Abdülhamîd Hân’ın sarayındaki kütübhânenin üniversite kütübhânesine aktarıldığını, kendisinin orada kütübhâneci olduğunu söyledi ve Saray kütübhânesi kısmında, Abdülazîz Dehlevî hazretlerinin Tuhfe-i İsna Aşere kitâbı bulunduğunu söyledi. O kitâbı rica ettim. Dışarı bırakılmaz ama, hayara vesile olması bakımından mes’ûliyeti üzerime alıp, size getireyim, dedi. Sonra, Hocamız bana: "Vaktiniz olur mu, bunu istinsâh edebilir misiniz?” buyurdular. Baş üstüne, inşaallah yazarım, dedim. 800 sahîfelik bir kitâb olup, şi’îlik hakkındadır. Şi’îlerin sözlerini, fikirlerini yine şi’î âlimi denen kimselerin sözleri ile çürütmekte olup, münâzara kaideleri üzere tertîb edilmiş, emsâli yazılmamış bir kitâbdır. Elhamdülillah, çok sürmedi, yazdım, bitirdim. Takdîm ettim. Daha sonra, arkadaşlar dizdi ve tashîhlerinde bulundum. Şimdi kitâb hâlinde, Hakîkat Kitâbevi’nde bulunmaktadır.

Bir taraftan kitâbları yazıyor, gündüzleri vazîfeme gidiyor, bazan da nöbetçi oluyordum. Günlük iş bitince yatmayıp orada da ya Mektûbât yazıyor, ya da Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânından kasîdeler ezberliyordum. Kuleli'de dersim olmadığı zaman, Hocamla beraber, ilim yaymada, Nûr-ı Osmaniyye ve İsmail Ağa Kur'ân kurslarında hocalık yapıyorduk. Hocamız fen derslerine, ben İngilizce dersine girerdim. Daha sonra Fâtih kolejinde İngilizce hocalığı yaptım. Ekseriya bu kurslara beraber gider gelirdik. Şimdi o beraberliklerden biraz bahs edelim:

İlim Yayma Cemiyyetinin kursu Vefâ’da idi. Giderken, gelirken Hocamızla olurdum. Çok güzel sohbet ederdik. Bir def’asında Saraçhâne surlarına yakın bir sokaktan geliyorduk. Bir evin giriş katını gösterdiler ve "Efendi hazretleri ile buradan geçiyorduk. Pencereden bir ses duyduk: Gelsene, gelsene!" diyordu. Merak ettik. Kim Efendi’yi davet ediyor düşündük. Baktık, papağanmış. Efendi de, güldüler" buyurdu.

Hocamızdan dinledim: "Efendi ile vapura binip, Kadıköyüne geçtik. Sahilden Modaya doğru yürüdük. Kayalıklara gelince, sen burda dur, buyurdu ve kendisi denize girip gusl abdesti aldı, sonra giyinip gittik. Mürşidinin mürşidi Seyyid Tâhâ hazretlerinin torunu Abdülkâdir efendiyi İstiklâl mahkemesince idam ettiler. Efendi onu çok severdi. İdamdan önce, kendisine: Senin hakkında iyi düşünmüyorlar, bu memleketi terk et, buyurdu. Düşünmüyorum, takdîr ne ise, o olur demişti. İdamından sonra, ne zaman Efendi hazretlerinin yolu Bostancı tarafına düşse Seyyid Abdülkâdir'e muhabbetinden başını onun evi tarafından öbür yana çevirirdi.

Onlar anlattı: "Efendi, Buhara vâlisinin kızının düğününe da'vet edildi. Beraber gittik. Evlenecek kız, piyanonun başında, şarkı söyleyip piyano çalıyordu ve (Rabbin bana bir ni'meti varsa, o da sensin) şarkısını söylüyordu. Bu sözler, benim Efendi’ye muhabbetim için söylenmiş, düşünüyordum ve hep Efendi ile meşgul oldum, bana şarkı sözü gibi gelmiyordu. Biraz durduk ve kalktık. Ama kardeşim, demek ki, Buhara, Mâveraünnehr ve Türkistan tarafları islâmdan uzaklaştıktan sonra Rusların emri altına girmiş. İslâmı bırakandan Allah da nusratını keser. İslâm ise, ilimle kaimdir. İlmi bıraktılar dünyâya döndüler ve böylece islâmdan uzaklaştılar. Çünkü "dünyaya ile âhıret birbirinin zıddıdır, bir araya gelemezler." Getiririm diyen ve bunu deneyen ya çok câhildir, ya da Peygamber Efendimizin bu miyâr olan sözlerini unutmuştur.”

Onlar anlattı: Bir def’asında Efendi hazretlerini bir düğüne da'vet etmişler. Oturdukları odada sehpânın üzerinde bir kitâb varmış. Alıp, birkaç satır okuyup, yerine koymuşlar. Daha sonra dostlarından birine: "O kitâb Abdullah Cevdet’in bir romanıydı. Elime alıp, bir kaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti onbeş günde zor defedebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvullah Cevret’tir" buyurdular. Zararlı yazıların kalbe ne kadar zulmet verdiğini Efendi hazretlerinin bu beyânından anlamalı ve aksinin, ya'nî Allah adamlarının yazı ve sözlerinin kalbe ne kadar nûrâniyyet vereceğini de buradan kıyâs etmelidir.

Hocamız anlattı: "Efendi hazretleri, talebesini yoklar, evlerine gider, eshâbının birbirini aramasını, ziyâret etmesini isterdi. Fatih’te Malta’da oturuyordum. Yedi Emirler’in karşısındaki evin ikinci katında —siz de orada oturdunuz, biliyorsunuz— rahatsızlanmıştım. Efendi hazretleri beni ziyârete geldiler, dua ettiler. Kayınpeder bir gün Eyyûb’de Efendi’ye gelmiş. Efendi, Ziyâ, hangi yolla geldin, buyurmuş. Edirnekapı yoluyla geldim, demiş. Nedim beye uğradın mı? buyurmuş. Uğramamıştı, üzüldü. Nedim beyden evvelce bahsetmiş idik.

İsmail Ağa Kur'ân Kursu’ndan dönüyorduk. Siz, ikindiyi ne zaman kıldınız, görmedim, buyurdular. Derse girmeden kıldım, dedim. "İyi ettiniz. Ben iki ders arasında kıldım, biraz geciktim. Bu kısa günlerde asr-i sânîyi bekleyeceğim derken, namaz geçikebilir. Onun için ikindi olur olmaz, kılmalıdır. Âferin, buyurdular.

Buyurdular: İsmâil Ağa’da Mahmûd Efendi ile karşılaştım. Konuşurken çantamdan Seâdet-i Ebediyye’nin ikinci kısmını çıkardım, hediye etmek için uzâttım. Lâtin harfi iledir diye almak istemedi. "Mahmûd efendi, bu kitâbı, al, oku, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazıları ile doludur. Ya'nî Yûsuf sûresinde buyurulduğu gibi: "Her ilim sâhibinin üstünde âlim vardır." İşte bu kitâb, sizin üstünüzdeki âlimlerin sözlerini bildirmektedir” dedim. Bundan sonra kitâbı aldı.

Bir gün Mahmûd efendinin hocası Çalıklı’lı Dursun Efendi, İsmail Ağa’ya geldi. Dursun Efendi, medrese-i mütehassısînden Seyyid Abdülhakîm efendinin talebesi olduğundan, bir nev'î refîk [arkadaş] sayılırdık. Ona, yazdığım kitâbları anlattım. Beni gördüğüne ve kitâblarıma çok sevindi ve Mahmûd efendiye: "Bu kitâblarda Abdülhakîm hazretlerinin kokusu ve teliflerine onun emeği vardır, okuyun ve herkese okutun" buyurdu. Ama yine bir değişiklik olmadı. Mahmûd efendi, keşke Ofdan hiç gelmeseydi ve orada ilimle meşgul olsaydı daha iyi olurdu. Çünkü burada şeyhlik tarafı ağır bastı. Halbuki Nakşîbendî Müceddîdî Hâlidî yolunda vilâyet-i hassa-ı Muhammediyye makamına varamamış olanın mürşidlik yapması zulumdur. Üstelik Alî Haydar efendiden hilâfeti de yoktur. Hilâfeti olmadığı halde tasavvufda irşâda kalkışmak kutta-ı tarîk, ya'nî Allah’a giden yolu kesenlerin işidir. Allah korusun. Bu devirde mezkûr makama ulaşmış olan tek bir kişi dünyâda kalmamıştır. Efendi’den bunu duydum. Buyurdu ki, [tabiîki kendisi hâric, Çünkü o dünyâda olanı biteni bilirdi]: Memleketimizde kalmadı, Sûriye’de yok. Mısır çoktan frenkleşti, Arabîstan’da bir tane vardı [kendilerine Üveysî yolunda hilâfet veren şeyh Ziyâ Ma'sûm], o da vefât etti. Belki Hindistan taraflarında, buyurdu. Böyle buyurmasının sebebi de, İmâm-ı Rabbânî, Muhammed Ma'sûm hazretleri ve bunların oğullarının: "Bizim nisbetimiz kıyâmete kadar evlâdımızda devâm eder" buyurmuş olmaları olabilir."

Bir arkadaşla [Doğan Yanık], Hocamızın Fâtih’teki evine en yakın mescid olan Kumrulu Mescid’in imâmı Hasan Efendi’yi, bir kış gecesi, zıyâret ettik. Hasan efendi, Mahmûd efendinin en gözde mürîdi olup, Oflu idi. Kendisine Mahmûd efendinin, Alî Haydar efendinin halîfesi olup olmadığını sordum, öyle bir şey yok, olsa ben bilirdim. Elimizde, Alî Haydar efendinin kendisine yazdığı, Yûsuf'um, diye başlıyan bir mektûbu olup, herkese dağıtılmıştır, dedi. Duyduğuma göre, Mahmûd efendi, kendine râbıtaya müsaade ediyor, doğru mudur? dedim. Evet, isteyen Alî Haydar efendiye, isteyen bize râbıta eder, bu o kadar önemli bir mes'ele kabûl edilmiyor, dedi. Ama, Hâlidîsiniz ve Mevlânâ Hâlid efendimizin bu husûstaki titizliği herkesin ma'lûmudur, dedim. Bizim hocamız ve şeyhimizdir, biz bir şey diyemiyoruz. Haklısınız; keşke kendisine bu sözleri söyleseydiniz de, bizim içimizdeki ukde de hallolsaydı, dedi. Sonra Mahmûd efendi ile iki-üç sâat konuştuk. Sözlerime itiraz etmedi, ama istikametinde de bir değişiklik olmadı. hattâ bana, kendisine Farsça öğretmemi ricâ etti. Ama yaş ve bulunduğu ortam onca müsâid değildi ve olmadı. Hocamızın Alî Haydar efendi ile Bursa’da karşılaşmalarına ve hocamızı Mektûbât’tan imtihan ettiğine ve hocamızı takdîr ile Mahmûd efendi ve diğer talebesinin hocamızla sarılmalarını bildiren sözlerine daha önce işâret etmiştik.

Her fırsatta fakîrhâneye gelirler, Mektûbât, Divân-ı Mevlânâ Hâlid ve

benzeri kitâblar okurduk. Onların evinde ise, daha çok okurduk.

Bir def’a âilece Bursa’ya gitmişlerdi. Evin anahtarlarını ve kuş kafesini bize bırakmışlardı. Bursa’dan onbeş gün sonra döndüler. Döndükten sonra bir akşam, Seâdet-i Ebediyye kitâbına, israf bahsini terceme edip, ilâve ediyorlardı. Önlerindeki kitâb İmâm Birgivî hazretlerinin Tarîkat-ı Muhammediyye’si idi. Çok kolay, çok rahat ve düzgün terceme etmeleri, çok hoşuma gitti. "Arabîyi ne kardar rahat okuyor ve terceme ediyorsunuz!" dedim. Az meşgul olmadım, buyurdular. Bir yerinde: "Meyveyi dalında çürütmek israftır" yazılı idi. Bunu terceme edince: "Hocam, siz Bursa’da iken bahçenizdeki can eriği olgunlaşmış, dökülmeğe başlamıştı. Üzerinde yarım kilo kadar erik vardı. Zay’ olmasın diye aldım, yedim. Hakkınızı helâl edin" dedim. "Helâl olsun, siz bizi israftan kurtardınız, bizim teşekkür etmemiz lâzımdır" buyurdular.

1963 senesi Eylûl ayı idi. Hanımlar bir arkadaşa gezmeğe gidince, Hocamız beni balkona çağırdılar. Akşamdan sonra idi. Üç sâat kadar beraber oturduk. Bir sonbahar gecesi, hava latîf, gökyüzü kandillerle süslü, dost dostun yanında idi. Dünyâda bundan büyük seâdet olur mu? Şâir:

Her kişi sevdiğini hânesine da'vet eder diyor, ama gece da'veti, gündüz da'vetinden de kıymetli ve daha büyük sevginin ifâdesidir. O gece çok şeyler konuşuldu. Bir tanesini haber verdim diye, bunları duymamış yakınları tarafından sıgaya çekildim. Ancak herkesin bilmesinde mahzûr olmayanları yazayım: "Kardeşim, biz kadınların sözlerine bakmayız; bizim neye üzüleceğimizi siz bilirsiniz. Kadınlar, çocuklar gibidir. Ya'nî ma'zûrlardır. Biz hanımlar için bir dâire, kendimiz için başka bir dâire kabûl ederiz. Onların dâiresine mekrûhlar girer, ses çıkarmayız, bizim dâiremizde ise, mekrûha müsaade etmeyiz. Hadîs-i şerîfde, hanımlar ma'zûr olduğu için, beş şeyi yapan hanım Cennete girer, buyuruldu.

"Efendi hazretleri buyurdu: "Âdem aleyhisselâmla Nûh aleyhisselâm arasındaki zaman, Nûh aleyhisselâmdan bugüne kadar olan zamandan daha geniştir. O zamana âid ma'lumât az olduğundan, insanlar bunu bilemiyorlar. Nûh aleyhisselâmın gemisi buharla çalışırdı. Kur'ân-ı kerîmde: "Ocağı yandığı zaman" diye geçiyor. Medeniyyet o zamana göre zirveye ulaşmış, fen ve teknik gelişmiş idi. Kavminin inadçı kâfirleri yüzünden tufan oldu ve ardından dünyâ yeniden kuruldu. Kudüs’te taş gibi bir şey vardı. Gündüz güneşte durur, güneşin ışınlarını absorbe eder, gece sabaha kadar şehri aydınlatırdı [Fosforesans özelliği olan bir madde idi]. Nemrud, kendine ilâh [tanrı] dediği için, Allahü teâlâ onu kendisine hayvan sûretinde gösterdi ve saraydan çıkıp, vahşî hayvanların bulunduğu ormana girdi. Yedi sene hayvan gibi yaşadı. Bu müddet içinde, ülkesini hanımı idare etti ve kimseye bir şey demedi. Yedi sene sonra, Allahü teâlâ, aklını başına getirip hayvan değil insan olduğunu hâtırlattı. O çirkin günâhı işlediği için, bu cezânın kendisine verildiğini anlayıp, kendine tanrı demekten vaz geçti ve sarayına döndü. Fir'avna gelince: İnsanlara karşı kendine tanrı derdi, ama gece odasında, sabaha kadar ağlayıp, Yâ rabbi, ben âciz bir kulunum, derdi. Ertesi gün kalkar, yine nefsi, şöhret ve makam sevdası ile, "Benden başka rabbiniz var mı?" derdi. İşte, insanlara çok zulm ettiği ve Cehennemin en acı azabına lâyık olması için, en büyük günâhı, ya'nî kendine tanrı deme günâhını işlemesi gerekiyordu. Bunun için bir istidrac olarak, Allahü teâlâ, ona, yürüyünce Nil'in akması, durunca durması hîlesini verdi. Ve o kendini tanrı sandı. En azından insanların nazarında ülûhiyyet iddia edecek bir delil bulmuş oldu ve bu iddianın sâhibi oldu. Ama yine de aklı başında olduğundan, başkasını inandırsa da, kendi inanamadı ve bunun için geceleri: "Yâ Rabbi beni afv eyle" deyip, ağlardı. İşte nefsine mağlûb olmanın sonu fir'avunluğa kadar gider. Ya'nî nefs, ülûhiyyet da'vasına kalkışmağa kadar varan bir ahmaktır. Kendi eli ile kendini Cehenneme atacak kadar akılsızdır. Bunun için, hadîs-i kudsîde: "Nefsini bırak da gel" ve "Nefsine düşman ol, çünkü o, Bana düşmanlık yolunu tuttu" buyuruldu. Efendi hazretlerinin sözü bitti.

O geceki Hocamızın sohbetine devâm ediyoruz: Kardeşim, Allahü teâlânın her fi'linde [işinde] nice hikmetler vardır. Onun bir ismi Hakîm'dir. Bakın, Hakîm Îsm-i şerîfini Efendi hazretleri nasıl îzah ediyor: Hakîm, hikmet sâhibi ve en yüce demektir. Hikmet, eşyânın efdâlini, efdâl-i ulûm ile bilmektir. Eşyânın en iyisi ve en üstününü, ancak Allahü teâlâ bilir. Bunun için ilmin en iyisi ve en üstünü, ancak Onun ilmidir. Bu yüzden Hak sübhânehü ve teâlâyı bilen, ancak Hak teâlâdır. Onun ilmi, ezelî ve ebedîdir. Zevâli tasavvur olunmaz. Gizlilik ve şübhe kabûl etmez. Vâki'a mutâbık olan ilim, ancak Onun ilmidir. Böyle bir ilim ile muttasıf, ancak Hak teâlâdır. İlim de ancak budur. Her şeyi bilip de Hak teâlâyı bilmeyene Hakîm denilemez. Ama Hak teâlâyı bilip de, hiç bir şeyi bilmeyene Hakîm denilir. İlmin şerefi ma'lûmun şerefi kadardır. Allahü teâlâdan celîl [büyük,şerefli] kimse yoktur. [O halde Allah’ı tanıma ilmi, ma'rifet en kıymetli ilimdir] Hakîm, ancak Allahü teâlâyı bilendir, isterse dünyâ ilimleri az olsun."

Allahü teâlânın her işinde nice hikmetler vardır, dedik. Meselâ doğudan Ermeni ve Ruslar üzerimize geliyor, Efendi hazretleri hicret etmek mecbûriyetinde kalıyor. Oradaki sevenleri, talebesi, harblerde şehîd oluyor, dağılıyor. Sonunda İstanbul’a geliyor, yerleşiyor. İstanbul’u seviyor, Van'a dönmek istemiyor. Allahü teâlâ ona burada talebe, eshâb ve ahbâb veriyor. Doğuda yitirdiklerini batıda ihsân ediyor ve bu arada Efendi’yi tanımağı bize nasîb ediyor ve bu vesîle ile siz ve arkadaşlarınız Efendi’yi tanımak, sevmek ve onun güzel, doğru yolunda yürümekle şereflendiriyor. Aman Yâ Rabbi, bunlar ne acîb haller ve hikmetlerdir!"

Hocamız devâm ediyor: Efendi’den çok az istifâde ettim. Ama efendiden istifâdenin azı da çok olduğu için, çok istifâde ettim desem ve yemîn etsem, hânis olmam. Ama şunu da söyleyeyim ki, Efendi hazretlerini şimdi görüp tanıyacaktım. Kardeşim, sizin bir süâliniz olunca, bize geliyorsunuz, ben kime gideyim. Benim süâllerim yok mu zannedersiniz. Ah, Efendi sağ olsa da Ona sorsaydım."

O geceden hatırımda kalanların söylenecek olanlarını söyledim. Bir kısmı bende emânettir. Bir kısmını da der hatır edemedim. Çünkü aradan kırk seneye yakın bir zaman geçti. Ama geceyi hatırladıkça, başlarında takke, üzerinde çizgili pijamalarla, ay ışığında yüzündeki nûrun, ayın nûrundan az olmadığını gözümün önüne getirdikçe ve bahis konusu tatlı sohbeti tahattur ettikçe, kalbim helecana gelir, gözlerim sulanır. İsterim Hak teâlâ bu fakîri Onlarla beraber Efendi hazretlerinin zümresinde haşr etsin!

Bir gün Vefâ’daki kursdan dönüyorduk. Yolda buyurdular ki: "Uzun zamandan beri zihnimi meşgul ederdi ve: Hak teâlâ, acaba muvakkat, hattâ çok kısa sayılan bir ömürde işlenen küfre, niçin sonsuz azab edeceğini bildirdi. Muvakkat suça, sonsuz azab etmek, Allahü teâlânın adlı ile bağdaşır mı? düşünürdüm. Şimdi yakînen anlıyorum ki, islâm düşmanlarının işledikleri cürüm, yalnız kendilerinde kalmıyor, milyonlarca, milyarlarca müslümanın küfrüne, günâha girmesine sebeb oluyorlar. İşte bu yüzden adl-i ilâhînin tecellisi, onların bu sonsuz Cehennem azabına çarpmalarıdır. Beyt: Muntazamdır, cümle efalin senin,

Hikmetine, ermez aklı kimsenin.

Hocam, İbrâhim Hakkı hazretlerinin ecrâm-ı semâviyye [yıldızlar, gezegenler, ay, güneş v.s] hakkındaki Ma'rifetnâme’de yazdıkları için ne buyurursunuz? dedim. Buyurdular ki: Ben bunu Efendi’ye süâl ettim ve "İbrâhim Hakkı hazretleri yedi seyyârenin, yedi kat gökte bulunduklarını ifâde ediyor, ne buyurursunuz?" dedim. Efendi: "Biz hukemânın sözüne değil, ulemanın sözüne bakarız. Ulema, hepsinin birinci kat gökte bulunduklarını bildiriyor" buyurdu.

Hocamız buyurdu: Efendi hazretlerinden işittim: Bir erkek bir kızla üç şeyi için evlenir: "Yâ güzelliği, yâ malı, yâ da diyâneti için. Malı ve güzelliği için evlenen, malından ve cemâlinden fâide görmez. Diyâneti için evlenen, hem mâlından, hem de cemâlinden faîde görür."

Sultan Abdülhamîd Hân vefât edince, Efendi’nin mürşidi Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu Ma'sûm efendi: Efendi hazretleri, Abdülhamîd Hân Hakkın mağfiretine kavuştu" dedi. Efendi hazretleri "Hepsi o kadar mı?" buyurdu. Ma'sûm efendi, bundan büyük hangi ni'met olur, dedi. Efendi buyurdu: Ondan büyük şu olur ki, "O kabrine konduğu andan itibaren, Arş-ı a'zamdan kabrine nûrdan bir sütun inmekte, onu ihata etmektedir."

Buyurdular: Çocuk terbiyesinde Kimyâ-ı Seâdet kitâbından çok fâide gördüm.

Buyurdular: Annenize ve ablalarınıza mektûb yazdığınız zaman, çok iyiyiz, demeyin. Onlar sizi kaybettiklerini anlarlar ve aranıza soğukluk girer, istenmiyen nahoş hâdiseler meydana gelir. İyi kötü idâre ediyoruz, deyin. Bu onların daha çok hoşuna gider.

Enver ağabey söyledi: Hocamız: "Bu sabah namaza kalkınca, mahalleye baktım. "Süleyman beyin ışığından başka, ışığı yanan ev görmedim" buyurdular ve sizi medh ettiler.

Bizim ev Hocamızın evine çok yakındı. Kumrulu Mescid’de ezân höparlörsüz okunuyordu. Hocam, ben ezânı duyuyorum, dedim. Siz duyuyorsanız, biz de duyuyoruz demektir. Onun için namazda ezân okumazlardı. Beylerbeyi’nde olsun, Fâtih’te olsun Onların evinde namaz kıldığımız zaman ezân okunmazdı. Hattâ sabah, akşam ve yatsı namazlarından sonra aşr-ı şerîf okumak da âdetleri değildi. Ma'lûmdur ki, bu vakitlerde okunacak aşr-ı şerîfleri, herkesin kendisinin okuması müstehabdır. Namazlardan sonra okunan hatm-i şerîfler, bunun dışında mulâhaza edilmelidir.

Bir gün yukarıki odada, ya'nî salonda idik. Hocama süâl edip, dedim ki: İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Allahü teâla Âdemi (aleyhisselâm) kendi sûretinde yaratmıştır" hadîs-i şerîfini Âdemi, ya'nî Âdemin hakîkatini, ya'nî rûhunu kendisi gibi bilinmez, anlaşılmaz şekilde yaratmıştır, şeklinde tefsîr ediyorlar. Bunu biraz daha açıklar mısınız? Şöyle anlattılar: Allahü teâlâ madde değildir. Rûh da madde değildir. Rûh âlem-i emirdendir. Ya'nî makarrı, Arşın üstüdür. Arş ise, madde âleminin sonudur. İkincisi, rûhun iki yüzü vardır: Biri Rabbine bakan tarafı olup, madde olmama ve çok latîf olması bakımından, madde olan insanın bunu anlaması mevzû' bahis edilemez. İkincisi, insana bakan yüzüdür. Akıl, muhabbet, îmân, tedbîr, gülmek gibi eserleri ile belli olur. Rûh çok latîftir, dedik. Bunu bedene göre söyledik. Allahü teâlânın latifliği yanında ise, bedenin rûha nisbetle olan kesâfeti gibi kesîf kalır. Ya'nî rûh, insanla Allahü teâlâ arasında bir letâfete sâhibdir. Meselâ rûh, şu duvardan geçebilir. Melekler, latif cisimler oldukları için, hep Arşın altındadırlar. Arş'dan yukarıda olan melâikeden hiç bahsedilmemiştir. O halde hadîs-i şerîfde buyurulan: "Nefsini tanıyan Rabbini tanır" yüksek sözünün ma'nâsı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre, nefsini, ya'nî nefsül-emrini, ya'nî hakîkatini, ya'nî rûhunu tanıyan Rabbini tanır demektir. Çünkü tanınmayan, bilinmeyen rûhu tanımak hâsıl olduktan sonra, Allahü teâlâyı tanımak mümkündür. Çünkü daha ötesi yok, ötesi Allahü teâlâdır. Bu çok güzel bir ma'rifettir. Herkese lâzım olur.

Buyurdular: Haberde geldi ki, "Diş ağrısı kabir azabı cinsindendir"

Hocamın emri üzere iki-üç sene, Efendi hazretlerinin oğlu, Üsküdâr ve Kadıköy müftülüklerinde bulunmuş, fetvâsında emîn bir âlim olan Ahmed Mekkî Efendi’den arabî dersler okudum. Mantık, Fıkıh, Usûl-i fıkıh, Telhîs, Kasîde-i Emâlî şerhi, zaman zaman tefsîr ve hadîsde ders verdiler. Hocamızın hal tercemesi kısmında geçtiği gibi, Mekkî efendi, aynı zamanda bu ilimlerde, Hocamıza da hocalık yapmıştır. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bana Hocamın hocasından ders okumak nasîb etti. Zaman zaman Mekkî efendi ile Hocamıza, bazan da Hocamızla Mekkî efendiye ziyârete, sohbete giderdik. Ah, o günler! Ne güzeldi! Hocamızın ve benim hayatımıza giren, Efendi hazretlerinin ilmini övdüğü bu oğullarından bir kaç söz edelim:

AHMED NEYYİR MEKKÎ ÜÇIŞIK (rahmetullahı aleyh): Âlim, ârif, veliyy-i kâmil seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretlerinin büyük oğludur. Annesi büyük velî, kerâmetler sahibi, yeryüzünde Eshâb-ı kirâmın numûnesi seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin torunu Âişe hanımdır.

Mekkî efendi hicrî 1314 (m.1896)’da Başkale’de tevellüd, 1387 (m.1967)’de İstanbul’da Kadıköy müftüsü iken vefât etti. Vefâtında bu fakîr bulundum. Şöyle ki, sabahleyin Hocamız bana haber gönderip; "Mekkî efendi hastalanmış, Süleyman bey hemen gitsin, ben de geliyorum" buyurdular. Hemen gittim. Divânda sessiz yatıyordu. Elini öptüm ve "Nasılsınız, inşaallah iyisiniz efendim" dedim. Elhamdülillah, dedi. hattâ bu kelimenin sonunu başından daha hafîf söyledi ve artık bir daha konuşmadı. Gözleri açıktı. Bir ara, altına giymiş olduğu pijamanın dizine kadar çekilmiş olduğunu gördü de hemen eli ile aşağı indirip dizinin üstünü göstermek istemedi. Biraz sonra Hocamız gelince, bu hareketini Hocama arz ettim. "Onlar, iffet ve nâmus timsâlidir" buyurdular. Hocama: “Efendim, Mevlânâ Hâlid efendimizin Divânındaki Silsile-i aliyyeye dâir kasîdeyi ezber bilirim. Mekkî efendi için okuyayım mı?" dedim. "Okuyun, elbette fâidesi olur. İyileşecekse, çabuk şifâ bulur, iyileşmeyecekse, rûhu rahatlar, sekerâtı hafîfler" buyurdular. Biraz sonra yanımızda vefât etti. Allah ganî ganî rahmet eylesin.

Mekkî efendi, medrese tahsîlini bitirdikten sonra, peder-i âlilerinden, zâhirî ilimlerin inceliklerini alarak, icâzetle şereflenmiş, yüksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar olarak tarîk-ı vilâyette kemâle gelmiştir. Son derece edeb ve şaşılacak bir tevazu' ile, kendisini ağyardan setr ederdi. Saf kalbli, temiz rûhlu yüzlerce genci ilim ve fâziletle süsledi. Cenâb-ı Hak bu feyiz, bereket ve ilim kaynağından, İstanbul halkını, senelerce fâidelendirdi. Uzun zaman Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulundu. Mezarı Edirnekapı kabristanında iken, defninden üç sene sonra, çevre yolu sebebiyle Ankara’da Bağlum nâhiyesinde babasının yanına nakl edildi. Bir de ne görsünler! Bu zaman zarfında cesedi hiç bozulmadığı gibi, kefeni bile kabre konulduğu günkü gibi sağlamdı. Nakıl sırasındaki hârika hallerini, naklînde bulunanlardan dinledik. Fevkalâde garîb şeyler!

Mekkî efendinin firaseti çok kuvvetli idi. Buna âid bir çok hikâyeler vardır. Mealesef hepsini yazamıyoruz. Sevenlerinden birinin [Abdurrahîm Z.] kızı hastalanmıştı. Okumasını rica ettiler. Üzerine üç def’a Câliyet-ül-Ekdâr'ı okudu. İyileşmedi. Daha okumadı ve: "Ben bunu bir hastaya bir defa okusam, Allah’ın izniyle iyileşirdi. Buna üç def'a okudum, iyileşmedi. Îmânından korkuyorum. Herhalde itikadı yoktu" buyurdu. Bu hikâyeyi kendisinden dinledim.

Çok edebli idi. Kapısı gece gündüz, sevenlerine açıktı. Çağrılan, da'vet edilen yere giderdi. Talebesini okutmak, birşeyler öğretmek için, evlerine kadar gider, talebe okumak istemese dahî gider, onu tatlı dille iknâ eder, okuturdu. Nitekim Alî Sezer Beyefendiyi böyle yetiştirmiştir.

Va'zda, babasından sonra, Beydâvî Tefsîri’ni, şerhleri ile bitirmek bir de kendisine nasîb olmuştur. Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâtih câmiinde ders şeklinde va'z ederdi. Dinleyenleri mahdûd idi. Gece yarısı kalkar, derse hazırlanırdı. Kendiliğinden bir şey söylemezdi. Fâtih Câmi’inde Beydâvî Tefsîri’ni anlatır ve Molla Câmî’nin Şevâhid-ün Nübüvve'sinden okur, terceme ederdi. Bir çok dersinde bulunmuştum. Câmiden çıkıp, bizim fakîrhâneye gelir, arabî ders yapardık. Mantık, fıkıh, usûl-i fıkıh, kasîde-i emâlî [itikadda], telhîs, tefsîr okurduk. Bizim evden çıkıp Lutfî beye giderdik. Orada da okurduk. Kendisi imâm olmak istemezdi. Akşam namazını müteakıb Evvâbîn namazını kılardı. Babalarına, dedelerine dâir çok şeyler anlatmıştır.

Arabî ve fârisîyi, Türkçe’den iyi bilirdi. Arabî ve fârisî mektûbları pek fasîh ve beliğdir. Meselâ babasının vefâtı üzerine, Van’da Abdülmecîd efendiye yazdığı fârisî şu beyt bunlara bir örnektir:

Girye-i men ey müsilmânân kem ez Ya'kub nîst U püser küm kerde vü men peder küm kerde em.

Ya'nî, ey müslümanlar, benim ağlamam Ya'kub aleyhisselâmınkinden az değildir; o oğlunu kaybetti, bense babamı! demektir. Bir çok mektûbları bu fakîrdedir. Bayram tebrîğini şöyle yazmıştı:

Tebrîk ile terfîk ederim arz u hulûsü!

Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.

Mekkî efendi ile Hocamızı çok ziyâret ettik. Hocamızla da bir o kadar, Mekkî efendiyi ziyâret ettik. Vefât ettiği gün, cenâzesinin ardından giderken, Hocamız bana: "Üzüntünüzün çokluğunu biliyorum. Bir kimsenin hocası ölmek ne demektir, kardeşim. Allahü teâlâ size ve bize sabırlar versin. Her hafta rûhuna bir hatm-î Kur'ân ve yetmişbin kelîme-i tevhîd okunmaktadır. Ben de bana düşen bir cüz'ü ve bin kelime-i tevhîdi muntazam okumaktayım.

Buyurdu ki:

—Ehl-i Sünnet Hilmî’nin talebesinde kaldı. Onlar da tenbeldir, çalışmıyorlar, kendilerini ilme vermiyorlar.

—Yaşayanlar içinde babamdan en çok istifâde etmiş olan Hilmî’dir. Süleyman ve Lutfî’den molla olur, derdi.

—Es'ad efendiyi ziyaretten dönerken Efendi babam buyurdu ki: Büyüklerin yolu bu zavallılara mı kaldı? Es'ad efendi denen kişi, bir tesbîh miktarı bile zikr edemez.

—Efendi babam, bana: "Mekkî, hiç olmazsa günde bir tesbîh mikdarı zikr eyle" buyurdu.

—Kelâm mütekellimin sıfatı olmayınca, sâmi'îne te'sir etmez. Ya'nî insan, söylediği sözü yapmıyor ise onun sözü başkasına te'sir etmez. Zamane vaizlerinin ve âlim geçinenlerin sözleri niçin tesirsiz kalıyor, buradan anlamalıdır. Belki de bunun için Efendi hazretleri: Zamane vâizlerini dinlemeyin, buyurmuşlardır.

—Mekkî Efendi’ye birisi gelip, teheccüd namazı kılmak istiyorum. Nasıl kılayım? dedikte,: "Onbeş gün sonra uğra, anlatırım" buyurdu. Niçin, biliyor musunuz? Memûr idi. Teheccüd kılmıyordu. O akşamdan itibaren teheccüde başladı ve onbeş gün sonra gelen o zâta teheccüdü anlattı. Biliyordu, ama yapmadan, anlatmadı. Bu da yukarıdaki söze ne kadar bağlı olduğunu gösteriyor.

—Kendisinden dinledim: "Benim sakalım vardı. Emînönü’nde yürürken, bir hammal seslenerek sakallı, sakallı... dedi. Bu yüzden sakalımı kestim. Resûlullah’ın sünnetinin, hammalların dilinde aşağılanmasını istemedim"

—Babam on sene sabah namazını müteakıb İbni Kemâl Paşa’nın Edirnekapı’daki mezarını ziyâret etmiştir.

Mekkî Efendi’ye: Büyükleri, eskisi kadar rüyâda göremiyorum, acaba bir kabahat mı işledim, dedim. "Evlâdım, o büyükler bir maksadla görülür; maksad hâsıl olunca, eskisi kadar görülmezler. Kendini suçlamağa luzûm yoktur" buyurdu.

Efendi hazretlerinin eshâbına ve onların çocuklarına çok fâideli olmuş, kimine Kur'ân, kimine yazı, kimine arabî kimine fârisî öğretmiştir. Nûr içinde yatsın.

Mekkî efendi, Hocamıza da hocalık yapmıştır. Ya'nî Hocamızın bereketli tavassutu ve ikramları ile Allahü teâlâ bu fakîre çok ihsanlarda bulundu. Her zerrem ile bu büyük ni'mete şükretsem, şükrünün binde birini yerine getiremem. Beyt:

Vücûdumun her kılı gelse de dile Şükrünün binde birini edemez bile.

Hocamızla müşterek çalışmalarımızdan biri de, Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitâblar için döküman hazırlamak ve matbaadan gelen formları tashîh etmekti. Bazan da kitâblarında bulunan mes'eleler üzerinde vâkı' süallerin halli için evde bir araya gelirdik. Bu buluşmalarımız, önceleri evde, daha sonra Fâtih ve Sultan Selîm Câmilerinde olurdu. Sâatlerce sürerdi. Bunun dışında bazı cum'a günleri belli bir câmide buluşurduk. Bayramlara gelince:

İlk zamanlar, evlerinden çıkınca, ilk def’a bizim fakîrhâneye gelirler, bayramlaşırdık. Bizden sonra Harun beye uğrarlar, sonra da bekâr arkadaşların kaldığı eve gidip, bayramlaşırlardı.

Kabir ziyâretlerini ise, bayramdan bir gün evvel yaparlardı. Bazan beraber olurduk. Edirnekapı, Murâd-ı Münzevî [Özbekî], Eyyûb Sultan hazretlerini ziyâretten sonra Gümüşsuyu’na çıkardık. Orada Efendi hazretleri ile beraberliklerini, huzûr ve seâdeti nasıl yakaladıklarını, benlik arzularının, nefsânî isteklerin nasıl köklerinden kazındığını ve yine nasıl Rahmân’ın rahmet denizine daldığını, gözlerin görmediği perdenin arkasına nasıl çekildiklerini dinlerdik.

Bir bayramda, talebesi ile Hocamızın Gümüşsuyu’ndaki Efendi’nin câmiinde buluşup, bayramlaşması kararlaştırıldı. Bir eve sığmaz olmuştuk. Geniş yer icâbetti. Oraya gittik. Câmiin içinde oturduk, sonra dışarı çıktık. Çok kalabalıktı. Bayramlaştıktan sonra, Mâide sûresi otuzbeşinci: "Ey mü’minler, Allah’dan korkun ve Ona yaklaşmak için vesîle arayın" âyet-i kerîmesi üzerinde konuştular ve dediler ki: Vesîle, vâsıta demektir. Allahü teâlâya yaklaştıran vesîleler, vâsıtalar, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), mezheb İmâmlarımız ve mürşid-i kâmil olan büyük velîlerdir. Kur'ân-ı kerîmi herkes okusa da, herkes anlayamaz ve diğer üçü olmadan, herkes ona yol bulamaz. Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerini de, dîn İmâmlarını ve islâmın zâhir ve bâtınını yaşayan evliyâ olmadan, herkes anlayamaz. Ama emir umûmîdir. Herkesedir. Din İmâmları, akaid ve amel husûsunda en büyük rehberler ise de, onların bu bilgileri daha çok îmân ve amelle alâkalı olup, bedenî, kalbî ve rûhî kemâlleri bilen, tadan ve vazîfeleri, insanları, islâmın hem zâhirîne, hem de bâtınına çağıran ve Allahü teâlâya kavuşturmağa vesîle olanlar, mürşid-i kâmillerdir. Onlar hastalığı teşhîs eden ve her hastalığa göre ilâc veren tabîblerdir. Âlimler ise, eczâhâne gibidir. Çeşitli hastalıkların ilâcları eczâhânede vardır. Ama hangi hastalığa hangi ilâc iyi gelir, teşhîs eden ve bilen tabîblerdir. O halde bir mürşid-i kâmili kendine rehber ve kılavuz edinen, onun Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve dîn bilgilerinden alarak talebesini ve eshâbını eğitmesi, ilmine, yaşına, kültürüne göre hitâb etmesi, teşhîs ettiği rahatsızlıklarının ma'nevî hastalıklarının ilâc ve çarelerini söylemesi ile vesîle olmaklığa lâyık olması daha uygundur. Onlar, kalb hastalıklarını tedâvî ettikleri gibi, kalbinde hastalık, îmânında zaiflik ve bozukluk, amelinde eksiklik bulunmayanları Allahü teâlâya yaklaştırırlar. Onların sözleri şifâ, nazarları hasta kalblere devâdır. Allahü teâlâ bir kulunu severse, bu büyüklerden birinin sohbetine iletir, yahud da kalbine bu büyüklere karşı bir muhabbet ilka eder de, nefs-i emmâresinin esaretinden kurtarır ve bu Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış sevgili kullarının huzûr ve sohbetinde bulunmakla şereflendirir. Nitekim İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır, bu sevenin elinde değildir; sevgi bunu icâbettirir" buyurmakla, evliyâ-yı kirâmı sevmeği zimnen emretmektedirler. Çünkü hadîs-i şerîfde: "Kişi sevdiği ile bareber olur" buyurulmuştur. Allahü teâlâdan birinci duamız, bizi sevdiklerinden birine kavuşturması ve onları bize sevdirmesidir. Bu, bütün ni'metleri içine alan, dünyevî ve uhrevî seâdetleri şâmil, en büyük bir ni'mettir.

Bir başka bayramda, bütün arkadaşlar Tepebaşı’nda toplandık. Hocamız teşrîf ettiler. Umumî bir bayramlaşma oldu. Bir masanın üstüne çıkıp Ahmed Namık Câmî hazretlerinin Miftâh-ün-Necât kitâbından, daha önce işâret ettiğimiz, Peygamber Efendimizin, Hazret-i Alî’ye: "Yâ Alî, altıyüzbin koyun mu, altıyüzbin altın mı, yahud altıyüzbin kelime mi istersin?" buyurduğu zaman, Hazret-i Alînin, altıyüzbin kelîme isterim, cevâbını vermesi ve Resûlullah’ın kendisine, sana altı şey söyliyeceğim, bunları öğrenir ve yaparsan, altıyüzbin kelime öğrenmiş olursun.." hadîs-i şerîfini sonuna kadar okudular. Çok güzel ve fâideli bir bayram ikrâmı oldu.

Yine bir bayramda, arkadaşların evlerinde, beşer onar kişi toplanmamız söylendi. Kumrulu Mescidi’ne yakın bir evde idim. Beş altı kişi vardı. Geldiler, bayramlaştık. O günkü konuşmalarından hâtırımda kalan şu enteresan bilgi oldu: "Efendi hazretleri buyurdu ki, Resûlullah’ın huzûruna bir a'rabî, ya'nî bâdiyeden [sahradan] gelen bir köylü girse, sohbetinden çıkınca, hikmet söylerdi. Ya'nî artık daha luzumsuz konuşmaz, her sözü doğru, ilme uygun, insanların menfaatine ve iki dünyâ seâdetine fâideli olurdu. Onun sözünde kimse hatâ bulamazdı. Resûlullah’ın sohbetinden ona sahabilik intikal eder de, artık en büyük velîlerin derecesinden yukarı çıkarılırdı. Allahü teâlâ, Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbı hurmetine bizi nefsimizden ve dünyâ sevgisinden kurtarsın. Bilirsiniz ki, her günâhın tevbesi vardır, ama dünyâ sevgisinin tevbesi yoktur. Onu yok etmek için ya çok çalışmağa, ya da Allah adamlarından birinin sohbetinde ve nazarları altında olgunlaşmağa ihtiyac vardır. İnsan o büyüklerin, güneşi andıran bakışları altında, karpuzun, kavunun güneş ışıklarıyla olgunlaşması gibi olgunlaşır ve hattâ kemâli olan tatlılığa, ya'nî vilâyete kavuşur da haberi olmaz. Onları anlar, ya'nî o büyük makamların ehli yapan Allahü teâlâ, onlara günde en az üçyüzaltmış def’a rahmet nazarı ile tecelli eder. Halbuki bir def’a rahmet nazarı ile baktığı kuluna, ebedî azab etmez. İşte Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleri onlardır. Onların dışına bakan sonsuz felâkete düşer. İçlerine, ma'nâlarına bakanlar, sonsuz seâdete kavuşur.

Hocamın emri ve izni ile yirmi küsür kitâb telif veya terceme ettim. Takıldığım veya anlıyamadığım yerleri Onlara arz eder, ona göre yazardım. Bu husûsta Onlarla çok hikâyelerim vardır, ama bu bahsi geçelim ve Onların Mektûbât’tan bir sohbeti ile kulaklarımızın ve kalbimizin paslarını temizleyelim:

3. Cild, 87. MEKTÛB: Mevlânâ Sâlih Gülâbiye yazılmış olup, İmâm-ı Rabbânî’nin (radıyallahü anh) mürîdlik ve muradlıktaki esrarını bildirmektedir:

Bismillahirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği, seçtiği kullarına selâm olsun. Ben hem mürîd-i ilâhî, hem de murad-ı ilâhîyim, celle celâlühü ve azze şânühü. Silsile-i irâdem, tavassutsuz Allahü teâlâya varmaktadır. Benim elim [kudretim] Allahü teâlânın elinin [kudretinin] vekîlidir. Peygamber Efendimize irâdetim [mürîdliğim] bir çok vâsıta iledir. Nakşibendî’de yirmibir, Kâdirî’de yirmibeş, Çeştî’de yirmiyedi vâsıtam vardır. Allahü teâlâya irâdetimde [mürîdliğimde] ise, yukarıda arz olunduğu gibi, hiç bir vâsıtanın kabûlû görünmüyor. Şöyle ki, ben hem Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) mürîdi, hem de Onun ardından gideniyim. Bu ni'met sofrasında Onun tufeylisi olarak bulunuyorsam da, çağrılmadan gelmemişim. Gerçi Ona tâbiim, amma, asıldan da nasîbsiz değilim. Gerçi ümmetim, amma devlete ortağım. Bu, küfr olan beraberlik [eşitlik] ma'nâsındaki ortaklık değildir. Bu ortaklık, kendisine hizmet edilmeğe lâyık olana, hizmetçilikte ortaklıktır. Da'vet etmeselerdi, bu devlet sofrasında bulunamazdım. İstemeselerdi, elimi bu ni'mete bu devlete uzatamazdım. Nakşibendî yolunda üstâdım Abdülbâkî ise de, benim terbiyemîn mütekeffili [üstleneni] Allahu bâkîdir. Ben, Cenâb-ı Hakkın fadl ve ihsânı ile terbiye olmuşum ve ictiba, ya'nî muradlık yolundan gitmişim. Silsilem, Silsile-i Rahmânî’dir ve ben abdürrahmânım. Çünkü benim rabbim Rahmân’dır ve beni terbiye eden erhamürrahîmîndir. Yolum Sübhânî yoludur. Çünkü tenzîh yolundan gitmişim. Zât-ı ilâhîden başka, isim ve sıfatları istemedim. Benim sübhânim, Bâyezid-i Bestâmî’nin söylediği sübhânî değildir. Hattâ onunla hiç münâsebeti yoktur. O, enfüs dâiresinden kurtulmamıştı, bu ise enfüs ve âfâkın ötesindedir. O, öyle bir teşbîhdir ki, tenzîh örtüsüne bürünmüştür. Bu öyle bir tenzîhdir ki, ona teşbîhden bir toz bile ulaşmamıştır.

O,    sarhoşluk çeşmesinden coşup akmakta, bu tam ayıklıktan kaynaklanmaktadır.

Erhamürrahîmîn benim hakkımda terbiye sebeblerini sırf kendisi hazırlamış ve benim terbiyemde, kendi fadl-ü ihsânından başka bir fâil bulundurmamıştır. Benim hakkımdaki ihtimâm ve gayretinin çokluğundan, benim terbiyemde bir başkasını araya koymadı ve beni de bir başkasına yönelmekten korudu. Ben Allahü teâlânın terbiyesi ile terbiye olunmuşum. Onun sonsuz kerem ve fadlının müctebâsıyım. Mısra':

Kerîmlerle olan iş, hiçbir zaman zor olmaz.

Celâl ve ikrâm sâhibi olan Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Habîbine her zaman salât ü selâm olsun!"

Bu yüksek ma'nâlı mektûbu, yorumsuz geçiyorum. İnşaallah delâlet ettiği ma'nâlardan bir parça anlamağı Rabbim nasîb eder.

Şimdi de bir başka sohbetlerinden elimizde olanları yazalım;

"Efendim, îmânın şartlarını öğrenmek, bilmek kâfî değildir. Bu inanılması lâzım gelen şeyleri kalbe yerleştirmek ve ona göre inanıp yaşamak lâzımdır. Böyle îmân insanı kurtarır. Aksi halde lafda kalır. Meselâ kul hakkına inanan, Cehennemden korkan, rahat uyku uyuyamaz ve üzerinde hiç kimsenin hakkı olmamasına dikkat eder ve ona göre bir hayat tarzı kabûllenir.

Hadîs-i şerîfde buyuruldu: "Üç şey üzere olan Cennete giremez;

1-  Kalbinde zerre kibir bulunan (zâhiren ve bâtınen)

2-  Hâin olan, ya'nî yalan söyliyen, insanları aldatan.

3-  Borcu olan, Zarûretsiz borç alınmaz. Alınan borç da en kısa zamanda ödenmelidir.

Hadîsi şerîfde bildirildi ki: "Âhır zamanda gelecek ümmetimin câhillerinin ibâdetleri cehilleri yüzünden kabûl edilmeyecektir. Âlimleri de fâsık olacakları için, onların da ibâdetleri kabûl edilmeyecektir." Yani sevâb alamayacaklardır.

—Bir dirhem borcu sâhibine vermek, bin dirhem sadaka vermekten efdaldir

—Kalb kırmak, yedi veya kırk def’a Kâbe’yi yıkmaktan fenâdır.

—İnsanın dünyâdaki hâli (Elem neşrah leke) sûresindeki gibidir. Ya'nî insan, bazan sıkıntılı, bazan neş'eli olur.

—İnsan, bütün Kur'ân-ı kerîmi okusa ve yalnız Kul E'ûzuleri başkası okusa, hatim sevâbı alamaz.

—Gıybet edene, "sus!" diyen, şehîd sevâbı kazanır.

—Dükkân hizmetleri ile doyan, ebediyyen acıkmaz. Çünkü Cennet ni'metlerindendir. Ne mutlu hizmet eden kardeşlerimize!

—Vefât etmiş bir müslüman için iyilik yapmak, sadaka vermek, dünyâda olana verilen dağlar gibi sadakadan daha çok sevâb kazandırır.

—Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapacak olanın, hem akıllı olması, hem de şerîat bilgilerini bilmesi lâzımdır. Bu, göz ve ışık gibidir. Akılla hareket etmeyenler, fitneye sebeb olur.

—Yûsuf-i Hemedânî hazretleri yediyüz kitâb ezberlemiş, ikiyüzonüç

mürşid-i kâmilden istifâde etmiş ve yedibin kâfiri müslüman yapmıştır.

—Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin halîfelerinden biri Abdülhâlık Gocdevanî hazretleridir. İşte bu büyük mürşid, ya'nî Abdülhâlık Gocdevanî (kuddise sirruh) bir gün talebesi ile sohbet ederken içeriye derviş kılıklı bir genç girer. Her görünüşü ile müslüman olan bu genç, bir müddet sonra, kalkıp Hazret-i Şeyh’e: "Efendim, Peygamber Efendimiz: "Mü’minin firasetinden korkun, O Cenâb-ı Hakkın verdiği bir nûr ile görür" buyurdu. Bu nasıl olur?" der. Hazret-i Şeyh cevâbında: "Sâlih mü’minler, o nûr ile bakar ve senin kâfir olduğunu ve belinde gizlice sarılmış olan zünnârını görürler." Buyurur. Ne demek istiyorsunuz, ben hıristiyan mıyım?" der. Evet, buyurur ve hazır olan talebesine, üstünü soyun! diye emr eder. Elbisesini açtıklarında belindeki zünnârı görürler. Genç, kendi eli ile zünnârını keser ve Muhammed (aleyhisselâm) hak peygamberdir, deyip kelime-i şehâdet getirir ve müslüman olur. Hazret-i Şeyh talebesine hitâben: "Siz de bu genç gibi îmân edin ve kalblerinizdeki zünnârları kesin, hâlis müslüman olun, hakîkî îmâna kavuşun" buyurur. Çünkü Allah sevgisinden başka her sevgi şirktir. Onun rızası olmadan yapılan her şey fenâdır.

—Dünya şeytanın tuzağıdır.

—Cenâb-ı Hak va'd ediyor: Farzlardan sonra yapılan dua red olunmaz. O halde duanın kabûl olması için, önce farzları tam yapmalı ve ardından dua etmelidir.

—Bir insan fenâ-i kalbî makamına kavuşsa, ya'nî evliyâ olsa, kızdığı zaman, şeytan ona istediğini yaptırır. Fenâ-i nefs mertebesine erişirse, şeytan ona yol bulamaz. Çünkü şeytan, nefisle insana duhûl eder. Nefs fenâya vardığı için, artık şeytanla da alâkası kesilmiş olur. O halde olan velînin kızmasına, öfke değil, gayret denir. Böyle bir kimseden şeytan bile korkar.

—Ucb, ibâdetlerini beğenmektir. Bir genç, ömründe hiç nefsine tâ'bi' olmamış, hep ona muhâlefet etmiş, hattâ nefsim Cenneti isterse, ona muhâlefet ederim, Cehennemi isterim" demiş. Abdülhâlık Gocdevânî hazretlerine, gencin hâlini ve bu sözünü nakledip: "Ne buyurursunuz?" sormuşlar. Buyurmuş ki: "Böyle söylemek bile, nefse uymaktır. Çünkü biz, ne ile emr olunmuşsak, onu yaparız. Zavallı kul kim oluyor ki, ben desin! Sonunda 'M' (benim, isterim, yaparım...) harfi bulunan sözlerde nefs vardır. En iyisi emre uymaktır."

—Abdülhâlık Gocdevânî hazretlerine, kalb ile nefyü isbât zikrini Hızır aleyhisselâm, havuzda ta'lîm etti. Bunu bana Îşân (Seyyid Abdülhakîm Efendi) Altınkum’da denizde iken elele tutuştuğumuz zaman anlatmıştı.

—Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) îcab ettiği zaman çok kıymetli hırka giydikleri halde, niçin Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hiçbir zaman kıymetli hırka giymemiştir, diye sorulursa, cevâbında deriz ki: Hazret-i Ömer’in emrinde yüzlerce vâli vardı. Eğer o giyseydi, vâliler de kendisini örnek alarak giyerler ve âdet hâlini alırdı. Halbukî emîrlerin böyle şeylere çok dikkat etmesi lâzımdır. Kumandan daldan bir elma koparırsa, erler bahçede elma bırakmaz.

—Birçok âlimlerimiz saç ve sakal boyamışlar, birçokları da boyamamışlar. Halbuki bunların hepsi, uyulması lâzım gelen büyüklerimiz idi. O halde ne yapmalı? denirse, cevâb olarak deriz ki: O memleketin âdetine bakılır. Saç ve sakal boyamak âdet ise, boyamak mahzûrlu değildir. Değilse, tahrîmen mekrûh olur."

Şimdi de Efendi hazretlerinin Keşkül ismini verdikleri eserinden Hocamızın bize okudukları mühim bahisleri yazalım:

Bismillah i rrah mân i rrahîm.

Meâsî [günâhlar] ekber-i kebâir [en büyük], kebâir [büyük] ve sagâir [küçük günâhlar] olmak üzere üçe ayrılır.

Şirk, ubûdiyyetin istihkakında, veyâhûd vücûb-i vücudda, Allahü teâlânın zâtından başkasını ortak etmek, ulûhiyyette başkasını müstehak bilmek, ya'nî Allahü teâlânın sıfatları Ondan başkasında var demek veya Hak teâlâyı kullara benzetmek ve kulluk sıfatları gibi sıfatları vardır bilmekdir.

Küfr ve şirk, ıstılah olarak bir iseler de, küfür, islâm dîninde kesin olarak bulunan bir şeyde tereddüd veyâ böyle bir şeyi inkâr etmektir. Îmân, îmânın altı şartını icmâlen [kısaca, topluca] bilip anlamak ve inanmak olup, mü’minlerin yolundan başkasına tâbi' olmamaktan ibârettir. Şirk ve küfür, hiçbir sûrette afv ve mağfiret kabûl etmez. Kâfir ve müşrik afv olunmaz.

Büyük günâhlar: Sihir [büyü]. Adam öldürmek. Yetim malı yemek. Fâiz yemek. Harbde düşman karşısından kaçmak. Temiz insanların iffetinde iftira etmek. Anaya babaya karşı gelmek. Yalandan yemîn etmek. Yalancı şâhidliği yapmak. Zinâ. Livâta. Komşusuna eziyet. Komşusunun haremine hıyânet etmek. Bir müslümanın ırzına geçmek. Bildiği halde şâhidlik etmemek. Söz taşımak. Hırsızlık etmek. Mekr-i ilâhîden emîn olmak. Allahü teâlânın rahmetinden me’yus [ümidsiz] olmak. Yolcuyu kendi ihtiyacından fazla olan sudan men' etmek. İdrardan sakınmamak. Ana-babasının sövülmesine sebeb olmak.

Vasiyeti yerine getirmemek. Sihir [büyü] öğrenmek. Sihir yapmağı istemek. Allahü teâlâya sü-i zan etmek. Özürsüz iki nemazı birleştirmek. Muayyen bir şahsa la'net etmek. Gadab etmek [çok kızmak] ve şiddetli tehdîdle korkutmak. Mescid-i Haramda avlanmak. Allah’ın düşmanlarını taklîd etmek.

Kalbe âid büyük günâhlar: Riyâ. Haksız yere kızmak. Kin tutmak. Hased [çekememezlik] etmek. Kibir [böbürlenmek]. Ucub [kendini ve amelini beğenmek]. Hıyânet. Nifâk. Kendini büyük, insanları aşağı gördüğü için, insanlara kıymet vermemek. Mâlâ ya'nîye [lüzumsuz, boş ve abes şeylere] dalmak. Fakîrlikten korkmak. Zengine zenginliğinden dolayı ta'zîm [hurmet] etmek. Fakîrle, fakîr olduğu için alay etmek. Hırs. Övünmek ve benlik taslamak. Haramla süslenmek. Bâtılı hak veyahud hakkı bâtıl etmek için müdâhane [ikiyüzlülük veya aşağılık] etmek. Yapmadığı şeyin medhini sevmek. İnsanların ayıblarını arayıp, kendi ayıbını aramamak. İyilik edenin iyiliğini unutmak. Dinden başka şey için sohbet [arkadaşlık, ahbablık] etmek. Ni'mete şükr etmemek. Kazâya râzı olmamak. Hak teâlânın emrini ve hukukunu hafîfe almak. Başkasını alay etmek, ya'nî hakîr görmek. Haktan yüz çevirip, kendi hevâ ve hevesine uymak. Hîle ve hud'a yapmak. Hakda inâd etmek. Müslümanlara sü-i zan etmek. İkrâh ettiği veyâ sevmediği kimse tarafından meydana gelen doğru sözü ve işi, nefsine uyarak kabûl etmemek. Günâha sevinmek. Günâha ısrar [devâm] etmek. Hak sübhânehü ve teâlâyı unutup, âhıreti hâtırlamamak. Haksız olduğu halde, kendi tarafını ısrarla savunmak. Allahü teâlânın rahmetine güvenip, pervâsızca günâhlara dalmak. Din ilmini dünyâlığa vesîle etmek. İlmi örtmek. İlimle amel etmemek. İftihâren ve tekebbüren ibâdetlerde, dîn bilgilerinde ve Kur'an okumakta iddiada bulunmak. Din âlimlerini istihfaf [alay edici ve aşağılayıcı sözlerde] bulunmak. Bile bile Allahü teâlâ ve Peygamber Efendimize yalan isnâd etmek. Ya'nî söylemedikleri sözleri söyledi demek. Kötü bir âdet çıkarmak. Şer-'î şerîf ile ameli terk etmek. Kaderi tekzîb etmek. Verdiği sözü tutmamak. Zâlimi zulmünden ve fâsıkı fıskından dolayı sevmek. Mü’minleri ve sâlikleri sevmemek. Allahü teâlânın sevdiği kullar ile [evliyâ ile] muâdatta [düşmanlıkta] bulunmak. Dehre, zamana söğmek. Fesâdı büyük olan sözleri yaymak. Kendisine iyilik edenin iyiliğini öğmemek. Server-i âlem Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini işitince, yahud söyleyince, yahud okuyunca, salavât getirmemek. Bir muhtaca merhamet etmemek derecesinde katı kalb sâhibi olmak. Günâha, her ne şekilde olursa, yardım etmek. Şerlilik ve çirkin sözleri, insanların şerrinden korkacakları kadar çok yapmak.

Zâhir [Görünen] büyük günâhlar: Altun ve gümüş kaplarda yemek veya içmek. Kur'ândan bir âyet veya bir harf de olsa, unutmak. Kur'ânda mücâdele, münâkaşa, muhaseme, huccetleşme ve başkasını yenmek, ezmek istemek, bunun için kızmak. Beden ve elbisesinde necâsetten sakınmamak. Abdestin vâciblerinden [farzlarından] birini terk etmek. Guslün farzlarından birini yapmamak —dişini doldurmak ve kaplamak gibi— Zarûretsiz avret yerini açmak. Hamamda peştemalsiz bulunmak. Hayzlı hanımına vaty etmek. Bile bile namaz kılmamak. Namazı vaktinden önce veya sonra kılmak. Damlarda perdesiz çıplak yatmak. Namazın farzlarından birini terk etmek. Yabancı saç ile saçlanmak. Döğme yapmak. Hanımlar güzel görünmek niyyetiyle başka şekle girmek. Karşısında sütre olmaksızın namaz kılmak. Cemâ’ati terk etmek. Kendisini sevmeyen cemâ’ate imâm olmak. Namazda safları yarmak. Saflarda tesviyeye [düzgün olmaya] riâyet etmemek. İmâmdan ileri geçmek. Namazda gökyüzüne bakmak. Kabristanda namaz kılmak. Yalnız olarak sefere [yolculuğa] gitmek. Kadın mahremsiz olarak sefere gitmek. Uğursuzluk sebebiyle yolculuğa çıkmamak. Özürsüz Cum'a namazını kılmamak. Halkanın ortasında oturmak. Akıl ve bâliğ olan ipek elbise giymek. Erkeğin altın yüzük takması. Erkeklerin giyinme ve konuşmada kadınlara benzemesi. Kadınların ince ve dar elbise giyinip, bedenlerinin hatları ve derileri belli olmak. Kadınların salınarak, cilveli yürümesi. Elbisenin çok uzun olması. Ayaklarını yere vurarak yürümek. Beyaz saç ve sakalları siyâha boyamak. Yağmurların yağmasının yıldızların te'siriyle olduğuna inanmak. Cenâze mateminde üstünü başını, yakasını yırtmak. Saçlarını yolmak. Ölünün kemiklerini kırmak ve bir a'zasını kesmek. Kabirler üstünde oturmak. Câmilere ölü gömmek. Nazara karşı boncuk takmak. Özürsüz zekâtı terk ve tehir etmek. Va'desi gelmiş borcunu, gücü yettiği halde geciktirmek. Ödeyemeyen borçluyu habs ve tazyık etmek. Baç almak. İhtiyacı yokken dilenmek. Dilencinin ısrarla istemesi. Muhtac olan akrabadan malı [parayı] esirgemek. Verdiği sadakayı başına kakmak. Nankörlük etmek. Allah için istenilen şeyi vermemek. Ramazan orucunu bozmak. Kasden bozduğu orucunun kazâsını geciktirmek. Hemen vâcib olmayan orucu, zevcinin [kocasının] izni olmadan tutmak. Bayramlarda oruç tutmak. Nezr edilmiş [adanmış] itikâfı yapmamak. Beden ve malı müsâid iken haccı terk ve tehir etmek. Hacda cima' etmek. İhramlı iken avlanmak. Zevcin izni olmadan nâfile hac etmek. Mekke-i mükerremede günâha niyyet etmek. Medîne halkını korkutmak. Vâcib olan kurbanı kesmemek. Kurbanın derisini satmak. Besmelesiz hayvan kesmek. Sarhoş eden otları —afyon gibi— yemek. Kan yemek. Domuz eti yemek. Murdar yemek. Hayvanları ateş ile yakmak. Hür insanı satmak. Fâizde şer'î hîle yapmak. Fâizde şâhid olmak. Fâiz senedini yazmak. Fâize yardım etmek. Fâsid alışverişle mal kazanmak. Zarûrî ihtiyâc maddelerinde ihtikâr [karaborsacılık] etmek. Hayvanı satarken yavrusundan ayırmak. Şarab yapmak için üzüm satmak. Satılmış mala müşteri olmak. Malını yemîn ile satmak. Alışverişte hîle ve hud'a yapmak. Hacım, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde noksanlık yapmak. Menfaati için borç vermek. Ödememek niyyetiyle borç almak. Yetim malında maslahatsız [yetime fâidesi olmayan] tasarruf etmek. Malın bir kısmını bile günâhda sarf etmek. Komşusuna eziyyet vermek, binasının manzarasını [görüşünü, önünü] kesmek gibi. Tekebbür için ihtiyacından büyük ev yapmak. Yolları bozmak. Körleri yoldan çıkarmak. İrşâda ehil olmayanların irşâdı bu kabîldendir. Ortağın ortağına, vekîlin müvekkele hıyânet etmesi. Bir yabancı kimse, yalandan bana borcun var demek. Hastanın borçlarının ikrârında bulunmaması. Kendisini yalandan babasından başkasına nisbet etmek. Âriyet olan malı, menfaatin gayrisinde kullanmak. Başkasının malını zulmen, hakkı olmadığı halde gasb ve istilâ etmek. Arafat’ta, Müzdelife’de ve Minâ’da bina yapmak. İşçinin ücretini, işi bittikten sonra geciktirmek. Mubah olan şeyleri insanlardan men' etmek. Caddelerin bir kısmını kirâlamak. Vakfın şartına uymamak. Lukatada [bulunan eşyada] tasarruf etmek. Zarûretsiz evlenmemek. Nazar. Genç oğlanlara bakmak. Gıybet. Gıybete susmak ve rıza' göstermek. Çirkin lakabla anmak. Maskaralık ve istihzâ [alay]. İkiyüzlülük. Başkasına bühtan etmek ve hayrete düşürmek. Başlık parası istemek. Evli kadınları iğfal etmek. Kadının kocasının sırrını ifşâ etmesi. Erkeğin hanımının sırrını ifşâ etmesi. Hanımına arkasından yaklaşmak. Yabancının yanında eşi ile sevişmek. Mehrini vermemek niyyetiyle birisini nikâh etmek. Canlı resimlerinin bulunduğu yerlere gitmek. Şer'î bir sebeb olmadan bir kimseden üç günden çok darılmak. Böyle birisi konuşurken, ondan yüz çevirmek. Kadın evinden süslenmiş, ziynetlenmiş olarak çıkmak. Kocasının izni ile de olsa, bir kadının evinden kokular, parfüm sürünerek çıkması. Hanımın nâşize [erkeğinden kaçar ve nefret eder] olması, kocasından izinsiz odasından ayrılmak. Kadının kocasından boşanma davasında bulunması. Yabancı bir erkek ve kadın arasını bulmak. Hanımına, sana yaklaşmayacağım diye yemîn etmek. Hanımına zihâr etmek. Bir kimseye, ey zânî, ey lûtî deyip, kazf etmek. Soyunu inkâr etmek. Bir kimsenin sülâlesine söğmek. Kendisini olmadığı milletten bildirmek. İddet hâlinde olan kadının evinden çıkması. Şer'î bir sebeb olmadan hanımına nafaka vermemek, elbise almamak. Çoluğunu ve küçük çocuklarını zay eylemek. Yakın akrabayı aramamak. Hürrü köle olarak kullanmak. Müslümânı ve ma'sûm zımmıyı [kitâb ehlini] öldürmek.

İntihar etmek. Katli haram olan kimsenin öldürülmesine yardım etmek. Küfre sebeb olmıyan sihri yapmak. Kâhinlikte bulunmak. Uğursuzluğa inanmak. Yıldızlara bağlamak. Böyle fâl bakanlara gitmek. Peygamberlerden başkasının gaybdan haber vermesi ve bu haberlere inanılması. Vazîfeleri ehlinden başkasına vermek. Ehli olanları işten çıkarmak. Hâkim hükmünde cevr [haksızlık] etmek. Bir müslümana kâfir demek. Farzların kaldırılmasına yardım etmek. Bir müslümanın namus perdesini yırtmak. Sâlih değil iken kendine sâlih süsü vermek. Âlim değil iken âlim kılığına girmek. Hayvana cim'a etmek. Kadın kadına müsahaka. Suçsuz bir kimseye saldırmak. Yol kesicilik etmek. Başkasının evine bir delik açmak. Gizli konuşulan sözü dinlemek. Kapı aralarından ve deliklerinden başkasının mahremine bakmak. Sünneti terk etmek. Cihâdı terk etmek. Emr-i ma'rûfu terk etmek. Selâmı almamak. Övünme ve saygı için kendine ayağa kalkılmasını sevmek. Taun ve veb'anın bulunduğu yerden kaçmak. Emân verilen zimmiyi öldürmek. Silâh kullanmasını öğrendikten sonra unutmak. Gayr-i müslim yemînleri ile yemîn etmek. Adağını yapmamak. Kendine güvenmeyen kimsenin kadı ve mütevelli olması. Ahkâmı bilmeyenin kadı [hâkim] olması. Batıla yardım etmek. Rüşvet almak. Rüşvet vermek. Rüşvete vesîle [aracı] olmak. Câiz olmıyan cidâlde bulunmak. Taksime memur olan kimsenin hıyâneti. İşret meclisinde oturmak. Fâsık olan kurra ve fukahanın meclisinde bulunmak. Kumar oynamak. Satranç oynamak. Çalgı âletlerini kullanmak. İçinde hiciv bulunan şiirleri söylemek. Küçük günâhda ısrar etmek. Tevbeyi terk ve tehir etmek. Ensâr ve Muhacire söğmek. Eshâbdan birine buğz etmek.

KÜFRE SEBEB OLAN ŞEYLER

Hak teâlânın vâcib-ül vücûd [varlığı muhakkak lâzım] olduğunda şübhe ve tereddüd etmek. Allahü teâlânın ülûhiyyete müstehaklığında başkasını ortak etmek. Hak teâlânın cisim olduğuna inanmak. Cismin özelliklerinden birinin Onda bulunduğunu söylemek. Allahü teâlâya yer isnad etmek. Zamanlıdır demek. Ezeli olduğunu inkâr etmek. Ebedîliğini inkâr etmek. Babası ve çocuğu vardır demek. Noksan sıfatlardan birinin Onda bulunduğuna inanmak. Kemâl sıfatlarından birinin Onda bulunmadığını söylemek. Bölünebilir, yahud bileşiktir demek. Bir şeye hulûl etmiş, yahud bir şey Ona hulûl etmiştir bilmek.

Peygamberlerden birine bir noksan [kusur] isnâd etmek. Onlardan birini inkâr etmek. Peygambere yalancı demek. Büyücü, deli ve câhil gibi sıfatlarla anmak. Allahü teâlâ ile neseb alâkası var demek veya bilmek. Onlara günâh isnâd etmek. Fazîlet ve kemâlâtını Allahü teâlânın öğretmesinden başka bir kimseden aldığını söylemek ve bilmek. Simâlarında noksanlığı gerektiren bir şey olduğunu meselâ siyâhdı, topaldı demek. Peygamber olmayana peygamber demek.

Meleklerin var olduklarına inanmamak. Onlara noksan isnad etmek. Allahü teâlânın onları bildirdiği sıfatlardan başka sıfatlarda olduklarına inanmak. Meleklerin erkek ve dişi olduklarına inanmak. Âyet-i kerîme ile sâbit olan mu'cizelerden birinde tereddüd etmek. Tevâtürle sâbit olan mu'cizeleri inkâr veyahud olmalarında tereddüd etmek. Ayın ikiye ayrılması ve mi'rac gibi mu'cizeler bunlardandır.

Kitâblardan birini tasdîk etmemek. Kur'ân-ı kerîmin bir âyet, yahud bir cümle veya kelimesini inkâr etmek. Kur'an-ı kerîme az bir kusur ve noksanlık isnâd etmek. Kur'ân-ı kerîmin yüksek ahkâmından daha fâideli, daha uygun, daha güzel, daha âdil bir şey bilmek, söylemek ve itikad etmek. Kur'ân-ı kerîme ihânet etmek, atmak veya bir başka şekilde hakaret etmek. Kur'ân-ı kerîme, peygamber sözüdür, demek. Kur'ân-ı kerîmi, ulemânın tefsîrlerindekinden başka bir sûrette tefsîr etmek veya te'vîl etmek, bâtınîler gibi.

Kabir süâlini ve azâbını inkâr etmek. Haşrı inkâr etmek. Kıyâmette herkesin asıl vücûdu ile bir daha vücûd bulmasında tereddüt etmek. Hesabı, Mizânı, Sıratı, Cenneti, Cehennemi inkâr etmek veya bunların birisinde tereddüt etmek.

Kadere inanmamak. Kaderin değişebileceğine inanmak. Cennet ni'metlerinin, Cehennem azablarının varlığını inkâr etmek. Cennet ni'metlerinin ve Cehennem azabının ebedî olduğuna inanmamak. Kâfirin Cennete gireceğine inanmak. Mü’minlerin sonsuz olarak Cehennemde kalacağına inanmak. Namaz, oruc ve benzeri ahkâmın farz olduğuna inanmamak. Fâiz, adam öldürmek gibi günâhların günâh olduklarına inanmamak. Severek ve meyl ederek Hak teâlânın düşmanlarına benzemek istemek. İslâmı önemsememek. İslâmiyyeti tahkîr etmek. Kâfiri mü’minden fazîletli [üstün] tanımak. İcma' ile haram olan bir şeyi helâl bilmek. İcma' ile helâl olanı haram bilmek. İslâmın ilk zamanlarında nifakın bulunduğuna itikad etmek. Sahabe-i kirâmı, münâfik, fâsık ve kâfir bilmek. Ehl-i Beyte, ehl-i beyt olduğu için düşman olmak. Eshâb-ı kirâmı, Eshâb-ı Resûl oldukları için sevmemek.

Bir mü’mine, mü’min olduğu için düşman olmak. Bir kâfiri kâfir olduğu için sevmek. İslâm dîni dünyâ ve âhıret seâdetine mâni'dir demek. Bir mü’mine kâfir demek. Bir müslümana, sen kâfirsin veya, ey kâfir, demek. İleride küfre sebeb olan bir sözü söylemek ve işitmek istemek. Küfre sebeb olan bir sözü kendi isteğiyle hâtırından geçirmek. Açıkça islâm ile alay eden bir söz ve fiilde bulunmak. Bir hâkime veya bir şeyhe saygı için secde etmek, saygı için olmazsa, şiddetle haramdır. Namazlardan sonra edilen secdeler haramdır. Sihrin tesir edici olduğuna inanmak. Mushafları, yahud bir sahîfeyi, veya Allahü teâlânın isimlerinden birinin bulunduğu bir şeyi necâsetlemek. Din bilgisi bulunan veya hadîs kitâblarından bir şeyi necâsete veya kazurata atmak. Peygamber isimleri, yahud melek isimleri yazılı bir yaprağı [kâğıdı] yere veya kazurata atmak. Câmi'leri kasden pislemek. Âlemi veya bir parçasını kadîm bilmek. Âlemin yapıcısını sonradan olma bilmek. Kadîm olanı birden çok bilmek. Hak sübhânehü ve teâlâyı, hay, alîm, kâdir, mürîd ve mütekellim bilmemek. Bir peygamberi tekzîb etmek. Müslüman olmak istiyene, kelime-i tevhîdi öğretmek acele lâzım iken geciktirmek. Def ve zurna çalarak Kur'ân okumak. Filân peygamber de olsa inanmam demek. Lâ havle velâ kuvvete ekmek getirmez, demek. Kıyametten korkmam demek. Kur'ân hocasını veya dîn dersi öğreten kişiyi alaya alarak taklîd etmek. Şarabın haram olmamasını temenni etmek. Hazret-i Ebû Bekr’in sahabiliğini inkâr etmek. Namaz kılmayacağım demek. Hak teâlâyı zât-ı ülûhiyyetine lâyık olmayan bir şeyle anmak, yahud şerefli isimlerinden biriyle alay etmek. Allahü teâlânın emirleri, yasakları, va'd ve vaîdleri [müjde ve tehditler] ile alay etmek. Ulemâ-i kirâmın sözleri, eski masallardır, demek. İslâm dîni hurafelerden ibârettir demek. Bu zaman, küfür zamanıdır, demek. Helâl ve haramı inkâr etmek. Zamanın, rûhun, gökyüzünün kadîm olduğuna inanmak. Bedenlerin haşrını inkâr etmek. Tenâsuha inanmak. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) siyâh imiş demek. Peygamber Efendimizi kendi bulunmayan sıfatlarla anmak. Peygamberlik çalışarak kazanılır demek. Hıristiyan ve yahudîleri mü’min bilmek. Sahabe-i kîramı tekfîr etmek. Kur'ânın sözlerini ve ma'nâlarını değiştirmek.

Küfrü mucib şeylerden yüzden ziyâdesini bildirdim. Zirâ bunları saymak kabil değildir. Ancak umûmî kâideye girmektedirler. İslâm dînine bütünü ile itikad etmek îmândır. Bunlardan birisine inanmamak, ya da tereddüd etmek, yahud alay etmek veya hafîf görmek küfrü gerektirir. Din kemâle erişti. Kemâl bulan şeyde ziyâdelik noksandır. Bunun için gerek kötü âlimler tarafından ve gerek ham sofular, zındıklar ve mülhidler tarafından az bir şey de olsa, dînde, ya'nî usûl-i dînde [akaidde] ziyâdelik küfürdür."

Hocamızın bize okudukları ve anlattıkları bu çok mühim bilgiler Efendi hazretlerinin dilinden ve kaleminden çıkmıştır. Otuz seneye yakın süren İstanbul câmi’lerindeki va’zlarında bu ve benzeri önemli bilgileri anlatarak İstanbul halkını irşâda çalışmış ve meselâ: “Bâyezid câmi’inde îmândan bir kıvılcım kalmıştır” buyurmakla buna işâret ettiği gibi, “burada namazını kılıp, ayakkabıları elinde, bu va’zı ayak üstü dinleyen bir mümin âhırette bunun mükâfâtını muhakkak bulacaktır” müjdesi ile de, ehl-i sünnet ve’l cemâ’at itikadında bulunmanın, bir madde de olsa ondan bir şey öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu ifâde etmiş olduğunu tekrâr tekrâr Hocamızdan dinlemişiz. Bunun için bu bilgileri yazmadan geçemedim. Bunu bir vazîfe bildim ve isterim ki, bunları okuyanlar, kendilerinden sonraki nesle bunları, hattâ bu kitâbda bildirdiklerimizi ileterek, Allah katındaki mes’uliyetlerini yerine getirip, islâmın ve târihin sırtlarına yüklediği ağır yükün bir kısmını onların omuzlarına vererek biraz hafifletsinler. Bu fakîrin bu kitâbı yazmaktan bütün maksadı budur. Bununla târihî bir vazîfemi yapmış oluyorum. Hadîs-i şerîfte : “İnsanların en iyisi, onlara fâideli olandır” buyuruldu.

Hocamızın sevdiği, görüşmemizi istediği, hattâ kendileri ile birlikte ziyâretine çok gittiklerimizden biri de, terzi A. Hâbil efendidir. Efendi hazretlerinin eski ve sevgili eshâbından Mustafa Kaptan’ın oğludur. Bir oğlu da, Efendi hazretlerinin birâderi Abdülkâdir Efendi’yi anlatırken geçmiş olan terzi Ahmed Efendi idi. Rizeli idiler. Hemşehrimiz de oldukları için ayrı bir yakınlığımız vardı. Efendi hazretleri babalarından dolayı, bu çocukları ile de çok alâkalanırdı. Hâbil amca, Hocamızla akran idi, ya’nî yaşdaş idi. Hocamızdan üç-dört sene önce vefât etti. Çocuğu olmamış şanslılardan biri idi. Mesleği terzilikti. Efendi hazretleri hem evine hem de dükkânına teşrîf ederdi. Kendisi anlattı :

- Efendi hazretleri, dükkânıma her gelişte :"Hâbil, işlerin nasıl?" derdi. Ben de, elhamdülillah iyidir, derdim, Bir def’a, yine sordu. Elhamdülillah, çok iyidir, dedim, "Ha, işte şimdi oldu. Allahü teâlânın verdiği ve yaptığı çok iyidir. Kullar Onunla pazarlıkta değiller ki, verdiğine göre değerlendirsinler" buyurdu.

Kendisinden dinledim: Efendi’ye yelek dikiyordum. Prova için giydirdim. yeleğe bakmadan beş tane düğmenin yerlerini elleri ile gösterip, birini şuraya, birini şuraya... deyip; beş yeri işaret ettiler. Ben de tam oraları işâretledim. Mubalağasız, hepsi tam yerine isâbet etmişti. Hayretimi anladılar ve: “Hâbil, ben ustaların ustasıyım" buyurdular.

Kendisinden dinledim: Hilmî Beyle, Efendi’nin huzûrunda idik. Efendi

ikimize :"Sizinle küfür arasında perde vardır" buyurdu.

Kendisinden duydum: "Râbıta-ı şerîfede yazılı mektûbu [Tam İlmihal’de ‘Bir tasavvuf mütehassısının mektûbu’ başlığı ile yazılı olan mektûbu] okuyan kimse içindekileri yapmakla izinli sayılır" diye Efendi’den işittim.

Yine ondan dinledim: Efendi’nin huzûrunda yelek iliği yaparken ellerim terlerdi. Şâkir efendi vâsıtası ile, dışarı çıkıp, rahat dikmemi arz ettim. Efendi hazretleri: Dışarısı buradan ışıklı değildir" buyurdu.

Yine o dedi: Efendi’den mükerreren duydum :"Bizim Mekkî’nin ilmi vardır" buyurdu.

Yine o dedi :Efendi buyurdu ki :Kıyâmete yakın, câmilerin yolları çimen bağlar. İmâm ve hatibler sûreta âlim, hakîkatte câhil olurlar. Hafızlar teganniyi [nağmeli okumağı] severler. Kadınlar erkeklerine itâat etmezler.

Yine Ondan dinledim :Kızkardeşimin oğlu İsmet Kaptan küçükken sar'a hastalığına tutulmuştu. Efendi’ye gösterdiler. "Bu çocuk hastadır" buyurdu ve sesli olarak Âyet-el Kürsiyi okudular. İyileşti ve hayatı boyunca bir daha hastalanmadı.

Yine o anlattı: Efendi hazretleri buyurdu ki: Mürşid-i kâmil-i mükemmil, ilimde ictihad, tasavvufda velâyet-i hassa-ı Muhammediyye mertebesinde bulunmalıdır ki, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırabilsin.

Hâbil ağabeye, Efendi hazretlerinin İstanbul’daki eski eshâbını sordum. Şu isimleri saydı: Babam Mustafa Kaptan, Ziyâ bey, Tâhir efendi, Hasan efendi, Hasîb efendi, Terlikçi Mustafa efendi, Hâlid bey, Nedim bey, Öğretmen Şükrü bey, Abdülkâdir bey, Rauf efendi, Hâlid Turhan, Mekkî efendi.

Hâbîl beyi dinleyelim:

—Menemen’den sonra idi. Efendi’nin emri ile Akhisar’a gittim. İstanbul’a geldiğimde, Efendi’yi görmek için Eyyûbe gittim. Herkes elini öperken, yüzleri başka tarafa dönük iken, ellerini öptüm. Yüzüme bakmadan, hoşgeldin, dediler. Diğerlerine böyle bir söz söylemediler.

—Benim için, bana kimsenin yapmadığı hizmeti yapan Mustafa Efendi’nin oğludur, buyurdular.

—Efendi buyurdu ki: Medeniyyet İslâmiyyet ile kaimdir. Avrupa medeniyyeti dedikleri vahşetin zirvesine varmıştır. Evet, Müslimânlar, düşmana karşı mudafâa [savunma] için her türlü harb âlet ve edevatını yapmak zorundadır. İslâmın şartları dışında san'at ehli bulundurmamak fısk olur [gayr-i müslim değil] müslüman tab'adan.

—Tahir efendi de vardı. Efendi buyurdular: Maaşım yirmi liradır. Bu da imâmlık maaşıdır. Devletin bütün yardımı kesildi, ama evimin masrafı meb'us evi gibidir. Bu da Silsile-i aliyyenin yümnü bereketidir. Tâhir efendi de dedi: Üsküdâr’da uncu dükkânım vardır. Belediye zâbıtası herkese cezâ keser, bana hiç uğramaz; bu da Silsile-i aliyyenin bereketidir.

—Efendi buyurdu: Çocuğu olanı Allah muhâfaza etsin. Olmayana Allah vermesin. Berber Enver efendinin kızı ölünce ağlayarak Efendi’ye geldi. Çocuğun mu öldü? buyurdu. Evet, dedi. "Abdestli isen hemen şurada şükür secdesi yap, göreyim" buyurdu.

—Mekkî efendi buyurdu :Her akşam bir Yâsîn-i şerîf okuyup, ana-baba dâhil, büyüklere hediye etmelidir.

—Efendi buyurdu: Pâdişahların en aşağısı bile, dînin hâmisi idi.

—Eski ev alıp, ta'mir ediniz, yeni ev yaparsanız, zararınıza sebeb olur.

—Korkmayın, korkmayın, sizinle küfür arasında perde vardır.

—Mü’mine en evvel lâzım olan, helâl yemektir. Mideye helâl girerse cevârihe [organlara] amel-i sâlih kuvveti verir. Haram ise, ne kadar uğraşsa, yapamaz.

—Hilmî beyle beraberdik. Hilmî bey, müsaade isteyip çıkınca, Efendi hazretleri arkasından, onun için :"Ziyâ beyin şânına lâyık bir damat" buyurdu.

—Kadınlar Efendi’nin elini değil, eteğini öperdi.

—Yoğurdu ve yumurtayı severdi.

—Buyurdu: Bu memleketin toprağı rutubetli olduğundan, cenâzeyi tabutla defn etmek daha iyidir. Tabutun çivilerinin tahtadan olması lâzımdır.

—Her cum'a, namazdan evvel, Kehif sûresini okumak sünnettir.

—Buyurdu: Ölülerinize her akşam Yâsin-i şerîf okuyun.

—Buyurdu :Nerede namaz var, orada îmân var, nerede namaz yok, orada îmân yâ var, yâ yok.

—Buyurdu: Mektûbât, Reşehât gibi kitâblar çok kıymetlidir. Fârisîyi az bilen Mektûbât’ın fârisîsini okusun.

—Buyurdu: Âmentü şerhi kıymetli kitâbdır.

—Efendi hazretleri, seyyidi ve senedi hazret-i Seyyid Fehîm’den (kuddise sirruh) bildirir: Namazdan sonra dûa ederken ellerini kaldırdıkta en son :"Rabbiğfir verham ve ente hayrürrahîmîn, teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn" derler, ellerini mübârek yüzlerine sürerlerdi ve her fırsatta :Yâ Allah bike Tâhâssantü ve bi-abdike ve Resûlike seyyidinâ Muhammedin (sallallahü aleyhi ve sellem) istecertü, düasını okurlardı.

—Efendi hazretleri Bâyezid Câmi'inde va'z verirken, namazda nasıl dua

edileceğini anlatıyordu. İki elini kaldırıp: "Duayı böyle yapın" buyurdu.

—Buyurdu: Mekkî’nin ilmi vardır.

—Buyurdu :Hanefî mezhebinde peştamal kullanmak takvâdandır. Şâkir bey, bu takvâ sâhibi kimdir? dedi. Ziyâ beydir, dedi.

—Yine o dedi: Efendi ekseriya: “Zâhir ma'mur, bâtın harab" derdi.

Hâbil amca ile çok güzel zamanlarımız oldu. Çok güzel diyorum. Çünkü hep Efendi hazretlerinden konuşurdu. Gözleri dolardı. Yoruluncaya kadar konuşurdu. Kalkmamı istemezdi. İlmi çok olmamakla beraber, Efendi’de fânî olmuş bir hâli vardı. Allah rahmet eylesin.

Kardeşi Ahmed bey, yaşını büyütüp, askere gitmeği sormak niyyeti ile Efendi hazretlerine geldi. Daha mes'eleyi açmadan, ona; Ahmed, kaç yaşındasın? buyurdu. On altı yaşındayım, dedi. "Maşaallah, büyümüşsün. Yaşına dokunma, öyle kalsın" buyurdu. Yine o anlattı: Emirgân’da çimende namaz kılacaktık. İleride radyodan şarkı sesi geliyordu. Efendi imâmete geçti. Cevad bey, radyoyu susturmak için koştu. Efendi, çağırın gelsin! buyurdu. Sonra :"Allahü ekber!" deyip namaza durduk. Tekbîr sesi ile, radyonun sesinin kesilmesi bir oldu. Namazı huzurla kıldık. Namazdan sonra bahçe [gazino] sâhibine, radyoyu bilerek mi kapattın? dedik. Hayır, âniden bütün cereyanlar kesildi, dedi. Kusura bakmayın; her fırsatta Efendi’den bahsetmek Hocamızın o kadar güzel bir âdetleri idi ki, ister istemez bizim gibi kabiliyyetsizlere aksetti de, her fırsatta kalemimizi onun yâdı ile harekete geçiriyoruz. Allahü teâlâ Onlardan ayırmasın.

Uzun zaman Hocamızla kitâbların tashîhleri ile meşgul olduğumuzu daha önce belirtmiştik. Erenköy’de bulunduğum 1974-1977 yılları arasında Seâdet-i Ebediyye kitâbını tashîh esnasında arz ettiğim bahislerden çok memnun olmuş olacaklar ki, şu kısa mektûbu gönderdiler:

"Hatâları tesbit için çok zahmet çekmişsiniz. Cenâb-ı Hak ecrinizi ihsân buyursun. Bu mesâiniz kitâbımızın yeni baskısının kıymetinin artmasına sebeb olmuştur. Dünyâ ve âhıret seâdetinize dua etmemize de vesîle olmuştur. Vesselâmü aleyküm ve alâ men-ittebe'el hüdâ veltezeme mütabeatel-Mustafâ aleyhissalâvâtü vet-teslimât-ül-ulâ.

Hüseyin Hilmî bin Saîd, Hazirân 1 974

Tashîhler esnâsında Yûnus Emre’nin Dolap şiirinde geçen :Böyle emr eylemiş Çalab, mısra'ındaki Çalab kelimesini, o zamanki bilgi ve kültürümüze göre İslâmî bulmadığımdan, bunu :Böyle emreylemiştir Rab şeklinde yazıp, Hocama arz ettim. Buyurdular ki, Efendi hazretlerinden duydum :Eski Türkler Allah (celle celâlühü) yerine Çalab kelimesini kullanırlardı. Bunun için olduğu gibi kalsın.

Bir gün Kumrulu Câmi’inde Cum'a namazından çıkmıştık. Yolda evlerine doğru gelirken buyurdular: Bursa’dan bir mektûb aldım. Enver bey okudu. Genç ve arkadaşlar arasına yeni katılmış birisi, Efendi hazretlerine râbıta edip, kendisini görüyor ve onunla konuşuyormuş. Enver beye, ona cevâb yazmasını ve râbıtayı bırakıp İmân ve İslâm kitâbımızı okumasını tavsiyemizi bildirdim. Sonra bana hitâben :"Ama kardeşim, siz Efendi’ye yapmakta olduğunuz bu cinsten vazîfenize devâm edin" buyurdular.

Bir gün buyurdular ki :Eskiden kırk sene sohbete devâm ederlerdi de. mürîdliğe kabûl edilmezlerdi. Mürîd demek, bu büyüklerin yoluna istidat kesbetmiş, hergün ilerliyen sâlik demektir. Ya’nî evliyâlığa namzettir. Şimdi o mürşidler ve öyle ciddi tahkik ve tedkikler nerede? Mürîdler değil, zamane şeyhlerinin evliyâlıkla alâkası yoktur. Allahü teâlâ bizi fasık âlimlerden ve câhil muteşeyyihlerden [Şeyhlik taslayan cahillerden] korusun.

Bir gün sohbette 266. Mektûbun sonundan, Kur'ân-ı kerîmi tegannî ile okumak ve harama güzel demenin çok büyük günâh olduğundan bahseden kısmı okudular. Şöyle ki: Sema ve raks, lehv ve lab, ya’nî oyun ve eğlencedir. Lokman sûresindeki (Lehv-el-hadîs) âyet-i kerîmesi, tegannî ile okumağı yasak etmek için indi. Abdullah ibni Abbâsın (radıyallahü anhümâ) talebesinden olan İmâm Mücâhid, Tâbiînin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerîmenin teganniyi yasak ettiğini bildirdi. Medârik Tefsîrinde [ve büyük âlim Senâullah Pânîpûtî hazretlerinin on cild olan Mazharî Tefsîrinde] Lehv-el-hadîs, musikî demektir, diyor. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anhüm) bu âyet-i kerîmenin tegannî için olduğuna yemîn etmişlerdir. İtikadda mezhebimizin imâmı olan Ebû Mansûr Mâtürîdi’nin :"Zamanımızda, tegannî ile okuyan hâfızların nağmelerini işiterek, Kur'ân-ı Kerîmi ne güzel okudun, diyenin îmânı gider, hanımı boş olur. O zamana kadar yaptığı ibâdetlerinin sevâbı gider" dediğini kitâblar yazmaktadır. Ebû Nasr Debbusî buyuruyor ki, Kadî Zahireddin Harezmî buyuruyor: Bir şarkıcıdan veyâ başka bir yerden şarkı dinleyen, veyâ başka herhangi bir haram işi gören kimse, haram olduğuna inanarak veyâ inanmayarak, bunlara ne güzel dese, o anda mürted olur. Çünkü Allahü teâlânın emrine karşı gelmiş olur. Allahü teâlânın emrine karşı çıkan, onun tersini savunanın kâfir olacağını bütün müctehidler, sözbirliği ile bildirmiştir. Böyle kimselerin ibâdetleri kabûl olunmaz. Önceki sevâbları da yok edilir. Böyle felâketten Allahü teâlâya sığınırız." Bu sohbetlerin devâmını Mektûbât’ın 266. Mektûbundan okuyunuz.

Selâm için buyurduklarını da kısaca yazalım:

"Bir yere girince veya birisi ile karşılaşılınca, ilk söz selâm olmalıdır. İçinde insan olmayan yere, eve girince (Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn) denir. Bir topluluğa verilen selâma içlerinden biri (ve aleykümüsselâm) diye cevâb verse, diğerlerinden alma mes'uliyyeti düşer. Bir topluluktan ayrılırken de selâm verilir. Kendisine selâm verilen kimse daha güzel bir karşılıkta bulunarak, şöyle der :Ve aleykümüsselâmü ve rahmetullahi ve berekâtühü. Bir kimsenin selâmını getirene :Aleyke ve aleyhisselâm diye karşılık verilir. Bir mektûbda selâm yazılmış olursa, yâ dil ile veyâ yazı ile :Ve aleykesselâm denilir. Selâma karşılık veremeyecek durumda olanlara selâm vermek mekrûhdur. Selâm verirken eğilmek mekruhdur."

Talebe iken bize yazdıkları mektûblarda, namazınızı kılın, Kur'ân-ı kerîm okuyun, sâir zamanlar hep ders çalışın, sınıfınızı geçin, bir an evvel mektebi bitirin, diye yazarlardı.

Buyurdular: Kul Hakkından korkan, ayağını uzâtıp yatamaz.

Buyurdular: Kimin bir merkebi varsa, bir derdi vardır.

Buyurdular: Ra'fetin rahmetten ince bir farkı vardır. Ra'fette en çirkin, afv edilmez sanılan günâhlara da merhamet vardır.

Buyurdular: Kur'ân-ı kerîmde iki yerde geçen karye kelimesi Antakya şehri içindir. Biri Kehf, diğeri Yâsîn süresindedir.

Buyurdular: İyiye, haklılığa, doğruluğa ısrar olmaz, devâm olur. Kötülüğe, haksızlığa, yanlışa ise, ısrar olur.

Buyurdular: Efendi hazretlerinden duydum. Buyurdular ki, Gelibolulu Yazıcızâde birâderler sulehâdan idiler.

Buyurdular: Dünyâda en habis kazanç; şarkı söyleyerek kazanılan

paradır.

Bir gün Cum’a namazından gelirken bendelerine :"Sizin de saçınız ağardı. Siz de ihtiyâr oldunuz. Üzülmeyin kardeşim, ihtiyâr seçkin demektir" buyurdular.

Bir başka zaman bir arkadaşa :"Şâhidim ki Süleyman bey saçını islâmda ağarttı" buyurdular. Elhamdülillah...

Şöyle anlattılar; "Kanûnî Sultan Süleyman, Süleymaniye câ’miini yaptırıp, ilk cum'ayı kıldıktan sonra, cemâ’atle müsafeha ediyordu. Birinin elini tuttu ve baş parmağında kemik olmadığını hissetti. Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Çünkü Hızır aleyhisselâm bununla tanınır. Elini bırakmadı ve her Cum'a namazını bu câmide kılması için ondan söz vermesini, aksi halde, bütün cemâ’ate duyuracağını söyledi ve uzun konuşmadan sonra, her Ramazan-ı Şerîf ayınını son Cum'a namazını, Süleymaniyye Câmi'inde kılacağına söz aldı."

İşte bir Ramazan-ı Şerîfin son Cum'ası geliyordu. Hocama, bu cum'ayı Süleymaniyye Câmi’inde mi, yoksa Efendi hazretlerinin birâderzâdesi Seyyid Cemâleddin Efendi’nin imâmı bulunduğu Kirazlı Mescid’de mi kılayım, dedim. Siz yine Kirazlı Mescid’e gidin. Cemâl efendi Seyyiddir, Efendi’nin yeğenidir, âlimdir, ehl-i sünnettir, buyurdular.

Bir gün Fâtih Câmi’inin bahçesinden gelirken bana :"Biz meşhûr olduk, siz kendinizi örtün. Çünkü bu millete lâzımsınız" buyurdular.

Efendi hazretleri gibi Hocamız da Osmanlıları çok severdi. Sitayişle bahsederdi. Şöyle anlattılar: Efendi hazretleri, bazı sevenleri ile birlikte Süleymaniyye Câmi’inin Halic tarafındaki duvarın altından geçerken, eshâbından biri, Efendi hazretlerine :"Efendim, baksanıza ne muazzam ve haşmetli bir duvar" demiş. Efendi de cevâben :"Sahibleri de öyle idi" buyurmuştur. Bu bahsi fazla deşmeden geçelim.

Hocamız buyurdu ki: İmanın muhafazası için, altı şarttan ayrı olarak iki şart daha lâzımdır:

1-  İmânın gaybî olması, ya’nî can boğaza gelmeden önce îmân etmiş olmak lâzımdır.

2-  Hubb-u fillah ve buğd-u fillah, ya'nî Allahü tâlânın sevdiklerini O sevdiği için sevmek, düşmanlarını ise O sevmediği için sevmemek lâzımdır.

Fevzî Paşa Caddesi’nden yukarı Yavuz Selim Caddesi’nden çıkıyorduk. “Hocam, Mektûbât’ta yazıyor ki, dîn düşmanları ve kâfirlerle zarûret miktarı görüşmeli, biz bunu yapamıyoruz. Onlarla yiyoruz, çay içiyoruz, sohbet ediyoruz. Nasıl yapalım?" diye sordum. Buyurdular ki: “İyi ediyorsunuz, ben de öyle yapardım. Öyle yapmağa devâm edin. İnsanlar şimdi gülmeğe hasret oldu. Dünya sıkıntıları insanlara gülmeği unutturdu. Mektûbât’taki yazılar da doğrudur, ama o zaman ve mekân için, ya'nî müslümanlar hâkim, kuvvetli ve çoğunlukta olup, kâfirler güçsüz, az ve hakîr oldukları zaman onların yüzüne gülmek, onlara ağam, beyim demek, müslümanları küçültmek ve aşağılamak

olacağı için buna dikkat çekmişlerdir.”

Fârisî çalışmak ve Silsile-i aliyye büyüklerini iyice tanımak için, Muhammed Bâkıbillah ve her yönü ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatan Berekât kitâbını terceme etmeğe karar verdim. Bir gün gece çalıştım. O gece sabaha kadar Muhammed Bâkıbillah hazretlerini rüyâda gördüm. Ertesi gün akşam üstü Hocama gidip, niyyetimi ve rüyâmı arzettim. "Ne mutlu size kardeşim. Ömrünüzün en iyi zamanını en iyi meşgale ve mesâiye verdiniz. Devâm edin, bir gün gelir, inşaallahü teâlâ basılır ve herkes okur. Efendi’den duydum :"Berekât kitâbını okumak, îmânın vicdânileşmesine sebeb olur. Ben o kitâbı Başkale’den hicret edince kaybettim. Bulursanız, mezarımın baş ucunda okuyun" buyurdu. Bir kaç sene sonra bir gün Yeşilköy’e, eczâhanelerine gidiyorduk. Elimi ellerine alıp tuttular ve :Sizin elleriniz de benim ellerim gibi oldular. Ne kadar benziyor ellerimiz, buyurup sözü Efendi hazretlerine getirdiler ve :"Efendi’nin sağlığında Berekât kitâbını çok aradım. Hindistan ve benzeri sefârethâne ve konsolosluklara bile gittim. Efendi, bulursanız baş ucumda okuyun vasîyyet etmişti. Sonra bulduk, ama vasîyyetlerini yerine getiremedim. Siz Ankara’dasınız. Sizi vekil ediyorum, benim yerime, Bağlum’a gidip, Efendi’nin mezarı başında Berekât’tan bir fasıl okuyun, unutmayın, muhtıra defterinize yazın ve okuduğunuzu bir mektûbla bana bildirin buyurdular. Hangi Faslı okuyayım, dedim. Tevellüdlerinden yüksek Hocalarına varıp, kemâle gelmelerini anlatan faslı okursunuz, buyurdular. Baş üstüne dedim. "Efendi, bana buyurdu ki :Hilmî, benden sonra Şâkir’in elini öpme!..." Ve daha çok şeyler anlattılar. Yıllarca merak ettiğim şeylerden bahs ettiler. Ankara’ya dönünce, ilk işim, Efendi’yi ziyâret oldu.

O faslı orta sesle sonuna kadar okudum, ve bir mektûbla kendilerine arz

ettim.

Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Efendi’nin eshâbından İlyâs Efendi’nin kendilerini ziyârete geldiklerinden ve Efendi hazretlerinin bir kerâmetine şâhid olduklarından bahsetti ve şöyle anlattı.: Bir gün yaşlı bir kadın Ayvansaray’daki marangozhaneme gelip :Bir odalı bir evim var, ikinci bir oda yaptırıp, kirâya vereceğim ve onunla geçineceğim; bedelini kirâ parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz, dedim. Maksadım, Efendi hazretlerine gelip, danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına geldim. Hâlimi sordular ve :"Müşteri geliyor mu?" dediler. Geliyor, dedim. Fakat esas sormak için geldiğim, o ihtiyarcağızı unutmuştum. Tekrâr: "Sipariş verenler oluyor mu?” dediler. Yine hatırlayamadım. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlayamadım. Bunun üzerine :"Bugün gelen kadıncağızın işini gör!" buyurdular. Çok şükür ki, hatırladım.

Bayramda, Hocamızla birlikte Mekkî Efendi’ye ziyârete gitmiştik. On-onbeş kişi vardı. Kamus lügat kitâbından aşkla muhabbet arasındaki farkı Hocamıza okuttular. Özeti şöyle idi. Muhabbet sevmektir. Aşk ise, gerekenden çok sevmek demektir. Onun için zararlıdır. Muhabbet ise faydalıdır. Allahü teâlânın aşk sıfatı yoktur, ama hub [muhabbet-sevmek] sıfatı vardır ve Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın sevgilisi idi. Bu orada Efendi hazretlerine atıfla :"Hiç kimse Allahü teâlâya âşık olamaz, ya’nî Hak teâlâyı icâbedenden çok sevemez. Kul, Rabbini ne kadar sevse, muhabbeti aşamaz ki, aşka sıra gelsin. Eğer edebiyatta bu nev'i aşk sözlerinden bahsediliyorsa, mecâz ma'nada söylenmiş olduklarını düşünmelidir. Yoksa yanlış olur. Zirâ kul, Rabbini gerektiğinden çok sevmek kudretine hiçbir zaman sâhib olamaz. Gerektiği kadarına bile varmak imkânsız iken" buyuruldu.

Tekrâr tekrâr Efendi’den naklen buyurdular :İslâm bu memleketten giderse; ne Hind’de kalır; ne Sind’de [Pâkistan’a Sind denir]

Hocamız buyurdular ki: Efendi hazretleri hacda düa ettiler ve Kâbe’nin eteklerine yapışıp: Yâ Rabbi, benden ilim okuyanı âlim eyle dediler. Elhamdülillah. Hocamız Efendi’den ilim okudular ve bu duanın bereketli neticesine kavuştular.

Yine Efendi’den naklen buyurdular: Benim gibi bir baba üçyüz senedir gelmedi, üçyüz sene daha da gelmez.

1969 ve 1970 senelerinde toplam on ay Türk-Sovyet hududu rodemarkasyonu [yeniden işaretleme] görevinde tercüman olarak çalıştığım zaman, Allahü teâlânın varlığı ve birliği üzerine Sovyet tercüman ve subayları ile yaptığım münâkaşa ve münazaraları, hocama anlattım, "Çok iyi ettiniz. Biz münakaşayı sevmeyiz, tavsiye etmeyiz. Münâkaşa kalbi karatır. Ama sizin komünist ve ateistlerle münâzaranız, münakaşa sayılmaz. Allah için cihâddır. İnşallah cihâd sevâbı almışsınız" buyurdular.

1968 ağustosunda üçüncü çocuğum ve üçüncü kızım dünyâya gelince, sağ kulağına ezân, sol kulağına ikamet okuduktan sonra Onlara gittim. Selâmdan sonra, bir kızımız daha oldu dedim. "Hayırlı, mübârek olsun efendim. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki : "Üç kız çocuğu olup da onları iyi bakan ve büyütenin Cennete girmesine kefil benim" İnşaallah kardeşim siz buna, ya’nî Cennete kavuştunuz. Mubârek olsun. Kız çocuklarının babası rızıklı olur hadîs-i şerîfi mucibince, onun rızkı ve sizin rızkınız şimdiden hazırlanmıştır. Cenâb-ı Hak şifâ versin. Hayırlı ve uzun ömürlü olsun" buyurdular. Göbek adını Nefise verdik dedim. "Maşaallah, ne iyi yaptınız" dediler ve daha sonra :"Bu hadîs-i şerîfe kavuşmanız, Nefise Ümrân sâyesinde oldu. Onun için o hayırlıdır. Kız olduğuna sevindim, siz de sevinin. Baksanıza M. Beyin iki oğlu var sokaklarda kaldılar. Bizim bir tane var, zor hâkim oluyoruz. Bu zamanda erkek çocuğunun yetişmesi zordur. Kız çocukları için o zorluk yoktur" buyurdular. Büyük kızım, okula gitmeden okuyabiliyor, dedim. "O kitâb okusun siz dinleyin" buyurdular. Sonra da beraber Enver beyin, çocuğunun vefât ettiğini, Efendi hazretlerine arzı üzerine, Efendi hazretlerinin Enver beye :Abdestin var mı? dediğini ve, evet cevâbını alınca :"Hemen şuracıkta şükür secdesi yap, göreyim" buyurduklarını anlattılar.

İki gün sonra Hocamızla görüştüğümüzde, Ümrân’ın annesinin bu gece rüyâda uçarak hacca gidip geldiğini anlattım. "Bu rüyâ da, Ümrân’ın gelmesindendir ve geçen gün söylediğim hadîs-i şerîfin ma'nâsına kavuşmanızdandır. Mübârek olsun, ne güzel bir rüyâ" buyurunca, fakîr cesâretlenerek, bir zaman önce de Hazret-i Fâtıma vâlidemizi rüyâda gördü. Başını kucaklarına alıp, saçlarını ve yüzünü okşayarak, sen benim kızımsın buyurduklarını arz ettim. Mâşaallah, inşaallah onun şefâatine kavuşur ve Cennette Onun yanında olur" buyurdular. Büyük kızım, küçüklüğünü Onların evinde, kucaklarında, hanım efendilerinin dizlerinin dibinde geçirdi. Bu husustaki hikayeleri geçip, kitâb yazmadaki maksadımızı mümkün mertebe kendimize doğru yönlendirmeyelim. Çünkü medh etmekten ve edilmekten çok korkarım. İnsanın en zaif hallerindendir. Kendinin medh edilmesine sevinmeyenler, çok uyanık, çok takva, belki evliyâlığın kokusunu almış kullardır. Şimdi böyle insanlar nerede? Bütün insanlar, insanlar beni sevsin, beni övsün istiyorlar. Kendilerinde bulunmayan sıfatlarla övülmekten dahi hoşlanıyorlar. Allah katında kaybettiklerini, Allah’dan uzaklaştıklarını, nefse yakınlaştıklarını ya bilmiyorlar, ya da bildikleri halde hesaba katmıyorlar. Birincisi fenâdır, ikincisi ise ondan daha fenâdır. Allah korusun. Bunun için hadîs-i şerîfde :"Kişiyi yüzüne karşı övmek, onu bıçaksız kesmektir" buyuruldu.

Bir gün baha :"Filân arkadaş ile hanımı geçinemiyorlar. Bir kaç def’a ben gidip nasîhat ettim. Bugün yine aralarında bir şeyler olmuş, haber aldım. Beni istediler. Ama artık ben daha gidemeyeceğim, kardeşim. Bana vekâleten siz gidin ve aralarını bulun. İyi zamanında hanımı ile aşırı samîmî oluyor,. Kızınca bağırıp çağırıyor. Hanımı bu yüzden iki yüzlü davranmak zorunda kalıyor, hattâ yalana baş vuruyor. Bu davranışları oğullarına ve kızlarına da tesir ediyor" buyurdular.

Bir gün Fâtihteki Hırka-ı Şerîf Câmi'i tarafından geliyorduk. Emekli levazım yarbayı Sabrî beyle görüşmelerinden bahsedip: Sabrî bey, Nûreddin efendiye mensubdur. Nûreddin efendi, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin hilâfetnâmesini imzaladığı Palu’lu Alî Septi hazretlerinin halîfesi Mahmûd Sâminî hazretlerinin halîfesi Osman Bedreddin efendinin arkadaşlarından Kiğı müftüsü Muhammed Nûreddin efendiye mensubdu. Nûreddin efendi 1964 yılında Antalya’da vefât etti. Kabri ora halkınca ziyâret edilir ve bereketlerine kavuşulur. Keşf-i kubûr erbabından idi. Ya'nî bir kabre bakınca, içinde kimin yattığını bilirdi. Bey midir, paşa mıdır, çocuk, adam, müslüman, kâfir, isminin ne olduğunu bilirdi. Keşf-i kubûr buna denir ve Nakşibendî yolunda ilk keşif budur. Daha sonra kalblerdekilerin keşfi gelir ve keşifler devâm eder."

Bir gün Malta’dan gelip, Nişanca Câmi'ine cum'a namazına niyyetle gidiyorum. Yolda Hocamızla karşılaştık. Selâmdan sonra :"Niyyetiniz ne idi, nereye gidiyordunuz, kardeşim?" dediler. Siz Nişanca’ya gelirsiniz diye, oraya niyyet etmiştim, dedim. Ben de, Pirinçci Sinan Câmi'ine niyyet etmiştim. Niyyet edilen yere gitmek sünnettir. Siz Nişanca’ya, ben de niyyet ettiğim Câmi'e gidelim" buyurdular.

Büyük kızımın iki üç yaşlarında olduğu yıllardı. Bir gün Malta çarşısına gitmiştik. Eve dönerken Hocamızın gelmekte olduklarını gördüm. Hava sıcak olduğu için, kolu kısa gömlek giymiştim. Onları görünce hem sevindim hem utandım. hattâ kollarım görünmesin diye ellerimi arkamda tutmağa çalıştım. Çünkü biliyordum ki, dirseğe kadar kısa kollu gömlek giymek ve hiç kolsuz atlet giymek, Hocamın ve büyüklerin adetlerinden değil idi. Ondan sonra bugüne kadar —ki altmışbeş yaşındayım, ya'nî yirmibeş yaşından beri— bir daha kısa kollu gömlek satın almadım ve yeri geldiği için işaret edelim, atlet giymedim. Hocamız yaklaştılar ve mütebessim bir çehre ile: "İkinize de selâmün aleyküm" dediler ve : Bu halde bu şekilde selâm verilir" buyurdular. Çocuğu sevdiler, bir iki dakika konuşup ayrıldılar. Gerçekten o kadar görmek ve görüşmek bana yetti.

Efendi hazretlerinin Menemen’e götürülmesi eshâbını ne kadar üzmüş ise, oradan dönüşü de o kadar sevindirmiş idi. Hocamız o gece rüyâda, Efendi’nin, ağzına şeker koyduğunu görür ve ertesi gün Bâyezid Câmi'indeki her zamanki yerine gider, oturur. Kendisinden dînleyelim. Başımı önüme eğmiş, gözlerim yarı yumuk, hasretle bekliyordum. Kalbim yerinden kopacak gibi idi. Âniden bir aksırma sesi duydum. Efendi’nin sesiydi. Zirâ sık sık aksırırlardı.

Geldi. Kulağıma eğilip :"Hilmî, ben geldim" buyurdu. Birden sevincimden ağlamaya başladım ve rüyâda ağzıma şeker koymalarının sevindirici bir haber olduğunu anladım.

Şöyle anlattılar :Efendi hazretlerini, siyâsî müdüriyetten rahatsız ediyorlardı. Keşkül kitâblarını bana verdiler, yazdım ve sonra çok kitâblarını kuyuya attılar.

Buyurdular: Abdülkâdir Geylânî hazretlerine mürşid-i kâmil kime denir, sorduklarında :"İki mürîdi [talebesi] olsa, birisi doğuda, diğeri batıda bulunsa, ikisi de aynı anda ölmek ve küfür üzere gitmekte olsalar, bir anda ikisinin de imdâdına yetişip, îmânla gitmelerine sebeb olan kişidir" buyurdu.

Zaman zaman Çarşamba pazarına beraber çıkardık. Satın alacakları sebze ve benzeri şeylerde pazarlık teklifinde bulunurlardı. Malın iyisini almağa çalışırlardı. Şahısların kıyâfetine bakmazlardı; ya'nî satıcı iyi mi, kötü mü giyinmiştir, bereli midir, kasketli midir, bakmazlardı. Bir kaç kere :"Bu pazarlarda erkeklerin dolaşması doğru değildir, nerede kaldı ki kadınlar pazara çıksın. Manavdan daha pahalıya almak, pazarlarda dolaşmaktan daha iyidir" derlerdi. Fakat arada bir hanım efendileri de, kendisine lâzım olan şeyler için pazara çıkardı.

Bizim evde idik. Şöyle anlattılar :

"Ya’kub-ı Çerhî hazretleri Mevlânâ diye anılır. Çünkü ilimde Mevleviyyet [Mollalık-profesörlük] mertebesinde idi. Medreseden ayrılmadan bir zaman önce, rüyâda kendisine :"Git, azîzanın elini öp!" buyurdular. Üzerinde fazla durmadı. Birkaç ay sonra, yolu Buhara’ya düştü. Gelmişken Şâh-ı Nakşibend hazretlerini ziyâret etmeği düşündü ve dergâhının bulunduğu Kasr-ı Ârifân köyüne nasıl gidileceğini sordu. Sorulan kimse, o mübârek zâtı mı görmek istiyorsun; gel sana anlatayım, dedi ve bir iki sâat anlattı. Yeter, gideyim dedi. Giderken birine daha sordu. O da aynı şevk ve muhabbet izhârı ile, gel hemşehrim, sana o büyük velîden haberler vereyim, dedi. Bir müddet de onu dinledi ve içinde kıvılcımlar parıldadı ve o kadar ilmine rağmen ilk def’a bir yere, birisine doğru çekildiğini hissetti. Nihâyet Kasr-ı Ârifân’a geldi ve Hazret-i Hâce ile karşılaştı. Müsâfeha esnâsında :"Efendim, müsaade buyurun, elinizi öpeyim" dedi. Hazret-i Hâce :"Siz müsaade edin, ben sizin elinizi öpeyim. Çünkü ümmet-i Muhammed’e ilim öğretiyorsunuz. Sizin eliniz öpülmeğe daha lâyıktır" buyurdu. Ya’kub-ı Çerhî âlim olduğundan bir hadîs-i şerîfi ileri sürdü ve :Efendim, ama siz, Allahü teâlanın velî [sevgili] kulusunuz, sizin elinizi öpmek lâzımdır, dedi. Hazret-i Hâce, bu bizim için şerefdir, ama siz böyle olduğunu nereden bildiniz, buyurunca, Ya'kub-ı Çerhî hazretleri, şehirde kime rastladımsa, sizi anlatmakla bitiremiyor. Herkes sizi çok seviyor. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin :"Allahü teâlâ bir kulunu sevdi mi onu bütün kullarına sevdirir" meâlindeki hadîs-i şerîf, sizin Allah’ın sevgili kulu olduğunuzu göstermeğe yeter, diye cevap verince, Hazret-i Hâce (kuddise sirruh) elini uzâtıp ve aylarca önce görüp unuttuğu rüyâsını ona hatırlatırcasına :"Biz azîzanız, elimizi öp" buyurdu. Ya'kub-ı Çerhî hazretleri, bu kapıda çok büyük ni'metler olduğunu anlayıp, Hazret-i Hâce’ye intisab etmek isteğini arz etti. "Bu, bizim elimizde değil, bu gece istihare edelim. Büyüklerimiz kabûl ederse, biz de ederiz, etmezlerse, bizim elimizden bir şey gelmez. Sabahleyin, bu niyyetle huzûrumuza gelin" buyurdular. Sabaha kadar uyuyamadı, korkudan titredi ve daha sonra o geceki hâlini şöyle anlatır : Ben o geceyi sırat köprüsünün üzerinde geçirdim. Hâyatımda ondan daha korkunç bir gece geçirmedim. Zirâ yakînen biliyordum ki, eğer beni kabûl ederlerse, Allahü teâlâ kabûl ediyor, red olursam, Allahü teâlâ beni red ediyor" Sabahleyin erkenden huzûruna gitti. "Elhamdülillah, kabûl edildiniz. Biz herkesi kabûl etmeyiz, edersek de geç ederiz" buyurdular.

Bir zaman Kasr-ı Ârifan’da kaldı. Tam kemâle gelmeden ayrılması icâbetti. Buna rağmen, Hazret-i Hâce kendisine :"Bizden öğrendiklerinizi, başkalarına da öğretin" diye izin verdiler. Daha sonra Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sohbetinde kemâl ve ikmâl eyledi. Ayrılacağı zaman :"Efendim, size bir hâtıra bıraksam da, onu gördüğünüzde bu fakîrî hatırlayıp, teveccüh buyursanız" diye arz etti. Hazret-i Hâce: Siz yolcusunuz; yolcunun eşyası kendisine lâzım olur" buyurup, başlarındaki takkeyi alıp, kendisine uzâttılar ve :"Siz bunu alın, bunu gördüğünüz zaman beni hâtırlarsınız, beni hatırlayınca, yanınızda bulursunuz" hikmetli ve yolun sırrından bir kapı aralayan meşhûr sözlerini söylediler.

Bir başka gün yine bizim evde idik. Yine muhabbet ve râbıta hakkında konuşuyorduk. Efendim, her yerde Efendi’yi göz önüne getirmek râbıta mıdır? dedim. "Değil ama, değil de değil. Ama geçen gün anlattığım, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin Ya'kub-ı Çerhî hazretlerine söylediği mânidâr söze girer efendim" buyurdular.

Her fırsatta Onlara giderdim. Bir akşam Onların ve bizim dâhiller, bir arkadaşa gitmişlerdi. Ben küçük çocukla evde kalmıştım. Onların evinde ise, bana gelip de, Hocamızı çok görmek isteyen akrabalarım için Onlardan ziyâretlerine izin aldığım kişiler ve başkaları vardı. Duramadım. Çocuğu uyuttum ve ben de Hocamıza gittim, Biraz sonra oğulları Abdülhakîm bey geldi ve :Süleyman ağabey, çocuğunuz ağlıyor, bahçe kapısından sesini duydum. Evde kimse yok herhalde" dedi. Hocamız :"Çocuğu uyutup, yalnız bırakıp mı geldiniz?" buyurdular. Evet, duramadım, efendim, dedim. Çocuğa bir şey olur, Allah korusun. Siz onun yanına gidin, dediler. Gittim. Ama evde üzüldüm, durdum.

Buyurdular: Esansı, abtallar başına, âlimler bıyığına, ârifler göğsüne

sürerler.

Fâtih’te iken, Kayseri’den bir haber geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini torunlarından Abdülhalil Müceddîdî İstanbul’a geliyormuş. Daha önceden kendisiyle mektûblaşıyorduk. Abdülhalîl efendi hakkında birkaç söz edelim:

1963 senesinde Doğu Türkistandan ikiyüzelli âilelik bir gurup Türkiye’ye gelmek için izin isterler. İzin verilir. Abdülhalîl efendi kardeşleri ve âilesi ile bunların arasındadır. Çinde Mao devri idi. Çin komünizmi, bilhassa Doğu Türkistan’ı kasıp kavurmaktadır. Yusuf Ziya Alptekin Doğu Türkistanlı olup, önceki hükümet başkanının genel sekreteri iken, komünizmden sonra ülkesini canını zor kurtarıp Türkiye’ye gelip, Doğu Türkistanı kurtarma faaliyetlerine öncülük etmiş, mümtaz şahsiyetlerdendi. Abdülhalîl efendiyi dinleyelim: Çin’den ayrılmamıza izin verdiler, ama, gittiğiniz yerde, asla Çin’in ve Mao’nun aleyhine konuşmayacaksınız diye, bize sıkı tenbîh ettiler. Afganistan hududundan içeri girdik. Kâbile geldik. Kafiledekiler, canları çok yandığı için dillerini tutamayıp, Çinin aleyhine veryansın yaptılar. Çin elçiliği bunu öğrendi ve Afganistan’dan bunların iâdesini istedi. Geri gönderilsek, birimizin sağ bırakılmayacağını biliyorduk. Türk elçiliğine, bir an evvel, Türkiye’ye naklîmizin yapılmasını, aksi halde durumumuz çok vahîm olacak dedik. Elçi, Ankara hükümetine bildirdi. İsmet İnönü başvekil idi. Elçiye: iâde edin, dedi. Elçi çok daraldı. İâdenin katl-i âm olacağını biliyordu. İâde etmedi. Afganistan da Zâhir Şâh hükümeti vardı. Zâhir Şâh’ın yanında yeri ve sevgisi ve itibârı çok olan İbrâhîm Müceddîdî, amcazâdemiz olduğundan, 2 50 âileye Kâbil ve Celâlâbâd’da âilelerin yanında müsâfir olarak himâye ettirdi. İbrâhim Müceddîdî iyi bir âlim ve tasavvuf ehli idi. Sâyesinde rahat ettik. Bir sene sonra elçilik yine Ankara hükümetine başvurdu. Hiç cevâb verilmedi. Bir sene daha Afganistan’da kaldık. Sonra İnönü hükümeti düşünce, Suad Hayri Ürgüplü başbakan oldu. Hükümetin değişmesi fırsat bilinerek, tekrar Ankara’ya bildirildi. Hükümet, bu Birleşmiş Milletler’in Tehcir Müdürlüğü’nü alakadar eder deyip, Birleşmiş Milletler’e baş vurdu ve kısa zamanda Birleşmiş Milletler’in tahsîs ettiği uçaklarla Kayseri’ye getirildik. Bizim için Sümer Mahallesi’nde hazırlanmış göçmen evlerine yerleştirildik. O iki sene bize çok ağır geldi... " Dediklerinin diğer kısımlarını yazmadan, üç beş kelime ile Çin’de iken çektikleri sıkıntılarla alakalı sözlerine devâm edelim:

Doğu Türkistan’da babamın mürîdlerinin sayısı iki milyondan çoktu. Onun için komünistlik gelince beni çok sıkıştırdılar. Halkı büyük bir meydana toplayıp, elime mikrofonu verdiler ve "Allah’a inanmadığını, peygamberi tanımadığını herkesin önünde itiraf et" dediler. Yapamazdım. Yapmadım. Beni domuz çobanı yaptılar. İki sene domuzlar ahırında yaşadım. Halkın müceddîdî olduğunu bildiklerinden, İmâm-ı Rabbânînin Mektûbât’ını basıp size dağıtacağız, kim istiyorsa, adresini versin, hîlesi ile yirmibine yakın adres topladılar ve bir gecede hepsini şehîd ettiler. Çok afv edersiniz, körpecik kızların kilotları içine kedi sokup, kuyruğundan çektiler ve tırmalanan yerlerdeki yaralara tuz ektiler." Daha neler neler... " Hem anlattı, hem ağladı. Sâatler süren bu konuşması Zeki Celep kardeşimizin düğün yemeğinde olduğu için, dinleyenler hayli çoktu. Çok kısa işâret ettim. Az çoğa, bir damla denize delâlet eder, diyelim ve geçelim. Bundan sonra onbeş-on altı sene zaman zaman beraber olduk.

İstanbul’a geldiğinde, daha önce Abdülhamîd Hân zamanında İstanbul’a gelip, Fâtih’de Reşâdiye otelinde kalmış olan Seyyid Fehîm ve Seyyid Ubeydullah hazretleri gibi, Abdülhalîl Efendi’de bu otele indi. Ziyaretine gittim. Daha önce mektûblaştığımız için, kısa zamanda birbirimizi sevdik. Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerini mükerrer rüyâda görmüştüm. Kendilerine arz ettim. Çok sevindiler. Sen bizdensin, seni Müceddîdî yoluna alayım, onlardan bize gelen eli size vereyim, dedi. Maksadım, Hocamdan izinsiz, iş yapmamak olduğundan, yarına kadar bana müsaade edin, dedim. Otele gelirken, Hocama söylemiştim. "Gidin, bizim eve getirin. Babalarının, dedelerinin yolunda iseler, kendisinden istifâde ederiz. Değilse, babalarının yolunu kendisine hâtırlatırız. Suâlinize gelince :Mâdem size öyle dedi, kendisinden el almanız çok iyi olur. Âhırette işinize çok yarar, sâhibli olursunuz. Sâhibli olmakla olmamak arasında büyük fark vardır. El almak ufak iş değildir. Hayırlı olsun" buyurdular. Efendim, me'murum, belki vereceği vazîfe çok olur, her zaman yapamam. Az vermesini söyleyeyim mi, dedim. "Olmaz kardeşim, o neyi münâsib görürse, verir. Her zaman yapamazsanız, zararı olmaz. İnşallah yapacağınız bir mikdar verir" buyurdular.

Bir gün eve davet ettim. O gece misafirimiz oldu. Sabah namazını müteakıb, beni önlerine oturttu. İki elimi iki avucunun içine birlikte alıp, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) babaları şeyh Nüvâz hazretlerine kadar, her isimde, radıyallahü anh, diyerek saydı ve sayarken ve emâneti verirken, o kadar ağlıyordu ki, sanki canından, dîninden, îmânından bir parça söküp veriyordu. Rûhunu teslim edeceğinden korktum. Her namazdan sonra şu kadar lafz-ı celâli, kalben zikredersin, dedi. O gün Hocamla görüştüğümde, hafif bir vazîfe verdi, sayıyı az tuttu dedim. "Yâ efendim, ben sana söylemiştim. Demek ki, orasını düşünmüş, hayırlı olsun" buyurdular. Bir sene sonra tekrâr İstanbul’a gelince, yine bizim evde müsâfir ettim. Sabah namazından sonra nefy ü ishât kelimesinin zikrini de verdi ve yevmiye ikiyüz salavâtı şerîfe okumamı da vird edinmemi söyledi.

Bir akşam birlikte Hocamıza geldik. Çok güzel ve edeble karşıladılar. Sâatlerce kaldık. Zaman zaman Hocamız, sözlerini iyi anlamadıklarından, ben alıştığım için aracılık yapardım. Hocamız Mevlânâ Hâlid hazretlerinin divanından uzun bir şiir okudular. Her ikisi de tatlı gözyaşı döktüler. Sonra Hatm-ı hâce yapıldı. Abdülhalîl efendi halkayı idâre etti. Hocamız da hatm-i hâce yapılmasına itiraz etmedi. Birkaç kişi daha vardı. Meselâ Zeki bey kardeşim hâzır idi ve saymak için Hocamız tarafından verilmiş olan fındıkları sonunda o aldı.

Bizim evde kaldığı zaman, her gece sâatsiz teheccüd namazına kalkardı.

O kadar zikr ederdi ki, tesbîhinin yanları incelmişti. Akşamları hangi arkadaşa gitsek, bir müddet konuştuktan sonra, ya hatm-ı hâce yapalım, ya da kalkalım derdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yazı yazmamıştır diye yazı yazmazdı. Halbuki arabî ve fârisî kitâbları gayet güzel okuyup anlardı. Hocamız da maddî yardım edip hac farizesini eda etti.

1982 Ağustosunda vefât edinceye kadar zaman zaman görüştük. Kayseri’de kalırdı. Ekseriya küçük kardeşi Mehmed Dursun Müceddîdî ile gelirdi. 1982 senesi Temmuzunda bir hafta ara ile iki kere Ankara’dan Kayseri’ye ziyâretine gittik. Hasta idi. Efendi’nin eshâbından Sabrî Gökkaya, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunun M. Emîn Garbî efendiler berâber idik. Elini öptük. Dalgın idi. Torunu vasıtası ile birkaç kelime konuştuk. Gözleri kapalı idi. Ceddiniz İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven hizmetçiniz Süleyman geldi dedim. Madem ki, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seviyor, o çok iyi insandır dedi. Elleri elimde idi.

İmâm-ı Rabbânî sözünü duyunca, şuuru yerine geldi ve o anda elleri ellerimde olduğu halde, gayet şuurlu bir vaziyette sarîh bir ifâde ile : "Süleyman, oğlum, Peygamber Efendimizden ceddim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ve babalarım vâsıtasıyla bize kadar gelmiş olan elimi sana verdim. Onların yolundan ayrılma ve hep onlardan bahset" buyurdu ve daha bazı şeyler söyledi. Bu kadarını yazabildim. Zâten elimde olan ellerini def’alarca öptüm, ağladım ve sanki kendimi ondan kopan bir parça hissettim. Onbeş senelik beraberliği onbeş yirmi satırda anlatmak ancak bu kadar olur. Ayrıldık. Ankara’ya geldik. Ben de Trabzon’a izine gittim. İzinde iken vefât haberi geldi. Cenâb-ı Hak babalarının feyzine ve makamlarına kavuştursun. Birçok mektûblarını saklıyorum. Hattâ kendisinden adresini alıp mektûblaştığımız Afganistan’ın en büyük âlimi fazîletli İbrâhim Müceddîdî hazretlerinin oğlu İstanbul’a gelince, benimle görüşmek istedi. Gittim. Lâleli’de bir otelde görüştük. İbrâhim Müceddîdî hazretleri ile alâkalı olarak, daha önce mevzûu gelmişken, bir kaç satır yazmıştım.

Abdülhalîl efendinin babası Hacı Meyân Şâhnüvâz Yarkent, onun babası Hâcı Hâmid Velî Yarkent, onun babası Gulâm Hüseyin Yarkent, onun babası Abdürrahmân Yarkent, onun babası Meyân Şâh Bey Yarkent olup, irşâd için Kâbil’den Doğu Türkistan’ın Yarkent şehrine ilk gelen budur. Onun babası Şah İzzetullah, onun babası Gulâm Muhammed Ma'sûm, onun babası Muhammed İsmâil, onun babası Muhammed Sıbgatullah, onun babası Kayyûm-i âlem Urvet-ül vüska İmâm Muhammed Ma'sûm, onun da babası Müceddîd-i elf-i sânî şeyh Ahmed Farûkî Serhendî İmâm-ı Rabbânîdir. Allahü teâlâ hepsinden râzı olsun ve mâ yetemennâlarına nâil eylesin! Kendisini dinleyelim:

"Dedelerimden Meyân Şah Bey Yarkent’e gittiği zaman çok gençti. İrşâd ehli olduğunu ora halkı kabûl etmedi. İmtihan etmek istediler ve bir cum'a günü, tabuta canlı bir adam koydular. Namazdan sonra, kendisine gelip, hâzır olan cenâzenin namazını sizin kırdırmanızı istiyoruz, dediler. Maksadları tabuttaki adamın canlı olduğunu anlayıp anlamayacağı idi. Anlamıştı. Cenâze namazını vâlî kıldırır, buyurdu. Vâlî burda yok dediler. Kadı kıldırır, buyurdu. Kadıyı nereden bulacağız, siz kıldırın, dediler. Öyleyse cenâzenin velîsi kıldırır, buyurdu. Velîsi benim, size izin veriyorum, dedi. Mahalle câmi'inin imâmı kıldırır, İslâmda cenâze namazı kıldırmak bu sıra üzeredir. Buna riâyet edelim, buyurdu. Biz muhakkak sizin kıldırmanızı istiyoruz, dediler. Ben yeni geldim, garîb sayılırım, beni herkes tanımaz, bu genç de nereden çıktı, derler. Onun için ben kıldırmayayım, buyurdu. Kim ne derse desin, biz senin kıldırmanı istiyoruz, dediler. Peki, o zaman benden mes'uliyet gitti, buyurup, öne geçip, Allah için namaza, meyyit için duaya, er kişi niyyetine deyip, namazı kıldırdı. Namazdan sonra, başına toplandılar. Seni imtihân ettik, imtihanı kaybettin. Biz tabuta canlı adam koyduk deyip, tabuttakine, hadi kalk, dediler. Bir hareket olmadı. Şeyh hazretleri, ben diri namazı değil, ölü namazı kıldım, buyurunca, tabutu açtılar. Bir de ne görsünler! Adamın ağzından, burnundan kan gelmiş, ölü olarak yatıyordu. Bu sefer, bildiğiniz halde, niçin namazını kıldınız dediler. O kadar özür diledim, kıldırmak istemedim, o kadar zorluk çıkardım, niçin anlamadınız" buyurdu.

Evliyâyı imtihan edenin sonunda mahcûb olacağını anladılar ve o günden sonra şehir halkı onun talebesi ve mürîdi oldu. Bu şekilde Yarkent şehrî müceddîdî merkezlerinden biri hâline geldi ve bu sâyede asırlarca Ehl-i Sünnet olarak, doğuda bir kale vazîfesi gördü.

Yine ondan dinledim: Adamın biri babamı sevmezdi. Onu vurmak istedi. Bir gün arâzide yalnız iken peşinden gitti. Tam tabancasına davranırken, babam birden geri dönüp öyle bir nazarla baktı ki, adam atın üstünden düştü ve boynu kırılarak öldü.

Yine o anlattı: Yağmur yağmadığı zaman insanlar babama gelip düâ etmesini isterlerdi. O da bastonunu alıp, yakındaki bir dereye gider, dere yatağında baston ile bir çizgi çizerdi. Yağmur yağar ve su o çizgiye kadar gelir dururdu. Bu çizginin husûsîyyeti neydi, dedim. Çizgiyi geçse, su ekin ve sebze tarlalarını basar, mahsül zarar görürdü, onun için o hizada durmasını işâret ederdi, buyurdu.

Bir def’asında şöyle anlattı: Geçliğimin ilk yıllarında babamla Hindistan’a geldik. İmâm-ı Rabbânî, İmâm-ı Ma'sûm ve Serhend’de medfun dedelerimizi (kaddesallahü esrarehüm) ziyâret ettik. İmâm-ı Rabbânî hazretleri dedemizin kabrini, ya'nî türbesini ziyâretten sonra Muhammed Ma'sûm dedemizin türbesine geldik. Gelirken, binlerce hindunun ellerinde kazma, kürek ve başka âletlerle İmâm-ı Rabbânî dedemizin kabrini yıkmağa gelmekte olduklarını gördük. Çapulcu alayı gibi, bağırıp çağırıyorlardı. O sırada babamla baktık ki, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin türbesinden binlerce iri arılar çıkdı ve gelenlere doğru uçtular. Onları soktular. Sokdukları düşüp ölüyor, kimi kıvranıyor, kimi kaçıyordu. Bizim hesabımıza göre ölenler, yüzlerce, belki binlerce idi. Bu büyük kerâmeti gözümle gördüm. Hem hayret ettim, hem de korktum. Neden sonra aklım başıma gelince babama, niçin onların cezâsı İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından verilmedi de, oğlu Muhammed Ma'sûm hazretleri bu işe el attı, dedim. Babam: "Oğlum, sen şimdi anlamazsın, sonra anlayacaksın. Ama bu sırdan sana bir perde aralayayım" deyip, şöyle buyurdu: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Allah için ve dîn için o kadar gayretli olmalarına rağmen nefsi için hiç gayretli değildi, belki Hakka tam teslimiyyet üzere idi. Onun için karışmadı. Ama Muhammed Ma'sûm dedemiz, babasını çok severdi. Sevende sevdiğine karşı gayret olur, hattâ gayreti sevgisi nisbetinde çok olur. Bu yüzden babasına karşı olan gayreti harekete geldi ve Allahü teâlânın kudretinin tasarrufu olan bu kerâmet zuhûr etti: Ne güzel bir izâh, ne mânidâr bir nükte!

Hocamız buyurdu ki: Abdülhalîl efendinin nefesi bereketlidir. Gerçekten öyle idi. Arkadaşlarımızdan M. Ülker'in midesinde ülser vardı. Kayseri’ye ziyaretine gitti. Çay içiyorlardı ve çaylar koyu idi. Buyurun çay için, dedi. Midem hastadır, koyu çay içemem, dedi. Okudu ve: "İçin; inşaallah şifâ olur, buyurdu. Mecburen içti ve ölünceye kadar bir daha mi'de ağrısı hissetmedi.

Abdülhalîl efendiden dinledim: İbni Abbas (radıyallahü anh) hazretlerine ve Kadî Beydavî hazretlerine göre, seyyidlik yalnız erkekten değil, kadından da evlâdına geçer. Bu bakımdan Müceddîd-i elf-i sânî aynı zamanda seyyiddir. Çünkü Hazret-i Hüseyin’in kızı, Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) oğlu ile evlidir ve biz o sülâledeniz.

Yine o anlattı: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üstâdına yazdığı mektûbda şeyh-i mütevakkıf bulunduğu makamdan ileri geçirildi, ifâdesindeki şeyh-i mutevakkıf [bir makamda kalmış, daha ileri gidemeyen şeyh]den murad, üstâdı, ya'nî mektûbu yazdığı hocası Hâce Muhammed Bâkıbıllah hazretleridir.

1976      senesi sonbaharı. Erenköy’de evimde iken telefon çaldı. Gazetemizden bir arkadaş, İmâm-ı Rabbânî efendimizin (kaddesallahü sırrehül azîz) torunlarından Kâbil’de tavattun eden İbrâhîm Müceddidî hazretlerinin oğlu İsmâil Müceddidî efendi, İstanbul’a geldi, muhakkak sizinle görüşmek ister, Lâleli’de filân otelde sizi bekliyor, dedi. Kalktım, gittim. Otelin lobisinde oturuyordu. Ortadan uzunca boylu, sünnete uygun sakalı, elinde asâsı, üzerinde kaftanı, başında sarığı ile, tam bir ulemâ zeyyinde nûrânî, müceddidî, Fârukî bir simâ ile karşılaştım. Birbirimize sarıldık. Benim yaşlarda idi. Ya’nî otuzbeş-kırk yaşlarında idi. Ârızalı bir oğlunu tedavî için Almanya’ya götürüyordu. Yanında Mehmed Zâhid Koktu Efendi’ye mensûb, İslâm Enstitüsü’nden bir genç, Arabî tercüman olarak bulunuyordu. Kendilerine sordum:

—Arabî bilir misiniz? Evet, dedi. O kadar fasîh Arabî konuşuyordu ki, hemen her dediğini anlıyordum.

—Fârisî bilir misiniz? Dedim. Evet, dedi. Dedesi Müceddid-i Elf-i Sânî hazretleri gibi Fârisî konuşuyordu.

—İngilizce bilir misiniz? Dedim. Hiç duraklamadan mükemmel İngilizce konuştu.

—Ben Rusça muallimiyim, Rusça da bilir misiniz? Dedim. Hayır, bilmem, dedi. O zaman, hayrânı olduğum, bütün kalbimle sevdiğim, ceddinizin diliyle konuşalım, dedim ve Fârisî konuşmağa başladık. Şöyle konuştu: Babamla mektûblaştığınızı, ona Fârisî mektûblar yazdığınızı, ceddimizin âşıklarından olduğunuzu, babamın da size birkaç mektûb yazdığını, sizin bir cevher olduğunuzu, ondan duydum. Bunun için, İstanbul’a varınca, muhakkak Süleyman efendi ile görüş, diye bana emretti. Onun için sizi çağırdım. Kusura bakmayınız, dedi.

Sonra Müceddidî yolunu anlattı. Uzun uzun, kalb ile olan zikirden, kalbin, rûhun, sırrın, hafînin ve ahfa makamının hallerinden, renklerinden, ne zaman bir latîfeden diğerine geçileceğinden telvîn ve temkînden bahsetti. Bir ara tercümandan su istedi. İyi anlamadı. Sizden su istiyor, diye tercümana tercümanlık yaptım.

İstanbul’a birkaç defa geldiğini ve burada İskenderpaşa cemâatinden başka cemâatlerle görüşmediğini, bir defa Işık Kitabevi’ni ziyâret ettiğini, oradaki arkadaşlarımızı çok ihlâslı bulduğunu, hepsinde nûraniyyet hissettiğini söyledi ve sonra kendisi için cevâb bulamadığı suâli bu fakîre tevcîh edip: Hocanız niçin size tarîkat vezâifi (zikir, râbıta, murâkabe...) vermiyor? Dedi. Memleketimizde bunlar kanûnen yasaktır, dedim. Din yasak olur mu? Dedi. Bir şey yasak edilirse, yasak olur, dedim. "Ama, İskenderpaşa ve duyduğuma göre başka cemâatlerin tasavvuf, tarîkat meşgaleleri var, ve onlara mâni’ olan, cezâ veren de yok. Halbuki bu vazîfelere, en uygun sizsiniz. Hocanız, Müceddid-i Elf-i Sânî hazretlerinin Mektûbâtını terceme ile Müceddidîliğe büyük hizmet etti. Bundan başka sebep var mıdır?” Dedi. Olabilir. Üstâdı kendisini bu iş için vazîfeli kıldığını bize söylemediler. Hilâfet, emr-i azîmdir. Halbuki bu fakîr, en eski ve yakın talebesi sayılırım. Bize, kendi üstâdlarını, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevmemizi, anamızdan, babamızdan ileride, sonsuz seâdete vesîleler bilmemizi, kısaca bu yolun bir tıflı olarak hep Silsile-i aliyye büyüklerinin fazîlet, meziyyet, kerâmet ve menakıbı, ninnileri ile büyüdüğümüzü söyledim. Ama bu ihmâl edilecek mes’ele değil, dedi.

İki-üç saat konuştuk. Kendisinin bu husustaki ısrarlı tavrı üzerine, tatmin edemeyeceğimi anladım. Çok sevdiğim bir âilenin mensûbu olduğu için, edebimi de bozamıyordum. Sonunda, anlaşıldı, biz bu mes’elede tam anlaşamıyoruz. Bunun için bu mevzu’u daha uzatmak istemiyorum. Size, ceddiniz Müceddid-i

Elf-i Sânî hazretlerini gördüğüm, onların teveccühleri ile resîde olduğum hâlâtı beyân edeyim, dedim ve azîz hocama arz ettiğimde: “Süleyman’ı tebrîk ederim. Bugün gök kubbe altında böyle bir rüyâ görecek kimse yoktur” buyurduğu rüyâmı anlattım. Büyük bir dikkat, edeb ve hayretle dinledi. Bitirdiğimde : “Şimdi anladım. Babam bana sizinle görüşmem için niçin o kadar tenbîh ve emr etti. Ben sizin arkadaşları iyi tanımazdım. Bana öyle anlattılar. Onun için öyle konuştum. Söylediklerimin hepsini geri aldım. Temiz kalbinizi incittim. Özür dilerim. Bundan sonra sizi üzecek hiçbir söz söylemeyeceğim. Azîzim Süleyman bey: İlimde en kıymetli varlığım olan icâzetimi, bunun alâmeti olan sarığımı, kaftanımı ve asâmı, hattâ Müceddid-i Elf-i Sânî hazretlerinin torunu bulunmaklığımı, bu rüyânıza veririm. Biz İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sulbî, maddî evlâdıyız. Ma’nevî ve hakîkî evlâdı sizsiniz. Şu sohbetten çok şeyler edindim” dedi. Estağfirullah, bunu anlatmak istemezdim, ama Hocam ve talebesi size yanlış anlatılmış olduğundan, belki bu yanlışlığı düzeltebilirim diye bu çareye başvurdum. Başımın üstünde yeriniz vardır, dedim.

İsmâil Müceddid’in icâzetine baktım. Arabî, aklî ve naklî bütün ilimleri tahsîl etmiş, mantık, me’anî, belâgat... diğer taraftan, tefsîrde Beydâvî, Sâvî, fıkıhda Mebsût, Hidâye..., tasavvufda nakşî müceddidî olmak üzere beş tarîka âid kitâbları üstâd ve şeyh huzûrunda bitirmiş, misli şu anda kâinâtta ender bulunan bir ilim adamı idi. Babası İbrâhîm Müceddidî hazretleri, görmeden can dostu eylediğim, Afganistan’da iki milyondan çok mürîdi bulunan büyüklerin postnişini olup, Afganistan hâkimi Zâhir Şâh’ın yanındaki yeri birinci sırada olan mutemed, âlim, velî, kısaca âhıreti dünyaya tercih etmişler yolunun son numune ve meyvelerinden biri idi. 1979-80 yıllarında komünistlerin Afganistan’a musallat olduğu yıllarda âilenin hepsi, ya’nî onsekiz ferdi şehîd edildi. Allahü teâla yerlerini cennet, derecelerini âlî etmekle sonsuz rahmetine gark etsin. İbrâhim Müceddidî hazretlerinin bu fakîre göndermek lütfunda bulunduğu, Fârisî ibâre ile birkaç mektûbundan birini Türkçe’ye terceme edip hâtırasını ve ismini yaşatmak için buraya yazayım:

Muhibb-i kirâm, fazîletpenâh, hakaik âgâh Süleyman efendi. Esselâmü aleyküm. Mektûbunuz tam beklediğim zamanda geldi. Bizi hatırladınız. Hak teâlâ ile olmaklığı bir an unutmayın. Bu fakîrin halleri, Allahü teâlâya hamd olsun ki, hamd ve şükr etmeye lâyıktır. Ma’nevî ve sûrî cem’iyyette olmanızı dilerim. Mektûbunuzda, bu sermâyesi aza hüsn-i zân ifâde eden kelimeler yazmışsınız. Fakîr, elbette bu medihlere lâyık değilim. Zirâ biliyorum ki, amel defterimi kara etmekten, gece ve gündüzü boşa harcamaktan başka amelim yoktur. Bununla beraber, Gafûr ve Rahîm olan Rabbimin bârigâhından kuvvetle umuyorum ki, mürşidlerim ve yol göstericilerim olan Nakşîbendî ve Müceddidî büyükleri (kaddesallahü ervâhahüm-ül aliyye) hürmetine bu miskînleri yolda bırakmaz ve cürmümüz üzerine afv kalemini çeker. Mısra:

Kerîmler ile işler zor olmaz Azîzim, müceddidî yüksek yolunda, sülûk veya cezbe yollarından hangisinde bulunursa bulunsun, kalbe âid bütün umur ihlâs ve muhabbete bağlıdır. Bu sülûkte seyr, kalbin tasfiyesi iledir. Bu da âlem-i emre âid beş latîfeden ibârettir. Bunlar, kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunların zımnında âlem-i halka âid beş latîfe ki —toprak, su, ateş, hava ve nefs-i natıkadır—tezkiyeye kavuşur. Bu latîfeler de zikr, güzel ahlâk ve devamlı Allah isminin murakabesine bağlıdır. Bununla beraber, şeyh-i muktedaya râbıta da şarttır. Ayrıca şeriatın sâhibine (sallallahü aleyhi ve selem) mutebeat ve tarîkat âdâbını muhafaza, tarîkin ya’nî bizim büyüklerimizin yolunun levâzım ve vâcibâtındandır. Mâdem ki Halîlullah efendinin huzûrunda telkîn aldınız, hep ihlâslı olun. İnşaallah meyveleri hâsıl olur. Elbette istihare şarttır. Bazen kalb teveccühü ile meşâyıh-ı kirâm iktifa etmişlerdir:

1-             Zikre devâm, 2-Latîfelere teveccüh, 3-Çok murakabe, 4-Başlangıçta ve ortada olanlara şeyhine râbıta ehemm-i mehamdandır. Beyt:

Gözünü, kulağını, fikrini bağla Görmezsen sırr-ı Hakkı gül bana Bu teveccüh, sırası ile latîfelerde Allah isminin zikriyle ve iyi ahlâka yönelme ile olur. Sâlih rüyâlar başlar. Tumaniyet-i kalbî ve istiğrak-ı bâtınî hâsıl olup, kalb cevherleşir. Gide gide kalbin inkişâfı çoğalır ve beş latîfenin tasfiyesine yol açar. İnşaallahü teâlâ sizi zâyı’ etmezler. Bu fitne ve kurb-ı kıyâmet zamanında, eğer bunlardan az bir şey ihsân edilirse, çok bilmelidir. Bâtınî huzurdan pek azı bile bu zamanda dâimî huzûr gibidir. Bu hâl gide gide kalbin fenâsına varır ki, sülûkte ve cezbede ilk adımdır. Beyt:

Kimin zıllı olduğunu bilirsen,

Fark etmez, yaşasan, ya ölsen.

Latîfeler zikirle huzûra kavuşup, kalb iyi ahlâka yönelip, kötü ahlâktan yüz çevirince, zâtın isminin zikri ile gaflet gidip kalbiyle hep zikr ederse, Nakşibendî usulünde buna yâd dâşt derler. O zaman beş latîfede nefy ü isbâta başlanır. Bunları geçtikten sonra, yedi murakabeye başlanır. Elbette keşf-ul kubûr ve keşf-ul kulûb murakabelerinde ve vilâyet-i suğrânın husûlunde ve fenâ-i kalb ve fenâ-i nefs ve velâyet-i kübrâdan ve ulyâdan, hattâ daha yukarılarından nasibler

ele geçer.

Evet, bu devletin tamamı şerîate, tarîkate uymağa, aşk ve muhabbete ve insanların hukukuna riâyete bağlı olup, ayrıca zikrin ve fikrin devâmıyla da çok alâkalıdır. Şimdilik bu kadarla yetinelim.

İkinci olarak derim ki Halilullah efendinin sohbetini ganimet biliniz. Hilmî efendi cenâblarına selâm ve dualarımı tebliğ ediniz.

Azizim, vehhâbîleri sormuşsunuz. Vehhâbîler, ehl-i sünnet ve cemâatten değildir. Herhangi bir mezhebe de uymuyorlar. Onlara uymak çok zararlıdır. Allahü teâlâ onları doğru yola hidâyet eylesin. Çok dar görüşlüdürler. İslâmî ilimlerde dikkat, ince ve derin görüşlü ve dirâyet sâhibi değillerdir. Dirâyet, fekahet ve nas ve sünnetten istinbâttan ayrılmak büyük noksanlıktır.

İstediğiniz kitâbları buralarda bulabilirsem posta ile göndereceğim.

Fakîr, muharrem-ül haram ayının sonuna kadar Celâlâbâd’da bulunacağım inşaallah. Sonra, Kâbil’e geçeceğim. Muharrem-ül haramdan sonra yazacağınız mektûbları zarfın üzerinde yazılı Kâbil adresime gönderirsiniz. Size ve diğer din kardeşlerimize selâm olsun.

Muhammed İbrâhîm Müceddidî İbni Ömer afallahü anhü

Hocamızın emr ve izni ile Abdülhalîl (Halîllullah) efendiden telkîn-i zikr aldıktan sonra, uzun yıllar gittik, geldik, mektûblaştık. Teberrüken bir mektûblarını arz edeyim:

Nakşibendî muhlisi, Hak ve din yolu sâlikine takdîm. Allah yolunda olana selâm olsun. Abdülhalîl Müceddidî ve ahbapları tarafından sünnet olan selâmı bildirir, iyi ve rahat olduğumuzu haber veririm. Elhamdü lillah bu fakîr ve eshâbı sıhhat ve âfiyetteyiz. Sabah akşam diyebilirim ki, aled-devâm Rabb-ül izzetin dergâhından sizin dünya ve âhıret seâdet ve âfiyette olmanıza dua ediyorum. Allahü teâlâ sizi dâima tarik-ı aliyye-i nakşibendî irşâdı ile hidâyet ve emniyet zâviyesinde bulundursun. Tanıdığınız bu yolun âşinâlarına selâm ve dualar ederim. Havalar ısınınca o tarafa gelmek niyetindeyim. O zaman inşaallah sizinle sohbet ederiz. Hareket etmeden önce size haber veririm Nakşibendîler ne güzel kafile sürücüler,

Gizli yoldan kafileyi hareme götürürler.

Geçen gelişimde size, silsile-i aliyye-i nakşibendiyye-i müceddidiyye yolu büyüklerinin hatme hacelerini bildirmiştim. Her zaman yapınız.

Duacınız Hacı Abdülhalîl Müceddidî

Bu hususta söylenecek çok söz vardır. Ama bu kadarla kesip, kitabımızın tavrına muhalefet etmeyelim.Bu küçük kitâba çok şeyleri sığdırmağı düşündüğümden çok kısa bir özetle bu bahsi de bitirmiş olduk.

1974’den 1977 senesine kadar Erenköy’de kaldım. Orada da bir taraftan tashîhlerle, bir taraftan terceme ve te’lîflerle meşgul oldum. Arkadaşlar bir arada olduğu için beraber kitâb okumayı düşündük. Fakîri reis ettiler. Hocamıza arz ettim. Uygun buldular. Haftada iki akşam Tam İlmihâl, Mektûbât’ın ve Dürrül - Meârif’in asıllarından okurduk. Çok fâideli olurdu. Çalışarak, ders gibi fıkıh öğrenirdik. Alış-veriş, Havâle, Vekâlet, İstisna' [ısmarlama] Selem bahislerini iyi öğrendik. Anlaşılmayan yerler çıkarsa, Hocamıza süâl eder, cevâbları arkadaşlara getirirdim. Ciddiyet ve muhabbetle olduğundan arkadaşlar çok istifâde etti. Bir gün yolda Necâti Özfatura ağabeye rastladım. Heyecanla: Size bir rüya anlatacağım dedi ve devâm etti: Rüyada sizi gördüm. Acele ile bir yere gidiyordunuz. Çok mühim idi ki, beni gördüğünüz halde durmayıp devâm ettiniz. Elinizde bir kâğıd parçası vardı. Yanınıza yaklaştım ve böyle acele nereye gidiyorsunuz, dedim. Derse gelmeyenlerin isimlerini İmâm-ı Rabbânî efendimize vereceğim, benden günâh gitsin, dediniz. Korktum. Çünkü son toplantıya ben de gelmemiştim. Ben nöbetçiydim, onun için gelemedim; inşaallah benim ismimi yazmamışsınız. Kimlerin isimlerini yazdınız, görebilir miyim? dedim. Siz ma'zûr idiniz, onun için sizin isminizi yazmadım, dediniz. Rüyâda size teşekkür ettiğim gibi, tekrâr teşekkür ederim. Bu rüyâ bana, bir araya gelip, kitâb okumamızın ehemmiyetini bildirmesi bakımından çok fâideli bir ikaz oldu."

Hocamla görüşmek istedim. Cum'a günü Nişanca Câmi'ine gelsin, diye haber ettiler. Cum'a namazından sonra, ikimiz önce câmi'in bahçesinde, sonra evlerine doğru gelirken yolda, ciddî mes’eleler konuştuk. Buyurdular ki: Mektûbunuzu okudum. Arkadaşların sizi üzdüklerine muttali' oldum. Sizin husûsîyyetiniz ve ayrı yeriniz vardır. Efendi’nin eshâbı da beni üzdü. Sabrettim. Siz de sabredin, hattâ üzülmeyin ve bilmiş olun ki, ben sizi seviyorum. Bu arkadaşlar ileride sizi daha çok üzecekler, ama siz üzülmeyin. Biz birbirimize benzeriz. Mektûbât’taki bir mektûbda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğunu okumuşsunuz kardeşim. O mektûbda: "Ne mutlu o kimseye ki, herkes onu kötü bilir, O ise Allah katında iyidir; yazıklar olsun o kimseye ki,

herkes onu iyi bilir, o ise Allah katında kötüdür" buyurmuştu. Ya'nî sizin ve bizim işimiz Allahü teâlâ ile olmalı, insanlarla değil. İşi insanlarla olanın başı dertten kurtulmaz. İşi Allahü teâlâ ile olanın başı dert görmez, sözünü duymuşsunuz. Bizim büyüklerimizin yolunun esaslarından biri, insanların medhini ve zemmini [övmesini ve yermesini] bir tutmaktır. Çünkü bu yolun sâliklerinin işi Allahü teâlâ iledir. Kullarla alâkaları yoktur ki, onların medih veya zemlerine, sevinsinler veyâ üzülsünler. Tekrâr ediyorum: Hiç üzülmeyin, ben sizi seviyorum, kardeşim."

Buyurdular: Seyyid Fehîm hazretleri, mürşidi Seyyid Tâhâ (kuddise sirruhüma) âhırete intikal edince, kâmil-i mükemmil olduğu halde sohbet şeyhi bulmak için Hindistan taraflarına gitmeği düşünmüştü. Nehrî’ye gidince, mürşidinin: "Kardeşim Sâlih kâmildir, herkesin başı onun eteği altındadır" sözünü işitti ve Seyyid Sâlih hazretlerini sohbet şeyhi edinip, Seyyid Sâlih hazretlerinin vefâtına kadar mürşidinin sağlığındaki âdeti üzere, senede iki def’a ziyâretine gitti. Efendi’den sonra sohbetinden istifâde edebileceğim bir kimse bulabilir miyim diye, ben de aradım. Bulamadım. Yalnız kaldım. Ah efendi; hâtırlayınca burnumun direği sızlıyor. Ondan bu kadar ayrı kalacağıma inanmazdım" dediler ve gözlerinden hasret ve muhabbet yaşları akıttılar.

Buyurdular: Herkes Efendi’nin bir yanına hayrân idi. Ben ise ilmine hayrân

idim.

Buyurdular: Efendi’ye beş altı sene devâm edenler, onun evliyâdan olduğunu anlamazlardı. Nerede kaldı ki, en büyük mürşidlerden biri olduğunu, silsile-i aliyyenin kırılmaz altın halkalarından bulunduğunu bilsinler. Hattâ insanların nerede ise hepsinin derin ilimlerden haberi olmadığından, Efendi’nin İbni Âbidinler gibi zamanın en büyük âlimlerinden olduğunu da anlayamazlardı.

O  kadar mütevâzı ve kendini setr edici idi ki, ayağının yerde, elinin Arşın üstünde, gözünün ve gönlünün sâhibine ve en çok sevdiğine kavuşan kimsenin huzûr içinde bulunduğunu nereden bilsinler. Bildiren birisi olmazsa, kendi kendine bilmek, yol gösteren bir rehber olmazsa kendi kendine bulmak, arada sevgilinin elçisi bulunmazsa, kendi kendine vuslat çok çok zordur. Belki imkânsızdır. Bunun için mürşid-i kâmil-i mükemmilin vücûdu elzemdir. O Latif olan Rabbi ile kesîf kul arasında vâsıtadır. Bu vâsıtalar, Allahü teâlânın ve Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlâkı ile ahlâklanmış ve bu imtiyazları sebebiyle, Hak ile halk arasında vâsıta olup, yukarıdan aldıklarını aşağıya vermişler ve aşağıda bulunanları böylece yukarı çekmişler, yükseltmişlerdir. İşte irşâd buna derler.

Buyurdular: Efendi hazretleri meşverete çok ehemmiyet verirdi. Bu sünnetin devâmını temîn için, tavsiye ederdi. Hadîs-î şerîfde: "Meşveret edecek kimseyi bulamazsanız, taşa anlatın" hadîs-i şerîfi gereğince, Efendi hazretleri bazan beni taş yerine koyar ve meşveret ederdi. Bir def’asında: "Hilmî gözümde katarakt var, ameliyât olayım mı, sen ne dersin?" buyurdu. Bu teknîk bizim memlekette çok gelişmiş değil, tavsiye etmem, efendim, dedim. Ben de öyle düşünüyordum, buyurdular.

Buyurdular: Israr kelimesi iyilik için kullanılmaz. İyilik için devâm kelimesi kullanılır. Onun için, günâha ısrar, ibâdet ve hayırlı işe devâm kullanılır. Buyurdular: Rahmet yağmuruna gays denir. Diğer yağmurlara matar

denir.

Buyurdu: Müslüman kitâbda mühim yerin üstünü çizer. Eski kitâblara dikkat ederseniz, görürsünüz.

Buyurdular ki: Efendi’ye hizmet edip, onu hiç üzmeyenlerden biri de Mehmed Şekerci efendidir. Babası Efendi’nin mensûblarından idi. Bu oğlunu Efendi hazretlerinin hizmetine verdi. Yaşlı zamanında Efendi’ye çok yardımcı oldu. Hep sevdi, hep sevildi. Allah hayırlı uzun ömürler versin.

Mezkûr Mehmed efendi, dört beş sene kadar devâmlı Efendi hazretlerinin hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocamızın hizmet ve hâllerini medh ettiği sevgililerindendir. Rûhlara hayât veren Mektûbât-ı Rabbânîyi, o velâyet-i Ahmedî sâhibinden doya doya dinledi. Efendi hazretleri kendisine sarf ve nahiv öğretti. Her fiili bin def’a çekmesini emr buyurdu. Öyle yaptı. İyi öğrendi. Hattâ Yâsîn-i şerîfin manâsını anlayıp yazmasını emir buyurması, çalışmaları arasında sayılır. Kendisine: "Sen benim son talebemsin" buyurmuştur. Yine buyurmuş ki: "Bin sayısı, aded-i kâmildir." Mehmed efendiye: "Efendi hazretleri size, gözle, kulakla ve diğer azalarla günâh işlemeyin, derler mi idi" sorulduğunda: "Onun huzûr ve civârındaki ma'nevî havayı teneffüs edenler, böyle şeyleri akıllarından geçirmezlerdi ki, söylemelerine ihtiyâc duyulsun" cevâbını verdi. O, Efendi hazretlerini hep memnûn etti, hiç üzmedi. Güzel hizmetler yaptı. En mahrem hizmetlerini dâhi gördü. Çok şeyler kazandı. Efendi’den ayrılması kendisine çok dokundu. Hep sustu. Efendi’yi anlatacak söz bulunmaz, derdi. Mehmed Efendi’ye: "Fatma ile evlen" buyurdu. Evlendi. Fatma hanıma: "Gün gelecek, ipek elbiseler içinde yüzeceksin" buyurdu. Halbuki o zaman fakîr idiler. Gerçekten Efendi’nin buyurduğu gibi oldu. Zengin ve rahat oldular. Bu Mehmed efendi ile uzun sohbetlerimiz oldu. Çok şeyler anlattı. Kısaca bu kadar yazıp geçelim.

Bir gün Hocamla pazar tarafından geliyorduk. "Hocam, dua ediniz de bu

sene de ta'yinim çıkmasın, İstanbul’da kalayım" dedim ve ardından bu boşboğazlığı yapmamalıydım, diye üzüldüm. Neyse ki, münâsib bir cevâb ile: "Dua edelim de hayırlısı olsun" dediler ve ta'yini insanlar değil, Allahü teâlâ yapar, demek istediler. Çünkü kendilerinden çok duymuştum: İnsanlar kâtibin elindeki kalem gibidir. Kalem her ne kadar yazma âleti ise de, biri yazmayı dileyip, onu eline almadıkça yazmaz. O halde, yazan kalem değil, sâhibidir. Bunun için her şeyin hayırlısını Allahü teâlâdan dileyip, ta'yin gibi konularda, aracı yapmamalıdır. Allahü teâlâya itimadı ve tevekkülü bozar" buyurdular. Onaltı sene İstanbul’da kaldım. Bir def’a bu za'fa düştüm ve hemen üzüldüm. Gerçi bu konuşmadan sonra birkaç sene daha İstanbul’da kaldım.

Yedek subay imtihanlarında vazîfeli olarak Ankara’ya gittim. Bu arada Efendi hazretlerinin kabrini ziyâret ettim. İstanbul’a döndüğümün ikinci gecesi rüyâda Efendi hazretlerini gördüm. Kabristanın kuzey tarafındaki kapının yanında karşılaştık. Ellerini öptüm. Alnımdan öptüler. Elimi bırakmadılar. Konuşarak kabirlerine geldik. Orada bana: "Evlâdım, az geliyorsunuz, daha sık gelin ve Allahü teâlâdan her ne isteyecek iseniz, buraya gelin, burdan isteyin" buyurdular. Bir ay geçmeden Ankara’da Yabancı Diller Okulu’na tayîn emrim geldi. "Daha sık gelin" buyurmalarındaki hikmeti anlamış oldum.

Hocama geldim. Rüyâyı anlattım ve ta'yîn emrini haber verdim. "Az geliyorsunuz, sözleri bizedir kardeşim. Biz az gidiyoruz, siz her fırsatta ziyâret ediyorsunuz. Ne kadar açık, ne güzel bir rüya" buyurup, içeride bulunan damadları Enver ağabeye seslenip: "Enver bey, gelin. Sâdık bir rüya dinleyin" buyurdular. Enver ağabey geldi. Hocamız bana: "Rüyayı bir daha anlatın da, Enver bey dinlesin" buyurdular. Gözlerim doldu ve: "Hocam İstanbul’dan ayrılıyorum, hakkınızı helâl edin ve son bir def’a elinizi öpeyim" dedim. "Bizim elimizi öperseniz ne olur. Gidin Efendi’nin kabrinin toprağına, o velâyet güneşini sinesinde saklayan mes'ûd ve mubârek topraklara yüzünüzü, gözünüzü sürün" dediler.

1977    senesi idi. Ankara gittik. Altı sene kadar Ordu Yabancı Diller Okulu’nda Rusça öğretmeni olarak vazîfe yapdım. Bu arada bol bol denecek kadar Bağlum’u ziyâret ettim. Efendi’nin çeşid çeşid yardımlarını, ikrâmlarını ve kerâmetlerini gördüm. Göğsümü sıkıyor, dilimi söyletmiyor ayet-i kerîmesi mucibince bunları zorlanarak geçiyorum. Çünkü kitâb uzun olmağa başladı.

Hocamızdan ayrılırken: "Ankara’ya gidiyorsunuz. Sabrî beye selâm ve dualarımı söyleyin. Sabrîyi eşmeğe, kurcalamağa bakın. Onda çok şeyler vardır. Efendi’nin gizli sırlarına müttalı'dır" buyurduklarından ve fakülte yıllarından beri tanıdığım Sabrî efendiden, böyle bahsetmeleri ve özellikle onunla görüşmemi istemelerinden, ayrıca Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu M. Emîn Garbî ağabey de Ankara’da bulunduğundan, Hocamdan ayrılmanın üzüntüsü dışında, Ankara’ya gitmekten, fazla müteessir olmadım. Yakînen inanıyordum ki, beni Rabbim ta'yîn etti, Efendi’ye yakîn etti. Bunun için: "Allahu teâlânın yaptığında hayır vardır" deyip, az bir zaman için de olsa Ankaralı olduk.

Hocamız, Sabrî ağabeyi çok sever, Ondan, güzel ahlâkından sitayişle bahsederdi. Bunun için bir kaç söz etmemize yol açılmış oldu.

Yüzü güzel, sözü güzel, özü güzel, ahlâkı, huyu güzel idi. Güzellikleri kendinde bu kadar toplamış olan bir insan tanımadım. Sabrî efendinin ismi Eyyûb Sabrî olup, soyadı Gökkaya idi. Artvin’in Yûsufeli kazasındandır. Çok küçük iken, annesi ile beraber İstanbul’a geldi. Alî ve Osman isimlerinde iki kardeşi daha vardı. İlk mektebi İstanbul’da okudu. Sonra Dârüşşafaka’ya girdi. Lise sona kadar Dârüşşafaka’da okudu. Orada okurken Efendi hazretlerine götürüldü. Efendi hazretleri kendisini sevip, hizmetine aldı. Hem okulunda okuyor, hem de Efendi’ye hizmet ediyordu. Beş altı sene hizmet etti. İyi hizmet etti. Efendi’yi hiç üzmedi, kırmadı. Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra Askerî Tıbbıye’de Dişçilik Fakültesi’nde okuyup diş doktoru oldu. Önce Konya’ya ta’yin oldu. Efendi hazretlerinin kardeşi Yûsuf efendinin oğlu Fârûk Işık'ın kızı Fârıka hanımla evlendiler. Sonra şark hizmeti için Siirt’e ta'yin oldu. Şark hizmetinden sonra Ankara’da Mevkî' Hastanesi diş tabibliğine geldi ve sonuna kadar hep orada kaldı. Emeklilikten sonra da dişçiliğe devâm etti. Biri kız, dört çocukları dünyâya geldi ve 1983 Şubatında âhırete intikal eyledi. Aynı sene içinde ortanca oğlu Fâtih kalb sektesinden vefât etti. Büyük oğlu Yûsuf, Almanya’da diş doktoru olarak çalışmaktadır. Küçük oğlu Işık İstanbul’dadır. . Hanımı Fârıka abla da hayâttadır. Allahü teâlâ hayırlı uzun ömürlerle berhayat eylesin! Albay rutbesinde iken emekli oldu. Askerler, siviller, doktorlar, dostlar, düşmanlar onu severdi. Sevmeyenine rastlamadım. Vefâtında, Gülhâne Hastahânesi idâre âmirine, vasıyyeti var, askerî merasim istemiyor, yapmayalım dedim. Kabûl etti, yapmadık. Bağlum’da, Efendi hazretlerine on onbeş metre uzaklıkta defn ettik. Allahu teâlâ rahmetine gark etsin. Altmış yaşlarında idi.

Hanımı Fârıka abla, Sabrî bey için: "Melek gibi insan idi, Hiç bir zaman beni üzmedi. Keşke üzseydi de, ölümü hâlinde ona bu kadar üzülmeseydim. Onun gibi bir insan bulunabileceğini tahmîn etmiyorum. Her hâliyle güzel idi" söylerdi ve bu satırları Trabzon’da yazdığım sâat telefonla konuştuk. Sabrî bey için bir kaç kelime yazacağım, siz ne dersiniz, dedim. Ayrı sözleri tekrâr etti ve: "Ondan bahseden kaleminiz hoş olsun, hep iyi şeyleri yazsın" dedi.(2002 Mayıs başı)

Sabrî Efendi, M. Emîn Garbî ağabey ve bu fakîr, yıllarca beraber olduk. Hemen her hafta Garbî ağabeyin evinde olurduk. Pazar günü öğleden sonra, çok mühim işi olmayan muhakkak bulunurdu. Mektûbât, Reşahât, Râbıta-ı Şerîfe ve Er-Riyadüt-Tasavufiyye kitâblarından okurduk. Sabrî efendi, Efendi hazretlerinden anlatırdı. Garbî ağabey de onbeş yaşına kadar, zaman zaman Efendi hazretleri ile beraber olmuştu. 2000 yılında 72 yaşında İstanbul’da vefât edip, Ankara’ya Bağlum’a, Efendi’nin yanına defn olunmuştur.

Sabrî ağabeyle Bağlum’a giderdik. Efendi’nin başucundaki taşın dibinde büzülür, küçülür, gözyaşları dökerdi. Efendi’den bahsedip ağlamadığını hiç görmedim diyebilirim.

—"Efendi’den sonra Eyyûb’deki evi ve câmisine hiç gitmedim. Ben oralara Efendi ile alışmış idim. Sanki Efendi’yi oralar benden ayırdı. Efendisiz oralarda çok üzülürüm, korkarım ki, geri gelemem. Mâdem ki Efendi yok, ehiller nâ ehil, yârlar ağyar olarak bana görünür" derdi.

—Efendi baba bana: "Benden sonra kimsenin elini öpme” buyurdular. Ma'nâsını o zaman anlamamıştım, ama şimdi anlıyorum. Ya'nî kalbinde bana tahsîs ettiğin yeri ve muhabbeti kimseye verme, demek istemişlerdi.” Şimdi Sabrî ağabeyi dinliyelim:

—Medresede arabça okumuş, daha sonra Türkçe ve felsefe öğretmenliği yapan Celâl hoca namında birisi, üç ayrı zamanda, dînî süaller sormak için Efendi hazretlerine geldi. Her üçünde de süal sormadan, Efendi hazretleri soracağı süallerin cevâblarının bulunduğu birer kitâb getirtip, cevâbların bulunduğu sahîfeleri açıp kendisine okuttu.

—Apandist'ten ameliyât olmak için hastahâneye yattım. Bayram diye ameliyat etmediler. Başka hastahâneye sevk ettiler. Gitmedim. Efendi hazretlerine gittim. Elini öptüm. Hasta mısın? buyurdular. Evet, dedim. Neren ağrıyor, aç buyurdular. Açtım. Mubârek eli ile ağrıyan yere dokundular ve: Burası mı ağrıyor? buyurup, biraz oğdular. Ağrı geçti. Kırkbeş sene oluyor bir daha ağrımadı.

—Efendi hazretleri arada bir bana, teyemmümün nasıl yapıldığını gösterip anlatırdı. Kendi kendime, şimdi su bulunmayan yer yok, Efendi hazretleri, acaba neden, teyemmüm üzerinde bu kadar duruyor, derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimizde yara çıktı. Hattâ bir başparmağımı kestiler. Doktorlar, ellerine su değmeyecek, dediler. Üç sene teyemmümle namaz kılmak zorunda kaldım. O zaman anladım ki, Efendi’ye bu ma'lûm olmuştu. Ne büyük kerâmet!

—Kızım ve damadım, bir da'vet üzerine Azerbaycan’a gittiler. Oğulları da yanlarında idi. Oğlan, baba ve annesinden habersiz yanına bir teyp almıştı. Sovyet hudud gümrüğünde çok sıkı arama vardı. Teybi yakalasalar, habsedilebilirdi. Çok daraldılar. Kızım Âişe bunaldı ve gümrükte sıra tam kendilerine gelirken Efendi hazretlerine iltica etti. Elektronik cihaz hiçbir şey göstermedi ve kolayca hududdan geçtiler.

—Efendi hazretleri, köşk dedikleri sohbet ettikleri binayı göstererek: Tekkeler kapanmasaydı, buradan beş on tane, Abdülhâlik Gocdevâni (kuddise sirruh) gibi büyükler yetişirdi, buyurdular. İlim ve velâyetteki mertebelerine belki bu sözlerinden yol bulunur.

Sabrî beyden dinlediğim gibi, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu fazîletli Tâhâ efendiden de duydum. Ya'nî ayrı ayrı zamanlarda şâhid olduklarını anlattılar. Efendi’nin hususî odalarında idim. Sabah namazını kılıyorlardı. Temkin ve duruşları, dağlardan metin ve heybetli göründü. Rükû' ve secdeye eğilirken, bir insan değil, sanki büyük bir dağ eğiliyor ve geniş bir ovayı kaplıyordu. Biraz sonra, hudu'un, alçalmanın, azamet-i ilâhî karşısında küçülmenin tesiriyle secdeye varınca, kulluğun verdiği acz ve ihtiyâcın gereği olan yalvarma ve yakarma ma'nâsı ile öyle küçüldüler ki, sanki eriyip yok olacaktı. Şaşırdım. Hiç böyle hallerini görmemiştim.

"Efendi hazretlerinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması, hep şerîate ve Onun sâhibine uygun idi. Meselâ yemesini gören, sanki âdet yerini bulsun diye yiyor derdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yanında çok kalanlardan, mahremlerinden duydum. Otuz senedir Efendi’yi kaylûle yaparken veyâ yatarken görüyorum, bir defa sırt üstü veya sol yanına dönüp yatmamıştır. Hep sağ yanı üzere yatar, sağ elini sağ yanağının altına koyar öyle yatardı. Her hâli istikamet idi. İstikamet kerâmetten üstündür, sözünü sık sık kendisinden duyduğum için, bu halleri bizce, kerâmetlerini saymağa ihtiyâc bırakmaz. Şu sözünü yeri gelmişken arz edeyim ve böyle bir sözü kıyamete kadar kimseden duyamazsınız. "Bu büyük silsileden birinin sohbetinde bulunmakla şereflenenler, zamanın âlimlerinin fevkındedir."

Sabrî ağabey, Efendi hazretlerinin rûhuna bir milyon İhlâs-ı şerîf okumuştur. Vefâtından (1983) birkaç gün önce, sancılarının şiddetli olduğu bir zamanda dayanamayıp: "Ya Efendi nerdesin?" demiş ve o anda sancıları kesilmiştir.

Sabrî ağabey, Efendi hazretlerinden nakletti: "Kadın, kocasının bütün vücüdü çıbanlarla dolu olsa ve bunları dili ile yalasa, hakkını ifâ edemez. Buna karşılık koca, karısına, düşen bir düğmesi için, şunu dik, diye emredemez. Çocuğuna süt vermek istemeyen bir anneyi icbâr etmek muvâfık olmaz. Süt anne tutması lâzım olur. Benim öbür tarafa götürecek bir azıkım yok, ancak Hakkın düşmanlarına olan buğzum ve adâvetim vardır."

Efendi hazretleri fitne çıkarmamakta çok uyanık idiler. Ondört sene üstüne annemle köye gittik. Efendi’nin hizmetinde kardeşim Alî’yi bırakmak şartıyla müsaade ettiler. Vapurla döndük. İstanbul’a geldiğimizde akşam yaklaşmıştı. Bunun için, hemen Efendi’ye gitmedim, sabahleyin gittim. Buyurdular ki, Sabrî ne zaman geldin? Dün akşam üstü, dedim. "Dün akşam üstü geldin de, buraya şimdi geliyorsun. Seni ne kadar sevdiğimi, özlediğimi bilmiyor musun? Bir adam boğazlasaydın bu kadar günâh işlemezdin. Sen muhabbetin ne olduğunu bilmiyorsun" buyurdu.

Bir def’asında bir hafta kadar uğrayamadım. Gittiğimde Ziyâ Bey’le oturup sohbet ediyordu. Çarşamba günü sabahı idi. Ziyâ Bey’e, kim geliyor, buyurdular. Sabrî’dir, dedi. Vardım, elini öptüm. "Az kalsın defterden silinecektiniz" buyurdular.

Bedriye hanım ve Mâide hanım Efendi’nin yanında idi. Ağzımdan şöyle çıktı: "Efendi hazretleri, cum'a günü Eyyûb Câmi'inde hutbe okusa, okurken, cebinden bir şişe şarap çıkarıp içse ve şişeyi cebine koyup devâm etse, sonra namazı kıldırsa, hiç şübhesiz ona uyarım ve kendisine itikadım sarsılmaz." Efendi buyurdular ki: İşte muhabbet budur. Sabrî, sen muhabbetten bir şeyler anlamışsın, âferin."

Efendi buyurdu: Bir kimse attar [parfümeri] dükkânına girse, üzerine koku sıkılmasa da, dükkândan çıkınca esans kokar. Çünkü içerideki kokular üzerine siner. Büyüklerin sohbeti de böyledir.

Efendi’den mükerreren dinledim: Büyüklerden biri eshâbı ile sohbet ediyordu. Hâtıftan [gizli olarak] bir ses duyuldu: "Cennet kapıları açıktır, isteyen Cennete girsin" dedi. Kimse cevâb vermedi. Biraz sonra aynı ses duyuldu. Yine kimse cevâb vermedi. Daha sonra bir kere daha o ses duyuldu. Mecliste bulunanlardan biri cevâb olarak: "Şimdi sohbetteyiz, sonra" dedi.

Sabrî ve Garbî ağabeylerle çok sevişirdik. Gerçekten kardeş hattâ daha ileride idik. Onların ve sonunda azîz Hocamın dünyâ hayâtını bırakıp, âhıreti seçmeleri, beni hayran ve giryân etti. Sudan çıkmış balık gibi, şaşkınım, bakalım kaç gün daha çırpınırım. Beyt:

Bir balık ki, ayrı kılar Fırattan

Ve artık yaşayamaz, ümid keser hayattan.

Efendi hazretlerinin son hanımı Mâide hanımın vefâtında İstanbul’da idik. Hocamız, Sabrî ağabey ve bu fakîr, Eyyûb Sultan câmi'inde, Efendi’nin ders vermiş olduğu yere yakın bir yerde oturduk. Daha çok Sabrî beyle eski günlerini anıp konuştular. Hep Efendi hazretlerinden bahs ettiler. Hocamız buyurdu ki, Efendi’den dinledim: Muhyiddin Arabî hazretlerine sormuşlar ki, bu büyükler arasına nasıl girdiniz, ya'nî nasıl evliyâ oldunuz. Cevâbında buyurdu ki: "Herhangi bir mecliste evliyâ aleyhinde konuşulsa ben evliyâyı medh ile söze başlardım. Allahü teâlâ evliyâsına olan hüsn-i zannım sebebi ile kalb gözümü açtı. Kalb gözünüz nasıl açıldı, dediler. Bir gece yarısı âniden içimde bir fırtına koptu. Rüzgârlar esti, yağmurlar yağdı, seller aktı, şimşekler çaktı, gök gürledi; gök, dağ, deniz, birbirine karıştı. Sonra duruldu. Gök mâvî, deniz mâvî, toprak yeşil ve her yer tertemiz oldu. Bir de ne göreyim, kalbimle herşeyi görüyorum. Başdaki göz gibi, kalbde de görme kuvveti olduğunu anladım." Namazdan sonra üçümüz aynı araba ile Üsküdâr Bülbülderesi üstündeki kabristana geldik. Mâide hanımı defn ettik. Allahü teâlâ efendisi ile haşr eylesin ve Cennette de hanımı eylesin! Asîl, afîf, temiz, namus timsâli, nâzik, insan görmüş bir hanım idi. Bir iki def’a görüşmemize rağmen, çok müsbet intibalar bıraktı."Hilmî’nin talebelerinin hurmetini ve hâlini görünce, sebeb-i hayatım Efendim hazretlerinin zamanını hatırlıyorum" der, gözünden hasret damlaları damlardı. Bir gün M. Emin Garbî ağabeyimin evinde görüşmüştük ve daha önce anlattığımız Bitlis’li bir kimsenin tipi fırtınasında Efendi’nin gaybî olarak îmdada yetişmesi kerâmetini kendisinden dinlemiştik.

Bu kadar Garbî ağabey dedik. Birkaç satır da Ondan bahsedeyim:

M.Emin Garbî (rahmetullahı aleyh) Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu M. Ma'sûm Efendi’nin menfâda (sürgünde) Konya’da dünyâya gelmiş oğludur. Ankara ve İstanbul’da büyüdü. Efendi hasretlerinin kızı Mâide halanın kızı Gülsüm hanımla evlendi. Gülsüm hanımın babası Seyyid Hamid Paşa’nın oğlu İbrâhim Arvâs efendi olup, uzun yıllar meb'usluk yapmıştır. Kendisini tanırım. Hoş sohbet, dirayetli, cesûr, meârif-i umûmiyesi [genel kültürü] çok, efendi bir insan idi. Garbî ağabey, Zirâî Donatım’dan emeklidir. Mehîb, sâlih, fâdıl, ma'lûmât sâhibi bir efendi idi. Her gören kendisini severdi. Yetmiş iki yaşında (2000) senesinde İstanbul’da vefât etti. Bağlum’a defn ettik. Ölümüne en çok üzüldüklerimdendir. Ma'sum, Murad ve Abdülhamîd isimlerinde pırlanta gibi iki oğlu vardır. Garbî ağabeyi Hocamız çok severdi. "Her zaman gelin, görüşelim, sizi görünce, rahatlıyorum" der, sık sık görüşürlerdi. Sokakta yürüseler, Garbî ağabeyi sağ tarafına alırlar, Garbî ağabey muhâlefet etse, "Bize yakışan sizin solunuzda yürümektir" derlerdi.

Garbî ağabey onbeş yaşına kadar Efendi ile büyümüş, yahud ekseri zamanı Efendi’nin yanında geçmiştir. Tevellüdü 1928'dir. Bebek iken Efendi’nin yanına getirmişler ve Efendi hazretleri, hanımına: "Bu çocuk kimin torunudur bilir misin?" sordular. Hanımı, “Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur” cevâbını verince, Efendi hazretleri; "Yalnız o kadar mı? Böyle bir zâtın torunudur ki, salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve ben de sabahlara kadar sallasam, hakkını edâ edemeyeceğim bir büyüğümün torunudur" buyurdu.

Garbî ağabey kadar, onun ve bizim ve herkesin ağabeyisi olan Tâhâ ağabeyi de severdik. Garbî ağabey gibi onunla da âhıret kardeşi olmuştuk.

1 917’de tevellüd, 1980’de hacda iken Mekke’de vefât etti. Cennet-ül muallada defn olundu. Vefâtı sırasında bir takım garîb güzel halleri müşâhede edildi. Fazîletli, muhabbetli, zekî, nüktedân, târihce-i hayât bir zât-ı muhterem idi. Ataullah, Ubeydullah, Ender ve Ercümend isimlerinde elmas gibi kıymetli çocukları vardır. Her biri asâlet, insanlık, zekâ ve güzel ahlâk numûnesidir. Hocamız Tâhâ efendiyi sever, o da Hocamızı çok severdi. Ağabey, kardeş gibi olmuşlardı. Hocamızın sohbetine doyup da, ayrıldığı vâkî değildir. Efendi hazretleri de kendisini çok severdi. Karşısında oturtup, onunla konuşur ve: "Niçin seninle konuşuyorum biliyor musun? Sen daha çok gençsin. Sözlerimdeki hatâları bulamazsın. Seninle konuştuğum için, hatâlı da konuşsam, öbürlerin karışması edebe muhâlif olur. Çünkü onlarla değil seninle konuşuyorum" derdi ve ince bir âdâb-ı muaşeret dersi verirdi. Bir def'asında: "Tâhâ, sen çok gayretli ve çalışkan değilsin. Ama şu iki nasîhatimi tut: Salât-i vitri hiç bir zaman terk etme [çünkü şâfiîde salât-i vitr sünnettir] ve hergün Kur'andan bir cüz, hiç olmazsa bir hızb Kur'an oku" buyurdu. Bir def’asında Efendi’nin üstünde bir kabz hâli vardı. Sessiz, mağmum, üzüntülü oturuyordu. Birden Tâhâ ağabeye hitâb edip: "Tâhâ, ne âhıreti anlayabildik, ne dünyâyı! Hâlimiz ne olacak?” buyurdu. Tâhâ ağabey durur mu; hemen cevâbı verdi ve: “Efendi hazretleri, dünyâyı ben de anlayamadım, ama âhıretten bilmedikleriniz varsa cevaplandırayım" dedi. Efendi ve mecliste olanlar, bu cevâba o kadar güldüler ki, gözlerinden yaş geldi. Kabz hâli basta dönüştü ve hep hak söyleyen dili açılıp, inciler saçmağa başladı. Vakit sabah idi. Efendi hazretleri Vahdet-i vücüd'u uzun uzun anlattı. Kaba kuşluğa kadar sohbet devâm etti. Sonra herkes Tâhâ ağabeyi öpüp, teşekkür ettiler ve böyle bir sohbete bugüne kadar şâhid olmadık, dediler. Bir gün efendi hazretleri kendisine: "Tâhâ, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin simâsı, şekli, heyeti nasıldı? buyurdular. Tâhâ efendi, hiç beklemeden: "Gördüğünüz gibi, efendim" cevâbını verdi.

Tâhâ ağabey, İstanbul’dan Van’a dönerken, Konya’da bulunan ağabeyisi Muhammed Bâkır efendiye uğradı. Sonra trene bilet almak için gişeye geldiğinde, hareket sâatinin geç olduğunu öğrendi. Hava soğuktu. Vakit geçirmek için sinemaya gitti. O zaman onbeş-onaltı yaşlarında idi. Sinemadan sonra gelip trene bindi. Gözleri alır almaz, Efendi hazretlerini gördü ve Efendi kendisine: "Tâhâ, utanmadın da sinemaya gittin" buyurdu. Tâhâ ağabey bu hâdiseyi anlatır ve: "Hem korktum, hem mahcûb oldum" derdi. Tâhâ ağabeyin hikâyeleri çoktur. Birini daha anlatıp geçelim. Hanımıyla Çatak’tan Gevaş’a yaya geliyorlardı. Yolda karşılarına eşkıya çıktı. Parasını aldıkları gibi, ceketini ve ayakkabısını da aldılar. Sonra hanımına dönüp: Bacım, Seyyid Fehîm hazretlerinin hatırına söyle, yanında para ve kıymetli eşya var mıdır? dediler. Tâhâ ağabey: Yâhû siz ne biçim adamlarsınız; dedesine yemîn verir, torununu soyarsınız? deyip mukabele edince, eşkıyanın yüzlerinin rengi sarardı, soldu. Siz Hazret-i Şeyh’in torunu musunuz, dediler. Evet, ben Tâhâ’yım deyince aldıklarını geri verdiler ve özür dilediler, elini öpüp gittiler. Tâhâ ağabeyle çok beraberliğimiz oldu. Yıllarca sürdü. Çok menkıbelerı vardır. Ama bu kadarını yazmakla iktifâ edelim, rûhuna rahmet okuyarak ve çok sevdiği ve itimad ettiği hepimizin dayanağı Efendimiz yanında olsun, duasını yaparak geçelim. Kardeşleri Seyyid İbrâhim ve Seyyid Bedreddin efendiler de birer cevher ve islâm ve iffet ve edeb hârıkası idiler.

Amcaları Hüseyin Efendi’nin oğulları Alî İhsân, Muhammed Kasım, Muhammed Şemseddin efendilerle de uzun zaman birlikte olduk. Diğerleri gibi yirmi, belki otuz sene, İstanbul’da, Ankara’da, Van’da çok güzel zamanlarımız geçti. Şimdi (2002) de erzel-i ömrün ibtidalarında o tatlı hâtıralarla teselli buluyorum. Alî İhsan efendi Gevaş müftüsü idi. Âlim, fâzıl, nüktedân, hoş sohbet ve hikâyeleri hâlâ dillerde dolaşan bir zât-ı kerîm-ül hısâl idi. Muhammed Kasım, Van müftülüğünden mütekaid idi. Arabî ve fârisiyi iyi bilen, âlim, fâdıl, kâmil bir zât olup, çok kimselere ilim öğretmiştir. Bu fakîrin arabî ilimlerdeki icâzetim onun tarafından bir lutuftur. Seyyid Şemseddin, Van'ın en büyük âlimlerinden, halîm, seha sâhibî, gayretli, tevazu ve ahlâk-ı hasene sâhibi, hâzâ insan! denen bir zât idi. Hayatı hep ilim okutmakla geçti. (1936-1 986) Hepsinin en güzel sıfatları hâiz oğulları vardır. Allahü teâlâ yer yüzü gemisini, bu geminin demiri olan Ehl-i Beytin varlığı ile her türlü âfet ve fırtınadan korusun. Bizim kalblerimizi de, lekesiz Ehl-i beyt (seyyid) sevgisi ile süslesin ve bu muhabbet üzere yaşatsın ve öldürsün. Hepsini Hocamız sever, hepsi ile tatlı tatlı sohbetler eder, varlıklarını, islâmın dayanağı bilir ve söylerdi.

Sabrî ağabeyin vefâtından iki-üç ay sonra da ben emekliye ayrıldım. Böylece Türk Silahlı Kuvvetlerindeki öğretmenlik görevimi albay rutbesi ile tamamlayıp, hayâtımın son safhasına çekildim. İstanbul’da Erenköy’deki evimde kitâblarımla meşgul oldum. Yazları Sürmene’de bulundum. Arada bir imkân olursa, Hocamı ziyâret ettim. Onlar hâlâ çalışıyor, ya'nî kitâblarla meşgul oluyorlardı. Severek, gerekirse, gündüze geceyi katarak; dîne hizmet için, ellerinden gelen gayreti son haddine kadar gösteriyorlardı. 1988 yılına kadar hiç bir vazîfe almadım. Hakîkat Kitâbevi’nden çıkan fârisî bir kitâbı okudum (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye) bazı tashîhler yapıp Enver ağabey vâsıtası ile Hocamıza gönderdim. Birkaç gün sonra Enver ağabey telefonla beni aradı ve: "Hocamız buyurdu ki, Süleyman beye söyleyin, bizimle çalışmak istemez mi?" Bu talep üzerine Fâtih Çarşamba’da bulunan Mehmed Ağa tesislerinde, arabî ve fârisî kitapların, daha sonra Rusça tercemelerin tashîh ve mes'uliyeti uhdeme verildi. Oniki sene de orada çalıştım. Zaman zaman onlarla görüştük. Sevindirici müjdelerine mazhar oldum. Bunların çoğunu arkadaşlar bana iletti. Hakkımdaki iltifatlarından, Onların sözleridir diye bir kaçını yazayım. Yoksa ben haddimi, hâlimi ve nefsimin azgınlığını, rûhumun ezikliğini, bir parça olsun, Onların irşâdlı sözleriyle öğrenmişim:

—Aleyküm selâm. Biz Süleyman’ı çok severiz. Bizi hiç üzmemiştir. Devâmlı bize yardımcı olmuştur. (24 Şevval-1409) Hüseyin Yener)

—Süleyman beyle oynayan ateşle oynamış olur. (Kemal Demirci)

—Âferin, Süleyman bey bu yolun zevkını almıştır. (Subhî)

—Süleyman beye selâm ederim. Gözlerinden öperim. Dualarını beklerim. (Receb-1410. Subhî beyle konuşurken, selâmımı arz edince, bu sözleri söylediklerini telefonda ben de dinledim.)

—Süleyman beye selâm söyleyin. Gözlerinden öperim. Süleyman’ı severiz. Yirmi otuz senedir Mektûbât’la meşguldur. Mektûbât’a âid ma'lûmâtı iyidir. (15-Rebi'ül evvel 1411-Subhî)

—Süleyman beye selâmımı söyleyin. Yardımları için iki dünyâ seâdetine dua ederiz. (Cemazil-âhır-1411-Subhî)

18 Safer 1420 Cuma günü Sarıyer’e çağırdılar. Selâmdan sonra: "Bizim Süleyman ne mubârek olmuş" buyurdular. Cum'a namazından sonra, ellerini öpmek istedim. Eğilin, ben sizin alnınızdan öpeyim, buyurdular ve alnımdan öptüler. O anda kendimi dünyânın en bahtiyâr insanı buldum. Zirâ bütün hayatımda hep yakınında olmak istediğim Hocamın, hep Hak’dan bahseden temiz dudakları muhabbetle alnıma değiyordu. Herhalde bir talebe için, bundan daha mes'ûd an olmaz. Sonra orada bulunan arkadaşlara hitâb ederek: "Süleyman bizim ilk göz ağrımızdır" buyurup, bu fakîre hitâben: "Sizi çok özlemiştim" dediler. Bundan sonraki balkondaki konuşmalarımızı, vefâtlarını anlatırken arz etmiştim. Kabri geniş, yattığı yer nûr olsun.

Bir gece Onların evinde idik. Peygamberlerden bahis açıldı. Mektûbâtı getirip, Birinci cild 63. mektûbu okudular. Çok şey öğrendik. Mükemmel bir mektûbdur. Buyurun, Onların dil kaleminden ve kalem dilinden dinleyelim:

1. CİLD 63. MEKTÛB: Nakîb Seyyid Şeyh Ferîd'e yazılmıştır. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hep aynı îmânı söylediklerini bildirmektedir.

Allahü teâlâ bizi ve sizi kerîm olan babalarınızın ana caddesi üzere bulundursun. Onların en üstününe ve kalanların hepsine salâtü selâm olsun!

Allahü teâlâ, Peygamberler (aleyhimüsselâm) vâsıtası ile insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve sonsuz azâbdan kurtarmıştır. Peygamberlerin mubârek vücûdları olmasaydı, Allahü teâlâ, zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlânın emir ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir; ya’nî hiçbir şeye muhtac değildir. İnsanlara acıdığı için, onlara iyilik ederek, emir ve yasaklar göndermiştir. Emir ve yasakların fâideleri insanlaradır. Allahü teâlâya hiç fâideleri yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyacı yoktur. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlânın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O halde Peygamberlerin gönderilmesi pek büyük ni'mettir. Bu ni’metin şükrünü hangi dil söyleyebilir; kim bu şükrü yerine getirebilir? Ni'metlerini bize gönderen, bize islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere (aleyhimüssalâtü vesselâm) inanmak seâdetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz

Bütün peygamberlerin dînlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, Haşr ve Neşr için, Peygamberler için, melek gönderilmesi için ve melekle Kitâblar gönderilmesi için, Cennetin sonsuz ni'metleri ve Cehennemin sonsuz azabı için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, harâm ve ibâdetler için olan sözleri, ya'nî fürû'âta âid sözleri ise başka başkadır, birbirine uymayabilir.

Allahü teâlâ, bir vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hallerine uygun emirleri bir ülül'azm peygambere göndermiş ve o insanların buna uymalarını emir buyurmuştur. Birçok sebebler, fâideler için, Allahü teâlâ ahkâm-ı şer'iyyede değişiklikler yapmaktadır. Çok def’a, şer'iat sâhibi aynı bir peygambere, başka başka zamanlarda, birbirine uymayan emirler göndermiştir. Ya'nî önceki emirleri sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir.

Bütün peygamberlerin, sözbirliği ile söylediği hiç değişmeyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan bazısını başkalarına rab, ma'bûd yapmamaktır. Bu sözü, yalnız peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemiştir. Peygamberlere inanmayanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın bir olduğunu söylemişse de, bunları yâ müslümanlardan işiterek söylemiş veya varlığı lâzım olan birdir demişlerdir. Halbuki müslümanlar hem varlığı lâzım olan, hem de ibâdet olunmağa hakkı olan birdir, demektedir. Lâ ilâhe illallah demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka, hiç bir şey yoktur; ibâdet ancak O'na yapılır, demektir.

Bu büyüklerin birlikte söyledikleri ikinci söz, kendilerini herkes gibi insan bilip, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur, demeleridir. Herkesi, yalnız O'na ibâdet etmeğe çağırırlar. Hak teâlâ, hiç bir şeyle birleşmemiştir. Hiç bir maddede yerleşmemiştir, derler. Peygamberlere inanmayanlar ise, böyle söylememiş, hattâ başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir, demişlerdir. Böylece kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilâh olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendilerini kulluk vazîfelerinden çekerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlâh oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, her şeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olamayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmayacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de aldatmışlardır. Böyle alçaklara lânet olsun. Bunlara aldanan ahmaklara yazıklar olsun!

Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) sözbirliği ile bildirdikleri bir şey de, kendilerine melek geldiğini söylemeleridir. Peygamberlere inanmayanlardan hiç biri bu devlete kavuşmamıştır. Melekler muhakkak ma'sûmdur. Ya'nî vazîfelerini elbette doğru yapar, hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değillerdir. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar.

İşte peygamberlerin her sözü Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber hep O'ndandır. İctihâd ettikleri her mes'ele de vahiy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihadlarında ufak bir isâbetsizlik olsa, vahiy gelip hemen düzeltilir. Hal o ki, peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilâh, tanrı, tanıtan sizi biz yarattık, biz kurtardık, deyip, kendilerine taptıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini doğru sanırlar. O halde, insâf edelim! Ahmak, câhil bir kimse, kendini ilâh, tanrı sanıp, kendine tapınılmasını emr eder, her kötü, zararlı işi yaparsa, buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Mısra'

Senenin mahsûlü, baharından belli olur.

Bu kadar uzun anlatmamıza sebeb, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa hak bâtıldan, nûr zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi 81. âyet-i kerîmede: "Hak gelince, bâtıl gider; bâtıl her zaman gidicidir" buyurdu. Yâ Rabbi, bizleri o büyüklerin (aleyhimüssalevât) yolunda bulundur! Âmin.

Yine bir gün Hocamız 260. mektûb için: "Oğlu Muhammed Sâdık hazretlerinin yüksek derecesine göre, kendi tasavvuf yollarını anlatmaktadır. Bu mektûbdaki bilgileri, ma'rifetleri herkes anlayamaz. Hattâ şimdi yeryüzünde bu hallere ve ma'rifetlere sâhib bir kişi yoktur diyebiliriz. Ama bu mektûbun sonunda güzel ve bereketli bir ma'lûmat vardır. Bu kısmı okuyalım" buyurup, fârisîden okuyup Türkçe’ye terceme ettiler.

"Ey oğlum! İrşâd kutbunun feyiz vermesi ve ondan feyiz almakla ilgili ma'rifetler Mebde' ve Meâd risâlesinde, ‘ifâde ve istifâde’ bâbında yazılıdır. Sırası gelmişken, fâideli olan bu ma'rifeti de buraya yazıyorum:

Kutb-i irşâd, ferdiyye kemâllerine de sâhib olup, çok az bulunur. Asırlardan, uzun zamanlardan sonra böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yerin merkezinden Arşın tepesine kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun vâsıtası ile gelir. Herkes ondan feyiz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, okyanus gibi bütün dünyâyı kuşatmıştır. O derya sanki donmuştur, hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünür ve kalben ona teveccüh ederse, yahud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde sanki bir pencere açılır da, bu yoldan muhabbet ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbine bir kanal akar. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birincide, feyiz daha fazla olur. Bir kimse o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yahûd o büyük zât, bir kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. O’na inanmaması veya O’nu incitmiş olması, feyiz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olsa bile hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet var görünür ise de, yoktur. Fâidesi çok azdır. O zâta inananlar ve onu sevenler, onu düşünmeseler de, ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız o zâtı sevdikleri için rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."

Bir gün de, İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatan şu mektûbunu okudular:

BİRİNCİ CİLD, 44. MEKTÛB: "...Allahü teâlâya sığınarak ve Ondan yardım dileyerek bildiriyorum: Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın resûlüdür. Âdem oğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyamette kendisine uyarak Cehennemden kurtulanların en cömerdidir. Kıyamet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En önce O şefâat edecektir. En önce Onun şefâati kabûl olunacaktır. Cennet kapısını ilk önce O çalacak, kapı Ona hemen açılacaktır. Âdem aleyhisselâm ve onun zamanından kıyâmete kadar gelen her mü’min, bu sancak altında bulunacaktır.

Bir hadîs-i şerîfde: "Kıyamet günü, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakîkati bildiriyorum, övünmüyorum" diğer bir hadîs-i şerîfte: "Allahü teâlânın habîbiyim, sevgilisiyim. Peygamberlerin sonuncusuyum; övünmüyorum. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allahü teâlâ insanları yarattı, beni insanların en iyisinde yarattı. insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı; beni en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabîleleri evlere, âilelere ayırdı, beni en iyi âileden dünyâya getirdi. İnsanların en iyisiyim; en iyi âiledenim. Kıyâmette herkes sustuğu zaman, ben konuşacağım. Kimsenin kımıldamadığı vakitte onlara şefâat edeceğim. Kimsede ümid kalmadığı zamanda müjdecileri ben olacağım. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bende olacak. Livâ-i hamd benim elimde bulunacak. İnsanların en hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyâmet günü Peygamberlerin imâmı, hatibi ve hepsine şefâat edici benim. Övünmek için söylemiyorum" buyuruldu.

O   (aleyhissalâtü vesselâm) olmasaydı, Allahü teâlâ hiçbir şeyi yaratmazdı. Rab olduğu, ma'bûd olduğu meydana çıkmazdı. Âdem aleyhisselâm su ile çamur arasında iken (ya'nî hamuru yoğrulurken) O (aleyhisselâm) peygamber idi. Beyt:

Günâh işlese de, çekilmez hesâba,

Böyle bir seyyidin izindeki kimse.

Bütün insanlığın seyyidi, en üstünü olan böyle bir peygambere inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette ümmetlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân Sûresi 110. âyetindeki: "Siz ümmetlerin, dîn sâhiblerinin en hayırlısı, en iyisisiniz" bunlara müjdedir. Ona inanmayan insanların en kötüsüdür. Tevbe sûresi, 98. âyetindeki: "Vahşî, kalbleri katı câhiller sana inanmaz. Daha çok münâfıktırlar" bunları göstermektedir.

Dünyânın bugünkü hâlinde, Onun Sünnet-i seniyyesine uymakla şereflendirilenler, ne kadar bahtıyârdır. Onun dînine inanan ve Ona ümmet olanın az bir iyiliğine kat kat sevâb verilir. Eshâb-ı Kehf bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de, dîn düşmanları her tarafı sardığı vakit, kalblerindeki îmânı korumak için başka yere hicret etmeleri idi. Bugün Ona îmân edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zamanında askerin bundan kat kat fazla çalışması, böyle kıymetli olmaz.

Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın mahbubu olduğu için, Onun izinde giden mahbûbluk derecesine yükselir. Çünkü muhib [seven] sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde görürse, onu da sever. Ona uymayanların hâlini bundan anlamalıdır. Beyt:

Muhammed aleyhisselâm yüzü suyudur cihânın,

Kapısında toprak olmıyan toprak altında kalsın.

Eshâb-ı Kehf gibi hicret edemeyen, bâtın yolu ile hicret etmeğe çalışmalıdır. Düşmanlar arasında bulunurken, gönülleri onlardan ayrı, uzak olmalıdır. Allahü teâlâ bu sûretle de seâdet kapıları açabilir. Nevrûz günü geliyor. O günlerde ne karışıklık, ne kadar taşkınlık, şaşkınlıklar olduğunu biliyorsunuz. O karanlık günleri atlattıktan sonra, Allahü teâlâ nasîb ederse sizinle görüşmek şerefine kavuşmağı ümid ediyorum. Nâzik başınızı ağrıtmamak için mektûbuma son veriyorum. Allahü teâlâ kerîm olan babalarınızın yolundan ayırmasın! Size ve Onlara kıyâmete kadar selâm olsun! Âmin."

Hazır yeri gelmişken, hocamızın altı cild Mektûbât’tan seçmeler diyebileceğimiz ve Efendi hazretlerinin ismini, değeri takdîr edilemeyen ma'nâsında (Kıymetsiz Yazılar) koyduğu eserlerinden, Resûlullah (sallallahü aleyhü ve sellem) ile alâkalı yazıları okudukları gibi yazalım:

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bi'setten önce kalb zikri ile meşgul idi.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) renkli, süslü kumaşlardan elbiseyi severdi.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bin dirhem kıymetli rida giyerdi; namazda dört bin dirhem kıymetinde rida (kaftan) giydiği zamanlar olurdu.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sarığın taylasanını (sarkan ucunu) iki omuzu arasından sarkıtırlardı.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yemeği lüzûmu kadar yerdi; doyuncaya kadar yemezdi.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahûdînin evinden yemek yemiş, müşrikin kabından Tahâret eylemişlerdir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahmed ismi Muhammed isminden efdaldir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ahmed ismi, semâ ehlince ma'rûfdur.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamadan efdaldir.

—Hak sübhânehünün ibtida halk ettiği nesne Nûr-i Muhammedi idi (Sallallahü aleyhi ve sellem)

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ma'rifete tâlibdir, halbuki mahbûbiyyet makamındadır.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hüsn-ü cemâli zât-i teâlâya müsteniddir.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hep düşünceli ve dâima üzüntülü olunca, Başkaları nasıl olmalıdır.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)doğum ve ölümü pazartesi günü idi. Akşama doğru vefât etti. Salı günü saklanıp, Çarşamba gecesi gece yarısına yakın ve bir rivâyette o gece defn olundu.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mukaddes kabirleri mübârek cesedlerinden hâli (boş) kalmaz. Çeşitli yerlerde vâkı' görüşmeler, her ne kadar bedenleri şeklinde görünür ise de, rûhânidir ve rûh beden halini alır.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile vefâtından sonra görüşmek rûhânîdir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) uykusu abdestini bozmazdı. Çünkü peygamber, ümmetini muhâfazada çoban gibidir. Gaflet onun

peygamberlik makamına uygun değildir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) uykusu mu'tedil idi. Mübârek kalbleri uyumazdı. Belki mes'ûd gözleri uyur hâl üzre olurdu ve ayın onyedi veyâ ondokuz veya yirmibeşinci günü damardan kan aldırırdı.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) riyâzeti, ni'mete şükür için olup, Hakka kavuşmak için değildi.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinin ve ifadelerinin hepsi vahy ile değildi.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sehiv ve nisyân etmesi, ya'nî yanılması ve unutması câiz ve vâkı'dir. Lâkin hatâ üzere kararda olmak (devâm etmek) câiz değildir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu ilm

şânıdır.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu hubbîdir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu teayyûn-i vücûdînin merkezi olup, en şerefli yeridir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hakîkati, izâfî sıfatlarındandır. Kur'ânın zuhûr menşe'i ise, hakîkî sıfatlarındandır. Bu sebebden Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîsdir derler, Kur'âna ise kadîmdir, denir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) nûru, ilm sıfâtından olup babaların sulblerinden anaların Rahîmlerine geçip insan şeklinde zuhûr eyledi.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gölgesi yok idi. Âlemde Ondan latîfi bulunamayınca gölgesi nasıl olur!

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) urucunda (yükselmesinde) herkesten yukarı çıkıp, nüzûlde de (inerken de) herkesten ziyâde indi.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında Eshâbdan otuzüçbin kişi hâzır idi.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) olan ilâhî muhabbet zâtın muhabbeti olup, bütün bağ ve itibarlardan mu'arradır.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râc gecesi, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, onu kabrinde namaz kılarken gördü.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râc gecesinde, zaman ve mekân dâiresinden kurtulup, ezel ve ebedî bir an buldu; bidâyet ve nihâyeti bir noktada birleşmiş gördü. Cennet ehlini Cennette gördü.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'râcda ru’yetle (Hak teâlây

görmekle) müşerref oldu.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'racdan döndükte, yattığı yer henüz soğumamış, abdest ibriğinde sallanan su durmamıştı.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) soğuk ve lezîz şeyleri severdi.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfat ve isimlere âid bütün kemâlleri kendinde toplamıştır.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbil-âlemînin mahbubu (sevgilisi), yaratılmışların en iyisi, Mi'raca bedenle çıkmakla şereflenmiş, Arş ve Kürsî’den geçip, mekân ve zamanı geride bırakıp ileri gitmiştir.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) muradların ve mahbûbların

reisidir.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak elbette lâzımdır.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmağa ihtiyâc yoktur, demek küfürdür ve zındıklıktır.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak yedi derecedir;

1—            Kalb ile tasdîkden sonra ve nefsin itminanından önce olan şerîatin ahkâmına uymaktır. Avam ve zâhir âlimleri bu kısımdadır.

2—        Bu       derecede tâbi' olmaklık, ahlâkın tehzîbi ve kalb hastalıklarının izâlesine kavuşmuş olan sülük erbabına mahsûstur.

3—                 İslâmın   hakîkatine ve nefsin itminanına kavuşmuş olanlardır. Bunlar da evliyâ-ı kirâmdır.

4—               Nefsin      itminanından sonra olan şerîatın hakîkati ile hallenmek olup, râsıh ilimli âlimlere mahsûstur.

5—                             Resûlullah’ın       (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâlatının husûlu olup, ilim ve amelin buna dahli yoktur. Sadece fadl ve ihsanladır. Esas itibari ile ulûl’azm peygamberlere mahsûstur.

6—                            Resûlullah’ın        (sallallahü aleyhi ve sellem) mahbûbluk makamına tâbi' olmak olup, sadece muhabbete bağlıdır. Fadl ve ihsanın üstündedir.

Birinci derece hâric, saydığımız şu beş derecenin hepsi uruç (yükselme) makamlarına tealluk eder.

7.derecedeki mütâbeat, nüzûle, inmeğe bağlı olup, diğer altı derecenin hepsini içine almaktadır. Tâbi' ile metbü' (uyanla uyulan) farksız olmuştur.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) itâat, Hak teâlâya itâattır. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yolu, Eshâb-ı kirâmın yoludur.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) mütabeât (uymak), islâm ahkâmının (emir ve yasakların) yerine getirilmesi ve küfr âdetlerinin kaldırılması ile olur.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) mütebeât niyetiyle olan kaylüle (gün ortasında biraz uyumak), mütâbeatla olmıyan çetin riyâzetlerden ve şiddetli mücâhedelerden kıymetlidir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) tavassutu (aracılığı) olmadıkça hiç bir ferd matluba kavuşamaz.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeât olmadıkça, hangi hayırlı işi ve ameli yapsa, hiçtir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeât olmadıkça kurtuluşa ermek muhâldir.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) okunan salavât riyâ ve sum’a (gösteriş ve yapmacık) için de olsa makbûldur.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) salavât getirmek, kıyâmetin korku ve şiddetinden kurtulmağa sebebdir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi, herşeyden ve kendinden ziyâde olmayınca, îmân tamam olmaz.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) Âişe-i Sıddîk’a yoluyla verilen eziyyet, Hazret-i Alî yoluyla verilenden ziyâdedir.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ameli olup, sırf ona mahsûs hallerinden olmayan amellerin yapılmasında izne ihtiyâc yoktur. Hacetlerin husûlü ve müşkillerin açılması için yapılan, yazılan bazı şeyler, zikir ve dualar izne bağlıdır.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ameli, ya'nî yaptıkları, ibâdet, örf ve âdet olmak üzere iki kısımdır. İbâdet olarak yaptıklarının hilafi, münker (çirkin) bid’atlar olup, merduddur; men'edilir. Örf ve âdetine uymayanlara, münker bid’at denmez. Din ile alâkaları yoktur. Olup olmaması âdete bağlıdır. Bununla beraber âdette sünnetlere riâyet güzel netice ve seâdetlere yol açar.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) âdet ve ibâdetlerde, az veya çok benzemeği büyük seâdet, bereket ve derecelere kavuşmak sebebi bilmelidir. Mahbûba benzeyenler mahbub, ona uyanlar da mergubdurlar.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeat etmek istiyen, şerîate kuvvetle tutunmalı, sünnete ittiba' ve bid'atten ictinâb üzerine râsıh olmalı ve Kitâb ve Sünnetin ışığı ile meclisini aydınlatıp, bid'at karanlıklarına ve şeytanın çıkmaz yollarına dalmaktan uzak bulunmalıdır.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyânın tahrîbi için gönderildi,

ta'mîri için gönderilmedi. Hadîs-i şerîf

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) vâris olan, ahkâm ve esrâr ilimlerinde âlim olandır. Birinden nasîbi olup, diğerinden olmamak verâsete mânidir.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim aleyhisselâma babam diğer peygamberlere kardeşlerim demişlerdir.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim aleyhisselâmın milletine uymakla emr olunması, bir makamı elde etmek içindir ki, ona kavuşmak, makam-ı İbrâhimden geçmedikçe müyesser değildir. Makam-ı İbrâhime kavuşmak da, Onun milletine tâbi' olmağa bağlı bulunduğundandır. Merkeze gidebilmek için çevreden içeri girmek şarttır.

—Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanlarına ve Hak teâlânın düşmanlarına şiddet gösterip, o alçakları aşağılamak, onların bâtıl ilâhlarını (putlarını) hor tutmak en makbül ibâdettir.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâma buyurdular: Sizler öyle bir zamanda dünyâya geldiniz ki, emir ve yasaklardan onda birini terk etseniz, helâk olursunuz. Sizlerden sonra öyle insanlar gelir ki, emir veya yasaklardan onda birini yerine getirseler, kurtulurlar. İşte şimdi o vakittir.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim ve başkalarının başına gelmesi muhakkak olan şeylerin tafsilini bilmem" buyurmuştur.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Haklı olduğu halde münakaşayı uzatmayana Cennetin bir kenârında bir ev verileceğine kefilim. Şakadan da olsa yalan söylemeyen için, Cennetin ortasında, güzel ahlâk sâhibine de Cennetin a'lâsında bir eve kefilim"

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benden önce gönderilmiş olan peygamberlerin ümmetlerinde elbette havârileri (yardımcıları) ve sahabileri vardır ki, onların sünnetlerini almış ve emrine uymuşlardır. Sonra onların ardından gelenler, onların yapmadıklarını yapar, yaptıklarını yapmazlar. Onlarla eli ile, olmazsa dili ile, bu da olmazsa kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun ötesinde îmândan hardal tanesi kadar bir şey yoktur.

—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimse, bana vasiyyet (nasîhat) buyurun, dedikte: "Kızma!" buyurdular.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) komşu hakkına o kadar dikkat ve riâyet buyururlardı ki, Eshâb-ı kirâm, komşu ölünce, komşusu vârisi olacağında şübhe ettiler.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muâz bir Cebel hazretlerine buyurdular: "Ey Muâz, sana nasîhat ederim ki, Hak teâlâya karşı hep takva üzere

ol, doğru söylemeğe ihtimâm göster, verdiğin sözü yerine getir, emâneti koru, hiyânet etme, yetime acı, komşu hakkını gözet, kızgınlığını yen, tatlı ve yumuşak sözlü ol, herkese selâm ver, namazını cemâ’atle kıl, Kur'ânı anlamağa ve okurken sâhibinden titremeğe çalış, âhıret ve hesab korkusuyla göz yaşlarını akıt, kısa emelli ol, güzel ameller işle, müslimâna sövme, her câiz olanı yapma, yalancıyı tasdîk, doğru söyleyeni tekzîbden kaçın, âdil devlet başkanına isyan etme ve bozgunculuktan uzak ol!

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muhacirînin fakîrlerine tevessül ile fetih ve nusret istenmesini buyurdular.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muâviye’ye: "İnsanların başına geçtiğin zaman, onlara yumuşak davran" buyurduğu için, Hazret-i Muâviye halîfe olmak istedi. Ama ictihadında isâbet olmadı. Çünkü hilâfet sırası Hazret-i Emîr’den sonra idi. Fakat ictihatta yanılana bir derece, hakkı bulana iki, belki on derece vardır.

—Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) İki İmâmı (Hazret-i Hasan ve Hüseyin) öperlerdi. Bir gün, bir şahıs, yâ Resûlallah, benim onbir evlâdım var, hiç birini öpmedim, dedikte, "Bu rahmettir. Allahü teâlâ bunu kendi kullarına verir" buyurdular.

—Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmek, Medîne-i münevverede medfun oldukları sûretle olmak şart değildir. Her ne şekilde görülürse umulur ki, şeytan Onun şeklinde görünmekten mahfûzdur. Lâkin rüyâlar istidadı haber verir. Hâsıl olmağı göstermez.

Hocamızın âilece görüştüklerinden biri de kendisi ve hanımı Efendi hazretlerinin eshâbından olan eczacı İlyas efendidir. Muharib gazilerden hâfız Hasan efendinin damadıdır. İlyas bey hicrî 1 333 (m.1915)’de Rize, Çayeli, Lîmânköyü’nde dünyâya geldi. Halen (2002) hayâttadır [2003 yılı Ekim ayında Rize’de vefât etti.]. İlk mektebi memleketinde Osmanlı usülü üzre okudu. Ya'nî ilk mektebde okurken birinci ders Kur'ân-ı kerîm, ikinci ders, ulûm-i dîniyye olup, sonra diğer dersler gelirdi. İlkokulda dahî cemâ’atle namaz kılarlardı. Perşembe öğleden sonra ve cum'a günleri ta'til idi. Orta ve liseyi İstanbul Dârüşşafaka’da okudu. Ömer Nasuhî efendi siyâh takke ile gelir, târih dersi verirdi. On dört yaşında babasını kaybetti. 1930’da Efendi hazretlerini tanıdı. Kendini anlatır. Pazartesi, Perşembe, Cumartesi günleri Efendi hazretleri Bâyezid Câmiinde va'z verirdi. Ayrıca Beyoğlu Ağa Câmiinde ve Eyyûb Sultan Câmilerindeki va'zlarında bulunmağa gayret ederdim. Her fırsatta tekkede bulunmağa can atardım. Cum'a günleri namazı kendi câmi'inde kılar, hutbeyi kısa okur, namazdan sonra Eyyûb’e iner, küçük odada va'z verir, ikindiden sonra va'z için Ağa Câmi'ine giderdi.

Cum'a günü minbere çıkınca evvelâ Türkçe söyler, sonra arabî ibâre ile hutbeyi okurdu. Türkçe söylediğini ezberlerdim. Şöyle derdi: "Karib-i hevâ ve baîd-i Hudâ olan dil-i bî nevânın iştikâsı Hak teâlâyadır. Ve yevm-i kübrâda şefâat-i peygamberîden istifâde edilmelidir. Dünyânın nefî kalîl olduğu bilinmelidir." Ekseriya Türkçe şunu söylerlerdi: "Elhamdü lillahi ve selâmün alâ ibâdihillezine estefâ. Fırsat ganîmettir. Ömrün temamını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temam ömrü Hak celle ve alânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd ve vâcibdir ve lâyıktır. Beş vakit namazlar ta'dil-i erkân ile, cem'iyyet-i bâtın ve cemâ’at ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemazlarını elden çıkarmamalı, seher vakitlerini istiğfarsız geçirmemeli, gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-i âcile [dünya zevkleri] ile mağrur olmamalı, tezekkür-i mevt [ölümü hatırlamak] ve ahvâl-i âhıreti göz önünde bulundurmalı, umûr-i gayr-i meşrua-i dünyevîyeden [dünyaya âid gayr-i meşrû işlerden] i'raz [yüz dönmeli], umûr-i bâkıyye-i uhreviyyeye [âhıretin sonsuz işlerine] ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan umûr-i maişet-i dünyeviyye ile meşgul olup, diğer vakitler âhıret işlerinin ta'miri ile meşgul olmalıdır. Hâsıl-ı kelâm gönül, mâsivâ-i ilâhînin muhabbetinden âzâd ve zâhir ahkâm-ı şer'iyye ile tehalli [süslü] ve tezeyyün ile meşgul olmalıdır. hakîkat iş ancak budur. Bundan gayri cümlesi hiçtir. Bâkı ahvâlimiz hayr olsun! Vesselâm."

Yine İlyâs bey anlatıyor: Efendi hazretleri ile mevsime göre tenezzühe [pikniğe] çıkardık. Yazın Anadolu Kavağı’na ve Rumeli Kavağı’nda Altınkum’a giderdik. Mehmedcik’le beraber Efendi’yi denize sokardık. Bir elinden ben, bir elinden o tutardık. Emirgân’da Efendi ile sohbette, bahçede radyo çalardı, ama biz duymazdık. Bir def’a da Beykoz çayırına gittik. Sonbaharda bağlara giderdik. Ramise (Rami) Efendi ile beraber gittik. Efendi bana para verdi, üzüm aldım ve yedik. İkimizdik. Çarşamba günleri giderdik. Gittiği yerde Hâlid bey (Mülaj mütehassısı) gaz ocağını yakar, Efendi’ye kahve pişirirdi. İlk işi bu idi. Efendi yanında kitâb getirmezdi. Efendi hazretleri: "Bin def’a tekrar edilen şey, unutulmaz" derdi. Kayınpederim iyi insandı. Sık sık Resûl-i Ekrem efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görürdü. Bir def’asında kendisine: "Sen ne iyi ümmetsin" buyurup iltifat etmişti.

1            940 yılında İstanbul Eczacılık Mektebini teğmen olarak bitirdim. Ankara

Mevki' hastahânesine tayîn oldum. 1946'da evlendim ve o sene İstanbul Gümüşsuyu’na geldim. Sonra Erzurum’a gittim. Efendi’yi tanıyan Hüsnî Paşa delâletiyle üç sene müfettişlik yaptım. Trabzon’da 48. Tümen Komutanı Hüsnü Paşa, Çömlekçi’deki câmi'i açmış ve kendi ismi ile anılmıştır. Sonra beni ziyârete getirdi. Ben, hep Efendi’nin perverdesi olarak yaşadım.

1            950’de Kd. Yüzbaşı iken ordudan ayrıldım. Altı sene adlî tıbda çalıştım. 1959'da Rize’de eczane açtım. Ben ve oğullarım halen devâm etmekteyiz (2002).

Efendi buyurdu ki: Sultan Hamîd’e kadar islâm sertâç idi. Sonra düşmeğe

başladı.

Efendi bana: "İlyâs ne olmak istersin?" sordu. Mühendis olmak isterim, dedim. "Sen askerî eczacı ol" buyurdu.

Yine buyurdu: "Habîs kişiye bir milim yaklaşan, islâmdan bir mil uzaklaşır."

İlyâs beyi dinlemeğe devâm ediyoruz: Efendi’nin üvey oğlu bir gün huzûruna cünüb olarak gelmişti. Hemen hanımı Bedriye hanıma hamamın yakılmasını ve oğlunun yıkanmasını buyurdular.

Efendi birine dua etmek istese: "Allahü teâlâ korktuğunuzdan emîn, umduğunuza nâil eylesin" derdi.

Darüşşafaka’da okuyordum. Sabah namazına kalktım. Abdest alırken güneşin doğmakta olduğunu gördüm. Namazı Efendi hazretlerinin mescidinde kılarım, düşünüp, duvardan atlayıp Eyyûb’e geldim. Câmi'e girince, Efendi babayı gördüm. Ziyâ bey ve bir kaç kişi ile sohbet ediyordu. Biraz sonra kılarım deyip, oturdum. Efendi biraz sonra bana dönüp, "İlyas, bir namazımın üzerimden geçeceğini bilsem, yüz def’a ölümü tercîh ederim" buyurdu ve kalktım namazımı kıldım.

İlyas beyde Efendi ile alâkalı çok hatıralar vardır. Biz bu kadarla yetinelim. İlyas bey, uzunca boylu, güler ve pek güzel yüzlü, halîm selîm, haddinden ziyâde denilecek kadar müsamahakâr ve herkese karşı hüsn-i zan ve hüsn-i niyyet besleyen zamanın nâdir insanlarından, saçı sakalı bembeyaz ihtiyarlarından ve belki Efendi’nin en son eshâbındandır. Allah kendine, hânesindekilere ve temiz evlâdına selâmet ve iki dünyâ seâdeti ihsân eylesin!

1993 senesinde bir gün Enver ağabey bana: Sana, hacı diyesim geliyor, sen hacca git, dedi. Ciddi misiniz, dedim. Evet, dedi. Hemen işlemlere başladık. O sene bir mâni' çıktı, doğrusunu diyeyim, aldatıldık. Bir sonraki seneye kaldık. Gideceğimiz zaman Hocamız, telefonla arkadaşlarımıza: "Üç şeye dikkat etsinler. Vehhâbi imâmların arkasında namaz kılmasınlar. Vehhâbilerin yaptıkları hiçbir şeye güzel demesinler. Bayramı, bizim memleketimizdeki takvimlere göre yapmazlarsa, tekrâr Arafat’a çıksınlar." Biz bu üç maddeye de dikkat ettik, sıkıntı ile de karşılaşmadık.

Medine-i münevvere, kalbimin mahbûbunun, rûhumun matlubunun, gönlümün ma'şukunun (aleyhissalât-ü vesselâm) nûrlu şehri. Kâinatın efendisinin cesed-i mübârekinin sandukası. Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi) Muhammed Mustafanın (sallallahü aleyhi ve sellem) göklerdekileri ve yerdekileri imrendiren mes'ûd ve mutahhar vücûdunun istirahatgâhı Aşk, muhabbet, sevgi ve her hayrın kapısı. Şerîat ma'deni, seyyid-i muhtâr (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin islâm güneşinin dünyâyı aydınlattığı nûrlu diyâr. Ya’nî şerîat, tarîkat ve hakîkat sırlarının, bütün âleme, mübârek göğsünden yayılan server-i âlemi (sallallahü aleyhi ve sellem) bağrında barındırma hizmet ve şerefi verilen mes'ûd memleket! Çocukluğunda ve Mirâc gecesinde kalbini yaran Cebrâil aleyhisselâmın içindekilere muttali' olmadığı, Tâhâ ve Yâsîn sırlarının sâhibi, Levlâke... müjdesinin tek muhâtabı, le amrüke (hayatına yemîn olsun) tahtının pâdişahı, yakın gel, ey Muhammed ve dile, görüyorsun ki, bu makamda benden ve senden başka kimse yoktur, emr-i ilâhîsine, ben de yokum, yalnız sen varsın, ârifâne cevâbı ile mukabele edip, Rabbinden ümmetini dileyen, Ahmed, Mahmûd ve Muhammed şerefli isimleri ile dünyâ ve âhıretin efendisi bulunan şerîatin sâhibi, kalblerin tabîbi, günâhkârların, hattâ iyilerin bile şefâatçısı bulunan Habîbullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ravda-ı mutahharasını ziyâretle şereflendik. Her gün Kubbe-i hadra (yeşil kubbe) tahtında bulunan ve diri olduğuna inandığımız ya'nî bir başka hayatla yaşayan sultan-ı enbîyâyı ziyâret ettik. Şebeke-i seâdeti mubarek kalbinin kapısı buldum. Sanki oradan içeri girip, o tertemiz kalbine eriştim. Ravda-ı mutahhara denilen mübârek kabri ile minberi arasında her gün bir-iki sâat namaz kıldıktan sonra Osmanlı sultanlarının yaptırdığı sütunlardan Ravda hizasındakilerin birinin dibinde oturup, Mevlânâ Hâlid efendimizin telifi Câliyet-ül ekdâr salavât kitâbını okudum, bitirdim. Son iki günde bu kırâatten sonraki dua esnasında vâkı'amda mübarek sağ ellerini öpmekle ve kabr-i seâdete alınıp, kalb-i şerîfi ile yoğrulduktan sonra tekrâr yerime iâde ile şereflendirdiler. Allahü teâlâya bu ni'meti ve her ni'meti için beğendiği ve sevdiği şekilde sayısız hamd ü senâlar olsun! Bu mes'ûd şehirde Resûlullah’ın muhabbeti kalbimi hattâ vücûdumu o kadar kapladı ki, yatar yatmaz teşrîf ediyorlardı. Uyanıkken sanki her köşe başından onlar çıkacak gibi idi. Velhâsıl dilimi tutup, haddimi bilip, bu muhabbet güllerinin hiçbir zaman solmadığı şehirden islâmın beşiği Mekke-i mükerremeye doğru yola çıkıp, bir

başka hâle bürünelim. Hatırıma gelmişten şunu da arzedeyim:

Hac yolu arkadaşlarımızdan Kemâl Demirci beyin, Medine-i münevverede tanıdığı A'zam Hân’la birlikte, Ravda-ı mutahhara civârında Bilâl-i Habeşî mescidîne çok yakın bir mahallede Türkistan tarafından gelip, burada mücâvir olmuş, Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu Şeyh Hasan efendi ile ahbablık etmiş olan Şeyh Zekeriyya’yı ziyâret ettik. Hasta idi. Yatakta yatıyordu. Birçok mevzû'da konuştuk. Yanında bize vereceği bir emânetin olup olmadığını sûâl ettim. Anladı. "Ben Türkistan’da şeyhimin huzurunda hafî zikrine kadar sülük ettim. Tamamlayamadan Rusların hunharlığından kaçıp, dağlar, tepeler, dereler aşıp canımızı zor kurtardık ve nihâyet buraya geldik. Kırk elli senedir buradayız. Bu yüzden öyle bir emânete sâhib değilim" cevâbını verdi. Öyleyse, bu fakîre dua buyurunuz, dedim. Nakşibendî şivesi ve ifâdesi ile çok güzel uzun dua etti. Ağladık. Kemâl bey kardeşimiz de, yıllardır arkadaşlık ettiği A'zam Hân efendinin seyyid olduğunu burada öğrendi ve A'zam Hân'a şimdiye kadar ettiğim küsûr ve edeb dışı hâl ve sözlerimi bağışla, dedi.

Sonra, ayaklar gitmeyince, başımızı ayak yapar gideriz. Çünkü emr-i Hak böyledir, sözü gereğince Mekke yoluna koyulduk. Mekke yeryüzünün merkezi, en şerefli yeri, Kâbe’nin haremi! Kâbe maddenin ma'nâya dönüşünün nişânesi, ilâhî hakîkatlerin tecelligâhı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beyânına göre, Kâbe’nin hakîkati bütün hakîkatlerin üstüdür, mahlûkların hakîkatleri ile ilâhî hakîkatler arasında geçittir. Hakîkati, her tecellinin üstünde sırf nûrdur, diye ta'rîf ve tavsîf edilen kıblemizin esasını ziyâretle şereflendik. Kâbe’ye bakmağa doyamadık. Medîne-i münevveredeki muhabbet, burada yerini, azamet-i ilâhî karşısında ubudiyyet ve kulluk libasına bürünmeğe bıraktı. Arafat’ta günâhların afv edildiğine şâhid oldum. Şöyle ki, Arafat’tan ayrılıp Müzdelife’ye gitmek için ayağa kalkıp yürümeğe başlayınca, kendimi o kadar hafîf hissettim ki, sanki hiç ağırlığım kalmamıştı. Adımlarımı atarken yere bastığımı hissetmiyordum. Sanki havadan yürüyordum. Elhamdü lillahi, hâza min fadlı Rabbi! Döndükten sonra İstanbul’a geldiğimde bir öğlen vaktı kaylûle hâlinde idim. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) teşrîf buyurdu. Sağ gözümden öptü, ben de sağ boyunlarından öptüm. Bir arkadaş (Of’lu İsmail Hakkı bey) zile basıp uyandırdı. Bütün bunları hep Hocamın bereketleri biliyor, Allahü teâlâya hamd ile kendisine Cennetin âlâ makamlarını diliyorum. Allahü teâlâ Onlardan birlerce bin kere râzı olsun! Yine Hocamıza dönelim:

Hocamızdan duydum: Buyurdu ki, Bâyezid Câmi'inde Efendi’yi beklerdim. Câmi'e girdiğini aksırmasından anlardım. Efendi sık aksırırdı. Yine

buyurdu:

—Efendi hazretleri Râbıta-i Şerîfe kitâbının iki yerinde, Abdülganî Nablüsî hazretleri için "Hateme-i müteahhırîn'' ya'nî müteahhırîn denilen büyük âlimlerin sonuncusu buyurmaktadır.

—"Bursa’ya gidince, Maksem’de Molla Fennârî hazretlerini, Emîr Sultan hazretlerini, onun doğusunda Molla Hüsrev ve Molla Hayalî hazretlerini ziyâret ediniz."

—"Bir şehre gidince , evvelâ oranın en büyüğünü ziyâret edebdendir. Meselâ Erzurum’a gidince, önce Abdürrahmân Gazi hazretleri, Erzincan’da Terzi baba ziyâret edilir."

—Öğretmen bir kardeşimiz, Konya’dan İstanbul’a gelip Hocamızı ziyâret edince, nereden geliyorsunuz, sordular. Konya’dan geliyorum deyince, Sabreddin Konevî hazretlerini ziyâret ettiniz mi, dediler. Hayır cevâbına; "O halde buraya niye geldiniz" mânidâr sözleri ile mukabele ettiler.

—Efendi buyurdu ki: Bir âlim yetişmesi için yüz sene geçmesi lâzımdır. Âlim kolay yetişmez. uzun bir hâzırlık ister.

—Efendi buyurdu: Bir islâm devleti bulunsa, dünyânın siyâsi muvâzenesinde dahli olurdu. Bir âlim bulunsa, bu sahte kalemşörler kaçacak delik arardı.

—İnsanlar arasında kendini ayıblamak kibirdendir, ya' da medh edilmeği sevmektendir.

Beraber Kur'ân-ı kerîm okuyorduk. Onlar İsrâ sûresini okuyorlardı. Secde âyetine sıra gelince, hemen Kur'ân-ı kerîmi masanın üstüne koyup secde ettiler. Sahîfe sonunu veya sûre sonunu veya okumağı bitirmeği beklemediler. Çünkü tilâvet secdesi vâcib, o âyeti okuduğu zaman hemen yapmak müstehabdır.

—İnsan isterse, gece de iş bulur, ama âhıret de bu dünyâda kazanılır.

Arkadaşlarına, talebesine, hattâ konuştuğu bütün insanlara karşı nezâket sözleri ile hitâb edip: Efendim, kardeşim, maşaallah, kuzum, evlâdım, oğlum... derlerdi.

Emekli olduktan sonra boynuna kravat taktıklarını görmedim. Halbuki kayınpederleri merhum Ziyâ Beyefendiyi dışarıda hep kravatlı görürdüm.

Hocamızı her zaman bir öğretici olarak gördüm. Görüşüp, konuşup da bir şey öğrenmediğimiz zaman olmazdı. Yâ bir âyet-i kerîme okuyup izâh ederler, yâ bir hadîs-i şerîf rivâyet edip açıklarlar, yâ mezhebimiz âlimlerinden veya fıkıh kitâblarından mes'eleler naklerler, yahud Efendi hazretlerinden veyâ silsile-i aliyye büyüklerinin güzel hallerinden, sözlerinden menkıbelerinden, insanlara ışık tutan vecizelerinden, beyitlerinden, nüktelerinden bahs ederlerdi. Efendi hazretlerine muhabbet ve itikadları son derece kuvvetli idi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinden bahsederken, ürperir ve titrerlerdi, oturursa kalkarlardı. Büyüklerin sözlerinden, hallerinden konuşmak kendilerine sanki hayât verir, hisse alınacak bir kıssadan hemen gözleri dolar, gözyaşları tatlı tatlı yanaklarına iner, fakat ah, öf, inlemek veya hıçkırmak gibi halleri görülmezdi. Çok şeyleri içine atar, kimseye belli etmek istemezlerdi. Kısaca büyüklerin yaşayan canlı numûnesi, küçüklerin yaşayan bir rehberi ve her hareketi ile örnek alacakları bir Hoca idi. Hayatı Onlar kadar dolu ve fâideli işlerle geçen bir başkasını görmedik. Cenâb-ı Hak sevenlerini Onların güzel ahlâkı ile ahlâklandırsın!

Bu faslı Hocamızın hicrî yaşı olan doksan iki mısralık bir şiirle bitirelim

ZİRVEDEKİ SON AĞAÇ

Zirvedeki son ağaç Solun sağın dik yamaç Su bulmak zor etrafta Zaman kır, mekân kıraç Başka yer yok yolcuya Senin gölgene muhtâc Bulunmuyor gövdende Fazladan bir kıl, bir saç Burada doyar açlar Toklar ise olur aç Bu çaresiz devirde Sensin her derde ilâc Pâdişaha otağ sen Olursun, sultana taç Fakat uğrayan yoktur Kaç sene oluyor kaç Sen kimsesize yuva Ve sâliklere mi'râc Talebeye kılavuz Sen âlimlere sirâc Huzurunda bulunmaz


Ne şiddet ne de harâc Zaman senle övünür Lâkin zamane kıskanç Bid'atler aslan ağzı Moda sıkışmış kıskaç Gün âtinin yanında Kıla göre saf dibâc Bid'at ehline varta Sünnet ehline minhâc Sırrını öğrenirse Kâinat duyar utanç Yolun diktir varamaz Ona ustasız araç Yorulsan da aldırma Yolcu adımların aç İstirahat ordadır Durma koş oraya kaç Yol, iz vâsıta ise Oraya varmak amaç Gölgende kırılmamış Ne bir şişe, ne zücâc Doğrudur senin yolun Kabûl etmez i'vicâc Gölgende huzra varmak Belki değer binbir hac Toprağına değen su Yolcularına sütlâc Yolunda adımlar mil Parmaklar kırkar kulaç Burda herkes vurgundur Düşünülemez vurkaç Havası bir yerde yok Burda yekpâre mîzâc Zirve yüksek ise de Zor değildir imtizâc Erişen sâkin olur

Yolda kalır ihtilâc Binek buraya kadar Burda atılır kırbaç Burası nihâyettir Varmak ise ihtiyâc Hakkı arayanların Hepsi buraya muhtâc Can cananla olmalı Böyle der pir-i Nessâc Ve ikinci doğumdan Burda duyulur kıvanç Saf ni'met arayanlar Burdadır kebk ve dirac Nakşinin ni'meti saf Denmez ona bulamaç Nehir desem, deryâ de Burda birleşir ficâc Otur edeble otur Başın ört kalbini aç Her başı ağrıyana Sensin sihirli sertaç Bu sevenler ordusu İster sen gibi ortaç Yolun o kadar doğru İğriyi eder ihrac Seven sevdiğiyledir Böyle buyurur Yalvaç Burda tenezzüh için Ne rüşvet var, ne haraç Gölgende zenginlerden İstemezler vergi, baç Elburzdan daha metin Gedadan daha muhtâc Ey zirvede son ağaç Bize nûr gölgeni saç

S. KUKU


Hüseyin Hilmî hocamızı yetiştiren Abdülhakîm Arvâsî ve mensûb bulunduğu silsile-i aliyye büyükleri için (radıyallahü anhüm) kalbimden kalemime dökülen ma'nâları Hocamızın yaşı kadar, ya'nî doksan iki beyit hâlinde yazmış idim. Sevenleri okusunlar diye arz ediyorum.

EVLİYA

Serâpâ nûr olmuşlar Hakla huzûr bulmuşlar

En büyük ni'met olan Allah’a kavuşmuşlar

Muhabbetle eriyip Zikir ile coşmuşlar

Bir kere ölmüş amma İki kere doğmuşlar Hep Allah’a itâat Üzere yaşamışlar

Haram ve günâhlardan Öyle uzaklaşmışlar Ki, sen dersen, evliyâ Bunları unutmuşlar Resûle ittiba'ı Hak sevgisi saymışlar Nefs ve şeytanı atıp Hep Rahmân’ı almışlar

Küntü kenzen mahfiyyen Sırrına kavuşmuşlar Muhabbet ve ma'rifet Deryâsına dalmışlar

Sür'atte meleklerin Mağtûbesi olmuşlar Her biri bir isimle Âlemde çağrılmışlar

Gavs, Nakşibend, Rabbânî


Ve Mevlânâ olmuşlar İkiyi bir eyleme Zorunu başarmışlar

Hakkı tâlib bulunca Ona kucak açmışlar Ağyârdan, nâ ehilden Fersah fersah kaçmışlar Bid'ati atmak değil Kökünü kazımışlar Sünneti doğrunun da Üzerinde tutmuşlar

İlim, amel, ihlâsı Hayât dersi yapmışlar Hep onu öğrenmişler Hep onu okutmuş lar

Ahlâk-ı mezmûmeden Ömür boyu kaçmışlar Ahlâk-ı hamîdeyle Öyle ahlâklanmışlar

Ki, hulûk-ı azîmin Aynaları olmuşlar Mürşidlerinden zikrin Her nev'ini almışlar

Verilen sayı kaçsa Onlarda çalışmışlar Yevmiye yetmişbeş bin Rakamına çıkmışlar

Nefy-ü isbâtta ise Yirmi biri bulmuşlar Râbıta ensâsında Mürşidiyle olmuşlar

Var ise süalleri Sorup cevâb almışlar O kadar benzemişler Şeyhden ayrılmamışlar

Sohbet bereketiyle

Feyz ü nûrla dolmuşlar

Hatmelere devâmla Neler neler almışlar

İsmi geçen pîrlerden Sanki biri olmuşlar Ve mürîdlikten geçip Mürşidliğe çıkmışlar

Ya'nî ibnûl-vakitken Ebûl-vakit olmuşlar Kalbde Allahdan başka Sevgi bırakmamışlar

Nefislerinden fâ'nî Hakla bâkî olmuşlar Kötülükten boşanıp İyilikle dolmuşlar

Aradıkları Hakkı Kendözünde bulmuşlar İsim ve sıfatların Zılleriyle coşmuşlar

Sonda zâta kavuşup Su gibi durulmuşlar Bir kısmı geri gelip İ rş âda koyulmuşlar

Ona mürîd olanlar Gerçek mürşid bulmuşlar Eshâb-ı kirâm gibi Nisbete kavuşmuşlar Yollarına ictiba Murad ismi koymuşlar Ya'nî kısa zamanda Uzun yollar aşmışlar

Kimsenin tatmadığı Yüce zevki tatmışlar Çıkmaktan daha fazla

Onlar çıkarılmışlar

İzâ rüû zükirallah İle medh olunmuşlar Beşerî ihtiyaçlar İle setr olunmuşlar

Düşmanları: "Hakka da Düşmandır" buyurmuşlar Münkir-i kerâmeti Bid'at ehli saymışlar

Mezhebe riâyete Var güçle sarılmışlar Eynemâ tevellü'yü Hakkıyla anlamışlar

Fehüve meaküm'ü Öyle kıstas yapmışlar Ki, bir ân dahi olsa Gaflete kaymamışlar

Min habl-il-veril'i de Asla unutmamışlar Ayrılığı ölümden Daha beter saymışlar

Hılkat sırrını bilip En güzel yaşamışlar Ayrılmamak üzere Hep Hakka kavuşmuşlar Acıkmamak üzere Yemişler ve doymuşlar

Ve rucû'u olmayan Yüce kata varmışlar

Kavuştukları sırrın Başından anlatmışlar Sonunu anlatacak Kelâm bulamamışlar

Bin yıllık evliyâyı Ahmedde toplamışlar

Aslı gibi Onu da Halka rahmet yapmışlar Tevessül edenini Mağfiretle anmışlar Buğz edenlerini de Düşmanlara katmışlar

Evliyâ serden öte Sır gözüyle bakmışlar Hakkı diğerlerinden Mükemmel tanımışlar

Büyüklere sevgiye O nazarla bakmışlar Ki, bin yıllık ibâdet Karşılığı saymışlar

Hattâ daha da fazla Bir hudûd koymamışlar Seven sevdiği ile Olacak buyurmuşlar

Yükselerek büyüyüp Bir kâinât olmuşlar Dünyayı kalb içinde Tırnak kadar bulmuşlar

Belki de bunun için Ona hiç bakmamışlar Bir müstenabbı ondan Daha azîz tutmuşlar

Küçüldükçe büyümüş Dünyaya sığmamışlar Yok olunca Arşdan da Yukarıya çıkmışlar

Mahlûkattan kurtulup Hâlika kavuşmuşlar Hakla olmuşlar, ama Hak ismi almamışlar

Onlar huzûr-ı Hak'da


Kul olarak kalmışlar Ma'rifeti de Hakkı Bilen kul anlamışlar

İftitah tekbîriyle Meleküta varmışlar Ve secdeleri Hakkın Kademinde yapmışlar

Onlar için yetmişbin Perdeyi kaldırmışlar Sanki âhıretteki Rüyete kavuşmuşlar

Ve onlar halk içinde Hep Hak ile olmuşlar Anlatanlar Velîyi Bu kadar anlatmışlar

Gerisini Süleyman İdrâke bırakmışlar

ALTINCI FASIL

BU FAKÎRE YAZDIKLARI MEKTÛBLAR

Hocamızın çeşitli zamanlarda, çeşitli yer ve şehirlerde bulunan ahbablara, akraba ve sevenleri için kaleme aldıkları çok sayıda mektûbları vardır. Bir kısmı bu fakîrin yanındadır. Büyük kısmı, neredeyse hepsi İstanbul’dadır. Ben burada sadece bana yazdıklarını arz edeceğim. Hepsi bir kitâb olabilecek miktardadır. Belki diğer arkadaşlar da Hocamız için kendilerince bir kitâb yazarlar ve kendilerinin Onlardan duyduklarını, bildiklerini yazıya dökerler ve bu arada kendilerine yazılmış olan mektûbları da ilâve ederler de, fâideleri umumî olur. Biz de, bilmediklerimizi, duymadıklarımızı, bu vesîle ile öğreniriz. Mektûbları mümkin mertebe târih sırasına göre yazıyorum.

BİRİNCİ MEKTÛB:

3 Rebi'ül âhır - 1 376 (1 956)- Salı Ve aleyküm selâm, kıymetli kardeşim Süleyman

Saf ve temiz kalbinin tercümânı olan yazılarını okudum. Namaza

devâmınız ve kıymetli kitâbları okuduğunuz çok hoşuma gitti. Cenâb-ı Hakkın size ihsân ettiği bu büyük ni'mete şükr ediniz. Şükr etmek, Ona itâat etmekle olur. Sizin Rusça muallimliğine ayrıldığınıza memnûn oldum. Keşki Zeki de ayrılsaydı, iyi olurdu.

Yemîn yalnız Allahü teâlânın ismi ile edilir. Sizin yazdığınız yemîn değildir. Ya’nî yapmak lâzım değildir. Yalnız, şerîate uymayan söz söylemek günâhdır. Bir daha söylememeli ve tevbe etmelidir.

Kitâbcı Muzaffer Hüccet-ül İslâm kitâbını bastırdı. Bu kitâbın tashîhini ben yaptım. İçinde hiç hatâ kalmadı ve ön sözü ben yazdım ve muhtelif yerlerine tenbîhler ilâve ettim ve sonuna İmâm-ı Gazâlînin Eyyühel-Veled'inden terceme de ilâve ettim. Çok istifâdelidir. Herbiri bir hazinedir. Kitâbları Hacı Bayramdaki kitâbcıdan arayınız, Muzaffer’den istesin, oradaki arkadaşlarınız alınız. Bir dâne de Fârûk Bey’e al, götür. Enver dün bizde idi. Şâfiî İlmihâli’ni daha o zaman alıp o eve göndermiş, şimdi bir daha gönderecek. Fârûk, Teknik Üniversite’de Meteoroloji imtihanını kazanmış. Enver de, Fen Fakültesi Fizik- Kimyâya kayd oldu. Hepinize selâm ve dua ederim.

Dualarınızı beklerim efendim.

Hüseyin Hilmî Işık

İKİNCİ MEKTÛB:

8 Cemâzil-evvel—1 376 (1 956)

Ve aleyküm selâm kıymetli Süleyman!

Mektûbunuzu okudum. Sıhhat ve selâmetinize şükür ettim. Cenâb-ı Hak dîn ve dünyânızı ma'mur etsin. Hiçbir nemazı kazâya bırakmayınız. Derslerinize çok çalışınız. Rü'yânız mübârek olsun. Cenâb-ı Hak iyi insanlara muhakkak hep iyilik verir. İyi olmağa çalışalım. Ya'nî kitâblarımızın dediği gibi olmağa gayret edelim.

Kan durduktan sonra tendürdiyot sürülen yeri üç def’a yıkamalı, ya’nî üzerine su akıtmalı, uvmak istemez, sonra abdest alıp namaz kılmalı. Yara büyük ise, üzerine bez veya pamuk olup sargı da varsa, yarayı abdest alırken yıkamak muhakkak lâzımdır. Soğuk su zarar verirse, sıcak su ile yıkamak lâzımdır. Sıcak su da zarar verirse, yaraya mesh etmek lâzımdır. Yaraya mesh de zarar verirse, bez veya pamuğa meshetmek lâzımdır. Bunlara da mesh etmek zarar verirse, sargı üzerine mesh edilir. Bu sıraya dikkat etmek mühimdir. Bez ve pamuk veya sargının bir kısmına mesh kâfidir. Sargı, bez, pamuk altında ve arasında kalan sağlam deriye mesh kâfi olup, yıkamak lâzım değildir. Yara üstündeki merhemin üstü yıkanınca altının ıslanmasına luzûm yoktur. Yarayı yıkamak zarar verdiği zaman, alkolün kalması zarar vermez.

Oradaki arkadaşlarınıza selâm ve dua ederim. Bilhassa Fahreddin, Zeki, Alî, Hüseyin, Câhit, Ergin kardeşlerime dua ederim. Emekli bir generalin kitâbında Aristo için uydurma hadîsi Fahreddin hangi kitâbda ve kaçıncı sahîfesinde görmüş. Lütfen bildirmenizi rica ederim. H. Hilmî

ÜÇÜNCÜ MEKTÛB:

28 Şevvâl-ül mükerrem- 1377 Cumartesi

Azîz Süleyman !

Mektûbunuzu okudum. Yazılar, sâhibi gibi nazif ve latîf olup şükür ve dualara sebeb oldu. Bağlum ziyaretinize memnûn oldum. Efendi hazretlerini tanımakla şereflenmeseydik hâlimiz fecî’ idi. Dünyâ ve âhıret seâdetini, insanlığı o menbâdan anladık. Orayı ziyaret, onlara dua ve kırâat ve fedâkârlık en büyük vazîfemiz ve borcumuzdur.

Rü'yâlarınız mübârek olsun. Mübârek insanların her işi mübârek olur. Yalnız çok acele etmişsiniz. El-hayrü fîmâ vaka'a. Şer'î nikâh yapmadan konuşmak ve buluşmak haramdır. Nişanlı olmak, dînimizde bir kıymet ve husûsîyyet ifâde etmez. Şer'î nikâhdan sonra her husûsta serbest olursunuz. Fakat nikâhın erkeğe tahmîl ettiği mes'uliyyet büyüktür. Bu zamanda nikâhın hakkını ifâ için kahraman olmak lâzımdır. Her şeyden evvel Mecmûa-i Zühdiyye'deki münâkehât bahsini ve Mürşid-ül-Müteehhilîn kitâbını muhakkak okuyup öğrenmek lâzımdır. Bu kitâb oradaki arkadaşlarınızdan birisinde vardır. Bana söylemişti. Fakat kim olduğunu hatırlamıyorum. Zeki’ye geçen hafta mektûb göndermiştim. Acaba aldı mı? Arkadaşların hepsine selâm ve dua ider, dualarınızı beklerim efendim.

Hüseyin Hilmî Işık

DÖRDÜNCÜ MEKTÛB:

16- Cemâzil-evvel- 1377

Ve aleyküm selâm kıymetli Süleyman

Mektûbunuzu alıp o mübârek yazıları zevkle okudum. Çok kolay okunuyor. Cenâb-ı Hak sevdiği, beğendiği şeyleri size ihsân ediyor. Nâdir

olduğu için kıymeti daha da yükselen bu ni'mete ne kadar şükr etseniz, azdır. Şükr etmek için de beş vakit namazı vakti girer girmez kılmak lâzımdır. Nemazı geciktirmemelidir. Nemaz gecikirse, bu kısa günlerde vakit çabuk çıkar ve namaz kaçar. Buna meydan vermemeğe çok dikkat etmelidir. Sonra haramdan kaçmalıdır. Hiçbir kız talebe ile konuşmamalı, selâm vermemeli, nezâket yapmamalıdır. Haram işlemek nezâket olur mu? Haramdan kaçmak nezâkettir. Siz âdete bakmayınız. Âdetler aksine dönmüş. Pırlanta gibi müslüman bir genç, ne olduğunu bilmiyen, terbiyesi, edebi olmayan âdi kızlara bakar mı? Onlara tenezzül etmemelidir. Onlar gençleri kandırmak için terbiyeli görünürler. Aldattıktan sonra da başlarına belâ olurlar.

Resme hürmet etmek haramdır. Kalb sevgisi makbûldür. Resim yerine, sözlerine, kitâblarına sarılmak lâzımdır. Fahrî ağabeyinizin adresini bulamadığım için, onun mektûbunu Zekiye göndermiştim. Almış mı?

Seâdet-i Ebediyye'nin Birinci Kısmını tekrâr bastıracağım. İkiyüz sahifeyi geçecek. Fakat kâğıd lâzım. Kâğıd için onbeş gün evvel Sanayi Vekâleti’ne istid'a [dilekçe] yazdım. Ankara’da, Ulus’da Sümerbank merkezinde kardeşim kimyâger Sedâd beye gönderdim. Onun işi çok olduğundan galiba ta'kib için vakit bulamıyor. Dün de ikinci istid'a gönderdim. Sedâd beyi bulup yardım ederseniz iyi olur. Enver’den de mektûbunuzu aldım. Kâğıd temini mümkün olursa hemen bastıracağım. Hepinize selâm ve dualar ederim kardeşim.

BEŞİNCİ MEKTÛB:

8 Safer-ül hayr-1 378

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Süleyman bey

O güzel harflerle ifâde ettiğiniz temiz rûhunuzun terennümlerini okuyarak kalbim ferahladı. Cenâb-ı Hak size ihsân buyurduğu bu hakîkî ni'metini kat kat arttırsın.

Kayın pederim Ziyâ beye olan teveccüh ve muhabbetinize ve dualarınıza çok memnun oldum. Mübârek rûhuna Kur'ân-ı kerîm okumanızı ve dua buyurmanızı istirham eylerim.

Her iki mektûbunuzu da okumakla hayırlı dualar eylerim. Cenâb-ı Hak hepimizin dualarımızı kabûl buyursun. Mevâhib-i Ledünniyye ikinci cild 175. sahîfede şifâ âyetleri yazılıdır. Bunları mürekkeb ile bir tabağa yazıp su koyarak eritiniz ve içiriniz. Tecribe ettim, şifâ hâsıl oldu. Bu âyetleri ilişik kâğıda yazdım. Âdem aleyhisselâmın şerîati bizim şerîatimiz gibi değil idi. O şerîatte iki kardeş

birbiri ile evlenebilirdi. Bizim şerîatimizde ise çok büyük haramdır.

3-  Falcılara, ya'nî gaibden haber veririm diyenlere inanılmaz. Perili kadın demek, ya’nî cin ile konuşup cinden haber alan kadın, cinnîlerin bileceği şeyleri söylerse, kadına inanılır. Cinlerin de bilemiyeceği şeyleri söylerse, inanılmaz.

4-  Şimdi yapılan küfürler, şerîatta küfür değildir. Fakat hepsi günâhdır. Bunları söyliyenlere ta'zir etmek, ya’nî sopa veya habs lâzımdır. Şerîatte böyle şeylere küfür denmez. İmânı gideren söz, kibâr, nâzik olsa bile, küfr olur ve söyliyen kâfir olur.

Oradaki hocayı fırsat biliniz. Ondan arabî öğreniniz. Bu yaşta ne öğrenirseniz kârdır. Bu günler bir daha ele geçmez. Kıymetli zamanları, kıymetli şeylere harc etmelidir. Cenâb-ı Hak dîn ve dünyânızı ma'mûr buyursun. Düşman ve şeytan şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Din ve dünyâ selâmetinize dua eder, dualarınızı beklerim efendim. Seâdet-i Ebediyye'nin basılması tamam oldu. Cildcidedir. Bir hafta sonra satışa çıkacaktır.

Hilmî

ALTINCI MEKTÛB:

2 Cemâzil- âhire- 1378 Cum'aertesi

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Süleyman. O güzel harflerle inci gibi dizmiş olduğunuz kelimeleri ve rûha lezzet bahş eden ma'nâları hâvî mübârek mektûbunuzu okuyarak kalbim ferahladı. Cenâb-ı Hakkın seçdiği, sevdiği mes'ûd insanların yazıları, sözleri, sohbetleri insana hayât veriyor. Her satırı okudukça Rabbimin Rahmân ve ihsân sıfatları vücûdumu istilâ etti.

Ömrünüzün yirmi senesi ne çabuk geçti. İşte mütebâkî seneler de öyle gelip geçecek. Bu hiç olan, yalnız hayâl ve hâtıra bırakan bu dünyâya sarılarak, Rablerini düşünmeyenlere, ecdâdının kanlarını fedâ ederek düşman elini dokundurmadan bizlere miras bıraktıkları bu mübarek dîne arka çevirenlere yazıklar olsun ve cehâlet, gaflet ve sersemlik her tarafı kapladığı bir zamanda, hakîkate, seâdete kavuşmak şerefiyle seçilmiş olan bahtiyarlara müjdeler olsun! Cenâb-ı Hakkın emirlerini öğrenmeğe çalışan ve her hareketinde Onun rızâsını düşünen kimseler, muhakkak bu dünyânın en mes'ûd, en râhat yaşayan bahtiyârlarıdır. Her işleri kolay olur, rast gider. Onlara dünyâ acılarını bile hissettirmez; her şeyden zevk alırlar. Şimdi cevâblara başlıyalım:

1-          Kur'ân-ı kerîmin her asra bakan vechesi vardır. Asırların en yükseği asr-ı seâdettir, Eshâb-ı Kirâm asrıdır. Ondan sonra Tâbiîn ve daha sonra Tebe-i Tâbiîn asrı olduğu hadîs-i şerîfde beyân buyurulmuştur. Müfessirîn izâm, muhaddisin-i kirâm ve fukaha-ı izâm ve mutasavvufîn-i kirâm hep bu asırlarda gelmiştir. Sonraları gelenler bu büyüklere tâbi' oldukları nisbette makbûldur.

2-   Enbiyâ ve evliyânın ervah-ı mubârekelerine Cenâb-ı Hak öyle ihsân etmiştir ki, her kim herhangi bir yerde onlardan bir şey istese, rûhları işitir ve Cenâb-ı Hakkın verdiği bir kuvvet ile muradlarının husûlüne sebeb olurlar.

3-   Nemaz harâm olan üç vakitte, diğer ibâdetler, zikirler, dualar hep

yapılır.

4-   Günâhlar sevâbları gidermez. Fakat kıyâmette sevâblardan fazla gelirse, insanları sürükler. Günâhların hepsi kalbi karartır.

5-   Kadınla konuşmak haramdır. Zarûret mikdarı konuşulur. Yine tevbe etmelidir.

6-   Zulmetin tesiri hakîkattir. Kalbi temiz olan bunu hisseder. Hergün tevbe etmeliyiz.

7-  Âşikâre küfür ve günâh sâhibi fenâ insandır. Buna sü-i zan denmez. Hele nasîhat kabûl etmezse, bundan kaçınmak lâzımdır. Hâli meçhûl olana sü-i zan edilmez.

8-  Belli olmayan imâmların arkasında da namaz kılmak icâb ediyor.

Hepinize selâm ve dualar ederim efendim.

Hilmî

YEDİNCİ MEKTÛB:

25 Rebi'ül evvel - 1 379- Salı

Ve aleyküm selâm kıymetli Süleyman.

Mübârek yazılarla tezyîn eylediğin sevimli mektubunu okumakla şereflendim. Cenâb-ı Hak büyüklere olan ihlâs ve muhebbetinizi ve şerîate meyil ve şevkinizi arttırsın. Hergün günâhlar, kusûrlar içinde yüzüyoruz. Din kardeşlerimizin dualarına ve büyüklerimizin şefâatine sığınıyoruz. Seâdet-i Ebediyye'yi okumak büyük seâdettir. Cenâb-ı Hak sizi de, bizi de bu seâdetten ayırmasın. Hergün okuyalım. Ezber olsun, kalbimize yerleşsin. Onunla amel edelim. Onun rûhâniyyetine kavuşalım. Çok okudukça hakîkatine yaklaşabiliriz. Cenâb-ı Hak dîn ve dünyâ seâdetlerini size zâten ihsân buyurmuş, bu ni'metlerini her ân arttırsın. Kalblerimizi kendi sevgisi ile ve sevdiklerinin sevgisi

ile doldursun. Amin!

Kuleli’ye genç bir Rusça muallimi ta'yin edilmiş. Sizden bir sene evvel imiş. Ömürler çok çabuk geçiyor. Sağ kalırsak seneye siz de inşa... ikmâl ederek buraya gelirsiniz. Gün doğmadan neler doğar.

1-  Haram para ile hac kabûl olur, azabdan kurtulur. Yalnız hac mebrûr olmaz. Günâhlara keffâret olmaz ve haram paranın hesabına ve azabına düçâr olur.

2-  Mevâhib-i Ledünniyye 249. sahifede diyor ki: Zülfikar kılıcı önce As Bin Münebbeh isminde bir kâfirin idi. Bedir gazasında katl olunup kılıcı Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) vâsıl oldu. Medâric-ün nübüvve 762. sahifede diyor ki : Düldül bir katır idi. Mısır hükümdârı Mukavkas hediye göndermişti. Demek ki, bu kılıç ve katır Cennetten çıkmış değildir. Fakat Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bu ikisini çok sever ve çok kullandığı için çok kıymetlidirler ve Cennetten çıksalardı bu kadar kıymetli olamazlardı.

3-  Müslümanı barıştırmak nâfile namazdan daha kıymetlidir. Beş vakit namazdan daha efdal değildir. Beş nemaz daha efdaldır.

4-  Terviye günü Arefeden bir gün evveldir. Ya’nî Zilhiccenin sekizinci günüdür.

Din ve dünyâ seâdetinize dua ve selâm eder, dualarınızı beklerim. Arkadaş ve akrabanıza selâm ve dualar eder dualarınızı istirhâm eylerim efendi.

Hüseyin Hilmî Işık

SEKİZİNCİ MEKTÛB:

20 Cemâzil-evvel- 1 379 Cumartesi

Ve aleyküm selâm kıymetli ve sevilen Süleyman Kuku.

Rûhuma gıda olan mektûbunuzu ve şiirlerinizi yanarak, ağlıyarak okudum. Yandım. O büyüklere karşı kalbimde çoşan, kanayan aşkın, ateşin tam tercümânı olmuşsun. Kendimi senin yerine koydum. Mektûbu ve şi'ri kalbimin derinliklerinden fışkıran muhabbet alevleri gibi herkese saçmak, okumak, herkesi yakmak, tutuşturmak istedim. Ma'şuk-ı hakîkîye sonsuz şükürler olsun ki, o saf ve temiz aşkını senin o ma'sûm kalbine sunmuş. Nâr-ı muhabbetten bir kıvılcım çakmış, bu dünyâda her kalbde, her rûhda, aşk, muhabbet sıfatı da vardır. İnsanlar muhtelif olup herkes kendi istidadına ve derecesine göre bir mahbûb buluyor, Ona bağlanıyor. Onun âşüftesi, esiri oluyor. Kendinin düşmanı olan, zehri olan, yaldızlı sahte güzelliklere aldanan kalblere, rûhlara yazıklar olsun. Her cihetten çok faydalı. Ebedî, sonsuz ve hakîkî güzele mübtelâ olan kalblere, rûhlara müjdeler olsun. O hakîkî maşuk, O çok güzel mahbûb, kendi aşkını, muhabbetini, kalblerimize yerleştirsin. Bizleri kendinden başka her şeyden soğutsun. Âmin!

Böyle şiirlerin çok güzel, çok fâideli. Uğraşmadan, vakit harc etmeden kolayca yazıyor isen, mübârek olsun. Zâten aşk, muhabbet tekellüfle, zor ile hâsıl olmaz. Hâsıl olunca, zahmetsiz söyletir, yazdırır. Hakîkî ma'şukun alâmetleri, işâretleri, nazları, cilveleri demek olan, büyüklerin sözleri, halleri sizi cezb eylemiş. O büyükleri görmediğimiz için bana hitâb ediyorsunuz. Taşa, duvara, ağaca da hitâb olunur. âşık ma'zurdur. Aşkını rast geldiğine ilân eder.

1-   Hayzdan nifâstan kesilmiş evli kadın cenâbet olup, kocası ile gusl abdesti alacağından diş taktıramaz. Kocası yok ise taktırır. Erkek de çok ihtiyar ise ve kadınla buluşmaz ise taktırabilir.

2-  Esnemek iâde istemez. Zirâ mecbûrîdir.

3-  Din menfaati için olur, dîne zarar olmazsa, bunlara yalan câiz olur. Meselâ fitneye sebeb olan yalan câiz olmadığı gibi, doğru da câiz olmaz.

Hepinize selâm ve dua ederim, dualarınızı beklerim. Kardeşim Âkif bey şu anda yanımdadır. Selâm ediyor.

Hilmî

DOKUZUNCU MEKTÛB:

Perşenbe

Ve aleyküm selâm kıymetli Süleyman,

Mektûbât kitâb-ı mubârekinden aldığımız ilhamlar ile ve o kitâb-ı celîlin feyz ve rûhâniyyeti içinde mubârek kalbinizden ve hâlis rûhunuzdan çıkan nûrlu şuâlara muhâtab olmakla şereflendim. Cenâb-ı Hak bu âsi kulunu zan ve temennî buyurduğunuz hâl ile hallendirsin. O herşeye kâdirdir. Kuru toprağa hayât verir, katı kalbleri tenvîr eder. Rüyâda size verilen cevâba muhâlefet etmek haddimiz mi? Teşrîf ediniz, şereflenelim. Şu anda Alî Karaduman kardeşiniz yanımdadır. Şimdi mektûbunuzu okumakla mütelezziz oldum ve hemen cevâb yazıyorum. Lehül-hamd, düalarınız sâyesinde iyi, Râhat ve selâmetteyiz. Cenâb-ı Hak hepimizi tarîk-ı müstakîmden ayırmasın. Ni'metlerini, ihsanlarını arttırsın. Selâm ve dualar ider, dualarınızı beklerim efendim.

Kardeşiniz Hilmî

İlâve: Zeki bey kardeşimiz ile birâderim Sedâd’ın evine bu pazar günü bir paket, mektûb ve ayrıca yüzotuz lira göndermiştim. Bu gün kardeşlerimden mektûb aldık. Paketi ve mektûbu almışlar, fakat parayı alamamışlar. Acaba parayı onlara vermeği Zeki unuttu mu; yoksa ben mi Zeki’ye parayı vermeği unuttum. Lütfen Zeki’ye sorup anlayınız ve bize gelirken haber getirmenizi istirhâm eylerim.

ONUNCU MEKTÛB:

Lutfi Uyan kardeşime gönderilmiş olup bir kısmı da bu fakîre yazılmıştır:

Ve aleyküm selâm uyanık kardeşim Lütfî,

Mektûbunuzu alıp yazınızı görünce hayran oldum. Elhamdülillah size bu harflerle seve seve cevâb yazıyorum. Senenin bereketi baharından belli olur. Sizin bu hüsn-i hattınız da ma'nevî hayâtınızın bereketini haber vermektedir. Ne büyük ni'mete mazharsınız. Karanlık ormanlarda, zulmetler içinde âb-ı hayâta kavuşmak pek nâdir kimseye nasîb olur. Çokları ise, bu zulmette yolunu şaşırır, tehlükelere düşer. Yazdığınız askeri adrese göndermek muvâfık olmadığından, Süleyman kardeşim vâsıtasiyle yazıyorum. Onun vâsıta olması Mektûbumun kıymetini arttırır. Cenâb-ı Hak hepinize olan ni'metlerini arttırsın. Onun hazînesi sonsuzdur. Kerîmlerin kerîmidir. Şükr edenden ihsânını geri almaz. İsteyenlere bol bol verir.

1-                     Secdenin sahîh olabilmesi için taş veya başka bir sert şey almak ve yerden bir veyâ iki tuğla irtifaından fazla yüksek olmamak lâzımdır. Daha yüksek olursa veyâ yumuşak olursa, secde olmaz; îma etmiş olur.


 

Şeklinde zâten câiz

olur.

2-  Câmi'de cemâ’at hâlinde namaz kılacak boş mahal yok ise, yere secde eden öndeki safdakilerin sırtına secde edilebilir. Fakat önündekinin sırtına secde etmiş bir kimsenin sırtına secde edilemez. Sırtına secde edilen kimsenin zemîne secde etmiş olması lâzımdır.

3-          Hepimize nasihat, Seâdet-i Ebediyye'yi çok okumak, Mektûbât’ın zevk ve vecdi içine dalabilmektir. İmtihan zamanı geliyor. Şimdi derslerinize çok çalışınız. Câhid’in mektûbunu zevkle okudum. İbâdetlerin yapılması kolay olan vazîfeler mübârektir. Cenâb-ı Hakka şükr ediniz. Nâr-ı Nemrûd’u İbrâhim aleyhisselâma selâmet kılan Allahü teâlâ, küfr ve irtidad zulmetleri içinde, dilediği kullarına nûr ve bereket ihsân eder. Beş vakit namazı cemâ’atle kılmak, orucları râhat tutmak ve Seâdet-i Ebediyye'yi râhat okumak, bu büyük dünyâda çok az kimseye nasîb olan çok büyük ni'mettir. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdü lillah.

Süleyman Kuku’nun mektûbu bugün de geldi. Ayrıca cevâb yazamadığımdan üzülüyorum. Fakat siz hepiniz bilirsiniz. Unutulmasını, harâb olmasını istediğim mektûbları zâten hepiniz okuyorsunuz. Bu mektûbları sakladığınızı bildiğim için âdî kağıda yazıyorum ki, kendiliğinden hârab olsun. En kıymetli hediye, Hâtıra olarak bu mektûbların menbaı olan Efendi hazretlerinin yazılarını, Mektûbât’ı ve Seâdet-i Ebediyye’yi ezberlememiz lâzımdır. Ben Efendi hazretlerinin mektûblarını gaybetmedim. Sizin de onları saklamanızı istiyorum. Pırlanta dururken, cam parçalarına bakmayınız. Cenâb-ı Hak hepimizi Süleyman’ın duasına idhal buyursun. Ya'nî gurur denilen âfetten cümlemizi muhâfaza buyursun! Dünyaya harâb olmak için geldik. Cenâb-ı Hak bizi bizden geçirsin. Kendisi ile beraber kılsın. Bu harabeye düşkün olmaktan korusun.

Süleyman’ın rüyâsı çok hoşuma gitti. Onun aynasında ne güzel şeyler görünüyor. Süleyman’ın bu müjdeleri beni çok sevindiriyor.

Kardeşim Süleyman! Beni çok ara. Ne kadar sever isen, yine azdır. Fakat başkalarına yalnız Seâdet-i Ebediyye'yi tavsiye et. Beni ağyarın eline verme! Seâdet-i Ebediyye'yi, İmâmı Rabbânî’yi (rahmetullahi aleyh), Mektûbât’ı çok tavsiye et. Herkes okusun. İstifâde etsin. İftâr duasını üç kere okursunuz. İmtihan vakti geliyor. Hepiniz derslerinize çok çalışınız. Diğer yazıları imtihandan sonraya bırakınız. Hepinize selâm ve dualar ider, dualarınızı beklerim efendim.

ONBİRİNCİ MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Süleyman!

Ramazan-ı şerîf hesabca cum'a günü oluyor, Fakat her memlekette ayı arayıp görmek ve buna göre oruca başlamak lâzımdır. Bu ise bugün yapılmıyor. Mısır ve Suriye’de yapılıyor ise de, bizim haberimiz olmuyor. Haber alınsa tâbi' oluruz. Bu sebebden Şabânı otuz yapacağız ve cum’a ertesi başlayacağız ve bayram ertesi iki gün kaza edeceğiz. Seâdet-i Ebediyye fihristinde Ramazan ve oruc kelimelerini bulup okuyunuz.

Başka bir mektûbunuzun cevâbı şöyledir: Bir kimse birisine iyilik etse, bir zaman sonra kızıp bu iyiliği haram etse, harâm olmaz. Bilakis yaptığı iyiliğin sevâbından mahrum kalır. İlişik mektûbu lütfen Âkif Güler kardeşimize veriniz. Hepinize selâm ve dualar eder Ramazan-ı şerîfinizi tebrik ederim. Sanayı' Vekâleti’nden daha kâğıd için bir cevâb alamadım. Onun için Seâdet-i Ebediyye birinci kısmın ikinci tab'î basılamıyor. Kağıd alınca hemen matbaaya vereceğim. Bu mübârek günlerde hepinizin dualarını beklerim kıymetli kardeşlerim.

Hüseyin Hilmî Işık

ONİKİNCİ MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm, kıymetli Süleyman,

Mübârek mektûbunuzu okudum. Cenâb-ı Hak büyüklerimize olan muhabbetinizi arttırsın. O muhabbetin sarhoşluğundan ayıltmasın. Onların muhabbeti sizleri çeker, muhabbet-i ilâhîyeye sürükler. (Elmer'ü me'a men ehabbe- kişi sevdiği ile beraberdir) müjdesine kavuşturur. Derdlerimizin ilâcı Seâdet-i Ebediyye’dir. Başka hiçbir kitâba lüzûm yok. Yırtılması, yok olması lâzım gelen yazılarımı, gönderdiğiniz güzel kâğıda yazmağa kıyamadım. O kâğıda yazar isem, saklanmasına sebeb olur. Bayağı kâğıda yazıyorum ki, benim ile beraber yazılarım da harab olsun.

Ankara’ya Askerî Hastane’ye bütün albaylar gelip terfî muâyenesi oluyorlar. Sıra gelince Ankara’ya geleceğim. Belki de Nisana kalır. Askerlik sebebiyle nereye, ne zaman gideceğimi bilemiyorum. Bir zuhûrat olursa ondan istifâde edip sıla-ı rahm yapacağım.

1-   Sabah namazının tehıyyatına yetişen kimse, İmâm Muhammed ve İmâm Ebû Yûsuf’a (rahmetullahi aleyhima) göre her iki rek'atta da oturacaktır. İbni âbidin 401. sahifede diyor ki: (İmâm selâm verdikten sonra kalkıp, yetişemediği rek'atları kılarken, kırâatleri, birinci rek'attan başlıyormuş gibi okur, teşehhüdlere, namaza sondan başlıyormuş gibi oturur) buyuruyor.

2-  Banka için Hüccet-ül İslâm'daki ma'lûmât kâfidir. İyi okumak lâzım.

3-  Terâvihi cemâ’atle kılmıyan kimse, yatsıyı cemaatle kılmış ise vitri de cemâ’atle kılabilir ise de, yalnız kılması efdaldır. Bu hususta Hüseyin Şener’e fazla yazdım.

4-  Alâmet-i küfr Beydâvî Tefsîri şerhi olan Şeyhzâde’de Bakara sûresinin birinci sahîfesi tefsîrinde [innellezine keferû] sahîfelerle âyet-i kerîmeden ma'nâ çıkarıyor. Müctehidlerimiz bildirmiştir. Mukallidlerin, müctehidlerin sözüne delil araması câiz değildir. Hepinize selâm ve dualar eder, dualarını beklerim efendim.

ONÜÇÜNCÜ MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm azîz Süleyman!

O mübarek harflerin ve mukaddes kelimelerin içine yarleşmiş olan hâlis düşünceleri, ulvî muhabbetleri, temiz rûhunun heyecanlarını taşıyan kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendim.

O büyüklerin yazıları, rûhâniyyetleri ve feyizleri saf rûhlara tesir edince, cezb eder, aşk ve muhabbet ateşiyle yakar. Pervâne nûra kavuştuğu gibi, temiz kalb, saîd rûh, o büyüklerin ateşine çekilir. Sizi çeken o büyüklere, muhabbetinizin, câzibenizin artmasını dua ederim. Onlardan işittiğim, okuduğum rûh gıdalarından binde birini hâtırlayabilip söylediğim için, bana teveccüh ve iltifat buyuruyorsunuz. Binde bir ile rûhunuz hayat buluyor, tenevvür ediyor. O büyüklerin kitâblarına sarılınız. Deryaya dalınız, menba'a kavuşunuz. Cenâb-ı Hak sizin ihlâsınız, aşkınız hurmetine bizim büyük günâhlarımızı afv eylesin. Bizi de sizinle beraber o büyüklerin fuyûzâtına, berekâtına kavuştursun. Önümüzdeki ağustosta terfî’ ihtimâli var. Ercincan’da, herhalde muvakkat bulunuyorum. Terfî’ edersem Ankara’da, etmezsem İstanbul’da kalmak mukadder görünüyor. Şimdi Erzincan Askerî Lisesi’nde kimyâ muallimiyim. Martta Erzurum’da yüksek kumanda kursunda vazîfe alacakmışım ve birkaç hafta devâm edecekmiş. Sizin İstanbul’u tercîh etmeniz her cihetten hayırlı olur. Rûhlara şifâ olan Mektûbât’ı orada daha kolay okumak nasîb olur. Şubatta buraya gelmek muvâfık değildir. Burası ıssız, soğuk bir yerdir. Mektûbât’ın nûru bizim günâhlarımızın zulmetini örtüp göstermiyor. Efendi merhumun (kuddise sirruh) tutuşturduğu aşk ateşi, elhamdülillah sizin kalbinizde de şuâlanmıştır. Bu aşk ve ateş ile okuyunuz ve çalışınız. İstanbul’da olursanız, sizin hanımlar bizim hanımlarla sık görüşür, çok istifâdeli olur. Sizi küfür deryâsından çıkaran, Efendi’nin sözleri ve Mektûbât’tır. Biz yalnız size haber verdik, duyurduk. Artık ilerleyebilirsiniz. Pîr deyince, kendi mürşidini demek istiyor. Zikrin fâideleri elbette vardır ve hâsıl olur. Nemaz kılanın arkasına uymak için, erkekler imâm olmak için niyyet etmek lâzım değildir. Kadınlara imâm olmak için niyyet etmesi lâzımdır. Fakat imâm olan kimse. farz mı kılıyor, sünnet mi kılıyor, belli olmadığı zaman zan zile uymak câiz olmaz. Tevbe Seâdet-i Ebediyye ikinci kısmındaki gibi olur. Oradaki bütün kardeşlerime âcizane dualarımı bildirir, duâlarınızı beklerim.

ONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm azîz Süleyman,

Temiz rûhunun terennümleri ile dolu olan kıymetli yazılarınızı okudum. Lâyık olmadığım teveccüh ve saygıları izhâr ediyorsunuz. Evet, çölde susuz kalan kimse, temiz suyun sızdığı yosunlu kaya kovuklarına da ağzını sürer. Siz de oranın zulmeti, sıkıntısı içinde bunalan saf rûhunuzun gıdası olan kıymetli kitâbları, yüksek yazıları arıyor ve onlardan saçılan nûr ve feyizlerle kalbinizi cilâlamak istiyorsunuz. Pervâne ziyâya koşar, bal arısı çiçeklere, bülbül de güllere âşıktır. Ne mutlu size ki, bozulmamış, paslanmamış, bir rûhunuz var. O temiz rûh kuş gibi çırpınıyor; bir gül, bir çiçek, bir nûr arıyor. Bende bir şey yok, günâh ve kusurdan başka sermayem yok. Sevilmeğe, hattâ hâtıra getirilmeğe bile lâyık değilim. Fakat seçilen kitâblar Cenâb-ı Hakkın sevdiği büyüklerin yazıları, sözleri dolabımda duruyor. Onların hâmili, bekçisi olduğum için beni çok severseniz, haklısınız. Çünkü Onların köpekleri de çok sevilir ve ne kadar çok sevilse, yeridir. Bağlum’a gittiğinize çok memnun oluyorum. O ziyâretler kalbinizi temizler. Etraftan üzerinize çöken zulmeti, kederleri ancak o ziyâretlerle izâle edersiniz. Siz birşey hissetmesiniz ama o sizi görür, sever ve ihsân eder. Her ziyâretinizde başka başka feyizler muhakkak kazanırsınız. Güneş altında karpuzun bal gibi olması gibi olgunlaşırsınız. Her fırsatta ziyârete gidip, dua ve ilticâ ediniz. Size al hastalığı basmaz. O geceki hâl inşaallah bir daha gelmez. Âyet-ül Kürsi’yi ve Kul-eüzüleri her gece okuyunuz, hiçbir şey olmaz. Cenâb-ı Hak sizi muhâfaza buyurur. Hepinize selâm ve dualar ederim, dualarınızı beklerim efendim.

ONBEŞİNCİ MEKTÛB:

Cum'a

Ve aleyküm selâm kıymetli Süleyman!

İnci gibi güzel sıralanmış yazılarını seve seve okudum. Çok memnûn oldum. Yazıların çok güzel okunuyor. Bu sûretle çok zengin bir hazîne elde

etmiş bulunuyorsun. Seni tebrîk ederim. Cenâb-ı Hakkın sana ihsân etmiş olduğu bu büyük ni'mete ne kadar çok şükr etsen yine azdır. Mektûbunuzu alalı çok oldu. Fakat cevâb yazmağa vakit bulamadım. Bir tarafta mektebde imtihanlarım vardı, bir taraftan da Abdühlakîmi ilk mekteb ve mezuniyyet imtihanlarına yetiştirmek için devâmlı çalıştırdım. Çok şükür, imtihanları bitti, iyi derece ile şehâdetnâme aldı.

Bey babama şifâ bulması için dualarınıza çok memnûn olduk. Sizin duâlarınız kabûl olur. Lehül-hamd iyicedir. Yatakta istirâhat ettiriyorlar. Şifaya ve salaha doğru gidiyor.

Annemin ve efendi hazretlerinin kabirlerini ziyâretinize memnûn oldum. Çok teşekkür ederim. Sizin dualarınız ile Cenâb-ı Hak onlara kim bilir neler ihsân etmiştir.

Seâdet-i Ebediyye’nin ikinci kısmını ikrâmiye aldıktan sonra bastıracağım. Şu halde iki ay sonra basılması tamam olur. Enver’in annesi geldi. Seyyid Şemsettin Efendi evden çıktı, başka yere nakl etti. İzinli olarak şimdi Ankara’ya Fârûk beylere gidiyormuş.

Bey babam Ziyâ bey, Mekkî Efendi, Sâlim bey, Abdülkadîr efendi ve Enver selâm ve dua ediyorlar.

Öğretmen albay Nefî bey emekliye ayrıldı. Ben ayrılmadım. Ayrılmak istesem bile bırakmazlar.

Size sık mektûb yazamaz isem, kusuruma bakmayınız. Beni duadan unutmayınız. Cenâb-ı Hak dîninizi ve dünyânızı ma'mûr eylesin kardeşim

Hocanız Hüseyin Hilmî Işık

ONALTINCI MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm, kıymetli Süleyman,

Gönderdiğin mektûblarda kendini ne kadar medh ü senâ ediyorsun. Mü’min mü’minin aynasıdır. Sen bana değil, kendi îmânına, ihlâsına hitâb etmektesin. Cenâb-ı Hak hepimizi nefs, şeytan ve düşman şerrinden muhâfaza buyursun. Münâfıklarla münâkaşa çok zararlıdır. Îmânı olan, kafirleri sevmez. Din düşmanları ile mümkün olduğu kadar görüşmemelidir. Zarûret olmadıkça halâ'ya girilmez. Girince de, iş bitince çıkılır. Sen bana bakma! Senin hanım için İstanbul hayırlıdır. Bizim hanım ile ne kadar çok görüşürse o kadar istifâde eder. Gece gündüz Ondan istifâde etsin. Ben de ondan istifâde etmekteyim. Cenâb-ı

Hak kalblerimizi kendi sevgisi ile kendi nûru ile ve sevdiği seçilmişlerin muhabbeti ile doldursun. Onlara aşkımızı arttırsın. Onların muhabbeti bizleri onlara bağlar, onlara benzetir. İstanbul’a gideceğim zaman ma'lûm olmıyacak, fakat İstanbul’dan avdette size haber veririm.

1-   Serbest olduğu halde üç Cum'aya gitmiyen münâfık olur. Şimdi Cum'alar kabûl olmuyor. Fakat Cum'aya değil, cemâ’ate gitmek lâzımdır. Sâlih imâmın Cum'asına gitmiyen yine münâfık olur.

2-  Keşkülü ta'tilde yazın. Şimdi derslerinize çok çalışın.

3-  Niyyeti, Seâdet-i Ebediyye’deki gibi yapmağa çalışıyorum.

4-               Kalbe        gelen kötü şeyler hiç zarar vermez. Bunlara ehemmiyyet vermemeli.

5-    Gençlerin yabancı ihtiyâr kadınla konuşması bu zamanda câiz değildir. Fitne, fesâd, cevâzı men' etmektedir.

6-  Cum'anın ilk sünneti yerinde de kaza kılmalıdır.

Men teşebbehe bi-kavmin fehüve minhüm [Bir kavme benzemek istiyen, onlardandır]

Allahümme innî e'ûzü bike min en üşrike bike şey'en ve ene a'lemü vestagfirüke limâ a'lemü, şirkten korunma duasıdır.

ONYEDİNCİ MEKTÛB:

Ve aleyküm selâm ve rahmetullah azîz kardeşim kıymetli Süleyman.

Mergub ve makbûl risâlelerinize cevâb yazamadığımdan çok elem duyuyorum. Bütün kardeşlerime çok mahcûb vaziyetteyim. Zaif, âciz ve günâhkâr olduğum için tedbîr olarak bu taksîrata mübtelâ olmaktayım. Özrümü kabûl ve afv buyurunuz. Leh-ül hamd nâ mütenâhi ni'metler içinde yüzüyoruz. Sıhhat ve âfiyette olup nefslerimizin mekrinden muhâfaza buyurması için dua ediyoruz. Burada hergün dersim var. Talebeye evlâd muâmelesi yapmak, onlara şefkat ve terahhüm göstermek, huysuzluklarına sabr etmek, ufak şeyleri görmemezlikten gelip, intikam almamak, sabırlı olmak, numara verirken sehavet göstermek, ilk karnede, sene başında az not verilse de, sene sonunda hepsine fazla muâvenet göstermek lâzımdır. Talebe ile asla münakaşa etmemeli, münâkaşaya meydan vermemelidir. Muallim ve âmirlerle de münâkaşa etmemeli, gıybet meclislerinde bulunmamalı, uzaklaşmalıdır. Talebe döndürmemek şarttır. Müteaddid dersten dönen talebe benim dersimden de dönebilir. Fakat yalnız benim dersimden dönen vâkı' olmamıştır. İkmâle bırakmak da böyledir.

Cenâb-ı Hak hepimizi râzı olduğu kullarından eylesin. Kalblerimizi sevdiklerinin muhabbeti ile tezyîn buyursun. Bir kimse Cenâb-ı Hakkı ve Cenâb-ı Hakkı sevenleri severse ve her işi Cenâb-ı Hak için olursa, o kimseye kimse zarar yapamaz. Cenâb-ı Hak hepimizi bu bahtiyarlardan eylesin. Sevdiklerime mektûb yazamadığımdan, muhabbetimi izhâr edemediğimden çok ızdırab duyuyorum. Hepinize selâm ve dua eder, dualarınızı beklerim efendim.

ONSEKİZİNCİ MEKTÛB:

Dahillerden bizim dâhile yazdıkları mektûbun arkasına Hocamın yazdığı bir kaç satırla bu bahsi bitirelim.

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Süleyman Bey,

Müstecâb dualarınıza ve selâmınıza nâ'il olmak ne büyük bahtiyarlık olduğunu düşünüyor, Cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Cenâb-ı Hak sizlere ihsân buyurduğu ni'metlerini arttırsın. Maddî ve ma'nevî terakkîler ve seâdetler nasîb eylesin. Arkadaşlarınıza selâm ve dua eder, hüsn-i hâtememize dua buyurmanızı istirham eylerim efendim.

Kardeşiniz Hüseyin Hilmî Işık

Daha iffetli idin Hocam yeni gelinden Dudağım ayrılmasın tertemiz ellerinden Yaşarsam senden sonra, aşkınla yaşayayım Her kime rast gelirsem, diyeyim sözlerinden.

VASİYYET VE NASİHATLERİ

—Bir kimsenin dünyâya muhabbeti ne kadar çoğalırsa, Onu sevenlerin de ona muhabbeti o derece azalır.

—Şehîd olarak ölmek isteyiniz. Şehîdlerin kul hakkını Mevlâmız ödeyecek. Sonra unutmamalı ki, şehîdlik istemiyen nifâk üzere ölebilir.

—Şu zamanda parasına sâhib olmıyan, dînine sâhib olamaz.

—Günâh işleyince, hemen kalbinle pişman ol ve dilinle tevbe istiğfar eyle. Tevbeyi asla geciktirme!

—Bir işi yaparken, kalbin rahat olmaz, sıkılır ve çarparsa o işi terk et!

—Bütün tâatlerini, ibâdetlerini kusûrlu bil, hakkı ile yapamadığını düşün.

—Çok yeme, az da yeme; yemekte i’tidâl üzre (orta halli) ol!

—Her işte iyi niyyet üzre ol. Kalb ile, hâlis, Allahü teâlâ emr ettiği için niyyet etmedikçe, hiçbir ibâdete, hattâ işe başlama!

—Fâidesiz, hele zararlı olan şeylere vakit geçirme!

—Arkadaşlarınla, lüzûmlu şeyleri öğretecek ve öğrenecek kadar görüş. Diğer vakitlerini ibâdet ve kalbi temizleyecek şeylerle geçir!

—Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı sözle karşıla. Hiç kimse ile münâkaşa etme!

—Özür dileyenin özrünü kabûl et, kabahatlerini afv et. Zararlarına karşılık yapma!

—Az konuş, az uyu ve az gül!

—Her işini Allahü teâlâya havâle et. Fakat sebeblerin te'sir etmesini Allahü teâlâdan bekle!

—Hiçbir bir farzı kaçırma ve geciktirme!

—Hep kendini düşünme, Allahü teâlâdan başkasına güvenme!

—Evlâd ve âilene dâima tatlı sözlü ve güler yüzlü ol. Onlarla da yetecek kadar, haklarını ödeyecek kadar görüş!

—Kavuştuğun halleri herkese söyleme!

—Makam ve servet sâhibleri ile çok görüşme!

—Her halde sünnete uymağa ve bid'atten sakınmağa çalış!

—Sıkıntılı zamanlarda, Allahü teâlâdan ümidini kesme!

—Üzüntün dünyâdan ziyâde âhıretin için olsun!

—Sıkıntılı ve ferahlık, darlık ve varlık zamanında, hâlinde bir değişiklik olmasın.

—Selef-i sâlihînin hallerini, menkıbelerini her zaman oku!

—Garîbleri, fakîrleri ziyâret et!

—Hiç kimseyi gıybet etme, çekiştirme, yapana mâni' ol!

—Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkeri, ya'nî nasîhati elden bırakma! —Fukaraya ve mücâhidlere mal ile yardım et. Hayır hasenât yap!

—Allah dostlarını çok sev. Bu büyükleri sevene hizmet et ve duasını almağa bak, onların duası makbûldur.

—Günâh işlemekten çok kork!

—Fakîrlikten korkarak hasîslik yapma. Fakîrliğe üzülme! Allahü teâlâ servet de ihsân eder.

—Fakîrlere ve bütün dîn kardeşlerine hizmet et! Büyüklerimiz kendi nefisleri için değil, dîn kardeşlerine yardım için çalışıp kazanmışlardır. Mürşidinin, hocanın yanında edebli ol. Onlardan ancak edebli olanlar istifâde eder. Bunu asla unutma!

—Anana, babana karşı hep iyi ve alçak gönüllü olup, emirlerine karşı

gelme!

—Sıla-ı rahm, ya'nî akrabanı ziyâret et, onları ora, muhtaçsa yardım eyle. —Yediğinin ve içtiğinin ve giydiğinin halaldan olmasına dikkat et.

—Rızkın Allahü teâlâdan olduğuna şübhe etme!

—Kanâat sâhibi ol. Kanâat tükenmez bir hazinedir, hadîs-i şerîftir.

—Ni’metlere şükr et ki, elinden çıkmasınlar!

—Allah’ın dostlarına dost, düşmanlarına düşman ol!

—Âleme ibret nazarı ile bak. Her gördüğünde bir hikmet ara!

—Tefekkürü ve murakabeyi terk etme!

—Fuhuş sözler söyleme!

—Kalbini Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemekle temizle!

—Kimseyle alay etme, kimseyi küçük görme, kibir ve ucubdan çok sakın ve bil ki, kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse, o kibir Cehennem ateşiyle temizlenmedikçe Cennete girmez.

—Harama bakma, haram dinleme!

—İlim öğren. Câhil şeytanın oyuncağıdır.

—Şeytandan, nefisten ve kötü arkadaştan uzak dur!

—Kendine yetecek kadar çalışıp kazan!

—Zâhirî ve bâtınî günâhlardan çok sakın.

—Kul olduğunu hiçbir zaman unutma! Dünya kulluk yeridir, efendilik yeri değildir.

—Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) :"Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden değildir" buyurdu.

Ve minellahı el-ısmet ü vet-tevfîk.


HATİME

Hakka kavuşmak için vesîle arayın

(Âyet-i kerîme)

Kişi sevdiği ile beraberdir

(Hadîs-i şerîf)

Seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır,

Bu sevenin elinde değildir, sevgi bunu icâbettirir.

[İmâm-ı Gazâlî- İmâm-ı Rabbânî]

Kuddise sirruhumâ

Bu büyükleri sevmek, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar [bin sene] ibâdetten efdaldir

Mevlânâ Hâlid (Kuddise sirruh)

Büyükleri sevmek seâdetin sermâyesidir.

İmâm-ı Rabbânî (Kuddise sirruh)

Herkes çok sevdiğini çok zikr eder, iş budur,

O halde seven için zikr zarûrî olmuştur.

Âciz

İLÂVE

Bu fakîr altı cild Mektûbât’taki mektûblar sayısınca altı bölüm hâlinde, manzum bir eser tertîb ettim. Bunlardan Mektubât-ı Rabbânî’nin (radıyallahü anh) birinci cildindeki üçyüzonüç mektûba karşılık, yazdığım üçyüzonüç beyti, Hocamızın Efendi hazretlerinden aldığı ve bildirmeğe ve öğretmeğe çalıştığı usûl ve yol hakkında, Efendi hazretleri ile ma'nevî bir sohbet tarzında kaleme aldım. Umarım ki, bunu buraya almakla onlara bir hizmet etmiş olurum ve bu benim hizmet tesellim olur. Şunu da yazayım ki, bu manzûm eseri Hocama arz ettim. Okudular. Tekrâr bana verdiler ve :"Eseriniz çok güzel olmuş, bunu benim size vermem yakışırdı. İçindekiler mahfûz kalmak üzere, bizden size hediye ve emânet olsun" buyurdular.

Efendi Hazretleri ile Ma'nevî Bir Sohbet Bismillahirrahmanirrahîm

Selâmla, Besmeleyle sohbete başlıyorum Dinle, can kulağıyla dinle bak ne diyorum

Beni sen tanıyorsan, bana inanıyorsan,

Vesîle arıyorsan, vasl olayım diyorsan,

Dinle nasîhatimi, en derin iştiyâkla Kalbdeki muhabbete sadece bana sakla.

Onu bana tahsis et, kıl ucu kadar bırakma,

Benden gayriye sakın, bu ikbâl ile bakma.

Neye yarar şu âlem ve hem içindekiler Beni sev, bana sarıl, işte sana bu yeter.

Aldırma bu dünyânın elem ve neş'esine Dön bütün varlığınla sevdiğinin sesine.

Onun ulvî kalbinde yoktur yeri dünyânın,

Hattâ ismini etmez mekkâre-i ednânın.

Benim bir teveccühüm kâfidir, sana yeter,

Bir bakışım çaresiz derdleri iyi eder.

Yüzyıl kitâb okusan hayâle bile değmez,

Huzûrdaki vâridât sa'y ile ele geçmez


Vesîlenin gölgesi zikr-i Hakdan evlâdır, Râbıta için denmiş, ki herşeyden enfâdır.

İşte muhabbet ile ve tek bir arzu ile,

Kalbini bana çevir ve her an beni dile.

Sedd-i Zülkarneyn gibi önüne dikilen nefs Bir bakışım altında erir ve kalır bî kes Bütün iyi işlere iğvâsın karıştıran Seni benle görünce, uzaklaşır yanından.

Ve bunlar kalmayınca, arzular erir, gider Ateşli ihtiraslar, yeri bana terk eder. Mücerred duymak ile ve birkaç rüyâ ile,

İş bitmez, ey evlâdım, hayalle, hülyâ ile.

Bizzât bulmağı iste, bizzât görmeği ara,

Vaz geçme, bu iştiyâk, müşâbih olsa nâra, "Hem seni öldürürler, hem karşılık isterler"

Sırrını bilmiyenler, sözümüz reddederler.

Aşk ateşi kalbini, varsın kül etsin, yaksın, Vasl ümidi belirsin, hicâb aradan kalksın. Kalem buraya geldi, ucu kırıldı birden,

Acele edip sorma, aman efendim, neden?

Neden, niçin, nasıl yok, sâkin ol, dinle beni, Bil, sev, çok gör, çok ara, seni yetiştireni. Dikkat eyle, numûnem, yeryüzünde, bir odur.

Kalbini hem onunla ve hem benimle doldur.

Ma’nevî evlâdımdır, benziyen babasına Yüz dönme, doğru olsa, bile maadasına

Beni anlayan odur, hâli buna şâhid Kabûl et sohbetini âlem-i kalb için îd.

Bir bakın etrafına ve gör ondaki hâli,

Biziz ilmin hâmisi, şerîatin timsâli Onunla bana ulaş, ona tutul gayetle Kârın, maksadın olsun ancak ulvî himmetle O, beni iyi bildi, selâmlar olsun ona Her yerde benimledir, sen de dikkat et buna.


Ve şöyle îmân eyle, nasıl olur isen ol!

Bir gün gelir elbette vasl eder seni bu yol.

Bütün gayretin topla tek merkezde cem' eyle Asla işin olması fikr-i perâkendeyle.

Ve beni öyle düşün, O düşündüğü gibi Ve ara ve bul beni Onun bulduğu gibi

Ya'nî her an benle ol ve hâtırla her yerde Hiç bir arzû çekmesin, benim önüme perde Yatağından kalkarken abdestini alırken Her uzvunu yıkarken, hattâ namaz kılarken,

Ve Kur'ân okur iken, öyle oku, gördün yâ [1] Düâda benimle ol, çıksın kalbinden dünyâ Konuşurken, susarken, dinlerken, dinlenirken,

Yürür iken, bakarken,. birisini sorarken

Âlemi seyr ederken, yıldızlara bakarken O da, böyle yapardı, fikri geçsin kalbimden Gündüz benim ile ol, yatarken benimle yat İnan budur dünyâda, en şâhâne saltanat

Kalbinin hükümdârı olayım, beni dinle,

Ve sen de istiyorum, her an olmak seninle Bu isteğim çok yüksek bir ni'mettir, fırsat bil.

Bendedir asıl hayât, bendedir ta'mîr-i dil.

Farzlara haramlara, vâcibe, sünnetlere, Mekrûha, müstehabba ve bütün edeblere Çok dikkat eyle oğlum, bunlarsız iş yürümez Bu yolda bir bî-edeb bil ki ilerleyemez.

"Sâye-i rehber bih-est ez zikr-i Hak" denmiştir Dinle acâib esrâr, bak ne garîb bir iştir.

Bir zât var tavassuttur, Hakla kul arasında,

O halde muazzam kâr var bunun arkasında

Mâverâdan haberler veren bu vesîledir Seveni her âlemde onunla berâberdir


Evlâdım, vesîlenin bastığı toprakları Eğil, öp ve onlarda ara hakîkî yârı.

Baktığı dıvarlara bir nazarla bakasın,

Ki önünde hayâli ve huzûru canlansın. Gördüğü her eşyâda nûrlu bakışın ara,

Vesîle kıl onları, ulaşmak için yâra.

Uğraş ki, bir kâmilin, kalbinde yeri olsun Kalbin onun feyziyle, onun nûruyla dolsun, Uğraş ki, bir kâmilin, kalbinde yer edesin,

Ve ilâhî nûrlara oradan erişesin;

Şayed bunlar yok ise, ya elinde olan ne! Onlardır sana baba, onlardır sana anne, Bak Sıddîkın Resûle olan irtibâtına Ve onu mi'yâr eyle, kavuş hakîkatına.

İbni Abbâs bakınca Resûlun aynasına Kendi değil aynada Resûl göründü ona İşte fenâ fişşeyhden sana iki numûne Dâim böyle halleri getir gözün önüne

Ben kelimesi yerin, bu vesîleye versin,

Ve böylece biçâre âşık maksûda ersin.

Buna râbıta derler, medâr-ı sâlikândır,

Bunsuz vasl olmak, sözü, yâ ender, yâ yalandır Kıymetini bil oğlum, açma hâlini ele,

Kâfi değil mi sana, bulunmam senin ile. Daha ilk râbıtada Gavs-ül a’zâmı gördüm, Kendisiyle konuştum, ona çok şeyler sordum. Pîrime bir teveccüh râbıta esnâsında Neler bahşetti bana, yolun ibtidâsında Murakabe ederken, silsiletüzzehebden Nice sırlara erdim, dille anlatamam ben

Beni terbiye eden, yetiştiren büyükler Terbiyeyi, evlâdım, bana tevdî’ ettiler. Evliyâ-yı kirâmın, celisi şakî olmaz Sohbetinde olana verilmedik şey kalmaz.

Onların sükutları, kelâmı gibi yüksek Anlatılmaz dille, eksiktir her ne desek.

Bak, o sevdiklerimin birinden bahsedeyim Ahmed Fârûkdan sana birkaç haber vereyim:

O, gözlerimin nûru, o, güzeller güzeli,

O, kalblerin surûru, rûhların tek emeli.

O, arzûların sonu, o, emeller kâbesi O, ma'rifet deryâsı, esrar hazinesi

Kimsenin çıkmadığı makamlar sâhibi, o Dâimî tecelli-i zâtın tek hâtibi, o.

Aşk ile, muhabbetle yanan kalbler tabîbi,

En büyük arzu ile Peygamberin tâlibi.

O, nübüvvet yolunun eşsiz tek kumandanı O, vâris-i enbiyâ, o, İmâm-ı Rabbânî Odur dînin muhyisi, odur Kayyûm-i âlem,

Onu tavsif edemez, ne dil, ne âciz kalem

O deryalar mecma'ı, o nehirler menba'ı Meşhûr olmayan Hindi, odur yapan Tûr dağı O, âşıkların tâcı, o velîler sultanı O, mutasavvufların, tasavvufun lisanı

O odur, hocasından, Allah ona çok verdi, Hocası edeb ile kelâmını dinlerdi,

Bir gün hocası ona mektûb yazıp gönderdi,

Her hoca bunu yapmaz, bak evlâdım, ne dedi:

"Size talebem demek yüzsüzlük olur Ahmed, Arzum tarafınızdan teveccühdür ve himmet. Zan etme ihtiyacım yok diye gelmiyorum,

Edebe riâyetle işâret bekliyorum"

O evliyânın şâhı, gördün ya ne söyledi.

Bu sözle Müceddîd’in hâlin beyân eyledi.

İşte ona âşıkım, aşkıyla yanıyorum,

Neyim varsa ondandır, buna inanıyorum.

Bastığı topraklara fedâ olsam, bin kere Selâmlar olsun şânı büyük Serhendlilere. Mübârek mezarının gölgesi kâfi gelir,

Kurtulmağa evlâdım, ondan îmân yükselir.

Kabrinin toprağından bulunsa bir mezarda, İşbu mukaddes toprak onu yaktırmaz nârda.

Kâbe, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâdan,

Sonra Mescid-i Serhend gelir ki, anla bundan O ve mütevessili mağfiret olunmuştur Tâ kıyâmete kadar, ona ilhâm olmuştur.

Hamuru bâkıye-i tîyn-i Resûlullah’dan Bu şeref yeter ona, belki herşeyi bundan.

İşte çok sev evlâdım, sevebildiğin kadar,

Yakın gel bu menba'a gelebildiğin kadar.

Onlar himmet ederler, sende de gayret olsun.

Yeter, kalbin o yüksek evliyâya tutulsun.

Bu tarîk-ı aliyye, budur yalnız şâh-ı râh Diğerleri dar sokak, ya çıkmaz, yahud gümrâh.

Bu yolun büyükleri doymuş muhabbet ile Kârlarının encâmı değil kerâmet ile

Bunların kavuştuğu, taddığı zevkler başka, Bunlardır bir hayâtı veren gizli bir aşka Mürşidim Seyyid Fehîm, tam Eshâba benzerdi,

Ve gölgesini gören, vallah Velîdir derdi.

O bana âşık idi, o beni çok severdi,

Huzûrda, "Abdülhakîm" gaybde "Efendi" derdi. Mutlak halîfesiyim, bağlan aşk ile bağlan,

Öyle bağlan ki, sana aksetsin bende olan.

Benim nûrum ve feyzim, muhabbet nisbetinde, Kendisini gösterir, bağlananın kalbinde.

O halde almağa bak ve çok bağlanmağa bak,

Ve seni ilerleten inan ki, budur ancak.

—"Nasıl, anladın biraz, büyüklerin hâlini?

Sor, cevablandırayım, oğlum, her süâlini"

—"Efendim sizi sevdim, duyduğum günden beri. "

—"Desene kaptırmışın bana en ulvî yeri."

—"Efendim, günâhım çok, kusurumun haddi yok", —"Bil ki her günâh kalbe saplanan zehirli ok."

—"Bunu terk etmek için, efendim, ilâc nedir?"

—"En büyük gayret ile, üstâdını sevmektir."


—"Efendim, mâsivâdan kurtulmak istiyorum",

—"Yâ işte, bunun için bana bağlan diyorum.”

—"Efendim, bu tasavvuf, nedir, neyi bilmektir?"

—Hakkı bilip, sivâyı LÂ derken yok etmektir.”

—"Efendim, zikir için, emirleriniz nedir?”

—"Dur bakalım, bu mevzû’ her tarîka mebde’dir. Herkes çok sevdiğini çok zikr eder, iş budur,

O halde seven için zikr zarûrî olmuştur.

Bu yoldaki zikr, hafî, ya’nî sırf kalb iledir Bî çâre sâlikleri ancak bu ilerletir.

Sülûk konaklarını etraflı görmek için Zikr-i Hakda olmalı dâima için için.

Râbıtasız, zikirsiz, sâlik olur mu bilmem, Bunlardır işin sırrı, başka tavsiye etmem. " —"Bunun için efendim, fakat izin lâzımdır"

—"Bizi sevmek, evlâdım, müsâdedir, izindir.

Râbıta-yı Şerîf’i muhabbetle okuyan İzinlidir mahsûsan, duymuştun ya Hocandan.

O boşuna konuşmaz, her sözü hazînedir,

Çünkü konuştukları nefsî değil, bizdendir.”

—"Efendim, yanıyorum, hocamı görmek için”

—”Daha çok yan evlâdım, bu sırra ermek için.”

—"Vaziyetler karıştı, fitneyle doldu cihân,”

—”Zâhiren görmesen de, dûr olma bâtınından

Zür gıbben tezdîd hubben[2], ne güzel bir hadîstir, Belki bu zaman için gaibden söylenmiştir.”

—”Efendim, mürîd kimdir ve murâd kime denir?”

—”Mürîd, zahmet çekerek maksûduna erişir.

Murâd zahmeti bilmez, çekilip götürülür.

Birincisi sülûkle ve ve bu cezbeyle olur.

Cezbe yolundan gitmiş bu yolun büyükleri,

Bununçün makamları her makamdan ileri.


İrâdesine değil, şeyhin irâdesine

Tâbi olan mürîddir, ah! Sen tatbîk etsene”

—Efendim, fenâ, beka neye işârettirler?”

—"İnsanı kâmil yapan birer beşârettirler.

Oğlum bu ma’nâların hepsi kalbe âiddir, Zevkîdirler, bu zevkı uğraş kalbine tattır.

Bu hallerin, zevklerin tercümânı Mektûbât Kitabıdır ki, ondan neşr oluyor füyûzât.

İlahî nûrlar ondan yayılıyor cihâna Her ne müşkülün varsa, sen yalnız başvur ona. Onu çok oku oğlum, bak, nûrla dolacaksın Bizzât müellifinden feyizyâb olacaksın.

Öyle kitâbdır ki, o, misli İslâmiyette Ne mâzide yazılmış, ne yazılır âtide Kur’ândan, hadîslerden sonra gelir bu kitâb Herkese var içinde hâline göre hitâb

İlim, ihlâs menba’ı, hârikalar diyârı,

Onda bulur âşıklar, o ele geçmez yârı. Muhammed Masûm diyor: Her mektubu babamın,

Bir deryâ-yı muhittir, sonu görünmez anın.

Tarikat ve şerîat vasl olmuştur burada Budur seâdet tâcı dünyâda ve ukbâda.

Budur her derde devâ, budur ilac feryâda,

Budur kalblere şifâ, budur rûhlara gıda.

Budur Hakkın sevdiği, sevgililerin sözü,

Budur İslâm dîninin aslı, süzülmüş özü.

Budur evliyâların çeşid çeşid lisânı,

Budur cihâna yayan gerçek ehl-i irfânı.

Aşkla yanan tâlibe en iyi haber budur, Bilinmeyen yollarda sâlike rehber budur.

Bu deryâdan, evlâdım, sen de iç kana kana,

Lâyık, hizmetçi olsam, ben o büyük sultana.

Gece gündüz, dâima oku bu Mektûbâtı Gayret et duymak için, o lezzeti, o tadı.

Oku, gülen gözlerin yaş doluncaya kadar,

Oku, hakîkî aşka tutuluncaya kadar.

Oku, elbet o güzel bir gün, ru-nümâ olur, Muhabbetle okuyan, mâsivâdan kurtulur. Saatlerce, günlerce hep onunla meşgul ol,

Bu sözler tesiriyle açılır kalbe bir yol.

Bir kalb ki meşgul olur bu ma’nâyla her zaman Elbet imdâda gelir, bir gün bunları yazan.

Ne söylesem, evlâdım, eksiktir, anlatamam,

Anlatsam, anlamazsın, hele geçsin bir zaman.

Hocan, gözümün nûru, onu tanıttı size,

Bu hareketi ile çok yardım etti bize.

Onun üstün bir hâli, âşık o büyüklere,

Âşık ne demek oğlum, hele düşün bir kere.

O âşıktır, ışıktır, nûr saçılır yüzünden,

Karanlık kalbler için gün doğar her sözünden. O, beni de çok sevdi, hattâ hepsinden de çok,

Ona bu lâyık idi, kök saldı bu yola kök.

Onu herkesten fazla, oğlum, ben seviyorum, Başka yok ve sâdece ona güveniyorum. Yetiştirmek vasfını ona verdim gördün yâ,

Fakat görenler pek az, kör olmuş bütün dünyâ.

Hâtırla o rüyânı: "Ömrünün son ânında Çok istifâde ettim ve çok kaldım yanında Öyle, istifade ki, evvelkinin hepsinden Birkaç günde Süleyman, edindim, Efendiden.”

Bunu hocan söyledi, her söylediği hakdır.

Bir gün bu vâridatı sana anlatacakdır.

Ona sarıl, onla ol, o ol, sonra bana gel,

Asla durma bir halde, çalış ve her an yüksel.

Hocan anlatır sana, yükselmenin sırrını Kısacası, tutmaktır büyüklerden birini Ona tâbi olmakdır, işte en ulvî devlet,

Ve bunun yanı sıra lâzımdır büyük gayret.

—”Efendim, bu büyükler, dediğiniz kimlerdir? Tuttukları hangi yol, nisbetleri kimedir? Hepsini ayrı ayrı tanımak istiyorum.”

—”Dinle, tanı bunları, bir bir anlatıyorum:

Yol nakşibendî yolu ve silsilet-üz-zeheb, Misilsiz evliyâlar bu yoldan yetişti hep. Eshâb-ı kirâm sâir ümmetten çok yüksektir.

Ve bunların nisbeti ona benzemektedir.

Başka yolda olanlar bunları anlayamaz, Bunların zevklerini başkaları tadamaz.

Her biri ayrı ayrı zamanının süsüdür,

Diğerleri dar sokak asıl şah-ı râh budur.

Bu nûru Resûlullah Ebû Bekire verdi,

Eshâbın en efdâli yalnız O’nu gösterdi.

Onun derecesini idrâk edemez kimse,

İşâret bile olmaz, Sıddîkdan ne söylense.

Zikr-i hafî, râbıta ilk Ona nasîb oldu,

Ve nûr-i Resûlillah onun kalbine doldu.

"Kalbimde olanları Sıddîkın kalbine ben Akıttım tamamiyle” düşün kim bunu diyen.

İşte bu yolumuzun mebde ve menba’ı O, Tecelli ile yanan Tûr-i Sinâ dağı O.

Selmân-ı Fârisî ki, Eshâb-ı kirâmdandır,

Ehl-i beytten sayılmış, eshâb-ı soffadandır.

İşte bu nûr, bu feyiz, O’na tevdî’ olmuştur,

Ve sonra sînesini Kasım’ın doldurmuştur. Ca’fer-i Sâdıkı gör ki, her yolda rehberdir,

Her tarîkde pişvâ o, evlâd-ı peygamberdir.

Yine Resûlullahdan bir başka tarîk ile Nûr-i velâyet gelir, biraz da bunu dinle. Evvelki yol nübüvvet ve bu velâyet yolu,

Sâlikleri aşk ve muhabbet ile dolu.

Bu nûr Resûlullahdan Emîr’e aksetmiştir,

Ve bütün kemâlini vechinde göstermiştir.

Ve ardından evlâdı Hasan ve Hüseyine,

Geçmiş ve sönmemiştir, devâm etmiştir yine

İmâm Zeynelâbidin, o seyyidler seyyidi, Oğlu Muhammed Bâkır , tıpkı onun gibiydi. İşte iki mansıbı cem’ eyleyen Sâdık bu,

Her tarîk erbabına meşrebiyle hatib bu

Bâyezid-i Bestâmî ahdına kavuşmadan, Bütün feyzini almış onun ulvî rûhundan.

O tasavvuf kürsüsü, o sultân-ül ârifîn,

O makamları aşmış, o, meslek-i sâlikîn.

Hasan-ı Harkanî ki, onun gibi üveysî,

Bu nûr ile dolmuştur, o mübârek sînesi Bu feyiz ve bu nûru Ebû Alî’ye vermiş,

En kudsî emâneti severek tevdî’ etmiş.

Ve burada başlamış Hâcegân hânedânı Ne büyük mürşiddir o, Yûsuf-i Hemedânı O Hâce-i Cihâna hocalık yapan zattır,

Ve şerefi cihâna bunu anlatmaktadır.

Hâce Abdülhâlık ki, Hâce-i Cihândır o,

Ve bütün evliyâya delildir, bürhândır o. Habs-i nefesle meşgul, daim zikr-i hafîde Bir üstâd-ı Hızırdır ulûm-i bâtınîde.

Bu büyükler yolunun terbiye usûlünü Kolaylaştırmış, açmış cihâna ağuşunu.

Bu büyükler yolunun bir mücessem peykeri,

Ondan sonra olmuştur Ârif-i Rivegerî.

Ve nûru aksederek Mahmûdun aynasına Onunla şöhret buldu, feyizyâb oldu Fegna. Gizli yolla seyr edip, her asrı nûr-i nihân Alî Ramitiniyi eylemiştir Azîzân.

Bu hil’ata bürünmüş ve süslenmiş serâpâ Uzakların muhbiri Hâce Muhammed Bâbâ Seyyid Emîr Külâl ki, tevâzu’un pîridir,

Katreyi bahr-i muhît yapan büyük mürşiddir.

Bu nûr tevdî olunca Hâce Behâeddin’e Işık tuttu bununla bütün rû-yi zemîne

Bu tarîk-i aliyye ismini Ondan aldı,

Nakşiler nakşa değil, nakkaşına bağlandı.

O evliyânın tâcı, sonsuz ma’nâ denizi Bilinmeyen kuvvetle çeker kendine bizi Yetiştirme tarzının usûllerini kuran,

Hazır bir lokma gibi bütün âleme sunan.

O, korkusuz dalgıcı tasavvuf deryâsının,

O, münevver sertâcı maiyyet erbabının.

Alâeddin-i Attâr Kutub kendi devrinde,

Hem ilm-i zâhiride, hem ilm-i bâtınîde.

Yüzlerce evliyâdan bu nûr ona verildi, Alâiyye nâmıyla bu yola şekil verdi.

Sonra Ya’kub-i Çerhî büyük mürşid-i kâmil,

Hem dergâh-ı sâlikân, hem şeriatle âmil.

Ubeydullah-ı Ahrâr sultanlar mürebbisi, Onda yine görülür bir terakkı hamlesi.

O güzeller ma’şuku ne makamlara erdi.

Ve bu yüksek nisbeti Mehmed Zâhide verdi.

Sonra Derviş Muhammed bu yolun reisidir, Ve halîfesi, oğlu Hâce Emkenegîdir. Muhammed Bâkibillah, O ne büyük mürşiddir, Düşün, kimin hocası, kimi yetiştirmiştir.

Her hareketi ile bu yolun rehberidir, Nübüvvet denizine akan büyük nehirdir.

O büyükler feyzini, Şeyh Ahmede sununca,

Açılıp koku saçmış, birden bin yıllık gonca.

Bak İmâm-ı Rabbânî, hani anlatmıştım yâ! Onun gibi bir velî görmemiştir bu dünyâ. Esef Onu bilmeyen, âh, duymayanlara, âh Beşeriyyete inmiş mücessem rahmetullah.

O mürşidler mürşidi, Kayyûm-i Rabbânî O, Her kâr Ona münâsip, Gavs-ı Samedanî O Tasavvuf kürsüsünün eşsiz hatibi odur,

Güyâ Resûlullah’ın ilhâm kâtibi odur.

Evlâd-ı kirâmları, Sâdık, Saîd ü Ma’sûm İçmişler bu deryâdan, kanarak yudum yudum. Kendilerinden sonra mansıb-ı Kayyûmiyyet Şeyh Muhammed Ma’sûma verildi, ne ulviyyet!

Nûru zuhûr ederek vechinde mahdumunun, Bütün âlem severek tâlibi olmuş Onun.

Dokuz yüz bin mürîdi, yedi bin halîfesi Olan böyle bir zâtın, ne olur derecesi!

Ve kendisinden sonra, Seyf-ül-hak ve dîn olan Oğluna nasîb oldu, işte bu büyük ünvân.

Hep bu hizmette geçti Onun bütün zamanı Kaim-makamı oldu, Seyyid Nûr Bedevânî

Mu’azzam vedi’ayı Cân-ı Cânan’a verdi,

O da yüzlerce mürşid ve velîye el verdi. Habîbullah’dan bu nûr geçince Abdullah’a Şah-ı Dehlevî olmuş, cevher bulmuş bî- baha

Bir haberci gönderdi, Dehli’ye gelsin diye,

Çok isti’dâdı vardı, nisbet-i aliyyeye Gidip, dokuz ay kadar huzûrunda kalınca Bütün feyzi, envârı üstâdından alınca

Mutlak hilâfet ile dönüp geldi Bağdâd’a İlâc oldu, en enin ve her acı feryâda Bu Mevlânâ Hâlid’dir, Osmânîdir neseben,

Müceddidî, Şâfiî, Nekşibendî tarîkan.

Müceddiddeki nûrlar zuhûr edince onda Güneş oldu parladı, meşhûr oldu cihânda. Yüzlerce, beşyüzlerce velî yetiştirerek,

Şerîat-i garrayı tam takviye ederek

O kadar yükseldi ki, bu yola şekil verdi Ona bağlananların hepsi maksûda erdi.

Dâimî tecelliye kavuşanlardandır O,

Vâsıtasız Allah’dan feyz alanlardandır O.

Ne söylesem evlâdım, ol şâhı anlatamam,

Ve bu tarîk, onunla ancak olmuştur tamam.

Menba’-ı hilm u kerem Hazret-i Sirâceddin,

Abdullah ki ondan bir başka tarz aldı bu dîn.

Hazret-i Şihâbeddin kutb-i irşâd ve medâr, Seyyid Tâhâ Geylânî, Zâtullahâ giriftâr.

Seyyid Muhammed Sâlih melce-i sâlikândır.

O mürşidler mürşidi ve hem pîr-i pîrândır.

Nûr-i çeşm, misl-i eshab, Seyyidem pîr-i fâik Seyyid Fehîm, asrında oydu gavs-ül halâik Hakîkat denizinin enginlerinde yüzen,

Cesedi bu âlemde, rûhu göklerde gezen

Gözümde sürme odur ve kalbimin süsü o, Velâyet şerabının eşsiz sunucusu o Deşme oğlum yaramı, kalbim kan ağlıyor, âh!

Her zerremde zâhirdir, bu eşsiz ni’metullah

Kalbindeki vâridât, aks edince kalbime Dedi bana, “serbestsin, kesildi senden meme.” Bunları an dâimâ, kalbin feryâd ederek Vesîle et hepsini, candan “Allah” diyerek.”

—”Seyyid Fehîm’den sonra zât-ı âlinizsiniz”,

—”Ben bir abd-i fakîrim, fakat siz bilirsiniz.” —”Müsâde ederseniz, üç beyit söyleyeyim”,

—”Müsâde senin oğlum, buyurun, dinleyeyim.”

—”Siz manzûr-i nazar-ı pirân-ı kirâmsınız —Bûy-i Resûl neşr eden eşsiz gülistansınız. Efendim, âyetsiniz, âyât-ı ilâhîden Küfür kol gezer iken, dîni himâye eden.

İlâ yevm-il kıyâmet, mürşid-i kâmilsiniz Siz, kalblere hükm eden, âdil bir hakîmsiniz.” —”Mâdem ki geldim sana, evlâdım sırdaş gibi,

Her şeyi konuşalım, tıpkı meslekdaş gibi.

Ne söylesen uzakdır, anlatamazsın beni, Görmeyen anlayamaz, çok da bilse,göreni. Tatmayan anlayamaz, tadanın zevklerini,

Muhakkak sevmelisin, bunların her birini.

Hepsi birer aynadır, bu nûr in’ikâsında Bu, altun bir zincirdir, bakır yok arasında.

Fakat bir tanesine bağlanıp teslîm olmak,

Ve böylece ebedî Seâdete kavuşmak.

Her işte ona tâbi’ olmak en büyük arzu, Olmalıdır, şöyle ki, koyun yanında kuzu,

Ne kadar muhtâc ise, annesi memesine,

Tâlib daha muhtâcdır, pîrin terbiyesine

O halde, zarûridir, tâlib için râbıta Kavuşmak için feyze ve ulvî derecâta”

—"Efendim, tam ta’rîfle, râbıta ne demektir?”

—"Kalbini, muhabbetle şeyhine rabt etmektir”

—"Muhabbet ne demektir, mahbûb nasıl olmalı, —Muhib kimdir ve bunu nereden anlamalı?”

—”Bu süâlin cevâbı başka zaman kalsın,

Çok ince mevzulardır, belki yanlış anlarsın.

Şu kadar söyliyeyim, kalb halleri evlâdım,

Dil ile anlatılmaz, duymak ve tatmak lâzım.

Az da olsa anladın, râbıtayı değil mi?

Doğru söyle, kalbine bir incelik geldi mi?”

—”Zât-i âliniz için şiir yazdım, efendim,

Emir buyurulursa, hemen takdîm ederim.”

—Oku, zevkle dinlerim, tâlibin hallerini,

Büyüklerine karşı temiz hayallerini:

—”Her an sizinle olmak mahrem seâdetini Umarak rûhunuzdan istimdâda gelmişim,

Dünyâ düşüncesinden kurtulmak ümidini Bularak sizin ile irtibâta gelmişim,

Gözlerimi kapayıp huzûrundayım senin,

No’lur çabuk gelseydi sonu bu beklemenin Güyâ tecessüm edip, beliren derin derin Bakışları nûr saçan âfitâba gelmişim.

Hayâlimde yalnız sen, gönlüm dünyâdan uzak Sinendeki ateşle yak beni, efendim yak,

Mâsivâyı yok eden öyle bir nazarla bak,

Bak ki ben de diyeyim, hakîkata gelmişim. İsterim kalb diyârım sizinle harâb olsun,

Rûhum yansın aşkınla, ciğerim kebâb olsun,

Başım ayağınızın altında türâb olsun,

Mâdem ki bu aşk ile iftiraka gelmişim

Arzûm şemâilini kalbime yerleştirmek,

Ve en büyük gayretle ona teveccüh etmek, Ufak bir ayrılıkta hemen tekdîr edilmek İçin sizden taleb-i iltifâta gelmişim.

Kalbinle kalbimi tut, bir sebîl inşâ eyle,

Ve o yoldan kalbimi doldur, nûrla, feyizle,

Ve daha ne dilersen hepsini ihsân eyle,

Görüyorsun mücerred münâcâta gelmişim.

Terbiye eyle beni, gündüz-gece, efendim, Öğret ilm-i ledünni hece hece , efendim, Ma’rifet sırlarını ver gizlice efendim,

De ki, ey garîb sana ben imdâda gelmişim.”

—"Oğlum,şiirin güzel ve ma’nâları ince,

Ve bu ince zevkleri, tadarsın hallenince.

Dua et, yalvar, sızla, Allah bir kapı açsın,

Ve kalbine bu yolla ma’rifet nûru saçsın.

Bu ma’rifet nûruna benlikle kavuşulmaz,

Büyüklerden teveccüh olmazsa, ulaşılmaz.

Ayrıca, kalb, sivâdan kolayca kurtulamaz, Ondan kurtulmadıkça, hep Rabbiyle olamaz.” —"Efendim, ilim için ne emir buyururlar,

Ve hangi kitâbları okurlar, okuturlar?”

—”İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye baştır, En karanlık yoıllarda, en sağlam arkadaştır Ondan azîz dost olmaz, ondan vefâlı yâr yok,

Her işte zarar varsa, onda asla zarar yok.

İlimde bir tat var ki, başka şeyde bu tat yok, Allah’ın huzûrunda, âlimden makbûl zât yok. Nasıl kıymetli olmaz, Allah ilmi övüyor,

Bak Nebiyyi muhterem, bir hadîste ne diyor:

"Ara her yerde ilmi, o yer ister Çin olsun”

İlim öğrenmek farzdır, her mümin için olsun”

Sen kulak ver, Aliyyül mürtezanın sözüne “Köle olurum, bana bir harfi öğretene”

Âlimler, şerîati yıkılmakdan kurtarır,

Âlimler, yeryüzünde mücerred zıllulahdır. “Mürekkeb-i ulemâ râcihdir hattâ şundan Fî sebîlillah akan şehîdlerin kanından”

Çünkü cihâd-ı ekber, ancak ilm ile olur, Dareynde ilmi ile âmil olan kurtulur. Fa’tebirû... âyeti âlimler şanındadır “Âlimler âhırette nebîler yanındadır”

İlim âşıklar tâcı, ilim rûhlara gıda,

İlimdir devâ olan, yükselen her feryâda. Yolumuzun esası ikidir buyurulmuş:

“Peygambere ittiba, şeyhe muhabbet” olmuş.

Âlimin bir nazarı, bahasız hazînedir,

Bir sohbeti yıllarca, bitmez kütübhânedir.

Bu dînin âlimleri, hadîsle övülmüşler,

Benî İsrâil’deki nebîler gibidirler.

Okunacak kitâb çok, fakat çok zaman lâzım, Her zorluğu yenecek, mağlup olmaz bir âzim Sen çok kitâb okuma, birkaçını oku çok,

Onlarda çok şey vardır, olmıyan belki de yok.

İbni Âbidin meşhûr, fıkıh kitâblarından,

Onu çok okumalı, çok şey almalı ondan. Mektûbât kuds-i âyât tasavvufun lisânı Takva, vera’, ihlâsla âmil eder insanı.

Mevkufât ve Halebî, Birgivî risâlesi,

İhyâ’nın ve Kimyâ’nın pek çoktur fâidesi İlm-i kelâm, ilm-i hâl ve kısaca ilm-i dîn,

Mevcûddur Mektûbâtta, odur âyât-ı mübîn

Güzeldir, Mektûbâtta medh edilen kitâblar, Anlaşılmasalar da tâlib zevk için saklar. Mektûbât ve Berekât, Reşâhât ve Nefehât Kitablarından kalbe akar nûr ve füyûzât

Kitab çok, oğlum, ama zamanımız az kaldı Hocanla mutabıkım, o her şeyi anlattı.

Benim kitâblarımı, benim yazılarımı,

En büyük zevkle oku, an hâtıralarımı.

Râbıta’yı çok oku, halleninceye kadar,

O gizli ma’nâlara erişinceye kadar.

Hocanın kitâbı ki, Ebedî Seâdet’tir Küfrde hakkı savunan burc-i islâmiyyettir.

Dalâlet girdâbına düşen ümidsizlerin,

En sâdık rehberi o, onunla amel edin.

Onunla amel eden, onu zevkle okuyan,

Müstefîd olur bizzât Mektûbât’ın rûhundan.

Onu çok oku oğlum, ezberlesen de bile,

Onu öğren ve öğret, bana gel onun ile.

Takvâ ile âmil ol, sonra gelir arkası,

İstiğfâr eyle dâim, siler kalblerden pası.

Zikirsiz, salavatsız durup, günâh işleme!

Ve benim huzûruma böyle bir kalble gelme! Ben bir kalb istiyorum, dolsun, aşk ile dolsun,

Ve onun tek âmiri Allahü teâlâ olsun.

Her kalb, bu zevkı duymaz, o halde dikkatli ol, Hâlini düzelt, yoksa kapanır bu çıkar yol.

O zaman ki makamın esfel-i sâfilindir,

O halde hicret eyle, gençsin ve yol yakındır.

Bırak, biten zevklerin sonunu artık, yeter!

Bu çok kıymetli ömrü, beyhûde etme heder. Her dakikası, oğlum, hattâ her bir nefesi,

Ebedî hayât sunan âb-ı hayât katresi

Şimdi kendini topla, ilim oku bir yandan,

Bir yandan bana sarıl ve sarıl bana candan. Benim feyzim ve nûrum, aksın kalbine, aksın, Şerâreler duyulsun, rûhda şimşekler çaksın.

Kalbinin hazanını, bırak harman edeyim,

Ve istediğim gibi bir gülistan edeyim.

Öyle bir bahçe olsun mîzâbı ben olayım Yeşersin, su yerine feyz ü nûr akıtayım

Semâsı ben olayım ve huzûr yağdırayım,

Ve bir bahçıvân gibi, durmadan çalışayım.


Yetiştireyim onda en nâdir çiçekleri,

Ve koşsun bu bahçeye bahar kelebekleri.

En bulunmıyan kuşlar, ötsünler yana yana,

Hattâ anka-ı muğrib kavuşsun âşiyana Allah, Allah söyleyen rüzgârlar onda essin,

Cihân "Allah” diyerek, onu ziyâret etsin.

Ve ben bunu yaparım, bi-iznillah, evlâdım.”

—"Efendim, size teslim, nefsim, rûhum ve kalbim Söz veriyorum size ve geliyorum size,

Cândan, imdâd, diyerek, yalvarıyorum size.

Beni yalnız bırakman, kurt yer, körpe kuzuyum.

Aklım az, nefsim azgın, kalb kara, kötü huyum.

Bu alçak sıfatlarla, huzurunuza geldim.”

—”Mâdem ki, bize geldin, hoş geldin, kabûl ettim”

Kim vursa tevazuyla, kerîmin kapısına Bir gün gelir elbette, feth-i bâb olur ona Biraz öğrendin herhâl, işte bu benim yolum,

Esselâmü aleyküm, fî emânillah oğlum.”

Bu ma’nevî sohbeti oldukça kısa tuttum. Yoksa Efendi hazretlerinden size çok haberler verirdim. Ama âyet-i kerîme mucibince: "Göğsümü sıkıyor, dilimi söyletmiyor” deyip, muhabbetle okuyanları, o büyük insanın, belki hazret-i Mehdî’ye kadar eşi gelmez mürşid-i kâmilin rûhâniyet ve tasarruflarının yardımına havâle ile iki dünyâ seâdetlerine dua eder, bu âciz kula hüsn-i hateme ile dua buyurmalarını istirham ederim.

Ömür var bir an etmez, an var bir ömre bedel!



[1] Efendi hazretlerini rüyâda gördüm. Çok yakın idiler. Fâtiha-yı şerîfeyi tane tane ve her âyetinin sonunda durarak okudular, öğrettiler...Veladdâllîn dediklerinde, bu fakîr de “âmîn” dedim. Sesle söylemişim.Yanımda bulunan beni uyandırdı ve “ne oluyor?” dedi. Bu rüyâyı anlattım.

[2] Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), her gün kendisini ziyârete gelen Ebû Hureyre hazretlerine böyle buyurmuştur. Ya’nî “gün aşırı gel, muhabbeti artırır” demektir....

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar