GÜN BATARKEN GÖRDÜĞÜM SON IŞIK
ÖNSÖZ
Bismillahirrahmânirrahîm
Âlim kullarını kendi
vahdaniyyetine şâhid tutan Allahü teâlâya, beğendiği şekilde sayısız hamdü
senâlar olsun! Habîbi Muhammed Mustafâ’ya, sevenlerinin nefesleri sayısınca en
temiz salât ü selâmlar, Âline, Eshâbına ve kıyâmete kadar ona tâbi' olanlara en
iyi dualar ve bu kitâbın yazılmasından esas maksad olan azîz hocamıza, ismi
dillerde, sevgisi kalblerde, kitâbları ellerde oldukça rahmetler olsun!
Kalem dil, dil kalem olsa,
sevgili hocamız Hüseyin Hilmî Beyefendiyi anlatmaktan âciz kalır. Allahü
teâlânın fadlına, ihsânına kavuşmuş olanların hâlini ve mertebesini ancak
Allahü teâlâ bilir. Küçüklerin büyüklere değer ve derece biçmesi yakışık
almayacağından kendilerini öven sözler yerine, hayatından, yetişmesinden,
ilminden, edebinden, hallerinden, sözlerinden, eserlerinden, dînimize
hizmetinden, amelinden, ihlâsından, Allahü teâlâya ve sevgili kullarına
muhabbetinden bahsedip, yüksek üstâdlarından aldığı yolu, asrımızın insanına
sunmasıyla açtığı çığırdan bahs etmek herhalde daha münâsib olur. Bunun için
kendimi, Süleyman aleyhisselâmın huzûruna bir çekirge budu hediye götüren
karıncaya benzetip, hünerimin ve kudretimin bu kadar olduğunu kabulle iftihar
ediyorum. Hocamdan duyduklarım, öğrendiklerim ve edindiklerim bu kitâbda yazılı
olanlardan ibâret değildir. Belki bunlar denizde bir damla kadardır. Ama (bir
damla denizden haber verir) sözü mûcibince, Onların vefâtlarından sonra acımı
teskin, sızlayan kalbimi teselli için, hâtırasını yaşatmak ve bir daha o
günleri yaşamak arzusuyla bir kaç kelime yazdım. Mısra:
Geçmiş zaman olur ki, hayâli
cihân değer Şunu arz edeyim ki, Hüseyin Hilmî Hocamız, eserleri ve müktesebâtı
ile: "Her yüz sene başında bu dîni kuvvetlendiren bir müceddîd gelir"
hadîs-i şerîfiyle tebşîr edilenlerdendir. Böylece hakîkî insanların, Allah
adamlarının hallerini okumak, onları tam bir muhabbetle sevmek, gösterdikleri
doğru yolda yürümek, onların silkine girmeğe, ve bu yolla sonsuz seâdete
kavuşmağa götürür. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı
kerîmde; "İyi insanlarla beraber bulununuz" buyuruyor. Yine bir
âyet-i kerîmede, "Allahü teâlâya kavuşmak ve gösterdiği yolda gitmek için
vesîle, vâsıta arayınız" buyuruluyor. Allahü teâlânın âlim ve evliyâ
kulları, Onun emir ve yasaklarını kullarına bildiren birer vâsıtadır. Hadîs-i
şerîfte: "Salihlerin isimlerinin anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner"
buyuruldu. Bir hadîs-i kudsîde, sevgililer ve makbûllerle berâber bulunanlara
(Celîs-i ilâhî) denildi. Yine bir hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ: "Ben, beni
zikr edenin yanındayım" buyurdu.
Peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) üç vazîfesinden ikisi olan, şerîatı yayma mükellefiyyeti ve
kalbleri kendine çekme ve kalblere feyz sunma vazîfesi, büyük âlim, ârif ve
mürşidlere verilmiştir. Ya'nî hakîkî bir mürşidin sohbeti, bütün ni'metlerin
üstünde olup, her derde devâdır. Bakışları hastalıklara şifa olup, sözleri, ölü
kalblere hayât vermektedir. Mürşid-i kâmil, kararan kalblere nûr, vesveseli ve
kararsız gönüllere huzûr sunan eşsiz bir tabîbdir. Böyle büyük âriflerin ve evliyânın
rûhları, isimlerini edeble ananların yanında hâzır olur. Herkesten yüz çevirip,
kendilerinden imdâd isteyenleri tasarruflarına alırlar. Zaman ve mekân onların
rûhları için bir başka ma'nâ taşır. Yeter ki, onlara tam ihlâs ve muhabbetle
bağlanılsın. Bundan sonra neler neler... olur. İşte bu kitâbımızda
menkıbelerinden âcizâne bahsedeceğimiz sevgili hocamız Hüseyin Hilmî Beyefendi,
yukarıda çok kısa kemâlâtına ve büyüklüğüne temas ettiğimiz en büyük mürşid-i
kâmillerden Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin Cennet misâli sohbetlerinde bulunup
on üç sene kendisiyle beraber olup, en yakın evlâd muâmelesi görmek şeref ve
seâdetine kavuşmakla, zamanın diğer âlimleri ve insanları arasında temâyüz
etmiştir. Nûr içinde yatsın! âmin.
Süleyman bin Ahmed 1423-2002
GÜN BATARKEN
HASTA KALBLER TABÎBİ SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ (Rahmetullahi teâlâ aleyh)
Seyyid Abdülhakîm Efendi,
Sofiyye-i Alîyye’nin en ileri gelenlerinden, ilmi ile amel eden âlimlerin
kâmillerinden olup, ömrünü dînin tervîcine ve islâm ilimlerinin neşrine bezletmiş
ve bütün malını bu yolda harcamıştır. Kendi zamanında islâm dînini, marûz
kaldığı küfür ve bid'atin yıkıcı dalgalarından himâye etmeğe çalışan son en
büyük kal'adır.
Nakşibendî,
Müceddîdî, Hâlidî yüksek yolunun meşâyıhından olup, seyyidi ve senedi Şeyh
Seyyid Fehîm hazretlerinin (kuddise sirruh) beş tarîkte, ya'nî Nakşibendî,
Kâdirî, Sühreverdî, Çeştî ve Kübrevî yollarından halîfesi olmakla şereflendiği
gibi, ayrıca biraz sonra bildirileceği üzere Üveysîlik yolunda da izinli idi.
İsmi ve Âilesi : İsm-i âlisi
Abdülhakîm (Hikmet sâhibinin kulu) olup, Allahü teâlâ kendisini ismi ile
müsemmâ (isminin ma'nasıyla eş) kılmış, yani zâtına hikmeti tevdi' etmiştir.
Nitekim Hak Teâlâ : "Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet
verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir." (Bakara-269) buyuruyor.
Ve gerçekten her sözü ve her işi hikmetli idi. Hiç mübâlâğasız asrımız
âlimlerinin zâhirî ve bâtınî ilimlerde en kâmil ve mükemmili olup, memleketi
icâbı Şâfiî mezhebinde olmakla beraber Hanefî mezhebi ahkâmına da riâyet
ederdi. Ya'nî mezheb olarak Şâfiîyyül-Hânefî idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Hanefîyyüş-Şâfiî olması gibi. Şunu da arz edelim ki, velâyeti ve ilmi kadar,
diğer bir fazîleti de Sâdât-i Hüseyniye mensûb olmakla Resulullah'ın (Sallalahü
aleyhi ve sellem) Âl ve evladındandır. Ebû Zer Gıfârî’nin (Radıyallahü anh)
bildirdiği hadîs-i şerîfte : "Yaylar ve kemerler gibi bükülünceye kadar
namaz kılsanız da, Resûlullah’ın Âlini sevmedikçe faydası olmaz."
buyuruldu.
Babası Seyyid Mustafa, onun
babası Seyyid Muhyiddin, onun babası Seyyid Muhammed, onun babası Seyyid
Abdürrahmân Kutub, onun babası Seyyid Abdullah... Onun babası İmâm Mûsâ Kâzım,
onun babası İmâm-ı Câfer-ı Sâdık, onun babası İmâm Muhammed Bâkır, onun babası
Zeynelâbidîn, onun babası da Hazret-i İmâm Hüseyin’dir. (Radıyallahü anhüm
ecmâîn). Babası, "Halîfe Mustafa" ismi ile meşhûr olup, evliyâlık
nûru ile bir kimsenin yüzüne baksa, meselâ hangi namazı kaçırdığını anlardı.
İlim ve marifet ehli olup, çok cömerd, kuvvetli amel sâhibi idi. dînin yayılması
için bütün varlığı ile çalışır idi. Âlimleri çok sevdiğinden, bu mes'ûd oğlunun
ismini bütün müslümanlarca ve her yerde bilinen fazîletli, büyük âlim
Abdülhakîm Siyalkutî’nin ismiyle teberrük ederek Abdülhakîm koydu.
Bütün
babaları ve dedeleri hâtırı sayılır âlimlerden ve sâlihlerden olup, dedesinin
dedesi Abdürrahmân Kutub ‘Âlim-i Arvâsî’ diye tanınan Kâdirî ve Çeştî
yollarında halkı irşâd eden, asrında bütün müşkilleri halleden (çözen) emsâli
târihte ender gelmiş olan büyük âlim ve evliyâdan idi. Dedelerinden Seyyid
Cemâleddin ‘Âlim-i Rabbânî’ ve daha çocukluğunda ve gençliğinde ‘Din âlimi’
ismini almış, her ilimde söz sâhibi idi. Onun dedesi Seyyid Muhammed Kutub Velî
olarak tanınır. Van tarafına gelip Müküs kazâsı köylerinden Arvâs'a yerleşen
budur. O tarihten itibaren ‘Arvâs Seyyidleri’ olarak anılırlar. Arvâs arabcada
‘sarsılmaz, yüce dağlar’ demektir. Onun büyük dedesi Seyyid Hacı Kasım
"Âlim-i Bağdâdî" olarak tanınır ve Bağdâd’dan Mısır’a kadar ilmi ve
tedrisi uzanmıştı. Câmi-i Ezher’de de hocalık yapmıştır. Dedesi Cemâleddin
‘Âlim-i Dîn’ olarak tanınır. Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin (kuddise
sirruh) dayısı idi. Yukarıdaki izâhdan anlaşılıyor ki, Seyyid Abdülhakîm
(Kuddise Sirruh) Resûlullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) Ehl-i Beytinden olup
meslekleri ilim, irfân ve islâma hizmet etmek olan bir âileye mensûbdur.
Doğumu
ve Tahsîli: 1276 Hicrî (m.1 860) senesi Şevvâl ayına rastlayan Nisan ayında
Başkale kasabasında dünyâya geldi. Babası, daha çok küçük sayılacak bir yaşta
terbiye ve tahsîline ihtimâm göstermiş, çocuk yaşta ibtidâiyye ve rüşdiyye [ilk
ve orta] mekteblerini bitirmiştir. Yeri gelmişken söyleyelim: Derler ki, dört
yaşından sonra üzerinden namaz geçmemiştir. Zeki, anlayışlı, fıtraten akıllı ve
tedbirli olup, sonu pişmanlık olan işlerden uzak idi. O civardaki bu
tahsîlinden sonra babasının irşâd ve yol göstermesi ile, yukarıda bahsi geçen
Arvâs köyünde bulunan, büyük mürşid, derin âlim ve asrının teki Seyyid Fehîm
hazretlerine geldi ve bulduklarını burada buldu, kavuşmak istediklerine burada
kavuştu. Sâhildeki bir balığın deryaya kavuşmasındaki sevinç, arzu, istek ve
gayretine bir de muhabbet eklenince, ilim, ma'rifet denizinden inciler elde
ederek, gece gündüz çalıştı ve cum'a geceleri hâric, yatakta yatmayıp, tab'iî
ihtiyâc olan uykuyu tahta sıralar üzerine bir parça yaslanarak geçirdi ve bu
hâl on sene devâm etti. 1300 [m.1883] senesinde, üstâdı Seyyid Fehîm
hazretlerinden bütün ilimlerde, ya'nî Sarf, Nahiv, Mantık, Münâzara, Vadı’,
Beyân, Me’ânî, Bedî', Kelâm, Usûl, Fıkıh, Tefsîr, Tasavvuf, müslümanlara
nasihat, Hanefî ve Şâfiî mezheblerince fetvâ, fen ilimleri [fizik, kimyâ,
biyoloji] aritmetik, geometri, astronomi... ve benzeri ilimlerde icâzet
[diploma] almakla şereflendi. Bu icâzeti ise Resûl-i Ekrem’e (sallallahü aleyhi
ve sellem) kadar kopuksuz ulaşan, büyük bir izin belgesi idi. Aralarında çok
büyük âlimler vardı. Âlim, fâdıl Ubeydullah Eşnevî, musannif İmâm Necmeddin
Abdülgaffâr Kazvînî, kadıl-kudat üsvet-ül-muhaddisîn Şeyhül-İslâm Muhammed bin
Muhammed Cezrî, Şeyh Muhyiddin Nevevî, allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, İmâm
Fahreddin Râzî, Hüccet-ül İslâm Muhammed Gazâlî, Şeyh Ebû Tâlib Mekkî,
Seyyidüt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, Şeyh Ma'rûf-i Kerhî, Hasan-ı Basrî, İlmin
kapısı diye bilinen Hazret-i Alî (aleyhümürrahme ver-rıdvân) bunlardan birkaçı
olarak gösterilebilir.
Tasavvufta Kemâlleri: Seyyidi
ve senedinin hizmeti ve sohbeti ile şereflenince, henüz çocuk denecek yaşta
iken, tarîkata kabülü için istihâre ile emr olununca, o gece rüyasında şeyhi
Seyyid Fehîm hazretlerini gördü. Beraberinde şeyhinin şeyhi Seyyid Tâhâ Hakkârî
de vardı. Seyyid Tâhâ, Seyyid Fehîm’e "Abdülhakîm’i cevâzımât-i hamse
[kalb, rûh, sır, hafi, ahfa] çeşmelerinden kendi elinle yıka ve kendisine, İmâm
olup, bize namaz kıldırmasını söyle!" buyurdu. Rüyasını Şeyhi Seyyid
Fehîm’e arz edince, çok çok sevindi ve yollarının gizli zikrini ona telkîn edip
tarîkat silkine dâhil eyledi. Derler ki, Seyyid Fehîm hazretleri, rüyâsında
Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görüp, kendisine:
"Oğlum Abdülhakîm’in terbiyesinde kusûr etme!" buyurdu. Bundan sonra
tam bir ihtimâmla onu yetiştirmeğe koyuldu. Tasavvufda kemâle gelinceye kadar
husûsî bir terbiyeye tâbi' tuttu. Daha işin başında şeyhi kendisine râbıta
etmesini emir edince, ilk râbıtada Gavs-üs-sakaleyn Şeyh Abdülkadir Geylânî’yi
(kuddise sirruh) gördü. Ona çok sualler sordu ve cevâblarını aldı. Mısra:
Senenin
bereketi, behârından belli olur.
Yukarıda bildirilmiş olan
ilimde ica'zeti aldıktan sonra, beş sene, sırf tasavvuf çalıştı. Bu sırada yüz
gün süren ikibuçuk erbaîn çıkardı. Yollarındaki her makamı adım adım geçti.
Seyr-i ilallah, seyr-i fillah, seyr-i anillahi billahı tamamladı. Ya'nî bu
tâifenin ıstılahından olan fenâ ve bekâya kavuştu. Muhammedî ve Ahmedî
velâyetlere ulaştı. Velâyet-i Ahmediyeye kavuşmasının nişânesi olarak, bütün
oğullarını Ahmed ile isimlendirip, Ahmed Enver, Ahmed Neyyir Mekkî ve Ahmed
Münir diye çağırdı ve: "Yirmi tane oğlum olsa, hepsini Ahmed diye
isimlendirirdim" buyurdu. Ve sonunda mutlak hilâfetle tahlîf edildi ve
yukarıda geçtiği üzere beş tarikten şeyhinin halîfesi oldu. Sene 1305 (m.1887)
idi. Ve irşâd, ta'lîm ve tedrîs için, memleketi olan Başkale’ye gönderildi.
Seyyid Abdülhakîm Efendi, şeyhi
Seyyid Fehîm hazretlerini gerçekten bütün kalbi ve rûhu ile sever, her fırsatta
onun ziyâreti ve sohbeti ile şereflenir ve yolda yiyeceği tükense, şeyhini
sevmeyen köylülerin yemeklerinden yemez, heybesindeki kuru yemiş artıkları ile
yetinirdi. Şeyhi de onu çok sever, huzûrda terbiye için ona
"Abdülhakîm", gıyâbında bahs geçince, "Seyyid Abdülhakîm
cenâbları" diye hitâb ederdi.
Başkale’de irşâd, ta’lîm ve
tedrîs ile otuz sene meşgul oldu. Çok âlim ve velî yetiştirdi. Bu arada
kardeşleri mevleviyyet [profesörlük] mertebesini ihrâz ettiklerinden ilim,
medrese talebesini onlara tevdi' edip, kendileri tamamen mürîdlerin terbiyesi
ile meşgul oldular. Medrese ve tekkenin bütün masrafları kendi uhdesinde idi.
1
332 (m.1914) senesinde Birinci dünyâ Harbi çıkıp doğudan önce Ermeniler,
ardından Ruslar kudurmuşcasına güzel memleketimize saldırıp, genç, ihtiyar,
çocuk, kadın, ev, bark demeden öldürüp, yakıp yıkmağa başlayınca, önce Irak
tarafına göç etmiş, bütün âilenin maddî ve ma'nevî yükünü omuzlarında taşımış,
musîbet ve meşakkatten de nasîbini almış idi. Musul’dan bir iki sene sonra
Adana’ya, oradan Eskişehir’e ve nihâyet 1 337 (m.1919) senesinde İstanbul’a
geldi. Eyyûb Sultan’daki Yazılı Medrese’de bir müddet kaldıktan sonra
yukarıdaki tepede Murteza Efendi mescidine şeyh ve imâm olarak ta'yîn edildi.
Hemen ömrünün sonuna kadar burada kalıp, ilim, irşâd, va'z ve nasihatle meşgul
oldu. Sohbetlerinin çoğu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından idi. Yeni
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, çeşitli câmîlerde ders, va'z ve
nasihatleri devâm etti. Bu arada zamanın fitne oklarına hedef olmaktan da
kurtulamadı. İki def’a sürgüne gönderildi. Birincide Menemen’e, ikincide
İzmir’e gönderildi. Burada az bir zaman kalıp, Ankara’ya nakl edildi ve onbeş
yirmi gün sonra orada 29 Zil-ka'de 1 362 [27 Kasım 1943] Cumartesi günü vefât
eyledi ve Bağlum nâhiyesine defn olundu. Aleyhirrahme ver-rıdvân.
Azîz
babalarından ve yüksek meşâyıhından feyz almaları: Baba ve dedeleri, âile
şeceresinde en son ve en büyük dedeleri olan Hazret-i Alî’den (radıyallahü anh)
iki yolla, ya’nî Kâdirî ve Çeştî tarikleri ile kendilerine ulaşan velâyet
nûrlarının ilk menba'ı olan Nûr-i Muhammediyye ve feyz-i nâmütenâhiye kavuşmuş
ve sanki bu nûrlar, âilenin diğer insanlar arasında imtiyâzı ve husûsî hâli
olarak devâm etmişti. Zirâ üçüncü babadan yukarıdaki dedeleri Kâdirî ve Çeştî
yollarının en büyük mürşidlerinden olarak bilinirler. Bu husûsta çok kitâb
telif etmişlerdi.
Güneşlerin güneşi, şerîat ve
tarîkatın ankâsı Ziyâeddin [Dinin parlak ışığı] Mevlânâ Hâlid Bağdâdî (kuddise
sirruh) islâm semâsında doğup, ilim, irşâd ve hidâyet nûrları ile dünyânın her
tarafını aydınlatınca, devrin insaflı âlimleri ve sâlihleri, onun hakîkat ve
nûr denizinden nasîblerini aldılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri ise, Nakşibendî
Müceddîdî yolunu ve feyzlerini, bir bakış ve teveccühle karşısındakini
evliyâlık mertebesine ulaştıran Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinden, o da
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i Elf-i Sani’ye mahsûs kabiliyetinin son
temsilcisi Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden, o da Habîbullaha mahsûs sırlar
ma’deni seyyid Muhammed Nûr’dan, o da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu,
sünnetin ihyâ edicisi ve Hindistan’da bid’atin kökünü kazıyıcı olan Muhammed
Seyfeddin Fârûkî’den, o da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kaim-makamı babası
kayyûm-i âlem şeyh Muhammed Masûm hazretlerinden, o da babası Hicrî ikinci
binin başında islâm dînini yenileyip, Asr-ı Seâdet’teki nûrlu hâline getiren
İmâm-ı Rabbânî şeyh Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinden, o Muhammed
Bâkıbillah, o Hacegî Emkenegî, o Muhammed Derviş, o Muhammed Zâhid, o Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr Taşkendî, o Ya'kub-ı Çerhî, o Hâce Alâeddin-i Attâr, o ise
Hâce-i âlem reis-i tarîkat Şâh-ı Nakşibend diye ma'rûf Muhammed Behâeddin
Buharî’den.. ve bundan sonrası herkesin bildiği silsile yolu ile Sıddîk-i
a'zam’dan (radıyallahü anhüm ecmaîn) ahz etmiştir [almıştır].
Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh)
takrîben dokuz ay kadar Abdullah Dehlevî hazretlerinin huzûrunda bulunup, nûr
saçılan sohbet, hizmet ve teveccühleri bereketi ile yetişmiş olup, mutlak
hilâfet ve binlerce fûtuhâtla Bağdâd’a dönünce, Hind’e göre artık garbdan bir
güneş doğmuş oldu. Sohbet ve kimyâ nazarları ile ulemâdan, sülehâdan, ümerâdan
binlerce tali’li, Muhammedî ve Ahmedî velâyet derecelerine erişip, Müceddîdî
nûrlara ve mertebelere kavuşup, her biri halkı irşâd için bir şehre veya
beldeye gönderildi.
Bunlardan biri irşâd ve medâr
Kutbu mertebeleri ile şereflenen Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretleridir. Şeyh
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin necîb neslindendir. Lakabı, Şehâbeddin’dir
[dinin yıldızı]. Amcası Seyyid Abdullah, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin arkadaşı,
sırdaşı ve en büyük halîfelerinden idi. Yeğeni Seyyid Tâhâ hazretlerini,
Mevlânâ’nın isteği üzerine Bağdâd’a Mevlânâ hazretlerine götürmüştür. Mevlânâ
bu iki cevher için "Beni bu ikisinden üstün tutmayın; onlar şehzâdelerdir;
yakında sultan olacaklar. Biz birkaç günlüğüne onlara lalalık yapıyoruz"
buyurmuştur. Şemdinli yakınında Nehrî’ye yerleşmiş ve orada irşâdla meşgul
olmuştur.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin irşâd
makamındaki satveti, tasarrufu, kerâmet ve hârikaları, büyük ceddi Gavs-i
Geylânî hazretlerininkine benzemekte olup yazılacak, sayılacak cinsten
değildir. Hakîkaten Resûl-i Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vârisi idi.
Daha çocukluğunda heybet ve
vakar sâhibi olup küçük yaşta Kur'an-ı kerîmi ezberlemişti. Sonra Süleymaniye,
Kerkük, Revandız, Erbil, Bağdâd ve benzeri bir çok medreselerde aklî ve naklî
ilimleri, en büyük âlimlerden tahsîl edip, Berdesur’a dönmüş, orada bir medrese
yapıp, ilim neşrine başlamıştı. Bu sırada amcası Seyyid Abdullah, Mevlânâ Hâlid
hazretlerinden hilâfetle, Şemdinli’nin Nehrî kasabasına gönderilmiş ve orada
irşâdla meşgul bulunduğundan Seyyid Tâhâ onun bereketli nazar ve eşsiz
teveccühlerine kavuşup, Mevlânâ’nın emri üzere amcasıyla Bağdâd’a gelmiş,
Mevlânâ Hâlid kendisine: "Sen Gavs hazretlerinin torunusun, ondan
izinsiz sana tasarruf edemem. Var, onu ziyaret eyle, bakalım ne buyurur"
deyince, kalkar, büyük ceddi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrini
ziyaret eder. Ziyâret esnasında Gavs hazretleri kabrinden çıkar ve bu torununu
okşayıp, :"Benim yolum, her ne kadar büyük ise de, şimdi yeryüzünde bu
yolda büyükler görünmüyor. Seni her tarikte hakîkî mürşid Ziyâeddin Mevlânâ
Hâlid’in terbiyesine ısmarlarım" buyurur. Böylece Mevlânâ kendisini
terbiyeye başlamış, seksen günde yetmişbin perdeyi aşıp vasl-ı uryâni ile
Rabbine kavuşmuş, nihayetsiz fûtûh ve makamlarla, bizzât mürşidi tarafından,
şehrin dışına kadar teşyi' edilerek, Berdesûr’a uğurlanmış, bir müddet sona
Nehrî’de bulunan amcası Seyyid Abdullah’ın vefâtı üzerine, oraya gelmiş ve kırk
sene kadar civâr halkı, ya'nî Irak’ın kuzeyi, İrân’ın batısı ve Doğu Anadolu
ehâlisini irşâd etmiş, Ehl-i Sünneti kuvvetlendirmiş, etnik yapısı karışık olan
o bölgeyi, tek bayrak altında toplamış, şi’îliğin Doğu Anadolu’ya girmesine sed
çekmiş, velâyetteki rüsuh, irşâddaki istikâmet ve nazarındaki bereket ve
teveccühü sebebiyle, kuvvetli tasarruf ederek, o bölgede yeni bir çığır ve
devir açmıştır. Ermeniler dahi huzûra gelip, gördükleri harikulâde hallerle
müslüman olmakla şereflenmişlerdir. Nehrî’deki suyun başındaki yerde sohbet
ettiği zaman, kırk dönüm arazi insanla dolarmış. Nehrî’ye giderken yolun
altında, çayın kenarında Zi-Tuva ismini verdikleri çeşmenin yanında, bir gün
bin kişiye teveccüh etmiş de, beşyüzünü bir anda kerâmet mertebesine
kavuşturmuştur. Kerâmetleri, tasarrufları, halîfeleri hakkında geniş bilgi
İslâm Meşhûrları Ansiklopedimizin 3.
Cild
1915. sahifesinden itibaren yazılıdır.
Seyyid Tâhâ hazretleri 1269
(m.1 852) senesinde Nehrî’de vefât edip, kabristanın yukarı tarafında defn
olunmuştur. Allahü teâlâ rahmet ve rıdvânına mazhar eylesin. Bu fakîr, kabrini
birkaç def’a ziyâretle şereflendim. Kabrinin ve orada bulduğum kalbinin bereket
ve tasarruflarına kavuşmak se’âdeti, sanki âhıret için, onları sevenler,
onlarla olur müjdesini fısıldadı. Yerine, kardeşi, marifetler ve yüksek
makamlar sâhibi Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin etmişti. Halîfelerinin en
büyüğüdür. 1282 (m.1 864) de vefât etmiş, ağabeyisi ve mürşidi, iki dünyâ
seâdetinin sebebi, Seyyid Tâhâ hazretlerinin ayak ucunda defnini istemiş ve
öyle yapmışlardır. Ziyaretçilerin bu iki mezarı üç taşla görünce muhabbetleri
çoşar.
Seyyid Tâhâ ve Sâlih
hazretlerinin babaları Molla Seyyid Ahmed, onun babası Seyyid Sâlih, onun
babası Seyyid İbrâhim’dir. Şemdinli’nin Meleyân [mollalar, âlimler] köyünde
medfunlardır. Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah’ın çok talebesi
ve mürîdi vardı. Babasından sonra amcasından kemâle geldi. Kâbe’yi tavaftan
sonra iki rekat namaz kılarken rahmeti Rahmân’a kavuşmuş olup, Mualla
kabristanındadır.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyük
halîfelerinden biri de, ilim, amel, hârika ve tasarruflar sâhibi, Gavs-i Hizânî
diye bilinen Seyyid Sibgatullah Arvâsî hazretleridir. Tasarrufu çok kuvvetli
idi. Çocuklarda bile eseri görülürdü. Bir baktığı kimse, kendini gayb ederdi.
Seyyid Sibgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin
dedesi Seyyid Muhyiddin’in babası Seyyid Muhammed’in kardeşi Seyyid Molla
Lutfi’nin oğlu olup, sohbetinde bulunanların ve teveccühüne mazhar olanların
hepsinin kalblerinde muhabbet ateşi yanardı. Şerîate son derece bağlı olup,
sünnet-i seniyyeden hiç ayrılmazdı. "İçi dışından iyi olmayan velî
olamaz." Kâmil mürşidin sohbeti bulunmaz bir ni’mettir", "Evliyâ
menkıbeleri muhabbeti artırır, Eshâb-ı Kirâmın hallerini okumak, dinlemek,
îmânı kuvvetlendirir ve günâhları mahveder" buyururdu. 1287 (m.1870)
senesinde âhırete intikal etti. Kuddise sirruh. Hîzan’ın Gayda mevki’indedir.
Gavs olduğunun eserlerini, bu fakîr ziyâretim esnâsında müşâhede etmişimdir.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin en
büyük halîfelerinden biri Hazret-i Şeyh diye bilinen Seyyid Fehîm Arvâsî
hazretleridir. Anası da, babası da Ehl-i Beyt-i Nebevî’dendir. Babası
Abdülhamîd, genç yaşta vefât etti. Annesinin ve üvey babası Seyyid Muhammed’in
şefkatli kanatları altında büyüdü. Arvâs’ta, Müküs’te, sonra Cezire’de, Şeyh
Halîd Cezrî’den ilim tahsîl edip, kısa zamanda emsâl ve akranını geçmiş, ilmi,
zekâsı ve diyâneti ile meşhûr olmuştur. "Allâme"
diye
bilindi. Mezhebi şafi’î, meşrebi hanefî idi.
Bu sırada şarkta bulunan irşâd
ve medar kutbu Seyyid Tâhâ Hakkârî hazretleri, Seyyid Fehîm hazretlerinin
amcazâdesi ve kendi halîfesi olan Seyyid Sıbgatullah [Gavs] hazretlerine, bir
daha gelişinde, Seyyid Fehîm hazretlerini de getirmesini emr buyurmuş, o da ilk
ziyâretinde beraberinde Nehrî’ye getirmiş ve geliş o geliş, yükseliş o yükseliş
olmuştur. Bir müddet gökyüzünün yeryüzüne gıbta ettiği cihanda eşi olmayan o
huzurda bulunduktan sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin emriyle, Muş’un Bulanık
kazası Âbirî köyünde meşhûr âlim Molla Resûl-i Sibkî hazretlerine gidip,
tahsîlini tamamlamıştır. Her fırsatta Nehrî’ye gelirdi. Bir def’asında altmış
gün kalıp, gece gündüz istifâde ve istifâze ile feyz ve nûr deryalarına gark
olmuş, geceleri de yatıp uyumamıştır. Nehrî’ye ilk geldiği günün ma’nevî
hâsılatını üstâdı Seyyid Tâhâ hazretleri: "Molla Fehîm bu bir günde
başkalarının altı ayda kavuştuğuna ermiştir" mânidâr cümleleri ile ifâde
etmişlerdir.
Kısaca o eşsiz huzûrda
Velâyet-i Hassa-i Muhammediyye makamına, Nakşibendî nisbeti olan huzûr ve
âgâhiyye, Müceddîdî esrârına, Hâlidî feyz, nûr ve kemâlâtına ve kerâmâtına
mazhar olunca, irşâd için izin ve hilâfet verilip, Arvâs’a gönderilmiş ve orada
irşâd postuna oturup bir yandan ilim, diğer yandan tasavvufun feyz ve nûrlarını
saçarak bölge halkını irşâd ve tenvîre çalışmış ve bir müddet sonra o havâlide
istikamet ve şerîate bağlılığı ile tanınıp, uzaktan yakından huzûruna
koşmuşlar, rûhları ve kalbleri ihyâ eden sohbetleri ile hayât içinde hayât
bulmuşlardır.
Hazret-i Şeyh (kuddise sirruh),
kanâat, tevekkül, zühd, takvâ, muhabbet, rızâ ve teslîmde bir rûh-i mücessem
idi. Gerçekten irşâd güneşi idi. Torunu Van müftisi Seyyid Kasım Efendi’den
duydum. Şöyle anlattı: Benim arabî hocam, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretlerinin Başkale’de yetiştirdiği âlimlerden olup, Abdülhâkim Efendi’den
naklen anlattı. Buyurmuş ki: Eğer Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’nın kemâl vaktine
yetişseydi [bir bakımdan da olsa] ondan istifâde ederdi. Eğer Seyyid Tâhâ,
Hazret-i Şeyhin kemâl vaktine ulaşsaydı, ondan istifâde ederdi." Her halde
kısaca anlatmağa çalıştığım bu iki büyüğümüzün ma’nevî mertebelerinden
birşeyler anlaşılmış oldu.
Hazret-i Şeyh iki def’a hacca
gitmiştir. Pek heybetli, çok güzel idi. Gölgesini gören evliyâ olduğunu
anlardı. Kerâmetleri, hârikaları "İslâm Meşhûrları Ansiklopedi"mizde
uzun yazılıdır. Kerâmetlerinin en büyüğü, istikâmeti, ya’nî şerîatten hiç
ayrılmamağa çalışması idi. Sünneti seniyyeden hiç ayrılmazdı. Yer yüzünde
Eshâb-ı kirâmın numûnesi idi. Zamanında ve Van vilâyetinde benzeri yok idi. Her
nev'i ilmi, zirâati ve san'atları, siyasî bilgileri pek iyi bilirdi. İlmi
Allahü teâlânın vergisi idi. Van vâlisi çözemediği mes'elelerini gelir sorar ve
çözerdi. Ömründe bir namazı cemâ’atsiz geçmedi ve bir teheccüdü kaçırmadı.
Şöhretten çok sakınırdı. Seyyid Fehîm hazretleri; oğlu Muhammed Emîn, Şeyh
Abdülhakîm, Halîfe Derviş, Halîfe Alî —ki bu dördü halîfeleridir— Molla
Abdülcelîl ve şeyh Resûl gibi allâmeleri ve velîleri yetiştirmiştir. İlimde
me'zunları altmış kadardır. Mütevâzı ve müeddeb olduğu halde, o havâlide o
kadar meşhûr olmuştu ki, hırsızlar ve eşkıya bile kendisinden korkar, hayâ
eder, huzûruna gelip tevbe eder, Allah yolunun sâlikleri olurdu.
Kısaca Seyyid Fehîm hazretleri,
asrında zâhiren o bölgeye, zımnen bütün dünyâya gönderilmiş bir rahmet-i Hak ve
nûr-i ilâhî idi. Kerâmetinin en büyüklerinden biri de Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri gibi bir kâmil velîyi yetiştirmiş olmasıdır. Cinleri de irşâd eder,
onlara ilim ve tasavvuf öğretir, ya da öğretecek adamları vazîfelendirirdi.
"Allah’a şükürler olsun; Seyyid Tâhâ’yı gördüm, tarîkat ve hakîkatın ne
olduğunu öğrendim" buyururdu. Seyyid Fehîm hazretleri, şerîatın canlı
misâli idi. Sahte fakihleri mürâî hocaları, yalancı şeyhleri hiç sevmezdi.
"Din bunların eliyle harâb olur" buyururdu.
1293 (m.1 877) Türk-Rus
harbinde, Ruslara karşı savaşmak ve Allah yolunda cihadda bulunmak için Doğu
Bâyezid cephesine gelmiş, sevenleri ile beraber kahramanca savaşmışlardır. Bu
sırada fırsat buldukça çevre halkına va'z, nasihat ve irşâdla meşgul olmuştur.
Hacca giderken İstanbul yoluyla gitmeği tercîh edip, Sultan Abdûlhamid Hân ile
de sohbet etmiştir. 3 Mart 131 3'de [15 Şevval 1314; m.1898] salı günü vefât
etmiş, Arvâs kabristanında defn olunmuştur. Aleyhirrahme ver-rıdvan. Her
ziyaretde edindiğim intiba ve kalbime doğan o idi ki, o kadar doğru ve müstakîm
idi ki, yanında her doğru eğri, her kâmil nâkıs, her güzel çirkin, her büyük
küçük, her sağlam hasta, her iyi kötü kalırdı.
Yine sözümüze gelelim: Mezkûr
büyük evliyâ (kuddise sirruhun) sünnet-i seniyyeye uymakla ve kendi meşayihine
muhabbet râbıtası ile bilinirler. Çünkü bu iki özellik, bulundukları yolun,
yani Nakşibendî, Müceddîdî Hâlidî tarîkatının âlâmet-i fârıkası ve esasını
teşkil etmektedir. Bu silsilede bulunanların çok sayıda kerâmet ve hârikulâde
halleri görülmüştür. Seyyid Fehîm hazretlerinin yüzüne bakan, hakîkaten Allahü
teâlâyı hâtırlardı. O öyle bir velî idi ki, ayakları yerde, başı Arş’ın
üzerinde idi. Hadîs-i şerîfde: "Allahü teâlânın sevgili kulları vardır;
onları gören gayr-i ihtiyârî Allahü teâlâyı hatırlar" buyuruldu.
Yeri gelmişken burada
Nakşibendî yolunun husûsîyetinden kısaca bahsedelim: Nakşibendî yüksek yolu,
kalbe ve mebde-i feyyâz olan Allahü teâlâya tam teveccühden [bütün varlığı ile
yönelmeden], nâfile ibâdetlerde ve me'lufâtta [yeme, içmede, yatmada, giyinmede,
insanlarla görüşmede] orta yolu korumaktan, vakitlerini zikir ve vird [günlük
vazîfeler, salavât, istiğfar, tesbîh] ile değerlendirmekten ibârettir. Bu yolda
tevbeden rızâ makamına kadar olan sülûk mertebeleri kısaca ve topluca olur. Bu
yolun neticesi, Allahü teâlânın zâtı ile huzûra kavuşmaktır. Rûhun muhabbet
cezbesi, zevk, şevk, kalbin cem'iyyeti [vesvese ve kuruntu gibi şeylerden ve
dünyâ düşüncesinden kurtulması] ve meşhûdunda istiğrakı [tamamen Rabbine
dalması] "Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin bütün
ameline eşittir" ve "ihsân, senin Rabbine onu görür gibi ibâdet
etmendir..." hadîs-i şerîfleri mucibincedir. Kimi kalb cezbelerinin ağır
basmasıyla kendinde olmaz, kimine tevhîd sırları münkeşif olur. Bu azîzlerin
tasarrufları, kalblere zikri yerleştirmek, kalbleri dünyâdan soğutup Rabbi ile
sükûnete ve itminana kavuşturmak, bulunduğu halden yüksek halleri verip, bir
makamdan bir başka makama çıkarmak ve himmetini kullanarak müşkilleri çözmek...
gibi zuhûr eder. Hârikulâde [olağan dışı] şeyler, şiddetli mücâdelelerle
mümkündür. Çetin riyâzetler çekmeden eşyaya tesir ve tasarruf pek nâdirdir.
Fakat hiç bir kerâmet daîmî zikrin, Allahü teâlâya tam teveccühün, güzel ahlâk
edinmenin ve Muhammed Mustafâ’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uyma
derecelerine erişemez. Elhamdülillah, bu yolda olan hakîkî sâliklere bunlar
elvermektedir. Nitekim tarîkatin reisi Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin
Buhârî (kuddise sirruh) "Bizim bu yolumuzda mahrumluk yoktur" ve
"Bu büyüklerle bulunanlar şakî [kafir veya fâsık] olmaz" buyurmuştur.
Seyyid Abdülhakîm hazretlerinde
bu velâyet nûrları, Rabbânî feyz ve makamlar ve irşâd kemâlleri, halleri
yüksek, melek hasletli Seyyid Fehîm hazretlerinin hizmet ve sohbetinde hâsıl
olunca, üstâdı kendisine hilâfet ve izin verip, insanları irşâd etmek ve onlara
dînimizin emir ve yasaklarını öğreten ilimleri sunmak üzere, memleketi olan
Başkale’ye gönderir. O da ayrılık ateşine katlanıp, memûr olduğu yere gelip,
Allah’ın kullarını, yarım asır sürecek irşâd ve ilim nurları ile aydınlatır.
Otuz sene kadar Şark’ta, bir o kadara yakın İstanbul’da insanların ta'lim ve
terbiyesi ile meşgul olup, Ehl-i Sünneti kuvvetlendirir. Üstâdlarının yolunda
yürür. Onların bulundukları geniş sahada hiçbir şi’î ve şi’î hareketi bulunmaz.
Osmanlı Devleti’nin Şark’ta bu konu ile alâkalı hiçbir mes'elesi bulunmaz. Bu
bakımdan bu bölge tam emniyyet ve güven içerisinde sükûnette olur.
Efendi’nin (rahmetullahi aleyh)
aklı selîm, bakışı keskin, görünüşü doğru, zekâsı parlak olup, tebliğ, sıdk,
emânet, hikmet, fetanet, güzel ahlâk, yüksek seciye, mutedil tabiat, mizâcda
sanki büyük ceddi Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir numûnesi idi.
Nefsi kötülükten arınmış, kalbi zikrullah ile tasfiye olmuş, rûhu ma'nevî gıda
ile doymuş, muhabbet gıdası ile beslenmiş ve tertemiz olmuş, yüksek sırrı
Sâhibine ermiş olup, kendisini gören Resûlullah’ın Ehl-i Beytinden olduğunu
anlardı. Simâsında tevazu'la heybet bir arada görünürdü. Kendisiyle konuşan,
sohbetinde ve va'zında bulunanların kalbleri ona meyl eder, ondan ayrılmak
istemezlerdi. Huzûru ve sohbeti o kadar zevkli ve tatlı idi ki, yanında
bulunanlar zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmazlardı. Hocam H. Hilmî Işık
Efendi’den mükerreren duydum: "Efendi’nin yanında zamanın nasıl geçtiğini
anlamadığımız gibi, dünyâ ve âhıretin en büyük ni'metlerinden olan sohbetinde,
zamanın durmasını isterdik" Size bununla alâkalı bir hikaye anlatayım: Diş
tabîbi emekli Albay Sabrî Gökkaya’dan [vefâtı 1983] dinledim. Dedi ki: Efendi
babadan (kuddise sirruh), ehemmiyyetine binaen ve yeri gelmişken şu menkıbeyi
birkaç def’a dinledim: "Büyüklerden biri, eshâbı ile sohbet ederken,
gaibden bir ses: "Cennet kapıları açıldı, isteyen Cennete girsin"
dedi. Kimse hareket etmediği gibi, cevâb dahi vermedi. Biraz sonra aynı ses bir
daha duyuldu. Mukabele birincisinden farksızdı. Bir müddet sonra üçüncü def’a
aynı ses işitilince, sohbettekilerden biri kalkıp: "Şimdi sohbetteyiz,
sonra" cevâbını verdi. Ya’nî büyük evliyânın sohbetinde hâsıl olanları
buradan düşünmek mümkündür"
Abdülhakîm Efendi’nin (kuddise
sirruh) her ilimde elleri uzun idi. Kimsenin erişemediği uzak ve ince
mes'elelerde tahkîkatı gıbta edilecek derece idi. Hangi mevzû'da konuşsa, o
bahsin bütün inceliklerine vâkıf olduğu anlaşılırdı. Akaid, tefsîr, hadîs, fıkıh,
usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsîrde eşi ve benzeri olmadığı gibi,
tasavvufda da zamanın hârikası idi denilebilir. Kısaca bütün ilimlerin esrarına
sâhib, envâr-ı Muhammediyye denizinin korkusuz dalgıcı, en zor ve ince
mes'elelerin hallâli [çözücüsü] olup, her hâl ve hareketinde Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, kendisinin mümtâz vasfı idi. Yemede ve
içmede. oturmada ve kalkmada, konuşmada ve sükutta, tebessümde ve ağlamada,
yürümede ve durmada, yatmada ve uyumada hep Resûlullah’ı örnek alırdı.
Gecelerinin çoğu kitâb mütalaası ile geçerdi. "İslâm’da kırkbin cild kitâb
okudum" sözü kendisinden rivâyet edilmiştir. Yemesine dikkat eden, sadece
yaşamak için yiyor, derdi. Ya'nî az yerdi. Küçük lokmalar ağzına alır ve çok çiğnerdi.
Sanki yemekle oyalanırdı. Kaylûleye [gün ortasında bir parça
uyumaya]
ve teheccüde [gece nemazına] devâm ederdi. Yatınca sağ tarafa dönüp, sağ elini
yanağının altına koyup öyle [sünnete uygun] uyurdu. Beyt: Asırlarca beklerse,
zaman denilen ana,
Böyle
bir nûr doğurur, ışık saçar cihâna.
Türpüştî
hazretleri, Abdülhakîm Arvâsî hazretleri gibi tasavvuf ve ilmin zirvesinde
bulunanlar için değil, bid'at ehli olmayan sıradan ve gerçek mutasavvıfları
anlatırken: "Tasavvuf ehli, ma'rifetin ma'deni, hikmetin menba'ı, Kitâb ve
Sünnet’in esrarının hazinesidir" diye yazar. Böyle olunca, Resûlullah’a
tâbi' olmanın bereketi ile büyük evliyâda, peygamberinin mu'cizelerine benzer,
olağanüstü haller ve kerâmetler görülür. Nitekim, Emâlî kasidesindeki bir
beytte, "evliyânın kerâmeti hakdır" der ve bunun Ehl-i Sünnet
itikadının bir maddesi olduğunu beyan eder. Abdülhakîm Efendi’den de böyle nice
hârikulâde haller ve kerâmetler meydana gelmiştir. Biz büyükleri kerâmetleri
ile tanıtmayı, onlar için bir zül ve aşağılık sayarız, ama daha öncekilerin
böyle bir âdeti olduğundan bir kaç kerâmetine işâret edip geçelim. Çünkü her
hâli istikâmet olanın, istikâmetten üstün hangi kerâmeti olabilir! Nitekim bu
yolun büyükleri :"İstikamet kerâmetin üstündedir" buyurmuşlardır. Ve
yine en açık kalblilikle deriz ki, Seyyid Abdülhakîm hazretleri kerîmdir. Kerîm
babaların kerîm evlâdıdır. Kerîm bir evde dünyâya gelmiş, kerem sahiblerinin
elinde kerem ve kerâmetle terbiye gördüğünden, kendisi de kerem ve sayısız
kerâmetler, tasarruflar ve kuvvetli cezbeler sâhibi olmakla meşhûr olmuştur:
—Bir gün Cum'a namazını
müte'akıb Hazret-i Hâlid bin Zeyd’in [Eyyûb Sultan hazretlerinin] radıyallahü
anh şerefli türbesini ziyaretle sandukanın yanına varmış idi. Hoş bir halde
idi. Yanında eshâbından pamuk tüccarı Kayseri’li Abdülkâdir Efendi vardı. [Bu
menkıbeyi bizzât ondan dinledim. Sene 1966-Fâtih] Abdülkâdir efendiye hitâben:
"Hazret-i Hâlid’i (radıyallahü anh) görmek ister misin?” buyurdu. Çok
sevinip, âh keşke bu büyük şerefe nâil olabilsem, dedi. Öyleyse, gözlerini yum,
dizin dizime değecek şekilde bana yakın otur buyurdu. Abdülkâdir Efendi de öyle
yaptı ve bir de ne görsün; Habîbullahın eshâbı ve O’nu kendi evinde misâfir
etmekle mihmândâr-ı Resûlillah ismini almış Hazret-i Hâlid bin Zeyd
(radıyallahü anh) aslî sûretinde, beyaza yakın tenli, sık olmayan sakalı ile
zuhûr etti. Uzun uzun Abdülhakîm Efendi ile konuştular. Efendi hazretleri
kendisine: "Abdülkâdir, hadi kalkalım" buyurduğu zaman, ikindi ezânı
okunuyordu.
—Yine bir def’a, Üsküdar’da
Zeyneb Kâmil civarında medfun yukarıda mezkûr Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretlerinin eshâbından Abdülfettâh Akrî hazretlerinin —ki onun yanında defn
olunmak isterdi— kabrini ziyârete geldi. Temiz rûhuna teveccüh eyledi. Yanında
eshâbından ve yardımcılarından Şâkir efendi vardı. Şâkir efendiye de tasarrufda
bulunup, Abdülfettâh Efendi’nin rûhânıyyetini görmesini temin etti. Ziyâretten
sonra, Şâkir efendiye: "Şeyhi gördün mü?” buyurdu. Evet, yüksekçe boylu,
buğday benizli, gür sakallı, nûr yüzlü olarak gördüm deyince, "evet, öyle
idi, doğru görmüşsün” buyurdu.
—Eshâbından ve yardımcılarından
çok sevdiği ve kendilerini hiç üzmemiş diş tabîbi emekli Albay Sabrî Gökkaya
ağabeyimizden dinledim: "Apandistim ağrıyordu. Doktorlar, ameliyat
dediler. Kurban bayramı tatilinden sonra ameliyat olacaktım. O zaman tıbbiyede
okuyordum. Tatil münasebetiyle hastaneden eve geldim. Doğru Efendi’ye gittim.
Durumu arz ettim. Ağrıyan yere elini koyup, Besmele okudu ve: "Burası mı,
ağrıyor?” buyurdu. Evet,dedim ve o anda ağrı dindi. Ameliyata gitmedim ve kırk
sene oluyor, bir daha apandisitim ağrımadı.
—Hüseyin Hilmî Efendi’nin
kayınpederi Ziyâ beyden dinledim: Rüyâda Efendi hazretlerinin elinin içini
öptüm. Sabahleyin ziyaretleri ile şereflendiğimde elini öpmek istedim. Sağ
elinin içini bana uzatıp: "Rüyâda öptüğün gibi öp" buyurdu.
—İzmir’de sürgünde iken,
kerâmet ehli bir velî olduğunu duyan bir adam, on iki yaşındaki konuşamayan
oğlunu huzûruna getirip, iyileşmesini yalvarır. Çocuk, Efendi hazretlerinin
elini öpünce, Efendi az bir zaman ona teveccüh eder ve :"Babam, ismin
nedir?" buyurur. Çocuk açık bir dille, ismim Ahmed’dir, cevâbını verir.
Orada bulunanlar hayret ve şaşkınlıktan parmaklarını ısıracak olurlar.
—Bâyezid Câmi'inde va'z
verirken, va'zı keser ve :"Sizden biriniz eve gittiğinde, çocuğunu dama
tırmanmış, damdaki güvercini yakalamak için kiremitlerin üzerinde görürse
kızıp, telâşlanıp, ona bağırmasın. Tatlı dille, evlâdım, sana şeker getirdim,
gel vereyim, desin. Çocuğu aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Orada
bulunanlardan biri, kendi kendine, bu sözün mevzû' ile ne alâkası vardır, der.
Va'zdan sonra bu kimse evine gelir. Bir de ne görsün; küçük çocuğu dama
tırmanmış, güvercini yakalamak peşindedir; o farkında değil ama, nerede ise
düşecek haldedir. Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin va'zını ve ikazını hâtırlar ve
buyurduğu gibi yapar ve çocuğunu düşüp parçalanmaktan kurtarır. O zaman
câ’mideki sözün, kendisi için söylendiğini anlar ve o yaramaz düşüncesinden
ötürü çok pişman olur ve üzülür.
—Din adamlarına baskının
artırıldığı bir zamanda idi. Hüseyin Hilmî
Efendi,
üstâdı Seyyid Abdülhakîm hazretlerini ziyârete gelir. Vakit akşamdan sonradır.
Efendi hazretleri konuşmaz, üzüntülü ve sıkıntılı bir halde oturur. Birden
kendi âdetine uymayan bir şekilde: "Kalkın, hemen buradan çıkın,
gidin" buyurur. Hüseyin Hilmî Efendi de, acele ile kalkar, dışarı çıkar ve
bir taraftan da, acaba hatâ mı ettik, düşünür. Ama sonradan öğrenilir ki,
onların dışarı çıkarılmasından hemen sonra arka kapıdan polisler gelip evi
ararlar ve fakat kimseyi bulamazlar. Hüseyin Hilmî Efendi, sabahleyin haberi
öğrenince akşamki muâmeleye ne için marûz kaldıklarını anlar.
Seyyid
Abdülhakîm hazretlerinin âdet yerine gelsin diye birkaç kerâmetini zikr ettik.
Yoksa Allahü teâlânın zâtının, sıfat ve isimlerinin tecelli ve marifetlerine kavuşmuş
ve bunların yanında ilim, amel ve güzel ahlâkla donanmış, Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) vârisi olmak şerefini ihrâz etmiş bulunmakla,
nübüvvet kabiliyyetinden nasiblenmiş o güzel hâl ve kerîm hısâl hazretleri,
târihde emsâl ve akranı parmakla sayılacak kadar az bulunan büyükler sırasında
bulunmaktadır. Çeşitli yazıları ve sözleri ile, kıyâmete kadar gelecek
müslümanlara şaşmaz bir rehber, onları hedeflerine ulaştıracak sağlam bir
kılavuzdur.
Sohbetlerinden
alınmış bir kaç sözüne kulak verelim:
—Biz, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i
elf-i sânî hazretlerinin (kuddise sirruh) Mektûbât'ını anlamak için değil,
bereketlenmek için okuruz.
—En büyük edeb, Allahü teâlânın
hudûdunu aşmamaktır.
—Haktan mahrûm olan neye
sâhibdir, Hakka sâhib olan neden mahrûmdur.
—Hakîkî kerâmet, kerâmeti
gizlemektir. Bunun için velîden görülen kerâmet, onun isteği dışında, hattâ
Hakkın hikmeti ile meydâna gelmiştir.
—Allahü teâlâ, sırlarını,
onları saklayabilecek olana verir. Allahü teâlâyı bilenin dili söylemez olur.
—Hatâda ısrar ahmaklıktır.
—Bütün fazîlet ve güzellikler
şerîatın [İslâmiyetin] içindedir.
—Sözlerin büyüğü, büyüklerin
sözüdür.
—Rûh hastalıkları hep îmân
zaifliğinden doğmaktadır.
—Yeni ve güzel elbise giyin.
İslâm vakarını, ahlâkınız ile, konuşmanız ile ve temiz ve güzel kıyâfetinizle
koruyun.
—Kişinin kıymeti bu büyükleri
tanıdığı ve sevdiği kadardır.
—Kimse ma'mûr ettiği yerden
harab yere gitmek istemez.
—İhlâsını arttırmak isteyen,
Reşahât okusun.
—Avrupalıların dillerini
bilseydim, çok faydalı olurdum.
—Tenâsuha inanmak küfürdür.
—İlim cehâleti izâle eder,
ahmaklığı değil.
—Riya olmasın diye cemâ’atten
kaçanlar, ayrı bir riyâ içindedir.
—Allahü teâlâdan bize ihsânı
ile muâmele etmesini istiyelim, adâleti ile
değil.
—Namaz Allahü teâlâya
teveccühden ibârettir. Şer'î şerîfe uygun namaz kılanlara hakîkatler münkeşif
olur.
—Velînin kerâmeti, tâbi' olduğu
nebînin mu'cizesidir.
—Bektaşîlik hak tarîkat olarak
başladı, bir kaç bâtın sonra bozuldu.
—Haddini aşan herşey zıddına
döner.
—Velî, mevzûunu bulamaz ki, ben
desin.
—Fenâ adamlara iyilik etmek,
iyi adamlara fenâlık etmektir.
—En iyi ibâdet, en iyi tâat,
iyi insanlar ile sohbet etmektir.
—Ehl-i dirâyet, akıl ve diyânet
sâhibi demektir.
—Din-i İslâm, Sohbetten
ibârettir. Sohbet, muhabbeti, intâc eder.
—İslâmiyyet bu memleketten
giderse, ne Hind’de kalır, ne Sind’de [Pâkistan].
—Tekkemiz kapatılmasa idi, beş
altı kişi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gibi yetişecek idi.
—Bir müslümanın bir müslîmâna
küfür isnad etmesi kadar tehlûkeli birşey yoktur.
—Birine dua etmek
isteseydi:"Allahü teâlâ korktuğundan emîn, umduğuna nâil eylesin"
buyururdu.
—Buyurdu:
Kıyâmet alâmetlerindendir: Câ’milerin yolları çimen bağlar. İmâm ve hatibler
sûreta âlim, hakîkatte câhil olacaklar. Hâfızlar teganniyi çok sevecekler.
Kadınlar, erkeklerine itâat etmez olurlar.
Namazın
ehemmiyetini bildiren şu menkıbelerini arz etmeden geçemiyoruz: Eczacı İlyâs
efendi, Dârüşşafaka’da talebe idi. Bir sabah, namaza kalktığında, güneşin henüz
doğmuş olduğunu görmekle, işrak vaktine kadar Efendi’ye giderim, deyip Eyyûb
yolunu tutar ve yukarıya, dergâha gelir. Efendi bir takım eshâbı ile sohbet
hâlindedir. Biraz oturup, sonra namazımı kılarım düşünür. Sohbet esnasında
Efendi hazretleri kendisine dönüp: "İlyâs, bir namazımın kazâya kalacağını
bilsem, yüz kere ölümümü tercîh ederim" buyurunca, İlyâs efendi, diğer
odaya geçip sabah namazını kazâ eder. İşte İslâm büyüklerinin namaza ve kulluğa
bakışları! Allahü teâlâ onların yakîninden ve kulluk anlayışlarından bizi
nasîbdâr eylesin!
Meşîhatı,
Hocalığı: İlim, irfân, fazîlet ve irşâdla tanınmış Ehl-i Beyt-i Nebevî âilesine
mensûb olmakla, baba ve dedeleri gibi ilmin ve ma'rifetin neşrine çalışmış,
kendi memleketinde ve havâlisinde bıkmadan, yorulmadan bu ilâhî vazîfeyi icra
etmiştir. Hicrî 1 305’den itibaren Van vilâyetinin çeşitli yerlerinde, İrân
sünnîlerinin bulunduğu yöre ve âşiretlerde hep dîn hizmetinde bulunmuştur.
Herhangi bir vakfı yoktu. Mescid ve tekkesini kendi malı, parası ile yaptırdığı
gibi, ilim talebesinin bütün masrafını da kendisi karşılar, hattâ talebenin
elbisesini onbeş günde bir kendi ev halkınca yıkatır ve ihtiyaçları için
ceplerine birer altın koydururdu. Başkale devri böyle sâde ve bereketli geçti.
Rusların istilâsı, Ermenilerin her tarafı yakıp yıkması ve tahrîbinden sonra,
yukarıda kısaca arz edildiği gibi, bulunduğu yerden hicretle, çeşitli şehir ve
kasabalara uğrayıp, nihâyet İstanbul’u şereflendirdi. Eyyûb Sultan üstündeki
tepede bulunan Kaşgarî tekkesine şeyh, imâm ve vaiz olarak ta'yin edildi. 1339
senesinde Sultan Vahideddin Hân tarafından Medrese-i Mütehassısîn’e tasavvuf
hocası olarak ta'yin olundu. Sultan her münâsebetle kendisinden dua isterdi ve
istetirdi. Nihâyet bir gün, bu iki sultan, ya'nî biri dünyâ sultanı, diğeri
âhıret sultânı kolkola Topkapı Sarayı’nın Hırka-ı Seâdet dâiresini ve o şerefli
Hırka-ı Nebevî’yi birlikte ziyâret ettiler.
Seyâhatleri: İlim ve tarîkati
yaymak ve insanlara va'z ve nasihat için şarkın hemen bütün şehirlerini,
İrân’ın sünni yörelerini, Doğu Bâyezid, Eleşkird, Musûl aşiretlerini
dolaşmıştır. Hac ziyâretleri vesîlesi ile Anadolu’nun bir çok yerlerinde
bulunmuş, oralardaki ulema ve meşâyıh ile görüşmüştür. İskenderiye, Tanta,
Demenhur, İsmailiye, Süveyş, Port Saîd, Cidde, Yenbü, Medine, Mekke, Şam,
Haleb, Beyrut, Cebel-i Lübnan, Humus, Lübnân, Siirt, Erzurum, Trabzon, Tiflis,
Batum ve o havalilerdeki bir çok şehir ve kasabalarda bulunmuş, ilim, ma'rifet
ve hikmetli vaz ve nasihatleri ile halkı irşâd etmeğe çalışmıştır.
İlki 1315, diğeri 1 325
senesinde olmak üzere iki def’a hacca gitmiş ve bu ziyâretlerinde, uğradığı
yerlerde birçok âlim ve meşâyıh ile sohbet etmiştir.
1 325 senesinde ikinci def’a
hacca giderken, irşâd kafilesinin reisi Şeyh
Ziyâeddin
Ma’sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmuş, yüksek iltifât ve teveccühlerine
kavuşmuş, bir müddet beraber kalmışlar, birbirlerini çok sevip, muhabbetle
kucaklamışlardır. Veda' tavafı sırasında Şeyh Ziyâeddin Ma'sûm hazretleri
kendisine,"şeyhin Seyyid Fehîm hazretlerinden, Nakşibendî, Kâdirî,
Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîklerinden icâzet ve hilâfet aldığın gibi, ben
de sana Üveysîlik yüksek tarîkatinden icâzet ve hilâfet verdim"
buyurmakla, kıyâmete kadar, kendisinden feyz ve nûr almak isteyenlerin imdâdına
yetişmesine izin verilmiş oldu ve yine istifâde etmek isteyenlerine bu yol,
kıyâmete kadar açık tutuldu. Hakkın rahmeti burada da bir daha zuhûr etti.
Eserleri: "Büyük âlimler
zâhirî ve bâtınî usûl ve furû' her konuda yeterli kitâblar yazmışlar, kalem
oynatmadıkları hiçbir mevzû ve saha bırakmamış olduklarından, bu fakîr,
"Kendi hâlini ve yerini bilip de ileri gitmeyenlere Allah merhamet
eylesin" hadîs-i şerîfine uyarak, hududu aşmaya sebeb gösterilebilecek
büyük bir kitâb yazmadım. Büyüklerimizin yolunda bulunan ahbablar için birkaç
kitâbcık ve Mevlid’in meşruiyyeti, tesbîh kullanmanın cevazı, bunların meydana
çıkışları, ölüm hallerinden bahseden sefer-i âhıret, bir hukukçunun süallerine
cevâblar, zikrin ta'rifi ve isbatı, nefy ve isbat zikri, cin, rûh, akıl, islâm
ilimleri ve âlimleri ve benzeri bir çok konuda risâle büyüklüğünde mektûblar
yazmışımdır" buyurdu. Kitâb veya risâleleri şunlardır: Râbıta-ı Şerîfe,
Er-Riyadut-Tasavvufiyye, Eshâb-ı Kirâm, Ecdâd-ı Nebî ve diğerleri.
Bu risâle ve mektûbları,
yazıldıkları konuda, o kadar güzel, doyurucu, sağlam ve isbatlıdır ki, daha
iyisi ve mükemmeli düşünülemez. Gerçekten âlimlerin :"kitâbların
fazîletlisi önce yazılanları, fâidelisi sonra yazılanlarıdır" sözlerini
haklı çıkarır tarzdadırlar. Her biri bir icmali tafsîl, bir müphemi tenkîh, bir
şüpheyi izâle etmekte, kısaca, eskileri en iyi anlayıp, yenilere en iyi izâh
eder mahiyettedirler. Hattâ, kıyâmete kadar gelecek olanlara son derece
berraklık ve açıklıkla ışık tutmaktadırlar. Onun bir vazîfesi de bu idi. Mısra:
Herkesi
bir iş için yaratmışlardır.
İleride
bunların bazı örnekleri gelecektir.
Evlâdı ve Talebesi: Efendi
hazretleri, muhâceret esnasında akrabasından bir çoğunu kaybetmiştir. Ahmed
Enver ismindeki oğlunu, onsekiz yaşında olduğu halde Eskişehir’de toprağa
vermiştir. İkinci oğlu Ahmed Neyyir Mekkî Efendi olup, âlim, fâdıl, edîb ve
kâmil bir zât idi. İlim ve edebini, yüksek babasından aldığı gibi, aklî ve
naklî ilimlerdeki icâzetine de yine ondan kavuşmuş, babasından sonra, Üsküdar
ve Kadıköy’de uzun seneler müftülük yapmış, 1 387 (m.1967) senesinde âhırete
intikal etmiştir. Vefâtından üç sene sonra İstanbul Edirnekapı Kabristanı’ndan
Ankara Bağlum’daki babasının yanına nakledilmiştir. Mezarı açıldığında, kefeni
ve cesedi, kabre konulduğu zamanki kadar taze ve hiç bozulmamış olarak
görülmüştür. Bu da onun Allah katındaki derecesinin yüksekliğine işârettir.
Aleyhirrahme vel-gufrân. Bu satırları yazan fakîr, iki üç sene kendilerinden
akaid, usûl-i fıkıh, fıkıh, telhis, tefsîr, mantık okudum. Nefesi gerçekten çok
bereketli idi. "Kelâm, mütekellimin sıfatı olmayınca, sâmi'ine tesir
etmez" derdi. Ya’nî, insan söylediği sözün sâhibi ve âmili olmayınca,
söylediği söz başkasına tesîr etmez demektir. Babası gibi, o da uzun seneler
Beydâvî tefsîrinden va'z verip, İstanbul halkını irşâda çalıştı ve babası gibi,
Beydâvî tefsîrini baştan sona va'z ve derslerinde bitirmiştir. Talebeleri de
hâlâ onun yolundadır. Efendi’nin üçüncü oğlu Ahmed Münîr efendi olup, edeb ve
fazîlet numûnesi idi. 1400 (m.1980) yılında vefât edip, Bağlum kabristanına
defn olunmuştur. Efendi’nin iki kızı vardı. Biri Şefi'a hanım olup, hicrette
Musul’da vefât etti. İslâm, takvâ, hayâ, ihlâs numûnesi idi. İkincisi Mâide
hanım halen 1423 (m.2002) yılında hayattadır [1424-m.2003 Martında Hakkın
rahmetine kavuştu. Bağlum’da baş ucuna defn olundu]. Yüz yaşına yakındı.
Babasından nisbeti vardı.
Efendi hazretlerinin sekiz
kardeşi vardı. Hepsi de kendisinden küçük olup, Efendi tarafından
yetiştirilmiştir. Çoğu ilimde icâzetle şereflenmiştir. Birâderi Tâhâ için
:"İlim göğe çıksa kardeşim Tâhâ onu tutar getirir" buyurmuştur.
İlimdeki derecesinin rusûhuna delil olarak, iki sâat zarfında usûl-i fıkıhda
bir metin kitâbcığı yazması, herhalde yetişir. Çok garîb menkıbeleri vardır.
İlk mecliste meb'us seçilmiş idi. Harflerin değişmesi milyonlarca kitâbı
okutmayacak ve milyonlarca insan târihinden ve mâzisinden kopacak üzüntüsü ile
vefât etmiştir. Velhâsıl birâderlerinin herbiri birer cevher, âlim, âmil ve
insanlık numûnesi idi. Talebe ve mürîdlerinin çoğu Birinci dünyâ harbinde
Ermeniler ve Ruslar tarafından şehîd edilmiştir.
Seyyidi, senedi, şeyhi Seyyid Fehîm
hazretlerinin oğullarından çoğu Efendi hazretlerinin yanında terbiye ve tahsîl
görmüştür. İçlerinden Seyyid Muhammed Sıddîk hazretleri hilâfetle
şereflenmiştir. Kendisinden çok faydalar beklenirken, çok genç yaşta Ermeniler
tarafından şehîd edildi. Gürpınar’da, dereden abdest alırken, iki Ermeni
kendisine ateş etti. Vurulduğu halde, tabancasına davranıp kendisini
vuranlardan birini vurup öldürmüş, diğerini yaralamıştır. Çok güzel menkıbeleri
vardır.
Efendi hazretlerinden cinler de
istifâde eder, ilim ve edeb öğrenirlerdi. Bu hususta, Efendi’nin huzûrunda
yıllarca bulunup, Efendi’den icâzetle şereflenen ve kalb ilimleri bakımından da
epey mesâfe alan Abdülmecîd Efendi’nin oğlu İsmâil Perihanoğlu’ndan
dinlediklerimden birkaç satır yazayım:
—Başkale’de iken Efendi’nin
abdest işi bana âiddi. Yine bir gün kendisine abdestte yardım için odasına
girdim. Gördüm ki, ibrik yerden kalkar, eline su döker, sonra yere iner. Sonra
kalkar yine eline su döker. Ama ibriği tutan, görünmez. Düşünebiliyor musunuz.
Odaya girdiniz. Bir yardımcı olmadan bir ibrik kalkıyor, su döküyor, yere
iniyor ve tekrar tekrar bunu yapıyor. Ben de hayret ettim ve eshâbından bir
cinnin de benim gibi bu vazîfe ile tevzîf edilmiş olduğunu anladım.
Yine Abdülmecîd Efendi anlatır:
—Van vâlisi Tahir Paşa, bir iş
için Efendi’yi Van’a çağırdı. Efendi beni de berâberinde götürdü. Başkale’den
Hoşâb’a [Güzelsu’ya] kadar Efendi’ye yetişemedim. Atımı ne kadar hızlı sürdümse
de yetişemedim. Sanki onun atı kanatlanmış uçuyordu. Hoşâb köprüsünde attan
indi. Çünkü dedesinin dedesi Seyyid Abdürrahmân Kutub burada medfun idi ve ona
edeben, orada ata binmezler, yaya olarak edeble mezarına yaklaşırlardı. Attan
inince ben de arkadan yetiştim ve indim. Efendi bana hitâben: "Molla
Abdülmecîd, kendi kendine dersin ki, Efendi benimle hiç konuşmaz, hep atını
sürer gider. Kusura bakma!” dedikten sonra cinleri işaret ederek: "O ahmak
tâifeden bir gurub geldi. Tasavvufdan çok şeyler sordular, zikirden, râbıtadan
ve benzeri meşguliyetlerden konuştuk da, senle konuşmağa vaktim olmadı. Muvâfık
ve sâlih olanlarına tarîkat telkîn eyledim" buyurdu. Yine Abdülmecîd
Efendi devâm ediyor: Efendi hazretleri ile büyük dedelerinin kabrini ziyaretten
sonra, yakınındaki bir kabrin göğsü hizasında uzun zaman ayakta hareketsiz
durup zâhiren kabirdekine, bâtınen de bu fakîre teveccüh buyurdu ve:
"Molla Abdülmecîd, duyar mısın, şu kabirdeki genç ne söyler?" dedi.
Evet efendim, duyuyorum diye arz ettim ve: "Yâ zel-celâli vel-ikrâm
söylüyor” dedim. "Evet, doğru duyuyorsun "O kıyamete kadar, bunu söyler
durur" buyurdu.
Yeri gelmişken, Efendi’nin
şarkla alâkalı menkıbelerinden birini daha arz edeyim; M. Emin Garbî
ağabeyimizin Ankara Keçiören’deki evinde idik. Efendi hazretlerinin son
hanımları Mâide hanımdan, Efendi’den bir menkıbe anlatmasını rica ettim.
Kırmadılar ve şöyle anlattılar: Bitlis’te bir atlı, kışın tipi fırtınasına
tutulur. Öyle ki, bir iki metre etrafını göremez de, hayatından ümidini keser
ve: "Ya Rabbi, bu vaktin büyüğü olan sevgili kulunu imdâdıma
yetiştir" der.
Ve
o ara önünde hayâl gibi bir karartı belirir. Yaklaşır, yaklaşır ve:
"Yardıma mı ihtiyâcın var. hiç durma, şu istikamette atını sür. Şehre
inersin" buyurur ve atı o istikamete çevirir ve uzaklaşır, kaybolur. Adam
kurtulur. Aradan uzun yıllar geçer. Bizim Bitlisli İstanbul’a gelir. Bâyezid
Câmii’nde ikindiyi kılar. Görür ki orada bir zât doğu şivesi ile va'z verir.
Oturur, biraz dinler. Hem dinler, hem de, ben bu simâyı sanki tanıyorum der.
Ama nereden, bir türlü çıkaramaz. Bekleyeyim, dersi bitsin de, elini öper,
kendisinden sorarım, der. O zât, Efendi’den başkası değildi. Nihâyet va'z
biter, Efendi kalkar, bizim Bitlisli de Efendi’ye yaklaşır, elini öper,
konuşacak, birşeyler soracak olur da, Efendi ona fırsat vermeyip : "Ne o
babam, Bitlis’teki tipi fırtınasını mı hatırladın" buyurunca, adam
gözyaşları içinde tekrâr ellerine kapanır. Mâide hanım, bunu anlattıktan sonra:
"Sizi, Hilmi Bey’in talebesini ve onların edebini görünce, Efendimi ve
onun sohbetini hatırlıyorum da, içim kan ağlıyor. Onun ayrılığı beni yıkıyor"
dedi ve o Allah’ın sevgili kuluna bakmakla şereflenmiş gözlerinden, yaşlı,
fakat gençlerinkinden taze ve temiz yanaklarına, inci gibi yaş taneleri
dökülmeğe başladı ve müsaade isteyip edeble kalkıp, odadan çıktı. Cenâzesine
inşaallah ileride temas edeceğiz.
Eğer bu kitâbı Hüseyin Hilmî
hocamız için değil de, üstâdı Efendi hazretleri için kaleme alsaydık, çok daha
uzun olurdu. Ama bununla beraber, her fırsatta o ilim ve ma'nâ pınarına temasla
paragraf aralarını süsleyeceğime söz veriyorum. Çünkü Hilmî Bey hocamızı,
Efendi’siz düşünmek ve anlatmak çok zordur ve o bundan hoşlanır. Umarım
kendisini ‘Efendi’sinden ayırmadığımız için rûhu şâd olur. Zirâ her vesîle ile
kendisi hep Efendi’den bahs ederdi.
Efendi hazretleri İstanbul’a
geldikten ve yerleştikten sonra, idârî ve siyâsî değişikliğe kadar irşâd ve
tâlim ile meşgul olup, Fâtih, Bakırköy, Bâyezid, Eyyûb Sultan, Beyoğlu Ağacâmii
ve benzeri bir çok câmide, Allah’ın kullarına vaz ü nasîhat eyledi. Kalbindeki
ilim ve feyizleri verecek tali’liler arar ve:
Bağbân
bir gül için bin hâre su verir buyururdu. Evinin de bulunduğu câmi'in yakınında
‘Köşk’ adı verilen küçük binada eshâbına en çok Mektûbât-ı Rabbânî’den okutup
izâh ederdi.
Hüseyin Hilmî Işık Efendi’yi
Kuleli As. Lisesi’nde talebesi olmakla tanıdım ve Efendi’yi kendisinden duyup
sevdikten ve bir parça tanıdıktan sonra, ileride geleceği gibi, Efendi’nin
eshâbından çoklarını tanımak ve istifâde etmek nasîb oldu.
Efendi’nin Başkale devrindeki
eshâbından sadece isim verip, geçelim: Seyyid Fehîm hazretlerinin azîz evlâdı,
kendi birâderleri dahil olmak üzere, bu
mukaddimeyi
Efendi’nin kendi kalemi ile bitirelim :
”Van şehrine ve etrafına
tarîkat ışığı aydınlatacak halde bulunan nesebi sahîh ve seyyid, âlim ve sâlih
Şeyh Muhammed Sıddîk Efendi’dir. Bu sûretle icâzet ve izin vermişim. Senelerce
icra-i erkân-ı tarîkat eder ve sohbetinde yüzlerce insan büyükler yoluna girip
kalb hallerinde terakkı ederdi. Daha bir çok faide ve fazîletlere muvaffak
olacağını beklerken harb-i umûmîde ermeniler tarafından şehîd edildi. Radıyallahü
anh. Yalnız Hatme hâcegân okuyup, mürîdleri zikre ve adâbâ teşvik için izin
verdiklerim vardır: Van’da Fehîm, Necmeddin, Abdülmecîd ve Ma'sûm, Hakkâri’de
birâderim Ziyâeddin, Müküs’te Hüseyin ve Hasan, Gevâr’da Kasım, İrân’ın
sünnilerinden Muhammed, Câlend’de Haydar Efendiler. Oralarda tâlib ve râgib
bulunur ise, isimlerini yazarlar ahvâlini bildirirler. Ben de âdâb-i tarîkatı
mufassalen yazarım.”
İstanbul’da
en çok istifâde edenlerden birkaçını yazalım: Mulaj mütehassısı Hâlid Bey,
Hâlid Turhan Bey, Ziyâ Bey, Rıfkı Bey, Hâbil Bey, Sâlim Bey, Hüseyin Efendi,
Mekkî Efendi ve Cenâb-ı Hak müsaade ederse şimdi her hâli ile —belki sizce uzun
bizce kısa sayılacak şekilde— anlatmağa çalışacağımız ilk ve son ışığımız diye
ta'rif ettiğimiz azîz ve kıymetli hocamız Hüseyin Hilmî Işık Beyefendidir.
Allahü teâlâ hepsine rahmeti ve rızası ile muâmele eylesin ve bizlere onların
izi üzere yürümekle son nefeste hüsn-i hâteme ihsân eylesin!
Efendi hakkında birkaç sene
önce muhabbetle yazdığım şu şiirle bu faslı bitirelim:
Ey
ismine, cismine, yoluna, nesebine Âşık olduğum velî, ihsânını bol eyle O yüksek
ahlâkına, ulvî derecesine Hayrân olduğum, beni kendine makbûl eyle Mütâbeat
edeyim, hattâ her nefesine Her emrini yapayım, beni sana kul eyle!
Hevâ,
hevese değil, yalnız senin sesine Uyayım, bu âcizi, kulluğa kabûl eyle!
Gözlerin
görmediği âlemin ötesine Götür beni, dağları, sahraları yol eyle!
Mazhar
eyle de beni aşkın bilmecesine İster ateş et beni, ister kızgın kül eyle!
Muazzam
kelimeye, hattâ her hecesine Âşina eyle beni, kalbime duhûl eyle!
Silsileyle
korunmuş eşsiz gül bahçesine, Girip hayâtı bulan tali'li bülbül eyle! Arasıra
kalbinden gönül penceresine, Sızan bu damlaları, artır, aman göl eyle, Bu
zavallı miskine, perdenin gerisine Yüksek merhametinle delil-i vusûl eyle!
Hakîmâne bir yolla, bu aşk bîçaresine Kendini izhar eyle, imdâdını tûl eyle!
Süleyman
BAŞLARKEN
Rahmân ve Rahîm olan Allahü
teâlânın yüce ismi ile bu kitâbı yazmağa başlıyorum. Hürmetine kâinâtı var
ettiği Habîbi ve Resûlü Muhammed aleyhisselâma salât olsun. Âline, Ezvâcına,
Eshâbına ve kıyamete kadar ona tâbi olanlara en iyi duâlar ve rahmetler olsun !
Yirmibirinci asrın ortalarına
kadar devâm eden harbler, memleketimizi her bakımdan sarmış, yormuş, zaif ve
güçsüz bırakmıştı. İki-üç yüz senedir, belki harbsiz, sulh üzere onbeş-yirmi
sene geçmemişti. Hele Birinci Dünyâ harbi —ki buna Harb-i Umûmi de denir— ve
ardından İstiklâl Savaşı memleketimizin maddî ve manevî bütün değerlerinin
ortaya konduğu mecburî harblerdir. Akabinde yeni idâre ve daha toparlanmadan
İkinci Dünyâ Savaşı hazırlığı, kıtlık, yokluk ve yoksulluk yılları...
Ya'nî tarlada eli sapan, medresede
eli kalem tutacak yaşa gelmiş olanından seksenlik pir-i fânîye kadar herkes
vatanı, dîni, namusu, bayrağı için harbde doğdu, harbde öldü, denilebilir. Bu
yüzden memleket her bakımdan geri kaldığı gibi, esası ilim üzere olan İslâm
dîni de, bir nevi hâmisiz kaldı. Bu ağır şartlar içerisinde yaşayabilmekten
başka birinci derecede zihni meşgul edecek bir şey kalmadı.
Ve sene 1938, 2 Eylül Cum'a
günü bu satırları yazan Ahmed oğlu Süleyman, Trabzon Sürmene-Baştımar köyünde
dünyâya geldim. Hudânâbit büyüdüm. Üç sene sonra babamı kaybettim. Yedi yetim
çocuk, ana ve babaanne kaldık. İkinci Dünya Harbi’nin bütün olumsuzluklarını ve
o devrin maddî ve manevî bütün zorluklarını yaşadık. Dinimi severdim. İlk ve
orta okulları çok zor şartlar içerisinde okudum. Çocuktum, ama çoğu zaman
namazımı kılardım. İçimde dînime karşı bir sıcaklık vardı. Ama sıradan bir
çocuktum. Âilemin dışında hiç kimseden bir şey edinmemiştim. Köyün câmiinde
Kur'ân okumağa bir gün gidebildim.
Ya’nî Anadolu'daki milyonlarca
insandan biriydim. Ne mektebden, ne de hocadan dînim hakkında birşeyler
aldığımı söyleyemem. Sanki hak ile bâtıl birbirine karışmış, cahiliye devri bir
daha zuhur etmişti. Şuurlu olarak Rabbimizden, Peygamberimizden, dînimizden,
itikadımızdan, amelimizden, ahlâkımızdan haberimiz yok idi. An’ane (gelenek) ve
âdet olarak yapılanların kimini yapmak dışında bir hâlimiz yoktu. Bu manâda bir
sis, bir zulmet bütün memleketi kaplamıştı. Sadece müsaade edilenler
konuşuyordu. Her bilen ve her
ağzı
olan konuşamıyordu.
Velhâsıl böyle bir zamanda ve
mekânda yetiştim. İlk ve orta okulu iyi, pekiyi derecelerle bitirdim ve o
zamana göre tesâdüfen, aslında Allahü teâlânın takdîr buyurması ile, İstanbul
Çengelköy'deki Kuleli As. Lisesi’ne müracaat ettim. Bir takım imtihanlardan
sonra kazanıp okula girdim. Kimyâ hocamız, ilk sene yarbay, sonra albay olan ve
bu kitâbı yazmaktan esas maksadım, iki dünyâ se’âdetimin anahtarını kendisinde
bulduğum Hüseyin Hilmî Işık Beyefendi idi. Allah rahmet eylesin ve temenni
ettiği makamlara kavuştursun! Âmin!
Kendi ta'biri ile ‘albay
Hüseyin Hilmî’, biraz önce çok kısa anlattığımız, son asrın en büyük âlimi ve
velîsi, aklî, naklî ve kalbî ilimler mütehassısı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî’nin
(kuddise sirruh) İstanbul’daki en seçkin eshâbından idi. O islâm güneşinin
üfulünden, ya’nî batışından sonra, devâm eden son ışığı idi. Allahü teâlâya
nihâyetsiz hamdü senâ olsun ki, onu görmeği ve talebesi olmaklığımı nasîb etti.
Bu beraberlik, nerede ise elli sene devâm etti. Bana, doğru yolu gösteren, beni
küfürden, bid'âtten, sapıklıktan koruyan, Allahü teâlânın dostlarını ve
düşmanlarını tanıtan, beni bugünkü harabe dünyâdan çıkarıp, ma'mür islâm
diyârına getiren, kısaca bilmediklerimi bildiren, duymadıklarımı duyuran,
bulundurmadıklarımı bulunduran hep O'dur. Bunun için bu kitâbın ismini İslâm
âlemi ve karanlık dünyâyı hâlâ aydınlatmakta olan Seyyid Abdülhakîm Efendi
hazretlerine atfen İSLÂM GÜNEŞİ BATARKEN ve Hüseyin Hilmî Işık Beyefendi’den
edindiğim dünyâ ve âhıret seâdetine işâretle GÖRDÜĞÜM SON IŞIK koydum.
Gerçekten o, üstâdı ‘Seyyid Abdülhakîm güneşi’nin en son ışığı idi ve Allahü
teâlâ bu âciz kuluna onun eshâbından olmağı nasib etti. Onunla gözlerin
görmediği, kulakların işitmediği, hattâ akılların düşünemediği hallerimiz,
muâmelelerimiz oldu. Mısra':
Kalem buraya geldi ve ucu kırıldı.
Sözümüze gelelim: Kuleli As.
Lisesi’nde üç sene beraber olduk. Okulda beraber, hafta sonları evlerinde veya
başka yerlerde beraber bulunduk. Îmânımda yakîn, islâmımda şuur, ahlâkımda
gözle görülür düzelmeler hâsıl oldu. Kendilerini candan sevdim. Anamdan,
babamdan, her akrabamdan ileride ve sevgili tuttum. Sevgim arttıkça Onlardan
istifâdem artıyor, istifâde ettikçe muhabbetim ziyâdeleşiyordu. Muhabbet
arttıkça Onlara yaklaşıyor, kendimi Onların oğlu, veya bir parçası, hattâ zaman
zaman nerede ise kendileri buluyordum. Nitekim Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri
bir beytinde buyurur ki: "Bir kimsenin bir kılıçla ikiye bölündüğünü çok
gördüm, ama şu aşk kılıcına bak ki, bir vurdu mu iki kişiyi bir ediyor.”..
Sonra Harb Okulu ve üniversite
yılları.. 1960 senesi Temmuz ayının 12'sinde Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi’nin Rusça Filoloji Bölümü’nü bitirip, ‘Öğretmen teğmen’ olarak önce
Harb Okulu’nda vazîfeye başladım. Sonra Kuleli As. Lisesi Rusça öğretmenliğinde
bulundum. Dışarıda da İngilizce dersleri verdim. Kıdemli binbaşılığımda Ankara
Ordu Yabancı Diller ve İstihbarât Okulu’nda Rusça öğretmenliğine ta’yîn olup
emekliliğime kadar orada çalıştım. Albay rütbesinde iken emekli oldum. Evimde
bulunup hocamdan aldığım yol ve minvâl üzereyim. Onların işâret ve teşvîkleri
ile arabî ve fârisîyi öğrendim. Bu dillerden bir çok kitâblar terceme ettim.
Şimdi bu kitâbı yazarken altmış üç yaşındayım. İyiliklerimin hepsi hocamın
sâyesinde Allahü teâlâdandır. Kötülük ve günâhlarım nefsimdendir. Allahü teâlâ
bizi içimizde taşıdığımız düşmanın, şeytanın ve kötü arkadaş ve insanların şer
ve zararlarından korusun. Kendisinden ve sevdiklerinden başkasıyla
bulundurmasın.
Bundan sonra H. Hilmî hocamdan,
bazan Onlar diye bahsedeceğim. Yetişmeleri, Abdülhakîm hazretleri ile tanışıp,
ondan istifâdeleri, kendisinin islâmın öğretilmesi ve yayılması hakkındaki
çalışmaları, va'z ve nasîhatlerinden sık sık bahsedeceğim. Anlatmadaki sıra,
hayâtları ile paralel olacaktır. Hattâ benim Onlarla olmam sırası şeklinde
görülecektir. Bazılarını unutmamak bakımından bu daha uygundur. Böylece âhırete
intikal tarihleri olan 9 Şaban-ı Şerîf (26 Ekim 2001) Cum'a gününe kadar, son
görüşmelerimiz dâhil, içim sızlayarak yazmağa çalışacağım ve bu vesîle ile
ma'nen Onlarla olup, Onları unutmamağa çalışmayı hayatımın bu son günlerinin en
büyük tesellisi edineceğim. Tevfîk Allah’dandır.
Şimdi
size hocamın üstâdı Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin bugüne kadar hiç bir yerde
neşr edilmemiş olan bir makalesini arz edeceğim. Bu makaleyi okuyunca hocamın
bana buyurduğu: "Efendi hazretlerinin İmâm-ı Gazâlî’den (rahmetullahi
aleyh) nisbeti var idi" sözünün özünü anlayacak, Efendi hazretlerinin
İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî ve Mevlânâ Hâlidler sırasından sayılacağını
düşünecek, o büyükleri anlama havsalanızda bir genişleme olacak ve bundan sonra
yazacaklarımızın hiçbiri için hayâl mahsûlü demeyeceksiniz ve sakın demeyin!
Çünkü bütün maksadım, o batan güneşin son ışıklarını ufkun üzerinde tutmak,
kıyâmete kadar onlardan istifâde etmek isteyenlere, yollarını şaşırmamak için
elimden gelen yardımı yapmak, bu kurb-ı kıyâmette Ehl-i sünnet itikadını,
büyüklere muhabbeti ve Resûlullâh’ın (sallallahü aleyhi vesellem) sünnetine
uygun amel etmeği sağlamak, küfürden, bid'atten ve günâhlardan uzak tutup,
Hakka yakın kılmaktır. Bunun da ancak bu sâyede mümkün olacağına inanıyorum.
Yoksa o son ışıklar da giderse, dünyânın her tarafı zifiri karanlık olur.
BİR
MAKALE
Bismillahirrahmânirrahîm
Allahû teâlâya hamd, Resûlüne
salâtü selâm ve sizlere duadan sonra derim ki:
Bir zamandayız ki, şerîatın
şeâiri [islâm dîninin şiarları, alâmetleri] örtüldü. Tarîkatın ana caddesi
boşaldı. İnsanın vücûdunda nefs-i emmâre hâkim ve gâlib olup, şeytanın
askerleri her tarafta hükmünü icrâ etmektedir. Hakîkat ilimlerinin alâmet ve
işâretleri ters dönmüş, ya da yok olmuş, tarîkat yolları kapanmış ve bitmiştir.
Tasavvufun ma'nâsı bozuldu, ismi kaldı. Erkânı [direkleri] kırıldı, resmi
kaldı. Hattâ isim ve resim bile tebdîl ve tahvîle [değişikliğe] uğradı. Ehli
olmayanlar, tasavvufu dışdan güzel görünen hattâ felsefeden alınmış, kıymetli
bir şey sandılar. O ise hakîkatler kaynağıdır. Görenler bildiler, anladılar.
Görmeyenler ise, ya taklîd sahrasında kaldılar, yahud da şübhe ve tereddüdde.
Belki inkâr çukurlarına yuvarlandılar. İslâm gayreti taşıyanlar, bu azîz ve
parlak dînin yücelmesini, ahkâmının yükseklere kaldırılmasını ve bu arada
hakîkî dîn kardeşleri, sırdaş olacak dostlar aramak istediler. Bu münâsebetle
dînin umûmî fâidelerini beyân ve ayan edecek ve hakîkat gelininin yüzündeki
örtüyü kaldıracak büyük zevât aradılar.
Bu garîb ve muhâcirîn, bu
meslek ehli içinde ma’rîfeti az, sermayesi yok ise de, me’mûr mazûrdur, sözü
mûcibince, Süleyman aleyhisselâmın karıncası gibi, tarîkatın denizi, şerîatın
ummanı olan Seyyid ve Senedimin [Seyyid Fehîm hazretlerinin] İsa aleyhisselâmın
nefesini andıran güzel kokulu esintisiyle, Mûsa aleyhisselâmın mu'cizelerine
benzeyen kerâmetlerinin sâdir olduğu hizmet ve sohbetiyle şereflendim. Uzun
zaman himâye kanatları altında büyüdüm. Çok feyzler alıp, terbiye olunduğumdan,
her tâlibin hâline muvâfık, Hakka vâsıl olma edeblerini ve her mürîdin şânına
uygun temel esasları ayrı ayrı edinmiş öğrenmiş idim. Bu yolun büyüklerinin
huzûrunda makbûl ve denenmiş olanların faydası çok ve devâmlı olanlarından bir
kısmını, bugün bazı dostlarıma yazıp yâdigâr kalması isteğiyle, herkesin kendi
hissesine düşeni alması hevesi beni yendi de, şu satırları yazdım:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım"
[Zariyât-56]
âyet-i kerîmesinin yüksek ma'nâsı mucibince, cinler ve insanlar marifet-i ilâhî
için yaratılmıştır. Ya’nî bunların yaratılmasından murad, marifet-i ilâhî
şerefine nâil olmalarıdır. Bunun için, Allah’a tâliblerin hepsinin maksada
kavuşmalarındaki yolları ayrı ayrıdır. Sâlih ve mürîdlerden kimi islâmın beş esasına,
farz, edeb, şart ve sünnetleri ile yerine getirmeyi vazîfe bilip, Hakka kulluk
etmişler ve bununla birlikte çoluk çocuğu, hattâ diğer insanlar için çalışıp
halal kazanmakla meşgûl olmuşlardır. Gulam Alî (Abdullah Dehlevî kuddise
sirruh) buyurur: Tearruf isimli kitâbda yazar: Cüneyd-i Bağdâdî’ye (radıyallahü
anh) göre, şerîate uygun ve kendi kısmında yazılı şartlara uygun çalışıp
kazanmak, mukarreblerin amelinden sayılır. Şartların en mütedâvil olanı şudur
ki, kesbden [çalışıp kazanmaktan] maksad ve niyyet, çoluk çocuğa rahat nafaka,
komşu ve yakın akrabasına ihsân ve iyilik, muhtac ve muzdar durumda olanlara
yardım, garîb ve fakîr müslümanların feryadına yetişmek ve hiç kimseden birşey
beklememek olursa, bu kesbin [çalışıp kazanmanın] hükmü ve neticesi, zikir,
teveccüh ve murâkabenin hüküm ve neticesidir. Zikir ve murâkabe amellere
terettüb eden dereceler ve makamlar, bu çeşit çalışıp kazanmada da bulunur. Bu
meslek [usul, tarz, yol] peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hemen bütün Eshâbın
gittikleri yoldur. Bu yol ahsen [en güzel], eslem [en doğru], ekmel [en olgun],
â'lâ [en yüce], evlâ [en iyi], akreb [en yakın], akdem [en ileri], akvem [en
sağlam], eshel [en kolay], eyser [en hafîf] bir yoldur. Havas ve avâmın takat
getirebilecekleri bir yoldur. Bu yola şimdi Nakşibendî denmiştir. "Eshâb-ı
yemîn [sağdakiler] ne mutlu o sağdakilere,! [Vâkı'a-8] âyet-i kerîmesinden
murad bunlardır. "İşte onlar, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir"
âyeti ile- yine bunlar medh edilmektedir.
Kimi fıkıh, ilim denizine
dalıp, hadîs, haber ve eserleri öğrenmeğe çalışıp, büyük âlimlerin
sohbetlerine, meclislerine ve derslerine yetişmişlerdir. Nefislerini ezmişler,
dünyâdan kendilerine yetecek en az miktarla iktifâ etmişlerdir. Bunların
gittikleri yol en açık ve seçik yoldur. "İnanıp da îmânlarına hiç bir
haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet [güven] onlarındır ve onlar
doğru yolu bulanlardır" [En'am-82] âyet-i kerîmesi ile medhü senâ
buyurulmuşlardır. "Mü’minlerin hepsinin birden sefere çıkmaları doğru
değildir. Onların her kesiminden bir grub dînde geniş bilgi elde etmek ve
kavimleri savaştan döndükte, onları ikaz etmek için geride kalmalıdır"
[Tevbe-122] âyet-i kerîmesinden murad bunlardır. Yine bunlar için hadîs-i
şerîfde: "Allahü teâlâ bir kuluna hayır [iyilik] murad ederse, onu dînde
fakîh yapar" buyurulmuştur. Din İmâmları, müctehidler, tefsîr ve hadîs
âlimleri ve bunların izini ta'kib edenler bu
kısımdandır.
Kimi insanlardan uzaklaşmış,
inzivâyı seçmiş, hep Hak ile olup, dünyâ ve ehlinden, hattâ herkesten kopmuşlardır.
Sevmeleri, sevmemeleri, sadakat ve adâvetleri [düşmanlıkları] hep Allah için
olmuştur. Üveys-i Karnî, İbrâhim-i Edhem ve bunlara benzeyenler bu kısımdandır.
Bunlar yolun en güzelini ve en iyisini bulmuşlardır. "İşte onlar Allah’ın
tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de, sadece Allah’ın
tarafında olanlardır" [Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf
buyurulmuşlardır. "İşte onlara, sabretmelerine karşılık, Cennet’in en
yüksek makamı verilecek; orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır."
[Furkan-75] âyet-i kerîmesinden murad bu kısımdaki kullardır.
Kimi âcizliğini, kırıklığını,
boyun eğikliğini, istiğfarı, zavallılığı ve fakri, muhtâc olmaklığı gösteren
yolu seçmiş ve beğenmiştir. Gece gündüz hayatlarını ah ve inlemek ile geçirip,
dağlarda, sahralarda, çöllerde dolaşarak geçirirler. "Kendilerine binek
sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum,
deyince, harcayacak birşey bulamadıklarından dolayı üzüntüsünden gözleri yaş
dökerek dönen kimselere sorumluluk yoktur" [Tevbe-92] âyet-i kerîmesi ile
bildirilenler bunlardır.
Kimi de, mücâhede, riyâzet,
ibâdet ve tâatte çok ileri gitme yolunu tutmuşlardır. Yaya olarak çok def’a
Beytullah’ı ve Ravda-ı Resûlullah’ı tavaf ve ziyâret etmişlerdir. Me’lüfâtı
tamamen terk ve nefislerine bütün bütün muhâlefetle onu kahretmişlerdir.
İnsanlarca kıymetli addedilen hürmet, makam, mevki' ve rutbeleri külliyen
bırakıp, ihlâs ile Hakka vâsıl ve vüsûl ile Allah’a kul olmuşlar, hakîkatlere
kavuşmakla kalblerini süslemeğe ehemmiyet vermişler, en şiddetli hallere
katlanıp, yeni yeni hallere kavuşmak istemişler, insanlara karışmak ve ünsiyet
kurmak ümidini kesip, uzleti tercîh etmişlerdir. Bu yol Allah’a kavuşma
yollarının en zahmetlisi ve zorudur. Fazîlet ve izzet sâhibi olmakla tanınmışlardır.
Şeyh-i Ekber [Muhyiddin-i Arabî] hazretleri bunlardandır. "İşte onların
kalbine, Allah îmân yazmış ve katından bir rûh ile onları desteklemiştir."
[Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf buyurulmuşlardır. Hadîs-i kudsîde:
"Evliyâm örtülerimin altındadır, onları benden başkası bilmez"
buyurulması, onların şânındandır. "İşte Rablerinden bağışlamalar ve yüksek
rahmetler hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" [Bakara-157]
ve "İşte bunlar Naîm Cennetlerinde Allah’a en yakın olanlardır"
âyetlerinden maksad bunlardır.
İşte kısaca izâh ettiğimiz bu
yolların herbirinin ehli ve erbabı vardır. Her tarîk [yol] ehlinin bulunduğu
yolun şartları, edebleri, rûkünleri, alâmetleri, nişanları ve göstergeleri
vardır. Sâlikleri [her yolun yolcuları] bunları bilmek zorundadır. Bu yolların
en şereflisi ve üstünü, âriflere sertâc [baştacı] ve âşıklara mi'racdır: Bu
yolun geniş olarak bildirilmesi uzun sürer. Kitâblarında yazılmış olanlar,
esasın yanında pek az kalır. Bu yol çok şerefli ve incedir. Seçilmeğe ve önceliğe
lâyıktır. Allah’a en yakın ve nefsden en uzak yol budur. "Rabbinin
makamından korkan ve nefsini kötü isteklerinden uzaklaştıran için, şübhesiz
Cennet yegâne barınaktır" [Nâzi'at-40] âyet-i kerîmesi bunları
anlatmaktadır.
Hak celle ve a’lâya kavuşmak öyle
bir izzettir ki, zilleti yoktur. Bunu hâsıl etmek, ebedî seâdettir. İnsan ve
cinnin yaradılmasından Hak teâlânın muradı, ma’rîfetten ibâret olan ibâdettir.
İbâdetin bir kısmı tâat olup, namaz, oruc ve benzerleri gibilerdir. Bunları
herkes yerine getirebilir. Bir kısmı, yasak olanları yapmamaktır. Onu herkes
yapamaz; bunu ancak sıddîklar bulur. Sâhib-i risâlet (sallallahü aleyhi ve
sellem): "Allahü teâlânın men' ettiklerinden en küçük birini yapmamak
insanların ve cinlerin ibâdetlerinden hayırlıdır" buyurdu. Bu menhiyyâtı
tamamen terk, ancak nefsi kahretmekle, ezmekle ele geçer. Nefsi, Allahü
teâlânın rızasına uygun olmayan arzularından kesmekle müyesser olur. Onun
arzularını kesmek, her harekât ve hareketsizlikte şer'-i şerîfe uymakla
mümkündür. Kalb, ihlâs ve sevgiliye [Hak teâlâya] üns hâsıl etmekle ibâdet
tamam olur.
Şerîat üç kısımdan ibârettir.
Bilmek, işlemek ve her ikisinde ihlâs üzere bulunmak. Şu anda bizim bahis
mevzûmuz üçüncüsü olandır. Dünya ve âhıret, şerîatte saklıdır. Kalanların hepsi
şerîatin dışındadır, nefsin arzularındandır. Nefs, Cenâb-ı Hakkın düşmanıdır.
Allahü teâlânın rızası, nefsin beğenmedikleridir ve bu da şerîatten ibârettir.
Şerîatin maklûbu [yani tersinden okunuşu] Arşdır. Zâhirde şer'den yüz çevirmek,
Arş’dan yüz çevirmektir. Arş’dan yüz çevirmenin ne demek olduğunu irfân
sâhibleri bilir. Şer'in zâhiri fetvâdır, bâtını [içyüzü] takvâdır. İmâm-ı
A'zâmın (radıyallahü anh) elbisesine tırnak kadar çamur sıçradığından, o büyük
İmâm ânında onu yıkadı. Talebesinden biri, "yâ İmâm, dirhem mikdarınca
necasetle namaz câizdir, diye ruhsat veriyorsun, ama sen bu kadarcık bir çamuru
yıkıyorsun" diye süâl edince: "O fetvâdır, bu takvâdır" cevâbını
verdi.
Resûl-i Ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz azîmet ve takvâ bakımından Hazret-i Bilâl’in
(radıyallahü anh) ertesi sabaha yarım ekmek saklamasına cevâz vermedi; halbuki
ruhsat ve fetvâ cihetinden, bir senelik yiyeceği evde saklamağa cevâz verdi.
Demek oluyor ki, tarîkat ehline azîmet ve takvâ ile, diğer insanlara ruhsat ve
fetvâ ile muâmelede bulunmak münâsib
görülmüştür.
İbâdetin aslı namazdır. Zirâ
dînin direğidir ve Hak teâla ile münâcât etmektir. Namazın sahîh olması ise
tahârete bağlıdır. Fıkıh âlimleri tahâreti; necâsetten tahâret ve hadesten
tahâret diye iki kısımda bildirirler. Her mü’min bunları bilir. Ama bu, zâhir
ehline mahsûsdur. Tarîkat erbabından müttakî olanlara, bu zâhir [dış] temizlik
ile beraber, tevhîd suyu ile kalbini yıkayıp, şirk ve nifak necâsetinden,
sırrını [özünü] gaflet zulmetinden temizlemek de vardır. Tevhîd, sâlikin
nazarında bütün varlıkları, hiç yokmuş gibi bulmakla, Haktan bir tecellinin
zâhir olmasından ibârettir. Tarîkat abdesti, şerîat abdesti ile beraber, yüzünü
Allah’dan başkasına döndürmemekten, ellerini mahlukata âid bağlardan ve öbür dünyâyı
dahi düşünmekten temizlemekten ibârettir. Başını mesh ile, beyninden benliği
silmek; öyle ki, başında Allah’dan başkası ile olmak kalmayıp, kibirsiz,
ayaklarını Allah yolundan başka her yola basmaktan sakınmaktan ibârettir. Şeyh
Şiblî buyurmuştur: Abdest bütün dünyâ bağlarından kesilmek, namaz sadece
Alllahü teâlâ ile bağlı olmaktır. Allah’dan başkasından alâkasını kesmeyen bir
insan, Hak celle ve a’lânın muhabbetine kavuşamaz. Zirâ Cenâb-ı Hak, şerîk
[ortak] istemez. O halde ayrılma olmayınca, kavuşma olmaz, bu mâ'nâda
söylenmiştir. "Ona ancak temizlenenler dokunabilir" [Vakı’a-79]
âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir. "Hemen papuçlarını çıkar"
[Tâhâ-12] buna açık bir delildir. "Abdest üzerine abdest nûr üstüne
nûrdur" hadîs-i şerîfi de bunu göstermektedir. Ya’nî tarîkat abdesti,
şerîat abdesti üzere olursa, nûr üstüne nûr olur. Zâhir ehline [fıkha] göre
abdestli bir insan [o abdestle bir ibâdet yapmışsa] bir daha abdest alırsa, nûr
üstüne nûr olur, zâten meşhurdur. Namaza âid bütün söz ve fiilleri geniş
anlatmıyorum. Anlayış ve kabiliyetiniz zâten buna müsâiddir.
Namaz, bedenî ve kalbî
ibâdettir. Namazda kalb ve kalıb, her ikisi faaliyette bulunmak lâzımdır.
Kalbden murad, Rabbânî nûr kuvveti olup, yürek denilen et parçasına
yerleştirilmiştir. Bu yürek mahlûktur. Kalb, gayb âlemindendir [bilinmez],
rûhânîdir, ulvîdir ve ulvî [yüksek] hakîkatlerin merkezidir. Kalıb, görünen,
bilinen âlemden olup, cismânîdir, süflîdir, yoğundur, zulmânîdir ve suflî
şeylerin merkezidir. Kalıbın, ya’nî bedenin gıdası, kendisi gibi maddî, süflî
ve cismânîdir. Kalbin gıdası ise, kendine uygun havsalasına lâyıktır. Nefs,
kalıbın zulmânî kısmındandır. Kalıbın gıdası birkaç gün verilmez ise, ölür,
helâk olur. Ölümü muvakkat, helâki şekildedir. Kalbin gıdası verilmezse, o da
helâk olur ve sonsuz olarak ölür. Kalbin gıdası, ilmullahdan, ma’rîfetten
ibârettir. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve selef-i sâlihînin eserlerinde
zikr olunan ilimden murad, bu ilimdir. Diğer ilimlerin hepsi, bu ilmin
başlangıcı ve hazırlayıcıları mesâbesindedir. Kalb ve kalıb bir arada
bulunduğundan sanki birleşmişler, bir olmuşlardır. Halbuki birinin gıdası ağır
basınca, diğerinin gıdası azalmaktadır.
Bunun için çok yemek yiyen bir
insan, fazla tâat, ibâdet, zikr ve fikirde bulunamaz. Aksine kalb ve rûh gıdası
çok olan kimsenin de yemeğe iştâhı azalır. Sâliklerin az yemeleri ve az
içmeleri bundandır.
Kalıbın kısımlarından olan
nefsin ayrıca bir gıdası daha vardır. O da Allahü teâlânın razı olduklarının
hilafına yürümektir. Allahü teâlânın râzı oldukları, ahlâk-ı Kur'âniyedir.
Ya’nî şer'i şerîften ibârettir. Nefsin beğendiği, istediği şeyleri yapmamakla,
ya’nî şerîate uymakla insan Hakka kavuşur. Evliyâdan birisi Rabbül-izzeti
rüyâda gördü ve "Yâ Rabbi, sana hangi yolla ulaşırım?" diye sordu da Hak
teâlâ kendisine "Nefsini bırak da gel" buyurdu. Ya’nî rızama muhâlif
olan nefsin arzularını bırak, bana kavuşursun"
İşte turuk-ı aliyyenin [çeşitli
tarîkatlerin] yaptıkları bütün zikir, fikir, ibâdet, tâat ve benzeri güzel
işler, bu gayeye varmağı kolaylaştırmak içindir. [Ânın kıymetini bilmelidir].
Zirâ ölüm baş ucundadır ve maksada kavuşmadan ölüm gelirse, işin çok zor
olacağı ma'lûmdur. Beyt:
Korkarım o yâr
bize nâ âşina kalır Ve kıyâmete kadar, bu gam da bizde kalır.
Bu
bir makaleyi andıran mektûblarından Efendi hazretlerinin zâhirî ve bâtınî ilmi
ve hâli herhalde bir parça anlaşılmış oldu. İnşaallah imkân ve fırsat bulurum
da, bütün yazılarını bugünkü dile aktarırım. Tevfîk Allah’dandır. Şimdilik bu
bahsi fakülte son sınıfta iken, İmâm-ı Rabbânî ve Efendi hazretlerine
(kaddesallahü teâlâ esrarehümâ) olan muhabbetimden bir damlasını kaleme almağa
çalıştığım bir şiirimle bitereyim. Hayır, bitmeyecek, her vesîle ile bu kitâbın
sonuna kadar ve inşaallah kıyamete kadar anılacak ve bu yazılar ve sözler
onların son ışıkları olarak dünyâyı aydınlatacaktır.
Aşkın bağında açan güllere
bülbül olan,
İslâmın hasret ile beklediği
kahraman.
Ma'şukunun aşkından yanıp yanıp
kül olan,
Ağlasa yeri vardır seni
görmiyen zaman.
İlmiyle
irfâniyle sâhib olan SILA’ya
İki
temel unsuru vasl eden bir araya Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya Ve bu
zikr deryâsından en büyük payı alan Kimi sâhile gider ve bu bana yeter der,
Kimi
uzaktan görür, mest olur başı döner Kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer,
Bir
sensin bu deryâdan içip içip de kanan.
Kur'ândan
hadîslerden sonra gelir eserin,
Rûhlara
şifâ olan o mubârek sözlerin,
Başkumandanısın
sen velîlerin, erlerin,
Ve
Müceddîd-i elf-i sânî adını alan.
Bize
seni duyuran, fıtraten dostun olan Ve cihânda bir tekdir senin izinde kalan Seyyid
Abdülhakîm o, senin aşkınla yanan Hürmetine nasîb et, bize şefâatından.
Eserinle
cihânı, yeniden tenvîr eden,
Esrârengiz
kuvvetle bizi kendine çeken Ondördüncü yüzyılın zulmetini gideren Arvâs'ın
ışığıdır, gerisi hayâl, yalan.
Biz
onun talebesi, o sizin talibiniz Muhakkak akis yapar, o nûrlu kalbleriniz
Belli, birbirinize aşıksınız ikiniz,
Ve size âşık
oldu Hilmî ile Süleyman.
Aynı
şekilde kıymetli hocama yazıp gönderdiğim ve kendi eserlerinin sahîfeleri
arasında münâsib gördüğü şu şiirimi de Efendi hazretlerine izafe ederek
yazmışlardır.
Ey
gözlerimin nûru, ey candan yakın canan Abdülhakîm Arvâsî hasta rûhlara derman
Biz
nerede, siz nerde perdeler feth olmuyor Sizden uzak kaldıkça kalbler rahat
bulmuyor Sohbetten, muhabbetten dâim konuşurdunuz Talebe hocasıyla ölçülür
diyordunuz
Adım
adım hakîkat yolunu geçmişsiniz Rûhları sarhoş eden, şerabdan içmişsiniz
Dünya yok gözünüzde kalb sâhibiyle meşgul,
Sensin cihanda şimdi, Rabbin en sevdiği kul
Tevazu' büyüklüğün alâmeti derdiniz,
Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.
Cihân
zulmette iken Fehîm nûr saçıyordu.
O
hazine esrarı , hep size nasîb oldu.
Yâ
Rabbi, Seyyid Fehîm ne büyük mürşid imiş, Ölü kalbi dirilten bir Hakîm
yetiştirmiş Resûlullahdan gelen nûru nakş etmiş size En büyük arzumuzdur
kavuşmak lutfünüze
Nûra
kavuşulamaz, bir rehber olmadıkça Kalbleri ihlâs ile ona bağlamadıkça Eserin
hocamızdır, gördük, tanıdık sizi Efendim yalvarırız, zay eylemeyin bizi
Ve kıyamete kadar sizi seven olacak,
Hepsi sizinle olup, umarım kurtulacak.
Seven
sevdiğiyledir buyuruyor peygamber Seâdetimiz için yeter bize bu haber
Ben
hocamın elini tuttum, artık bırakmam O da senin eline ve böylece bittemam.
Resûlullaha kadar eller hep bağlı gider,
Ve inşaallah bu yolun sonu Cennette biter.
Ve
ebedî seâdet sizin ile elverir,
Süleyman kalemi kır, sıra tecellîdedir.
GÖRDÜĞÜM
SON IŞIK HÜSEYİN HİLMÎ IŞIK
Rahmetullahi
aleyh
Önce hocamızın kendi dilinden
ve kaleminden dinleyelim. Sonra yedi fasıl ve bir ilâve-hâtime ile çeşitli
veçhe ve halleri ile kendilerini anlatmağa daha doğrusu, unutturmamağa
çalışalım. Ve billahit-tevfîku vel-ismet.
BİRİNCİ FASIL
HAL TERCEMESİ
HÜSEYİN HİLMÎ IŞIK
(rahmetullahi aleyh) Hicrî 1329 (m.1911) yılı Mart ayının sekizinci günü, güzel
bir bahar sabahı, İstanbul’da Eyyûb Sultan’da, Servi mahallesi, Vezirtekke
sokağı, Şifâ yokuşunda, (1) numaralı evde dünyâya geldi. Babası Saîd Efendi ve
dedesi İbrâhim Pehlivan, Plevnenin Lofça kasabası, Tepova köyünden ve yine
annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa, Lofça kasabasından idiler.
Saîd Efendi doksanüç (m. 1877) Rus harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş,
Vezirtekkesi’nde yerleşmiş ve evlenmişti. Harb ve muhâcirlik sıkıntıları sebebi
ile hiç mektebe gidememişti. Belediyede kantar memuru olup, kırk seneden ziyâde
bu işi ile iştigal etmişti. Ama dînine olan bağlılığından bir çok câ’milerde,
bir çok va'z ve ilim dinlemiş olup, sözü dinlenir bir muhterem kişi olmuştu.
Vazîfesi icabı, matematiğin dört işlemini, zihin ile yapmakta o kadar mâhir idi
ki, tahsîli olmadığına kolay kolay kimse inanmazdı.
Âilesi
‘Alî oğulları’ olarak bilinir. Efendi hazretleri, soyadı kanununda "Ben,
soyadı almadım. Alsaydım, Işık alırdım” deyince Hilmi Bey Hocamız soyadı olarak
‘Işık’ soyadını almıştır. Onbeş-yirmi âile olarak Lofça’dan gelmişlerdir. Bir
rivâyette Anadolu’dan Rumeline gitmişlerdi. Saîd efendinin Halîl ve Mustafa
isminde kardeşleri vardı. Hep beraber Eyyûb Sultan’da yerleştiler. Onların
çocukları da şimdi hayattadır. Saîd efendi 1929’da vefât etmiştir. Eyyûb Sultan
civarında medfundur. Annesi 1303 (m.1887) de tevellüd, 1953 senesinde Ankara’da
vefât etmiştir. Kabri, Efendi hazretlerinin kabrine yakındır. Hüseyin Hilmî
Efendi’nin iki ağabeyisi İbrahîm ve Mustafa astsubay idiler. İkisi de genç
yaşta vefât etti. İbrahîm 1927'de vefât etti. Kasımpaşa’da medfundur. Ablaları
Zehrâ hanım 1991, ve Nâzime hanım 1993’de vefât ettiler. Küçük kızkardeşleri
Fâika hanım hâlen [2002] hayattadır. Erkek kardeşi Sedâd efendi 1926
doğumludur. 1936’da annesi ve kardeşleri ile beraber Ankara’ya gittiler.
Mamak’ta oturdular. 1957’de Maltepe’ye geçtiler. 1974’de İstanbul’a geldiler.
Sedâd ağabey, kimyâ yüksek mühendisi idi. Sarf ve nahivi ağabeyisi Hüseyin
Hilmî hocamızdan okudu. Emâli kasidesini ezberledi. Efendi hazretlerini çok
görmüştür. Altınkum’da tekkede ve daha çok yerde beraber olmuş, Efendi
hazretlerinin teveccüh, takdîr ve muhabbetine mazhar olmuştur. Bu yazıları
Sedâd ağabeyden süâl edip, yazmıştım. Sedâd ağabey, 1997 senesinde vefât etmiş,
Eyyûb’de âile kabristanındadır. Hüseyin Hilmî hocamızın oğlu Ahmed Abdülhakîm
Bey, kendilerinden önce vefât etti; bir sene geçmeden kendisi de vefât edip, bu
kabristana defn olundular. Allahü teâlâ hepsine rahmet eylesin.
Sözümüze
gelelim ve kendi kaleminden dinleyelim:
"Beş yaşında iken, Eyyûb
Sultan Câmii ile Bostan İskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultan ilk mektebine
girdim. Burada iki senede Kur'ân-ı kerîmi hatm eyledim. Yedi yaşında, Sultan
Reşâd Hân’ın türbesine bitişik Reşâdiye numûne mektebi'nde ilk tahsîlimi
yaparken, babam ta'til aylarında Hakîm Kutbuddin, Kalenderhâne ve Ebûssuud dîn
mekteblerine de gönderir, bu oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret gösterirdi.
1924 senesinde ilk mektebi birincilikle bitirdim. İlk mektebde her dersten
aldığım altın yaldızlı mükâfâtlar, büyük bir albümü doldurmaktadır. O sene,
Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş
imtihanlarını pek iyi derece ile kazanıp, aynı sene orta kısmı ikinci sınıfa
birincilikle geçtim. Her sene takdîr alarak, 1929’da Askerî Lise’yi
birincilikle bitirip, Askerî Tıbbıyye mektebine seçildim.
Lisede iken geometri hocamız
her dersi verince, bana tekrâr ettirirdi. Arkadaşlar, sen anlatınca daha iyi
anlıyoruz, derlerdi. Lise ikinci sınıfta (Bir dik açının düşeyinin de dik
olması için bir kenarının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfidir) teorisini
isbât ederken, durakladım. Hocam yüzbaşı Fuâd Bey hatırlatmak isteyince, :
"Efendim, burasına aklım ermiyor, dediğinizi anlıyorum. Fakat iki isbat
bir biri yerine oluyor" demiştim. Fuâd bey, sınıfın ikincisine sordu.
O da râkibinin bu hâline sevinerek: "Hayır efendim! Hilmî Efendi
yanılıyor; kitâb da sizin anlattığınız gibi yazıyor" dedi. Ben yine, bunu
anlayamadığımda ısrar edince, Fuâd bey, beni yerime oturtup: "Hilmî
efendi, insanlık hâli, belki bugün çok çalışıp kafan yorulmuştur. Belki başka
üzüntün vardır. Başka zaman daha iyi anlarsın. Üzülme!" dedi. Geceleyin
bütün talebe uykuda iken, nöbetçi gelip beni uyandırdı ve "Kalk, geometri
hocası, öğretmenler odasında seni bekliyor" dedi. Hemen kalkıp giyindim.
Gece vakti şaşkın halde öğretmenler odasına girdim. Fuâd bey: "Yavrum
Hilmî Efendi! Eve gidince düşündüm. Hilmî Efendi verilen her yeni dersi, bülbül
gibi tekrar eder, en çetin matematik problemlerini çözer, onun bugün iki ayrı
geometri davasının birbirine ters düştüğünü söylemesi boşuna olmasa gerek,
dedim. Çok düşündüm, çok inceledim. Anladım ki, sen haklı imişsin. Fransız
profesörü Hadamar yanlış yazmış; İzmir Lisesi geometri muallimi Ahmed Nazmî bey
de, bunu terceme ederken farkına varamamış. Bense, senelerce bunu yanlış
anlatmışım. Evlâdım, sen haklısın. Seni tebrik ederim. Senin gibi talebem
olduğu için iftihâr ediyorum. Senin râhat uyuman ve sevinmen için, sabahı
bekliyemedim, geldim" dedi ve iğilip alnımdan öptü ve gitti.
Askerî Lisenin her sınıfında
namazlarımı kıldım, oruçlarımı tuttum. Son sınıfta iken namaz kılanlardan
benden başka hepsi namazı bıraktı. İslâm düşmanlarına aldanmış, belki de
satılmış bir kaç kimse, fen bilgisi diyerek, yalan ve iftirâlarla dînsizliği,
ecdâd düşmanlığını aşılamağa cür'et ediyordu. Jeoloji, Fizik, Felsefe ve Târih
öğretmenleri bu hususta pek ileri gidiyorlardı. Bu yüzden sınıf arkadaşları
arasında namaz kılan kalmamıştı. Ben bu öğretmenlere aldanmadım. Onların
derslerine daha çok çalıştım ve hepsinden tam numara ve takdîr aldım.
Lise son sınıfta iken babam
Saîd Efendi vefât etti. Askerî Lise talebeleri ve subayları cenâzesine iştirak
etti.
Bâyezid meydanında Zeyneb
hanımın çok zînetli konağındaki Fen Fakültesi’nde okurken, içten içten hep
üzülür, hep düşünürdüm. Bâyezid Câ’miinde Cum'a namazı kılarken sadece bir saf
cemâ’at kalmıştı. Onlar da yaşlılardan idi. Bu gidişle birkaç sene sonra
herhalde müslüman kalmaz, diye düşünüp, bu hâle üzülüyor, hem de sebebini
araştırıyor, ama gerçek bir doğru sebeb bulup tatmîn olamıyordum; bu bakımdan
nerede ise bir ye'se ve ümidsizliğe kapılıyordum. Mektebde de derdleşecek,
sıkıntı ve üzüntülerimi giderecek samîmi bir dostum yoktu.
Bu günlerde idi. Bir gün
dersten çıkıp, öğle namazı için Bâyezid Câ’miine gittim. Namazdan sonra,
kitâbcılar tarafında birinin va'z verdiğini görünce, oturup dinlemek istedim.
Bir hoca elindeki ince ve ufak kitâba bakarak, îmânın altı şartını anlatıyordu.
Bildiğim şeylerdi. Fakat kalkıp başka yere otursam, dersi beğenmedi ve gitti
sanarak üzülür, düşüncesi ile yerimden kalkmadım. Zâten dinleyen de, üç-beş
ihtiyardı. Hoca dersi çabuk bitirdi. Önündeki bir formalık kitâbcıkları
göstererek, "Bunlar herkese lâzımdır. Satıyorum, alınız" dedi.
Hocanın çok fakîr olduğu, hâlinden anlaşılıyordu. Kitâblardan alan olmadı. Hocaya
acıdım. Bir dâne alıp, bir gence hediye ederim düşüncesi ile "Kaç
kuruş?" dedim. Yirmibeş kuruş, deyince almadım. Hem yirmibeş kuruşum
yoktu, hem de kitâbın değeri ancak iki kuruş idi. O zaman para kıymetli idi.
İmâmın maaşı onyedi lira, teğmenin aylığı altmışbir lira idi. Hocanın bu
davranışını beğenmedim ve kalkıp karşı tarafa doğru yürüdüm. Bâyezid meydanı
tarafındaki parmaklık içi ve dışı çok kalabalıktı. İhtiyâr ve temiz simâlı bir
zât oturmuş, önünde bir kitâbdan tatlı tatlı va'z ediyordu. Dinleyenler gayet
sessiz ve dikkatle, kendilerini anlatılan mevzûya vermişlerdi. Güçlükle gidip,
o ihtiyârın arkasına yakın bir yere oturup dinledim: (Evliya mezârları, nasıl
ziyâret edilir) mevzû’unu işliyordu. Hiç bilmediğim, çok merak ettiğim
şeylerdi. Fakat câ’mide ikindi namazı kılınmağa kalkıldı. Hoca da kitâbı
kapayıp: "Bu kitâb, Allah rızası için bu küçük efendiye hediyem
olsun" diyerek arkasına uzattı. Ben de biraz durakladıktan sonra kitâbı
aldım. Kalkıp namaza durdu. Bu muhterem hocayı dinlerken, hep karşıdaki hocayı
düşünüyor, Allah adamı dîn kitâbını bedava verir, düşüncesini zihnimden
tekrarlıyordum. Bu temiz hoca beni görmeden arkasında küçük efendi bulunduğunu
nereden anlamıştı! Kitâbı alınca, câ’miin boş yerine gidip namazımı kıldım.
Kitâbın kapağında (Râbıta-i Şerîfe) ve altında Abdülhakîm yazılı idi.
Yanımdakine sordum. Kitâbı verenin Seyyid Abdülhakîm hazretleri olduğunu, Cum'a
günleri Eyyûb Sultân Câ’miinde va'z verdiğini öğrendim. Efendim ile ilk
karşılaşmamız böyle oldu. Sonra Bâyezid Kulesi’ne yakın (Bekir Ağa Bölüğü)
denilen binadaki yerime gittim ve Cum'a gününü bekledim.
O zaman Cum'a günü ta'til idi. Büyük câ’mide
hocayı aradım. Göremedim. Sordum. O başka câ’mide imâmdır, orada kılıp, buraya
gelir, dışarda bekler, dediler. Dayanamadım, dışarı çıktım. Onu bir kitâbcı
sergisinin yanında duruyor gördüm. Arkasından yaklaştım. Sevgi ve muhabbetle
hep ona baktım. Kitâbcı; "Hoca efendi, ayakta dikilme, şu iskemleye
otur!" dedi. İskemlenin üstü karla örtülmüştü. Oraya oturacak iken, bir
adım ileri atılıp: "Durun, oturmayın efendim" dedim ve mendilim ile
karları temizledim. Kaputumu çıkarıp, katladım ve sandalyenin üstüne koyup:
"Buyurun oturun" dedim. Efendi hazretleri dönüp bana baktı. Mübârek
nûr yüzü heybetli, kaşları ve gözleri kara, sakalı deyirmi olup, pek güzel, çok
sevimli idi. "Kaputu al" buyurup tahtaya oturdu. Bu sözüne üzüldüm
ise de, :"Kaputu sırtıma ört" buyurunca, gönlüm ferahladı. Cemâ’at
câ’miden çıkmağa başlayınca, kalktı ve câ’miin Hâlic tarafında değil, dış
şadırvân tarafındaki küçük kısmına girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup, rahle
üstündeki kitâbından anlatmağa başladı. Ben de karşısına oturup, dikkatle
dinliyordum. Hiç işitmediğim, çok merak ettiğim dîn ve dünyâ bilgilerini
dinlemekle zevk alıyordum. Hâlim, define bulmuş fakîr, yahud ciğeri yanık
kimsenin soğuk suya kavuşmasını andırıyordu. Bu sözler tesiriyle rûhum hayât
buluyor ve daha büyük bir istek, bir arzu ve ma’nevî bir teslimiyetle Efendime
bakıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyr ediyor, ağzından çıkan ve her biri pırlanta
gibi kıymetli olan ilim ve hikmet dolu sözlerin tesiri ile kendimden geçiyor,
dünyâ işlerini, mektebimi, herşeyi unutuyordum. Kalbimde tatlı tatlı birşeyler
dolaşıyor, sanki tatlı ve temiz bir şeyle yıkanarak temizleniyordum.
Daha
ilk sohbeti, ilk sözleri beni mest etmiş, (Fenâ) denilen ve kavuşmak için uzun
seneler çile çekilen ni'met, sanki bir oturuşta hâsıl olmuştu. Ne yazık ki, bir
sâat geçmiş ders bitmişti. Bu bir sâat bana bir an gibi olmuş, tatlı rüyadan
uyanır gibi, elimdeki not defterini cebime koyarak dışarı çıkmak için kapıda
sıraya girmiştim.
Ayakkabılarımın bağlarını
bağlarken, birisi eğilip, kulağıma: "Küçük efendi, seni çok sevdim. Bizim
ev mezarlık arasındadır; bize gel, seninle konuşuruz" dedi. Bu çok tatlı,
tesirli sözü söyleyen, Seyyid Abdülhakîm Efendi’den başkası değildi. O gece
rüyada, bulutsuz, mâvi, parlak bir semâ ve etrafı câ’mi kubbesindeki gibi
parmaklıkla çevrilmiş bir yer ve orada birinin yürümekte olduğunu gördüm.
Başımı kaldırıp, dikkatle bakınca bir de ne göreyim. Seyyid Abdülhakîm Efendi
bütün haşmet ve çekiciliği ile o ulvî makamdadır. Zevkle uyandım. Birkaç gün
sonra yine rüyâda gördüm ki, Hazret-i Hâlid’in (radıyallahü anh) türbesinde,
sandukanın baş ucuna biri oturmuş, yüzü ay gibi parlıyor ve o parlaklık dalgalanıyor.
İnsanlar elini öpmek için sıraya girmişler. Ben de bu seâdete kavuşmak için
aralarında idim. Sıram geldiğinde elini öptüm ve heyecandan uyandım.
Bundan sonra her Cum'a günü
Efendi’nin evine geldim. O zaman Fâtih'de oturuyordum. Bazan sabah namazından
önce gelip, yatsıdan sonra zorla ayrılır, her şeyi unuturdum. Ayrıldıktan sonra
sanki dünyâyı yeniden görmüş gibi olurdum. Artık o kadar Efendi ile beraberdik
ki, yemekte, namazda, istirahatta, bir yere gitmekte hiç Ondan ayrılmıyordum.
Hareket ve sekenâtına dikkat ediyor, hep onu dinliyor, bir dakikamın bile boş
geçmemesi için çırpınıyordum. Tatil günlerinde, boş olduğum zamanlarda hep
O’nun yanına geliyor, câ’milerdeki va'zlarını hiç kaçırmıyordum.
Nihâyet bu muhabbet ve
beraberlik, hocalığa ve talebeliğe dönüştü. Önce Türkçe [Osmanlıca] kitâbları
okutmakla başladı. Birkaç ay sonra arabîden sarf ve nahiv [gramer= morfoloji ve
sintaks] okuttu. Emsîle, simaî, masdarlar, Avâmil, Emâlî kasîdesi, Mevlânâ
Hâlid hazretlerinin fârisî Divânını, İsagucî denilen mantıkta metin kitâbını
ezberletti. Bir beyt, mısra veya arabî, fârisî bir cümle yazılıp açıklanmayan
bir gün olmazdı. Yazdıklarının hepsini ezberlerdim.
Seyyid Abdülhakîm efendinin bu
fakîre verdiği ilk vazîfe, İmâm Begavî’nin Kazâ-Kader hakkındaki birkaç satırının
arabcadan Türkçe’ye tercemesi oldu. Tercemeyi gece evimde yapıp, bir kağıda
yazdım ve ertesi gün kendilerine takdîm ettim. Efendi hazretleri: "Çok
güzel, doğru terceme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdular.
[Teberrüken
kendi ifadelerinin arasına bunu da koyalım:"Kazâ, kader bilgisi Allahü
teâlânın, kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi en yakın
meleklere ve şerîat sâhibi Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu sır
ve ilim büyük bir deryâdır. Bu denize kimsenin dalması, kaderden konuşması câiz
değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ insanları yaratıyor. Bir kısım
şakîdir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısım ise saîddir, Cennete gidecektir. Bir
kimse Hazret-i Alî’den (radıyallahü anh) kaderi sordukta, "Karanlık bir
yoldur; bu yolda yürüme!" buyurdu. Tekrar sordu: "Derin bir
denizdir" buyurdu. Tekrar sordu. Bu def’a: "Kader Allahü teâlânın
sırrıdır; bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu]
Tıbbıyenin
ikinci sınıfına birincilikle geçtim. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde
çalışma zamanı gelmişti. Hafta sonu Efendi hazretlerine geldim. Bahçede başbaşa
otururken:"Sen mektebde ne okuyorsun?" buyurdu. Tıbbıye’de
okuduklarımı arz ettim. "Sen doktor olma. Eczacı’ya nakl et; çok iyi
olur" buyurdu. Sınıfın birincisiydim, eczacıya geçmek için izin vermezler
dedim. "Sen istid'a [dilekçe] ver, Allahü teâlâ inşaallah nasîb eder"
buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra eczacılık fakültesinin ikinci
sınıfına intikal ettim. Sene ortası olmuş, dersler ilerlemişti. Bu arada,
birinci sınıftan da bir kaç dersten imtihan olacağımı bildirdiler. Bir kaç ay
içinde çalışarak üçüncü sınıfa birincilikle geçtim. Eczacı mektebini ve sonra
Gülhâne Hastahânesi’nde bir senelik sitajı da birincilikle bitirip, ‘üsteğmen’
rütbesiyle askeri tıbbiye mektebine müzâkereci ta'yin edildim.
[Nükte:
Hüseyin Hilmî efendi yıldızı takıp, Efendi hazretlerinin yanına geldiğinde,
Efendi’nin yardımcısı Şâkir efendi: "Efendi hazretleri, bakın Hilmî
yıldızı taktı" dedi. Efendi duymazlıktan geldi. Bir daha söyledi, yine
cevâb vermedi. Biraz daha yüksek sesle, bir daha söyleyince, Efendi hazretleri:
"Hilmî onsekiz yaşında yıldızı taktı, o yaştan beri omuzunda yıldız
parlıyor" ma’nidâr ifâdesini dile getirdi.]
Eczacılıkta okurken, Efendi’nin
emri ile, Pariste çıkan (Le Matin) gazetesine abone olup, fransızcamı
ilerlettim. Müzâkereci iken, yine Efendi’nin emri üzere, kimyâ yüksek
mühendisliğini okumağa başladım. Yüksek matematikçi Von Mises’den, mekanik
profesörü Prager’den, fizikçi Dember’den, teknik kimyâyı Goss’dan okudum. Kimyâ
profesörü Arnd’ın yanında çalıştım. Takdîrlerini kazandım. Arndın yanında altı
ay travay yapıp (Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri) cisminin sentezini
yapıp, formülünü tesbit ettim. Dünyada ilk olan bu başarılı travayım Fen
Fakültesi Mecmuası’nda ve Almanya’da çıkan (Zentral Blatt) kimyâ kitâbının (m.1
937) târih ve (2 519) sayısında (H. Hilmî Işık) başlığı altında yazılıdır. 1936
senesi sonunda 1/1 Sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldım. O sene
Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük gazetelerde
yazıldı. Bu başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da,
Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene kalıp, Auer
fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı
Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan almanca öğrendim. Harb gazları
mütehassısı oldum. Başarılı hizmetler gördüm. Meselâ İkinci Cihân Harbi’nde,
İngilizler Polonya’ya yüzbin halk maskesi sattı. Maskeler Çanakkale Boğazı’ndan
geçerken Almanlar Polonya’yı istilâ etti. İngilizler maskeleri Türkiye’ye
satmak istedi. O zaman yüzbaşı rütbesinde idim. Bunları muâyene ettim.
Süzgeçlerin zehirli sisleri kaçırdığını anlayarak, (kullanılamaz, işe yaramaz)
raporunu verdim. Milli Savunma Bakanlığı ve İngiliz sefîri inanmadılar. Telâşa
düştüler. İngilizlerin yaptığı şey, nasıl bozuk olurmuş denildi. İsbat ettim.
Parçalanıp, yamalık olarak kullanılabilir raporunu verdim. İngilizler böylece
parayı alabildiler.
Ankara’dan
her fırsatta İstanbul’a gelir, Efendi hazretleri ile görüşürdüm. Bu ziyâretler
güçleşince, mektûb yazarak avunurdum. Abdülhakîm Efendi, mubârek el yazısı ile
verdiği cevâbların birinde şöyle buyurur:
Azîz Hilmî,
Mektûbunuzun
delâlet ettiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Bilhassa Sedâd’a Avâmil dersi
vermeniz pek hoşuma gitti. Demek ki, şehirlerden uzak kalmanızın takdîri boş
değildir. Her ikiniz de müstefîd olursunuz. Evâil-i islâmiyette mukaddes
[mübârek, kıymetli] kelimeler paralara nakş olunmuş değildir. Zirâ alış veriş
vâsıtası olduğundan muhterem değildir, hakîrdir. Üzerlerine resim câizdir. Bu
nakışlar [âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, kıymetli isim ve kelimeler] paralarda,
Ehl-i Sünnet olmayan bir takım hükümdârların zamanlarında olmuştur. Fâtımîler
gibi, Resulîler gibi, Mu'tezile ve sair şerîate tâbi' olmayıp islâm namı
altında olanlardır. Evâil-i islâmiyyet, Sahabe, Tâbiîn ve Tebe'-i Tâbiîn
idiler. Fırak-ı dallenin hudüsü [dalâlet fırkalarının ortaya çıkışı]
zamanlarında, avamı kendi mezheblerine meyl ettirmek için kullanılan hilelerden
birisidir. Fukaha-i izam muhterem saydığı kelimeleri, değil paralara, mezar
taşlarına yazmağı bile tecvîz eylememiştir. İşte bu mezar taşları dahi öyledir.
Mendilde resim câiz olduğu gibi, paralarda da câizdir. Zirâ mühândırlar.
Hakîrdirler. Muhterem değillerdir. Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve
dualar ederim. Ara sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassalan [geniş olarak]
yazınız. 19 Eski Mart
Bir
başka mektûbları:
Pek
çok sevilen Hilmî ve Sedâd. Sevimli mektûbunuzu aldım. Şâkir okudu. Senâ ve
şükre bâis oldu. Avâmilin tercemesini güzel yapmış, demek anlamış. Hilmî
istifâde eder. Sedâd istifade eder. Avâmilin bir şerhi, bir de mu'rebi vardır.
Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibariyle kâfî olur. Sonra
kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer
mühendisler çok olduğundan kıymetten düşerler. Bu mühendisler hadd-ı zâtında
makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur.
Demek orada bulunmanız böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar
ve dualar ideriz.
Bir
başka mektûb:
Hilmî, Bu mektûbunuzdan çok
memnun ve mesrûr oldum. Dâima bu itikadın kuvvetlenmesini arzu ider, dualar
iderim.
Hablar,
ya’nî müshil habları bana çok yarıyor. Kolay ise bir mikdar daha yapınız ve gönderiniz!
Başka
bir mektûb:
Aleyküm selâm. Esnâ-i tilâvet-i
Kur'anda [Kur'an okurken] selâm sünnet değildir. Fakat selâm iden [veren] olur
ise, reddi [cevâb vermek] vâcib olur. Tilâvet esnâsında [okurken] tilâveti
keser, selâmı red eder [cevâb verir]. Bir daha başlar. Zirâ tilâvet sünnettir.
Redd-i selâm [selâma cevâb vermek] vâcibdir. Vâcib sünnet için terk ve te’hîr
olunmaz.
Evvelce gördüğün ve anladığın
gibi oku. Zirâ bu hakdan murâd, hurmet ma’nâsındadır. (Bi-hakk-ı Muhammed)
sallallahü aleyhi ve sellem demek, bi-hurmeti Muhammed demektir. Mevkufât
sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi, bir hakk-ı şer’î veya hakk-ı aklîdir. Öyle
murad olunur ise, öyle olur. Minel- kadîm [eskiden beri] bu dua böyle okuna
gelmiştir ve bi-hakkı kelimesinden murad hürmet demektir. Evet, Allahü teâlâya,
hiç bir suretle, hiçbir şey ne şer'an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada
hak'dan murâd, bu değildir. Belki mütercim yanlış anlamıştır.
Azîzim,
senin hâlin gibi, herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle
olmaz ise, başka sûretle râhatsızlık olur. Âdetullah böyle câri olmuştur. arabî
beyt:
Küllü
men telkahü yeşkü dehrehü
leyte
şa'rî hâzihid - dünyâ limen
Ya'nî
her kime rast gelirsen,hâlinden, zamanından şikâyet eder. Âh bilseydim, bu
dünyâ kimin malıdır. İyisi yine sensin
Başka
bir mektûb:
"Hilmî,
mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükr ettim. Din ve dünyânıza en
ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâm’da misli telif edilmiş olmıyan Mektûbât kitâbını
okuyup bazısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin..!”
İstanbul’dan,
Ankara Mamak’ta oturan Hüseyin Hilmî efendiye gönderilmiş olan bu mektûblar,
mübârek yazıları ile (yadigâr mektûblar) dosyasında saklanmaktaydı. Yine
Hocamız anlatıyor:
Mamak’ta iken, İmâmı Rabbânî ve
oğlu Muhammet Ma'sûm hazretlerinin (kaddesallahü teâlâ esrârehüma) üçer cildden
müteşekkil bulunan eşsiz Mektûbâtlarının, Müstakimzâde tarafından Osmanlıcaya
yapılan tercemelerini birkaç kere okuyarak, anlamağa çalıştım. Bu altı cild
Mektûbât'dan en mühim bulduğum yerleri maddeler hâlinde yazıp, üç bin sekiz yüz
kırk altı madde oldu. Sanki Mektûbât’ın muhtasarı, özü oldu. İstanbul’a
gelince, bu defteri, Seyyid Abdülhakîm efendiye okudum. Hepsini birkaç sâatte
dikkatle dinledi ve çok beğendi ve: Bu bir kitâb olmuş, ismini (Kıymetsiz Yazılar)
koy buyurmuştur. İsmin ma'nâsında durakladığımı görünce, "Anlamadın mı? Bu
yazılara kıymet biçilebilir mi?" demiştir. Bunlar arasından, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Birinci Cildinden alınmış olanları ayırarak daha sonra,
bu cildin tercemesinin sonunda harf sırası ile bastırdım. Kıymetsiz Yazılar
elif-bâ sırasıyla tertîb edilmiştir.
1 359
(m.1940) senesinde, Efendi hazretlerine gelip "Efendim, evlenmek
niyyetindeyim. Ne buyurursunuz?" diye arz edince, Efendi: "Kimi
alacaksın?" buyurdu. "Efendim, siz kimi tensîb ederseniz, onu"
deyince, Efendi: "Bu sözün kesin midir?" buyurdular.
"Evet", deyince "Sana Ziyâ Bey’in kerîmesi uygundur"
buyurdu. Böylece Ankara’ya dönmeden, meraktan kurtulmamı arz ettim. Efendi
hazretleri, ertesi gün Ziyâ Bey’i çağırtıp, uzun konuştuktan sonra, söz alındı.
Bir hafta sonra İstanbul’a gelerek mubârek elleri ile nişan yüzüğünü taktı ve
"Bu yüzük hiç çıkmayacak" buyurdu. Belediye kaydından sonra
kendileri, Hanefî ve Şâfiî mezheblerine göre İslâm nikâhını yaptılar. İki ay
sonra düğün oldu. Yemekte beni yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisi dua etti.
Bir hafta sonra zevcem ile yanlarına geldiğimizde, zevceme teveccüh buyurarak
"Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin" buyurdular.
1 362
(m.1943) senesi sonbaharında Ankara Hamamönü’ndeki evimde otururken, Efendi
hazretlerinin yeğeni ya’nî kardeşi Seyyid Yûsuf efendinin oğlu Fârûk Işık'ın
oğlu avukat Nevzât efendi gelip "Hilmî ağabey, Efendi babam seni
istiyor" dedi. Ben de, "Şaka mı yapıyorsun? Onlar İstanbul’dadır.
Nasıl olur da burada olurlar?" cevâbı ile mukabele ettim. Yemîn edince,
birlikte Fârûk beyin Hacı Bayram’daki evine geldik ve orada şunları öğrendim:
"Polisler, Efendi hazretlerinin Eyyûb Sultân’daki evini basmışlar.
Efendi’yi İzmir’e göndermişler. Orada bir müddet otelde kalıp, damadı Van
meb'ûsü Seyyid İbrâhim beyin ricası üzerine Ankara’ya göndermişler ve yeğeni
Fârûk beyin evinde kontrol altında kalmasına izin vermişler"
Çektiği
sıkıntı ve yorgunluklardan pek zaif, halsiz, dermansız kalmıştı. Ayakta zor
duruyordu. "Hilmî, hergün bana gel" buyurdu. Ben de, her akşam üstü
oraya gelir, koluna girer, bazan kucağıma alıp yatak odasına geçirir, üzerini
örterdim. Yüksek sesle Kul e'üzüleri okuyup üzerine üflememi söylerdi. Ben de
okur, üflerdim. Efendi hazretleri bir def’asında dalgın dalgın duruyordu.
Birden gözünü açtı ve "Hilmî, Arş-ı a'lâyı gördüm ne güzel, ne güzel,
başkasının gördüğüne benzemez. Hayâl görmedim, sekerât hâli değil, şu'ûrum
yerindedir" buyurdu. Gündüzleri ziyârete gelenler, karşısındaki
sandalyelere otururlar, biraz oturup giderlerdi. Beni ise her zaman yatağının
içinde oturtur, hafîfçe birşeyler söylerdi. Burada kaldığı onsekiz gün içinde,
husûsî teveccühleri ile kendilerinden ettiğim istifâde, o zamana kadar geçen
onüç seneninkinden çok oldu. 1362 Zilka’desi yirmidokuzuncu ve 1943 Kasım
ayının yirmiyedisi Cumartesi günü, güneş doğmadan onsekiz dakîka evvel, ezânî
sâat onikide ve zevâl sâat altıbuçukta nâil-i vuslat-ı saray-ı ebedi oldu.
Rahmetullahi aleyh. O gece hafîf bir zelzele olmuştu. O gün Keçiören’de damadı
Seyyid İbrâhim’in evine nakl ve orada gasl, techîz ve tekfin ve nemazı eda
edilip, Ankara’nın kuzeyinde Bağlum nâhiyesine GÜN BATARKEN ve SON IŞIKLARI
dağlara süzülürken defnedildi. Namazında bulunmak, telkîn vermek ve kabr-i
şerîfine girmek vazîfeleri, içi yanan bu fakîre nasîb oldu. Efendi’nin oğlu
Seyyid Ahmed Mekkî efendi "Babam Hilmîyi çok severdi. Onun sesini tanır.
Telkîni Hilmî okusun" buyurarak bu şerefli vazîfe, bu şekilde bu muhtâcına
verildi.
[Bereket:
Bir gün hocamız Hilmî Beyefendi bana şöyle buyurdu: Defni esnasında, Mekkî
efendinin emri ile, Efendi’nin kabrine ben indim. Cennet bahçesine girdim diye
yemîn etsem, yalan olmaz. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve
sellem) "Mü’minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurmuştur.
"Efendi hazretleri elbette mü’min idi ve büyük evliyâdan olup, ömrü hep
islâma hizmet ile geçmiştir" deyip ilâve etti: Seyyid Abdülhakîm efendi,
dîn bilgilerinde ve tasavvufun ince ma'rifetlerinde derin deryâ idi. Üniversite
mensûbları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormağa
gelir, sohbetinde, dersinde bir müddet oturunca, cevâbını almış olur, sormağa
lüzûm kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü sevgisini
kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzı; pek alçak gönüllü idi.
Ben dediği işitilmemiştir. "Bizler hesaba dâhil değiliz. Soldaki sıfırlar
gibiyiz. Gaib olsak aranmayız, hazır olsak hesaba katılmayız. İmâm-ı Rabbânî
gibi büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz"
buyururdu. Çok edebli idi. Büyüklere karşı edebini böylece beyan ederdi.
Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi. Yakınlarından birine:
"burada birkaç velî yetişiyordu” buyurmuştur.]
O ilim ve vilâyet güneşinin
üfulünden [batmasından] sonra mahdûm-ı mükerremi, Üsküdâr, sonra Kadıköy
müftüsü fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendi’nin halka-ı tedrîsine kabûl
buyuruldum. Büyük bir şefkat ve merhamet ile fıkıh, tefsîr, hadîs, ma’kul ve
menkul, usûl ve furû’ ilimlerini ta’lîm buyurup beni 27 Ramazan-ı mübârek 1 373
(m. 1 953), Pazar günü icâzetle tedrîse me’zûn eyledi.
Birkaç sene sonra, İstanbul’da
yazdırdığım mermer taşı kabrinin başucuna koydurdum. Van’da Seyyid Fehîm
hazretlerine de mermer taşları yazdırdım ve kabrine koydurdum. İstanbul’da
Abdülfettâh ve Mehmed Emîn Tokadî ve Çerkez Hasan beyin kabirlerini de ta'mîr
ettirdim.
1389 (m.1969) da vefât eden,
İkinci Abdülhamîd Hânın zevcesi Behice Me'an sultanın vasiyyeti üzerine
namazını bu fakîr kıldırdım ve Yahyâ Efendi Kabristanı’nda kabir yaptırdım.
1947 senesinde Bursa Işıklar
Askerî Lisesi kimyâ muallimliğine ta'yin olundum. [Bunun hikâyesini kısaca arz
edeyim: Kendisi kimyâgerlikden, askerî öğretmenliğe geçmek isteyince, Efendi
hazretlerinin eshâbından tümgeneral Hayrî Aytepe’ye, Efendi’nin "Hilmînin
sana işi düşerse, işini yap!" emrini hatırlatmış, Hayrî Paşa da, bu görev
değişikliğini temîn etmiştir] Sonra öğretim müdürü oldum. Burada ve sonra
Kuleli ve Erzincan Askerî Liselerinde uzun seneler kimyâ dersi okutarak,
yüzlerce, belki binlerce subay adayına hocalık yaptım. 1960 ihtilâlinde emekli
edildim. Sonra Vefâ Lisesi’nde ve İstanbul İmâm-Hatib Okulu’nda ve Cağaloğlu,
Bakırköy San'at Enstitülerinde ve İlim Yayma’da, matematik ve kimyâ hocalıkları
yapıp bu vesîle ile, çok sayıda îmânlı gencin yetişmesine yardımcı oldum. 1962
yılında Yeşilköy’de Merkez Eczanesi’ni satın alıp, sâhib ve mes'ül müdürü
olarak uzun seneler halkın sıhhatine de hizmette bulundum.
1391
(m.1971) sonbaharında Delhi’yi, Diyobend ve Serhend’i sonra Karaçi’yi ziyâret
ettim. Buralarda bulunan rühumun ma'şuklarının kabirlerini ziyâretle,
muhabbetlerimi arz ile çok ma'nevî ni'met ve bereketler hâsıl oldu diyebilirim.
Pâni-püt şehrinde, Senâullah hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânan’ın (kuddise
sirruhümâ) zevcesinin kabirlerinin ayaklar altında kaldıklarını görerek, çok
üzüldüm. Beşyüz dolar vererek, her iki kabrin muhâfazasını temin ettim.”
[BEREKET:
O günlerde Kur'ân-ı kerîmi hatm etmiştim. Kendilerine arz edip, hocam siz
dilediğinize bağışlayın, ben Ziyâ Bey'e düşünmüş ve niyyet etmiştim, dedim. Pâkistandan
Şâh Velîyyullah Dehlevî hazretlerinin, Kur'ân-ı kerîmin fârisî olarak çok kısa
meâlini [kısa tefsîrini] getirmişlerdi. Hediyeme karşılık onu bu fakîre hediye
ettiler. Kıymetli bir hâtıra olarak saklamakta ve istifâde etmekteyim.]
1956 senesinde (Seâdet-i
Ebediyye) kitâbını neşr etti. Okuyucuların takdîr ve teşvîkleri ile otuza yakın
dîn kitâbı tertîb etti. Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı
arabî, fârisî kitâbları dünyânın her tarafına yaymış, binlerle takdîr, tebrîk
ve teşekkür mektûbları almış, kitâblarının bir kaçı Japoncaya ve Asya’daki,
Afrika’daki yerli dillere terceme edilmiştir. İnşaallah bu konuya ileride daha
geniş olarak temas edeceğiz.
Hüseyin Hilmî Işık, bütün bu
zekâsı, çalışmaları ve velûdlüğü ile, yine de hiç kabiliyeti, ehliyeti
olmadığını, bütün bu hizmetlerin, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin tasarrufları
ve himmetleri ile ve islâm âlimlerine olan büyük sevgi ve saygısının bereketi
ile olduğunu tekrâr tekrâr söylemekten çekinmez ve usanmazdı.
Hüseyin
Hilmî efendi, Efendi hazretlerinin sohbetindeki, sözlerindeki lezzeti, başka
hiçbir yerde bulamadığını, duyamadığını söyler. "Şimdi en zevkli anlarım,
o tatlı günleri hâtırladığım zamanlardır, o mes'ûd zamanları hâtırladıkça,
Efendi’den bu kadar ayrı kalabileceğimi hiç düşünemezdim, onun hasretinden,
firak ateşinden burnumun kemikleri sızlıyor” der, şu Farsça beyti sık sık
okurdu:
Zi
hicr-i dositân hûn şüd, derûn-i sîne cân-ı men
Firak-ı
hemnişinân soht magz-ı üstühân-ı men
Türkçesi:
Sevdiklerimden
ayrıldım, rûhum göğsümde kan ağlar,
Dostlarımdan
ayrı kalmak aşkı iliğimi yakar.
[BEREKET:
Hüseyin Hilmî hocamız, üstâdı ve mürşidi Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin
‘Seyyidim, senedim’ diye isimlendirdiği Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu
Seyyid Tâhâ efendiye gönderdiği bayram tebrîğine, şu fârisî beyti yazmış olup,
daha sonra Tâhâ efendi bu fakîre vermiştir:
Firak-ı
dositân dîden nişânî ez duzah bâşed
Ma'azallah
galat güftem ki, duzah zû nişân başed
Tercemesi:
Dostları
görememek Cehennemden bir nişân,
Hâşâ,
yanlış söyledim, Cehennem ondan nişân.
Hüseyin
Hilmi Işık, her sohbetinde, İslâm âlimlerinin kitâblarından okur, İmâm-ı
Rabbânî ve Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin sözlerinden söyler, gözleri yaşla
dolardı. (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest) derdi. Büyüklerin sözü, sözlerin
büyüğüdür, demektir. Abdülhakîm Efendi’nin:
— "Kötülük
yapmak için yaradılmış olanın zarar yaptığını görünce niçin şaşırıyorsun? Ondan
iyilik mi bekliyorsun? Ben de senin bu şaşmana şaşıyorum. O şerr-i mahzdır.
Onun kötülük yapması, şaşılacak şey değildir. Onun bir iyilik yaptığını
görürsen, o zaman hayret et! Nasıl oldu da iyilik yapabildi, de!”
— "İslâm
âlimleri ve büyükleri anılınca: "İnsan onlar idi. Onların yanında biz hiç
kalırız, hazır olsak hesaba katılmayız, gaib olsak aranmayız",
— "Tekkeler
kapatılmasaydı, burada bir kaç velî yetişiyordu",
— "Ben
zay' oldum”,
— "Yabancı
dil bilseydim, çok fâideli olurdum,
— "İslâmın
en büyük düşmanı ingilizdir. Bütün ordusu ile, donanması ile, müstemlekelerden
topladığı sayısız adamları ile hâsılı bütün imparatorluk kuvvetleri ile, islâmı
yıkmağa çalışmaktadır. Fakat ingilizin bütün bu dev kuvvetleri ile islâmiyyete
yaptığı zarar, ikinci derecede kalmaktadır. Ondan daha korkunç islâm düşmanı
Şemsettin Günaltay’dır”
— "Hassas,
nâzik rûhlu kimse, fabrikadan yeni çıkmış olup, ambalajından kendisinin
ayırdığı bir çocuk oturağı içine yemek koyup yiyemez. Onun benzerlerine necaset
konulduğunu hâtırlayarak tiksinir. Küfür alâmeti olan şeyleri kullanmak da
böyledir. Îmânı kuvvetli, dînine hassâs olan, nasıl övülürse övülsün, onları
kullanamaz.”
— "İmam-ı
Rabbânî’nin (kuddise sirruh) Mektûbât’ını herkes anlayamaz. Mektûbât ne Hâfız-ı
Şirâzî’nin yazılarına ne de Hamse'ye benzer. Biz onu anlamak için değil,
bereketlenmek için okuyoruz.”
— "Namaz
kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyada şer'i şerîfe muvâfık
namaz kılanlara hakaik münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin
yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize
bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd
ile şakî olanı ayırmaktır. [Bursa’daki Emîr Sultan ledünnî ilme sâhib
olanlardandı, ama o hâli ile Molla Fennârî hazretlerinin eline su dökecek
mertebede değil idi. Efendi’ye, Fahreddin Râzî hazretlerinin İmâm-ı A'zâm Ebû
Hanîfe Efendimize (radıyallahü anh) bazı itirazları suâl edildiğinde,
"Fahreddin Râzî, Ebû Hanife hazretlerinin eline su dökecek mertebede
değildi, buyurmuşlardır.] Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz kıyâm ve rükû’
değildir. Allahü teâlâya teveccüh etmektir”
gibi
çok tatlı sözler söyler, kimsenin bilmediği ve duymadığı şeylerden bahseder,
dinleyenlerin gönüllerini çeker, kalblerine muhabbet aşılar ve herkesi
muhabbeti miktarınca kendinden çalardı.
Hüseyin
Hilmî Işık, 1 Receb-ül ferd 1 394 (21 temmuz 1 974) Pazar günü hazırlamış
olduğu vasıyyetnâmesinde şöyle yazar:
"Dünyadaki
insanlar sekiz kısımdır:
1—
Sâlih olan mü’min: Müslîmân olduğunu söyler.
Ehl-i Sünnet itikadındadır. Kısaca Sünnî denir. Ehl-i Sünnetin dört mezhebinden
birine uygun amel eder. Böylece her hareketinde şeri'ata tâbi' olur.
Haramlardan sakınır. Bir kusuru olursa, şartlarına uygun tevbe yapar.
Çocuklarına, mektebe vermeden önce Kur'ân öğretir. Onların Kur'ân-ı kerîm
okuması, namaz sûrelerini ezberlemesi, ilmihallerini öğrenmelerine çalışır.
Bunları öğrettikten sonra okula gönderir. Lisede, üniversitede okutur. İlk
mektebe göndermeden önce, dîn bilgisi öğrenmeleri, namaz kılmağa başlamaları
şarttır. Çocuklarını böyle yetiştiremeyen baba, sâlih müslüman olmaz. Çocukları
ile beraber Cehennem’e gider. Yaptığı ibâdetler, kendisini Cehennem’den
kurtarmaz. Sâlih mü’min Cehennem’e hiç girmez.
2—
Sapık olan mü’min: Müslüman olduğunu söyler ve
müslümandır. Fakat sünnî değildir. Mezhebsizdir. Ya’nî itikadı, Ehl-i Sünnet
âlimlerinin bildirdikleri gibi değildir. Bunun için hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.
Cehennem’e atılmaktan kurtulamaz. İbâdet yapmaz ve haram işlerse bunlar için de
ayrıca Cehennem’de kalır. Sapık inanışları küfür olmadığı için, Cehennem’de
sonsuz kalmaz. Şiilerin İmâmiyye fırkası böyledir.
3—
Fâsık olan mü’min: Müslüman olduğunu söyler
ve müslümandır. Hem de sünnîdir.Ya'nî Ehl-i Sünnet i’tikadındadır. Fakat
ibâdetlerin bir kaçını veya hiç birini yapmaz. Haram işler. Fâsık mü’min, tevbe
etmezse veyâ şefâate kavuşamazsa, yahud Allahü teâlâ afv etmezse, Cehennem’e girer,
yanar ise de, îmânı olduğu için Cehennem’de sonsuz kalmaz.
4—
Aslî kâfir: Kâfir çocuğudur. Kâfir olarak
büyümüştür. Kâfir olduğunu söyler. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna
inanmaz. Yahudîler ve hiristiyanlar, kitâblı kâfirdir. Komünistler ve masonlar,
kitâbsız kâfirdir. Bunlar öldükten sonra dirilmeğe de inanmazlar. Putlara,
heykellere tapınan kâfirlere müşrik denir. Kâfirler Cehennem’e girecek ve
sonsuz yanacaktır. Dünyada yaptığı iyiliklerin hiçbiri, âhırette kendine
yaramıyacak, onu Cehennem’den kurtaramıyacaktır. Ölmeden önce müslüman olursa
afv olur, sâlih mü’min olur.
5—
Mürted: Müslüman iken dînden çıkan, kâfir olan
kimsedir. İslâmı red edenlerin, müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin ve
iyiliklerin hepsi yok olur. Âhırette ona fayda vermezler. Tekrar müslüman
olursa, afv olur.
6—
Münâfık: Müslüman olduğunu söyler, fakat
müslüman değildir. Başka bir dîndedir. Kâfirdir. Müslümanları aldatmak için
müslüman görünür. Münâfık, kâfirden daha fenâdır. Müslümanlara zararı daha
çoktur. Eskiden münâfıklar çoktu, şimdi yok gibidir.
7—
Zındık: Bu da müslüman olduğunu söyler, fakat hiç
bir dînde değildir. Tekrâr dirilmeğe inanmaz. Sinsi kâfirdir. Müslümanları
dînden çıkarmak, dînleri içeriden yıkmak için, küfrünü müslümanlık olarak
tanıtır. Kadîyanîler, Behâiler ve Bektâşîler böyledir.
8—
Mülhid: Bu da müslüman olduğunu söyler ve kendini
müslüman sanır. İbâdetleri yapar, haramlardan sakınır, fakat Kur'ân-ı kerîme
ma'nâ verirken, Ehl-i Sünnet i'tikadından o kadar çok uzaklaşmıştır ki, îmânı
giderken, küfre sebeb olan inanışları vardır. Şi'îlerin Nusayrî ve İsmâilî
fırkaları ve Vehhâbîler böyledir. Kendisini mü’min, sünnîleri, ya’nî îmânı
doğru olanları kâfir olarak tanıtmağa çalışır. Mü’mine kâfir diyen kâfir olduğu
için, kâfirden daha fenâdırlar. Müslümanlara zararları daha çoktur.
Aklı olan herkes, dünyâda râhat
ve huzûr içinde yaşamak, âhırette de azabdan kurtulup, sonsuz ni'metlere
kavuşmak ister. İşte bunun için (Seâdet-i Ebediyye) kitâbımı yazdım. Dünyanın
her yerindeki her çeşit insana seâdet yolunu göstermek için uğraştım. Önce,
kendim öğrenmek için çok çalıştım. Senelerle, yüzlerce kitâb okudum. Târihi,
tasavvufu çok inceledim. Fen bilgileri üzerinde çok düşündüm. İyi anladım ve
inandım ki, dünyâda râhata ve âhırette sonsuz iyiliklere kavuşmak için, Sâlih
müslüman olmak lâzımdır. Sâlih müslüman olmak için, dîn bilgilerini Ehl-i
Sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih
değil, müslüman bile olamaz. Sâlih müslümanın nasıl olacağını Seadet-i Ebediyye
kitâbımda uzun uzun bildirdim. Kısacası;
1.
Ehl-i
Sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır. Ya'nî sünnî olmalıdır.
2.
Dört
mezhebden birinin fıkhını okuyarak, şerîat bilgilerini doğru öğrenip, buna
uygun ibâdet etmeli ve haramlardan sakınmalıdır. Dört mezhebden birinde olmayan
veya mezheblerin kolay yerlerini alıp bir araya toplayan, ya'nî mezhebleri
birbirine karıştıran kimseye mezhebsiz denir. Böyle mezhebsizliği mezheb edinen
kimseye mezhebsiz denir. Mezhebsiz olan, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur. Sünnî
olmayan da ya sapık,veyâ kâfir olur.
3. Çalışıp
para kazanmalıdır. Şerîate uygun kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamanda, dînini,
nâmusunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve islâmiyete hizmet
edebilmek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan faydalanmak da
lâzımdır. Helâl kazanmak ve cihâd etmek büyük ibâdettir. Namaza mâni' olmayan
ve harâm işlemeğe yol açmayan her kazanç yolu, hayırlıdır.
İbâdetlerin ve dünyâ işlerinin
faydalı, bereketli olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah rızasına
uygun kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, harcamakla, kısacası İhlâs
sâhibi olmakla mümkündür. İhlâs, yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Onun
için sevmemektir. İnsan sevdiğini çok hatırlar. Kalb hep onu zikr eder. [Hep
onunla olur. Zikrin ma'nâsı sevmekle çabuk anlaşılır ve hakîkatinin Rabbine
kusursuz teveccühden, ya'nî bütün varlığı ile Hakka yönelmekten ibâret olduğu
ve böylece kulluğun lezzetinden çoklarının mahrûm bulunduğu ortaya çıkar]
Allahü teâlâyı çok sevenin,
O’nu çok hâtırlaması, kalbinin hep O’nu zikretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki,
Kur'ân-ı kerîmde: "Allah’ı çok zikr ediniz" buyruluyor.
"Dereceleri en yüksek olanlar, Allah’ı zikr edenlerdir" ve:
"Allah sevgisinin alâmeti, Onu zikr etmeği sevmektir" ve:
"Birşeyi çok seven, onu çok anar" ve: "Allah’ı çok zikr eden,
nifaktan kurtulur" ve "Allahü teâlâ çok zikr edeni sever"
hadîs-i şerîfleri, Münâvî hazretlerinin Künûz-ud-dekaik hadîs kitâbında
yazılıdır. Allahü teâlâyı çok zikr edebilmek yollarını, Tasavvuf âlimleri
bildirmişlerdir. Bu yollardan en kolayı, bir kâmil mürşid bulup, onu sevmek,
edebini gözetmek ve bu yolla onun kalbinden feyz almaktır.
Mürşid-i kâmil, kendinden
önceki bir kâmil mürşidden feyz alarak nihâyete kavuşan ve onun gibi feyz
verebilecek bir kuvvet ve tasarrufa kavuşan islâm âlimi demektir. Bu kuvvete
kavuştuğu, mürşidi tarafından kendisine yazılı olarak bildirilir. Mürşidlerin
böylece birbirlerinden feyz almaları, bir zincirin halkaları gibi eklenerek,
Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanımıza kadar gelmiştir. Ya’nî
bir mürşid-i kâmil, Resûlullah’dan başlıyarak, mürşidleri vâsıtası ile, kendi
kalbine kadar akmakta [aksetmekte] olan feyizleri, halleri, bereketleri,
başkalarının kalblerine akıtmaktadır.
Mürşidin ve feyze kavuşmak
isteyen Mürîdin, sâlih müslüman olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet itikadında
olmayan, meselâ Esâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzâtan, dört mezhebden
birine uymayan, haramdan sakınmayan, meselâ zevcesini, kızını ve emri altındaki
kadınları açık gezdiren ve çocuklarının islâm bilgisi, Kur’ân-ı kerîm öğrenmeleri
için çaba göstermiyen bir kimse, mürşid değil, sâlih bir müslüman bile
sayılamaz. Mürşidin her sözü, her işi, Ehl-i sünnete ve dîn kitâblarına uygun
olur.Resûlullah’ın hicretinden bin sene geçtikten sonra (Âhır zaman) başladı.
Kıyâmet alâmetleri çoğaldı. Âhır zamanda Allahü teâlâ Kahhâr ve Mudill ism-i
şerîfleri ile tecelli edecek, fitne, felâket artacaktır. Din bilgileri
bozulacak, Ehl-i Sünnet âlimleri ve mürşid-i kâmiller azalacaktır.
Dil ile zikretmek, ya’nî Allah,
Allah demek çok sevâbdır ve kalbin zikr etmesine sebeb olur. Fakat kalbin zikr
etmesi için sâlih müslüman olmak ve senelerce çok zikr etmek lâzımdır. Zikr
etmeği bir mürşid-i kâmil telkîn eder ve teveccüh buyurursa, ya’nî bunun
kalbinin zikr etmesine yardım etmeleri için, kendi mürşidlerinden yardım
isterse, kalbi hemen zikr etmeye başlar. Mürşid-i kâmil yoksa, bir mürşid-i
kâmili hâtırlar, ya’nî gözünün önüne getirip, onun yüzüne [feyz kaynağı olan
iki kaşı arasına] bakar [gibi durur]. Kendine teveccüh etmesi [kendini, muhib,
mensûb ve mürîdlerinden sayması] için, kalbi ile yalvarır. Buna Râbıta denir.
Berekât kitâbının onyedinci sahîfesinde diyor ki:
Hindistan
âlimlerinden Hâce Burhâneddin hazretleri, kalbinin zikr etmesi için
çok
çalışmış, fakat isteğine kavuşamamıştı. Mürşid-i kâmil aradı. Delhi’de Muhammed
Bâkîbillah hazretlerine gelip yalvardı. Her yerde kendisine Râbıta yapmasını,
gözünün önüne getirmesini emr etti. Hâce bu emre şaşıp, o Hazretin yakınlarına
gitti ve: "Yeni gelen acemilere böyle emr olunur, bana daha üstün, ileri
bir vazîfe ihsân eylesin" dedi. Emri yapmaktan başka çare yoktur, dediler
.Onun mürşid-i kâmil olduğuna tam inanmış olduğundan, mübârek yüzünü gözü önüne
getirip yalvarmağa başladı. Kendinden geçti. Kendine gelince, kalbinin zikr
etmekte olduğunu buldu.
Hadarât-ül Kuds kitâbında,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, ellidördüncü olarak diyor
ki: kitâbları ve ismi dünyâca bilinen Hindistan’ın büyük âlimlerinden Mevlânâ
Abdülhakîm Siyalkûtî hazretleri anlatır: Îmâm-ı Rabbânî şeyh Ahmed Fârûkî hazretlerini
eskiden beri tanırdım ve severdim. Fakat kendisine intisâb etmemiştim. Bir gece
rüyâda bana teveccüh eyledi ve kalbim zikr etmeğe başladı. Uzun zaman böyle
zikr ederek, çok şeyler hâsıl oldu. Üveysî olarak yetiştim. Sonra sohbetine de
kavuştum. Altmışsekizinci kerâmet olarak diyor ki: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
akrabasından biri, Hazret-i İmâm’a intisâb etmek istiyordu, fakat bir türlü arz
edemiyordu. Bir gece, ertesi gün söylemeğe karar verdi. O gece rüyâda, kendini
bir akarsu kenarında gördü. Karşı tarafta, İmâm-ı Rabbânî hazretleri:
"Acele et, çabuk gel, geç kaldın" diyordu. Bunu işitince, kalbim zikr
etmeğe başladı. Ertesi gün gidip, gece kalbimde olanları kendisine arz ettim.
"Yolumuz tam budur, buna devâm edin" buyurdu.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde
Âl-i İmrân süresinin otuzbirinci âyetinde buyuruyor ki: "Ey Habîbim,
onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi' olun, Allah da sizi sever
ve günâhlarınızı bağışlar, Allahü teâlâ çok bağışlayıcı ve çok
merhametlidir." Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu ayetinde: "Peygambere
itâ’at eden, Allah’a itâ’at etmiş olur" buyurdu. Peygamberimiz de
(sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim sünnetime uyun ve benden sonra olgun
halîfelerimin sünneti [yolu] üzere olunuz" buyurdu. Dört halîfenin yolunda
yürüyen islâm âlimlerine "Ehl-i Sünnet" âlimleri denir. Görülüyor ki,
Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitâblarında
yazılı olduğu gibi îmân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine
uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân
etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi
bulunmazsa o sâlih müslüman olamaz. Dünyâda da âhırette de râhat ve huzûra
kavuşamaz. Bu ikisi ya kitâblardan okuyarak öğrenilir, yahud kâmil bir
mürşidden dînleyerek elde edilir. Mürşid-i kâmilin sözleri, bakışları ve
teveccühleri insanın kalbini de temizler. Kalb temiz olunca, îmânın,
ibâdetlerin tadı duyulur. Haramlar, acı, çirkin, iğrenç ve ateş görünürler.
[İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfte: "Haram
ateştir" buyuruldu. O halde haram söyleyenin dili, harama tutanın eli,
harama bakanın gözü, haram dinleyenin kulağı yanmıyorsa, bilsin ki, kalbi
ölüdür ve o kişi ölü mesâbesindedir. Çünkü hadîs-i şerîf sahîhdir, doğrudur].
Allahü teâlâ kullarına merhameti ile tecelli ettiği zaman, mürşid-i kâmil çok
bulunur ve tanınmaları kolay olur. Kıyâmet yaklaştıkça, Allahü teâlânın kahrı,
gadabı daha çok zuhûr edecek ve mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır.
Câhiller, sapıklar, zındıklar, dîn adamı olarak ortaya çıkacak, insanları
aldatacak, felâkete sürükleyeceklerdir. Ya’nî Kat'ı tarîk-i ilâhî [Allah’a
götüren yolu kesici] olacaklardır.
Böyle karanlık zamanlarda îmânı
ve islâm bilgilerini, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenenler
kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uydurma dîn kitâblarının
yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar doğru yoldan kayacaklardır. Böyle
zamanlarda kalbin çabuk temizlenmesi ve zikre başlaması için, tanınmış, meşhûr
olmuş eski mürşidlerden birini her yerde ve namazdan başka her işte ve her
halde, göz önünde düşünüp, onun kalbine Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve
sellem) akıp, aksedip gelen feyizlerden, nûrlardan kendi kalbine akmasını
dilemelidir. Mürşid-i kâmilin Resûlullah’ın vârisi olduğunu, Allahü teâlânın
onun kalbine, her an merhametle tecelli ettiğini düşünmelidir. Büyük mürşid
Muhammed Ma'sûm hazretleri ellinci mektûbunda şöyle yazıyor:
Râbıta devâmlı olunca,
mürşid ile bağlantı tam olur. Ondan kolayca feyz alır. Mürşidin yanında
bulunmanın daha başka fâideleri de vardır. Râbıtayı tam yapamıyan mürîd,
mürşidin sohbetinde bulunmalıdır. Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) yüksek
derecelere, sohbet sâyesinde kavuştu. Veysel Karanî hazretleri, râbıta yaparak
uzaktan feyz aldı ise de, sohbete kavuşamadığı için Eshâb derecesine
yükselemedi."
Yetmişsekizinci
mektûbda buyuruyor ki: "Mürşid-i kâmilden feyz alabilmek ve bereketlerine
kavuşmak için, muhabbet râbıtası [bağı] ile ona bağlanmak lâzımdır. Eshâb-ı
kirâm (aleyhimürrıdvân) efendilerimiz Resûllullah’dan (sallallahü aleyhi ve
sellem) in'ikas [Kalbden kalbe aksetme] yolu ile feyz aldılar. Bunun gibi,
mürşid-i kâmilin yanında edeb ile severek oturan, ondan feyz alır. Büyük,
küçük, diri, ölü bunda beraberdir. Mürşid-i kâmili, karşıda duruyor düşünerek,
sevgi ve edeb ile onun yüzüne bakar gibi olmağa Râbıta denir. Bu râbıta çok
fâidelidir. Çünkü insan, haramlara dalmış, kalbi kararmıştır. Bu hâli ile Hak
teâlâdan feyz ve bereket alamaz. Bunun için ona bir vâsıta lâzımdır. Vâsıta, feyz
alabilen ve aldıklarını tâliblere verebilen kimsedir. Bu da mürşid-i kâmildir.”
Yüzaltmışbeşinci
mektûbda buyuruyor ki: "Mürşid-i kâmilin yüzünü kalbde bulundurmağa Râbıta
denir. Râbıta, mürîdi mürşide bağlayan en kuvvetli bağdır. Râbıta kuvvetlenince,
her baktığı yerde, mürşidi gözünün önüne gelir."
Yüzdoksanyedinci mektûbda buyuruyor ki:
"Râbıta kuvvetli olunca mürşid-i kâmilden, uzakta iken kavuşulanlar ile,
yanında kavuşulanlar arasında fark yoktur sanılır. Halbuki ikisi bir olamaz.
Fakat râbıta ne kadar çok olursa, aradaki fark o kadar azalır."
[Yeri gelmişken bir misâl ile bu konuya
yardımcı olalım: Efendi’nin eshâbından Nedim efendi —ki subay idi— birliğinin
başında bulunur ve her teftişte onun bölüğü takdîr alırdı. İstanbul’a geldiği
zaman, Efendi’nin eshâbı ile görüşünce; "Efendi size dün şunları şunları
anlattı. Bugün şunlardan bahsetti, değil mi?” der ve dediklerinin hepsi doğru
çıkardı. Halbuki kendisi uzakta idi, ya’nî Trakya’da vazîfe başında
bulunuyordu.]
Yine İmâm-ı Ma’sûm
(kuddise sirruh) hazretleri ikinci cildin seksendokuzuncu mektûbunda yazar:
"Büyüklerden biri, "Allahü teâlâ vermek istemeseydi, istek
vermezdi" demiştir. Bizim yolumuzun esası sohbettir. İsti'dadı olan
tâlibin sohbet bereketi ile, kabiliyyeti ve mürşide olan muhabbeti nisbetinde
onun kalbinden feyz alır. Kötü huyları gidip, mürşidin iyi ahlâkı gelir. Bunun
içindir ki, Şeyhde fânî olmak, fenâ fillahın başlangıcıdır, demişlerdir.
Sohbete kavuşulamazsa, yalnız muhabbet ile ve mürşide teveccühü miktarınca da
feyiz alır. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek büyük ni’mettir. Bu sevgi
vâsıtası ile, onların kalblerinden feyzlere kavuşulur. Gaibden teveccüh etmek
ni'metini [Râbıtayı] elden kaçırmamalıdır. Şerîati öğrenmeli ve bildiği ile
amel etmelidir. Oyun ve eğlence ile ömrü ziyân etmemelidir. Şerîate uygun
olmayan şeylere Dünyâ denir. Böyle şeylerin fâidesiz olduğunu, kabirde ve
kıyâmette işe yaramayacaklarını düşünmelidir. Seâdet [kurtuluş] Sünnete
uymakta, bid'atlerden sakınmaktadır. [Sünnete uymak demek, Ehl-i Sünnet itikadını
öğrenip, ona uygun inanmak, sonra emirleri yapıp, yasaklardan kaçınmak, sonra
ıstılah ma'nasındaki sünnetleri yapmaktır. Bu sıra ile yapılmayan sünnete,
sünnet denmez, bid'at denir]. Bid'at sâhibleri ile ve mülhidlerle [Ya’nî
mezhebsizlerle ve Ehl-i Sünnet olmıyan dîn adamları ile] arkadaşlık
etmemelidir. Onlar dîn hırsızlarıdır. İnsanın dînini, îmânını bozarlar. Hadîs-i
şerîfde, bid'at sahiblerinin, Cehennemdekilerin köpekleri olacağı
bildirildi."
İmâm-ı Rabbânî müceddîd
ve münevvir-i elf-i sânî hazretleri yüzseksenyedinci mektûbda buyuruyor ki:
"Mürşid-i kâmilin hayâlinin mürîde her yerde görünmesi, Râbıtanın çok
kuvvetli olduğunu gösterir. Râbıta, kalbden kalbe feyz, "bereket akmasına
sebeb olur. Bu büyük ni’met, ancak seçilmişlere ihsân olunur"
Buraya kadar
bildirilenlerin vesîkaları, :"Herşeyin bir kaynağı vardır; takvânın
kaynağı, âriflerin kalbleridir", "Evliyâ görülünce Allah zikr olunur
[hatıra gelir]", "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve
"Onlarla beraber bulunanlar şakî olmaz” hadîs-i şerîfleri ve
"Ümmetimin felâketi, fâcir olan dîn adamlarından olacaktır" hadîs-i
şerîfi ve benzerleridir. Bunlar, çeşitli hadîs kitâblarında, meselâ
Künûz-üd-dekaik ve Suyûtî hazretlerinin Câmi-üs-sagir'inde vardır.
Seyyid Abdülhâkim
Arvâsî hazretlerinin mürşid-i kâmil olduğu, mürşidi
Seyyid Fehîm hazretlerinin kendilerine
yazıp verdiği beş büyük tarîkatteki hilâfetnâmesinden açıkça görüldüğü gibi,
ilminin derinliğinden, güzel ahlâkından, kerâmetinden, perdelerin arkasından
haber vermesinden de anlaşılmaktadır. O büyüklerdendir ve silsile-i aliyyenin
bir halkasıdır. Resmini görüp, mübârek yüzünü tanımak da çok kolaydır. Onu
hâtırlayarak, mübârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın müslümanlara büyük
ni'meti ve ihsânıdır. Bizim gibi günâhları çok, kalbi kararmış olanlar, bu
büyük ni'mete kavuşmaktan elbette çok uzaktır. Maksad, özlenen hazinenin yolunu
bildirmektir. Biz kavuşamadıksa da, belki kavuşan olur. Âhır zamanda bunları
işitmek, inanmak ve taleb etmek de, pek az kimseye nasîb olur. Sevdiklerini
bizlere tanıtan ve onları sevmek ni'metini ihsân eden yüce Rabbimize şükürler
olsun!
Yâ Rabbi! Günâhlarımız büyük ve çok ise
de, senin afVın ve mağfiretin de sonsuzdur. Sevdiklerinin hürmetine bizi afv ve
mağfiret eyle ! Âmin. [Ve sallallahü alâ seyyid-il mürselin ve âlihi ve sahbihi
vet-tabiîne lehüm ilâ yevmiddin]
Buraya kadar
bildirdiklerimizi, Hüseyin Hilmî Işık hocamızın yazdıklarından aldık. Aradaki
birkaç köşeli parantezi, bir vesîle ile biz ilâve ettik. Yukarıdaki zikir ve
muhabbet râbıtası ile alâkalı sözleri, kendi yetişme tarzının esasını teşkil
ettiğini gösterdiği gibi, bundan sonra mürşid-i kâmil bulmanın kibrit-i ahmer
misâli çok zor olduğunu ve ancak bu kapıların kapanmadığını da haber vermekte,
ümidsizlikten zor ve az da olsa kurtarmaktaAyrıca sonundaki tevâzu’ bildiren
ifâdeleri, bu yolun husûsîyyetinin kokusudur. Zirâ bu yolun büyükleri hep bir
ağızdan buyuruyorlar ki, çok ibâdet etsen, çok sevâb işlesen de, hepsini az
gör, eksik bil, niyyetlerini töhmetli tut, hattâ kendini iyilikten uzak bul.
Ama işlediğin küfür ve günâh az olsa da, onu çok gör, helâkine sebeb olabilir,
düşün ve hep Allah’dan kork, Onu say ve huzûrunda hatâ etme ! Nitekim hadîs-i
şerîfde: "Mü’min o kimsedir ki, işlediği bir günâhı üzerine yıkılacak dağ
gibi görür. Münâfık ise, işlediği günâhı, burnunun ucuna konup, hemen uçacak
sinek gibi bulur.” Çünkü kulluk sırrını bir parça anlıyan, kulluğuna karşılık
Rabbinden bir hak, sevâb, ücret iddiasında bulunmayıp, vazîfesini en iyi
şekilde yapmağa çalışır. Bunun için uğraşır ve üzülür. Efendi hazretlerinden
sonra, Hüseyin Hilmî hocamız, elbette memleketimiz ve dînimiz için çok
hizmetler, makbûl ameller etti. Okuduğunuz gibi, o, sıradan bir kimse değildi.
Memleketine ve dînine hizmette husûsî yeri olan nâdir yetişen âlimlerdendi.
İleride eserlerine temas ettiğimizde bu hususta daha çok anlatırız,
İnşaallah ve yine ileride çeşitli
vesîlelerle söz ve hareketlerinden bahsederken, kendisini her hâliyle daha iyi
öğreneceksiniz, İnşaallah ve öğrendikçe onu daha çok tanıyacak, tanıdıkça
kendisini daha çok seveceksiniz, ve onun sevgisi sizi seyyid Abdülhakîm
Efendi’ye ve bu yolun büyüklerini sevmeğe ve onlara yaklaşmağa götürecek ve
"herkes sevdiği ile olur" hadîs-i şerîfi mûcibince, Cenâb-ı Hakkın
sevdiği evliyâ ve ulema ile Cennette olursunuz İnşaallah! Âmin.
Efendim, "her
kemâlin bir zevâli vardır” sözü gereğince, kalemin yularını, istemiye istemiye,
Onların bu fânî ve karanlık dünyâdan bâki ve aydınlık âlem olan âhırete
intikallerine çevirelim ve göz yaşlarımızı zabt edemesek de, silerek diyelim
ki:
Vefâtlarından iki-üç
sene önce Hocamız İstanbul Çarşamba’da çalıştığım, Hakîkat Kitâbevi’nin
kitâblarını yazdığımız servisimize geldi. Tergîbussalat kitâbındaki bir yazı
için bir mesele konuşacaktık. Oturdular. Ben de içeri girdim. Tam
karşılarındaki sandalyeyi gösterdiler ve "Karşımda oturun. Beni
özlemişsiniz. Doya doya yüzüme bakın!" buyurdular ve her zamanki
mütebessim çehrelerine baktım. Sanki beni çekiyorlardı. Gayr-i ihtiyârî
"Efendim, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sizi dünyâ gözü ile
bir daha gördüm. Herhalde rüya değil" dedim. Cevâben: "Değil, ama
dünyâ rüyadır. hakîkî hayât öbür dünyâdır. Burada her zaman görüşemiyoruz, ama
inşaallah orada hiç ayrılmayız" buyurdular. İçimden gelerek: "Hocam,
buraya gelmekle, bu fakîri o kadar sevindirdiniz, o kadar memnûn ettiniz ki,
hiçbir sevâbınız olmasa, bunun sevâbı Cennete girmenize yeter” diye arz ettim.
Bu ifâde çok hoşlarına gitti. Çok memnûn olup, tebşîrattan addettiler. O gün
Hocamız, hayâtının çeşitli safhalarından, bilhassa Ankara’da bulunduğu zaman,
çalıştıkları yerdekilerden ve diyânet erbabından anlattılar. Çıkarken:
"Mehmed Ağa’nın kapısı Cennet kapısı gibidir. Bu kapılardan girip, burada
çalışanlara gıpta etmemek mümkün değil; ne mutlu burada çalışanlara” yollu
sevindirici çok sözler söylediler. Sonra Cum’aya yetişmek üzere Sarıyer’e
gittiler.
Yaşları ilerlemiş,
doksanı bulmuş idi. Eczâhâneden elini çektiler. Fâtih’teki evlerinde en iyi
arkadaşları olan kitâblarla başbaşa kaldılar. Haftada bir iki gün Sarıyer’e
giderlerdi. Oralarda Efendi hazretleri ile geçirmiş oldukları çok güzel
hâtıraları vardı. Sarıyer’de oturdukları evin karşısına Anadolu yakasında,
Anadolu Kavağı ile Beykoz arasında Sütlüce’ye çok gitmişlerdi. Oralara bakar, o
günleri ve Efendi’yi hatırlar, gözleri dolar ve bundan zevk alırlardı. Mısra':
Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihân değer Artık ayakları üzerinde zor
duruyorlardı. Kollarına girerek yürütüyorlardı. Farz namazları dışındaki
namazları oturarak kılıyordu. Buna rağmen şu'urunda hiçbir eksilme olmamıştı.
Gerçi kendi ta'birleri ile ateh, ya’nî unutma ve bunamadan bahsediyorlardı, ama
biz hiçbir şey fark etmiyorduk. Halâ Efendi hazretlerinden, sözlerinden
kelimesi kelimesine tekrâr ederek anlatıyorlardı. Bu günlerde idi. Bir Cum'a
günü Sarıyer’e çağrıldım.
Bir iki arkadaşla
gittik. Cum'a namazı vakti idi. Dışarı çıkamıyorlardı. Salonda Cum'a
kılınacaktı. İçeri girdik. Selâmdan sonra: "Hocam, elinizi öpeyim"
dedim. "Gelin, ben sizin alnınızdan öpeyim, herkes görsün" buyurup,
alnımdan öptüler ve oradakilere: "Siz bize bakmayın, Süleyman bey benim
ilk göz ağrımdır" buyurdular. Namazı, yanyana kıldık. "Yemekten sonra
sizi yukarıda balkonda bekliyorum" buyurdular. Yemekten sonra, yanlarına
çıktık. Bana hitâben: "Siz karşıma oturun, kardeşim" dediler. İlk
gördüğümden beri kırkyedi sene geçmişti. Uzun yılların hasreti ve muhabbeti ile
temiz yüzlerine bakıyor, içimde ilk günlerde olduğu heyecanı duyuyordum.
Gözlerim doldu. Onların da öyle. Zâten son zamanlarında her vesîle ile
gözlerinden yaş geliyordu. Bir anda içim o kadar kaynadı ki, sanki ikimiz bir
olmuş, aynı hisleri duyuyorduk. Efendi’den bahs ettiler. Her kelimesinde
gözyaşları akıyordu. Şöyle anlattılar:
"Şu karşıya biz
Sütlüce derdik. Anadolu Kavağı’nın bir kilometre kadar güneyine düşer. Orada
ağaçların altına gider, Efendi ile tenezzüh ederdik. Çaylar içilir, sohbetler
olurdu. Öğle sıcağında Efendi hazretleri ahibbaya [eshâbına] "denize girip
serinleyebilirsiniz" buyururdu. Efendi’nin yanında, ona saygısızlık
olmasın diye, denize girmezler, biraz uzaklaşırlardı. Ben Efendi’nin yanında
kalırdım. İkimiz de peştamal kuşanıp, denize girer, suyun içinde otururduk.
Deniz göğsümüze kadar çıkardı. Gemiler geçince, meydana gelen dalgalardan,
bazan su boyumuzu aşardı. Mübârek sakalından dökülen sular hâlâ gözümün
önündedir. Avucuma su alır, sırtını oğardım. Hoşuna giderdi. Bir def’asında İzâ
Zülzilet sûresini, bir başka zamanda Lem yekünillezîne keferû sûresini tefsîr
ettiler. Bir def’asında: "Hızır aleyhisselâm, Abdülhâlık Gocdüvânî
hazretlerine Lâ ilâhe illallah zikrinin kalb ile yapılmasını havuzun suyuna
daldırarak öğretmişti" buyurdu.
Sonra kendilerinin ilk
def’a Eyyûb Sultan’da, yukarıda anlattıkları gibi, Efendi’yi gördüklerini ve
Efendi’nin kendilerine: "Küçük efendi, seni çok sevdim. Bizim ev mezarlık
arasındadır. Bize gel seninle konuşuruz." buyurduklarını anlattılar.
Sözlerinin arasına girip: "Hocam, Efendi hazretleri gibi bir zât, size,
seni çok sevdim, buyurdukları zaman nasıl oldunuz?" dedim. Gözlerinden
ırmak gibi yöş döküldü ve: "Hatırlayınca burnumun kemiği sızlıyor, Efendi’den
bu
kadar ayrı kalabileceğimi hiç sanmazdım... " dediler.
Daha sonra sözlerine
devâmla: "Gece sâat iki üç sıralarında uyandım. Hâtırıma bir şey geldi.
Unutmadan yazayım dedim" buyurdular ve Hüseyin Yener Efendi’yi çağırdılar.
Yazıyı okuttular. Özeti şudur; Resûlullah’ın dînden verdiği haberlerin hepsi,
Hak teâlâdandır. Ben de kendilerine, bunun doğruluğunu te'yid eder mâhiyette
Şirat-ül İslâm'ın mukaddimesinde yazılı olandan bahsettim ve arz ettim ki:
Şir'a da bunun gibi yazıyor. Ve, "Necm süresinde: ‘Resûlüm, nefsinden
konuşmaz. Konuştukları kendisine vahyimizdir’ yani sünnetler de Allah
tarafındandır. Ancak ümmet-i Muhammed’e ağır gelmemesi için, Kur'ân’da
bildirilmediler. Bildirilip, emr edilselerdi, farz olurlardı. Resûlullah’ın
dili ile bildirilip, yapmayanlar günâha girmekten korundular" mealinde
yazıyor dedim. "Elhamdullillah, ne güzel bir vesika" buyurdular.
Sonra asırlık yüzlerine
ve hemen hemen hiç bir zaman bebeğini, hattâ siyâhını görmediğim gözlerine
bakarak, sanki bir daha görmiyecekmişim gibi, ağlayarak dedim ki:"Hocam bu
dünyâda rahat nedir bilmediniz, iyi bir gün görmediniz, hemen hemen hiçbir yere
gitmediniz. İstanbul’u bile gezmediniz. Hep ilimle, kitâblarla, bizimle ve
insanlarla meşgul oldunuz. Uzun bir ömrü dopdolu ikmâl ettiniz. Bu zamanda bu
kadar gayreti nasıl gösterdiniz. Bana geliyor ki, bunun hepsi sizden değildir.
Çünkü bu işler ve bu kadar gayret bir insanın vüs'atını, tâkatını aşar. Her
halde Allahü teâlâ bu vazîfeyi size verdi. Bu ancak verilen bir vâzifenin ifâsı
için Hak tarafından müeyyed kılınmakla mümkündür. İnşaallah, bu kitâblarınız,
yazılarınız, sözleriniz kıyâmete kadar insanlara rehber olur, okunur ve
istifâde ederler. Sizin Seâdet-i ebediyyeye kavuşmanıza sebeb olurlar.”
"İnşaallah" dediler ve dinlerken çok gözyaşı döktüler. Daha başka
şeyler de konuştuk. Sonra: "Bugünlük bu kadar, arada bir gelin, sizi
özlüyorum, arkadaşlar özlediğim haberini size söylemiyorlar mı?"
buyurdular. Bir daha göz ucuyla gözgöze geldik. Mübâlağa değil, etin kemikten
ayrılması kadar zor ve içim yanarak ayrıldım.
Gittikçe hareketleri
azaldı. Konuşmalarına az az kesiklik, dillerine peklik geldi. Bu arada bu
satırları yazan bu fakîr İstanbul’dan Trabzon’a taşındım. İstanbul’da birbiri
arkasından vakı' zelzeleler ve başka âilevî sebebler neticesinde bu karara
varmıştık. 2001 senesi Nisân’ında Hocamızın oğlu Ahmed Abdülhakîm, Hakkın
rahmetine kavuştu. Bir iki sene hastalıklarla uğraştı. Allahü teâlâ rahmetine
gark etsin. 1945’de dünyâya gelmiş idi. Hocamın evinde kaldığım günlerde,
Abdülhakîm’in yatak odasına girmiştim. (Sene 1960). Karyolasının baş ucunda
duvarda asılı, güzel harfle yazılmış bir yazı gördüm.
Hocamızın kayınpederi Yûsuf Ziya
Beyefendinin inci gibi yazısı olduğunu tanıdım. Yazının meâli şöyle idi: Efendi
hazretlerini gördüm. [Halbuki vefât edeli iki sene olmuştu]. "Ziyâ, bir
müsafiriniz geliyor. İsmini benim ismimden koyun ki, âhırette ona şefâat
edeyim" buyurdu. Ben de ismini Ahmed Abdülhakîm koydum. "Eyyûbde,
amcası Sedâd beyin yanına defn olundu. Zâten çok yaşlanmış hocamıza oğlunun bu
ayrılığı da çok dokundu.
Mayıs ayı sonları idi.
İstanbul’a geldim. Trabzon’dan Mustafa Ulusoy kardeşim ile hocamızı hastahânede
ziyârete gittik. Müşâhede altında ve doktorların yakınında bulunması için,
Türkiye Gazetesi Hastahânesi’nin bir binasında kendisine uygun bir dâire tertîb
edilmişti. Yanına girdik. Selâmdan sonra ellerini öptük. Çok konuştuk.
"Neredesiniz efendim?" dediler. Trabzon’a taşındım diye arz ettim.
"İyi oldu. ‘Hubb-ül vatan min-el îmân’ memleketini sevmek îmândandır.
İnşaallah orada daha fâideli olursunuz" buyurdular. Sonra "kitâba
koyduk. Bir kimse, cum'a, bayram veya kalabalık bir câmi'de namaz kılarken,
abdesti bozulsa, dışarı çıkıp abdest almak ve namaza yetişmek zor olacağından,
o anda mâliki mezhebini taklîdle namazını kılabilir. Bugün ben burada öğleni
kılarken, abdestim bozuldu. [Silis-ül-bevl rahatsızlığı vardı ve bu yüzden
mâlikî mezhebinde bununla namaza cevâz hususunda bir kavil bulunduğundan, bu
mezhebi taklîd ediyordu.] Ama ben öyle yapmadım. Çünkü abdest alma imkânım
vardı. Bunun için abdest alıp, yeniden namazı kıldım" diye fıkıhdan bir
mes'elenin izâhını yaptılar. O rahatsız, yaşlı hallerinde bile zevkle ve
mantıkla anlatışları, ilme ne kadar âşina olduklarını ve öğretme aşkı
taşıdıklarını gösteren bir numune, misâl olduğu için unutulmasın diye buraya
yazdım.
Sonra ezân okunuyordu.
Susup dinlediler ve: "Bu ses nereden geliyor” dediler. Herhalde civardaki
bir câmiden dedim. "Ezânı istemiyenlere rağmen, halk müslümandır, ezânlar
sürecek, bunun için son nefesimize kadar çalışmak mecburiyetindeyiz"
buyurdular. Sonra Mustafa beyle kitâb satışları hakkında süâl cevâblı,
karşılıklı konuştular. Aldıkları cevâblara çok sevinip çok dua ettiler. Her bir
kitâbın satışı, veya insanların eline varışı haberi, günâha bakmaktan örtülü
olan gözlerinde bir ışık oluyordu. Hele binlerce rakamlarını duyunca, sevinç ve
heyecandan sanki gençleşiyorlardı. "Abdülhakîm’in kurtulması için çok dua
ediyorum. Geceleri kalkıp, Rabbime yalvarıyorum, yakarıyorum. Siz de Abdülhakîm’in
kurtulması için dua edin. Yattığı yeri biliyor musunuz?" dediler.
"Evet efendim. Size ta'ziye için gelirken, Abdülhakîm kardeşime bir hatm-ı
Kur'ân ve yetmişbin kelime-i tevhîd getirdim. Duasını siz mi yaparsınız, fakîr
mi yapayım" diye arz ettiğimde,: "Siz bağışlayın. Bunun için mezarı
başına gitmenize lüzûm yok. Hemen bağışlarsınız. Kim bilir ne kadar memnun olur
ve rahatlar" buyurdular.
Sonra, sevenler için
hiçbir zaman istenmiyen ayrılmağa sıra geldi. "Efendim, Allahü teâlâ size
hayırlı uzun ömürler, sıhhat ve âfiyet ihsân eylesin" dedim. İki ellerini
tutup, ellerinin içini-dışını yüzüme gözüme, dudaklarıma sürdüm. Öptüm,
öptüm... ağladım. "Şimdi, gelin ben sizi öpeyim" buyurup, önce
alnımdan sonra gözlerimden ve yüzümden tekrar tekrar öptüler. Mustafa Ulusoy'u
da aynı şekilde öptüler. Aklımız ve kalbimiz, bütün muhabbeti ile onlara doğru
akarken, biz de odadan çıkıp yalancı dünyâya girdik.
İki üç gün sonra aynı
hastanede bitişik odada Enver ağabeyle oturduk, konuştuk, ama ziyaretlerine
girecek bir sebeb bulamadım. Zâten dua almak için ziyâret edenleri çoktu.
İçerden kulağıma gelen sesini duymakla yetindim. Ziyaretçiler en çok üç beş
dakika duruyor, dualarını alıp çıkıyorlardı. Biz uzaktan geldiğimizden midir,
ilk talebesinden olduğumuzdan mıdır, uzun yıllar baba-oğul gibi bir arada
büyüyüp yaşlanmamızdan mıdır, bilmem ama her ziyâretimde bir iki sâatten az
oturmadım.
Trabzon’a döndüm.
İstanbul’dan gelenlerden, Trabzon’dan İstanbul’a gidip dönenlerden hep onları
soruyordum. Talebem mesâbesinde olan Orhan bey, arada bir Hüseyin Yener efendi
ile telefonla görüşüp haberler getiriyordu. Yine bir gün Orhan bey:
"Hüseyin beyle konuştum. Hocamızı ziyâret için izin istedim. Hocamız
Süleyman ağabeyi soruyorlar. Müsâid zamanda bekliyoruz, diye söyledi"
dedi. Orhan bey gitme târihini bana bıraktı. Onun arabası ile gidecektik.
Nihâyet 21 Ekim 2001 Pazar günü Trabzondan çıktık. Aynı günün gecesi İstanbul’a
vardık. Sabahleyin, ya’nî Pazartesi sabahı Hüseyin Yener beyle —ki senelerdir
hocamızın hizmetinde idi ve gençliğini onlara hizmetle ifnâ’ eyledi— görüştü.
Bekliyoruz, hemen gelin dedi ve kalktık hastahâneye gittik. Uyuyorlardı. Biraz
sonra Hüseyin bey içeri girip geldi. Uyandılar, "buyurun girin" dedi.
İçeri girdik. Ellerini doya doya öptüm, yüzüme, gözüme sürdüm. Orhan da ilk
def’a, aynı zamanda son def’a olacak, hocamızı görüyordu. O da gözyaşları
içinde ellerini öpüp, yüzüne gözüne sürdü.
Bu benim onların
ellerini en çok dört veya beşinci öpüşüm idi. Çünkü hiç el öptürmezler,
musafaha ederken eğilmeğe bile müsaade etmezlerdi. İşte bu son günlerinde o
âdetlerini bozup, ellerini öptürmelerini, biz yaşlılığa yorumlarken, demek ki,
elveda zamanını haber veriyorlarmış da bilemedik.
Oturduk. Hallerini
sordum. Kesik kesik konuşuyorlar, kısa cümlelerle ifâde-i merâm ediyorlardı. Sol
kollarında serum vardı. Kısaca konuştuklarımızı yazayım:
— Hocam, sıhhatiniz
iyidir, inşaallah,
—Elhamdülillah.
—Hocam, bir yeriniz
ağırmıyor, inşaallah.
—Elhamdülillah, ağrım
yok.
—Hocam, kendinizi nasıl
hissediyorsunuz.
—Elhamdülillah iyiyim,
şikâyetim yok.
Hep zikir ve tesbîh kelimeleri telaffuz
ediyorlardı. Hüseyin bey bana: "Süleyman ağabey, Hocamız, sizi
soruyorlardı, sizin sesiniz, konuşmanız onların hoşuna gider, birşeyler
anlatsanız, onlar dinleseler. Çok iyi konuşamıyorlar. Ama şuurlarında herhangi
bir değişiklik yoktur" dedi. Ben de o anda içimden bütün samimiyetle geçen
şu sözleri dile getirdim:
—"Muhterem hocam,
sizi onbeş yaşında iken gördüm. Anadoludan gelmiş, âilem dışında hiçbir yerden
İslâm terbiyesi almamış o hâlimle, sizin güzel hâlinizi, bize muâmelenizi,
babacan tavrınızla bize yaklaşmanızı, acıyarak, merhamet ederek bizi okşamanızı
görerek sizi sevdim ve size: "Benim babam yok, hocam, sizi babam gibi
seviyorum" dedim. Nihâyet bir ömür geçti. Siz doksan, ben de altmış küsur
yaşımıza geldik. Hocam, bu kadar zaman içinde size kalbimde verdiğim en kudsî
ve yüce yere, yemîn ederim ki, kimseyi koymadım. Size olan sevgi ve muhabbetime
hiç kimseyi ortak etmedim, daha doğrusu ortak aramağa ihtiyâc duymadım. Siz
bana yettiniz. Doğru dahi olsa, sizden yüz çevirip, başka tarafa bakmadım.
Nerede ise elli senedir beraberiz. Yemîn ederim ki, bu zaman zarfında, bile
bile sizi üzmüş değilim. Sizin de bana kırılmadığınızı, üzülmediğinizi Enver
ağabey, tarafınızdan bana ifâde etti. Hocam, Allahü teâlâ size hayırlı uzun
ömürler versin, uzun ve dopdolu bir hayâtınız oldu. Denebilir ki, her
dakikasını değerlendirdiniz. Yılmadan, bıkmadan, gece gündüz demeden bizimle
uğraştınız. Bize dünyâ ve âhıret ve sonsuz seadet babalığı yaptınız. Arkadan,
hâlâ devâm eden kitâb telifi, tercemesi, tertîbi çalışmalarınız geldi.
İnsanlığın, müslümanların âhırette râhat ve hûzura kavuşmaları için, kendi
rahatınızı fedâ ettiniz. Kıymetli ömrünüzü insanların âhıret seâdeti için
sermâye ettiniz. Allahü teâlâ karşılık olarak, sizi Efendi hazretleri ile
beraber Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında bulundursun ve birlikte
zâtının tecelli ve rü'yetine mazhar eylesin" meâlinde daha çok sözler
söyledim. Ağladılar, âmin dediler.
Bir ara hocamıza Orhan
beyden bahsettim: "Hocam, bu arkadaş benim talebem sayılır. Bir def’a
rüyada Efendi hazretlerini gördü. Efendi hazretleri kendisine üç dane kuru üzüm
verdi ve "Süleyman ağabeyine söyle, Avâmil’i sana, bizim okuttuğumuz gibi
okutsun" derken, hocamız heyecanlanıp gözlerini açtılar ve dikkatle
dinlediler: "Biz evvelâ dersi talebeye anlatırdık, anlaşılmayan bir yer
bırakmazdık. Ertesi gün, o dersi alır, sonraki dersi verirdik." Bunu
duyunca, tebessüm ederek, "Maşaallah, hakîkaten öyle idi” dediler.
Orhan bey, daha evvel,
"bu rüyâdaki üç üzüm nedir?” diye sorduğunda, cevâb olarak, "Efendi
hazretlerinin yolu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu olup, ilim, amel ve
ihlâsa dayanır. Bu üç büyük ni'metten lezzet ve tad almanızı Allahü teâlâ ihsân
eylesin” diye talebeye uygun ta’bir eylemiştim.
Hüseyin efendi,
Kur'ân-ı Kerîm getirdi. Açtım. Hicr sûresi geldi. Sonuna kadar sesli okudum,
dinlediler. Sonra Mektûbât tercemesi getirdi ve bir mektûb okusanız, Mektûbât
dinlemekten çok rahatlıyorlar" dedi. 203. Mektûbu okudum. Oradaki bütün
dualara âmin dediler.
Sonra: "Hocam,
bile bile size karşı hâta yaptığımı hatırlamıyorum, ama yerli-yersiz,
vakitli-vakitsiz sizi râhatsız etmişimdir. Beni afv edin ve hakkınızı helâl
ediniz" dedim. Bir önceki sözlerini tekrar edip, âmin, âmin, dediler.
Ardından, "Hocam,
Mevlânâ Hâlid efendimizin Divân-ı Şerîf’i yanımdadır, okuyayım mı?” dedim.
Okuyun, buyurdular. Silsile-i aliyyeye dâir kitâbın sonunda uzun uzun bir şiir
vardı, bilirsiniz, onu okuyayım mı, dedim. Okuyun, buyurdu. Yüksek sesle baştan
sona okudum bitirdim. Daha okuyayım mı, dedim. Okuyun, dediler. Divânının baş
tarafındaki, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin üstâdı ve sebeb-i hayâtı
Abdullah Dehlevî hazretlerini medh eden nazmı okudum, bitirdim. Daha okuyayım
mı, dedim. Okuyun, dediler. Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) medh
eden, iki üç tane na't okudum. Sonra, hocam, daha okuyayım mı, dedim.
"Elbette okuyun" buyurdular. Yine Peygamber Efendimizi (sallallahü
aleyhi ve sellem) ziyârete giderken yazdıkları, bütün edibleri hayran bırakan
nazmı okudum. İkinci sahifesine gelmiştim ki, uyudular. Tekrâr, daha okuyayım
mı, dedim. Cevâb vermediler. Bir müddet daha oturduk, bekledik. Uyanmadılar.
Öğlen üstü idi. Sonradan Hüseyin’den öğrendik ki, okunanlardan o kadar
rahatlamışlar ki, akşam beşte uyanmışlar. Yemek yedik, namaz kıldık, tekrâr
yanlarına gittik, uyuyorlardı. Ellerini öpüp ayrıldık. Bilmiyordum, meğer bu
son vuslat, son mülâkat ve sonunda bir daha dünyâ gözü ile görüşmemek olan, son
beraberlik ve son ayrılık imiş. Halbuki Hüseyin, bana, ağabey, siz
serbestsiniz. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz, çünkü sizinle rahatlıyorlar,
dedi. Trabzon’a dönmeden Cum'a günü ziyareti düşündüm ve söyledim. Ama nereden
bilebilirdim ki, Perşembeyi Cum'aya bağlıyan gece sâat
01.40’da Hakkın rahmetine kavuşacak. Şöyle ki:
Perşembeyi Cum'aya
bağlıyan gece yatsı namazını Erenköy Hizmet Blokları’nda kıldık. Fârûk Aydın
beyin evine geçtik. Epey zaman oturduk. Beni kızımın evine bıraktılar. Yattım.
Uyuyamadım. Telefon çaldı. Baktım Fârûk beyin hanımı idi. Ağlar, titrek bir
sesle, şimdi haber geldi, hocamız vefât etmiş, dedi. İnnâ lillah... dedim.
Şaşırmış gibi idim. Ama elden birşey gelmezdi. Emir yüksek yerdendi. Sabahleyin
Sebâtî beyle hastâhâneye gittik. Orası kalabalıktı. Sessiz bir kalabalık.
Herkesin başı önüne eğikti. Takdîr-i ilâhînin önüne geçilemezdi, ama sevenin
sevdiğinden ayrılmasının üzüntüsünün de önüne geçilemezdi. Hastâhânede techîz
ve tekfîn edildi. Cum'a namazından sonra arabaya kondu. İşte arabaya taşınırken
son def’a tabutuna dokundum. Bana, kulun Allah’a yolculuğu olarak görünüyor ve
bununla teselli buluyordum, hattâ imreniyordum.
Eyyûb’e geldik.
İkindiye kadar beklendi. İkindi namazını müteakıb cenâze namazı kılındı. Çok
kalabalıktı. Avlu dolduğu gibi, içerler ve dışarlar da dolmuş, orası mahşer yerini
andırırdı. Hava soğuktu. Yukarı âile mezarlığına getirilip, sünnet-i seniyye
üzere defn edip, rahmet-i Rahmân’a ısmarladık. Allahü teâlâ kendisine bol bol
rahmet eylesin. Ekimin yirmialtısına 2001, rastlayan 1422 Şaban-ı şerîfinin
dokuzu, Cum'a günü ikindiden sonra idi. Vefâtı hakkında bu fakîr şu mısra'ı
târih düşürdüm:
Numûne-i
âlîmân-ı nakşibendan gitti ve bes 1422
Çok seneler önce, kendilerinden ayrı
kalmanın hasret ve muhabbeti ile kaleme almış olduğum bir şiirimi buraya
yazmağı münasib görüyorum:
O’NA
Teshîr edici gözler, neş'e verici sözler Hepsi hayâl oldular,
ayrılık yaman oldu.
Derin derin bakışlar, içli bir hayât gizler,
Dertliyim,
görmiyeli, bir hayli zaman oldu
Tâli’ yüzüme gülüp, bana sevdirdi seni Hasret de, elem gibi,
yaktı bitirdi beni Ben geleceğim artık, bekliyemem gelmeni Kalbimi zulmet
bastı, gözlerim de kan doldu.
Mecnûn olmuş gezerim, aşkınla bunca yıldır,
Ya bu aşkla öleyim, yâhud yanına aldır,
Ayrılık perdelerin, birbir gözümden kaldır,
En
kıymetli günlerim, ne çâre hicrân oldu.
Seni
kalbime koydum, yâd ellere bakmadım,
En mu’âlla dost gibi, dilimden bırakmadım.
Ve
ben ma’sûm bir kulum, başka yola sapmadım, Derim ki, candan yakın, bana bu
cânân oldu.
Hayaller perde perde, gelir geçer gözümden, Hasretlik çizgileri
okunuyor yüzümden,
Sizi
sevdim diyorum, asla dönmem sözümden Ben râzıyım aşkımdan, bana bu dermân oldu.
Mâziyi eşer isek, yüreğim kan ağlıyor,
O eski hâtıralar hep bir bir canlanıyor,
Bir çok tanımıyanlar, beni mecnûn sanıyor,
Ve
diyorlar, bu saray, vakitsiz virân oldu.
Sevmenin sonu var mı, ben yok zannediyorum Ve benim gibi âşık,
cihânda yok diyorum Öyle temiz, öyle saf bir aşkla seviyorum,
Kalbim
sessiz, dalgasız, engin bir umman oldu.
Çok kişiler vuruldu, o hüsnü cemâline Bir çoğu da bir anda veda
etti yârine Herkes aşk ilân etti, düştü senin ardına Fakat bu aşkla seven bir
tek Süleyman oldu.
ARVÂS'IN
IŞIĞI
HAKKIN
VE HAKÎKATIN ÂŞIĞI
HÜSEYİN
HİLMÎ IŞIK
İKİNCİ
FASIL SÛRETİ VE SİRETİ
Hüseyin Hilmî Işık
efendinin babası Saîd Efendi’nin Rumeli göçmeni olduğunu ve 93 (m.1877)
harbinde İstanbul’a geldiklerini yazmıştık. Ora halkının ekseri sarışın
olduğundan, Hilmî bey hocamız da sarışın idi. Orta boylu olup, güzel ve
yuvarlak yüzlü, düzgün burunlu idi. Ağzı ne büyük, ne de küçük idi. Yanakları
pembe, alnı açık, kaşlarının arası da açık idi. İri kemikli, sağlam yapılı,
kolları, bacakları bir spor adamınınkiler gibi irice olup, gözleri güzel ve
ekseriya insanların yüzüne bakmaktan ve bilhassa gözgöze gelmekten hayâ
ettikleri için, gözlerinin beyazı daha çok görünürdü. Yemek, içmek ve yazmakta
sağ elini, diğer kuvveti îcabettiren işlerde sol elini kullanırdı. Yürümesi,
yürürken hafîf sallanması ve sanki yukarıdan aşağıya doğru iniyormuşcasına olan
hâli, gökyüzüne az, yeryüzüne daha çok bakması ile, Resûlullah’a benzerdi.
Sünnet-i seniyyeye
ittiba'ı o kadar çok idi ki, bir gün yemek yiyorduk. Mercimek çorbası içerken
şöyle buyurdular: "Efendim, ben önceleri mercimeği sevmezdim. Ama
Resûlullah’ın mercimeği sevdiğini öğrenince, şimdi en çok sevdiğim
yemeklerdendir. Kabak için de aynı şeyi söyleyebilirim." Ekseriyâ günde
iki defa yerdi. Yemek seçmez, filân yemeği pişirin demez, bulursa yer, bulmazsa
hiç yemez, yahud tuz, biberle kuru ekmek yiyip, :"Böyle yeyince sanki
Eshâb-ı kirâm efendilerimiz gözümün önüne geliyor da, böyle kuru ekmek yemek
bana en lezîz yemeklerden daha lezzetli geliyor, onlarda bulamadığım zevkı ve
kulluk hâlini bunda buluyorum" derdi.
Bir def’a Onların
evinde ikimiz yemek yiyorduk. Mevsim yaz, hava oldukça sıcaktı. Onlar tabaklara
yemek koyarken, ben de bardaklara su dolduruyordum. Su, dolabdan çıkmış olup,
soğuk idi. Bardağa baktılar ve gözlerinden yaşlar aktı. "Hocam, yine ne
oldu da, ağladınız" dedim. Buyurdu ki :"Hâtırıma Resûl-i Ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin soğuk içeceklerden hoşlandığı geldi.
Ama Seâdet-i Ebediyye kitâbımıza, soğuk şeyleri severdi yazamadım da, serin
içecekleri severdi, yazabildim. Yazsaydım, o zaman, o sıcak memlekette soğuk su
nerede bulunacaktı, derlerdi. Şimdi siz şu bardağa soğuk su koyunca, birden
hâtırıma, (âh ne olurdu, Resûlullah’a bir bardak soğuk su ikrâm edip, sâhib-i
risâleti hoşnud etseydim) geldi de, imkânsızlık yüzünden gözlerimden yaş geldi.
Her yerde, her işte, her zamanda, her kiminle olursa olsun, kalb gözünü
Resûlullah’a ve onun Sünnet-i Seniyye’sine ittiba'ı şiar edinmek yollarının
esası olan o büyüklere çevirmeli, gafletle bakmamalıdır. Meselâ aya, yıldızlara
baktığınız zaman, Resûlullah da bunlara bakmıştır, hatırlayın." Buyurup,
hep uyanık olmağa, gafil bulunmamağa işâret buyurdular.
Yere serili sofra bezi
üzerinde yemeği, masada yemekten önde tutar, parmakla tesbîh çekmeği, tesbîh
âletiyle çekmekden uygun bulur, bununla beraber yerde yemek yemenin sünnet-i
zevâid olduğunu, tesbîh âleti ile tesbîh çekmenin takrîrî sünnet olduğunu
söylerdi. Masada yemek yemek günâh değil derdi. Efendi hazretlerinin de masada
yemek yediklerini, çatal-kaşık kullandıklarını, ayrı ayrı tabaklarda
yediklerini, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yediklerini
kendilerinden dinlediğim gibi, Efendi hazretlerinin oğulları A. Münîr
Efendi’den de bizzât sorup öğrendim. Kendileri de böyle yapardı. Sofraya lüzûmu
kadar ekmek getirir, bitince yine koyar ve : Bu, sünnete daha uygundur, derdi.
Çok sıcak yemek yemez ve müsâfir olduğu zaman da, sofraya getirmezdi. Ekseriya
çorba, etli bir yemek, salata, bir zeytinyağlı ve tatlı olurdu. Çiğ soğan
yediklerini hiç görmedim. Ayakta veya yürürken yediklerine ve içtiklerine hiç
rastlamadım. Ayakta yemek yiyenin şâhidliği kabûl olunmaz, derdi. Kuleli As.
Lisesinde öğretmenlik yaparken, öğleyin okulun tabıldotundan yemez, çantasında
getirmiş olduğu bir iki yerli muzu, kimyâ laboratuarında yediklerine çok
şâhidim. ‘Yerli muz’, dedim. Çünkü o târihlerde, ya’nî 1954-1955 yıllarında memleketimizde
hâriçden muz gelmezdi ve yerli muzlar daha ufak idi.
Çay, kahve gibi sıcak
içeceklere pek meyilleri olmayıp, Efendi hazretlerinin yanında bile bir bardak
çay içerdi. hattâ bununla alâkalı bir hikayeleri vardır. Şöyle ki: Efendi’nin
de hâzır olduğu bir mecliste çay içiliyordu. Hocamız bir bardak içip, daha
içmeyeceğini söylediği halde, Efendi’nin yardımcısı ve bütün hizmet ve işlerini
görmeyi kendine vazîfe kabûl edinmiş Şâkir bey, bir bardak daha çay getirdi.
Neyse, kırmamak için onu da aldı. Sonra Şâkir bey, yine çay vermek isteyince
-ki şakacı idi- Hilmî Bey hocamız, Farsça bes=kâfi dedi. Şakir bey aldırmayıp,
çay koymağa devâm etti. Hilmî Bey kürtçe besâ= yeter dedi. Şâkir bey yine
aldırmayınca, :"Şakir ağabey, siz kürdçe bilmiyor musunuz?" diye
verdiği cevâbı, Efendi hazretleri de duyup, pek
hoşlarına gitmiş ve gülmüşlerdir.
Cola nev'inden
içecekler yerine gazozu tercîh eder, onu da pek nâdir içerdi. Haram olmadığını
göstermek için, bir iki def’a eline sigara aldığını görenler olmuşsa da, ben içerken
hiç görmedim ve benim, mübtelâsı olmasam da, sigara içtiğimi bildikleri halde,
içmemem için birşey söylemediler. Umûmî olan, herşeyin çoğu zararlıdır,
ifâdesini kullanırlar, sigara husûsunda kendileri içmediği halde, hiç nefsî
hareket etmez, bilâkis İslâm âlimlerinden Alî Echürî, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî,
Abdülganî Nablüsî ve İbni Âbidin (rahmetullahi aleyhim) gibi, dünyâca tanınmış
büyük âlimlerin sözlerini dile getirirdi. "Ehl-i sünnete göre eşyada asl
olan mubahlıktır. Ya'nî herşey aslında mubahtır. Peygamberler, Allah tarafından
yasak, haram edilenleri bildirir, kalanlar mubah olur. Bir şeyin yasaklığına
delil aranır, mubahlığına değil. Bunun için, haram veya günâh diyebilmek için,
şer'î delilleri çok iyi bilmek, kendi rey ve görüşünü, hattâ nefsinin
öngördüğünü bir ictihad gibi ileri sürmemek lâzımdır. Yoksa insanlar, Allah’ın
dîninde söz söylemeği kolay mı sanıyorlar. Ben dînde bir kelime konuşabilmek
için, aman ağzımdan yanlış bir söz çıkmasın diye ne kadar korkuyorum, bir
bilseniz" derlerdi.
Suyu oturarak, üç
yudumda, sağ elle, Besmele okuyarak kıbleye karşı, başı örtülü olarak içer,
bunların ve sonunda hamd etmenin sünnet olduğunu, doymanın ve kanmanın
Allah’dan olduğuna inanmanın farz olduğunu, helâl yimenin ve içmenin farz
olduğunu, haram olduğu bilinmeyen şeyin yenebileceğini, yeryüzünde helâl lokma
kalmadı, o halde ne yiyelim diyene, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin, haram olduğunu
bilmediğini yiyebilirsin, cevâbını verirdi.
"Günde iki def’a
yiyorum. Acıkmayınca yemiyorum. Acıkınca yemek ve iştiha ile yemek, yediğinden
zevk ve lezzet almak, şükrü zor edâ edilecek ni'metlerdendir" derdi.
Buyurdu ki: Şir'at-ül
İslâm’da yazar: Yemek, içmek, ilmi ibâdet ilminden önce gelir. Çünkü ibâdet de,
yemek ve içmek ile eda edilir. Acıkmayınca yememelidir. Devâmlı et yememelidir.
Meleklerin gadabına ve kalbin kararmasına yol açar. Et, et suyu ve yağlı
yemekleri kırk gün hiç yememek de iyi değildir. Tabi'ati bozulur, ahlâkı
kötüleşir. İhyâ'da Hazret-i Alî'nin (radıyallahü anh) "Kırk gün et
yemiyenin ahlâkı bozulur, kırk gün devâmlı et yiyenin kalbi kararır"
buyurduğu yazılıdır. Sebze ve sebze yemekleri iyidir. İbrâhim Nehaî
(radıyallahü anh) :"Sebzesiz sofra, akılsız ihtiyâra benzer." Cafer-i
Sâdık (radıyallahü anh) :"Malının ve evlâdının çoğalmasını isteyen, sebze
yimeğe devâm etsin" buyurmuşlardır. Rivâyet olundu ki, sofrada sebze,
yeşillik bulununca, melekler hâzır olurlar. Bunun için sofrada yeşillik
bulundurmak müstehabdır.
Yemek yiyecek olan
yemeğe kendisi yaklaşır; önüne getirmeleri için emir vermez. Zîrâ bunda yemeğe
hakaret, küçük görme ve kendisini büyük görme vardır ki, ikisi de haramdır.
Yemek yerken mütevâzi’ olarak oturur. Sofrada peygamberlerden (aleyhimüsselâm)
birinin ismini taşıyan bir kimsenin bulunması müstehabdır. Eliyle sofraya veya
yere dayanmaz. Sırtını da bir yere dayamaz. Çok rahat bir şekilde bağdaş kurup
oturmaz. Sünnet olan, yemeğe doğru biraz eğilmektir. Sol ayağı üzerine oturup,
sağ dizi diker, İmâmı Gazâlî hazretleri Resûlullah’ın yemekte böyle oturduğunu
bildiriyor. Dizleri üstüne oturduğu da olurdu. Yemek yerken Peygamberimiz
:"Ben Allahü teâlânın kuluyum, kul gibi yerim, kul gibi otururum"
buyururdu.
Selâm vermiyeni sofraya
çağırmaz. Meleklerin buğzuna sebeb olacağından, acıkmadan yemek yemez. Yemeği,
Allahü teâlâya ibâdet etmek için kuvvetlenmek niyyeti ile yemeli, lezzet için
zevk için yememelidir. Acıkmadan yemeyen ve doymadan önce sofradan kalkan
kimselerin doktora ihtiyacı kalmaz. İlim ve takvâ sâhibleri ile yemek çok
iyidir. Yemeği sıcak yememelidir. Yemekten sonra elleri yıkamak, yemenin
sünnetlerindendir. Dînî vazîfeleri yapmağa kuvvet kazanmak niyyeti ile yemek
yemek ibâdettir. Yemekten sonra elleri yıkamada da, küçük günâhların yok olması
vardır. Yemeğe Besmele ile ve tuz ile başlamalı, sağ eli ile yemeli, içmeli,
sonunda hamd etmeli ve yemek duasını okumalıdır." Sofrada, üç şey
müstehabdır. Yeşillik, tatlı ve sîma-i sâlihîn [sâlih kimse] demişlerdir.
Şimdilik Şir'adan bu kadar yeter. Şir'a, İmâm_ı Rabbânî hazretlerinin medh
ettiği kitâblardandır"
Meyvelerden çok tercîh
ettiklerini bilmiyorum, ama :"Her mevsimin meyvelerini o mevsimde yemek
eşyanın tabîatine uygundur buyurur, hemen hemen evlerinden meyveyi eksik
etmezlerdi. Eve harcamaları, kazançları ile münâsib idi. Kendilerine ise çok az
masraf ederlerdi. Meselâ, askerlikten emekli oluncaya kadar [1960], hiç sivil
elbise giyindiklerini görmedim. Biliyorum ki, sivil elbiseleri yok idi.
"Efendi domates dolmasını [soğan dolmasını] severdi, ben biber dolmasını
severim buyurmalarının hikmeti, âdetle alâkalı şeylerin, birinci dereceden
dînden sayılmayacağını bildirmek için olup, Efendi’ye karşı (hâşâ) bir tavır
almak, benlik iddiâsında bulunmak için değildi. Bir tabakta, meselâ domates ve
biber dolması olsa, önce Efendi’nin tercîhini yerine getirir, sonra
kendininkini. Aynı şekilde Efendi hazretleri son onbeş seneleri hâriç, tütün
içtikleri halde, hocamız hiç içmedi. Zirâ bu ittiba'ı gerektirecek dînî bir
bahis değildir.
Sık sık tıraş olmaz ve
ayakkabılarını boyamazdı. Ama ayakkabılarının bağlarının açık olduğunu hiç
görmedim. Mümkünse oturarak bağlardı. Son zamanlarda kuvvetten düştükleri için,
paltosunu tutmağa izin verdiler. Yoksa kimseye tutturmazdı. Bir def’a
ikimizdik. "Kimse görmüyor, tutayım hocam" dedim. "Teşekkür
ederim, ama ben giysem, daha iyi olacak, siz tutarsanız nefsimin kabarmasından
korkarım" buyurmuştu.
Evden çıkarken,
Efendi’nin kendilerine, yatarken okumasını buyurduğu sûreleri okurdu. Ya'nî
Efendi’ye, yatarken ne okuyalım, diye sûâl ettiğinde, Efendi: "Yatarken
neler okunacak diye kitâblarda çok yazılar vardır. Ama sen şunları oku:
Âyetel-kürsi, üç İhlâs bir Fâtiha, Kul' e'üzüler, üç istiğfâr, on lâ havle velâ
kuvvete illâ billahil-aliyyil azîm ve bir def’a lâ ilâhe illallah deyip uyumağa
koyulur. [Eğer Âmene Resûlü'yü yatsı namazından sonra okumamışsa, yatmadan, ya’nî
uyumadan evvel muhakkak okusun Teheccüd sevâbına kavuşur demişlerdir, Efendi.]
Evden çıkınca ekseriyâ
köşe başlarında kendilerini görmek için bekliyen talebesi olurdu. Zaman zaman
bana: "İleri gidiyorlar, evden çıkınca okuyacağım virdlerimi bile okutmuyorlar"
derlerdi.
Başları öne eğik, hızlı
adımlarla yürür, bir yere bakmak isteyince, dikkatlice bakardı. Yürürken, sanki
kuş gibi hafîfti. Zor ayak uydururduk.
Tanıdıklarını,
akrabasını, talebesini, büyüklerin mezarlarını ziyârete gider, ekseriya bu
ziyâretlerinde yanlarına beni de alırlardı.
Asker olduğu müddetçe
hep resmî elbise giyerdi. Emekli oluncaya kadar böyle devâm etti. Evde ise,
pijamalı otururlardı. Ama içine, Cafer-i Sâdık hazretleri gibi kıldan veya
yünden fanile giyerdi. [Nükte: Ca'fer-i Sâdık hazretleri süslü güzel elbiseler
giyerdi. Bir gün tanıdıklarından biri, siz babalarınızın yolundan ayrıldınız,
onlar çok sâde giyinirdi, dediler de, diyenin elini tutup, yakasından içeri
soktu ve ona: "Dıştaki süslü elbisem insanlar için, içime giydiğim bu kıl
gömlek benim ve babalarım için" buyurmuştu. İşte öyle!] Pijamalarının altı
geniş, üstü uzunca olup, çizgili kumaştandı.
Emekli oldukları 1960
senesi kışı idi. Evlerinde kalıyordum. Çocuklarımın annesine, hocamın
hırkasını, örneğini ve rengini ta'rif ettim ve onlarınki gibi bir hırka
yaptırmıştım. Giyiyordum. Yukarıdaki odada ikimiz otururken, bana:
"Kardeşim, ikimizin hırkaları aynı" buyurdular. Ben bu zâhirî hırka
sözünden bâtınî hırkayı, ya'nî büyüklere nisbetimizin aynı olduğunu da anladım.
Bir def’a da arabaları ile Yeşilköy’e gidiyorduk. Arabada müsâfeha ettik. Elimi
bırakmayıp, ellerinde tuttular ve bana: "Sizin elleriniz de benim ellerim
gibi oldu", buyurdukları zaman da, bundan, kitâb yazmada bana benzediniz
ma’nâsını çıkarmıştım. Yemekte, yatakta, helâda, hattâ her yerde başını
örtmenin müstehab olduğunu söylerdi. Ama emekli olduktan sonra başına şapka
koymadı. Dışarıda başı açık bulunmayı tercîh etti. Elbette bunun fıkıhca bir
îzahı olsa gerektir. Aynı şekilde emekli olduktan sonra hiç kravat takmadı
diyebilirim. Belki bunda da, diğeri gibi büyük üstâdlarını örnek almış
olabilirler. Ama sakal bırakmadıkları da bir gerçektir. Bununla beraber,
elektrikli traş makineleri çıkalıdan beri, ustura veyâ jiletle hiç traş
olmadılar. Haftada bir, azamî iki def’a makîne ile tıraş olur, bu hususta
sorulan suallere :"Seâdet-i Ebediyye kitâbımızın Birinci cildi 74. maddesi
Kazâ namazları bahsinin sonunu okursanız, orada geniş bilgiyi bulursunuz"
cevâbını verirdi. Zâten otuzbeş yaşından sonra başlarında saç kalmamış idi.
Bazan alnı ve başı güneş gibi parlardı. Bıyıklarını kırkardı, uzatmazdı. Göğsü
ve sadece abdest alma zamanında görebildiğim kolları ve ayakları gümüş gibi
parlardı. Kendisini hiçbir zaman kısa kollu bir gömlekle görmediğim gibi,
abdest alma esnası hâriç çorabsız da hiç görmedim. İkisi de, onlara göre, edeb
dışı hareketlerdi. Yazın da içlerinde fanile giyerdi. Atlet giydiklerine ve
dizden yukarı dizlik [iç çamaşırı] giydiklerine, çamaşırlarında hiç
rastlamadım. Geniş pijama ile namaz kılmağı, elbise ile namaz kılmağa tercîh
ederdi. Çok elbisesi yoktu. Gri ve deve tüyü renkleri, diğer renklere tercîh
ederdi. Çünkü Arvâsî büyükleri bu renklerden hoşlanır, cübbe ve elbisede bu
renkleri diğerlerine tercîh ederlerdi. Rüyâda dahi görenler onlarbu renk elbise
ile görürlerdi.
Bir ihtiyâc, bir sebeb
bulunmayınca evden çıkmaz, gece gündüz kitâbları ve diğer kitâblarla meşgul
olurdu. O kadar çok kitâb okurlardı ki, bir gün Beylerbeyi’ndeki evlerinde
oturuyorduk. İkimizdik. Daha emekli olmamışlardı. Buyurdular ki: Geceleri dâhil
olmak üzere, ömrümün çoğu kitâb okumakla geçti. Çocukluğumdan beri, en az kırk
senedir namaz kılarım. İki rek'at namazımın kabûl olunduğunu bana söyleseler,
kendimi dünyânın en bahtiyâr insanı addederim.”
Yine bir gün
Çarşamba’dan geliyorduk. Orada kahvede oturan adamları görünce, yarı gizli bir
ah ve teessüfle: "Eğer parayla zaman satın almak mümkün olsaydı, şu boş
oturan adamların zamanlarını alır, çalışırdık." buyurdular. Okumadan,
yazmadan durmak, onlara göre, insanın yaratılış sırrına ters düşerdi. Sık sık
yeri gelir ve tekrâr ederdi :"Âlimin birine, ömründen bir sâat kaldı, bu
bir sâatte ne yaparsın? deseler, ilim çalışırım deyince, ne fâidesi olacak,
işte gidiyorsun, dediklerinde, ilim kendi başına bir sevâb ve en fazîletli ameldir,
görmez misin bir kimse, kendine lâzım olmasa da, fıkıhdan bır mes'ele öğrense,
sabaha kadar nâfile namaz kılmaktan fâziletlidir, demiştir"
Alelâde tahtalardan
çakılmış, düz bir rahlesi vardı. Yerde oturur ve onun üzerinde yazardı. Bilmem
inanır mısınız, ama yine de söyliyeyim. Elli seneye sığan bütün kitâblarını hep
bu basît rahlenin üzerinde, yerde oturarak yazmıştır. Zaman zaman yanlarına
oturur, çalışmalarına, belki de dinlemelerine yardımcı olurdum. Kitâb tashîhi
için bir iki def’a yukarıki salondaki masanın etrafında oturduğumuzu hâtırlar
da, evlerinin ikinci katındaki aralıkta, hep kitâb yazmak ve okumakla geçen
uzun ömrünü, sâdece âhırete sermâye olarak kullandığına inanır, onların yanında
ne kadar muhlis olmağa çalışsam, kendimi mürâî görmekten kurtulamazdım. Onları
o halde görünce kendimi uzak, hâsılatsız, riyâkâr, kusurlu, günâhkâr görürdüm,
ama hiç bir zaman ye'se [ümidsizliğe] kapılmam, daha çok çalışmak, ilerlemek ,
daha iyi ahlâka sâhib olmak, daha çok sevmek hisleri içimi doldururdu da, bazan
saklayamazdım ve gözyaşları hâlinde dışarı vururdu. Kendilerini o kadar
sevdirirdi ki, gerçekten bir içim su gibi, yanan ciğerlerime çekmek isterdim.
Neyse, bu yarayı daha deşmeden, kalemi döndürüp sözümüze gelelim:
Nerede kalmıştık; çok
okumalarında ve yazmalarında: Bir gün kitâbçıdan iki Farsça kitâb aldım. Biri
Mektûbât-ı Rabbânî’de medh edilen Tergibüssalat kitâbının şerhi, diğeri İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin asrının en büyük âlimlerinden meşhûr tasnîfleri ve
telîfleri olan, dünyâca tanınmış ve Mektûbât’ta kendisine yazılmış mektûblar
bulunan Abdülhak Dehlevî hazretlerinin [958- m. 1551] Mişkât-ül Mesâbih şerhi
Eşi'at-ül-Leme'at'ın muâmelâta dâir bir cildi idi. Hocama götürdüm. Bırakın,
bakayım buyurdu. Dört veya beşinci gün bir vesîle ile evlerine uğradım.
Çıkarken: "O kitâbları vereyim. Birini okuyup bitirdim [Tergîb’i],
diğerinin de büyük kısmını okudum" buyurdular. Bu kadar kısa zamanda, bu
kadar nasıl okuyabildiler, diye taaccüb ettim. Daha garîbini söyleyeyim:
Hocamız, on cild ve arabî olan Tefsîr-i Mazharî’yi onbeş yirmi günde okuyup
bitirmişti. Kitâb okumalarına dâir böyle menkıbeleri çoktur. Meselâ İmâm-ı
Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-yi Seâdet kitâbını on def’a, İmâm Birgivî
hazretlerinin vasiyetnâmesinin Kadizâde şerhini otuz def’a okumuşlardır. Mektûbât-ı
Şerîfe’yi ise her sene üç aylarda hatm ettiklerini herkes bilir. Ama herkesin
bilmediği bir menkıbesini size anlatayım. Ramazan-ı şerîfin son günü, akşama
yarım sâat kala kapılarını çaldım. Kendileri geldi ve bir müddet
konuştuktan sonra ayrılırken bana buyurdular ki:
"Kardeşim,
yukarıki odada Berekât kitâbını okuyordum. Okurken büyük bir feyz yağmuruna
uğradım. Çok hoş bir hâl zâhir oldu. Kendimi o büyüklerin feyiz yağmuru ve
koruma şemsiyeleri altında buldum. Ramazan-ı şerîfin sonudur. Şimdi eve gidin,
abdest alın, sarığınızı sarın, seccâdenizi serin, Allahü teâlâya çok dua edin,
yalvarın, Allahü teâlâ, Ramazan-ı şerîfin son gününde dua eden kullarını afv
eder. Ben de şimdi yukarı ç ıkıp, size söylediklerimi yapacağım" dediler
ve ayrıldık.
Bir defasında da
buyurdular :"Aslında bize Kur'ân-ı kerîm, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât’ı ve Seâdet-i Ebediyye’de yazdığımız fıkıh bilgileri ile meşgul olmak
yeter. Efendi hazretleri bize her şeyi anlattı. İnsanlar kabûl etsinler için
onlara delil aramakla zaman geçiriyoruz. Efendi’yi ne bilsin, nereden
bilsinler."
Kitâb yazarken, mevzûyu
daha iyi anlamak ve anlatmak için çeşitli kitâblara, lûgatlara baş vururlar, bu
hususta bıkmaz, yorulmazlardı. Gece yatarken bir şey hatırlasalar, kalkar onu
kitâbın neresine koyacağını not ederlerdi.
Bir gün oğulları
Abdülhakîm kardeşim geldi. Elinde bir kağıd vardı. Hocamız bana yazıyordu:
"İhyâ-ül-ulûm kitâbında, Regaib gecesi cemâ’atle namaz kılmanın bid'at
olduğu bahsi var. Bulabilirseniz, evde sizi bekliyorum, kitâbı da yanınıza
alarak bize gelin." Aradım, buldum ve onlara gittim. Buldunuz mu? dediler.
Evet, dedim. Açın okuyun efendim, dediler. Açtım, okudum. Terceme edin,
dediler. Terceme ettim. Sonra :"Kur'ân-ı kerîm okuyunca anlıyor
musunuz?" dediler. Hocam, kelimelerden birşeyler anlıyorum, ama murâd-ı
ilâhî bu mudur, düşünmüyorum dedim. Buyurdular ki: "Ben de öyle, kardeşim.
Başkaları on-onbeş sene arabî okuyor da, bizim kadar anlamıyorlar. Siz de, biz
de ümmîyiz. Ümmî demek, birşey bilmeyen ma'nâsında değil, az bir teşebbüsle,
Allahü teâlânın, ona çok ilim vermesi demektir. İşte siz de, biz de, belki
arabî ile az meşgul olduk, ama Allahü teâlâ bize çok nasîb etti, bunun için
Alllahü teâlâya hamd ve şükürler olsun!..."
"Kardeşim, şimdiye
kadar çok beraber olduk, çok şeyler öğrendiniz. Görüyorum ki, arabî ve fârisîyi
de biliyorsunuz. Bundan sonra, artık her şeyi bana sormayın. Anlıyorum ki,
mes'eleleri kitâblardan bulup çıkaracak hâle geldiniz. Bunun için Allahü
teâlâya hamd olsun" yollu çok sözler söylediler.
Seâdet-i Ebediyye
kitâbları, yanlış saymadıysam, bin üçyüzseksenbeş (1 385) kitâbdan tertîb
edilmiştir. Bazı kitâblardan alıntılar ise, yirmiyi, otuzu
aşmaktadır. Diğer kitâblarını da buna
katarsınız, kitâblarının ne denli bir emek mahsûlü olduğunu düşünürken,
parmağınızı ısırabilirsiniz. "Bu Allahü teâlânın bir fadlıdır, ihsânıdır.
Dilediği kullarına büyük ihsânlarda bulunur" âyet-i kerîmesini okumaktan
kendinizi alamazsınız. Kitâblarına, eserlerine ayrı bir fasılda temas etmek
istiyorum, inşaallahü teâlâ.
Zâhir ilimlerinde
Efendi hazretleri ve oğlu Ahmed Mekkî Efendi’den senelerce istifâde ettiği
gibi, batınî [kalb, tasavvuf] ilim ve hallerde de, kendilerinin, hal
tercemelerini yazarken, işaret ettiklerine göre, en büyük fâide ve mertebelere,
yine Efendi hazretlerinin sohbetlerinde kavuştu. "Onunla beraber olunca,
dünyâyı, âlemi, derslerimi unuturdum. Sanki dünyâdan çıkıp, başka âleme
geçerdim. Sohbet ve beraberliğin semere ve neticesini hiçbir şey vermez. Şâh-ı
Nakşibend (kuddise sirruh) "Herkesin bir tarîki, yolu vardır, bizim
yolumuz da sohbettir” buyurmuştur.
"Mektûbâttan
tertîb ve telif ettiğim, Kıymetsiz yazılar kitâbımdan sohbetle alâkalı yazıları
okuyayım" buyurdular:
—Sâlihlerin sohbetine
rağbet ediniz.
—Evliyânın, sâlihlerin
ve şerîatle amel edenlerin sohbetinde bulunmağa can atın, şerîata uygunsuz
işleri gördüğünüz yerlerden, insanlardan, meclislerden uzak durun.
—Sohbetin fazîleti, her
fazîletin üstündedir.
—Şeyhin sohbeti varsa,
zikre ihtiyac yoktur.
—Pîrin [bir mürşid-i
kâmilin] sohbeti ele geçmezse, sırf muhabbet ile de feyze kavuşulur. Lâkin
aralarında büyük fark vardır.
—Sohbet neticesinde
mübtediye [bu büyükler yoluna yeni girmiş olana] ulaşan ilk bereket Matlûb-i
Hakîkîye [Allahü teâlâya] celle Sultânühü, kalb ile devâmlı teveccühdür. Bu
teveccüh az zaman sonra Allah’dan başka her şeyi unutma derecesine varır.
—Ehlüllahın [Evliyânın]
sohbeti, kemâl makamlarına kavuşmak ve sülûk konaklarını aşmak için muhakkak
lâzımdır.
—Bu büyüklerin bir sâatlik sohbeti, nice
erbaîn ve mücâhedelerden fâidelidir.
—Sohbeti büyük ni'met
bilmelidir.
—Sohbet lâzımdır. Çâre
yoktur. Sûret ve râbıta ile yetinmek hatâdır.
—Büyüklerle sohbet ve
onlara hizmetin karşılığı Hak Sübhânehü ve teâlâdır. Amellerin karşılığı,
ücreti bunun yanına yaklaşamaz. Bu, işin hakîkati olup, nefs-i emmâreyi
itminana getirir. Başka ameller, ancak sûretten hakîkate
ulaştırmak içindir.
—Mürîdlerin birbiri ile
sohbeti, birbirlerinde fânî olmak şartıyla, mutlak uzletten iyi ve fâidelidir.
—Sohbet edeceğiniz
kimsenin, Allahü teâlâ ile beraber olduğunu yakînen bilmelisin.
—Kendi yolunda ve
meşrebinde bulunmayan, dünyâ işlerine dalmış olan ve bid'at sâhibleri ile
sohbet etmekten kaçınmalıdır.
—Dünya ehli ile sohbet,
bir arada durup konuşmak varken, kalbde hakîkî matlûbun ve mahbûbun [Allahü
teâlânın] sevgisinin zuhûr etmesi ve Gayb-ı Hüviyyetin [hiçbir bakımdan tam
bilinemeyen Hak teâlânın zâtının] muhabbetinin arzusu yüzünden belli olmak ne
büyük ni’mettir. Allah adamlarını sevmek, onun eseri ve onlara ihtiyâc duymak,
seâdetin nişânıdır.
—Eshâb-ı kirâm
efendilerimizin nefisleri, insanların en hayırlısının (sallallahü aleyhi ve
sellem) sohbetinde, hava ve hevesten temizlenmiş, sîneleri [kalbleri]
düşmanlık, kin tutmak, kötülük düşünmek gibi emmâre nefs sıfatlarından arınmış
idi.
—Eshâb-ı kirâmın
cümlesi, Resûlullah’ın sohbeti sebebi ile ölümden önceki ölüm ile
şereflenmişti.
—Eshâb-ı kirâm
(aleyhimürrıdvan) velâyetin [evliyalık derecelerinin] en yükseğindedir. Hepsi
Cennet ile müjdelenmiştir.
—Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’ın sohbeti
bereketi ile kemâle ermiş olup, ümmetin evliyâsının en öncelikleri ve
öndekileri olmuşlardır."
Büyüklerle sohbetin,
onların meclis ve huzurlarında bulunmanın daha nice fâideleri, onları sevmenin
çok yüksek semereleri vardır. Bir kısmına işaret ettik ve buradan Hilmî bey
hocamızın, Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin sohbetlerinde yıllarca bulunmakla,
ma'nevî bakımdan çok ni'metlere ve ikrâmlara mazhar olduğunu bir daha anladık.
Çünkü yakînen biliyoruz ki, Efendi hazretlerinin sohbeti demek, Bâyezid-i
Bistamî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân veya Mevlânâ Hâlid efendimizin sohbetleri
cinsindendir.
Evet, Seyyid Abdülhakîm hazretlerini
1929 senesinde tanıdı. O zaman tekkeler kapanmıştı ve Hilmî Işık hocamız,
askerî mekteblerde okuyordu. Ya’nî bir medreseden ve tekkeden yetişmedi, ama
zamanında belki bütün dünyânın en büyük müderris ve şeyhlerinin kat kat
fevkınde bulunan bir kâmil mürşidin husûsî teveccühleri, nazarları altında
olgunlaştı ve onun, âlemi gıbta ettiren sohbet ve muhabbeti ile yetişti. Bu
yolun en büyük husûsîyyetleri onlar için cârî oldu. Ya'nî sohbet ve muhabbet,
bir de bunlara sünnet-i seniyye üzere amel etmeleri eklenirse, terakkıye pek
mâ'ni kalmaz. Ayrıca Efendi hazretlerinin: "Tekkeler kapanmasaydı, buradan
bir kaç kişi [Sabrî efendinin beyânına göre Abdülhalık Goncdevânî hazretleri
gibi beş altı kişi] yetişmek üzere idi" buyurmaları tasavvufdaki mertebe
ve rüsuhuna, açık bir işarettir. Bununla beraber, hocamıza telkînde bulunduğunu
ve telkînin çok iyi olduğunu, hayırlı neticelere götüreceğini buyurmuşlardır.
Ama Hilmî Işık hocamız bundan söz etmeyince, Seâdet-i Ebediyye kitâbının SON
SÖZÜ'nde geniş olarak ele aldıkları Râbıta bahsine gelelim:
O günü baştan alalım: İstahbulda
Kâğıdhane’de sabun fabrikası [Şimdi Duru sabunları] sâhibi Rıfat beyin pederi
Abdülvehhâb efendi 1963 kışı vefât eyledi. Hocamız, Enver ağabeyle bu fakîre de
cenâzelerinde bulunmak için haber etti. Cenâze namazı Eyyûb Sultan Câmi’inde
kılındıktan sonra, yukarıya, Efendi hazretlerinin câmisinin bulunduğu sırtın
Hâlic’e bakan yamacında defn edilmek üzere taşınırken, o yokuşu çıkıyorduk. Hem
çıkıyorduk, hem de Hocamız, onun hikâyesini anlatıyordu:
"Abdülvehhâb
efendi, bir kaç sene önce fakîrhaneyi ziyâret etti ve şöyle anlattı: Erzurum’da
medrese tahsîlimi bitirmiştim. Okumak ve ilmimi tamamlamak istiyordum. Aradığım
büyük âlimin Bitlis’te Abdülcelîl efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim.
Sordum. Müküs Şeyhi Seyyid Fehîm hazretleri Van'a geldi, Şa'baniyye Câmi'inde
onun yanındadır, dediler. Oraya gittim. Kendi kendime, büyük âlim Abdülcelil
efendi, kürsiye çıkmış, ilim yayıyor ve herkes onu dinleyip istifâde
etmektedir, diye düşünüyordum. Câmi'e girdim. Herkes başını eğmiş, edeble
oturuyor, karşıda ise nûr gibi tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes hürmetle ona
dönmüştü. Herhalde, Abdülcelîl efendi, bu nûr yüzlü, heybetli, te'sirli zâttır,
diyordum. Fakat soracak kimse bulamadım. Çünkü herkes boynunu bükmüş, dalmış
dinliyordu. Ansızın önüme bir genç geldi. Ne arıyorsunuz? dedi.
"Abdülcelil efendi hazretlerini arıyorum, kürsideki zât mıdır?" dedim.
"Hayır, işte şudur" diyerek en geri sırada boynunu bükmüş, edeble
oturan birini gösterdi ve :"İstersen sen de otur" dedi.
"Karşıdaki zât kimdir" dedim. Müküs Şeyhi Seyyid Fehîm hazretleridir,
dedi. Nice zaman sonra, bu gencin Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu öğrendim.
Biraz sonra ezân okundu. Sünnetler kılındı. Seyyid Fehîm hazretleri imâm oldu.
Safları düzelttik. İmâmla birlikte tekbîr getirirken, onun tekbîr sesiyle,
bütün cemâ’at elektrikle çarpılmış gibi titremeğe başladık. Şimdi altmış sene
oluyor, İmâmın o tekbîr sesi hâtırıma gelince, hâlâ titrer, kalbimde o gün
olduğu gibi bir hâl olur. Anladım ki, Seyyid Fehîm hazretlerinin tasarrufu çok
kuvvetlidir. Bir kaç gün Van'da kaldım. Seyyid hazretlerinden ayrılmadım,
ayrılamadım. Çünkü beni çekiyordu. Kendimde çok garîb haller, o zamana kadar
bilmediğim zevkler, arzular, ma’nevî beşaret ve işâretler, terakkî halleri
buldum. Düşüncelerim, hâlim, kalbim, rüyâlarım değişti. Sanki bir başka âlemde
idim. Birkaç gün sonra bu haller kalmadı. Çok üzüldüm. Seyyid Abdülhakîm
efendiye, derdimi açıp :"Bir kabahat ettimse, beni bağışlasınlar,
anlamadım ne oldu; sudan çıkmış balık gibi oldum" dedim. Tebessüm edip
:"Üzülme, o hâller senden değildi. Hazret-i Şeyh’in tasarrufu ve ikrâmı
idi. Bu yolda olanlardan bazı şeyler sana tattırdılar, haber verdiler.
Çalışırsanız, o hallere ve zevklere kavuşursunuz" cevâbını verdi. Mürşid-i
kâmilin nasıl bir insan olduğunu o zaman anladım.”
Hava oldukça soğuktu. Kar yağıyordu.
Hocam Hilmî Işık efendi :"Bu soğuğa rağmen hiç üşümedim. Herhalde
Abdülvehhâb efendinin bereketidir" buyurdu.
[Bir dakika!.. Söz
Hazret-i Seyyid Fehîm’den açılmışken, hiç bir yerde bulamayacağınız bir
menkıbesini yazıp, mevzûmuza dönelim: Efendi hazretlerinin ileri gelen
eshâbından Abdülmecîd efendinin oğlu Enver Perîhanoğlu'ndan dinledim.
Hazret-i Şeyh,
Abdülmecîd efendiye, Van’da iken :"Osman efendi vefât etti, gidelim
âileseni yoklayalım, beş-altı küçük çocuk bıraktı. Ne ederler, görelim”
buyurdular ve birlikte ziyârete gittiler. Küçücük, fakîr bir hânede buldular. Merhametle
velâyet gayreti harekete geldi ve bir kese çıkarıp, evin direğine bağladılar ve
Osman efendinin hanımına :"Hemşirem, buraya bir kese bağladım, her gün
size yetecek kadar bundan alırsınız. Çocuklar büyüyüp, ekmeklerini kazanıncaya
kadar bundan alırsınız ve bundan kimseye bahsetmezsiniz" buyurdular. O
günden sonra maddî sıkıntı çekmediler ve bu hal yıllarca devâm etti.]
Evliyânın sözünde
Rabbânî tesir vardır ve evliyânın kerâmeti hak'dır ve evliyânın kerâmeti,
Hakkın kudretinin bir nev'i tasarrufudur. Bu üç sözü ezberleyiniz ve bu sözleri
‘ehl-i sünnetin kerâmet-i evliyâ hakkındaki akîdesi’ biliniz.
Sözümüze gelelim,
"Cenazeden sonra, ben Hüseyin Efendi’ye gideceğim, Enver beyle oraya
gelirsiniz, başka kimseye söylemeyin" buyurdular.
Hüseyin Efendi’nin
çarşı içine yakın evine gittik.
[Bu Hüseyin efendiyi, kısaca kendinden
dinleyelim :"Ben vaktiyle Kâdirî şeyhi idim. Yüzlerce mürîdim vardı. Ben
de, uzun kavuğumla güyâ şeyhlik yapıp, mürîdlerin reisi idim. Bir gün Seyyid
Abdülhakîm’in, sırt üstünde Gümüşsuyu denilen yerdeki tekkesine gittim.
Sohbetine katıldım. Anlamadığım ilimler, duymadığım sırlar, o zamana kadar
şâhid olmadığım ma'nâlardan konuşuyordu. Bir onları, bir de kendimi düşündüm.
Edebimi takındım ve çok düşünmeden teslîm olmağa karar verdim. Çünkü, ben şeyh
değil, o kapıda mürîd bile olmaktan uzak idim. Herkes dağılınca, huzûruna
vardım ve :"Efendim, ben şimdiye kadar şeyh değil, eşekmişim! Kabûl
buyurursanız, bundan sonra kapınızda hizmetçi olmakla şereflenmek
istiyorum" diye arz ettim. Tebessüm buyurup :"Estağfirullah, siz
bilirsiniz, gelirseniz sohbet ederiz" buyurdu. Ondan sonra sohbet ve
hizmetlerine devâm ettim. Ne aldıysam, o hakîkat denizinden aldım." Efendi
hazretleri bu tavrını beğenip, ona lütuf ve ikrâmla muâmele eyledi. Çünkü herkes,
o makamdaki dünyâ ni'metlerini, şöhretini ve şatafatını bırakıp kapıkulu olmağa
yanaşmazdı. Bu Hüseyin efendi, Efendi hazretlerinin, İstanbul’da Kur'ân-ı kerîm
okumasını beğendiği, üç dört kişiden biri idi. Kendisiyle olan ünsiyetimiz
sebebiyle, en kıymetli iki-üç el yazması eseri bu fakîre hediye etti.
Titizlikle saklarım. Biri matbu’u bulunmayan, dünyânın en nâdir eserlerinden
Zaman ve Mekân risâlesi, biri İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mebde' ve Meâd
risâlesi, biri de Efendi hazretlerinin Eshâb-ı Kirâm risâlesidir.]
Sonra Hüseyin Hilmî
hocamızı imâm yaptı ve akşam namazını kıldık. Hocamız farzı kıldırınca geri
çekildi. Hüseyin efendinin yaşına hürmet etti. Hüseyin efendi, hocamızdan yaşlı
idi. Bu hareketi ve edebi, bize bir ders oldu. O gün ve gece güzel şeyler
konuşuldu.
Yeri gelmişken Hüseyin
Efendi’nin evindeki bir toplantımızdan bahs edeyim: Ankara’da Dil ve
Târih-Coğrafya Fakültesi’nde okuyordum. Şubat sömestr tatilini İstanbul’da
geçiriyordum. Ramazan-ı şerîf ayı idi. Efendi hazretlerinin vefâtından sonra,
eshâbı ve ahbabı, her Kadir gecesi Hüseyin efendinin evinde bir araya gelir,
iftar ederler, terâvihi orada kılarlarmış. Ramazan-ı şerîfin yirmi altıncı günü
hocamla beraber idik. "Bu akşam Hüseyin efendide olacağız. Müsâ'id iseniz,
ikindiden sonra beraber gidelim" buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim.
Gittik, bizim arkadaşlardan Enver ağabey, Zeki ve Fârûk kardeşlerim de orada
idi. Diğerleri kırk elli kişi vardı. Hüseyin efendi, Mekkî Efendi, Ziyâ bey
amca, Tâhir efendi, Hâlid Turhan bey, Hasîb efendi,
Zeynelâbidin ağabey, Hâbil efendi,
kardeşi Ahmed, Terlikci Mustafa efendi, berber Enver bey, emekli komiser Enver
efendi, Şâkir bey amca, Sâlim bey amca, Mehmed Şekerci, Mehmed İnce ve daha
ismini sayamıyacağım Efendi hazretlerinin İstanbul’da bulunan sevenleri hep
orada hâzır idiler. Ziyâ bey amca, Zeynelâbidin beyin başını kucağına almış
seviyor, okşuyordu. İftar topu atıldı. Önce oruclar bozuldu. Sonra akşam namazı
kılındı. Duadan sonra yemeğe oturuldu. Efendi hazretlerinin tekkesindeki büyük
sofra ortada idi. Herkes bir yere oturdu. Bizim arkadaşları da tanıyanları
yanlarına çağırdı. Ben Ankara’dan geldiğim için, İstanbul’dakiler beni o kadar
tanımazdı. Kimse çağırmayınca yerimde durdum. Hocamız gördüler ve hemen
yanlarında yer açıp, çağırdılar. Sol taraflarında oturdum. Sağında, oğulları
Abdülhakîm bey kardeşim vardı. Kalabalıktan üçümüze bir kaşık düşmüştü.
Abdülhakîm bey bir kaşık yiyor, kaşığı babalarına veriyor. Onlar bir kaşık
yiyor, kaşığı bana veriyor, ben bir kaşık alıp, kaşığı arkadan Abdülhakîm beye
uzâtıyordum. Böylece yedik doyduk. "Bu yoğurtla un helvâsını ben evden
getirdim, Besmele ile yapmışlardır, bunlardan çok yeyin” buyurdular.
Elhamdülillah, onlarla, bu vesîle ile aynı kaşıkla yemek yemek ni’metine
kavuştum.
Sonra, ya’nî cenâzeden
Hüseyin efendiyi ziyârete gidip, yatsı namazını da orada kıldıktan sonra
çıktık. Bir dolmuşla Eminönü’ne geldik. Gelirken arabada :"Efendi
hazretleri buyuruyor ki, biz Mektûbât-ı Rabbânî’yi teberrüken okuruz, anlamak
için değil" buyurdular, dedi. Ben de, hakîkaten Efendi hazretleri
Mektûbât’ı anlayamazlar mıydı? diye sordum. Cevâbında :"Elbette anlardı;
ama ondan evvelkiler de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğüne, sözlerinin
derinliğine, işâret ve rumuzlarının sırrına ermek veya ermemek husûsunda, hep böyle
söyleye geldikleri için, Müceddîdîlerde bu bir edeb olmuştur" buyurdular.
Enver ağabey,
Eminönü’nde bizden ayrılıp, Beylerbeyi’ne gitti. Orada oturuyordu. Biz
troleybüse binerek Fâtih Yavuz Selim durağında indik. O zaman arabada bana
Efendi ile husûsî hallerini, Efendi’nin yataklarında yattıklarını, birbirlerini
çok sevdiklerini anlattılar. İnip, eve doğru çıkarken, o karlı soğuk kış gecesi
bana, onların yanında bir bahar gecesi kadar ılık, hafif, latîf ve tatlı
geliyordu. Evlerimiz çok yakındı. Bazan bahçeden açtıkları kapıdan gider
gelirdik. İşte o yokuşu çıkarken, mevzûmuzu, bıraktığımız Râbıta bahsini sordum
ve Efendim, ben râbıta yapmak istiyorum, nasıl yapayım? diye arz ettim.
Buyurdular ki: Efendi
hazretleri bana, Seyyid Fehîm hazretlerine râbıta yapmamı, emr ettikleri zaman,
küçük oğulları Münîr efendiden bahsedip :"Bizim Münîr’i düşün, başında
sarık ve sakallı kabûl et, gözlerini yumup, gözünün önüne getir, hayâlinde,
karşında tut, iki kaşının arasına bakar gibi, hareketsiz dur. Çünkü Münîr, Hazret-i
Şeyh’e [Seyyid Fehîm hazretlerine] benzer. Tabii ki, okunacak sureleri ve
yapılacak hazırlıkları yaptıktan sonra" buyurdular. O zaman ben:
"Hocam ben Seyyid Fehîm hazretlerini çok tanımıyorum, halbuki zât-i
âlinizden Efendi hazretlerini çok dinledim, resmini de vermiştiniz, rüyâda ise
tekrar tekrar kendisini gördüm. Sanki Efendi’yi görmüş gibiyim. Bunun için
Efendi hazretlerine râbıta yapsam olmaz mı?" dedim. Biraz durakladılar ve
sanki de biraz zorla :"O zaman siz Efendi’ye yapın" buyurdular. Beni
bir arzu ve heyecan kapladı. Kalbimde sanki yeni bir ışık doğmuştu. Eve
gidince, evdekilerden habersiz bu küçük boyumla ve hâlimle, o büyük işe
giriştim. Hoşuma gitmişti. Daha ilk oturuşta, iki kere Efendi’yi gördüm. Birer
cümle de olsa, konuşmalarına şâhid oldum. Bundan ilerisini yazmak, herhalde
edep hududunu zorlamak olur.
İşte, azîz Hocamızın,
bu fiili olan sohbet, zikir ve râbıta usûllerine riâyeti ile beraber,
Efendi’nin nazar ve teveccühleri, hattâ eshâbı arasında bir nev'î husûsî
muâmeleye ta'bi' tutulması neticesinde, bir yerlere eriştiği muhakkaktır.
Fakat, her zaman tevazû hâlinde olmaları, mevzû' tasavvufdan açılınca, biz o
büyüklerin yanında, insan bile sayılmayız, gibi sözlerle konuşmayı
geçiştirmeleri, herhalde "bu gibi işlerin ve meşguliyetlerin zamanı geçti,
şimdi îmânını kurtarma zamanıdır” ifadeleri ile beyan ettikleri ma'naya
dayanmaktadır.
Elli seneye yakın
Onlarla bulundum. Efendi’nin halîfesi olduklarını söylemek değil, bir tek
kişiye bile, tarîkat için el verdiklerine şâhid olmadım. Ne böyle bir
faaliyetleri oldu, ne de öyle bir iddiaları. Aksine :"Efendi halîfe
bırakmadı. Tekkeler kapanmasaydı, bir kaç velî yetişiyordu. Tekkelerin
kapatılması, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendi hazretlerine
kadar gelen yolun kesilmesine sebeb oldu. Bu ne büyük kayıptır" der ve
Efendi’nin zaman zaman :"Ben zâyi’ oldum" demeleri, her halde bu
büyük kayıbın teessüfünün ifâdesi olsa gerek, buyururdu.
Bir akşam Işık
Kitâbevi’nde oturuyorduk. Kitâbevinde vazîfeli İsmet bey ile, en kadîm arkadaşım,
belki öz kardeşlerimden çok sevdiğim ma’nevî kardeşim ve yoldaşım Zeki bey de
orada idiler. "Hocam, Efendi hazretlerinden, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî
hazretleri için bir şey duydunuz mu? Dedim. "Evet, Efendi Hazretleri
buyurdu ki, Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî hazretleri mürşid-i kâmil idiler. Amma
halîfe bırakmadılar, tıpkı Efendi hazretleri gibi" buyurdular.
Bu arada yeri gelmişken
arz edeyim: Efendi hazretlerinin tasarrufu ile çok şeylere kavuştular. İslâm
dînine yaptıkları hizmetler, nice şeyhler ve mürşidlerden görülmedi. Efendi’den
yaktıkları kandili söndürmeden çok iyi muhâfaza ettiler. Efendi ile birlikte bu
yolun büyüklerinin meş'âle, nûr ve feyizlerini bir sonraki zamana ve nesle
ulaştırdılar. Yapılabilecek en mühim vazîfeyi sohbetleri ve eserleri ile
sağlamlaştırdılar. İnşaallah talebesi de bu büyük ve ulvî ve ağır emâneti
kendinden sonrakilere iletme vazîfesini yerine getirir ve hocalarının ve
büyüklerin rûhlarını şâd ederler.
Yeri gelmişken çok kısa
da olsa, Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinden bahsedelim: 1228 (m.1813)
senesinde Gümüşhâne’nin Emîrler mahallesinde tevellüd ve 1311 (m.1893) de
İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye Câmi'i bahçesindedir. Çok genç yaşta
İstanbul’a gelmiş, Bâyezid medresesine girmiş, zamanın en meşhûr hocalarından
ders görüp, icâzet ve en iyi derece ile mezun olmuştur. Diğer taraftan Mevlânâ
Hâlid Bağdâdî hazretlerinin büyük halîfelerinden Ahmed bin Süleyman Ervâdî
hazretlerinden 1264 Hicrî senesinde hilâfetle şereflendi. Hilâfeti esnasında
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hulefasından velîyyi kâmil Abdülfettâh Akrî hazır
idi. Şeyhi Ervâdî, İstanbul’dan ayrılırken kendisine şeyh Abdülfettâh ile
sohbete devâm etmeği tavsîye etti. Ervâdî hazretleri 1277 (m.1860) da yetmiş
yedi yaşında iken Trablusşam’da vefât etti. Gümüşhânevî hazretleri, Mahmûd Paşa
medresesindeki hücreden sonra, İstanbul vâliliği civârında bulunan ve 1923’ den
sonra yıktırılmış olan bir câmi' ve zâviyeye nakl ederek, ömrünün sonuna kadar
talebe ve derviş yetiştirmekle meşgul olmuştur. Çok kitâb yazdı. Ramuz-ül
ehadîs kitâbı çok kıymetlidir. Hal tercemesi ve eserleri İslâm Meşhûrları
Ansiklopedimizde yazılıdır.
Kendisinden sonra
hayatta kalanların bir çoğu Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin sohbetinde
toplandı. Onlardan biri kısaca boylu, tanınmış hattâtlardan şeyh Safî idi. Bir
gün o güzel hattı ile şu beyti yazıp Efendi hazretlerine getirdi.
Bûy-i nebî gelir, şeyhim özünden,
Boyum yetişmiyor, öpem yüzünden
Râbıta hakkında Seâdet-i Ebediyye 2.
Cild. 37. maddede, Bir tasavvuf mütehassısının mektûbu başlığı altında Efendi
hazretlerinin, Hüseyin Hilmî Işık hocamızın bir önceki fasılda kendi ifâdeleri
ve yine Seâdet-i Ebediyye'nin son sözünde yeterince beyanları vardır. Bu
husûsda altı cild Mektûbât’ta yazılı olan mühim ma'nâlardan bir kaçını yazalım
ve geçelim.
—Râbıta ile teveccüh
birlikte olursa, nûr üstüne nûr olur.
—Râbıta, pîrin sûretini
kalbde tasavvur eylemektir.
—Râbıta, pîrin sûreti,
mürîdin hâzır-ı vakti olmasıdır.
—Râbıtanın husûlu
seâdet ehline müyesser olur ki, her bir halde râbıta ettiği zâtı vâsıta
bilirler.
—Râbıta zikirden efdal
ve fâidelidir.
—Kavuşmada râbıtadan
daha yakın bir yol yoktur.
—Râbıtanın kuvvetli
oluşundandır ki, huzûrda ve gaybde olan vâridatın ayrılığı anlaşılmaz ve bir
oldukları düşünülür. Halbuki hâzır olmakla, gaib olmak arasında fark vardır.
Lâkin bu farklılık râbıtanın kuvveti nisbetinde azdır.
—Râbıta nisbeti [feyz
ve bağlılığı] ağır basınca, sâlik kendini pîrin aynı ve onun sıfatları, hattâ
elbiseleri ile kendini sıfatlanmış bulur ve her nereye bakarsa, pîrin sûretini görür.
—Râbıtayı ve kalb vazîfelerini sabah
namazından sonra ve yatmadan evvel yapmak hoşdur."
Bu bahse bu kadar yer vermemiz,
tasavvufî ıstılahların ve usûllerin, kâmil mürşide bağlı olmalarına rağmen,
râbıtanın muhakkak emre ve izne bağlı olmayıp, bu yolun kıyâmete kadar açık
olmasıdır. Herhalde Hocamız da, hâsseten bunun üzerinde çok durmuş, bu yol ile
Hakka vâsıl ve maksadın hâsıl olmasına işâret buyurmuşlardır.
Mektûbât'daki
şu beyt de, bu ma'nâyı imâ etmektedir.
Aradığın hazînenin nişanını verdim sana
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da
Şimdi
biraz da Hocamızın ibâdetlerinden bahs edelim:
"En iyi amel ilim
öğrenmektir" hadîs-i şerîfi, Onların alâmet-i fârıkası idi. "İlimle
yapılan az ibâdet çok, ilimsiz yapılan çok ibâdet ve âmel azdır" hadîs-i şerîfi
gereğince, hep bilerek amel ve ibâdet ederlerdi. "İbâdetin onda dokuzu
helâl yemektir hükmünce helâl kazanmak için, alış-veriş bilgilerini iyi
öğrenmek lâzımdır" der. Bunları ve benzeri amel ve ibâdetleri yerine
getirmek için ilim öğrenmekten başka çare olmadığını bildirir, bunun için
tefsîr ve hadîs ilmi ile fazla meşgul olmayıp, zamanlarının çoğunu bu ilimleri
tekeffül eden fıkıh kitâblarını okuyup, anlamağa verirlerdi. Mezhebimizde,
ya'nî hanefî mezhebinde bu konuda meşhûr olan Mebsût, Hidâye, Bahr-ür Râik,
Nehr-ül Fâik, Eşban, Halebîler, İbni Âbidin diye meşhûr bilinen Reddül-Muhtâr
ve benzeri kitâbları, Tâtârhâniyye, Fetâvâ-i Hindiyye ve benzeri fetvâ
kitâblarını, mürâcâat kitâbları gibi değil, el kitâbları gibi kullanırdı.
Yazdığı Seâdet-i Ebediyye kitâbında bu bilgilerin büyük bir kısmını, bu neslin
okuyup anlamasına sundu. Eski ile yeni arasında bir köprü kurdu. Eserlerinde
kullandığı Türkçe, diğer müelliflerin dillerinden çok farklıdır. İnşaallah bu
bahse, bundan sonraki fasılda temas edeceğiz.
Gördüğüm âlim
denebilecek zevât arasında, ilmi ile amel etmeğe hevesli ve istekli Onlar
gibisini görmedim. Haram, mekrûh ve şübhelilerden sakınmada, âleme misâl
gösterilecek bir numûne idi. Sanki içinde bulunduğumuz asrı yaşamamış, bu
asırda ortaya çıkan göze ve kulağa hitâb eden âlet ve cihâzlardan çok uzak idi.
Sanki şerîat ve ilim, bir küçücük bedene sığdırılmış, sıkıştırılmış idi.
Dinleyenler, Onlardan muhakkak yeni ve duymadıkları bir şeyler öğrenir, kime
söz söylese, ilmini artırırdı. Kısaca, Îsâ aleyhisselâmın, kiminle sohbet
edelim ey Allah’ın peygamberi? diye süâl edene, verdiği cevâb, Hocamızda yerini
bulurdu. O (aleyhisselâm) cevâb olarak :Öyle bir kimse ile sohbet edin ki, yüzü
size Allahü teâlâyı hâtırlatsın, sözleri ilminizi arttırsın, ameli sizin
âhırete şevkınızı kuvvetlendirsin" buyurmuştu. Hayâtım boyunca, hep Onları
örnek almak istedim. Çünkü Seyyid Abdülhakîm hazretleri kendisine
:"Amellerinizi bizden gördüğünüz gibi yapın" buyurmuştu. Ve
diyebilirim ki, dünyâda yaşamak arzusu, Efendi’yi ve Onun sevdiklerini sevmenin
hazzını duymak idi ve sanki Onların bu hâli bu fakîre aksetmiş idi. Neyse...
Elbiseleri her zaman
temiz idi. Abdest alırken, her uzvu üçer def’a tam yıkamağa ve başını kaplama
mesh yapmağa çok dikkat ederdi. Şöyle anlatırdı :Efendi hazretleri, Bâyezid
Câmi'inde abdesti anlatırken, başı mesh etmeğe sıra gelince, sondan üç
parmağını bitiştirdi, işâret ve baş parmakları ayırdı. Bitişik üç parmağın içi
ile alnın üstünden enselerine kadar çekti. Orada elleri birbirinden ayırıp, avuç
içleri ile enseden, başın ön tarafına doğru getirdi ve ilk başladığı yerde
bitirdi. İşâret parmaklarının ucu ile kulaklarının içini, baş parmaklarının içi
ile kulaklarının arkasını ve sonra ellerinin arkası ile ensesini mesh ettiler
ve "en güzel mesh budur” dediler. Uzun saçlarının önlerine döküldüğünü
görür gibiyim. Hep abdestli gezerdi. Onun için dışarıda abdest aldıklarını,
sadece bir def’a traştan sonra olmak üzere, askerî lisede gördüm. Ama evlerinde
çok gördüm. Her abdestte muhakkak misvak kullanırlardı. Sağ elin parmaklarını
uzatır, baş parmakla küçük parmağı misvâkın altından, diğer parmakları ile
üstünden tutarak, sağ üstten başlıyarak üçer def’a dişlerine sürerdi.
"Fıkıh kitâblarında yazıyor ki: Misvak doğru ve ikinci küçük parmak
kalınlığında, bir karış kadar olmalıdır. Erak ağacının dalıdır. Erak ağacı
bulunmazsa, Zeytin dalından yapılır. Misvak veya fırça bulunmazsa, veya bir
kimsenin dişleri yoksa, parmakları ile bu sünneti ifâ etmelidir. Misvakın
otuzdan çok faidesi vardır. Tahtavî’nin Merâk-ıl Felâh Hâşiyesi'nde hepsi
yazılıdır. Birincisi, son nefeste îmânla gitmeğe sebeb olur. Kadınlar misvâk
yerine, sünnete niyyet ederek sakız çiğnemelidir" derdi ve yine hadîs-i
şerîfte :"Misvak kullanarak kılınan namaz, misvaksız namazdan yetmiş kat
üstündür" gelmiştir, derlerdi. Abdest alırken, abdest duâlarını okuduğuna
rastlamadım, ama her uzvu yıkayışta Kelime-i şehâdet okuduklarına çok şâhid
oldum. Abdeste hazırlanırken, giydiği gömleğin veya pijamanın kollarını
dirseklerinden yukarıya kıvırır, yıkama esnasında kullanılan suyun oralara
değmemesini sağlardı. Abdest alırken, müsta'mel suyun, fıkıhdaki necistir,
mekrûhdur, temizdir, fakat temizleyici değildir, şeklinde bildirilen üç
kısımdan, en ağırını kabûllenir, üzerine hiç su sıçratmamağa dikkat ederlerdi.
"Ayakları üç def’a yıkamak sünnettir, ama parmak aralarını bir def’a
hilallamak sünnettir" derdi.
Abdeste hazırlık
yaparken, önce sol ayağındaki çorabı, sonra sağ ayağındakini çıkarır, gömleğin
kollarını kıvırırken, önce sol, sonra sağ kolunu kıvırırdı. İndirirken ise,
önce sağ, sonra sol kolu indirir; çorablarını giyerken de, önce sağ, sonra solu
giyer ve :"Bunlar sünnete daha uygundur" derdi. Abdestin sonunda
:"Allahümmec'alnî minet-tevvâbîn vec'alnî minel mutetahhirîn vec’alnî min
ibâdikes-salihîn vec’alnî minellezine lâ havfün aleyhim ve lâ hüm
yahzenûn" duasını okurdu.
Abdest alırken mâ-i
müsta'melin [abdestte kullanılmış suyun] üstüne başına sıçramasından sakınmada,
Efendi hazretlerinin Ziyâ Bey [Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin kayınpederi]
hakkında medhiye makamında buyurduğunu söyler ve "Efendi eshâbına:
İçinizde abdest alırken, üzerine su sıçramaması için önlük kullanacak Ziyâ’dan
başkasını göremiyorum, buyurmuştur” derdi.
Huzûr-ı kalb ile,
sünnete uygun abdest alır, abdest alırken konuşmaz, mümkün mertebe kıbleye
karşı almağa çalışır, ama ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, abdest alırken ve
hiç bir zaman kıbleye karşı tükürdüğünü ve ayaklarını uzâttığını görmedim.
Zâten ayak ayak üzerine attıklarını hiç görmedim."Abdesti kuş gibi, namaz
taş gibi" derdi.
Abdesti gibi namazı da
güzeldi. Bir gün ikimiz oturuyorduk. Buyurdu ki :Üç şeyden zevk alıyorum: Namaz
kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Mektûbât okumak. Bunlara doyamıyorum, ayrılmak
istemiyorum. Bir dördüncüsü daha var, ama —burada gözleri doldu— o şimdi yok. O
da Efendi hazretlerinin sohbeti idi. Âh, onlar ne güzel günlerdi. Gözlerinden
yaşlar aktığını, hislendiklerini anlayıp, mevzû'yu değiştirmek istedim ve
:"Hocam, her şeyi ihlâslı yapmanın ilâcı nedir" dedim. Buyurdu ki
:"Sohbettir. Ama bugün dünyâda öyle bir sohbet yoktur. Bununla beraber,
Efendi hazretleri, bu süâlinizin cevâbını verdi ve :"İhlâsını arttırmak
isteyen Reşahât okusun" buyurdu. Reşahât ve Mektûbât gibi kitâbları
okumak, ihlâsı kuvvetlendirir kardeşim" buyurdular.
Çok zaman beş vakit
veya bir kaç vakit namazı beraber kıldığımız oldu. Hep kendileri imâm olurdu.
İki def’a bu fakîri imâm yapmıştır. Bir def’asında :"Hocam, sizin önünüze
geçemem" dedim. "Farzı kıldırın, sünnet için geri gelirsiniz"
buyurdu. İkindi ve yatsı namazlarının sünnetlerini hiç terk ettiklerine şâhid
olmadım. Namazın farz, vâcib, sünnet ve müstehablarına riâyeti çok mühim tutar
ve buyururdu :"Efendi hazretleri, namaz bunların karışımıdır, ancak bunlar
yapılırsa, namaz tamam olur, birinde noksanlık olursa, namazın kemâlinde, o
mikdar noksanlık" olur buyururdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (radıyallahü
anh) Mektûbâtının birinci cildi 29. mektûbunda namaz hakkında yazıyor ki:
"İnsanı Allahü
teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturan işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere
ikiye ayrılır. Farzların yanında, nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı
vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan fâidelidir. Hangi nâfile
olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir,
fikir olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hattâ farzları
yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi
gözetmek de, böyle çok fâidelidir. Öğrendiğimize göre, Emîr-ül mü’minîn Ömer
Fârûk (radıyallahü anh) hazretleri, sabah namazını kıldıktan sonra, cemâ'ate
baktı, eshâbından birini göremedi. "Filân kimse cemâ’atte yoktur"
buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz, belki şimdi
uyku bastırmıştır, dediler. Halîfe :"Bütün gece uyuyup da, sabah namazını
cemâ'atle kılsaydı, daha iyi olurdu" buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bir
edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile bir mekrûhdan sakınmak, zikirden, fikirden,
murâkebeden ve teveccühden daha fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın
fâidesini artık düşünün. Evet bu nâfile işler, farzları gözetmek ve
haramlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel,
çok güzel olur."
Bu mektûbu baştan sona
okuyup, namaza çok ehemmiyet vermelidir, dediler. Bunun için, Hocamızın nâfile
namaz, oruç ve benzeri tâatlerini çok görmedim. Fakat, namaz, oruç gibi
farzlara, sünnetlere çok riâyet ettiğini gördüm. Meselâ hiçbir zaman baş açık,
kısa kollu ve çorapsız namaz kıldıklarını görmedim. Evde iken başlarına bazan
sarık sararlar, bazan da takke giymekle iktifâ ederlerdi. Hayâtımda sehiv
secdesi yaptığına bir def’a şâhid oldum. Bu da namazda ne kadar uyanık
olduklarını göstermeğe yeter.
"Namaza ve her
ibâdete niyyetin kalb ile olması şarttır. Bundan ziyâdesi bid'attir. Sonraki
âlimler, dil ile de olursa, mustehabdır dediler" esasından ayrılmazdı.
Kırâatte, terâvih namazı hâric, acele etmezdi. Fâtiha-i şerîfenin, hattâ diğer
sûrelerin her âyetini okurken, âyet sonlarında durmak Resûlullah’ın sünnetidir.
Tirmizî Şemâil’inde böyle bildiriliyor, derdi. Namazın bütün erkânına riâyet
eder, ta'dil-i erkân çok mühimdir, bu dört yerde hareketsiz durmak vâcib olduğu
için, acele ile yapmak sehiv secdesine yol açabilir, buyururdu.
Namazda Rabbinin
huzûrunda bulunduğunun idrâki içinde, küçülür, büzülür, ezilirdi. Gören, sanki
bir yük altında olduğunu sezerdi. Ama kendini o huzûr ve cem'iyyete öyle
kaptırırdı ki, bakan bir kimse, sanki namazın hiç bitmemesi istediğini anlardı.
Tehıyyattan sonra, sallî ve bâriki okur, ardından rabbenâ-âtinâ'yı da ilâve
edip, selâmdan önce Efendi hazretlerinin okuduğu; "Allahümme innî e'ûzü
bike min hemezâtiş-şeyâtîn" âyetini okur, selâm verirdi. Selâmı verirken
omuzlarına öyle bakardı ki, arkadan bakan yüzünün o kısmını görürdü. Sünnet ile
farz veya farz ile sünnet arasında, Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte
yâ zel-celâli vel-ikrâm'dan başka bir şey okumaz, konuşmaz, ara vermezdi.
"Bunlar yapılırsa, sünnetin sevâbı gider, hattâ bazı âlimler, sünneti
yeniden kılmak icab eder demişlerdir" derdi.
İşrak, kuşluk, evvâbîn
teheccüd namazlarını devâm üzere kılmaz, nâfile ibâdetler yerine ilim çalışır,
kitâb yazar, îmânı, farzları, haramları insanlara öğretmeği daha önde tutardı.
"Hocam, teheccüde
kalkmam, husûsunda ne dersiniz?" diye arz ettiğimde :"Me'mursunuz,
sabah erken kalkıp gidiyorsunuz, ama arada bir, ta’til zamanlarında kalkmanız
iyi olur" dediler.
Bir defasında
:"Kırk senedir namaz kılarım, iki rek'at namazımın kabûl edildiğini
bilsem, kendimi dünyânın en bahtiyâr insanı sayarım" buyurdu. Bu sözü ile,
büyüklere ne kadar bağlı olduğunu gösterdi. Çünkü bu Resûlullah’ın sünnetidir.
"Bir gece kıldığım iki rek'at namazından ümidliyim" buyurmuştu. Ondan
sonra Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bestâmî, İmâm-ı Rabbânî ve daha bir çokları
hep bu sünnete ittiba' etmiş ve candan söylemişlerdir. Seyyid
Abdülhakîm efendi de hacc yolunda,
Şam'da tren beklerken, sabah namazını kılmış ve sonra :"O iki rek'at
namaza güveniyorum" sözünü zaman zaman dile getirmiştir.
Bir gün Efendi
hazretlerinin yazılarından namaza dâir şu satırları okudu :"Namaz kılmak,
Allahü teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyâda şer’-i şerîfe muvâfık namaz
kılanlara hakaik münkeşif olur, ilm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmişiki
derecesi vardır. En aşağısı ağaçlardaki yaprakların sayısını bilmek ve saîd ile
şakî olanı ayırmaktır."
Terzi Hâbil efendi, Efendi’nin
sohbet ve hizmetinde bulunmuş, en yakın eshâbından Mustafa Kaptanın
[Bağlumdadır] oğludur. Efendi’nin sevdiklerinden idi. Şöyle anlattı :Hüseyin
Hilmî efendi ile Efendi hazretlerinin huzurunda idik. İkimize hitâb edip:
Sizinle küfür arasında perde vardır" buyurdu.
Abdülkadir efendi
hânemizi teşrîf ettiğinde anlattı : Efendi hazretlerinin sağlığında, o kadar
çok tasarrufları altında idik, sohbetinde o derece temizlenmiş ve yakîn sâhibi
olmuş ve o derece ihsân ve ikrâmları ile feyz ve nûr iktibas olunuyordu ki,
bazan namazda, arabî bilmediğim halde, sanki Kur'ân-ı kerîmin bütün ma'nâsını
huzûrî bir ilimle biliyorum, düşüncesinde olurdum.
Bazan Hocamızın
seâdethânesinde, nerede ise gece yarısına kadar kalırdık. Ekseriyâ Mektûbât'tan
okurlardı. Kimse kalkmak istemez, hepimiz zamanın durmasını, sohbetin devâmını
isterdik. Dizlerimizin üzerinde edeble oturur, sâatlerce o halde olurduk da,
ayak değiştirmez, hiçbir hareket etmezdik. Konuşan ve konuşulanlar, sanki bir
kandil gibi içimizi aydınlatırdı. Genç, taze dimağlar, çok kirlenmemiş kalbler,
bir nev'i huzura kavuşurdu. Gerçekten, ana, baba, yâr, kardeş, ders, zaman,
herşey unutulurdu ve sonunda çok sevdiğim ve fakat kalbimi sızlatan sesi
duyulurdu :"Bu akşam bu kadar yetsin. Vakit geç oldu. Arkadaşlardan evleri
uzakta olanlar vardır. Dağılalım. Sabah namazına vaktinde kalkamazsak, bütün bu
yaptığımız iyi şeyler günâh olur."
Önceleri, selâmdan
sonra hemen Âyet-el Kürsî okurlardı. Daha sonra, üç istiğfar okuyup, Âyet-el
Kürsî okudular. Ardından tesbîh, tahmîd, tekbîr okurlardı. Terk ettiklerini
hâtırlamıyorum. Namazın sonunda, tesbîhler sünnet, dua müstehabdır buyururdu.
Bunun için, imâm efendi dua etse de, kendileri tesbîhleri bitirmeden ona
iştirâk etmez, tesbîhleri bitirmeğe gayret eder, sonra imâm efendinin duasına
iştirak ederlerdi. Parmakları ile tesbîh çekince sağ elini, sol elinin avuc
içerisine koyar, başparmağı ile sayar ve :Efendi hazretleri böyle yapardı ve
"Benden gördüğünüz gibi yapın buyururlardı" derdi. Tesbîh ile
çekince, sağ eli ile imâmeden başlar, sol eli ile otuzüç sayısını gösteren ara
işaretleri tutar, sonuna kadar böyle devâm ederlerdi.
Duânın kabûl yerlerinden, biri de
namazların akabinde yapılmaktır düsturuna riâyet eder, en lüzûmlu dualarını,
insanlar tarafından kendilerinden, hastaları, derdleri ve ihtiyacları için
istenen duaları, çoğu zaman namazdan sonra yapar, silsile-i aliyye büyüklerinin
hürmetine dualarının kabûlünü, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)
tavassutuna eklerdi.
Yeri geldiği için buraya yazalım: Efendi
hazretlerinin namaz risâlesinden okudukları bir günün notlarından birkaç
satırını arz ediyorum:
Namaz İslâmın beş
rüknünden ikincisi olup, Fahr-i Kâinât (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'raca
teşrîflerinde, hayr-ül ümem [ümmetlerin en hayırlısı] olan ümmeti üzerine,
ezeli hitâb ile, her bir günü ve gecesinde beş vakit olarak farz olunmuştur.
Namaz dînin direğidir.
Her kim ki, namazı devâm üzere doğru ve tamam olarak edâ ederse, dînini ikame
etmiş [doğrultmuş], İslâm binâsını dikmiş olur. Namaz kılmıyanlar —Allah
korusun— dînlerini ve İslâm binasını yıkmış olurlar. Aleyhissalâtü vesselâm
Efendimiz: "Dininizin başı namazdır" buyurdu. Ya'nî başsız insan
olmadığı gibi, namazsız dîn de olmaz.
Namaz mü’minin
mi'racıdır. Ve mi'rac olması bu ümmete mahsûstur. Server-i Âlem’e (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mi'rac gecesinde Cennette müyesser olan rü'yet devleti [Hak
teâlâyı görme seâdeti] indikten sonra, dünyâda, dünyânın hâline uygun olarak,
namazda müyesser olduğundan, Peygamberimize (sallahü aleyhi ve sellem), kemâliyle
tâbi' olanın [tam uyanın] o devlet ve seâdetten bu dünyâda namazda büyük hazzı
ve kâmil nasîbi vardır. Külfet ve zahmet kalkar. Namaz kılanın bâtını [içi,
kalbi ve rûhu] baştanbaşa tatlılık ve lezzet içinde olur. Kısaca öyle haller
gelir ki, şaşılacak şeyler hâsıl olur. hattâ şerhe, beyâna gelmez haller zuhûr
eder.
Velhâsıl, Namaz,
nişânsızdan nişân verir ve matlûbdan haber beyân eder. Namaz kılarken yüz
gösteren zevkler, lezzetler, nihâyete kavuşmuş olanların işlerinden haber verir
ve bunlar Hakkın çok büyük ni'metlerindendir.
Namaz, Allah ve
Resûlüne îmândan sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran bütün amellerin ve
ibâdetlerin fevkinde en iyi bir ibâdettir. Bir gün Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) İmâm Alî'ye (kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh)
:"Ey Alî, sen namazın farzına, vâcibine, sünnetine ve müstehabbına riâyet
etmek gereksin" dedikte, Ensâr’dan bir zât, arz etti ki, Yâ Resûlallah,
Alî bunların hepsini bilir, bunların fazîletini bize de anlatın da, biz de ona
göre amel edelim. Resûlullah (sallahü aleyhi ve sellem) buyurdular:
Ey Ümmet ve eshâbım,
tamamiyle edâsına riâyet olunan namaz, Allahü teâlanın hoşnûd olduğu bütün
amallerin en fazîletlisidir, peygamberlerin sünnetidir, meleklerin sevdiğidir,
Mâ’rifetin, arz ve semavâtın nûrudur. Bedenin kuvvetidir. Rızkın berekâtıdır,
duanın kabûlüdür. Melek-ül mevt ile arasında şefâatçıdır. Kabirde ışıktır.
Münker ve Nekr’e cevâbdır. Kıyâmet günü üzerinde gölgedir. Cehennem âteşiyle
kendi arasında perdedir. Sırat köprüsünü yıldırım gibi geçiricidir. Cennetin
anahtarıdır ve Cennette başına taçtır. Allahü teâlâ mü’minlere namazdan üstün
bir nesne vermemiştir. Eğer namazdan üstün bir ibâdet olsaydı, onu en evvel
mü’minlere verirdi. Çünkü meleklerin kimi kıyamda, kimi rükû'da, kimi secdede,
kimi de oturma hâlindedir. Bunların cümlesini bir rek'at namazda toplayıp,
mü’minlere hediye verdi. Zirâ namaz îmânın başı ve direği, İslâmın kavli,
mü’minlerin mi'râcı, yer ve göğün nûrudur, bürhânıdır ve Cehennem ateşinden
kurtuluştur:"
Namaz, Allahü teâlânın
husûsî hizmet ve huzûrunda bulunmaktır ve aslın zuhûrudur.
Namaz, esas maksaddan olup, diğer ibâdetler namaz için
vesîledir. Namaz, müslümanla kâfirin arasını ayırt edici bir ayıraçtır.
Namaz, münker [kötü] ve
menhî [yasak] olan şeyleri işlemekten insanları men' eder ve günâhların
keffâretidir. Güzelliği, diğer ibâdetlerin hilâfına, îmân gibi zâtîdir
[kendindendir]. İbâdetleri en çok kendinde toplayan ve insanı en çok Hak
teâlâya yaklaştıran bir ameldir. Çünkü namazda Rabbine (azze şânühü) münâcât
edip [yakarıp] Hak teâlânın azamet ve celâlini müşâhede edicidir.
Namazı, huşû ve hudû’,
huzûr-ı kalb ve tumaninete riâyetle ve tam bir cem'iyyet [hep Allah’la olmak]
ve cemâ’atle, büyük bir sükün ve kulluk anlayışı içinde edâ etmek, necât ve
felâhın [kurtuluşun] başlıca sebeblerinden olup, namâzı bu sûretle edâ eden
mü’minlerin büyük kurtuluşa erdikleri âyet-i kerîmede beyân buyurulmuştur. Bir
hadîs-i şerîfde :"Namaz kılan, Mâlik-ül mülkün kapısını tazarru ile
[yalvararak] çalıyor. Kapı, çalmasına devâm eden kimseye, şübhesiz açılır"
buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde :"Beş vakit namaz sizden birinizin
kapısında akan dere gibidir. O derede, günde beş def’a yıkanan kimsenin
bedeninde kir kalmayacağı gibi, namaza devâm edenler de, öylece günâhdan pâk ve
temiz olur" buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfde :"Namazda uzun
sûreler okuyarak ayakta çok durmak, ölüm hâlini hafîfletir" buyuruldu.
Yine buyuruldu ki :"Farz olan beş vakit namazı cemâ'atle kılmağa devâm
eden kimse Sırat köprüsünü parlak bir şimşek gibi geçenlerin ilki olacaktır. Sâbıkun
olan ilk zümrede haşr olur. Onun için her gün ve gecede koruyucu bir melek
vardır ve Allah yolunda öldürülmüş olan bin şehîd sevâbı verilir." Yine
buyuruldu :"Karanlıkta mescidlere yürüyerek giden kimseler, Allahü
teâlânın rahmeti içinde yüzücüdürler. Hak sübhânehü ve teâlâ cemâ'atle namazı
edâ edip, sonra hâcetini dileyen kulundan (duâsından ayrılmadan istediğini
vermemekten hayâ ederim) buyuruyor. Ya’nî daha duâda iken, istedikleri hâsıl
olur. "Yine hadîs-i şerîfde geldi ki:"Her uzvunu iyice yıkayarak
mükemmel sûrette güzel abdest alıp, namaz kılmak için mescidde bulunan kimse
elbette istibşâr olunur, [kendisine hoş geldin denir], gurbetten gelene
yapıldığı gibi."
Namazı eda ederken,
edeblerinden bir edebi terk eylemeğe râzı olmayalar. Eğer namaz tamamıyle edâ
edilirse, islâmdan büyük bir esas ele geçmiş ve azabdan kurtulmak için sağlam
bir tutanak hâsıl olmuş olur.
Namazın dünyâdaki
mertebesi, âhırette rü'yetin mertebesi gibidir.
Namazı büyük iş bilmek
ve müstehab olan vaktinin evvelinde cemâ’atle ve sâir şart ve müstehablarını ve
ta'dîl-i erkânı sükün ve vekar ile edâ etmek lâzımdır. Hadîs-i şerîfde
:Amellerin en fazîletlisi vaktinin evvelinde edâ olunan namazdır" ve
:"Kul namaza kalktığı zaman, Cennet kapıları kendisine açılır, kendisi ile
Rabbi arasındaki perdeler kalkar ve Hûr-i ayn kendisini karşılar"
buyuruldu.
Hudû’, kıyâmda ve diğer
yerlerde, gözlerini bakması icâbeden yerlere dikmek, Kur'ân-ı kerîm okumağa
yönelmek, ma'nâsını anlayabiliyorsa, esrarını ve ma'nâsını tefekkür etmek,
anlamıyorsa, Hak celle ve alânın kelâmı olduğunu hatırında tutmalıdır. Bu
işlere kendini vermek, secde edilen Zât-ı ilâhîye teveccühdür. Çünkü Zât-ı baht
[Allahü teâlânın mücerred zâtı] isim ve sıfatları, mülâhaza etmekden, teveccüh
ve murâkabe, tasavvur ve anlamaktan yüksektir. Teveccüh ve murâkabe, tasavvur
ve anlama ise, Zât-ı bahta vâsıl [kavuşan] ve vasl-ı uryânî [tam kavuşmuş
olmakla] mümtâz olan âriflerin işidir. Onların muâmelesi [halleri] ayrıdır.
Bilhassa namazı edâ ederken, onun bâtını [kalbi ve rûhu] anlatılamaz bir halle,
o yüksek zirveye erişir ve zâhirden kesilir. Onun zâhiri [bedeni] namazın
erkânını yerine getirmeğe müteveccihdir. Bâtını ise, vasl-i uryânîde olup,
aralarında hiç zıtlık yoktur.
Namaz kılan, hakîkat
erbâbından değil ise, Kâbe’nin sûretine teveccüh etmelidir [dönmelidir]. Onun
sûretine teveccüh ve Onu göz önüne getirmek, namaz kılana büyük bir ni'mettir.
Kâbe’nin sûretine taş ve tuğla denmiştir. Öyle değildir. Zirâ taş ve tuğla,
kenar ve duvar ve üstü olmasa, Kâbe, Kâbe’dir.
İnsanların secde edeceği tarafdır. Belki
Kâbe’nin sûretinin öyle bir ma'nâsı vardır ki, anlayışlar ona yetmez. Akıllar,
Kâbe’nin sûretini anlayamayınca, bunun çok fevkında bulunan Kâbe’nin hakîkatine
nasıl erişebilsin. Kâbe’ye dönmek demek, namazı Kâbe tarafına doğru kılmaktır.
Döndüğünü aklında tutmak ve Kâbe’yi göz önüne getirmek şart değildir. Yalnız
ona doğru dönmekle Kâbe’nin bereketlerinden feyz alır ve hakîkatinden
nasîblenir. [Hocamız, Türkiye’de bulunanlar, Kâbe’ye dönünce, Altın Oluğu göz
önüne getiririz, buyurdu.] Namazda zuhûr eden haller, asl olup, namazın
dışındaki hallerden çok kıymetlidir. Çalışmak lâzımdır ki, namazda lezzet ve
Rabbi ile olmak hâli ele geçsin. Çünkü namazda, bilhassa farz namazlarında
hâsıl olan lezzetler, nihâyete kavuşmuş olmanın alâmetlerindendir.
Cemâ’atle kılsın veya
kılmasın, namazın erkânına riâyet ve edeb ve sünnetlerine dikkat etmeli, bir
kusûr etmemelidir. Kıyâmet gününde ilk suâl namazdan olacaktır. Namazın
hesabını doğru verirse, diğer ibâdetlerin muhâsebesi, Hakkın inâyeti [yardımı]
ile kolay geçer.
Namaz kılarken üzerinde korku ve heybet
hâli görünmelidir.
Efendi hazretleri Keşkül isimle eserinde, kazâya kalmış namazı
olanların dikkatini çekerek buyuruyor ki:
Önce kazâya kalmış
namazlarını hesab edip, miktarını bilmelidir. Sonra bir namazın on dakika
zarfında kılındığı kabûl edilse, geçirilen her namazın akabinde gelen her on
dakikalık müddet içinde, o namaz kazâ edilmezse, tâ kılıncaya kadar, her geçen
o kadar müddet için bir kat günâh eklenir. Bunun içindir ki, kazâların sür'atle
kılınması, hattâ her günkü vakit namazlarına âid sünnetlerin yerine de kazâ
kılmak lâzım ve farzdır. Kazâlar bitince, sünnetleri dahî kazâ etmek sünnettir.
Kazâ namazları bitinceye kadar, her gün kılınan kazâ namazları yazılmalıdır.
Her gün görülmesi meşrû' ve zarûrî işlerin hâricindeki zaman kazâ namazlarının
kılınmasına ayrılmalıdır.
Hadîs-i şerîfde
gelmiştir ki, her farz namazını kıldıktan sonra Âyet-el Kürsî’yi okuyan
kimsenin Cennete girmesine ölümden başkası mâni' yoktur.
Hadîs-i şerîfde beyân
buyurulduğu üzere, farz namazından sonra okunan tesbîh, tahmîd, tekbîr ve
tehlîlin, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî (radıyallahü anh) katında sırrı,
namazın edası zamanında vâkı' olan kusûrların bunlarla telâfi edilmesidir.
Bunun için namazı lâyıkı ile kılamadığını ve ibâdetinin noksan olduğunu bu
tesbîhler ile itiraf etmelidir.. böyle devâm ediyor.
İşte Hocamızın sohbetinde ve meclisinde
bu çeşit tatlı ninnilerle büyüdük. Bunun için Onlardan ayrılık en çok bize zor
oldu. Âh, o günler! Elhamdülillah ki, Hocamızın, genç, dinç ve sağlam
zamanlarında Onlarla beraber olduk. Hemen hemen her sohbeti böyle idi. Bunun
gibi birkaç sohbetini yazacağım inşaallah.
Ramazan-ı şerîf ayı, onlar için
gerçekten sevâb ayı idi. Bu ayda hatm-i Kur'ân, tesbîh, tahmîd, tekbîr, tehlîl,
temcîd kelimelerini çok okumak, mühim bir işi olmayınca evden çıkmamak, kalbe
fâideli zikir, fikir, murâkabe ile meşgul olmak, Mektûbât, Berekât, Reşahât,
Mekâtib-i Şerîfe ve benzeri bu yolun büyüklerinin kitâblarını okumağa ağırlık
vermek, lüzûmsuz konuşmamağa dikkat etmek, nâfile ibâdet ve sevâblara daha çok
zaman vermek âdetleri idi. Kısaca Ramazan-ı Şerîf ayını ve orucunu, sadece
yemek, içmek ve yatmaktan sakınmak olarak değil, bütün beden ve rûhları ile
oruc tutmakla geçirmeğe gayret ederlerdi. Ahkâmın tatbîkinde bize canlı misâl
idi. Bu bakımdan hangi taraflarını anlatsam, bize göre eksik, zamaneye göre
artık ve medih oluyor. Asrımızda iki nesil arasında bu kadar çok farklılık
meydana gelmesi, hızlı şehirleşmenin gerektirdiği ekonomik şartlar ve
ihtiyâclar olduğu gibi, insanlara doğru yolu gösterecek Allah adamlarının
nerede ise kalmamasıdır. Böyle karanlık bir zamanda bizleri aydınlatmağa
çalışan ve bu vazîfe için ömrünü harcayan muhterem Hocamızı, Allahü teâlâ
temenni ettiği makamlara kavuştursun. Bi-hurmeti Tâhâ ve Yâsîn!
AHLÂKI: Seyyid
Abdülhakîm efendi (kuddise sirruh), Müceddîdî meşrebinde olup, bu yola mensûb
olanların elinde yetiştiğinden ve bu yolun binası Sünnet-i Resûlullah’a ittiba'
ve şeyh-i muktedâsına muhabbet üzere kurulduğundan ve feyz ve kemâlâtı kalbden
kalbe aksedip geldiğinden, Sıddîk-ı A'zamın (radıyallahü anh), Resûl-i Ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından :"Allahü teâlânın kalbime
akıttıklarının hepsini Ebû Bekr’in kalbine akıttım" müjdesine kavuşmakla,
onun yolunun devâm ettiricileri de Sıddîk-ı A’zamın ardı sıra, ahlâk-ı
peygamberî ile ahlâklanmışlardı. İşte muhterem Hocamız, ilmini, itikadını,
feyzini, ahlâkını ve daha fazîlet cinsinden nesi varsa, hepsini Efendi
hazretlerinden almakla, onların, o büyüklerin ve nihâyet Resûlullah’ın
ahlâkının âyinesi ve numûnesi olmuştu. Müceddîdî olmak ne demektir, bir başka
fasılda anlatacağız, inşallah.
Resûlullah’ın ahlâkı
ise, Kur'ân idi. Kur'âna Allah’ın ahlâkı da denir. Nitekim hadîs-i şerîfde
:”Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız" ya’nî en güzel ahlâk üzere olunuz,
demektir. Bir hadîs-i şerîfde de :"İyi ahlâkı tamamlamak için
gönderildim" buyuruldu. Bunun için Hazret-i Âişe vâlidemiz (radıyallahü
anhâ) "Resûlullah’ın ahlâkı Kur'ân idi" buyurmuştur. Ya’nî emirleri,
yasakları, edebleri ve ahlâkı hep Kur'ân-ı kerîmden anlar ve onunla amel
ederdi.
Hocamız ahlâkını Efendi hazretlerinden
almıştı dedik. Bir parça açalım:
ZÜHDÜ: Dünyâdan elini çekmişti. Gören
kendisine dünyâyı yakıştırmazdı. Himmetinin yüksekliği yanında, dünyâ ve
içindekiler çok aşağı kalırdı. Azîz olmanın yolu :"Nefsini zelil edip,
dünyâdan uzak olmaktır. Makam ve mal sâhibleri ile çok görüşmeyin, dünyâya
meyliniz çoğalır" derdi. Yemek için yaşamaz, yaşamak için yerdi. Takvâ ve
vera'ı şiar edinenler zümresindendi. Kalbi dünyâdan soğumuş, muhabbet-i ilâhî,
muhabbet-i peygamberî ve muhabbet-i hazerât-ı îşân ile hep ısınmış halde idi.
TEVAZU'U: Gerçekten
tevazu' timsâli idi. Vekar ile tevazu'un bir kimsede bu kadar bir arada
olduğunu görmedim. Konuşurken kimsenin gözüne bakmaz, o kişi elini çekmedikçe
musâfehadan elini ayırmazdı. Ayak ayak üzerine atmaz, koltuk gibi rahat ve
yüksek yerlerde oturmaktan hoşlanmaz, yerde oturmayı tercîh ederdi. Bir gece,
Onların evinde, terceme etmiş olduğum İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin menâkıbını
Onlara okuyordum. "Siz koltuğa oturun, okuyun” buyurup, kendileri yere
oturup, divâna yaslandılar. İnmek istedimse de :"Hayır, siz okuyorsunuz,
çok kıymetli şeyler okuyorsunuz, inmeyin" buyurdular. Bir-bir buçuk sâat
sürdü. Gözleri kapalı idi, ama okuduğum müddetçe sessiz sessiz damlalar
gözlerinden temiz yanaklarına akardı. Bütün kitâblarını, daha önce işâret
edildiği gibi, hep yerde oturarak yazmışlardır. Ayaklarını da uzatmazlardı. Hep
efendim, kardeşim, evlâdım gibi saygı ve tevazu ifâde eden kelimelerle hitâb
ederlerdi.
Odaya girip çıktığında :"Ayağa
kalkmayın. Peygamber Efendimiz Eshâbına : Ev sahibiyim, girer çıkarım, ayağa
kalkmayın" buyururdu, derdi.
EDEBİ VE HAYÂSI:
"Hayâ îmândan bir şu'bedir" hadîs-i şerîfini yaşayanlardan idi. Hayâsından,
kimsenin yüzüne gözünü bakmaz, kendini hep kusûrlu görür, başkasını hep iyi
bilirdi. Kusursuz, günâhsız kardeşim diye mektûb yazdığı talebesi olurdu. Bir
gün kitâbevinde idik. Buyurdular ki :"İçinizde en çok günâhı olan benim.
Çünkü benim yaşım hepinizde büyüktür. Ömrümüz hatâ ve günâhlarla geçiyor.
Namazlarımız yüzkarasıdır. Dinimizi yaymak için olan kitâb hizmetlerinin
dışında hayırlı bir amelimiz yoktur. Kiminle görüşürseniz, duasını isteyin.
Kimin dûası kabûl olunur bilinmez. (Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir
bil) sözü bu yolun büyüklerinden Süleyman Âtâ hazretlerinindir" derdi.
Edebi olmayanın dîni
yoktur, kelâmını söyler, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin :"Büyüklerimizin
yolu, baştan sona edebdir" ve :"Edebi gözetmiyen kimse, Allahü
teâlâya kavuşamaz" buyurduğunu tekrâr ederdi. Duvarlarındaki levhada
yazardı:
Edeb bir tac imiş nûr-i Hudâdan,
Giy o tacı emîn ol her belâdan
Buyurdu ki: Risâle-i
Hâlidiyye’de şöyle yazar: Bu yolun yolcusuna, en çok lâzım, hattâ zarûrî olan
dört şey vardır: İlim, ihlâslı amel, edeb ve muhabbet.
Hocamız, âilesinden
Osmanlı terbiyesi, Seyyid Abdülhakîm Efendi’den nakşî edebi almış idi.
Kendinden büyüklerinin yanında konuşmaz, kimse ile münâkaşa etmez, yabancıların
yanında dahi en büyük edebi gözetir, ekseriyâ iki dizi üzerine oturur, bağdaş
kurmayı dahi edeb dışı görürdü. Talebesinden Mehmed Yücel bey üniversitede
okuyordu, hem de arabî çalışıyordu. Hocamızın bulunduğu odaya girdi. Başkasının
evinde idiler. Hemen ayağa kalktılar ve :"Üniversitede okuduğu için değil,
arabî çalıştığı için kalktım" buyurdular. Hayrî Paşa’nın arkadaşıdır diye,
Kore kumandanlarımızdan Tahsîn Yazıcı’nın elini sıkarken, arkadaş hatırı diye
eğilip elini öptüğünü gördüm.
Emin Saraç, Ezher
mezunu idi. Mükemmel arabcası vardı. Ama ma’nevîyâtı zaif idi. Reformcuların,
Seyyid Kutb’un tesiri altında kalmış idi. Bir gün bana :"Hilmî Bey
hocamız, Seyyid Kutb, Abduh ve Mevdûdî gibileri tenkîd etse ama, onlara
reformcu demese iyi olurdu" dedi. Ben de kendisine :"Ben sizi Hilmî
Işık hocamızın evinde çok gördüm, niçin kendilerine söylemiyorsunuz da, bana
söylüyorsunuz. Ben Hilmî Bey hocamızın vekili değilim" deyince, bana:
"Hilmî Bey o kadar nâzik, kibâr ve edebli bir insandır ki, ona karşı bunu
söylemeği kabalık kabûl ettiğim için size söyledim" dedi. O zaman uzun
uzun konuştuk.
Hocamız bana anlattı:
Bursa’da idim. İsmet Yanyavî hazretlerinin halîfesi Alî Haydar efendi ile bir
evde karşılaştık. Mahmûd efendi ve diğer talebeleri de orada idi. Alî Haydar
efendi, İstanbul’da arada bir Abdülhakîm hazretlerine gelirdi. Zirâatten çok
anlardı. Bahçedeki ağaçlara aşı yapardı. Alî Haydar efendinin huzûrunda
dizlerimin üstüne, ya’nî namazda oturur gibi oturdum. Kendi talebesi öyle
edeble oturmuyordu. :"Binbaşıma bakın da, edeb öğrenin" deyip, onları
azarladı. Kulakları duymuyordu. Kim olduğumu sordu. Cevâbını bir kağıda şu yazı
ile bildirdim: Eyyûb’de Gümüşsuyu’nda Kaşgârî Hânegâhı’nda vazîfeli Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin ma'nevî evlâdı Hüseyin Hilmî Işık." Alî
Haydar efendi, bunu okuyunca, eshâbına :"Bu, benim ağabeyimin oğludur,
kalkın onunla kucaklaşın" dedi ve sonra bana :"Hangi kitâbları
okursunuz?" deyince, yine kağıda: En çok İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât’ını okurum, diye yazdım. Seni Mektûbât’tan imtihan edeyim, deyince :"Estağfirullah,
buyurun" diye arz ettim. "Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ :"Evliyâm
benim kubbelerimin [örtülerimin] altındadır; onları benden başka bilen
olmaz" buyurdu. Buradaki (örtülerim) kelimesini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
ne ile tefsîr ediyor?" dedi. Cevâb olarak, kâğıda, (levazımât-ı
beşeriyye), ya'nî ‘insanlık ihtiyacları’ ile tefsîr ediyor, diye yazdım. Alî
Haydar efendi, cevâbı okuyunca :"Aferin, sen Mektûbât’ı anlamışsın"
buyurdu.
Hocamızın, Hüseyin
efendiye edeben, farzı kıldırıp, sünnet için geriye geldiğine daha önce işâret
etmiştik. Velhâsıl edeb, onların ahlâkı olmuş idi denebilir.
Yatsı vakti Ahmed Mekkî
efendi ile hocamızı ziyârete gittik. Evden, kapıyı açıp, namazdadır, siz içeri
buyurun, dediler. Girip oturduk. Biraz sonra hocamız geldi. Merhum Mekkî
efendi, namazınızı bitirseydiniz, buyurdu. Sünneti kıldım, salât-i vitri sonra
kılarım, sizi bir dakika bekletmek bana girân [ağır] gelir, cevâbını verdi.
İsterseniz o gece konuşulanlardan bir hikâyeyi arz edeyim. Mekkî efendi anlattı
:
Babam İstanbul’a geldikten bir müddet
sonra, Erbil’li Es'ad efendiyi ziyârete gitti. Tanıdığı halde, gereken hürmeti
göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapının yanında, yerde
oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam,
bu Seyyidim Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir? diye
sûâl edince, hayır, o Tâhâ-i Harîrî’dir, Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesidir,
dedi. Babam, bendeniz, Seyyid Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini,
menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur, buyurunca, Es’âd
efendi, o, Seyyid Tâhâ'dan rüyada hilâfet almıştır, cevâbını verdi. Biraz sonra
kalktılar ve Efendi babam :"O kadar câhil ki, hilâfetin rüyâda değil,
ayıkken, uyanıkken, yazılıp verileceğini dahi bilmiyor. Kusuruna bakılmaz.
Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu, sarayın etrafında dolaşıp, hizmetçi
kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul’dan çıkardı ve Abdülhamîd
Hân tahttan indirilince tekrâr İstanbul’a geldi, ama şeyh olarak. Eh, zaman
değişti. Bize muâmelesine gelince, kaba bir Kürd hocaya yapılsa dahî, ayıb
sayılacak harekette bulundu" buyurdu.
CÖMERDLİĞİ: İslâm
dînine hizmet husûsunda, gerçekten, ceketimi bu iş için satarım, diyecek
cömerdlikte idi. Seâdet-i Ebediyye kitâbını ilk çıkarmasını anlatayım. O zaman
subayların mâaşı az olduğundan, senede bir kaç def’a çift maaş verirlerdi. Çift
maaşın tekini evdekilere dahî söylemez, biriktirip, bu kitâbı çıkarmak için
harcardı. Halbuki evinde buz dolabı, bile yoktu. Susamış olduğumuzu söylesek,
küpten su getirirdi.
Bir gün minibüste
yazmış olduğu kitâblardan, hediye ediyordu. Bir genç almadı ve ağır sözler
söyledi. Hiç cevâb vermediler. O genç Fâtih’te minibüsten inerken, başını öyle
kuvvetle kapının üstüne çarptı ki, inince yürüyemeyip, baygın vaziyette yolun
kenarına oturdu. Bu hikâyeyi bana anlatırken, "Ben onun için kötü
düşünmedim, ama Allahü teâlâyı incitti ve cezâsını gördü” buyurdular.
Kimine ev eşyası, kimine giyecek, kimine
yiyecek, kimine para yardımı yapar ve kimse bunları bilmezdi. Bu fakîre, herhalde
terbiye için anlatırdı. O kadar cömerd idiler ki, babadan kalma evlerini
kardeşlerine, Ankara’da Mamak’ta yaptığı evi yine onlara verdiği gibi,
hayatlarının sonuna kadar yine onlara yardım etti. Bir ev satın almadı.
Kayınpederi Ziyâ beyden kerîmesi, ya’nî hocamızın hanımına kalmış olan
Fâtih’te, Müstakîmzâde Sokak’taki evde yaşadı. Dahası var; ömrünü müslümanlar
için seve seve harcadı.
HİLMİ: Ya’nî sabrı ve tahammülü de çok
idi. İnsanlardan, talebesinden, hattâ akrabasından bir eziyet, sıkıntı gelse,
katlanır, mukabele etmezdi. Yerine göre pamuktan yumuşak, ama küfre, bid'atlere
ve günâha karşı müsâmahasız olup, çelik gibi sert idi. Masonlar, araya adamlar
koyup, "kitâbında masonları medh etmesini istemiyoruz, masonların aleyhine
olan yazıları çıkarsın, buna karşılık kitâblarının bütün masraflarını biz
karşılayalım” dedikleri halde, kabûl etmedi ve kitâbını o kitâbevinden alıp
başka yere bastırdı.
VEFÂSI: Çok vefâlı idi. Verdiği sözde
durur, dediği zamanda, söz verdiği yerde bulunur, insanlarda vefâ kalmadı,
ahidlerini tutmuyorlar, sözlerinde durmuyorlar, diye esef ederdi. Hayrî Paşa,
kimyâ öğretmenliğine geçişini temin etti diye, hayâtı boyunca hep onu aradı,
hep dua etti. İki üç def’a gece vakti beraber Hayrî Paşa’ya gittik. Her
def’asında hediyeler götürdü. Öldükten sonra yerine hacca bedel gönderdi.
Cenâzesinde bulunduk ve Edirnekapı Kabristanı’nda onu çok ziyâret eyledik.
Talebesinden İsmâil Silleli bey, Isparta’dan gelirken, kendilerine bir halı
seccâde getirdi. Hemen karşılığında ona bir elbiselik kumaş verdiler. Daha önce
yazdığım gibi, Serhend’den döndükleri zaman, bir hatim bağışladım, karşılığında
Şâh Velîyyullah’ın fârisî Kur'ân meâlini hediye ettiler. Böyle misâller çoktur.
ŞECÂATI: Şeci', ya'nî şerîatın öngördüğü
derecede cesûr ve yiğit idi. Hakkını bağışlaması, ihsân etmesi dışında,
almasını bilir, çekinmez, gerekeni yapardı. Kitâblarında ise, doğruyu yazmaktan
kaçınmaz, korkulacak yalnız Allahü teâlâdır, der, ama fitne çıkmamasına ve
devletle, hükümetle bir işi olmamasına çok dikkat eder, "Vatan sevgisi
îmândandır" hadîs-i şerîfini sık sık okurdu. Kitâblarını okuyanlar, millî
konularda ne kadar hassas olduklarını, vatansız, bayraksız, devletsiz
yaşanamayacağını, her milletin aslî değerleri vardır, bunlarda gevşeklik
olursa, millî bütünlüğün ve birliğin sarsılacağını ve buna benzer bir çok
şeyler yazdıklarını görür.
İLMİ VE HİKMETİ: Maddî ve ma’nevî,
dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri
gelenlerinden olduğu için, gerçek hükemâdan idi denilebilir. Her sözü ilme,
fenne ve tecribeye dayandığından ve bu bilgilerini ve tecribelerini dînin temel
ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, dartıp, söylediğinden, hikmet konuşan,
ya’nî her sözünde dünyevî veya uhrevî fâideler bulunan, belki eşi bir daha çok
zor bulunabilecek olan saf ve öz bir değer idi. Kitâblarını okuyanlar ilmî
durumunu anlarlar. Ama şunu da yazayım ki, müceddîdi rûhu ve neş’esi taşıyan
öyle bir fen ve ilim adamına her zaman ihtiyâc vardır. Öyleleri yeryüzünün
direkleri veya yer küresi gemisini, sarsılmaktan ve batmaktan koruyan gemi
demirleridir. Allahü teâlâ eksikliklerini vermesin.
İFFETİ: İffet, vasf-ı
mümtâzı idi. Bir kere evlendi. İki çocuğu ve hanımı ile yetindi. Ne gözü
yabancı birisine değdi, ne gönlünde, Efendi hazretlerinden başkası oldu. O gönlünü
Allahü teâlâya ve Allah’ın sevdiklerine vermişti. Aradığı, istediği hep o
büyükler ve bilhassa Efendi hazretleri idi. Beyt:
Gözümü ve gönlümü neyle meşgul edeyim,
Gözüm hep seni arar, gönlüm hep seni
ister, onun hâline uygundu. Gönlü o aşkla yanarken, gözünden hasret ve gurbet
yaşları dökülürdü. O kadar çok ve çabuk ağlardı ki, görenler acırdı. İffeti,
muhabbetinin neticesi idi.
Rûhum yanar; kalbim
sızlar, ben nereye gideyim,
Kimseler ayrı kalmasın,
bencileyin sevdiğinden buyuran Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aşkı, içine, iliğine
işlemişti. Bunun için emir ve yasakları gözetmek, kendisine hiçbir zaman ağır
gelmedi. Bilakis, teselliyi ve gönül rahatlığını bunlarda buldu. Allah korkusu,
Allah sevgisiyle birlikte olunca, bu güzel meyveler zuhûr etti. Ya’nî hep
Rabbinin rızasına götürecek işler, kendisine kolay oldu. Belâlara sabr, ni’met
az da olsa, şükrü çok ederdi.
Güler yüzlü, tatlı sözlü olup,
konuşanlar ondan ayrılmak istemezdi. Latif tabiatlı olup, sanki bütün güzel
huyları kendisinde toplamış olmak bakımından zamanın garîbesi idi. Kötü
sıfatlardan uzak olup, kimsenin ayıblarını aramazdı. Din düşmanları hâric
kimseyi kötülemez, Allah, Peygamber ve İslâm düşmanlarına la'neti dînî bir
vazîfe bilirdi. Malı, parası yoktu. Sâdece ölüm masraflarını görsünler diye,
helâldan sakladığı, cüz'i bir parası vardı, o da yerine harcandı. Nesi varsa,
kitâblara ve kitâbların dünyâya yayılmasına harcadı. Kimsenin malında gözü
yoktu. Dünyâlık edinmede hiç hırsı ve cimriliği yoktu. Tembel değildi, bilakis
çok çalışkandı. Hased edici, insanlara zarar verici, kibir edici, gadr edici
olmadığı gibi, kötü âdet ve alışkanlıkları da yoktu. Kısaca iyi sıfatları,
güzel ahlâkı edinmeğe çalışan ve kötü huy ve sıfatlardan uzaklaşmağı kulluğunun
gereği bilen bir zât-ı kerîm-ül hisâl idi. Rahmetullahi aleyh. Bir gün bu
fakîre, bir şiir yazın da, Se’âdet-i Ebediyye’de boş kalan yarım sahifeye
koyalım, buyurdular. Ben de şu şiiri yazdım:
Uyan sevdiğim gençlik, bütün ümidler sende Uyan ey Anadolu, ey
şehîdler diyârı Asr-ı seâdetteki adâlet, yeryüzünde,
Yeniden te'sis olsun,
gelsin İslâm baharı.
Ceddinin torunusun, o
kan damarındadır,
İstersen neler olur,
rûhları yanındadır,
Resûlullah’ın aşkı,
kalbinde kanındadır,
O senden yüz çevirmez, ara hakîkî yârı.
Sarıl güzel dînine,
şerîati ihyâ et,
Sünnetin ışığında yok
olsun, gitsin zulmet,
Doğsun islâm güneşi ve hakîkî seâdet Yenide zuhûr etsin, budur
islâm şiârı.
101
ÜÇÜNCÜ
FASIL
MÜCEDDÎDÎLİK’TEKİ
YERİ VE HİZMETİ
Müceddîdîlik, ya’nî ikinci binde islâm
dînini yeniden ilk asırdaki parlak, nûrlu hâline getiren İmâm-ı Rabbânî
müceddîd ve münevvir-i elf-i sânî hazretlerinin açtığı çığırın esası, Şâh-ı
Nakşibend hazretlerinin yolu üzere, bir kaç merhâle daha ileri götürülmüş
olmanın ismidir. Nakşibendî yolunun esası ise, Eshâb-ı kirâmın
(aleyhimürrıdvân) nisbeti şeklindedir. Bunun için, çok kısa da olsa, Eshâb-ı
kirâmın yolunu ve fazîletini arz etmemiz icabetti. Abdullah Dehlevî
hazretlerinin Mekâtib-i Şerîfe'sinin ilk mektûbunu Farsça’dan Türkçe’ye tercüme
ediyorum:
Allahü teâlâya, bize ve
bizden öncekilere verdiği ni'metlerinden dolayı, sevdiği ve beğendiği şekilde,
sayısız hamdü senâlar olsun. Hakîkî sâhibimizin ni'metlerine şükrü nasıl
yapabiliriz ki, bizi ümmet-i merhûme [rahmet olunmuş ümmet] diye adlandıran
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyledi ve Ehl-i sünnet vel-cemâ’at itikadı
üzere bulunmakla şereflendirdi. Kezâ Şeyhayn’ı [Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i
Ömer’i] diğer bütün müslümanlardan üstün tutmak ve iki damadı [Hazret-i Osman
ve Hazret-i Alî’yi] (aleyhimürrıdvân) sevmek, Ehl-i Beyt-i Nebevî’yi sevmek ve
ta'zîm etmek ve Eshâb-ı kirâmın hepsini sevmek ve yüceltmekle mümtâz eyledi, ki
bu sevgi ve hurmet, îmânın ve kurtuluşun esasıdır. Aynı şekilde Peygamberleri
evliyâdan üstün tutma akîdesini ihsân eyledi. Evliyâdan hiç birinin zevk, şevk,
esrar ve ilimleri, hiçbir peygamberin yüksek, parlak nisbetlerine erişemez.
Çünkü onlar, sıfatların tecellilerinden, bu ise zâtın tecellisinden meydana
gelmektedir. Evliyâya Onlara uymağı emr etti. Evliyânın peygamberlere yetişmesi
nerede, Eshâb-ı kirâmın bile evliyâ üzerine üstünlüğü sâbittir. Çünkü Eshâb-ı
kirâm efendilerimiz, peygamberlerin en üstününün ve hayırlısının mübârek
sohbetinin bereketi ile ilahî hikmet çeşmelerine, nihâyetsiz feyiz pınarlarına
kavuşup, kendilerinden sonra gelenlerin hidâyete kavuşmalarına çalışıp,
istirahat etmediler. Resûl-i ekrem’in (sallallahü aleyhi ve sellem) inâyet
nazarlarından kalblerinde buldukları feyz ve nûr ile, sabır, kanâ'at, tevekkül,
rıza ve teslîmi, hayâtlarının sermâyesi yapıp, teheccüd ve nâfile ibâdetleri
kendilerine güzel ahlâk edinip, Allahü teâlâya ve Resûlüne olan muhabbetlerinin
çokluğundan, akrabaları ile savaşmağı, iki dünyâ için seâdet ve kurtuluş bilip,
Allah yolunda cihâdı ve dînin yayılması uğruna severek canlarını vermeği ve
böylece gayr-i müslimlerin müslüman olmasına çalışmağı en büyük ni'met
bildiler. İşte bunun içindir ki, hiçbir velî, en aşağı bir Sahabînin
mertebesine erişemez (radıyallahü teâlâ anhüm). Onun için bunlara teşekkür
bütün müslümanlara lâzım oldu. Allahü teâlâ onlara en iyi karşılıklar versin.
Sübhânallah! Resûlullah’ın mübârek ve eşsiz sohbetinin tesir ve bereketi, ne
şaşılacak bir şey idi. Hepsi Kur'an-ı kerîm ve hadîs-i şerîfle medh
edilmektedir.
Hazret-i Alî
(radıyallahü anh) Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem), Hak teâlâya
kavuşturan en yakın yolu isteyince, Resûlullah cevâb vermeyip, Cebrâil
aleyhisselâmın haber getirmesini bekledi. Cebrâil aleyhisselâm Hak tarafından
gelip :"Ey Allah’ın Resûlü, en yakın yol, zikirdir" dedi. Resûlullah
tevhîd kelimesini telkîn yoluyla üç kerre zikr ettiler. Hazret-i Alî’ye de üç
kere zikr ettirerek telkîn buyurdular. Sonra bütün Eshâb-ı kirâma bir arada
veya münferid olarak telkîn edip :"Küçük cihâddan büyük cihâda
geldik" buyurdular. Buradan anlaşılmış oldu ki, Allah’ın zikri ile meşgul
olmak, nefisle cihâddır. Nefisle cihâd ise, büyük cihâddır. Zirâ nefs, Allah’ın
düşmanıdır. Onu helâk etmedikçe Allah’a dost olup, yakın olunamaz.
Lâkin Hazret-i Alî’den önce, Resûlullah
hicret esnâsında mağarada yanında bulunan Ebû Bekr hazretlerine hafî zikri
[gizli zikri] telkîn edip, muhabbet-i zâtî nisbetini ve Rahmân’ın cezbelerinden
bir cezbeyi kalblerine akıtıp, ihsan etti de, "Allahü teâlânın kalbime
akıttığı her şeyi Ebû Bekr’in kalbine akıttım" buyurdular. O zaman
Hazret-i Ebû Bekr, öyle büyük bir hizmette bulundu ki, o inâyete lâyık olup,
bütün Eshâbdan efdal oldu. Nitekim hadîs-i şerîfde :"Peygamberlerden sonra
güneş, Ebû Bekr’den üstün bir kimse üzerine doğmamış ve batmamıştır"
buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de :"Ebû Bekr’in size üstünlüğü, namazının
ve orucunun fazlalığı ile değil, kalbinde taşıdığı kıymetli bir şeyledir"
buyuruldu.
Hazret-i Ebû Bekr’in kalbinde taşıdığı
şey, hicret esnasında mağarada Resûlullah’ın, kalbine akıttığı zât-i ilâhîye
mahsûs muhabbet nisbeti ve Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe idi. Nitekim
hadîs-i şerîfde :"Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin amelinden ağırdır" buyurulmuştur. Resûlullah’dan sonra Hakkın
halîfesi Hazret-i Ebû Bekr olunca, bu nisbeti, dil ile sessiz olarak bazı
Sahabiye telkîn ve ifâde etti. Bazı Sahabi de bazı Tabiine verdi ve bu nisbet
büyük ellerden büyük ellere ve büyük kalblerden büyük kalblere devrederek
meşayıh-ı kirâm arasında teselsül etti. Tâ ki, Hâce Abdülhâlık Gocdevanî
hazretlerine Hızır aleyhisselâm kalb zikrini, nefesini tutma yolu ile ta'lim
edince, Hâce hazretleri, dille sessizce zikri bırakıp, kalb ile zikr eyledi ve
sâlikleri de böyle yetiştirdi. Buradan anlaşılmış oldu ki, bu yolda
[Nakşibendîde] olan kalb ile zikir, Hızır aleyhisselâmdan ve Hazret-i Ebû
Bekr’den gelmiştir. Onun için bu yüksek yol, Ebû Bekr hazretlerine nisbet
olunur ve bu yola ‘Cezbe yolu’ ve nisbetine de ‘nisbet-i Zâtiyye’ denir.
Bundandır ki, bu yüksek yolun mürşid ve mürebbileri, bazı sâlikleri, kısaca
cezbe ile terbiye edip, Hakka vâsıl ederler, yahud zikir telkîn edip, sülûkte
tafsîli terbiye ile Hakka kavuştururlar. Lâkin cezbe ile terbiye, mürşidin
tasarruf kuvvetine bağlıdır. Cezbe ile terbiyede sâlik, zorluk ve sıkıntı
görmeden Hakka vâsıl olup, sülûkteki sıkıntılarla karşılaşmaz. Ayrıca sülûk,
yolu uzundur.
Diğer tarafdan Menâkıb ve Makamât-ı
Ahmediyye-i Saîdiyye kitâbının mukaddimesinde yazar:
Nakşî ve Müceddîdî
büyüklerinin yaratılmasından maksad, Hak teâlânın ma'rifeti, kurb ve ihlâsın
yüksek mertebelerine kavuşmak, şühûd ve ihsânın yüce makamlarına erişmektir.
Peygamberân-ı kirâm da (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm) bunun için
gönderilmiştir. İşte Sahabe ve Ehl-i Beyt, Resûlullah’ın şerefli sohbetinin
bereketi ile ma'rifetin yüksek derecelerine kavuşmuş, isim ve sıfatların
tecellilerinden geçip, zâtın tecellileri ile şereflenmişler ve bu mübârek
sohbette kalbleri tasfiye, nefisleri tezkiye, ahlâkları hamîde olmuştur. Her
amel ve hallerinde Resûlullah’a tam uymuşlardır. Bununla beraber, bu
büyüklerden çok nâfile ibâdet, melûfâtı terk, şiddetli riyâzet ve çetin
mücâhedeler, birkaç istisna dışında, bildirilmedi. Çok yüksek derecelere
kavuşmuş oldukları halde, kendilerinden çok kerâmet de sâdir olmadı.
Kerâmetlerin çokluğu, mertebelerin yüksekliğinden olmadı; bunun sebebi daha
başkadır. Onların halleri, sekîne, tumâninet, kuvvetli îmân ile ancak
anlatılır. Çünkü onların letâfet ve kemallerine idrâkin eli ulaşamaz. Sofiyye
kitâblarında bildirilen istiğrak, bîhudî, fenâ, bekâ ve diğer makamlar, o dînin
öncülerinden pek anlatılmaz. Tâbiîn ise, bu yüksek derecelere onların
sohbetinde kavuştu. Tebe-i Tabiîn de, bunların sohbetiyle kemâle geldi. O güzel
asır bitip, insanlar ve fikirleri arasında ayrılıklar görülünce, bid'atler
ortaya çıktı. Böylece bir çok fırkalar zuhûr etti. Tam doğru yolda, sırat-ı
müstakîm üzere bir fırka bulundu. Buna Ehl-i sünnet vel-cemâ'at dendi. Onlar
sünnete uymayı ve bid'atten sakınmağı şiar edindi.
Zamanın sofiyye büyükleri
onlardan bir çok makamlar alıp, tevbe, inâbe, zühd, kanaât, tevekkül, rıza,
teslîm ve benzerlerinde nice mücâhedelere katlandılar. Her makamda temkîn ve
rusûhun kemâline kavuştular. Yollarının esasını, az yemek, az uyumak, az
konuşmak, insanların arasına az karışmak, nefse muhâlefet etmek, hep abdestli
durmak ve hep Hakkı zikr etmek üzerine kurdular. Çok rıyâzetler çektiler. Kimi
günde bin, kimi beşyüz rekât namazı vazîfe edindi. Kimi günde iki, kimi günde
bir kere hatm-i Kur'ân eyledi. Kimi kırk sene uyumadı, kimi yetmiş sene sırtını
yere koymadı. Kimi uzak memleketlerden yetmiş, kimi baş açık, yalın ayak,
yemeksiz ve bineksiz hac eyledi. Kimi on, kimi yirmi, kimi kırk günde bir yedi.
Vatanlarını bırakıp, dağlara, sahralara düşüp, yaprak ve ağaç kökü ile iktifâ
eyledi. Yama üstüne yamalı elbiseler giydiler. Kimi bir başlığı elli, kimi bir
eski kilimi otuz sene kuşandı. Kavuştukları haller ve kemâller ile, bu
zorluklar onlara kolay geliyordu. İşte Allahü teâlâ bu zor mücâdeleleri sebebi
ile, onlara kendi muhabbet ve yakınlığını ihsân etti de, onlar cihânın
önderleri, tevhîdin rehberleri olup, muhabbet cezbesi, şevk na'rası, zevk
sayhası gibi hallerin ehli oldular. Herkesin bilmediği şeyleri bildiler,
maddede tasarruf ettiler. Havada uçmak, tayy-i mekân, su üstünde yürümek,
hakîkatleri değiştirmek, uzak ve yakından imdâd istiyenlerin feryâdına yetişmek
gibi hârikalar gösterdiler.
Sonra Asr-ı Seâdet güneşinden
uzaklaşıldı. Zaman geçti. O nûrlar kalmadı. Himmetler düştü. Bu mücâhedeleri
yapabilecek, pek az kimse kaldı. Ve dünyâ zulmeti bürünüyor derken, Allahü tâlâ
Pîr-i Pîrân, Hâce-i Cihân, tarîkatın imâmı, hakîkatın bürhânı, derdli kalblerin
tabîbi, müşkillerin açıcısı, Şâh-i Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerini
dünyâya getirdi ve onunla kendine ulaşan yeni bir yol izhâr eyledi.
Abdullahı Dehlevî hazretleri 87. mektûbunda diyor ki:
Şâh-ı Nakşibend’in
(radıyallahü anh) yüksek hallerinden teberrüken birkaç satır yazıyorum. Bu
haller onun Makamât'ında geniş olarak bildirilmektedir: Evliyânın imâmı,
tarîkatın reisi, hâcelerin hâcesi, Hâce Behâeddin Nakşibend (radıyallahü anh)
seyyidler hânedânına mensûbdur. Mübârek soyu, oniki İmâm’dan Hazret-i Muhammed
Takî’ye (radıyallahü anh) ulaşır. Hicrî 71 8 (m.1 31 8) senesi Muharreminde
dünyâyı şereflendirdi. Hazret-i Hakîm Alî Tirmizî [320- m.932] ve Hazret-i Hâce
İshak Yesevî [590- m.11 94] gibi evliyâ ve diğer bazı sâlihler, onun dünyâya
geleceğini önceden haber verip :"Buhâra’da bir meczûb ve mahbûb gelecek,
dünyâ onun hidâyet ve velâyet nûru ile aydınlanacak" dediler. Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî [755- m.1 354] hazretleri, Onların köyünden geçerken
:"Bana buradan, Allah’ın velî kullarından birinin velâyet kokusu geliyor.
Yakındır ki, bu Kasr-i Hinduvân [Hindular Köşkü] Kasr-i Ârifân [Arifler Köşkü]
olur." buyurdu. Yine bir gün : "O koku çoğaldı, her halde o velî
dünyâya gelmiştir" dedi.
Hâce hazretlerini,
ya’nî Şâh-ı Nakşibend efendimizi, onun huzûruna götürdüler. Görünce
:"Yıllardan beri kokusunu alıyoruz dediğim velî, işte budur. Çok yüksek
makamlara erişecek, yolunda çok evliyâ yetişecektir" buyurdu.
Hâce hazretlerine,
onsekiz yaşında iken, Hakkın cezbesi geldi. Himmet, istek ve gayret yüzünü
herşeyden çevirip, Sofiyye-i aliyye yolunda sülûke koyuldu. Riyâzet ve ibâdet
mesleğini seçti. Kalbin tasfiyesi için yedi günde bir yerdi.
Hazret-i Hâce, dîn
ilimlerinde de büyük âlim oldu. Hadîs ilmini İmâm-ül Hüdâ Behâeddin Kaşlakî'den
alıp, sened eyledi. Mevlânâ Behâeddin Kaşlakî hazretleri, aynı zamanda en büyük
evliyâdandır. Daha ilk karşılaşmada Hazret-i Hâce’ye :"Senin gibi
yüksekten uçan bir kuş daha vardır. O da Ârif Digrânî’dir. Onu görmek ister
misin?" buyurdu. Elbette isterim, diye arz etti. Sonra damın üzerinden
seslenip :"Ârif, gel!" buyurdu. Mevlânâ Muhammed Ârif, o anda
bulundukları yerden yüzyirmi kilometre uzakta idi. O mesâfeden sesini işitip,
sanki bir adımda yanına geldi ve Şâh-ı Nakşibend hazretleri ile görüştü. İşte
bu Muhammed Ârif, Mevlânâ Behâeddin Kaşlakî hazretlerinin
yetiştirdiklerindendir. Mevlânâ’dan sonra Seyyid Emîr Külâl hazretlerinden çok
feyizler aldı. Hazret-i Hâce [Şâh-ı Nakşibend hazretleri] ona çok ta'zîm ve
hürmet ederdi.
Hazret-i Hâce, üç
vâsıta ile Hâce-i Cihân Hazret-i Hâce Abdülhâlık Gocduvânî’ye ulaşan Mevlânâ
Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin halîfesi Seyyid Emir Külâl hazretlerinin sohbetinden Hâcegân
nisbetine kavuştu. Seyyid Emir Külâl hazretleri pîr ve mürşidinin vassıyyeti
mucibince, Hâce Nakşibend hazretlerinin tam yetişmesi ve kemâle gelmesi için,
çok gayret etti. Kendisinde bulunan bütün fuyûzât ve vâridâtı ona verdi,
terbiyesinde hiç eksiklik etmedi. Hâcegân nisbeti [velâyet-i hâsse-i
Muhammediyye] onda hâsıl olunca, buyurdu ki :Himmetiniz yüksek oldu. Sizin
rûhaniyyet kuşunuz, beşeriyyet yumurtasından çıktı. Azîzim, bizden buraya
kadar. Bu maksaddan nerede bir koku bulursanız, oraya konarsınız. Hâce
hazretleri tevâzu gösterip :"Başım kapınızın eşiğinin toprağıdır; sizinle
kavuştuklarım bana yeter" diye arz edince, Seyyid Emir hazretleri :
"Allahü teâlânın rızası, size söylediğimdedir. Meşâyıh [ya’nî bu yolun
büyükleri] sizden râzı olup sizin daha yüksek kemâllere ve derecelere
kavuşmanıza müteveccihlerdir" buyurdu. İşte Hazret-i Hâce bundan sonra,
maksadına kavuşmak için yollara düştü, yolculuklara katlandı.
Ve nihâyet Ahmed Yesevî
kolundan gelen en büyük mürşidler zincirinin halkalarından olan Şeyh Kuşeym
hazretlerinin sohbetine ulaştı. Seyyid Ahmed Yesevî hazretleri ise, bilindiği
gibi, Hâce Abdülhâlık Gocdevânî hazretleri ile birlikte, Hâce Yûsuf-i Hemedânî
hazretlerinin halîfelerindendir. Hazret-i Hâce bir müddet onun sohbetinde kalıp,
istifâde etti. Şeyh Kuşeym, Hazret-i Hâce hakkında "Kalbi şevk ve erişme
arzusuyla ve endişesiyle dolu olarak, tâ Buhâra’dan buraya geldi"
buyurmuştur. Şeyh Kuşeym hazretleri, Yesevî silsilesinde en büyük
âriflerdendir. Vefât edeceği zamanı bilip, hasta olmadan önce :"Su ısıtın
ve mezar kazın!" buyurup, ardından bir müddet zikr etti ve cânı cânâna
teslim eyledi.
Hazret-i Hâce Hak
teâlâya yakarıp: Yâ Rabbi, evliyânın rûhlarına akıttığın muhabbetin
deryâsından, bir damlacık olsun, Behâeddin’e de ver" diye arz edince, bir
ses duydu :"Ey himmeti düşük! Bizden bir damlacık mı istersin?"
Kendisi anlatıyor. Bunu işitince, başıma öyle bir tokat vurdum ki, acısı kaç
zaman devâm etti. O zaman dedim ki :Eğer sultan-ül ârifin Bâyezid-i Bistâmî
hazretlerinin nihâyeti, Behâeddin’in bidâyeti değilse, Allahü teâlânın
muhabbeti Behâeddin’e haram olsun!"
Böylece kuvvetli
mücâhedelelerle ulaşacağı makamlara ulaştılar.
Hazret-i Hâce’den
meydana gelen velâyet eserleri, nûrlar, haller, keyfiyetler, tasarruf ve
kerâmetler, ikiyüz senedir hiçbir velîden bildirilmemiştir.
Nakşibend ismi ile
anılmaları, babalarından birinin kalîn [renkli kilim] örücü olmasındandır.
Nakşibendî, ya’nî renkli iplikler bağlardı. Bir başka ta'bîrle, tâliblerin
kalblerinden Allah’dan başka her şeyi, küçük bir teveccühle siler, kalblerini
Hakka bağlardı.
Tarîkatte onlara
intisabın sebebi, nefy-ü isbattan [Lâ ilâhe illallah kelimesini usûlü ile
söylemekten] devâmlı bir cezbenin hâsıl olmasıdır. Bu kelimenin zikri, Hâcegân
hânedânında yapılagelen bir vazîfeydi. Bir de ma'iyyet [beraberlik]
murâkabesinden bir cezbe meydana gelir. Bu murâkabe, Hazret-i Hâce ile meydana
çıkmış olup, daha evvel yok idi. İki cezbeyi de kuvvetlendirip yaydılar.
Hazret-i Hâce’nin sohbetinde birkaç gün kalmakla, kalb halleri tâlibi öyle kaplardı
ki, tuzlu ile tatlıyı ayıramazlardı. Allahü teâlâ kendisine hayırlı karşılıklar
versin!
Hidâyet ve rüşd
eserleri, daha çocukken yüzünden hüveydâ idi. Onun kerâmetleri hârikulâde
halleri ve tasarrufları, hakkında yazılmış olan kitâblarda
bildirilmektedir.
Dört yaşında idi ki:
Bizim yüklü inek, alnı beyaz bir buzağı yavrulayacaktır" dedi, öyle oldu.
Bir gün evliyâdan
meydana gelen, öldürme ve diriltme konuşuluyordu. Muhammed Zâhid’e
:"Öl" buyurdular. Öldü. Bir müddet sonra :"Kalk, diril"
buyurdular. Dirildi, kalktı. Halbuki rengi değişmiş idi.
Bir gün, Hüsrev'e
:"Kendini bu yolda fedâ et ve nehre atla!" buyurdu. O da, tereddütsüz
kendini Ceyhun Nehri’ne attı. İnsanlar kendini boşuna yere tehlûkeye attı,
dediler. Bir zaman sonra Hâce hazretleri :"Hüsrev, çık gel" buyurdu.
Hemen nehirden çıktı geldi. Hiç bir yeri ıslanmamış idi. Hayretle kendine
bakanlara :"Orada bir odada murâkabe hâlinde idim" dedi.
Bir gün evliyânın
havada uçmasından konuşuluyordu. "Bu da iş midir?" buyurup, kenarda
duran zenbile : "Hadi yerinden havaya kalk ve şuradaki toz-toprakları
içine doldur ve gel" buyurdu. Zenbil havalandı ve ilerideki rüzgârdan toz
toprakla karışık yerden kendini doldurdu ve geldi. hattâ birçok def’a bunu
yaptı. Nihâyet :"Yetişir" buyurdu da, zenbil bir daha gitmedi.
Birisi Hazret-i Hâce’yi
ziyarete geldi ve :"Gelirken önüme çıkan nehirden ayaklarım ıslanmadan
geçtim. Yolda bir ceylân sürüsü gördüm, onlara seslenip, yanıma çağırdım;
koşarak yanıma geldiler. Onları yakından seyrettim. Karnım acıkmıştı. Sıcak yemek
olsa da, yesem, dedim. Üstünden buharlar çıkan bir tencere göründü. Yedim"
dedi. Hazret-i Hâce’nin huzûruna gelince, buyurdu ki :Evden ayrıldığın günden
beri, gözüm üzerindedir. Ayağının altına elimi ben koydum da suya batmadan
nehirden geçtin. Seyretmen için ceylânları senin yakınına ben getirdim. O sıcak
yemek dolu tencereyi senin önüne ben koydum. Şu anda kalbindeki hallerin
hepsini istersem alırım" buyurup, hemen o hallerin yok olmasına teveccüh
ettiler. Halleri yok olup, kendini bomboş buldu. Tekrâr teveccühle eski
hallerini ona verdiler. Tekrâr aldılar. Sonra, o halleri, kendinden daha yüksek
feyz ve haller katarak, ona iâde ettiler ve ardından :"Allahü teâlâ bize,
halleri almak ve vermek kerâmetini ihsân etti" buyurdular.
Adamın biri gelip,
amcan öldü, dedi. Hazret-i Hâce: Ölmemiştir, ben onun ölmesini
istemiyorum" buyurdu ve başını önüne eğdi. Sonra kaldırıp :"Ölmüştü,
dirildi. Onun rûhunu melekten aldım, bedenine getirdim" buyurdu.
Himmet ve teveccühle
Tâlibleri maksadına kavuşturmak, Hazret-i Hâce’nin husûsî hallerinden olup,
teveccühle kalbleri zikr ettirir ve feyzler sunarak, cem'iyyet [kalbinde
Allah’dan başka şey bırakmaz], cezbe ve vâridât ihsân ederdi. Bir halden daha
yüksek bir hâle, bir makamdan daha yüksek bir
makama götürürdü. Tâlibin bunlarda bir dahli olmazdı.
Hazret-i Hâce’nin
halîfesi [ve kaim makamı] Hazret-i Hâce Alâeddin Attâr, kendilerine arz edip :
"Dervişlerden biri, kalb halleri, bana göre ayın ondördüncü gecedeki hâli
gibidir söyler" dedi. Hazret-i Hâce :"O, kendi kalbindeki nûrların
parlaklığını söylemiş. İnsana âid, hakîkat-i câmi'a denen büyük kalb
başkadır" buyurdu ve yakasını tutup teveccüh buyurdular. Alâeddin Attâr
hazretleri, Arş içindekileri kendinde müşâhede edip, Hazret-i Hâce’nin küçük
bir iltifatı ile Kalb-i kebîrin [büyük kalb denen hakîkat-ı câmi'anın]
hakîkatine kavuşup, bu büyük açılma ile bâtını kemâline ulaştı. Bunun üzerine
Hazret-i Hâce :"Kalb budur, o değildir" buyurdu.
Hazret-i Alâeddin Attâr
( kuddise sirruh) buyurdu :"Hazret-i Hâce’nin bereketli ihsânları ile,
dünyâdaki bütün insanları evliyâ yapabilirim. Fakat Allahü teâlânın rızâsı
bunda değildir.
Hazret-i Hâce bir
def’asında bir câriyeye teveccüh ettiler. Cezbeye kapılıp kendinden geçti. O
halde evine gitti. Sâhibesi olan hâtun onu görünce kendinden geçip düştü. Gelen
komşu kadın evin sâhibesini görünce, o da kendinden geçip, cezbeye kapılıp,
muhabbet sarhoşu oldu.
Hazret-i Hâce’ye mahsûs
olan "Sonun başlangıca yerleştirilmesi" Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) tasarruflarından bir numûnedir. Zirâ Resûlullah’ın daha ilk
sohbetinde bulunanların kalbleri, hikmet çeşmesi olurdu ve bu bir sohbette
bulunmakla evliyâdan üstün olurlardı. Allahü teâlâya teveccüh devâmlı olunca ve
düşüncelerin kalbe az gelmesi veyâ hiç gelmemesi diye bilinen huzûr ele geçince,
yahud kalbde devâmlı güzel haller bulununca, buna sonun başlangıca
yerleştirilmesi denir.
Hâce hazretleri buyurdu
:"Bana o kerâmeti ihsân ettiler ki, benim vâsıtamla belâlar kaldırılır.
Başınıza bir belâ gelirse, bana sığının [beni vâsıta ederek isteyin] ve
ihtiyaclarınızın, isteklerinizin yerine geldiğini görün. Otuz senedir,
Behâeddin ne diliyorsa, Hak teâlâ onu yapıyor.
Hazret-i Hâce’nin
mezârı, insanların isteklerinin, hacetlerinin görüldüğü bir bereketli yerdir.
Padişahın emri ile, birini yüksek bir minâreden aşağı attılar. Bir yeri
incinmedi. Şaştılar. O ise "Hâce Nakşibend hazretlerinin mezarına teveccüh
ettim, ona Müşkil-küşâ, ya’nî zorlukları açan dedikleri herkesin ma'lûmudur.
Mezardan bir el çıktı ve beni tutup, buraya koydu" dedi.
Özbekî :"Ey Hâce,
sakalım yok, dedi. Hâce hazretlerinin inâyeti ile yüzünde sakal belirdi.
Câhil kadı: Ey Hâce
hazretleri, ilmim yok dedi. Hazret-i Hâce’nin
yardımıyla, fukahadan sayılacak büyük âlim oldu.
Hazret-i Hâce
buyurdular: Bana öyle bir tarika [yol] ihsân edildi ki, elbette kavuşturucudur.
Bu yolda mahrumluk yoktur. Kazanılan ise çoktur. Allahü teâlânın fadlı, lütfu
ile feyizler ulaşır. Benim yolumda mücâhede yoktur. Sünnete uymak ve azîmetle
amel neticeye kavuşturur. Biz fadlıyanız, biz murâdanız. [Ya’nî biz Allahü
teâlânın fadlına, ihsânına kavuşanlardan ve Hakkın çekip götürdüklerindeniz].
Resûlullah’ın sünnetine uymak, azîmetle [haram ve şübhelilerden kaçınarak] amel
etmek ve kalb ile zikr, benim yolumdur. Bizim bu yolumuzdan yüz çeviren büyük tehlikededir.
Çok zikirden hâsıl olan
bağı büyük mürşidinden edindi.
Hazret-i Hâce’yi,
kuvvetli cezbenin ihsân edildiği ma'iyyet [hep Rabbi ile olmak] murakabesi ile
süslemişlerdir. Bu iki cezbede [Râbıta ve maiyyet] husûsî bir temâyüzleri
vardır.
Molla Câmî, Hazret-i
Hâce’nin 791 Hicrî senesi Rebi’ül evvel ayının üçüncü günü âhırete intikal
ettiğini bildiriyor.
Şunu da bildirmeden
geçmiyelim ki, düşüncelerin kalbe az gelmesi veyâ hiç gelmemesi, kalbde bir
huzûr, teveccüh veya kalb hallerinden bir keyfiyyet hâsıl ediyorsa, bu hâle
nihayetin başlangıca yerleştirilmesi denir. Bu huzûr ve haller, diğer yollarda
sonda ele geçerse, çok büyük ni'mettir. Bu huzûr ve teveccühün dereceleri
vardır. Huzûr altı ciheti de [sağ, sol, ön, arka, alt, üst] kaplarsa, buna Nakşibendî
nisbeti denir. Müceddîdî nisbetinde ise, on latifenin her birinde bu huzûr
hâsıl olur. Büyüklerimiz hep böyle demişlerdir. Bu fakîr [Abdullah Dehlevî
hazretleri] büyüklerimizin vâsıtası ile, bütün bu halleri görmüş ve
göstermişim. Beyt:
Nakşibendîler güzel kafile sürücüler Gizli yoldan hareme
kafileyi sürerler
Ya’nî kısaca diyelim
ki, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin şerefli tarîkatı, tasavvuf yolunun esası,
zikr-i hafîye [kalb zikrine] devâm, kalbe teveccüh ve kalbin Allahü teâlâya
teveccühüdür. Ayrıca kalbi luzûmsuz hâtıra ve düşüncelerden korumak ve belli
miktar zikirden sonra :Yâ Rabbi, maksûdum sensin ve senin rızândır. Kendi
muhabbet ve ma’rifetini ihsân et" demektir. Neticesinde ise, şerîate
uymak, Sünneti seniyye üzere yaşamak, bid’atten uzak olmak, her işte orta yol
üzere bulunmak, bunlarla birlikte yüksek makamlara kavuşmak ele geçer.
İşte bu silsile-i
aliyye, Bâyezid-i Bestâmî’ye uğrayıp, ondan Tayfûriyye, Abdülhâlık
Gocdevanî’den Gocduvâniyye, Şâh-i Nakşibend’den Nakşibendîyye,
Alâeddin Attar’dan Alâiyye, Ubeydullah
Ahrar’dan Ahrâriyye ve İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânîden (kaddesallahü
esrarehüm) Müceddîdiyye, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’dan Mazharıyye, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretlerinden (kuddise sirruhüm) Hâlidiyye isimleriyle işaret olunan
feyz ve kemâlat ile nisbette ayrı bir yakîn, bir parlaklık ve kolaylık husûle
gelmiş, zamanın menfî temâyülüne karşı, yeni bir nûr, yeni bir hareket, yeni
bir kuvvetle karşı konup, nihâyet Seyyid Abdülhakîm hazretlerine kadar
ulaşmıştır.
Ancak, bu büyükler
hânedanı içerisinde Müceddîdîliğin ayrı bir yeri olduğundan, bu husûsta da kısa
bir ma'lumattan sonra sözümüze devâm edeceğiz.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd
ve Münevvir-i elf-i sânî olarak bilinen, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)
neslinden Şeyh Ahmed bin Abdülehad hazretleri 971 (m.1 563) yılında
Hindistan’da Serhend şehrinde dünyâya geldi. Daha çocuk iken, alnında rüşd ve
velâyet nûrları, lutüf ve inâyet eserleri zâhir idi. Çok küçük iken hal ve söz
sâhibi Şâh Kemâl hazretlerinin Kâdirî tarîkatine girmiş ve büyüklerin
lütuflarına kavuşmuştu. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve babasından
bir çok ilimler ve tevhîd ma'rifetlerini öğrendi. Çeştî yolunda irşâd icâzeti
ile şereflenip, onların kâim makamı olmuştu. "Gençlik cününün şubelerinden
bir şu'bedir" hadîs-i şerîfinin işâret ettiği onyedi yaşına gelince,
zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde, akran ve emsâlinden ileri gitmiş, sonunda
Delhi şehrinde, şerîat, tarîkat ve hakîkatin rehberi Hâce Muhammed Bâkî
hazretlerinin Muhammedî nûr ve feyzler saçan sohbetine kavuşup, iki ay birkaç
gün zarfında, Allah’ın evi diye bilinen Kâbe’yi ziyârete gitmek arzusuyla evden
çıkmışken, yolda Kâbe’nin sâhibine kavuşmuştur. Hâce Muhammed Bâkî zamanının en
büyük mürşid-i kâmili olup, altı vâsıta ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerine ulaşır.
Onun bereketli sohbetinde tesirli nazar ve teveccühleri ile öyle olgunlaştı ki
:"Gerçi Muhammed Mustafâ’nın sohbetine yetişemedim ama, Allahü teâlâya
nihâyetsiz hamdü senâlar olsun ki, Muhammed Bâkıbillah’ın sohbetinden mahrûm
kalmadım." buyurmuştur. Gördüklerini orada gördü, kavuştuklarına orada
kavuştu. Hâce hazretleri o günlerde, sevdiklerinden birine yazdığı mektûbda
:"Serhend’den şeyh Ahmed isminde, ilmi çok, ameli sağlam bir kabiliyet
sâhibi geldi. Birkaç gün bu fakîrle oturup kalktı. Onun, bir hârika olacağı
anlaşılıyor. O, bütün dünyânın, nûru ile aydınlandığı bir güneş olacak"
diye yazdı.
Mektûbât kitâbı üç cild
olup, 536 mektûbdur. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, Resûlullah’ın güzel ahlâkını,
Eshâbının İslâmdaki yerini, büyükleri sevmenin fazîletini, sünnet-i seniyye
üzere yaşamanın lüzûmunu ve daha çok şeyleri açıklayan bir deryâdır. Bu
deryâdan inci, mercan çıkarmak, ancak usta dalgıçlara nasîb olur.
Ömrünün sonuna doğru,
mezhebsizlerin iftiraları üzerine 1027 (m. 1617) senesinde Selîm Şâh tarafından
Guvaliyâr şehrinde kaleye habsedildi.
1 029’da Şâh hatâsını anlayıp,
çıkarıp özür diledi. İki sene asker arasında ma’nevî eğitimci olarak bulundu.
Kış aylarında nefes darlığı olurdu. Soğukta, arkası yünlü hırka giyerdi. 1034
(m. 1624) senesi Safer ayının yirmidokuzu [2 Kasım] salı günü vefât etti.
Evinin yanına defn edildi. Efgan padişahı Şahzaman, İmâm için büyük ve çok
san'atlı bir türbe yaptırdı. İki oğlu, Muhammed Sâdık ve Muhammed Saîd de bu
türbededir.
Mekâtib’de Abdullah
Dehlevî hazretleri şöyle bildirir: Hazret-i Müceddîd (radıyallahü anh) Çeştî,
Kâdirî ve Sühreverdî zikir telkînlerini yüksek babasından, Kübrevî yolunu
Mevlânâ Ya'kub Sirfî’den aldıktan sonra, Nakşibendî yolunu Şeyhlerin şeyhi
Hazret-i Hâce Muhammed Bâkîden alıp, kısa zamanda huzûr, şuhûd, cezbeler,
vâridât, nûrlar ve Ahrârî yolunda bulunan tevhîd-i vücûdî sırlarına kavuşmakla
şereflendi. Hâce hazretleri, Allahü teâlânın mücerred ihsânı olan Hazret-i
Müceddîd’in yüksek istidadını, çabuk ve büyük ilerlemelerini överek buyuruyor ki:
Şeyh Ahmed öyle bir güneştir ki, bizim gibi binlerce yıldız onun ışıklarının
parlaklığında görünmez. Gök kubbe altında onun gibi bir başkası yoktur."
Bütün bu ilerlemelerin
sebebi, her ne kadar Allahü teâlânın bir ihsânı ve yüksek mürşidinin teveccüh ve
iltifâtı ile ise de, kendisinin, yukarıda dendiği gibi, ilim ve amelinin çok ve
ihlâslı olması ve Nakşibendî tarîkatine uymakla şereflenmesi de göz ardı
edilemez. İşte bunun için, Allahü teâlâ kendisine Hâce Muhammed Bâkî
hazretlerinin terbiyesi ile yeni bir yol verdi. Bu yolda on latife ve bunların
ötesinde çok ilim ve ma'rifetler vardır. Her latifede ayrı ayrı sırlar zuhûr
eder. Her latifenin halleri ve keyfiyetleri çoktur. Mürşidi Hazret-i Hâce,
kendisine :"Senin ilim ve ma'rifetlerinin hepsi sahîhdir ve peygamberlerin
kabûl buyuracağı cinstendir" buyurdu. Âlimler ve ârifler onun yeni yolu
ile şereflenip, bu yolun hak ve doğru olduğunu söylemişlerdir.
Hazret-i Hâce’nin
sohbetinde kavuştuğu Nakşibendî nisbeti, Allahü teâlâdan hiç gafil olmamak ve
hep Onunla huzûrda bulunmaktan ibârettir ve altı ciheti içine almaktadır.
Hazret-i Müceddîd’in
baba ve dedelerinin hepsi ilim ve ihlâs sâhibi olup,
zamanlarının meşâyıhından, ekâbirinden ve evliyâdan idiler.
"Ümmetimden SILA
isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" hadîs-i
şerîfi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkındadır. Sıla, birleştirici demektir.
Şerîat ve tarîkatı birleştirdiği için, bu isim Ona verildi. Zamanın âlimleri
ona bu isimle hitâb eylediler. Kendisi de, oğlu Muhammed Ma'sûma (kuddise
sirruh) yazdığı bir mektûbda "Beni iki deryâ arasında Sıla yapan Rabbime
hamd ederim" buyuruyor.
Üstâdı Hâce Bâkıbillah,
onun için :"Şeyh Ahmed, muradlardan ve mahbublardandır." buyurdu.
Çabuk ilerlemelerinin sebebi de bu idi.
Hâce hazretleri, kendisini
mutlak hilâfetle Sihrind’e [Serhend] gönderirken, kendisi irşâd makamından
çekilip, bütün talebesinin, hattâ kendi oğullarının terbiyesini Ona havale etti
ve :"Kendimi onun tufeylisi biliyorum" buyurdu ve zaman zaman onun
sohbetinden istifâde eyledi. İrşâd avazı dünyâya yayıldı. Hidâyet sesleri
kalbleri bahar gibi yeşertip nice yenilikler zûhur eyledi. Bin yıllık namaz,
yeniden Asr-ı Seâdetteki ma'nâsıyla Mi'rac oldu. Kutb-ül aktab, irşâd,
kayyûmluk davulu, Onun ismiyle çalındı. Velâyet derecelerine kavuşmak, bir
iltifâtı ile nasîb oldu. Ebdâller, Evtâdler, onun huzûruna koştu. Evliyâlık
nûrları, haller, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile yazılacak
cinsten değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrasında dolaşanlar, onun sohbetinde
hidâyete kavuştu. Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sâhiline
Onun iltifatı ile erişti. Hakîkat ve ma'rifet tâlibleri, karınca ve çekirgeler
gibi onun etrafına üşüştü. Sultanlar, kumandanlar ve vâliler, pervâne gibi, bu
hidayet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Sohbetinde, tâliblere nisan yağmuru
gibi gelen feyizlere, yedi kat gökteki melekler gıbta eder oldu. Her taraftan,
âlimler ve fadıllar büyüklüğünü ve kerâmetlerini işitip, velâyet saçılan
kapısının eşiğine yüz sürmek için acele ettiler. Allahü teâlâya yaklaştıran
teveccühleri ve nazarları bereketiyle, huzûra, nûra, cemiyyete ve hiç
uğraşmadan müşâhadeye ve çile çıkarmadan tevhîde kavuştular. Vahdet denizine
dalmadan, ehadiyyet deryâsında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesrette
vahdetin müşâhadesi, muhabbet cezbeleri ile gönül ma'rifetleri, küçük bir
iltifatın semeresi oldu. O zamana kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde,
başka nisbetler ele geçti. Daha öncekilerin iftar etmeden oruç tutmaları, kırk
gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun
huzûrunda yetişenler için, özenilecek şeyler olmaktan çıkıp, amellerde ve
ibâdetlerde orta hal üzere olmak, dua ve tâatlerde sünnete tam yapışmak,
onların yerini aldı. Yıllarca riyazetle ele geçebilenler, onun bereketli teveccühü
ile, hemen hâsıl oldu. Mübârek zâtı, Allahü teâlânın büyük ni'meti ve Resûlünün
vekili oldu. Nihâyetsiz yolların rehberliği ona verildi. İkinci bin yıllarının
müceddîdi oldu. Böylece Hazret-i Mehdî’ye kadar, gelecek feyiz ve bereketler,
Onun vâsıta olmaklığına bağlandı. Yeni yeni ilimleri, duyulmayan ma'rifetleri,
kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı garîb keşifleri ile,
yeni bir yol açtığı, güneş gibi meydandadır. İlmi üç kısım idi. En aşağı
kısmına giren yazıları ve Mektûblarını okuyanlar hayretten parmaklarını
ısırıyorlar.
Her yüz sene başında
bir müceddîd [dini kuvvetlendirici] gelir. Ama, yüz senede bir gelen müceddîd
ile, bin senede bir gelen müceddîd arasında çok fark vardır. Yüzle bin
arasındaki fark kadar, hattâ daha çok fark vardır.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin vakti şöyledir ki, eski ümmetler zamanında dünyânın zulmetle dolu
olduğu yıllarda, bin senede bir ulûl’azm Peygamberler, yeni bir dînle
gönderilirdi. Ümmetlerin en hayırlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu
ümmetin Peygamberi de, peygamberlerin sonuncusudur. "Ümmetimin âlimleri
Beni İsrâil’in peygamberleri gibidir" hadîs-i şerîfi bunu haber veriyor.
Demek ki, bu ümmette âlimlerin varlığı kâfi görüldü. Böyle bir vakitte, ya’nî
Peygamber Efendimizden bin sene sonra, ma'rifeti tam, âlim ve ârif bir zât
lâzımdır ki, eski ümmetlerdeki ulul’azm bir peygamberin yerini tutsun. Zirâ bu
ümmetin âhıri, Resûlullah’ın vefâtından bin sene sonradır. Çünkü bin sene
geçmesinde büyük özellikler ve işlerin değişmesinde kuvvetli tesirler vardır.
Bu ümmette ve bu dînde değişiklik olmıyacağına göre, ilk zamanındaki nisbet ve
sağlamlığın sonra gelenlerde yeniden kuvetlenmesi gerekmektedir.
İşte böylece Müceddîd-i
elf-i sânînin (radıyallahü anh) mübârek zâtını, nübüvvet ve risâletinin bütün
kemâlâtına câmi' kılıp, bu yüksek makam ile diğerlerinden ayırdılar. Onun
şaşılacak ilimlerine, Zât-i ilâhîye âid ma'rifetlerine, temiz ahlâkına,
halleri, mevâcid ve tecellileri ve zuhurları bildiren sözlerine ve yazılarına
bakanlar, bunu gayet iyi anlar. Çünkü bunlar islâmiyyetin özü, dînin esası ve
Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına âid bilgilerin hulâsasıdır.
Kâbe-i muazzamanın
hakîkati, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati, namazın hakîkati, ma'budiyyet-i sırfa,
muhabbetin hıllet, muhibbiyet ve mahbûbiyet gibi dereceleri, teayyün-i vücûdî,
te'ayyün-i hubbî, lâ teayyün mertebeleri, mahlûkatın mebde-i teayyünlerinin
zuhûru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i teayyünleri, talebenin
istidallarının hangi sıfat ve ism-i ilâhî ile münâsebeti olduğu, Evliyânın meşrebleri,
hangisi Muhammedî-yyül-meşreb hangisi İbrâhim-ül meşreb..., muhibbiyyet ve
mahbûbiyyet-i zâtiyye ile olan kendi velâyetleri, kayyûmluğun hakîkati, sabahat
ve melâhatın esrârı ve bu iki güzelliğin karışması ve daha nice esrar ve
ma'nâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsân edildi. Daha önceki evliyâdan
hiçbiri bunlardan bahsetmedi. Bunların tafsîli üç cild Mektûbât kitâblarında ve
diğer yedi risâlelerinde yazılır. Herhalde bunun için, Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri :"İmâm-ı Rabbânî, Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bin yıllık
evliyâya bedeldir" buyurdu. Güzeli anlatan söz, güzele bakmanın muhabbeti
arttırdığı gibi, güzelleştiğinden kalemin yularını başka tarafa çeviremiyorum.
Abdullah-ı Dehlevî bir dörtlüklerinde bunu şöyle ifâde ederler:
Kıt'a:
Gayb perdesi ardında, bulunan güzellikler O güzel sûretinde,
senin zuhûr ettiler Hayâl kalemi çizse, kendince en güzeli,
Senin düzgün şeklini ondan güzel ettiler
Hazret-i Müceddîd’in keşif ve kerâmetlerini anlatmak, bu vasıfları ve
husûsîyetleri yanında donuk ve sönük kalırsa da, hiç temas etmemek, bizden
öncekilerin âdetlerinden ayrılmak olur. Sayısız kerâmetleri zâhirde ve bâtında
görülmüştür. Birkaç misâl yazıp geçelim:
Sevdiklerinden biri
kendisine mektûb yazıp: "Sizin beyan ettiğiniz makamlar, Eshâb-ı kirâmda
hâsıl olmuş mu idi? Olmuşsa bir def’ada mı hâsıl olmuştu?" diye sordu.
"Sualinizin cevâbı sohbete bağlıdır" buyurdu. Soran kalktı geldi.
Hazret-i İmâm (kuddise sirruh) hâline teveccüh edip, kendindeki bütün
nisbetleri ona ihsân eyledi ve :"Ne gördün?" buyurdu. O kişi,
Hazret-i İmâm’ın ayaklarına kapandı ve :"Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’ın bir
sohbeti ile velâyetin bütün makamlarına kavuşmuşlardır, şimdi anladım"
dedi.
Mevlânâ Yûsuf hasta
idi. Ölüyordu. Hazret-i İmâm ziyâretine geldi ve teveccühle onu fenâ ve bekâ
makamlarına kavuşturup, yolu tamam eyledi ve aynı anda Allah’a kavuştu.
Eshâbından biri,
Gavs-ül azam Abdülkâdir Geylânî hazretlerini çok görmek isterdi, fakat
göremezdi. Hazret-i İmâm, Gavs-ı a'zamın rûhuna teveccüh eyledi. Mübârek rûhu
göründü. Hazret-i İmâm, o talebesine :"İşte Gavs-i a'zam, buyurun,
görüşün" buyurdu. Görüştüler, konuştular.
Bir cüzzâm hastası,
şifa için kendisinden dua istedi. Teveccüh etti. Hastalıktan kurtulup tam
şifâya kavuştu.
Hâfız hastalandı.
Herkes hayatından ümidi kesti. Hazret-i İmâm :"Onu himâyeme aldım"
buyurdu. Hemen iyi oldu.
Seferde eshâbı, havanın
boğucu sıcağından çok bunalıp, kendisinden merhamet istedi. Hazret-i İmâm,
Allahü teâlâya iltica etti. O anda bir parça bulut göründü, yaklaştıkça büyüdü
ve hafîfçe yağmur yağdı. Sıcaklık geçti, toz kalmadı.
Eshâbından biri sahrada
arslanla karşılaştı. Kaçacak yeri yoktu. İmâma sığınıp, imdâd diledi. Hazret-i
İmâm, elinde bastonla göründü ve şiddetle kükremiş arslana vurdu. Arslan kaçtı,
talebe kurtuldu.
Bir gün talebesinden on
kişi, aynı akşam Hazret-i İmâm’ı iftara davet ettiler. Kabûl buyurup akşamleyin
aynı anda hepsinin evinde hazır bulunup, iftâr ettiler.
Bir gün buyurdu ki :"Kâbe-i
muazzamayı tavaf etmek arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum.
Allahü tâlânın, lütfü ile bu şevk ve iştiyâk câ'zibesinde, Kâbe-i şerîfeyi
yanımda gördüm ve tavafı ile şereflendim.
Hazret-i Müceddîd’in dil kaleminden ve
kaleminin dilinden çıkan sözlerinden de bir kaç tane yazalım:
—Görülen ve bilinen
herşey mukayyeddir. Maksûd ve matlûb değillerdir. Matlûb olan bütün kaydlardan,
bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O halde Onu, görmenin ve bilmenin
ötesinde aramak lâzımdır.
—Seyr ve sülûk, ilimde
hareketten ibârettir.
—Evliyâullahı,
başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfâtlarıdır. Diğer insanların
muhtâc olduklarına bunlar da muhtâcdır.
—Allahü teâlâ, evliyâ
kullarını öyle saklamıştır ki, kendi zâhirleri bile kalblerindeki kemâlâttan
habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların hallerini bilsin.
—İnsanın yaradılmasından
maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir.
—Bu büyüklerin yolu,
çok kıymetli, pek azîzdir. Sünnete uymak esası üzerine kurulmuştur. Şimdi
Resûlullah’ın sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekten başka arzum yoktur.
Haller, kendinden geçmeler, zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin
nisbeti ile ma'mûr etmeli, zâhiri tamamen ahkâm-ı islâmiyye ile süslemelidir.
—Hindistan’a
peygamberler gönderilmiştir. Mezârlarının üzerinde parlak nûrlar görüyorum.
İstesem hepsinin mezarını gösteririm. Fakat insanlar böyle sözlere pek
inanmazlar.
—İnsanlar, riyâzet
deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anlarlar.
Halbuki dînimizin emr ettiği kadar
yemeğe dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha
fâidelidir.
—Server-i kâinatı
(sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Benim için icâzet yazdı ve buyurdu ki
:"Eshâbımdan sonra, bu güne kadar hiç kimseye böyle icâzet yazmadım."
Bana müjde verdi ki, yarın kıyâmet günü, binlerce insan, senin şefâatinle
Cennete girer. Ve bana sen kelâm ilminde müctehidsin, buyurdular.
—Şerîati gördüm.
Kervânın kervânsaraya inmesi gibi, bizim etrafımıza indi, deyip mescidlerine ve
dergâhlarına işâret eylediler.
—Bir sabah, İmâm-ı
A'zâm hazretlerinin, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların
nûrları içinde dalmış buldum. O büyüklerin nisbetinde husûsî bir fenâya
kavuştum. Bunun gibi, daha sonra İmâm-ı Şâfiî’nin, hocaları ve talebesi ile
geldiklerini gördüm. Bu def’a da beni onların nûru kuşattı. Onların nisbetinde
de fânî oldum.
—Gavsül a'zam (kuddise
sirruh) Kâdirî meşâyıhı ile yanıma geldi. Gelmeleri ile kendimi Kâdirî
nisbetinin nûrları içinde buldum. Kalbimden, beni Nakşibendî büyükleri
yetiştirdi, şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun tesîri bende daha çok
görülüyor, diye düşündüm. O an, Hazret-i Hâce-i Cihân Şâh-ı Nakşibend’in
(kuddise sirruh) nakşî meşâyıhı ile teşrîf edip, Gavsüs-sekaleyn hazretlerinin
karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitâben :"Ahmed bizdendir. Kemâl
ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuştu" buyurdu. Onlar da, Şâh
Kemâl’in tasarrufunu ve Şâh İskender’in, meşâyıhının emri ile bize hediye
etmekle emr olunduğu Gavs hazretlerinin hırkasını bana verip, sırtımda
bulunmasını ileri sürüp, kendi yollarında irşâd etmem lâzım geldiğini
söylediler. Bu konuşma sırasında Çeştî ve Kübrevî büyükleri de geldiler. Kendi
nisbetlerini kalbime akıttılar. Yeniden icâzet verdiler. Eskiden bende bulunan
nisbetleri kuvvetlendi ve daha parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan
talebeyi kemâle erdirebilirim.
İşte Müceddîd’in en büyük
sırrı buradan anlaşılıyor. Ya’nî, nübüvvet ve velâyet yollarının nûrları,
nisbetleri, feyizleri kendisinde yeniden birleşiyor ve Resûlullah’ın gerçek
halîfesi olduğu zuhur ediyor. Eshâbının büyüklerinden biri Resûlullah’ı rüyâda
görüp, ya Resûlullah, İmâm-ı Rabbânî hakkında ne buyurursunuz? diye suâl
edince, ol mefher-i mevcûdât: "Benim dört halîfem vardır; Beşincisi Şeyh
Ahmed’dir” buyurup madalyonun arka yüzünde yazılı olanı izhâr eder.
—Erkeklerden ve
kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve
vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler.
İsimlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem
hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar."
[Yeri gelmişken araya girip anlatayım:
Muhterem Hocamızla İlim Yayma Cemiyeti’nin dîn görevlileri için tertîb ettiği
kurslarda vazîfe almıştık. Onlar matematik ve fen derslerine, ben de İngilizce
derslerine giriyordum. Bir sabah beraber giderken, İmâm-ı Rabbânî efendimize,
Allah tarafından gelen bu ilhâmı arz edip: Hocam vâsıtalı tevessülü anladım,
ama vâsıtasız olarak İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tevessül nasıl olur?"
dedim. "Bizim gibi, ya’nî Müceddîd hazretlerini çok sevmek, onu
başkalarına tercîh etmek, yazılarını ve sözlerini, diğerlerininkinden önde ve
üstün tutmak, kendisini ve eserlerini, bilhassa Mektûbât’ı tanıtmak ve çok
okumakla vâsıtasız tevessül edilmiş olur” buyurunca, "Hocam, ben de onu
sûal edecektim, biz de buna dahil miyiz?" dedim. "Elbette
dâhilsiniz" buyurdular. O sevinçle, Onlar bir dershâneye, ben de diğer
dershâneye girdik.]
—Bana, sen kimin
cenâzesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu afv etmiştir, diye müjdelediler. Ve
yine ilhâm olundu ki, hangi ölünün afvını istersen, ondan azab kaldırılır. Yine
ilhâm buyuruldu ki, senin kabrinin toprağından bir mezara bir avuç toprak
atsalar, o kimse mağfiret-i ilâhîyyeye kavuşur.
—Allahü teâlânın bu
fakîri mümtâz eylediği yolun esası, sonda konuşulan hallerin başlangıca
yerleştirildiği Ahrariyye yoludur. Bu temel üzerine binâlar ve köşkler kuruldu.
Bu temel bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki durum böyle olmazdı. Bu kıymetli
tohumu, Buhara ve Semerkand’dan getirip, aslı Medine-i münevvere ve Mekke-i
mükerreme toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazîlet ve ikrâm suyu ile
senelerce suladılar. İhsân ile büyüttüler. Olgunlaşıp, kemâle gelince, şimdiki
ilim ve ma'rifet meyvaları hâsıl oldu.
—Bize bildirildi ki,
Hazret-i Mehdî bizim bu nisbetimizde olacak bizim ma'rifet ve hakîkatten
yazdıklarımızı okuyacak ve kabûl edecektir.
—Allahü teâlâ fadl ve keremi ile bir kulda
bulunabilen bütün kemâlâtı bize ihsân eyledi.
Hazret-i Müceddîd’in
fazîlet ve husûsîyetleri anlatmakla bitmez. Hak teâlâ, husûsî ihsânı ile, onu
Peygamber Efendimize yedi derecede de uymakla şereflendirdi. [Bu yedi derece,
Seâdet-i Ebediyye kitâbının otuzuncu maddesinde uzun bildirilmektedir].
Kur'ân-ı kerîmin Müteşâbihât ve Mukattı'âtındaki esrâra mahrem eyledi. Sâbıkûn
kemâlâtına ulaştırdı. Kayyûm-i âlem kılındı. Ona tufeyli olarak, eshâbından
bazısı kutubluk makamına ulaştı. Cezbe ve sülûkün, seyr-i âfâkî ve enfûsînin
ötesinde yeni bir yol meydana geldi.
Eshâbından Mîr Muhammed
Nu’mân hazretleri, ceddi Resûlullah’ı rüyâda gördü. Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri de yanında idi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Sıddîk-ı
a'zama (radıyallahü anh) buyurdu ki: Oğlum Muhammed Nu’mâna de ki, senin
makbûlün Şeyh Ahmed’in makbûlüdür. Onun makbûlü ise, benim ve Allahü teâlânın
makbûlümüzdür. Senin merdûdun, Şeyh Ahmedin, benim ve Allahü teâlânın
merdûdumuzdur.
Mektûbât kitâbını
okuyanlar, yüksek derecelerinden bir parça haberdar olurlar. Bedreddin
Serhendî’nin fârisi Hadarât-ül Kuds, Muhammed Hâşim Kişmî’nin fârisi Berekât
kitâblarında ve Mektûbât’ın arabîye tercemesi olan Dürerül-Meknûnât kitâbının
hâşiyesinde ve arabî Hadâik-ul-Verdiyye’de hal tercemesi ve kerâmetleri uzun
yazılıdır. Umdet-ül Makamât kitâbı da bu konuda fevkalâde güzel bir telif olup
bu âciz tarafından Türkçe’ye terceme edilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin üç cild MEKTÛBÂT’ından ayrı, Reddi Revâfıd, İsbât-ün Nübüvve,
Mebde ve Meâd, Âdab-ül Mürîdîn, Talikatül-Avârif, Tehliliyye, Meârif-i
Ledünniyye, Mükâşefâtı Gaybiyye ve başka eserleri de vardır. Mebde ve Meâd’ı bu
fakîr Türkçe’ye terceme ettim.
Müceddîd hazretlerinin
oğulları da, babalarının yolunun nihâyetine kavuşmakla şereflenen bu yolun en
büyük evliyâsındandır. Büyük oğlu Muhammed Sâdık hazretleri için :Azîz oğlum
Muhammed Sâdık, bu fakîrin ma'rifetlerinin mecmûası oldu. Cezbe ve sülûk
makamlarını geride bıraktı. İnce ve yüksek ve çok gizli ma'rifetlerimin
mahremlerindendir. Hatâdan, yanılmaktan mahfûzdur" buyurdu.
Diğer oğlu Muhammed
Saîd için de :"Muhammed Saîd, ulemâ-ı râsıhîndendir. Sâbikûndandır. Allahü
teâlânın dostudur. Benden alınan hullet makamı ona verildi. Muhammed Saîd,
Allahü teâlânın rahmet hazinesidir. Yarın kıyâmette, rahmet hazinelerinin
taksîmi ona verilir. Şefâat makamından büyük payı vardır. Bir gün, Muhammed
Saîd’in, Cennete girmek için, Sırat köprüsü üzerinde sür'atle koştuğunu
gördüm" buyurdu. Büyüklüğüne :"Bugün benim nisbetim, Müceddîd’in
nisbeti gibidir" sözü yetişir. Mektûbât isminde bir cild kitâbı vardır.
Çocuğu olmıyan kadına dua ve teveccüh edip, Allahü teâlâ sana bir erkek çocuk
verecek buyurdu ve öyle oldu.
Bir kimsenin oğlu ölmek
üzere idi. Ağlayarak geldi ve :"Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi. Siz
de peygamberin vârisisiniz. Oğluma bir teveccüh buyurun" diye yalvardı.
Cevâb vermedi. Biraz sonra :"Oğlunun çıkmış canı geri geldi, dirildi,
düzeldi" buyurdu. Adam evine gelince, oğlunu sağlam ve neş'eli buldu.
Hâce Muhammed Ma'sûm
(kuddise sirruh) Hazret-i İmâm’ın üçüncü oğlu olup, Urvet-ül vüska ve Dînin
kuvvetlendiricisi isimleri ile meşhûr olup, babasının kaim makamıdır. 1009 da
tevellüd, 1079 (m.1668) de vefât etti. Babası buyurdu ki :Muhammed Ma'sûmun
doğumu çok bereketli oldu. Onun doğduğu sene yüksek hocamın kapısının eşiğini
öpmek şerefine nâil oldum ve bu ilim ve ma'rifetler zuhûra geldi.
Üç yaşında iken tevhîd
sözleri söylerdi. Kur'ân-ı kerîmi üç ayda ezberledi. Onaltı yaşında aklî ve
naklî ilimleri bitirdi. İlim tahsîl ederken onbir yaşında zikir ve murâkabe
yolunu yüksek babasından aldı. İmâm-ı Rabbânî bu oğlu için buyurdu : Oğlum
Muhammed Ma'sûmun bizzât Velâyet-i Muhammediyyeye istidadı vardır. O
mahbûblardandır. Seyr ve sülûk makamlarını aşmadaki sür'ati ve kavuştuğu
makamları anlatmağa kalkışırsak, korkarız ki, kendini yakın bilenler uzağa
kaçar, vâsıl oldum sananlar, ayrılık yolunda koşar. Serhendde, yüksek babasının
türbesinin birkaç yüz metre kuzeyinde büyük bir türbede medfundur.
1068 de hacca gitti.
Hacdaki halleri, keşifleri, Yevâkît-ül Harameyn kitâbında yazılıdır. Bu fakîr,
terceme edip Kutb-ül Evliyâ Muhammed Ma'sûm adlı kitâbımıza koydum.
Muhammed Ma'sûm
hazretleri, Hazret-i İmâm’ın halef-üs-sıdk ve vâris-i a'zamı idi. Kutbiyyet
makamına ve Kayyûmiyyet mansıbına, yüce pederinden beşâretler almış idi.
Tarîk-i Ahmedî’nin nisbetini, pederinin teveccühlerinden edinip, bütün âleme
yaymış idi. Uzak memleketlerden kendine bağlı olanlara, filân Velâyet-i
Museviyye’ye kavuşmuş, filân Velâyet-i Muhammediyye ile şereflenmiştir, diye
bildirirdi. Dokuzyüzbin (900.000) kişi onun vâsıtası ile Allah’ı irâde
etmişlerdir. Yüzkırkbin kişiyi velâyet mertebesine, yedibin sevilmişi de
hilâfet mertebesine kavuşturmuştur. Sohbet ve hizmetinde, tâlibler bazan bir
ayda, bazan bir haftada kemâlât-i velâyete erişirdi. Kimine bir teveccühde
bütün makamları verirdi. Kerâmet ve halleri, Berekât, Hadarât-ül Kuds, Hadaik,
Umdet-ül Makamât ve benzeri kitâblarda uzun yazılıdır. Altı oğlu ve altı kızı
hep evliyâ idi. Bütün nesl-i necibleri zamanlarının kutbu olmuştu. Altı oğlu
da, kendisine ilim ve irfânda vâris idi. Cenâb-ı müstetabının vârisleri,
yeryüzünde meşhûr olmuşlardır. İrfân ehlinin ve yakîn sâhiblerinin anladıkları
gibi, feyz kaynakları, bu ana gelinceye kadar, câridir. İnşaallah kıyâmete
kadar da böyle câri olacaktır. Bunun da babaları gibi üç cild Mektûbât'ı
vardır. Çok güzel ma'nâlar, gizli beşâretler, açık işâretler ve muhabbet
ifâdeleri ile doludur, doyurucudur.
Velhâsıl mübârek vücûdu, yüksek babası
gibi, Allahü teâlânın âyetlerinden, işâretlerinden, büyük bir âyet ve işâret
idi. Karanlık cihân, onların bereketi ile aydınlandı. Allahü teâlâ hepsinden
râzı olsun ve muhabbetlerini kalblerimizde müzdâd eylesin! Âmin.
Kardeşlerim, Müceddîdîleri anlatmakta, kalemin dizginlerini ne
kadar kıstımsa da, bundan fazlası mümkün olmadı. Herhalde bunda da bir hayır
vardır.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin eshâbından Seyyid Âdem Bennûrî hârikulâde bir velîdir. İmâm
kendisine :"Bizden ettiğiniz istifâdenin daha çoğunu gaybî olarak Allahü
teâlâdan edersiniz. Sizin yolunuzu tevessül eden, mağfiret olunmuştur.
Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Sizi tevessül edenler, sizin yolunuzda
gidenler, o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar" buyurdu. Allahü
teâla ona öyle bir yol, öyle bir tesir ve kolaylık ihsân etti ki, bir mü’mine
zikri telkîn anında, Allah Allah Allah diye zikredersin, dediği anda, o kişinin
kalbi hemen zikre başlar, Allah’dan başka herşeyden soğur, bir nev'î cem'iyyete
kavuşup, fenâ-i kalbî makamına ererdi. Onun için bunun yoluna, Nakşibendîyye-i
müceddîd iyye-i ahseniyye ismi verildi. Dörtyüzbinden ziyâde kimse elinde tevbe
etti. Bin dâne kâmil talebesi vardı. Medîne’ye gidince, Resûlullah selâmını
almış ve pek az kimseye bile nasîb olmayan müsafeha etmek şerefine kavuştu. O
sırada bir ses duydu :"Ey oğlum, Sen benim yanımda kal!" Ve gerçekten
hastalanıp orada vefât etti. Radıyallahü anh.
Müceddîd hazretlerine
gelinceye kadar, Nakşibendî yolunda, bir mürşidin yetiştirdiği halîfe sayısı,
ekseriyâ dördü geçmezken, Müceddîd’le birlikte durum değişti ve bu sayı yüzleri,
binleri buldu. Bu da Müceddîd’in ve ardından gelenlerin, Hakka kavuşma ve
kavuşturma husûsunda, yolu ne kadar kısalttıkları ve açtıklarını gösterir.
Hazret-i Müceddîd’den
sonra, çok sayıdaki halîfeleri, yüksek oğulları ve torunları ve onların
sayılamayacak kadar çok halîfeleri, ikinci binin başında Hindistan’dan doğan bu
İslâm ve irşâd güneşinin feyizli nûrları ile bütün dünyâyı aydınlattılar.
İmâm-ül muhadîssin Şâh
Velîyyullah 1176 (m.1 763) Hazret-i Müceddîd’in, râfizîleri red konusunda
yazdığı Redd-i Revâfıd kitâbını, Mekke’de fârisîden arabîye çevirmiştir. Orada
diyor ki : İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin derecesi :"Onu seven mü’min ve
müttakîdir, sevmeyen, buğz eden ise, münâfik ve şâkîdir" makamına
varmıştır. Mâlumdur ki, bu hadîs-i şerîf cem' sigası ile [çoğul olarak]
Sahabe-i kirâm hakkındadır. İslâm memleketleri Hazret-i Müceddîd’in feyzleri
ile doldu. Bu feyizlere ve Hakkın Müceddîd ni'metine şükr etmek, bütün
müslümanlara vâcib oldu.”
Onüçüncü asrın müceddîdi, Makamât-ı
Ahmediyye’ye kavuşmuş, asrının teki, eşsiz kâmil ve mükemmil Mevlânâ Hâlid
Bağdâdî hazretleri buyuruyor ki: Bu ümmette, sünnet-i seniyyeye yapışmakta,
isim, sıfat ve zât-ı ilâhîde keskin görüş ve hepsi hakîkate uygun olan çok
yüksek, çok doğru ve çok ince ma'rifetler sâhibi olmakta, Eshâb-ı kirâmdan
sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir başkasını göremiyorum. Onun hakîkatini
ancak Peygamberler anlar (aleyhimüsselâm). Evliyâ ondan ne anlıyabilir!
Mazhar-ı Cân-ı Cânân da (kuddise sirruh) rüyâda Peygamber Efendimizden süâl
edip: Yâ Resûlullah, Müceddîd-i elf-i Sânî hakkında ne buyurursunuz?"
dedi. Cevâbında: "Ümmetimde onun gibisi yoktur" buyurdu.
İsmi geçtiği için Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden de bir kaç
söz edelim:
Şemdeddin Habîbullah olarak bilinir.
Hazret-i Alî’nin Muhammed Hanefiyye ismindeki oğlunun neslindendir. Tasavvuf
mütehassıslarının ve Müceddîdîlerin büyüklerindendir. Müslümânların
gözbebeklerindendir. 1111-1195 (m.1 781). Büyük halîfesi Abdullah Dehlevî ile
Delhide aynı yerde medfundurlar. Yirmiiki yaşında iken Seyyid Muhammed Nûr
Bedâvânî hazretlerinin vârîs-i ekmeli oldu. Bedevânî hazretlerinin mürşidi,
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğlu Muhammed Seyfeddindir. (Kuddise sirruhüm).
Mazhar-ı Cân-ı Cânan hazretleri, Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin
üstâdıdır. Hadîs âlimi Şâh Velîyyullah buyurdu ki, "Allahü teâlâ bize
sahîh keşifler ihsân eyledi. Bu zamanda hiçbir yerde Mirzâ Cân-ı Cânân’ın
benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun sohbetine gelsin!" Hadîs
öğrenmek için kendisine gelenleri, istifâde etmeleri için Cân-ı Cânân
hazretlerine gönderirdi. Ona yazdığı mektûblarda :"Allahü teâlâ,
fazîletlerin tecelli yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün
müslümanları bereketlerinize kavuştursun" derdi.
Cân-ı Cânân hazretlerini anlatan
Makamât-ı Mazhariyye kitâbında buyuruyor:
Evliyânın mezarlarını
ziyâret edip, cem'iyyet için feyz dilemelidir. Meşâyıh-ı kirâmın rûhlarına
Fâtiha ve Salavât sevâbı göndererek, onları, Allahü teâlâya kavuşmak için
vesîle yapmalıdır. Zâhir ve bâtın seâdetlerine, ancak onların güzel ahlâkına
sarılmakla kavuşulur. Başlangıçta olan sâliklerin, kalbleri tasfiye bulmadan,
evliyânın kabirlerinden feyz almaları güçtür. Bunun için Şâh-ı Nakşibend
hazretleri :"İslâmın güzel ahlâkına sâhib bir kimse ile olmak, evliyânın
kabirleri ile olmaktan daha iyidir" buyurdu.
Çok sayıda büyük halîfeleri vardır.
Bunlardan biri Seyyid Abdullah Dehlevî hazretleri olup, Müceddîdî yolunun
sırlarını anlatan Mekâtib-i Şerîfe kitâbı pek kıymetlidir. Bu fakîr Türkçe’ye
terceme ettim. 1 1 58-1240 [m.1824]. Çok kerâmetleri görüldü. En büyük
kerâmeti, gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek, feyz ve
bereketle doldururdu. Binlerce aşıkı, bir bakışta cezbelere ve vâridât-ı
ilâhîyyeye kavuştururdu. Çok velî yetiştirdi. Bunlardan biri Müceddîdî sırlarına
mazhar olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleridir. Bizim Anadolu ve Trakyâ’da,
Dağıstan’dan Mekke’ye, Girid’den İrân’a kadar bütün memleketler onun ve
talebesinin irşâd sahası oldu. Seyyid Abdülhakîm efendi de, iş bu Hâlidî
kolundan olup, Hilmî Bey hocamızı da yakından tanıyabilmek için, kendisinden
bir mikdar söz etmek bize vâcib oldu.
ZİYÂEDDİN MEVLÂNÂ
HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ (radıyallahü anh). Hazret-i Osman’ın (radıyallahü teâlâ anh)
soyundan olup, Irak’ın Zûr kasabasında dünyâya geldi. Fıkıh, hadîs, tefsîr,
tasavvuf, kelâm, sarf, nahiv, bedî’, meânî, beyân, belağat, vad', bahs, âdâb,
aruz, lugat, mantık, fizik, matematik, astronomi ve diğer ilimlerde zamanının
bir dânesi idi. Fîrûzâbâdî’nin koca Kamus lugatını ezberlemişti. Zamanındaki
Bağdâd âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki asrındaki bütün âlimlerin
üstünde idi. Kur'ân-ı kerîmin esrârına vâkıf idi. Bütün ömrü zühd ve vera ile
geçmişti. Gören, işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü söylerdi. Her
ilimden, her kitâbdan sorulan her süâle, düşünmeden, hemen doğru, aslına uygun
cevâb verirdi. Herkesi hayrette bırakırdı. Bunun için kendisine, zamanın
hârikası denirdi.
1203 yılında üstâdı
Seyyid Abdülkerîm Berzencî vefât edince, talebesi boş kalmasın diye bunlara
ders verdi. Her taraftan, âlimler dersine üşüştü. Her müşkili çözer, her derde
devâ olurdu. Kendisi hiç kimseye ehemmiyyet vermeyip, gece gündüz ibâdet
ederdi. Cezbe hâlinde olup, hep ağlardı. Çok düşünceli idi. 1220’de hacca
gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Verdiği cevâblarla âlimlere
parmak ısırttı. Alçak gönüllü olduğundan orada allâme Muhammed Küzberî’den
hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Mustafa Kürdî’den de hadîs ve Kâdirî icâzeti aldı.
Yollarda söylediği fârisî şiirler, ince rûhunun terennümleridir. Farsça divânı
ise, şiirde bir şâheserdir. Fevkınde bir divân tertîb edilmemiştir.
Medîne’de Yemen’li bir
âlimden nasihat istedikte :"Mekke’de dîne uymayan bir şey görürsen, hemen
red etme" dedi. Mekke’de bir cum'a günü Kâbe-i şerîfeye karşı Delâil-i
şerîfe okuyordu. Avam kılıklı, siyâh sakallı birinin, Kâbe’ye arka çevirip,
kendine baktığını gördü. Utanmadan, Kâbe’ye sırtını vermiş, düşünürken
:"Mü’mine hurmet, Kâbe’ye hurmetten daha öncedir, bunun için yüzümü sana
döndüm. Niçin beni kötülüyorsun? Medîne’deki zâtın nasihatını unuttun mu?"
dedi. Bunun büyük evliyâdan olduğunu anladı. Afv diledi. Beni irşâd et, diye
yalvardı. Senin irşâd ve kemâlin burada olmaz, deyip eli ile Hindistan tarafını
gösterdi ve, senin işin orada tamam olur, dedi ve gitti. Bir kitâbda, bu zâtın,
ileride mürşidi olacak, Abdullah Dehlevî hazretleri olduğunu okumuştum.
Hacdan memleketine
gelip, ders vermeğe başladı. Fakat gece gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Beyt:
Hindistân’ı rüyâmda gördüğüm günden beri Ümid gözüm açıldı,
harab buldum her yeri
Bir gün, Hindistan’ın
Kutbu Abdullah Dehlevî hazretlerinin talebesinden biri geldi. İkisi bir yere
kapandı. Derse gelmez oldu. Talebe, Hindliye kızmağa başladı, ama ok yaydan
çıkmış, vakit gelmişti. Beraber Hind yolculuğuna çıktılar. Herkes, talebe,
âlimler ağlayıp yalvardılar, geri döndürmek için çok uğraştılar. Fâide vermedi.
Tahran’da şi’î âlimi İsmâil Kâşî’yi, talebesinin gözü önünde mahcûb ve rezil
etti. Oradan Bestâm, Harkan, Semnân ve Nişapur’dan geçti. Uğradığı yerlerdeki
evliyâyı şiirleri ile medh eyledi. Tûs'a varınca, İmâm Alî Rıza hazretlerinin
türbesini ve kendisini medhi, hakkında yazdığı kaside, edebiyyatın zirvesinde
bir şâheser olup, belâgatı ise, muallaka-ı sebâyı gıbta ettirecek derecededir.
Câm ve Hirat’tan geçti. Her şehirden ayrılırken, âlimler ve ehâli âşık olup,
sâatlerce yola uğurlarlardı. Kandihâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin süâllerine
verdiği cevâblarla, hepsini hayrân bıraktı. Lâhor’a ve tam bir senede Dehlî’ye
geldi. Orada vâris-i ulûm-i Rabbânî, Sûrî ve ma’nevî kemâller sâhibi,
Müceddîdî, Mazharî yolunun rehberi Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin
kalbine yerleştirdiği zikre devâm ve bir seneden az bir zamanda kemâle gelip,
huzûr ve müşâhedelere kavuştu. Velâyet-i kübrâ ile şereflendi. Müceddîdî,
Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tariklerini haiz olup, Şâh-ı Dehlevî
hazretlerinin mübârek kalbinde ve göğsündeki bütün esrara kavuştu. Mutlak
hilâfet ve binlerle futûhatla Dehlî’den teşyi' edilip, 1226’da, vatanı olan
Süleymaniyye’ye geldi. Oradan Bağdâd’a gelip, Abdülkâdir Geylânî (kuddise
sirruh) hânesine yerleştiler.
Mevlânâ Hâlid, Mâturidi
itikadında ve Şâfiî mezhebinde idi. Çok âlim, çok velî yetiştirdi. Bir
rivayette yetiştirdiği evliyâ beşbin civârındadır. Halîfelerini her tarafa
gönderdi. İrşâd sahası çok geniş oldu. Halîfelerinden Muhammed Azraî, Girid
adasında irşâdla meşgul iken, yunan isyanı üzerine eshâbı ile bir gemiye binip
Güney Amerika’ya gitti ve Arjantin’e yerleşti. Hâlâ izlerinin orada olduğu ve
hâlâ temiz kokularını muhafaza ettikleri haberleri geliyor.
Allahü teâlânın fadlına, ihsânına
kavuşup, vâsıtasız Allahü teâlâdan feyz alacak duruma gelen, az sayıda
büyüklerden biridir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür. 1 192-1 242 [m.1826].
Şamda ta'undan vefât etti. Câliyet-ül Ekdâr salavât kitâbı, her hafta
okunmalıdır. Üzüntü, keder, hastalık için çok fâidelidir. Hattâ, Efendi
hazretleri, Delâil-i Hayrat’tan fâidelidir, buyurmuştur. Bu sözü hocamızdan
dinledim. Çok kıymetli mektûbları vardır. Bir kısmını tercüme ettik. Fârisî
İtikadnâme kitâbını, Hilmî Bey Hocamız Türkçe’ye çevirmiş, hattâ ba'zı
ilâvelerle daha fâideli hâle getirmiştir. İtikadnâme, bir nev'î âmentü
şerhidir. Türkçeden başka, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Arnavudça ve
bazı asya dillerine de çevrilmiştir.
Mürşidi Abdullah Dehlevî hazretlerinin, Mevlânâ Hâlid efendimiz
için, bu diyâr [Anadolu, Irak, Sûriye, Rumelî, Kafkasya, Hicaz ve benzeri diğer
ülkeler] âlimlerine, fadıllarına ve diğer eşrafa yazdıkları pek mânidâr
mektûbunu, fârisiden Türkçe’ye terceme edip yazıyorum:
109.
CU
MEKTÛB: Allahü teâlâya hamd ederim. Resûlüne salatü selâm ederim. Ey o
bereketli memleketlerin hürmete lâyık âlimleri, fadılları, hâfızları, devlet
adamları, kumandanları, hâkimleri ve ileri gelen şerefli ve çok değerli
insanları! Biliniz ki, zâhir ve bâtın fazîlet ve meziyyetlerine sâhib Mevlânâ
Hâlid (sellemehümüllahü teâlâ) aldığı gizli bir işâretle Hindistan’da Şah
Cihânâbad diye bilinen Dehlî şehrine, bu hiç sayılan fakîrin yanına geldi.
Nakşibendî-Mücedîdi yolunda el alıp, halvette zikr, murâkabe, râbıta ve bu
yolun bütün vazîfelerini yerine getirmekle meşgul oldu. Allahü teâlânın inâyeti
ve büyüklerin yardımları ile, huzûra, cem'iyyete, kendinde olmamağa, cezbelere,
vâridâta, keyfiyyetlere, hallere ve nûrlara kavuştu. Nakşibendî nisbetine
erdikten sonra, âlem-i emr ve halk lâtifelerine çok teveccüh eyledik. Bu
teveccühlerle Hazret-i Müceddîd’in (radıyallahü anh) nisbetlerinden bir kısmına
kavuştu. Bu haller ve makamlara erişince, kendisine, tâliblere telkîn ve onları
irşâd için icâzet ve hilâfet verdik. Memleketine gidip, riyâzet ve bâtın
nisbetinin parlatılması ile meşgul oldu. Orada büyük kabûl gördü. Hâce
Nakşibend hazretlerinin (radıyallahü anh) inâyetiyle, o diyârda Nakşibendî
tarîkatini yaymaktadır. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim. Onun eli benim
elimdir; onu görmek beni görmektir. Onu sevmek beni sevmek, ona düşmanlık bana
düşmanlıktır. Onu inkâr beni inkârdır. Onun makbûlü olanlar, benim pîrlerimin,
büyük mürşidlerimin, ya'nî Şâh-ı Nakşibend, Hâce Ahrâr, Hâce Muhammed Bâkî ve
Hazret-i Müceddîd’in makbûlüdür. Ora halkına ona hürmet ve ta'zim etmek, bu
fakîre de, iyiliğini istemek, uzun ömürlü olması ve her türlü zarar ve
sıkıntıdan mahfûz kalması için dua etmek vâcibdir. Hadîs-i şerîfde :”İnsanların
hayırlısı, onlara fâideli olandır" buyuruldu.
Böyle bir cevherin
orada bulunmasını sonsuz ni'met biliniz. Onu sevmeği, ona yâr olmağı, hukûkunu
ve âdâbını gözetmeği vâcib biliniz. Hadîs-i şerîfde :"İslâm, tevhîd,
ameller, îmân, ihsân ve kıyâmetin tasdîkidır" buyuruldu. İhsân, dîn-i
mübinin rûhudur. Sübhânallah! İşte Mevlânâ Hâlid hazretlerinin huzûr ve
sohbetinde bu mertebe ele geçmektedir. Âhırete yönelmek ve dünyâdan yüz
çevirmek kolaylığı hâsıl olmaktadır.
Mevlânâ Hâlid’in
eshâbında çoşmalar, feryâdlar, inlemeler, kendinden geçmeler görülüyorsa, bu
Mevlânâ Hâlid’in hüner ve güzelliğinden gelmektedir. Câhillerin, halden
anlamıyanların dil uzâtma, ayıblama yeri değildir. Resûlullah’dan Hâce
Nakşibend hazretlerine ulaşan feyz, onun eshâbının nisbetine istihlâk ve
izmihlâl şeklinde sirâyet etti. Resûlullah’dan Hazret-i Müceddîd’in bâtınına
gelen feyz, evliyânın yukarıda bildirilen bütün hallerini içine almakla
birlikte, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) çok yüksek, lâtif ve zâtın dâimî
tecellilerinden zuhûra gelen ve bütün bedene cezbe ve vâridât ulaştıran ve
âlem-i emr ve halk latifelerinden yüksek olan nisbetlerinin keyfiyyetlerine de
şâmildir. Sübhânallahi ve bi-hamdihi.
Allahü teâlâya hamd
olsun ki, Mevlânâ Hâlid burada feyzlerin bütün hâl ve derecelerinden pay aldı
ve tâliblerin istidatlarına göre, o feyzleri sunmakta, taliblere akıtmaktadır.
Böyle eşsiz bir cevherin o memlekette bulunması, orası için ve istifâde etmek
istiyenler için mutlak bir seâdettir. Tasavvuf devirlerinin hiç birinde bu
kadar çok feyzin bulunduğunu bilmiyorum. Kendisini takviye etmek, ihlâs ve
muhabbetle sohbetinde bulunup, onu vikaye ve ondan istifâde etmek vâcibdir.
Hâce Muhammed Bâkî’nin eshâbı içinde Hazret-i Müceddîd, Hazret-i Müceddîd’in
eshâbı arasında Seyyid Âdem Bennûrî ve bu bir işe yaramazın eshâbı içinde
Mevlânâ Hâlid’in apayrı yeri vardır. Hattâ diyebilirim ki, bu kadar feyz, o
büyüklerin sohbetlerinde bile yoktu. Elhamdülillah sümme elhamdülillah!
Hasedçilerin,
çekemiyenlerin eziyyet ve düşmanlıkla yapmak istedikleri şeylerden Mevlânâ’yı
koruyun ve sevâba kavuşun! Siz korumazsanız, Allahü teâlâ hakîkî yardımcı ve koruyucudur.
O kâfidir. Herkes ona karşı ihlâslı olsun!...
Mevlânâ Hâlid’in
teveccühleri sâyesinde onbinlerce tâlib, kalbin ve latifelerin zikrine
kavuşmuş, bid'at kazaklığından vazgeçip, sulhu seçmişler ve binlercesi huzûr ve
cezbelere kavuşmuştur.
Ey kardeşlerim, insaf etmelidir ki, bu
seâdet ve devlet nereden gelmiştir. Allahü teâlâ onu bu büyük ihsânlara, hep
Nakşibendî büyüklerinin tavassut ve yardımı ile ulaştırmıştır. Dualarınızı
beklerim.
Bu güzel mektûb hakkında hiç bir yorum yapmadan, bir de Mevlânâ
Hâlid hazretlerine yazdığı mektûbu okuyalım da, Mevlânâ’nın nasıl bir cevher ve
hazîne olduğunu bir nebze anlayalım:
110. MEKTÛB: Zâhir ve bâtın kemâllerin
sâhibi, ilâhî feyzler mecmuası, Hazret-i Mevlânâ Hâlid; kerem ederek
gönderdiğiniz mektûb geldi. İyi olduğunuza çok sevindim. Sizinle büyüklerin
yolu yayıldığı ve tâliblere feyzler ulaştığı için, ni'metin hakîkî sâhibi, Hak
teâlâya binlerce şükür ve hamd, rahmetten lil-âlemîne (sallallahü aleyhi ve
âlihi ve sellem) binlerce salâtü selâm ve meşâyıh-i kirâm efendilerimize yine
binlerce medh ü senâlar olsun ki, sizin gibi, bârigâh-i ilâhînin makbûlü
dünyâya geldi. İhsân, şühûd ve müşâhede mertebesi dedikleri huzûr, teveccüh ve
yâd dâşt sebebiyle kalbi, düşünce ve arzûlarından temizleyip, Hakkın teveccühüne
gark olmaktan ibâret olan müşâhede ve âriflerin arzularının nihâyeti o
memlekette revâc buldu. İnsanların dîne bağlılıkları çok kuvvetlendi. Allahü
teâlâ bu nisbetinizi ve islâmiyyeti yaymadaki gayretinizi arttırsın. Âmin!
Gerçekte bizim talebemiz olan tâliblerinize ve bütün ihlâs sâhiblerine ve
sevenlere, hâtırınızı almak, gönlünüzü kazanmak ve her emrinize uymak vâcibdir.
Amellerde bazı gevşeklikleri ve kusûrları olur da, kalblerinde mürşidlerine
ihlâsları devâm ederse, harab olmazlar... "
Bu iki mektûb Mevlânâ
Hâlid hazretlerinin büyükler arasındaki yerini ve Allah katındaki derecesini
göstermeğe yeter. Ya’nî Ebû Bekr-i Sıddîk ile (radıyallahü anh) başlayan bu
nübüvvet ve zât-i ilâhînin dâimi tecellilerine kavuşma nisbeti, Bâyezid-i
Bestâmî hazretlerinden sekri de içine katarak, Abdülhâlık Gocdevânî
hazretleriyle, bu nisbete kavuşmak için bütün temelleri atılmış, usûlleri vaz'
edilmiş, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinde ona maiyyet [hep Rabbi ile olmak] yolu
ve usûlü eklenmiş, Alâeddin Attâr hazretleri ile halka indirilip, yayılmış,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri babasından gelen tevhîd sırları ile onu yoğurmuş,
Muhammed Bâkî ve Müceddîd hazretleri ile sohbet, murâkabe, teveccüh ve râbıta
ile tam kemâle gelip, sahiv hâli ve şerîatten kıl kadar ayrılmadan kalbden kalbe
akıtılmış, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ile kuvvetlenmiş, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri ile, üstâdına muhabbet râbıtası had safhaya çıkmakla
beraber, takvâ ve vera' ile son şeklini verme temin edilmiştir.
İşte kitâbımızın
başında kısaca anlatmağa çalıştığımız Seyyid Abdülhakîm hazretlerini,
Mevlânâ’nın büyük halîfesi Seyyid Tâhâ hazretlerinin halîfesi ve eshâb-ı
kirâmın yeryüzünde numûnesi Seyyid Fehîm Arvâsî yetiştirmiştir. Demek ki,
Seyyid Abdülhakîm hazretleri, o külliyetli birikime hâizdir. Buraya kadar
verilen ma'lûmât, Hüseyin Hilmî hocamızın nasıl bir elde yetiştiğini bildirmek
ve ona sıradan bir dîn adamı gözü ile bakmamak ve sevgisinin âhıret seâdetine
sebeb olmasını anlatmak içindir. Beyt:
Aradığın hazînenin nişânını verdim sana,
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin irşâda ve
hakîkî insanlığa ışık tutan, bu yola âid sözlerinden birkaçını, eserlerini
tarayıp yazalım:
Buyurdu ki:
—Bu fakîrin dostlarına
ve sevdiklerine nasîhati odur ki: Herkes elinden geldiği kadar, yüzünü dünyâdan
çevirip, Allahü teâlâya dönsün. Dünya, sâdece para ve elbise değildir. Kul neye
rağbet ederse o onun dünyâsıdır.
—Bu yolun büyükleri,
kendilerine bağlı olanların hallerinden gafil değillerdir. Onların karşısına
hiçbir mahlûk çıkamaz. Onlara karşı gelen, dünyâ ve âhıret seâdetini ateşe
verir.
—Allahü teâlâyı
seviyorsanız, dîn ve dünyâ işlerinizin hepsi istenilene uygun olur. Nefse tâbi'
olursanız, bizim istememizin bir fâidesi olmaz ve büyüklerin rûhları sizden
incinir. Nefsin arzu ve isteklerinden geçmedikçe ve
Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine
itâat etmedikçe, bu fakîrle kardeş ve dost olamazsınız.
—İnsanların rağbetine
sevinen ve onları memnûn etmeğe çalışan, hafîf ve ahmak kimsedir.
—Bir hafta müddetle,
her gün, hiçbir uzvunu hareket ettirmeden dili damağa yapıştırıp bütün varlığı
ile kalbe dönüp, hayâl dili ile dört-beş bin def’a Allah, Allah, Allah deyip
zikr ederseniz, kalbinizin zikr ettiğini siz de anlarsınız.
—Evliyaullahdan
çoklarının sahîh keşifleri ile sabit olmuştur ki, kalbi zikr edenin îmânı
mahfûzdur.
—Bu büyüklere bağlanmak
çok büyük ni'mettir.
—Bu büyüklere göre,
kabûl olmaklık, şerîate olan bağlılık nisbetindedir.
—Bu yolun azını çok
kabûl edip, bu büyük yola sarılmağı iki dünyâ seâdetinin sermâyesi biliniz.
Sırf bu büyüklerin tâlibi olmak pek büyük bir iştir.
—Evliyâya olan hüsn-i
zannınız, sanmayın ki karşılıksız kalır.
—Keşif ve kerâmetler,
şerîate bağlılığı arttırmıyorsa, zarar içinde zarar, belâ içinde belâdır.
—Hiç bir yeri vatan
bilmeyin, hiç kimseyi bizzât mahbûb tutmayın. Çünkü vatan kabirdir ve mahbûb,
hakîkî mahbûb olan Allahü teâlâdır.
—Evliyânın kalbleri,
ilâhî nûrların geldiği yerlerdir. Onlara iyi davrananlara, Hak teâlâ iyi
muâmelede bulunur. Onların kalbinde kendilerine yer ettiren, çok büyük devlet
ve seâdete ermiştir.
—Bu büyükleri sevmek,
Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar ibâdet etmekten daha iyidir.
—Bütün velîler, söz
birliği ile buyuruyor ki, şerîatsız tarîkat mülhidlik ve zındıklıktır.
—Bizim büyüklerimize
göre, tarîkat, şerîate kavuşmak ve onu yaşayabilmek içindir. Tasavvufsuz ilim
vebâl, şerîatsiz tasavvuf dalâldir.
—Büyüklüğün esası
evliyâya hizmettir.
—Bu büyüklerin
yolundaki halîfelerden birinin rızasını kazanmak, bütün silsiledekilerin
rızasını kazanmak olur.
—Allahü teâlâya şirkten
sonra, bütün büyük günâhlar içinde kulu Hakkın rahmetinden, yalandan çok
uzaklaştıran başka bir günâh yoktur.
—Ne şekilde olursa
olsun, dîn ve dünyâ seâdetlerinin, önceki ve sonraki bütün devletlerin özü, bu
büyükleri sevmektir ve muhakkak netîce verecektir.
—Zamanımız insanlarının
eziyyetlerine katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Seyyid-i Muhtâr efendimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) hoşlandığı ve büyük evliyânın sevdiği bir iştir.
—Şâh-i Nakşibend
hazretleri buyurdu ki: Kalbinizi bize karşı kuvvetli tutun ve korkmayın.
—Büyüklerimizin bir
kısmı, sülûk esnâsında, yalnız râbıta ile yetişmişlerdir.
—Hulâsa, bu yol, aynen
yüce Eshâb-ı kirâmın yoludur. Eksiği ve fazlası yoktur. Bu da, kitâb ve
sünnetteki azîmetleri almaktan ibârettir. Bunun için, tarîkatın imâmı,
mahlûkatın gavsı, hakkın, hakîkatın ve dînin mürşidi, Şâh-i Nakşibend
hazretleri: Bizim yolumuzdan yüz çevirenin, dîni tehlükeye girer"
buyurmuştur.
—Evliyâyı inkâr
etmekten sakınmak vâcib olduğu gibi, onlara itikadda taşkınlık yapmaktan da
kaçınmak vâcibdir.
—Bu tâifenin azı da
çoktur.
—Sizden en çok
sevdiğim, dünyâ ehline alâkası ve bağlılığı en az olup, yükü hafîf olanınız,
fıkıh ve hadîs ile meşgul bulunanızdır.
—Bu yolun büyükleri ile
oynanmaz.
—Bu dünyâ zıll-ı
zâildir. Kul ile Mevlâsı arasında engelleyici bir perdedir.
—Hep ihlâs ve istikamet
üzere olunuz! Bu ikisi kıyâmette en kıymetli sermâyedir.
—Hakîkî Şeyh, Rabbi ile
mürîd arasında vâsıtadır.
—Bu yola intisab
edenlerin, küçüklerine bile tevazu' etmek gerekir.
—Allahü teâlânın
kulundan yüz çevirmesinin alâmetlerinden biri, kulun Allahü teâlânın evliyâsına
dil uzâtmasıdır.
—Hadîs-i şerîfde geldi
ki :"Dünyanın bütün kazançları, bir sivrisineğin kanadına müsâvi
değildir"
—Her ma'bûd maksuddur ama, her maksûd
ma'bûd değildir,"
Seyyid Abdullah Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i Şerîfe isimli
Mektûbâtından, bu büyüklerin yolu ile alakalı bazı kısımları yazıp, maksada
yardımcı olalım:
—Hazret-i Müceddîd,
Gavs-üs sekaleyn Abdülkadir Geylânî hazretlerine muhabbet ve bağlılıkları
sebebiyle şöyle yazmışlardır: Hazret-i Gavs-üs sekaleyn velâyet feyzlerinin
vâsıtasıdır. Bu tasavvuf işi, en evvel Hazret-i Emir-ül mü’minîn Alî Murteza’ya
(kerremallahü vecheh) verilmiş idi. Âhırete intikalinden sonra, sırasıyla on
iki İmâm hazretlerinde karar kıldı. Onlardan sonra Gavs-üs sekaleyn
hazretlerine intikal etti. Hazret-i Gavs, Eshâb-ı Kirâm ve Ehl-i Beyt
İmâmları arasında sayılmaktadır. Bu zaif
kula [İmâm-ı Rabbânî hazretlerine] Gavs hazretleri teveccühler buyurup, yüksek
mertebelere kavuşturdu. Kendileri bu işde asıldır, fakîr onların nâibiyim.
—Tasavvuf yolundan
maksad, selef-i sâlihin akîdesinde olmak, amelleri ile, ibâdetleri seve seve ve
hadîsi-i şerîflere ve fıkha uygun yapmak, güzel ahlâk edinmek, sabır, kanâat,
tevekkül ve sülûk makamlarında ilerleyebilmek, kalb hallerine ve devâmlı olarak
Hakka teveccüh edebilmek ve ihsân mertebesi olarak adlandırılan huzûra
kavuşmaktır. Çünkü dîn, bunlarla tamam olur. Aynı şekilde, dînin zarara
uğramaması için, bid'ât, reform ve yasaklardan sakınmaktır. Allahü teâlâya nihâyetsiz
hamd ve şükürler olsun ki, Îşân’ın yoluna tevessül edip, Îşân’ın bâtın
nisbetine kavuşanlara, Îşân’ın [Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin] tavassutu
ile bu haller hâsıl olmaktadır.
—Zikr ve Mebde-i
feyyâza teveccüh etmek ve kalbe yönelmek ve mürşidin sûretini hayâlinde tutup
râbıta etmekten hiç geri kalmamalı ve bunları yaparken hâsıl olan huzûr onbeş
dakikaya varınca, maiyyet murakebesi yapmalıdır. "Nerede olursanız O
sizinledir" âyet-i kerîmesini düşünüp, Allahü teâlânın her an kendisiyle
olduğunu hayâl edip, zikr etmelidir. Allah isminin zikri, cezbeye yaklaştırır.
Lâ ilâhe illallah zikri, kalbden zararlı düşünceleri uzaklaştırır ve fâideli
arzular verir. Tamamen kalbe ve kalble Allah’a teveccühle kendinden kurtulup,
nûrlara dalma, kendinden geçme ve muhabbetullahda sekr [sarhoşluk] hâli hâsıl
olur.
—Bizim tuttuğumuz ve
beğendiğimiz yol, her işte, her âdette ve amelde orta yol üzere olmak,
vakitleri zikirle geçirip, teveccüh ve huzûrun kalbin sıfatı olmasını
sağlamaktır.
—Hâcetlerde, kendi
pîrân-ı kibârı vâsıtası ile Allahü teâlâdan istemektir. Gıybet, söz taşımak,
insanların ayıblarını araştırmak, yalan söylemek ve insanları aşağılamak
haramdır. Herkese hurmetli olmak, kendini toprak gibi değersiz görmek, Allahü
teâlâyı hiç unutmamak, Onun azabından korkup titremek, günâhlarını, üzerine
çökecek dağ gibi bulup rengi sararmak lâzımdır. Çünkü yarın ne ile
karşılaşılacağı bilinmez.
—Sohbetinde kemâle
gelinmeyen mürşid kalmazsa, tâlib ne kadar üzülse
yeridir.
—Tasavvuf yoluna
girmekten maksad, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru itikada,
sofiyye-i aliyyenin güzel ahlâkına ve fıkıh kitâblarında bildirilenlere uymak,
bid'atlerden sakınmak ve Allah dostlarının kalblerine gelen hallere
kavuşmaktır. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu yolda bu ni’metler, bu
mertebeler, Allahü teâlânın inayet ve ihsanı ile ele
geçmektedir.
—Müceddîdî yolu,
Nakşibendî tarîkatinin usûlü üzeredir.
—Mürşid o kimsedir ki, zâhiri Sünnet-i
Resûlullah’a ittiba' ile süslenmiş olup, bâtını, Allah’dan başkasına yüzünü
dönmekten kurtulmakla bezenmiş ola. Böyle bir zâtın sohbetinde bâtın [kalb ve
rûh] Allah’dan gayri herşeyden kesilir ve temizlenir ve onun himmeti ile kalb
Cenâb-ı Kibriyâ’ya müteveccih olur. Fakat te'sirin görülmesi gayret ve ihlâs
miktarınca olur. Tesir arttıkça bu da artar.
Rubaî:
Her kimle oturursun ve kalbin toparlanmaz Dünyâ, mal, mülk
sevdâsı içinden uzaklaşmaz,
Öylesiyle sohbetten kaçabildiğince kaç,
Yoksa
rûh-i azîzan seni hiç bağışlamaz.
—Evliyânın feyzi, pencereden odaya giren
güneş ışığına, yahut her tarafı kaplayan buluta, yahud insanın içini rahatlatan
serin rüzgâra, yahud yağmura, yahud çoşkun dereye, yahud bütün bedeni örten
ince elbiseye, yahud da latîf çiğ damlacıklarına benzer. Anlayabilene kalb
sâhiblerinin halleri, kalbe zevk, şevk ve muhabbet harareti vermesiyle
anlaşılır.
Hâce Abdülhâlık Gocdevânî hazretlerinin
ma’nevî oğluna nasîhâtı çok meşhûr, ziyâde ma’mûl ve pek ma'nidardır:
"Ey oğulcağızım!
Sana vasiyyet ederim ki, her halde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın. Selef-i
sâlihînin eserlerini iyice inceleyesin. Ehl-i sünnet ve cemâ'at itikadı üzere
olup, fıkıh ve hadîs okuyasın. Câhil sofulardan uzak durasın. İmâm ve müezzin
olmamak şartıyla namazları cemâ'atle kılasın. Sakın şöhret talebinde bulunma,
ki şöhret âfettir. Bir mevki'in, makamın olmasını isteme. Hep isimsiz ol.
Senedlere ismini yazdırma. Mahkemelerde bulunma. Kimseye kefil olma. İnsanların
vasıyyetlerinde yer alma. Devlet adamları ve çocukları ile beraber olma. Tekke
yapma ve tekkede oturma. Çok sema’ yapma ki, çok sema' kalbi öldürür ve kalbde
nifaka sebeb olur. Sema'ı inkâr etme; çünkü onu yapanlar da çoktur. Az konuş,
az ye, az uyu. Aslandan kaçar gibi insanlardan uzaklaş. Kendi odanda kendi
işinde ol. Genç oğlanlarla, kadınlarla, bid'at ehli ile, zenginler ile,
câhiller ile bir arada bulunma, sohbet etme. Helâl ye, şübheliden sakın.
Elinden geliyorsa, evlenme. Olur ki, dünyâyı istemeğe kalkarsın da dünyâ için
dînini
berbâd edersin.
Çok gülme. Bilhassa kahkaha ile
gülmekten kaçın. Zirâ çok gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat gözüyle bakasın,
hiç kimseyi horlamayasın. Dışını çok süsleme ki, dışını süslemek, için harab
olduğunu gösterir. İnsanlarla münâkaşa, mücâdele etme. Kimseden bir şey isteme.
Kimseye iş buyurma. Meşâyıha [bu yolun büyüklerine] malınla, bedeninle ve
canınla hizmet eyle. Sakın onların yaptıklarını beğenmemezliğe, inkâra
kalkışma. Çünkü onları inkâr eden felâha eremez. Dünyaya ve dünyâ ehline
aldanma. Kalbin hep üzüntülü olsun. Bedenin zaif, gözün yaşlı olsun. Amelin
hâlis, duan yalvarma ile olsun. Elbisen eski, arkadaşın derviş, sermayen fıkıh,
evin mescid, munisin Allahü teâlâ olsun."
Bu güzel nasîhatı,
Hilmî Bey Hocamızdan kaç def’a dinledik. Reşâhat’ta Abdülhâlık Gocdevânî
kısmında yazılıdır. Bu yolun erbabının sanki temel esası olmuştur. Hele
meşayıhla ilgili cümle, belki yüz def’a tekrâr edilmiştir.
—Evliyâ yolları içinde
Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yolu, Eshâb-ı kirâmın yolu ile tam münâsebet
hâlindedir.
—Teveccüh demek,
kalbini Hakka döndürüp, Ondan gafil olmamaktır. Bu teveccüh ve kalb huzûrundan
sonra işlerin meydana gelişi, hakîkî fâil olan Allahü teâlâdan görünür. Mısra:
Var, Onda yok ol, kavuşmak işte budur.
—Sübhânallah! Hazret-i
Müceddîd’in Mektûbât’ında ne güzel ma'nâlar, ma’rifetler ve hakîkatler vardır.
Hepsi de şer'i şerîfe uygundur.
—Yetecek kadar dünyâ
geçimini sağlayacak maddî imkânı varsa, buna kanâat etmekten büyük rahatlık
yoktur.
—Tarîkat demek,
muhabbet yolu demektir. Muhabbet, öyle can yakıcı bir şu’ledir ki, her korku ve
miskinliği yakar. Muhabbet ancak, zikre, halvete, uzlete ve arzuları terk etmekte
devâm ve sebâtla ele geçer.
—Filân kimse falancadan
feyiz aldı, derler. Feyz, akıtmak, indirmek, boşaltmak, Allahü teâlâ tarafından
kalbine keyfiyyetler, haller zâhir olur da, bu nûrlar ve hâller, kalbi
mâsivadan soğutur ve Allahü teâlâya muhabbet ile hararetlendirip, arzular
sökülür, gider. Gayb-i hüviyyete bir yol açılır ve inzivâ, halvet, zikir ve
ibâdet onun ahlâkı olur. İşte feyiz bu demektir. Bu haller, Nakşibendî yolundan
yayılmıştır.
—Kur'ân-ı kerîm
okuyunuz, salâvât-ı şerîfe getiriniz ve kazâya kalan namaz ve diğer ibâdetleri
ve kul haklarını ödeyiniz. Allah ve Lâ ilâhe illallah zikrine, büyüklerimizin
bildirdiği şekilde, "Zât-ı pâktan başka hiç maksûd
yoktur" ma'nâsını hâzır bulundurarak devâm ediniz.
—Allahü teâlânın
ni'metlerine şükür, ni'metleri ne kadar çok ise, o kadar çok olmalıdır. Maddî
ni’metlerine, ma’nevîleri de eklenirse, kat kat ziyâde olur ve bu ni'metlerin
şükrünü bir kul, kolay kolay yerine getiremez.
—Din ile dünyâ bir araya gelmez. Dünya
için dîni vermek akıl kârı değildir"
Buraya kadar, silsile-i
aliyye büyüklerinin yolundan ve hallerinden bir kaç işâret verdik. Bunlar, o
büyük yolun başlangıcından haberlerdir. Çünkü sonundan kimse haber vermemiştir.
ve "Allahü teâlâyı bilenin dili söylemez olur"u düstur edinmişlerdir.
İşte Hüseyin Hilmî Işık
hocamız, bütün bu sırlara ve vâridâta hâiz Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise
sirruh) ile onüç sene geçirmiş, hep, bu sözleri, hep o büyüklerin hallerini
dinlemiş, o büyükler tarafına çekilmiştir. Beyt:
Ben kendi irâdemle
ardından gitmiyorum,
İki anber kemendle,
çekilip gidiyorum Allahü teâlâya nihâyetsiz hamd ve şükür olsun ki, biz, odun
misüllü kullarını, onun sohbetinde ve yakınında bulundurdu. Ona talebe etmekle,
Kendini, Habîbini ve Habîbinin Eshâbını, âlim ve evliyâ kullarını sevmeği,
düşmanlarını, bid'at ve reform düşünen, mezheb ve tasavvufun ne olduğunu
bilmiyenleri sevmemeği ihsân etti. Bu muhabbet ve düşmanlığı Ehl-i Sünnetin
alâmeti eyledi.
—O büyük mürşidin
nazarları ile renkten renge, halden hâle giren, dünyâ ehli iken âhıret adamı
olan, Efendi hazretlerinin sohbetlerini can kulağı ile dinliyen ve kendi
ifadelerinde, "nerede ise sabahla akşamı ayıramazdım” beyanları ile yer
bulan azîz Hocamızın ma’nevî hâline ve derecesine, herhalde buradan bir yol
bulunabilir. Biz ki, Onları görmekle, sohbetlerinde bulunmakla, bir çok hakîkat
ve ma'nâlara mazhar olduk; ya Onlar gibi, Efendi hazretlerinin husûsî muhabbet
ve husûsî muamelesine kavuşan bir talilinin hâli nasıl olur. Elbette, tekrar
ediyorum, hiç mübâlağasız, elbette çok şeylere kavuşmuşlardır. Beyt:
Ni'mete kavuşanlara, ni'metler âfiyet olsun Zavallı, miskin
aşıklar, bir lokma ile doysun
Bunun içindir ki.
Seâdet-i Ebediyye kitâbının temelini Mektûbât-ı Rabbânî üzere kurdu ve hemen
her kitâbında, hattâ aynı tab' [fotokopi, ofset gibi] kitâblarında bile,
Mektûbât’tan bir veya bir kaç Mektûb koyarak, o kitâbları Hazret-i Müceddîd’in
ilhâm kaynağı olan kalblerinden fışkıran Rahmânî,
Rabbânî ilim ve feyizlerle bereketli
hâle getirmiştir. Çünkü her zaman :"Söz, sâhibinin bereketini
hâizdir" ve :"Söz, sâhibinin derecesine göre te'sîrlidir" ve
:"Sözün altında veya içinde sâhibi vardır" derler, her vesîle ile o
büyüklerden bahsederler, onlardan bahsetmeği bir ihtiyâc, rûh ve kalb gıdası ve
gönül rahatlığı ve sanki vazîfeyi yapmış olmanın huzûru bilirlerdi. Huzûrunda
bulunup, onların dilinden, o büyüklerin isimlerini, menkıbelerini dinlemenin
hazzı ve zevkı başka idi. O isimler, o haller ve menkıbelerin hikâyesi
ağızlarına o kadar yakışırdı ki, anlatılan ile anlatan arasında büyük bir uyum
olduğu kendiliğinden insanın içine doğar ve dinleyen :"Kendi mesleğini ne
iyi biliyor ve takrîr ediyor" derdi.
Hocamız elbette
Müceddîdî idiler. Müceddîdîlerin husûsîyyetlerini kısaca bildireyim: Ehl-i
Sünnet itikadında sağlam olmak, kendi mezhebinde, en az kendine yetecek kadar
ilme sâhib olup, ilmi ile amel etmek, amelini mümkün mertebe ihlâsla yapmak.
Dininden ta'viz vermemek. Ruhsatları değil, takvâyı esas almak. Haramlardan,
günâhlardan çok sakınmak. Gaflete sebeb olacak dünyâ meşgalelerine girmemek.
Kendine yetecek kadar maddî imkanı varsa, daha çalışmayıp, hep âhıretine
çalışmak. Nakşî, Müceddîdî büyüklerinin eserlerini çok okumak. Onların
eserlerini, yazılarını, sözlerini, başkalara tercîh etmek. Onların eserlerinin
okunmasını kolaylaştırmak, mümkünse başka dillere çevirip fâidelerini umuma
yaymak. Onların hayâlleri ve halleri ile yatmak ve kalkmak, kemâllerini ideal
kulluğun basamakları itikad edinmek. Tenzîhi dahi olsa, bir mekrûhu işlemekten,
müstehab dahî olsa bir sünneti terkten uzak durmak. Münâkaşa ve mücâdele
etmemek. Kalb huzurunu bozacak, maddî ve ma’nevî her şeyden kaçınmak. Bu yolun
büyüklerinin hayâlini, Allahü tâlânın zikrini, Resûlullah’a salavâtı kalbin ve
dilin virdi yapmak. Çok istiğfar ve tevbe edip, başı önüne eğik, kusurlu kul olduğunu
itiraf etmek. İnsanların hukukuna riâyet etmek. Geceyi gündüzden çok sevmek.
Her zaman kalbine müteveccih olup kalbi ile Rabbine teveccüh hâlinde olmak.
İnsanlar arasına çok karışmamak. Halveti, yalnızlığı tâlib olmak. Kalb
güneşinin, yalnız ve karanlık odada doğacağını bilmek. Beden gözü, günâhlara
kapalı olmayınca, kalb gözünün açılmayacağını düşünmek. Rabbini her zaman
kendiyle beraber bilip, şah damarından yakın bulmak. Velhâsıl, zâhiri şerîatın
ahkâmına riâyet üzere, bâtını ise, Allah, Peygamber ve bu yolun büyüklerinin
sevgisi ile şen ve taze, kalbi ve dili Allah’ın zikri ile uyanık ve yaş ola.
O halde herkesin
Müceddîdîliği farklıdır. Ama yukarıda saydığım maddeler, Hocamda
gördüklerimdir. Onların tâlibi olmak isteyenler, Onları sevmeği, âhıreti için
seâdet vesîlesi bilenler, bunlara çok dikkat etmelidir. Çünkü bu büyüklerin
yolunda, muâmele Allah iledir. Hiç riyâ, sum’a, fütûr, zuhûl kabûl etmez. Ya'nı
muhib, Rabbini ne kadar zikr ederse, Ona o kadar yakın, ne kadar gafil ise, o
kadar uzaktır. Bir başka ifâde ile kul, şerîate uyduğu kadar Rabbine yakındır.
Allahü teâlâ, Hocamızın
eserleri, hizmetleri, sözleri ve inşaallah verdiği usûl üzere, yukarıdaki
maddelere devâm eden talebesi, onların da talebesi.. vâsıtasıyla Müceddîdîlik
çığırını kıyâmete kadar devâm ettirir. Bu fakîrin bu kitâbı yazmasının yegâne
sebebi de, Hocamın açtığı çığırın devâmını temin için üzerime düşeni yapmaktır.
Çünkü hadîs-i şerîfde :"Kim iyi bir çığır açarsa, yaptığı işin sevâbını
aldığı gibi, o iyi işi yapıp sevâb alanların sevâbı kadar da sevâb alır"
buyuruldu.
Hocamız, Seyyid
Abdülhakîm hazretlerinin hizmet ve sohbetinde kavuştuğu bu ma'nâyı, ya’nî
Müceddîdî rûhunu yaşamak ve yaşatmak için, onsekiz yaşından beri hiç durmadan,
dinlenmeden çalışmış, resmî vazîfesi arasında gece, ta'til, izin demeden,
Müceddîdî büyüklerinin müşterek dilleri olan arabî ve fârisîyi öğrenmiş,
Mektûbât-ı Rabbânî, Mekâtib-i Şerîfe, Mektûbât-ı Hâlidî ve benzerlerini, ayrıca
bu taife-i aliyyenin Müceddîd hazretlerinden öncekilerin halleri, sözleri,
menâkıbı yazılı olan, Reşahât, Nefehât ve benzeri kitâbları, Risâle-i Hâlidiyye
, Mecd-i Tâlid ve benzeri Hâlidî kolu kitâblarını tekrar tekrâr okuyup,
insanlığın ikinci dili ile edinilmesi lâzım gelenleri de, imkân ve hâline göre
edinmiş, talebe ve bütün insanlığa öğretmek için, hayâtının sonuna kadar,
konuşmaktan ve yazmaktan geri kalmamıştır. Siyâset, iktisat, idâre ve hukûmet
işleri ile hiç meşgul olmamış ve sevdiklerinin de olmamasını istemiş, devlete
ve millete hayır dua etmiştir.
Efendi hazretlerinden
edindiği feyzleri, emdiği sütleri, zamanı gelince, Hak ve hakîkat tâliblerine
akıtmıştır. 1 953 senesinden 1 960 senesine kadar hep anlatmış, dersleri ve
sohbetleri ilim meclisi havasında geçmiştir. 1960 senesinde "Bizim
sohbetlerimiz bitti" buyurdu. O târihden sonraki istifâdemiz, daha ziyâde
husûsî olmuştur. Bir gün, büyüklerden istifâdeyi konuşuyorduk. İmâm-ı Rabbanî,
Muhammed Seyfeddin, Seyyid Nûr, Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Mevlânâ Hâlid ve Efendi
ile alâkalı rüyalarımı arz ettim. Dinlediler. "Bugün, gök kubbe altında
böyle görüp, istifâde eden yoktur. Sizi tebrîk ederim. Anlaşılıyor ki, o
büyüklerle münâsebet hâlindesiniz. Münâsebet kelimesi, mufâale babındandır.
Mufâale babının binâsı müşâreke içindir. Bir taraftan olsaydı, nisbet olurdu.
Mâşaaallah. Siz o büyüklerden istifâde etmek, feyz almak istediğiniz gibi,
onlar da sizinle olmak, size vermek istiyorlar. Bu çok büyük ni'mettir.
Kardeşim, benden buraya kadar. Şimdi o büyüklerle münâsebeti arttırın ve
kuvvetlendirin. Cenâb-ı Hak size bu kabiliyyeti vermiş, hayırlı olsun"
dediler. Hocam, böyle söyleyeceğinizi bilseydim, hiç anlatmazdım, dedim.
"Yok efendim, biz gene beraber olacağız, ama yolunuzu açmak
vazîfemdir" buyurdular. Bu büyüklere âid gördüğüm rüyalar bir defter
dolusudur. Ama bunları geçelim.
Zaman zaman onlarla
beraber bulunduğumuz elli seneye yakın bir müddet içinde, bu büyükler hakkında,
kendilerinden duyduğum bir kaç mühim şeyi yazayım:
—Efendi hazretleri
buyurdu ki: İmam-ı Rabbânî hazretleri bir muhadara [yeni gelin]dir. Ehlinden
başkasına yüzünü göstermez.
—Şâh-ı Nâkşibend
hazretleri hacdan dönünce :Efendim, filân talebeniz, sizinle alâkayı kesti,
dediler. "Sorun bakalım, bizi rüyâda görüyor mu?” buyurdu. Sordular. Arada
bir görürüm, dedi. Hazret-i Hâce’ye arz ettiler. "Kim demiş bizimle alâkayı
kesti, bizden kesilen, bizi rüyâda da görmez” buyurdu.
—Efendi hazretlerine,
Gavs-ı a'zam Abdülkâdir Geylânî mi, yoksa Gavs-ı Sâmedânî İmâm-ı Rabbânî mi
(radıyallahü anhümâ) yüksektir, sordular. Bir-iki sâat Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin büyüklüğünü, gavsiyyet makamını yüce hallerini ve kerâmetlerini
anlattılar. Sıra İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gelince, :"Bu fakîr, İmâm-ı
Rabbânî’nin âşıkıyım" buyurup, sözü kesmişlerdir.
—Bir gün Efendi
hazretleri, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin şu menkıbesini anlattı :Bir kadın
çocuğunu Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına yetişsin diye, Hazret-i Gavs’a
bıraktı. Bir zaman sonra çocuğunu görmeğe gitti. Baktı ki, Şeyh hazretleri
oturmuş tavuk yer. Çocuğu ise kapıda, zaif, nahiv, ellerini bağlamış,
hizmetinde ayakta bekler. Ana yüreği yâ, oğluna acıyıp :"Efendim, bir
parça da çocuğa verseydiniz ya!" der. Şeyh hazretleri hikmetle ağzını açıp
:"Senin çocuğun daha tavuk yiyecek hâle gelmedi Tavuğu yiyen yapmasını
bilecek" buyurup, kemikleri bir yere toplayıp, üzerlerine bir tabak koydu
ve ne dediyse dedi. Tabağı kaldırınca, altından pırrr diye tavuk uçtu. Kadın,
afv edersiniz, deyip oradan ayrıldı. Hocamız, bu menkıbeyi buraya kadar
anlattıktan sonra, şöyle devâm ettiler. Efendi bu kerâmeti anlatınca
:"Bunu hikâye gibi, masal gibi dinlemeyin. Bunu Mazhar-ı Cân-ı Cânân haber
veriyor" buyurdular.
—Efendi hazretleri,
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin te’lîf ve tertîb ettiği, salavât risâlesinin ismi
Câliyet-ül Ekdâr’dır. [kederleri kovucu]. Bunu okumak Delâil-ül-Hayrât okumaktan
fâidelidir, buyurdu.
—Efendi hazretleri,
Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânı için :"İstanbul’a bedeldir, hâşâ,
yanlış söyledim, dünyâya bedeldir" buyurdu.
—İbni Âbidin
hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden kelâm ilmi aldı ve tasavvufda onun yoluna
girip, kemâle geldi.
—İnanıyorum ki, Efendi
hazretleri, İbni Âbidin’den daha büyük âlim idi.
—İnanıyorum ki, Efendi
hazretleri, Amerika’nın hangi şehrinde ne vardı,
bilirdi.
—Mevlânâ Hâlid
hazretlerine Ledünnî Hârıka demişlerdir.
—Mevlânâ Efendimiz, o dereceye
yükselmişti ki, feyzini vâsıtasız Allahü teâlâdan alabiliyordu.
Yeri gelmişken Onlarla
bir hâtıramı arz edeyim: Bitişiklerinde oturuyordum. Pazar günü sabah
sekizbuçukta çocukları gelip, işiniz yoksa, babam sizi istiyor dedi. Gittim.
Kardeşleri Sedâd ağabeyle kahvaltı yapıyorlardı. Sedâd ağabeyle ahbablığımız
kuvvetli olduğu için, ağabeylerine, ya'nî Hocamıza gelince beni sormuş. Hocamız
da, yakındadır, çağıralım demiş ve çağırmışlar. Buyurun, kahvaltı yapalım
dediler. Kahvaltı yaptım, dedim. Olsun, masada oturun, çay içersiniz, birşeyler
yer, bize iştirak edersiniz, buyurdular. O zaman yirmi dört yaşlarında olup
üsteğmen idim. Mektûbât’tan bir süâlim var, dedim. Buyurun dediler. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bir mektûblarında :Bizim birbirimize irtibatımız
muhabbetledir, nisbetimiz ise in'ikâsî [kalbden kalbe aksetme] ve insibâğîdir
[mürîd şeyhin hâline bürünmek] buyuruyor. Birinci kısmı biraz anladım, ama
nisbet kısmını anlıyamadım, dedim. Ben nereden bileyim, buyurdular. Biraz
durdular, sonra :İki ifâde de tam yerindedir kardeşim. Ne güzel ifâde etmişler.
Zirâ kalbler muhabbetle [sevgiyle] birbirine bağlanıp, irtibât yolu
sağlandıktan sonra sıra in'ikâsî ve insibağî olan nisbete gelir. Bir kalbde
olan diğerine akseder, yahud onun rengine, hâline, sıfatına bürünür"
dediler. Sonra yukarıya, ya’nî ikinci kattaki salona çıktık. Sedâd bey
:"Ağabey, ikisi de Eshâb-ı kirâmdan olduğu halde, Silsilede Selmân-i
Fârisî hazretleri, niçin Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinden (radıyallahü anhümâ)
sonra geliyor?" dedi. Buyurdular ki, Selmân-ı Fârisî hazretleri de, bütün
Eshâb-ı kirâmın fazîletlerine ortak idi. hattâ, "Ehli Beyttendir"
buyurulduğu için ziyâdesi de vardı. Ama Ebû Bekr hazretleri için buyurulmuş bir
fazîlet vardı ki, ona kimse ortak değildi. O da :"Allahü teâlânın kalbime
akıttıklarının hepsini, Ebû Bekr’in kalbine akıttım" hadîs-i şerîfinde
bildirilen fazîlet idi. Bu fazîleti sebebiyledir ki, Sahabenin Mescid-i Nebi’ye
açılan kapılarının kapatılmasını buyurduğu zaman, Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretlerininkini kapattırmadı ve ma'nâ âlimleri: "Bunda bir sır vardır, o
da onun kapısının, ya’nî yolunun kıyâmete kadar hep açık bulunmasıdır” dediler.
İşte Sıddîk-ı ekber, bu müktesebatını ve feyizlerini Selmân-ı Fârisî
hazretlerinin kalbine akıtmış olunca, Silsilede ondan sonra geldi. Sedâd bey
yine :"Efendim, evliyâlar içerisinde, mürşidiyle işini bitirip, sonra
doğrudan Allahü teâlâdan feyiz, nûr ve vâridât alanlar var mıdır?" diye
süal etti. Buyurdular :”Evet vardır. Bize en yakın olan Mevlânâ Hâlid
hazretleri onlardan biridir. O da, İmâm-ı Rabbânî, Hâce Bâkî, Şâh-ı Nakşibend
hazretleri gibi, o dereceye yükselmiş idi. Hattâ Mecd-i Tâlid’de yazar kı:
"Mevlânâ hazretleri o dereceye çıktı ki, kemâlât-i nübüvvete, ya’nî
Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâlâtına kavuştu. Ama
mansıbı yoktu. Ya’nî peygamberlik sona ermiş olduğundan peygamber değil idi.
Bir eksiği o idi.” Sedâd beye, Hicâzdan ne haberler getirdiniz, dediler. O da,
uzun uzun anlattı. Bir yerinde dedi ki, Medine-i münevverede, Resûlullah’ın Ravda-ı
mübârekesi ile şereflenmiş, dua ediyordum. Vazîfeli bir Vehhabî memûru, duama
ma'nî olmak istedi ve :O ölüdür, duymaz, ona dua etmek, ondan şefâat istemek
şirktir, dedi. Ben de Bakara sûresinin 154. :"Allah yolunda öldürülmüş
olanlara ölü demeyin, onlar diridirler, siz anlamıyorsunuz" âyetini
okudum. Yüzüme baktı ve yanımdan uzaklaştı. Hocamız : ”Âferin, sizin bu
yaptığınız cihâddır. İnşaallah hacla birlikte cihâd sevâbı da aldınız"
buyurdular. O günkü sohbet uzun idi. Ancak bu kadar kısaltabildim.
—Abdullah Dehlevî
hazretlerinin tasarrufu o kadar kuvvetli idi ki, bir nazarla, bir mü’mini
velâyet mertebesine kavuştururdu. Hiç evlenmedi. Allah’dan başka kimseye râzı
olmadı. Ebû Saîd Müceddîdî hazretlerinin oğlu Sâhib Ahmed Saîd hazretlerini
oğulluğa kabûl etmişti.
—Seyyid Tâhâ
hazretleri, hem irşâd kutbu, hem de medar kutbu idi. Tıpkı Alâeddin Attâr
hazretlerinin, zamanında, maddî ve ma’nevî ilimlerde kutub olduğu gibi.
—Seyyid Fehîm
hazretlerinde, ağır basan, kerâmet değil istikamet idi.
—Efendi hazretleri
buyuruyor: Seyyidim, senedim, hazret-i Seyyid Fehîm buyurdu ki, eğer Seyyid-i
Büzürk [Seyyid Tâhâ] ile aramızda, ateşten bir dere olsa ve beni yanına
çağırsa, tereddüdsüz o dereye girer, onun emrini yerine getiririm.
—Efendi hazretleri buyurdu ki
:"Seyyidim, senedim, Hazret-i Seyyid Fehîm gözlük kullanmasaydı, gözlüğün
menfaatini inkâr ederdim."
Nakşî, Müceddîdî ve
Hâlidî yollarının ve kollarının esası, Sünnet-i
Seniyyeye ittiba' ve şeyh-i muktedâya muhabbet üzere
kurulduğundan, bu yolda hâkim unsûr istikâmet oldu. Kerâmet istikametten
aşağıda kaldı. Dini istikamet, dünyâsı istikamet, dışı istikamet, içi istikamet
üzere bulunmak çok zordur. Resûlullah’ın :"Beni Hûd sûresi
ihtiyarlattı" hadîs-i şerîfi, O sûredeki "Emr olunduğun gibi, istikamet
üzere ol" âyet-i kerîmesinin ağırlığı altında buyurulmuştur. Bunun için
evliyâ, istikamet kerâmetten bin kat üstündür, demiştir. Ya'nî gerçek dîn,
hakîkî kulluk, ancak istikametle ele geçer. Bu da, bu büyüklerin nasîbi oldu.
Ve bu fakîr, Hocamızı hep buna dikkat eder, istikametten ayrılmamağa çalışır,
buldum ve gördüm. Bunun için Hocamızı kerâmetle hiç değerlendirmedim.
İsterseniz bununla alâkalı bir hatıramı anlatayım:
—Bir akşam bir
kardeşimizin evinde sünnet veya nişan merasimi vardı. Eski arkadaşlardan biri
şöyle konuştu : Hocamız bir televizyon gibidir, her an her arkadaşın ne
yaptığını bilir. Onlar mürşid-i kâmildir, filân filân talebesi de evliyâdır,
dedi ve o kalabalığın içinde bu fakîrin ismini de söyledi. Böylece söz hakkı
doğdu. Dedim ki, bizim büyüklere göre ma'rifet, Allahü teâlânın zâtına ve
sıfatlarına âid sırlara kavuşmak, her an huzûr ve cem'iyyet içinde olup, bir an
Allahü teâlâdan gafil olmamaktır. Kulların halleri ile kalbini meşgul etmek,
bizce büyük bir fazîlet değildir. Bunun için ben Hocamı, bahsettiğiniz bu
halleri için sevmiyorum ve Onları sizin dediğiniz gibi bilmiyorum. Benim onları
sevmemin sebebi, Ehl-i Sünnet itikadında âlim olması ve bu itikadı öğretmesi,
hanefî mezhebinde âlim olup ilim öğretmesi, islâm ahlâkını yaşayıp, yaşatmak
istemesi ve Allahü teâlânın sevgili kullarını sevmesi ve sevdirmeğe
çalışmasıdır. Ben bu sağlam iplerle Hocama bağlanmışım ve Onları böyle tanırım.
Bazı kimseler için, evliyâ kelimesini, herhalde bu yolun istılahî ma'nâsında
kullanmadınız. Yoksa bu sözünüz yalan, zulm ve büyüklerimize hakaret olur.
Sonra bu konuşmamızdan Hocamızın damadı Enver Ören ağabeye bahsettim. Bir akşam
Hocamızda idik. Enver ağabey, ikide bir beni dürtüyor ve o konuşmamızı Hocamıza
nakl et, diyordu. Hocamız gördüler ve ne var dediler. Enver ağabey mevzûyu
açtı. Hocamız bana, anlatın, dediler. Anlattım ve ne zaman, ben hocama bu
sağlam iplerle bağlıyım, dedim. Buyurdular ki: Doğru söylemişsiniz. Biz de
Efendi’yi böyle bilirdik. Öbür şeyleri niçin karıştırıyorlar. Bahsettiğiniz
arkadaş, bizim sohbetimizde bulunmamıştır. O bize 1960 senesinden sonra
gelmiştir. Bizim sohbetlerimiz ise altmış senesinde bitti.
—Hocamız, en az,
haftada bir bizim fakîrhâneyi şereflendirir ve fârisî aslından Mektûbât okur,
ben ta'kib ederdim. Bazan da Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânından okur ve
okurken sesi titrek bir hâl alır, Mevlânâ hazretlerinin büyüklüğü karşısında
küçülür ve :"Onun yazılarını çok büyük hurmet ve edeble okumamız, her
beytinde ağlamamız icab eder" buyururdu.
—Biz Allahü teâlânın
fadlına, ihsânına kavuştuk, siz de öyle!
—Kardeşim, bu silsile-i
aliyyenin her halkası çok büyüktür. Nakşibendî, Müceddîdî ve Hâlidîlerde irşâd
için, velâyet-i hassa-i Muhammediyyeye erişmek şarttır. Asgarî hat budur.
A'zamîsi ise, daha yukarılara çıkar.
Yukarıda arz ettiğim gibi,
istikamet en büyük kerâmettir. Bir kimsenin mürşid veya müstâkim-ül ahval
olduğu, onun sohbetinde bulunanın, dünyâdan soğuyup, âhırete rağbet etmesi ile
anlaşılır. Böyle birinin sohbetini canına minnet ve iki dünyâ için seâdet
vesîlesi bilmelidir. İnsanın kalbine dünyâya rağbeti sokan ve âhıretten
uzaklaştıran sohbetlerden çok uzak durmalıdır.
Büyüklerin hallerini
anlatanlar, kerâmet cinsinden bazı menkıbelere de yer verdiklerinden,
âdetlerini bozmamak için bir kaç şey yazayım:
—Kendileri anlattı. Ankara’da,
Saman Pazarı’ndan Hamam Önü’ne doğru bisikletle iniyordum. Önüme bir çocuk
çıktı. Çarptım. Ben de düştüm. Kalktım, yanına gittim. Nefes almıyordu. Allahü
teâlâya yalvardım. Nefes aldı ve kalktı.
—Kendileri anlattı:
Ankara’da birisi bana geldi. Bir kız evlâdı vardı. Tifo gibi bir hastalığa
tutulmuş, durumu çok ağır idi. Ağlayarak benden çâre aradı. Şifâ âyetlerini
yazıp, suda erittik ve o suyu çocuğuna içirdi. Birkaç gün sonra teşekküre
geldi, Allah râzı olsun, kızım sayenizde iyileşti, dedi.
—Sene 1956. Bir
Cumartesi günü akşama doğru Kuleli Lisesi’ne dönüyordum. Vapurda Çengelköy’lü
hoş bir tanıdığa rastladım. Konuşarak geliyorduk. Beylerbeyi iskelesine
yanaşırken akşam ezânı okunmağa başladı. Yanımdaki Beyefendi, ben burada inip,
namazı cemaatle kılayım deyince, ben de, indim ve doğru Hocamın evine gidip,
kapıyı çaldım. Kapıyı açtılar ve bana :"Seni Allah gönderdi. Bir arkadaşın
babası, oğlunun güyâ subay olmasını istemiyormuşum iddiası ile beni mahkemeye
vereceğini yazmış. Öyle bir şey yok, ama üzüldüm. Mahkemelere gitmeği hiç
sevmem. Bunun için ikindi namazını kıldıktan sonra, düa ettim, Allahü teâlâdan
seni, veyâ Enver beyi istedim. Elhamdülillah, Allahü teâlâ duamı kabûl buyurdu
ve seni gönderdi. Gel birkaç dakika konuşalım, sonra akşam namazını kılarız
buyurdular."
—Hocamız İstanbul’dan
Erzincan’a gideceklerdi. Biz de Ankara’da talebeydik. Bir gece rüyâda Hocamızın
trenle geldiğini, bulundukları kompartımana girdiğimi, orada bir koltukta albay
elbisesi ile oturduklarını gördüm. Selâm verdim. Yanlarındaki sandalyeye beni
oturtup, başımı kucaklarına aldılar. Elleri ile yüzümü gözümü okşadılar ve
kapıda bizi seyr eden bir arkadaşa [Alî Karaduman] :”Süleyman bey bizi çok
özlemiş, doya doya öpsün" buyurup, ellerini dudaklarımın üstüne bıraktılar.
İzinleri ile olduğu için doya doya öptüm. Çünkü hiç el öptürmezler, musafeha
ederken iğilmeyi bile bid'at sayarlardı. Sabahleyin Polatlı’ya gittik.
Kendilerini trende gördüm. Musafehadan sonra ellerini öptüm. Müsade ettiler ve
:"Süleyman rüyâ ile hareket ediyor, muhâlefet etmeyelim" buyurdular.
—Askeri Lisenin son
sınıfında idim. Bir gece rüyâda Hocamı gördüm. Bana, şimdi çocuklarımın
annesinin resmini gösterdiler ve "Buna dikkat eyle, sen bununla
evleneceksin" buyurup resmi bana verdiler. Dört-beş sene sonra, buyurdukları
gibi oldu.
—Bir arkadaşla Hocamıza
gidiyorduk. Bâyezid’den Fâtih’de Onların evine kadar yürüdük. Yolda, radyoda
kötü yayınları, nefsin hoşuna giden şarkıları, gayr-i ahlâkî hikâyeleri
dinlemek günâhdır, tamam ama acaba ta'mîri de günâh mıdır? diye konuştuk.
Onlara gidiyoruz, süâl ederiz dedik. Onların evine geldik. Çeşitli şeylerden
konuşuldu. Daha bize sıra gelmemişti. Bir ara buyurdular ki: "Eğer radyo,
Sultan Abdülhamîd Hân zamanında olsaydı, dîn için ondan çok fâidelenilir idi.
Ama şimdi almak da, tamîr etmek de günâhdır."
—Bu fakîr, Mektûbât’ı
el yazım ile yazıp, istinsâh ettiğim sıralarda, bazı yerleri veya kelimeleri
anlayamazdım. Bazan rüyâda Abdülhakîm Efendi teşrîf edip, izâh buyurur, bazan
Hocamı rüyâda görür, bilmediklerimi süâl eder, cevâblarını alırdım.
—Ramazan-ı şerîfde
bizim evde iftâr ettik. Yemek esnasında, o sıralarda gördüğüm bir rüyayı
Hocamıza arz ettim. Oğulları Abdülhakîm de beraber idi. Şöyle anlattım:
"Hocam, rüyâda, Efendi hazretlerinin câmi'inin yanındaki bahçeye, arka
taraftan çıktım. Bahçe çok güzeldi. Köşk dedikleri binânın önünde, ortada siyâh
sakallı, sağında ve solunda iki genç bulunan nûr yüzlü bir zât vardı.
Rastladığım birine, bu zâtın kim olduğunu sordum. Ma'ruf-i Kerhî hazretleridir,
dedi. Geldim, elini öptüm. Yanında tutup, sağındaki ve solundaki gençler için
:"Bunlar benim genç evliyâ talebelerimdir" buyurdular. Hocamız, bu
rüyamı dinleyince: "Kardeşim, inşaallah, şu anda onlar buradalar ve
onların rûhâniyetleri ile yemek yiyoruz” buyurdular. Sofrada, iki çeşit meyve,
ya’nî kavunla üzüm gördüler ve :"Tekellüf olmasın, birini kaldırın, üzümü
alın" dediler.
—Şâkir Efendi’nin evine
hiç gitmemiştim. Efendi’den dinlemek ve bazı şeyler sormak için, evine gitmeği
düşünüyordum. O zamana kadar böyle bir şey düşünmemiştim. O günlerde idi.
Hocamızın evinde yemek yiyorduk. Bir ara :"Şâkir beye hiç gittiniz mi?”
dediler. "Gitmedim" dedim. "Gitmeyin, lüzûm yok” dediler.
Gitmedim.
—Sabah erken evden
çıkmış, işime gidiyordum. Evlerinin önünden beş-on adım geçmiştim ki, Hocamın
çok iyi tanıdığım sesini iki def’a duydum. Süleyman bey, Süleyman bey, diye
seslendiler. Döndüm baktım, göremedim. Evin önüne geldim. Aşağı ve yukarı
odanın pencerelerine baktım, yine kimseyi göremedim. İşime gittim. Akşam
dönünce uğradım ve sordum. "Hayır, efendim ben size o sâatte seslenmedim,
namazı kılıp yatmıştım" buyurdular. Ama efendim, sizin sesinizdi dedim.
"Olur öyle şeyler, bunları bu yolda, normal karşılamalıyız" dediler.
—Rüyâda Hocamı gördüm. Bana
:"Mantık okudunuz mu?" dediler. Okumadım, dedim. "Molla Fennârî
hazretlerinin "Îsaguci şerhini okuyun" buyurdular. Ertesi gün, İlim
Yayma Cemiyeti’nin tertîb ettiği kursa, gidiyorduk. Konuşma arasında :"Siz
mantık okudunuz mu?" dediler. Okumadım, dedim. Molla Fennârî hazretlerinin
Îsagucî şerhini okuyun" buyurdular. Bu sözleri üzerine güldüm. Sebebini
sordular. Gece, rüyâda da böyle buyurmuştunuz, dedim. "Öyle mi, efendim,
dediler. Mekkî Efendi’nin nefesi bereketlidir. Ondan okuyun" buyurdular.
Öyle oldu ki, Mekkî Efendi’den iki def’a, mezkûr mantığı okumak nasîb oldu.
Uzun yıllar Işık Kitâbevinin bütün
hizmetlerini deruhte edip, güzel bir şekilde yürüten ve hep Hocamızın hayır
duâsını alan, istikamet ehli kardeşlerimizden İsmet Emânet beyin Hocamızdan
şâhid olduğu birçok firaset ve kerâmet yollu hallerden birkaçını da yazayım:
—Işık Kitâbevi’ndeki
vazîfemden önce Sarıyer’de balıkçılık yapıyordum. Hocamızın sohbetinde bir
def’a bulunmuştum. Çalıştığım reis ve iki-üç arkadaşla Hocamızı ziyârete
geliyorduk. Yolda, kalensüve-i mecûsi, ya’nî küfür alâmeti kullanmanın
mahzûrundan, radyoda îmâna tealluk eden bahislerle zaman zaman alay
edildiğinden, dinlerken dikkatli olmanın, hattâ bazı gazeteler için de böyle
titiz davranmanın luzûmundan bahs ettim. Kimi sustu, kimi itiraz etti. Nihâyet
gelip kapıyı çaldık. İçeriden çok nâzik bir ses :"Maşaallah müslümanlar,
buyurun kardeşlerim, buyurun" deyip, kapı açıldı. Yukarıya salona aldılar.
Oturunca, mübârek gözlerini kapayıp şöyle konuştular :"Derd ü belâ
kemend-i mahbûb-est, her kirâ dost mîdâred be-kemend-i hîş be-hod mîkeşed"
ya'ni, derd ve belâ Cenâb-ı Hakkın kemendidir. Onu sevdiği ve seçtiği kullarına
atar ve o kemendle onları kendine çeker ve buyurur ki, ey kullarım, benden
gafil olmayın, beni hatırlayın. Bu kementler hastalıktır, derddir, âfettir,
belâdır. Dünyada dertsiz insan yoktur. Sarıyer’den teşrîf ettiğinize göre,
soracaklarınız vardır; buyurun dinliyorum." İsmâil reis diye bilinen
arkadaş :"Hocam, bir tayfamız vardı, namaz kılmazdı, ama namaz kılanları
severdi. Şarab içmez ve içenleri sevmezdi. Bir gün arkadaşları onu kandırıp,
şarab içirttiler. Neden sonra bir gece Boğaz’da gece balık ararken, denize
düşüp boğuldu. Cenâze namazını kıldık, ama içimizde ukde kaldı. Siz ne
buyurursunuz?" dedi. Hocamız, İmâm-ı A’zâm efendimizin bununla alâkalı bir
menkıbesini anlatıp, buna göre :"O kişi mü’mindir, cenâze namazı
kılınır" deyip :"Küfür alâmeti kullanmak, şarab içmekten daha büyük
günâhdır" buyurdular. Böyle buyurunca, biz gayr-i ihtiyârî arkadaşlarla
göz göze geldik. Hepsi irkilmişti. Çünkü içlerinden biri küfür alâmeti
kullanırdı ve eve girmeden koynuna sokmuştu. Sonra Hocamız bu konuyu bir çok
kitâb ismi vererek izâh ettiler. Ardından :"Radyo insanın îmânını alır.
Diyeceksiniz ki, o bir âlettir, insanın îmânını nasıl alır? Efendim, albay
idim. Beylerbeyi’nde ahşab bir evde oturuyordum. Ev sâhibimiz hacı idi, üst
katta oturuyordu. Ramazan-ı şerîf idi. İftâr sâati yaklaşmıştı. Radyodaki
konuşmacı, İslâmiyetle alay eden bir konuşma yapıyordu. Ev ahşab olduğundan
sesler bize kadar geliyordu. Ev sâhibimizin bu konuşulanlara kahkaha ile
güldüğünü duydum. Îmânı gitti efendim. İslâmiyet ile alay etmek küfürdür. Alay
edene gülmek de küfürdür. Radyo insanın îmânını böyle alır kardeşim."
buyurdular. Böylece sabahleyin otobüste izâh etmeğe çalıştığım ve her birinde
itirazla karşılaştığım bütün konuştuklarımızın cevâblarını almıştık. Biraz
sonra kalktık. Dualarla uğurlandık ve bu husûsî gece, hayâl kitâbımın gönül
sahifesinde, hayâli cihân değer bir hâtıra olarak kaldı.
—1968 yılı idi.
Maaşımla zor geçiniyordum. Hanıma manto, çocuğa ayakkabı alacak param yoktu.
Evdekiler, her ne zaman bu ihtiyacları söylese, inşaallah yakında alırız der,
bu yolla atlatmağa çalışırdım. Bir gün sabahleyin dükkân temizliğini
bitirmiştim ki, Hocamız teşrîf ettiler. Oturup, biraz durduktan sonra ":Maaşınız
ne kadardır kardeşim" dediler. 800 lira, dedim. "Azdır, yetmez"
buyurdular. Yetiyor efendim, dedim. "Olur mu kardeşim, hanıma manto,
çocuğa ayakkabı lâzımdır. Zeki beye söyleyin, maaşınıza yüz lira daha zam
yapsın" buyurdular.
—Kapıya geldiğimde
Enver ağabey çıkmak üzere idi. Kapıyı açıp, Hocamız, üst katta sizi
bekliyorlar, dedi. Kendisi gitti, ben de kapıyı kapatıp yukarı çıktım. Odaya
girince, Hocamızı namazda teşehhüdde buldum ve niyyet edip onlara uydum.
Tehıyyâttan sonra cehrî tekbîr getirip ayağa kalktılar. İki rek'at daha kılıp
selâm verdiler. Ben de yetişemediğim iki rek'atı kıldım ve selâm verdim. Bu
arada Onlar âyetel kürsiyi, tesbîhleri okumuşlar, ellerini kaldırmış dua
ediyorlardı. Ben de dualarına iştirak ettim. Duadan sonra, bana dönüp
:"Âyetel Kürsiyi okudunuz mu?" buyurdular. Okudum, dedim.
"Tesbîhleri okudunuz mu?" buyurdular. "Hayır, efendim dedim.
Tesbîhlerini bana uzâttılar. Ve :"Kardeşim, tesbîhleri okumak çok
sevâbdır. Hele üç aylarda hiç terk etmemek lâzım" buyurdular. Receb ayı
idi. Tesbîhleri çekerken, Hocamız bu tesbîhi bana hediye etse, ne güzel bir
hâtıra olurdu, düşüncesi hâtırımdan geçti. Onların tatlı sesini duydum :"O
tesbîhi senelerce yanımda taşıdım. Senelerce çektim. Şimdi onu size hediye
ediyorum" buyurdular. Hem üzüldüm, hem sevindim. Kalbimden geçeni
anladıkları için sarsıldım ve birden gözümden gözyaşları döküldü.
—Bir def’a da,
kitâbevine geldiler. Abdest alıp, kurulandıkları mendili sandalyeye astılar.
Namazı kılıp, biraz durduktan sonra gittiler. Mendili bıraktılar. Mendili bana
hediye etmelerini istiyordum. Onların mübârek yüzlerine temas eden mendili
Cennet havlularından sayıyordum. Onbeş gün sonra evlerine gidince, istemeyerek
o mendili de götürdüm ve daha onlara söylemeden ve mendili çıkarmadan :"Kardeşim,
biz onu size hediye etmiştik" buyurdular. Saklıyorum ve vefâtımda göğsüme
konmasını vasıyyet ettim.
—1974 yılında şoför
olmak için ehliyyet alacaktım. Direksiyon imtihanından bir türlü geçemiyordum.
Bir kandil gecesi, Onlarla kandilleştik. Çıkarken bana :"Bir arzunuz var
mı idi?" buyurdular. Durakladım. Birden hâtırıma, imtihan geldi ve Hocam,
yarın imtihana gideyim mi?" dedim. "Gidin, gidin, hayırlı
olsun!" buyurdular. Böyle buyurdukları için, imtihandan çok ümidlendim.
Gittim. Heyecandan bir takım olumsuzluklara rağmen, taaccüb edilecek zuhûrlarla
yardımlar gördüm ve ehliyyeti aldım. Dükkâna geldim. Öğleden sonra Hocamız
teşrîf ettiler. Ben daha ehliyyet konusunu açmadan, tebessümle :"Yok, biz
o ehliyyetle araba kullanmanı kabûl etmeyiz. Hüseyin Yener beyden öğreneceksin,
ehliyyetini tasdîk edecek, ondan sonra trafiğe çıkacaksın. Şoför demek, her
yayayı sağır ve kör, her araba kullananın ise, acemi olduğunu kabûl eden kişi
demektir" buyurdular.
—Yine 1974 senesi idi.
Mudanya’nın Kaymakoba köyünden Süleyman Efendi isminde bir zât, elinde bir
sepet kirazla kitâbevine gelip, sepeti Hocamıza vermemi ve mümkünse görüşmeği,
mühim bir mes'elesi olduğunu, sormak için geldiğini söyledi. Hocamıza haber
verdim. "Yirmi dakika sonra kitâbevine geleceğim" buyurdular. Geldiler
ve o zâta, iltifat ve dua ile söze başladılar ve :"Zamanımızda bazı
kimseler, şeyhlik yaparak, kadınları etrafına topluyor. Bunlar şeyh değil,
yalancılardır. Kadınları aldatıyorlar. Haram işliyorlar. Kadınları böyle
kimselere ve yerlere kat'iyyen göndermemelidir." dediler. Yarım sâat sonra
kalktılar. Giderlerken, Süleyman efendinin kulağına eğilip, suâlini sorsana
dedim. Aldırmadı. Bir daha söyledim. Yine önemsemedi. Hocamız gittikten sonra,
niçin suâlini sormadın, dedim. Soracaklarımın cevâbını aldım, dedi
ve:"Kayınvâlidem Bursa’da Çekirge semtinde oturuyor, orada bir şeyhin
sohbetine gidiyor, benim hanım Bursa’ya gidince, onu da o şeyhe götürüyordu.
Ben de, dîni bir sohbettir, mâni' olursam vebâle girerim korkusuyla engel olmak
veya olmamak rahatsızlığı ile buraya geldim ve, elhamdülillah, tatmîn edici
cevâbları aldım" dedi ve Hocamızın sâdık sevenlerinden oldu.
—1970 senesi idi.
Hocamızın sohbetinde idik. Efendi hazretlerine hizmet etmiş, fakat zaman zaman
da üzmüş bir zâttan bahs ettiler. Hattâ kendilerini de üzdüklerini söylediler.
O zâtı bir iki def’a görmüştüm. İçimden, o zâtı görürsem, elini öpmem geçti.
Hocamız bana bakarak, o zâtın ismini zikr edip :"Onu görürseniz, elini
öpün, duasını alın; Efendi hazretlerine hizmet etmiştir" buyurdular. O zât,
Fâtih’e pek gelmezdi. Onun için görüşmemiz zordu. Ama ertesi gün Fâtih’te,
Yavuzselim Caddesi’nde o zâta rastladım. Hemen yanına gittim, elini öptüm,
dûasını aldım ve bir emirleri olup olmadığını sordum ve ayrıldım. Hocamızın
sözlerindeki hikmeti anladım ve kendime esef ettim.
—Muhterem bir zât
kitâbevine bir çok kıymetli kitâblar hediye etti. İçlerinden Menâkıb-ı Çihâr-ı
Yâr-ı Güzîn’i kendim için çok istedim. Bir arkadaş daha tâlib oldu. Ona
Câliyet-ül Ekdâr sana kalsın, dedim. Hocamız teşrîf ettiler. Bu iki kitâbı arz
ettim. "Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn sizin, diğeri o arkadaşın olsun!"
buyurup, benim arzûmu bildiklerini anladım.
—Bir gece sohbetlerinde
idim. "Haramdan sakınmak için kalabalık caddelerden değil, tenha
sokaklardan yürüyerek işe gideriz" dediler. Ertesi gün matbaadan gelirken,
Yavuz Selim Durağı’nda inip Yavuz Selim Caddesi’nden değil de, ona paralel
Yusuf Ziyâ Paşa sokaktan yürüdüm ve, Hocamın yolu burasıdır, ben de buradan
gideyim dedim. Biraz yürüdükten sonra, başımı kaldırdım ve hocamızın yukarıdan
aşağı doğru geldiklerini gördüm. Çok sevindim, heyecanlandım. Yaklaşınca, her
zamanki gibi dudaklarında tatlı bir tebessüm vardı. Selâm verdiler ve :"Yâ
kardeşim, biz hep bu tenha sokaktan ineriz" dediler.
—Birisi kitâbevine
uğrar, kitâb alır dağıtırdı. Sonra bir gün sakallı ve şalvarlı olarak gelip ,
sakal bırakmam için bana da çok ısrar etti, mes'ûl olacağımı söyledi. Hangi
özrü ileri sürsem itibâr etmedi. O günlerde Hocamız, Kosova'dan gelen bir
mecmua heyetiyle mülâkat için kitâbevine geldiler. Uzun konuşmalar sonunda söz
sakal konusuna geldi. Buyurdular ki :"Bakın, benim sakalım yok. Bu yüzden
kayıtlara, ilerici dîn adamı olarak geçtik. Sakalım olsaydı, gerici dîn adamı
olarak geçerdik. Efendim, İsmet bey de sakal bırakamaz. Bırakırsa gerici
yayıncı denip, ta'kibe alınır ve sıkıntı çeker." Bu sözleri beni
rahatlattı.
—1990 senesinde
Bursa’dan dönerken Orhangazi’ye uğradım. Bir arkadaş iki üç kasa şeftali verip,
bunları Hocamıza verirseniz, memnun olurum, dedi ve bir kasanın üstüne üç-dört
tane turfanda armut koydu. Armutları görünce, fazla olsaydı, bir tane de fakîr
tadardım. Bu armutlar turfandadır; kim bilir ne kadar lezzetlidir, diye
kalbimden geçti. İstanbul’a gelip, Hocamın evine getirdim. Kapıdan teslîm edip,
bir emirleri olup olmadığını süâl ettim. "Söyleyin, akşam yemeğine bize
gelsin" buyurdular. Akşam seâdethânelerine gittim. Yemekten sonra bahçe
tarafındaki balkonda oturduk. Çok neş'eli idiler. Çaydan sonra, meyve
getirmelerini söylediler. Gelen meyveler arasında armutlar da vardı. Armutlardan
bir tanesini alıp, bendenize uzâttılar, tebessüm buyurarak :"İsmet bey, bu
armut turfandadır, lezzetlidir. Buyurun, yeyin" buyurdular.
—1970 senesinde kitâbevine bir adam
geldi. Hanımının hasta olduğunu, bayılıp düştüğünü, nereye başvurduysa çare
bulamadığını, Mersin’de iken ‘Emin hoca’ denilen bir zâtın, kendisine,
doktorlar çâre bulamazsa, siz, İstanbul’da Fâtih’te Hüseyin Hilmî beyi bulup,
derdinizi ona anlatın dediğini, bunun için Hocamıza gittiğini, kapıyı bir
gencin açtığını, onunla konuşurken, bir zâtın geldiğini ve ziyâret sebebini
sorup elini omuzuna koyup :"Estağfirullah kardeşim, Hüseyin Hilmî Işık,
Allahü teâlânın âciz bir kuludur, elinden bir şey gelmez. Hastanız inşaallah
şifâ bulur" diyerek sırtını sıvazladığını ve o gence, kendisine bir kitâb
getirmesini ve getirip verdiğini, o zamandan beri üç sene geçtiğini ve
hanımının bir daha hastalanmadığını, şimdi ise, kızının da öyle hastalandığını,
onun için tekrâr Hocamıza, dua istemek niyetiyle geldiğini anlattı. Mâşallah
siz iyi ve bedâva doktoru bulmuşsunuz, dedim ve evi ta'rif ettim.
Hocamızın böyle sayısız
menkıbeleri vardır. Birkaç misâl verdik. Maksadımız Hocamızın kerâmetlerini
değil, istikamet ve dîndeki yerini anlatmak olduğundan bu bahsi bitirirken
diyelim ki:
—Bir çok arkadaşlar, bir çok ihtiyâcları
için, dûalarını isterlerdi. Düâ ederler ve istedikleri hâsıl olurdu. Düâda
bilhassa, Silsile-i aliyye hürmeti için, derlerdi. Velhâsıl, düâsı müstecab
olan Allahü teâlânın sevgili kullarından idi. Mâdem ki, Silsile-i aliyye dedik,
bu bahsi büyüklerimiz hakkında yazdığım bir şiirle bitirelim:
SİLSİLE-İ
ALİYYE
Nebî, Sıddîk, Selmân, Kasım, Ca'fer, Tayfûr, Hasan, Alî'm,
Hayâliyle olsam dâim, sonra Yûsuf var efendim.
Abdülhâlık Gocdevânî
nûrla doldurdu cihânı,
Ârif, Mahmûd, Azîzanı,
kalb dâim arar efendim.
Muhammed Bâbâ Semmâsi, Seyyid Emir siler pası,
İrşâd eden bütün nâsı, Behâeddindir efendim.
Alâeddin yolu açan,
Ya'kub bu fezâda uçan,
Ubeydullah-ı Ahrârdan
bu nisbet artar efendim.
Mehmed Zâhide bu nisbet verildi ondan Muhammed,
Dervişe kondu Seâdet, Emkenge uzar efendim.
Hâce-i bî-rengi Bâkî,
âb-ı hayât sunan sâkî,
Halefi Ahmed Fârûkî bir
kenz-i esrâr efendim.
O gavs-ı samedânîdir, hem mahbûb-i sübhânîdir,
Velâyetin sultanıdır, olunmaz inkâr efendim.
Vasl olanlar reisidir,
o hocasının pîridir,
Mektûbât ki, eseridir,
cana can katar efendim.
Oğlu Sâdık, Saîd, Ma'sûm, sonuncusu oldu Kayyûm,
Neler oldu ona ma'lûm, velâyet sunar efendim.
Oğulları Sıbgatullah,
Seyfeddin ve Ubeydullah,
Eşref, Sıddîk,
Hüccetullah misilsiz envar efendim.
Muhammed Seyfeddin candır, Nûr ondan, ondan Cânândır,
Şâh-ı Dehlevî sultândır, Cihân nûruna dâr efendim.
Müceddîddeki o nûrlar,
Hâlidde kıldılar karar,
Nebîdeki kemâlât var,
böyle der âsâr efendim.
Cihân mübtedi'e dardır, tâ Mevlânâ Hâlid vardır,
Hizmetçileri sultandır, sultanlar şaşar efendim.
Evliyâ kaynağıdır o,
nûr ve feyz menba'ıdır o,
Nübüvvet ırmağıdır o, cihâna akar efendim.
Bu diyarda bu bereket, onun sâyesinde elbet,
Onlardan sonra bu devlet, Seyyidlere yâr efendim.
Seyyid Abdullah ve Tâhâ, sohbetleridir bî behâ Âşıklar o
pâdişaha, kalbleri yanar efendim.
Şarkın parlak güneşleri, bulunamaz hiç eşleri Hep Allahladır
işleri, derler, budur kâr, efendim.
Seyyid Fehîm kutb-i fâik, ma'lûm ona her dekaik, Üstâdı Sâlihe
lâyık bir sırra mazhar efendim.
Seyyid Abdülhakîm cândır, o âşıklara cânândır,
Zamanında o sultandır, bilmesin ağyâr efendim.
O evliyânın şâhıdır, kalb mülkü pâdişâhıdır,
Hâli huzûr âgâhidir, tersi düz yapar efendim.
Ey bu yolun serverleri, ben medh edemem sizleri,
Bizim gibi âcizleri, bâri Sen kurtar efendim.
Gözüm senle görür hocam, ayak senle yürür hocam, Kalb senle
düşünür hocam, sensin hep mi'yâr efendim.
DÖRDÜNCÜ
FASIL
ÂLİMLER
ARASINDAKİ YERİ VE ESERLERİ
Hüseyin Hilmî Işık
hocamız, Allahü teâlânın kendisine fıtraten verdiği zekâsı ve sonra Efendi
hazretlerinin mihenk taşına vurulmuş aklı ve edindiği ilim, amel ve ihlâs ile
insanlarının fevkınde idi. Eğer zekâyı, "problem çözme" yahud
"çevreye uyma", veya "eşyaya hükmetme" diye ta'rif edersek,
hakîkaten bu üç ta'rif, Hocamızda bâriz olarak vardı. Yine eğer aklı,
"doğru ile yanlışı ayırt etme" veyâ "şimdi yahud ileride vuku'u
muhtemel tehlîke ve zararlara karşı tedbir alma kuvveti" veya
"kendine, insanlara ve Rabbine karşı yanlış yapmama kuvveti" diye
tarif edersek, bu ta'riflerin hepsinin onda yerini bulduğuna kimse itiraz
edemez. Eğer, okuyucular, felsefeciler gibi konuşuyorsunuz, diye düşünmese,
zekâ ve akıl üzerinde bu iki unsur ve verinin, onlara nasıl bir mantık ve dünyâ
ve âhıret görüşü kazandırdığını, bu görüş ve bakışlarının Efendi hazretlerinin
mi'yâri ile nasıl istikamet bulduğunu, dünyâ isteklerinin, makam, mevkı’,
şöhret arzularının, Efendi hazretlerinin kimyâ nazarları ve hakîmâne bakışları
ve teveccühleri altında eriyip bu paslı bakırların nasıl altına dönüştüğünü, O
büyüklerin eşyanın hakîkatini bile, Allah’ın izni ve kudreti ile değiştirdiğini
uzun uzun anlatırdım. Kısaca, güzel ahlâkın ve ilmi ile amel etmede ihlâsın
temeli sayılan hikmet, şecâat ve iffette mu’tedil olup, İmâm-ı A’zâmın ve İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin hılkatlerine uygun ilim ve haller numûnesi idi
denilebilir. Konumuza gelelim:
Hal tercemeleri
kısmında yazılı olan birkaç misâlden, ne kadar zeki oldukları zâten
anlaşılıyor. Orada geçen bir geometri mes'elesi, kimyâda hiç kimsenin keşf
etmediği bir maddeyi keşfi, zehirli gazlar üzerindeki çalışmaları ve bütün
mektebleri hep birincilikle bitirmiş olmaları ve bütün bu çalışmaları arasında
dört tane yabancı dil öğrenmiş olmalarına dâir beyanları üstün zekâya sâhib
olduklarını gösteriyor. Bir gün şöyle anlattılar: "Çocuktum. Yaramazlık
yaptım. Babam bana, seni kömürlüğe mi, yoksa helâya mı habsedeyim, dedi. Helâya
habsedin, dedim. Niye orayı istedin, dedi. Nasıl olsa bir müddet sonra ihtiyacı
olan biri helâya girecek, o girince ben çıkarım. Ama kömürlüğe koyarsanız,
orada unutulurum, dedim. Babam ve evdekiler bu cevâbıma hem güldü, hem de bu
zekice cevâbıma hayret ettiler.”
Gerçekten zekâları,
büyük bir devlet adamı veyâ kumandan olacak derecede idi. Hayâtının sonuna
kadar, ya'nî doksan küsûr sene yaşadığı halde, hemen hemen zekâsından hiç bir
şey kaybetmedi. Öğrenmek istediği şeyi tam öğrenirdi. Yarım öğrenmeyi,
öğretmeyi ve dinlemeyi sevmezdi. Bu sebebdendir ki, yetmiş beş yaşından sonra,
namaz vakitlerine dâir, yazılmış bir çok kitâbları, inceden inceye dikkat
ederek okumuş, anlamış ve Seâdet-i Ebediyye ve başka eserlerine ilâve etmiştir.
Oradaki trigonometrik hesabları nasıl yaptığını görenler, gerçekten tam bir fen
adamı olduğunu kabullenir. Fizik, kimyâ, matematik üzerinde yıllarca hocalık,
kimyâgerlikte ve eczacılıktaki başarıları için bir şey yazmağa hâcet yok.
Daha ilk gençlik
yıllarında Seyyid Abdülhakîm hazretlerine gelip, dünyâ arzularının, mevkı' ve
şöhret isteklerinin silinip, âhırete yöneldiği, daha doğrusu Rabbini çok yakın,
her şeyi uzak ve gaye dışı bulduğu zamanlar, zekâsına keskin görüşlü aklı da
eklenince, zâten ilim ve öğrenme sevdalısı olan Hocamız, şöhretten çok kaçtığı
halde, kendi ifâdesi ile "meal-esef meşhûr olduk, bu bizim için hiç iyi
değildir" dedi ve bu fakîre hitâb edip, "Biz meşhûr olduk. Sen
kendini gizle. Bu millete lâzımsın!" buyurdu.
Efendi hazretleri, hacca gidince, Kâbe-i
muazzamanın yanında: "Yâ Rabbi, benden ilim okuyanı âlim eyle" diye
dua etmişti. İşte Hocamız, dua edilen talebesinden oldu. Fransızca ve
Almancanın yanında, Efendi’den ve oğlu Mekkî efendiden arabî ve fârisî öğrendi.
Aklına, tedbîrine, kuvvetli zekâsı ve durmak, yorulmak bilmeyen düzenli ve
sistemli çalışması da eklenince, ortaya bir Hüseyin Hilmî Işık, yüzlerce kitâbı
ve sevenleri çıktı. Az da olsa, küçük eb'adda da olsa, dînde ifrât ve tefritden
uzak, ilimle dînin bir olduğunu, fen adamlarının dîne daha yatkın bulunduğunu,
ruhbanlık değil, dünyâ ve âhıret için âilesi ve yurdu için çalışmak gerektiğini
kabûllenen, mütedil bir çığır açtığını söyleyebiliriz. İleri-geri konuşanlar
her zaman bulunduğu ve her âlime, velîye, hattâ her ni'met sâhibine hased
edildiği herkesin malûmu iken, bundan nasîb almamak da olmazdı. Nitekim öyle de
oldu. Ama bakın, böyle Allah adamları için İbni Kemâl Paşa, Risâle-i
Münîre'sinin 17. sahîfesinde ne yazıyor:
Âhır zamanda ilmi ile
amel edenlerin alâmetlerinden biri de, dîn için ona buğz edenlerin, kızanların,
onu seven ve takdîr edenlerden çok olmasıdır. Bunun için Peygamber Efendimiz
(sallalahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Âhır zamanda bir takım insanlar
çıkar, ümmetimin âlimleri ile dînde münâkaşa ederler. Böylece o âlimler marûfu
emr, münkeri nehy edemezler." Yine buyurdu: "İslâm garîb başladı,
garîb olarak gider. O garîbliği tadanlara müjdeler olsun. "Yâ Resûlallah,
o garîbler kimlerdir”, dediler. "Benden sonra sünnetinden bozulanları
düzeltmeğe çalışanlardır" buyurdu.
Yeri gelmişken o sahîfenin yukarısından
bir kaç arabî cümleyi dilimize çevirip, bir fâideye sebeb olalım. Çünkü
Hocamız, her fırsatta, İbni Kemâl Paşa hazretlerinden bahsederdi:
Eğer işlerini ve sözlerini kitâba ve
Sünnete uygun yaparsan, hidâyet ve tevfîk ehlinden olursun. Böyle olmazsan,
dalâlete ve şekavete düşenlerden olursun. İşlerimi ve sözlerimi şerîate nasıl
uyduracağımı nereden bileyim? Âhıret âliminin nasıl olacağını bana anlat. Çünkü
Allahü teâlâ: "Âhıret işlerinizi bilmiyorsanız, bilenlere sorun”
buyuruyor. Ben âhıret işlerini bilen âlimleri tanıyamam, dersen, şimdi beni
dinle! Âhıret işlerinde kendisine uyacağın, Allah’ın kitâbından ve
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verdiğinde kendisini tasdîk
edeceğin ve sohbetinde bulunman gerekecek âlimi sana anlatayım. O, Allah’dan
korkan, Allahü teâlânın kitâbı ve Resûlünün Sünneti ile amel eden, küçük büyük
her günâhdan sakınan, şübhelilerden ve bid'atlerden uzak durup, vera’ı şiâr
edinen bir âlimdir. İşte âhıret âlimi odur. Onun ameli ve salahı şer’ân sâbit
olmuş olur. Böyle olan bir âhıret âlimine, dînimizde mutı’, âdil, sâlih, fakih,
şeyh, mürşid denir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve
sellem): "Âlimler, dünyâya girmedikçe [dîni dünyâya âlet etmedikçe] ,
Allahü teâlânın ve Resûlünün yeryüzünde emînleridir. Dünyaya karışırlarsa
dîniniz için onlardan uzak durun" buyurdu.
İşte Hüseyin Hilmî
Hocamız, böyle büyük bir mürşidin huzûrunda yetişmiş, duasını almış, sevgisini
kazanmış, zekâsını ve aklını bu yolda kullanıp çok çalışmış, iyi niyyetle ve
seve seve çalıştığı için, çalıştığından da daha fazlasını, Allahü teâlâ ona
ihsân etmiştir. Bunun için, bir gün Cum'a namazından gelirken: "Biz Allahü
teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk." buyurup, bu sözü ilk söylemiş olan
Şâh-i Nakşibend hazretlerini hatırlatmıştır.
Bir gün beraberdik.
"Efendi hazretlerinin en büyük âlimler ve velîler zümresinden olduğunda
hiç şübhe yoktur" dedikten sonra: "Efendi hazretlerinin İmâm-ı
Gazâlî’den nisbeti vardır" buyurdu. bu nisbeti sebebiyledir ki, Efendi
hazretlerinin yazılarını okuyanlar, eğer İmâm Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin (kudduse sirruhümâ) eserlerini okumuşsa, ifâde ve cümlelerden
tefrîk edemez.
Çok çalıştılar, dedik.
1957 senesinde Beylerbeyi’nde bu fakîre, bir vesîle ile: "Geceleri dâhil,
ömrümün çoğu kitâb okumakla geçti" buyurdular. O kadar çalışkan ve
gayretli, o kadar dünyânın fânî, âhıretin bâkî olduğuna yakîn sâhibi idi ki,
"Ankara’dan İstanbul’a Efendi’yi görmeğe giderdim. Trende sarf ve nahivden
okuduklarımı yol boyunca tekrâr ederdim” buyurmuştur.
Uzun zaman çalışıp,
belli bir müktesabata sâhib olup, insanlara fâideli olmak durumuna gelince,
önce talebe yetiştirmekle meşgul oldular. On sene kadar devâm etti. Sonra bütün
memlekete fâideli olmağı düşünüp, en kıymetli kitâblardan terceme ve derlemeler
ile telife yöneldiler. İnşaallah biraz sonra kitâbları hakkında biraz daha
açıklayıcı ma'lûmât vereceğiz.
Efendi hazretleri
kendisine, birinci işinin, tefsîr ve hadîs olmadığını bildirip, ağırlığı fıkha
vermesini işâret ettiği sıralar, Şâkir efendi, Efendi hazretlerine:
"Hilmî, kitâb okumak istiyor, ne okusun?" diye sorunca, "İbni
Âbidin okusun" buyurdular. O ağır ve ibâresi zor bir kitâbdır, daha kolay
bir kitâb söyleseniz, dedi. Tekrâr "İbni Âbidin okusun" buyurdular.
İşte o andan itibaren fıkha ağırlık verdiler. Okudukça öğrendi, öğrendikçe
hevesi arttı. Daha çok okudu. Tâbiî ki, Mektûbât ve taife-i aliyyenin kitâblarını
hiç bir zaman ihmâl etmedi. İmâm-ı Rabbânî ve benzerlerinin yazıları ve sözleri
rûhunun gıdası idi. Onların vârisi olduğu için, bu tür eserler, sermâyesi ve öz
malı mesâbesinde idi. Bir taraftan fıkıh kitâblarını okurken, bir taraftan da,
Osmanlılarda ilmihâl kitâbı sayılan, Türkçe Birgivî Vasıyyetnâmesi Şerhi,
Dürr-i Yekta Şerhi ve Âmentü Şerhi’ni okuyup, satın almamızı, bu kitâbları çok
okumamızı, çok fâideli kitâblar olduklarını, Efendi hazretlerinin bu kitâbları
çok sevdiğini ve tavsiye ettiğini söylediler. Meselâ, "Ben Birgivî’yi otuz
def’a okudum" buyurdular. Sonra bu fakîr, kendilerine, bu kitâbları
sadeleştirip, bugünkü dile aktarayım mı, dedim. Memnûn oldular ve: "Çok
iyi olur, bu zamanda, bu insanlara, bu kitâblar, Reşahât, Nefehât ve Tezkiret-ül
Evliyâ’dan daha fâidelidir. Bu zamanda, müslîmânların, böyle Ehl-i Sünnet
akaidini ve amelî ve ahlâkî bilgileri anlatan kitâblara ihtiyacı daha çoktur.
Hem de Efendi hazretlerinin rûhunu sevindirmiş olursunuz" dediler. Böylece
bu kitâbları Türkçe’ye kazandırdık.
Fıkhın ibâdât
kısmından, insanın ölünce malının vârislerine kalması nisbetlerini anlatan
Ferâiz bilgilerine kadar her babdaki bilgileri öğrendi ve yazdı.
Ayrıca, yazdığı
kitâblarda, bu günkü dili kullanıp, eski ile yeni arasında, çok luzûmlu olan,
anlama köprüsünü kurdu. Bir nev'i Gazâlî, Fahreddin Râzî, Seyyid Şerîf Cürcânî
ve Sa'deddin-i Teftezânî hazretlerinin yaptığını yaptı. Bu çok büyük bir hizmet
oldu. Yeni nesil, fıkıh ıstılahlarını [husûsî deyimlerini] öğrenip, fıkıhdan
konuşmağa başladı.
Aynı işi akaid
husûsunda, bilhassa Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at mezhebini sâde bir dille ifâdede
yapıp buna da öncülük etti. Belli bir târihden beri dillerden düşen, ‘Ehl-i
Sünnet ve Cemâ’at’ kelimesi ve ıstılahları, tekrâr dilleri şereflendirdi.
Diğer taraftan,
memleketimizde hak mezheblerden konuşulmayı, herkesin dört mezhebden birinde
bulunmanın Ehl-i Sünnetin alâmeti olduğunu, herkesin kendi mezhebine göre amel
etmesinin lâzım, zarûret ve ihtiyâc hâlinde, hak olan dört mezhebden birini
taklîd edebileceğini, Ehl-i Sünnet kitâblarından alarak açıkladı ve herkese
duyurdu.
Hanefî mezhebi fıkhını
yeniden canlandırdı denilebilir. Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitâblarında,
binlerce mes'ele yazdı. Unutulmuş ilimleri ihyâ etti. "Ümmetim bozulduğu
zaman bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehîd sevâbı verilir" hadîs-i şerîfini
hep göz önünde tutarak, farzları, vâcibleri, sünnetleri, hattâ müstehabları
uzun uzun yazdı. Hem kendi kazandı, hem müslümanlar istifâde etti. Öğretmede o
kadar gayretli idi ki, " Ehl-i Sünnet o kimsedir ki, bir yerde bir sâat
kalsa, orada hayırlı bir iz bırakır" derdi. İmâm-ı A'zâm, İmâm Ebû Yûsuf
ve İmâm Muhammed’den (radıyallahü anhüm) o kadar bahsettiler ki, biz o
büyükleri kendimize babalarımızdan daha yakın bulduk ve bildik.
İslâm ahlâkı ise, kendi
hayatı ile, konuşmaları ile, her günkü mev'zuu idi. "İslâm, her safhası
ile, ahlâkı ile, itikadı ile, ameli ile yaşanan bir dîndir. Hepsi bulunursa,
tam olur. Yoksa kişinin islâmı eksik olur” derdi. Ahlâk-ı hamîde ve seyyienin
neler olduğunu, nasıl kazanılacaklarını veya nasıl atılacaklarını yıllarca
dinledik. Bu mevzûları anlatan Ahlâk-ı Alâî’yi ve İmâm Gazâlî hazretlerinin
Kimyâ-i Seâdet’ini usanmadan bize okurlar, terceme eder, açıklarlardı.
"Kimyâ-i Seâdet’i on def’a hatm ettim" buyurdular. Bir pazar Kimyâ-i
Seâdet’ten Havf [Allah korkusu] bahsini okudular. Bir kaç sâat devâm etti.
Beylerbeyi’ndeki evlerinden çıkınca, Kuleli’ye kadar, Enver ağabey, Zeki bey ve
fakîr ağlayarak geldik. Hattâ Enver ağabeyle Zekî bey kardeşim, biraz daha
ağlamak için okula girmeyip, okulun arka bahçesine gidip, bir müddet daha
ağlayıp geldiler. Öbür hafta Recâ [Allah’dan ümid etmek] bahsini okudular. Bu
sefer, akşamdan sonra okula kadar gülerek, neş'elenerek geldik. Şimdi o günleri
hâtırlıyorum da, âh, ne güzel günlerdi! Diyorum ve gayr-i ihtiyarî gözlerim
doluyor. Şu kısa hikâye, o zaman Hocamızla beraberliğimizin bize ne kadar tesir
ettiğini anlatmağa yeter sanırım.
Haram ve günâh
işlememek, helâl ile itkifâ etmek, gözü, kulağı, yedi uzvu haramdan korumak,
emir ve ibâdetleri seve seve yapmak, sohbetlerinin
bereketi ile kolay oluyordu.
Bu ise, yukarıda işâret
ettiğimiz gibi Müceddîdî olmanın mümtâz vasfı idi. Allahü teâlâya bunun için ve
bütün ni'metleri için hamdü senâlar olsun!
Diğer taraftan,
tarîka-ı aliyye büyüklerinden bahsetmek, eserlerinden okumak, bilhassa,
Mektûbât ve Reşahât’tan bir veyâ bir kaç mektûb, yâhud bir büyüğün menâkıbını
okumak âdet-i şerîfleri idi. Her gidişimizde, akaidden, fıkıhdan veyâ
büyüklerden bahsederlerdi. Bazan oğulları Abdülhakîm’e okuturlar, biz yazardık.
O zaman oğulları on yaşlarında idi. Kasîde-i emâliyi ezberlemiş idi. Fıkıhdan
ise, Halebî’nin metni olan Münyet-ül Musallî’yi okur, terceme eder, biz de
yazardık. Biz o zaman henüz arabî ve fârisî öğrenmemiş idik.
Hocamız, yapıcılığının
alâmeti, yeni bir şey ortaya koymanın arzusu ile, sarf ve nahivde [arabca
gramer, ya'nî morfoloji ve sentaksis üzerine] bir eser tertîb etmiş olup, bizim
arkadaşlar yazmış idik. İlk arabî çalışmamız onların bu eserinden olmuştur.
Edhem, Hulkî, Alî İhsân ve daha başka arkadaşlara, kendileri bu kitâbdan ders
vermişlerdir.
Yazdıkları kitâbların
her biri, zamanımızda bir boşluğu doldurdu ve ihtiyaçlara cevâb oldu. Bu
bakımdan da, yeni Türkiye için çok fâideli bir çığır açmış oldular. Günümüz
müslümanları için, eski ve yeni bozuk fırkaları, reformcuları, İslâmda zuhûr
eden itikadî ve amelî bid'atleri, İslâm zeyyine bürünmüş İslâm düşmanlarının
faaliyetlerini, masonların dîne verdikleri ve düşündükleri zararları kaleme
aldılar. Belli bir zamandan beri uyuyan veya uyutulan bir milleti, millî
değerlerini îzâh ederek uyandırmağa çalıştılar. Târihinden, an’anesinden, ilim
ve ahlâktan uzaklaşan bir milletin yaşayamayacağını anlattılar. Aşını yediği,
suyunu içtiği bu vatan için bunları yapmağı kendine borç ve vazîfe bildiler.
Türkçe neşr ettikleri
kitâbların bir kısmını Avrupa ve Asya dillerine çevirtip, dîne hizmetin hududu
olmadığını gösterdiler. Dünyadaki bütün müslümanlar kardeştir deyip, yüzlerce
arabî ve fârisî eseri, yeniden bastırıp, bütün dünyâya, karşılıksız dağıttılar.
Japonya’dan Amerika’ya, Moskova’dan Güney Afrika’ya, Endonezya’dan Afrika’nın
içlerine kadar, milyonlarca kitâb gönderildi. Kendilerinden dinledim:
"Efendim, Endonezya’dan bir mektûb aldım. Diyor ki, biz yeni Türkiye’den
dîn husûsunda ümidimizi kesmiş idik. Ama bizi yanılttınız. Bize ilk dîn kitâbı
Abdülhamîd Hân zamanında İstanbul’dan geldi, şimdi sizden geliyor. Demek ki, ne
varsa Osmanlıda idi, ve ne varsa hâlâ onların torunlarında vardır. Allah sizden
râzı olsun. Okuyacak ve çocuklarımıza
okutacak, güvenilir dîn kitâbı bulmak sıkıntısından bizi
kurtardınız" buyurdular.
Bütün bu ilimleri,
İslâma hizmetleri ile müceddîd, dîni kuvvetlendirici görevi yaptılar. Efendi
hazretlerinin: "Biz zaman gelir, mesâil-i dîniyye Hilmî’den sorulur"
mâ'nidâr sözünün ma'nâsı tecellî etti. Bir gün hocamızla Hırka-ı Şerîf Câmî'i
aşağısındaki küçük bir mescidde Cuma' namazını kılmış geliyorduk. Yolda
anlattılar; Hindistan’da, nüfûsu elli milyon civarında Kerâla eyâleti var.
Hemen hepsi müslümandır. orada bulunan tanınmış bir zâttan mektûb aldım. Diyor
ki: "Bu eyâlette bin tane hoca yetiştirdim.Hepsi sünnîler. Aylığım yediyüz
Rupidir. Ya'nî, az ma'aş veriyorlar. Vehhâbî temsilcileri geldi. Kendilerini
medh etmem, hiç olmazsa kötülememem için külliyetli miktarda dolar teklif ettiler.
Kabûl etmedim. Ehl-i Sünnet ve Resûlullah’ın ümmeti olmaklığım, Eshâb-ı kirâmın
islâm uğruna canlarını ve mallarını fedâ ettikleri hâtırıma geldi de, reddettim
ve hakkı bildirmede, doğruyu söylemede kimseden çekinmeyeceğimi söyledim,
tehdidlerine aldırmadım. Sizin kitâblarınızdan Vehhâbiliği iyice öğrendim.
Allah sizi bu asrın müceddîdi eyledi. Bunun için Allahü teâlâya nihâyetsiz hamd
ü senâ olsun. Bu zavallıya müceddîd diyor, buyurdular. Biz de o kanâatteyiz
hocam, dedim. "Hizmet mühim, isim değil" buyurdular. Sonra minibüs
yoluna çıktık. Karşı tarafa geçerken: "Arabalar çok hızlı geliyor. Acele
karşıya geçelim. Size de, bize de bir şey olmasın. Siz de, biz de, bu millete
lâzımız, kardeşim" dediler.
Gerçekten bu zamanda,
islâm ağacını yeniden yeşertip, her dalına, hattâ yaprak ve meyvelerine
varınca, itina gösterdiler ve yukarıda arz ettiğimiz gibi, zamana uygun bir
çığır açtılar. Bu bakımdan müceddîdlik vazîfesi yaptılar. Mühim olan o
vazîfedir, isim değildir. Yaptıkları işe değil de, ille de isme önem verenler,
nefislerinden kurtulmamış kimseler olup, iyiliği kendine, kötülüğü başkasına
konduranlardır. Bize lâzım olan ise, Süleyman Âtâ hazretlerinin buyurduğudur.
Beyt:
Âlem yahşî, ben yaman,
Âlem buğday, ben saman.
Hocamız, amelde Hanefî
mezhebinde olup, bu mezheb âlimlerinin kitâblarını okudu. Yere ve duyulan
ihtiyâca göre, diğer mezheblerin kitâblarına da bakardı. Meselâ dört mezhebin
fıkıh bilgilerini anlatan Mezâhib-i Erba'a kitâbının ilk üç cildini hakîkat
kitâbevinde bastırıp, okunmasına büyük kolaylık sağladılar. Onlar için her
bilgi önemli idi. Ya’nî öğrenmeye sıra gelince, farzla müstehabı, sünneti
ayırmaz, büyük bir ihtimâmla öğrenir, yapar, öğretir, yaptırır
ve bu şekilde dîni ihyâya, mezhebi unutturmamağa çalışırdı.
İtikadda, Ehl-i Sünnet mezhebinde olup,
Mâtürîdî idi. Daha doğrusu, Müceddîd takviyeli ve teyidli Mâtürîdî idi. Çünkü
İmâm-ı Rabbânî hazretleri kelâm ilminde müctehid idi ve kendisinin içtihadları
da Mâtürîdî akaidine daha yatkın olmuştu. İtikadî ve amelî mezhebler konusundaki
ilmini Mebde ve Meâd risâlesinden terceme ederek yazıyorum. Bir yerde
bulamazsınız, çok mühim bilgileri hâvîdir:
28. FIKRA: Madem ki,
namazda kırâat farzdır ve hadîs-i şerîfde: "Fâtihasız namaz yoktur"
gelmiştir, o halde hakîkî kırâatı bırakıp, hükmî kırâati almak, ya'nî kendisi
Fâtiha okumayıp, imâmın okuduğu Fâtiha ile yetinmek, bana pek makbûl
gelmediğinden, Hanefî mezhebinde, imâmın arkasındaki kırâat husûsunda sarîh
delilin bulunmasını arzû ederdim. Ama mezhebe riâyet sebebiyle, yine Fâtiha
okumazdım ve bu okumamağı riyâzet ve mücâhede kabilinden sayardım. Nihâyet,
Allahü teâlâ, mezhebe riâyet etmemin bereketiyle —ki durup dururken [veya
dünyevî bir menfaât için] mezheb değiştirmek ilhaddır—, Hanefî mezhebinde
cemâ’atin Fâtiha okumamasının hakîkatini bildirdi ve basîret nazarımda, hükmî
kırâatin, hakîkî kırâatten daha güzel olduğunu gösterdi. Şöyle ki: İmâm ve
cemâ'at hep birlikte münâcât makamında duruyorlar. Çünkü, namaz kılan Rabbine
münâcâttadır, buyrulmuştur ve imâmı bu işte reis edinmişlerdir. O halde imâmın
okuduğu ve söylediği her şey, sanki cemâ’atin dilinden söylenmektedir. Şuna
benzer ki, bir grup insan büyük bir pâdişâhın huzûruna, bir iş için çıkarlar ve
içlerinden birini reis [başkan] seçerler. Hepsinin ağzından, onun konuşmasını
ve ihtiyaçlarını arz etmesini isterler.
Reisleri, ihtiyaçlarını
arz etmek için konuşurken, onlar da konuşmağa başlarsa, edeb dâiresinin dışına
çıkmış olurlar ve pâdişâhın rızasından dışarı taşarlar. O huzura yakışmayan bir
iş yapmış olurlar. Demek ki, bu cemâ’atin seçtikleri reisin onların dilinden
ihtiyaçları arz etmesiyle olan hükmî konuşmaları, onların ayrı ayrı
konuşmalarından daha iyidir. Bunun gibi, imâm okurken, cemâ’atin de okuması,
ortalığı karıştırmak, huzuru bozmak olup, edebden uzaktır.
Hanefî mezhebi ile Şâfiî
mezhebi arasındaki ihtilâflı mes'elelerin çoğu bu şekilde olup, görünüş ve
şekil, şâfiî tarafını tercîh, öz ve hakîkat hanefî mezhebini teyîd etmektedir.
Bu fakîre bildirildi ki, kelâm ilmindeki ihtilâflarda hak [doğru ve isabetli
görüş] Hanefî tarafındadır. Ebû Hanîfe hazretleri TEKVÎN sıfatını, hakîkî
[subûtî] sıfatlardan biliyor; her ne kadar Tekvîn [var etmek] görünüşte Kudret
ve İrâdet sıfatlarına rûcû' ediyorsa da, ince ve dikkatle ve firâset nûru ile
bakılırsa, Tekvîn'in ayrı bir sıfat olduğu anlaşılır. Diğer ihtilaflı mevzûlar
da buna benzetilebilir.
Fıkıhdaki ihtilâflı
mes'elelerin çoğunda, hakkın [ictihadda isâbetin] hanefî tarafında olduğu
şübhesizdir. Az bir kısmında ise, tereddüd vardır. Bu fakîr, bu büyükler
yolunun daha ortalarında idim ki, Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem)
vâki'amda gördüm. Bana, "Sen kelâm ilmi müctehidlerindensin" buyurdu.
İşte o zamandan beri, kelâm ilmindeki mes'elelerin her birinde bu fakîrin ayrı
bir görüşü ve husûsî bir ilmi vardır. Mâtürîdî ve Eş’arîler arasında ihtilâflı
olan mes’elelerin çoğunda, o mes’elelerin ilk anlaşılması zamanında, hak
Eş'arîler tarafında anlaşılıyor ise de, firâset nûru ve keskin nazarla bakınca,
Mâtürîdîlerin haklı olduğu ortaya çıkıyor. Kelâm ilmindeki ihtilâflı
mes'elelerin hepsinde, bu fakîrin görüşü, Mâtürîdî âlimlerinin görüşlerine
[ictihadlarına] uygundur. Ve gerçekten Mâtürîdî büyükleri, Sünnet-i seniyyeye
(alâ sâhibihassalâtü vesselâm ü vet - tehıyye) mütâbeatta yüksek ve büyük şan
sâhibleridir. Diğerlerine ise, bir takım felsefî görüşler karıştırılmış
olmakla, o mertebe müeyesser olmamaktadır; her ne kadar, ikisi de hak ehli ise
de.
Bu büyüklerin en büyüğü
olan İmâm-ı A'zâm [en büyük İmâm] en büyük rehber Ebû Hanîfe’nin (radıyallahü
anh) yüksek şan ve mertebesinden ne yazayım ki, Şâfi'î, Mâlik ve Ahmed bin
Hanbel (radıyallahü anhüm) dâhil, bütün müctehidler içinde, ilmi, vera'ı ve
takvâsı en çok olan o idi. Nitekim İmâm Şâfi'î (rahmetullahi aleyh):
"Bütün fıkıh âlimleri, Ebû Hanîfe’nin çoluk çocuğudur" buyurmuştur.
Sağlam haberlerle bize geldi ki, İmâm Şâfi'î, İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe’nin
kabrini ziyârete gittiği zaman, kendi ictihâdını bırakır, ya’nî kendi ictihâdı
ile amel etmez ve : "Bu büyük imâmın huzûrunda onun ictihâdına uymayan,
kendi ictihadımla amel etmekten hayâ ederim” buyurur ve orada namaz kıldığı
zaman, imâm arkasında Fâtihayı kırâat etmez, sabah namazının farzında da kunut
duasını okumazdı. Evet, Ebû Hanîfe’nin büyüklüğünü, kıymet ve şanının
yüceliğini Şâfi'î (radıyallahü anh) bilir. Yarın kıyâmete yakın Îsâ (alâ
nebiyyinâ ve aleyhis-salâtü ves-selâm) gökten inince, Ebû Hanîfe’nin mezhebi
ile amel edecektir. Nitekim Muhammed Pârisa hazretleri Fusûl-i Sitte kitâbında,
bunu bildirmektedir. Sâdece bu büyüklük ona yetişir ki, ulûl’azm bir peygamber,
onun mezhebi ile amel edecek. Diğer yüzlerce büyüklük ve mertebe buna eşit
olamaz.
Yüksek mürşidim
[Muhammed Bâkîbillah] —kuddise sirruh— buyurdular ki, bir kaç gün imâmın
arkasında Fâtiha okudum. Bir gece rüyâda İmâm-ı A’zâm
Ebû Hanîfe hazretlerini gördüm. Kendisini medh eden çok güzel
bir kasîde okuyordu. Ma'nâsı kısaca şöyle idi: Benim mezhebimde nice evliyâlar
var idi. O geceden itibaren, cemâ’atle kıldığım namazlarda, bir daha Fâtiha-i
şerîfe okumadım.
İşte Hocamız, hem
İmâm-ı A'zâm hazretlerinin mezhebini, hem de itikadda Mâtürîdî mezhebini iyice
öğrenip, bizi de bu şekilde yetiştirdiler. Kelâmda Mevâkıf Şerhi, itikadda,
Akaid-i Nesefi ve şerhleri, Fıkh-ı Ekber ve şerhleri, Kasîde-i Emâli ve
şerhleri, Osmanlıca kitâblardan Birgivî Vasiyyetnâmesi Şerhi, Âmentü Şerhi, Dürr-i
Yektâ Şerhi ve benzerleri, ayrıca İmâm-ı Rabbânî, İmâm-ı Gazâlî, Mevlânâ Hâlid
Bağdâdî hazretlerinin, îmân ve akaidle ilgili eserleri ve yazılarını,
ezberlercesine okuyup, öğrettiler. Bilhassa, Mektûbâtın birinci cildi 266.,
ikinci cild 67., üçüncü cild 17., mektupları gerçekten bu konuda birer
şâheserdir. Mevlânâ Hâlid Efendimizin, Kazâ Kader Risâlesi ve İtikadnâme’si de
bir o kadar kıymetlidir. Bu ikincisini Farsçadan Türkçe’ye çevirmiş ve Îmân ve
İslâm ismi ile bastırmışlardır. Her evde vardır veya var olması lâzımdır.
Fıkıh kitâblarını ise,
saymaktan âcizim. Fıkıh sanki Hocamızın ihtisas mevzûu idi. Bir o kadar da
fetvâ kitâbları vardı. Ama İbni Nüceym, Halebîler, İbni Âbidin, Tatarhâniye ve
Kâdıhân hiç elinden düşmezdi desek, yerinde olur. Bu fakîr, arabî çalıştığım
zamanlar, Hocama fıkhından hangi kitâbdan başlayayım, diye süâl ettiğimde:
"Halebi-yi Sağîr'i okuyun. İnşaallah onu bitirince, İbni Âbidin
okuyacaksınız" buyurdular. Onlardan aldığım bu emri, müjde telakkî edip,
şevk ve zevk ile okudum.
Seâdet-i Ebediyye
kitâbında, fıkhî konuları anlatırken, her bahsin hangi fıkıh kitâbından
aldıklarını yazdıkları gibi, diğer konular için de müracât ettikleri kitâblar
hep yazılıdır. Bunun için burada onlara yer vermek, tekrâr veya ma'lûmu i'lâm
olacağından geçiyoruz.
Şunu samîmî ve açık gönüllülükle itiraf
ederiz ki, Hocamız, Akaidde, Fıkıhda, Ahlâkta, Tasavvufda, gerçekten âlim
idiler. Bu dört esası kendinde toplamış, son devrin nâdir âlimlerinden olup,
vefâtı ile, dünyâ çok şey kaybetti. Hadîs-i şerîfde: "Âlimin ölümü, âlemin
ölümüdür" buyuruldu. Bize göre, ya’nî kendisini tanıyıp sevenlere göre,
onlar bu hadîs-i şerîfde bildirilen âlimlerden biri idi. Rahmetullahi aleyh.
TALEBE İLE İŞTİGALİ'ne
gelince; 1950-1960 yılları arasında, daha ziyâde talebe ile meşgul oldular.
Öğretmenliği yıllarına rastlayan bu zaman içinde, istisnâlar hâriç, hemen her
pazar günü öğleden akşama, bazan daha geç sâatlere kadar evlerinde olurduk.
Okulda, ders aralarında, öğlen ta'tilinde, laboratuarda, kısaca her yerde, her
dakikalarını değerlendirir, ders hâricindeki zamanlarını biz talebelerine
verir, öğretmenler odasına bile gitmezlerdi. Hiç kimseden, hiç bir hocadan
duyamadığımız bilgileri hakîkatleri, Allahü teâlânın dostlarını sevmenin ne
olduğunu, Allahü teâlâya ve dînine düşmanlık edenlerin hallerinin neye müncer
olacağını, hep onlardan öğrendik. Talebeliği ve hattâ hocalığı dahî onlardan
öğrendik. Anamızdan, babamızdan, okullardan öğretmenlerimizden ve çevremizden
elde edemediğimiz ve Onlar olmasa, hiç bir zaman edinemeyeceğimiz, dînimize
âid, müselsel ilimleri, ibâdetleri, ahlâkı, edebleri, tecribeleri ve hâsseten
bu büyükler yoluna âid hâl ve ilimlere âid ma’lûmâtı hep Onlardan öğrendik. Bu
bakımdan diyebilirim ki, iki dünyâ seâdetimize Onlar sebeb oldu. Bunun için
üzerimizdeki hakları, ana-babamızın hakkından çok fazladır. Allahü teâlâ,
Onları ve Onların vâsıtası ile Efendi’den Peygamber Efendimize kadar bütün
silsile-i aliyyeyi tanımağı ve sevmeği nasîb ettiği gibi, sonsuz ihsânı ile son
nefeste îmânla gitmeği de nasîb ederse —ihsânından ve rahmetinden umulur— o
zaman sonsuz seadetimize sebeb olan Hocamız, elbette, bizi dünyâya getiren
ana-babamızdan daha sevgili ve yakın olur. Ve gerçekten bize öyle şefkatli bir
baba oldular. Bir kaç def’a bana: "Oğlum" diye hitâb ettiler. O kadar
sevindim, bu hitâblarına o kadar memnûn oldum ki, ölmüş babam, kabrinden çıkıp
gelse, o kadar sevinmezdim. Hâtıralarım kısmında, inşaallah bunlara temas
edeceğim. Ama kısaca arz edeyim ki, evde çeşitli kitâblar okudukları gibi,
bazan Kimyâ-i Seâdet, Mektûbât ve Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarını okula getirir,
boş zamanlarında, Ramazan-ı şerîfde öğlen tatilinde, okulun mescidinde bize
okurlardı.
On sene kadar her
pazar, önceleri Beylerbeyi’nde, kayınpederleri Ziyâ beyin vefâtından sonra,
Fâtih’deki evlerinde bizi kabûl eder, Mektûbât, Kimyâ-i Seâdet, Mecd-i Tâlid,
Divân-ı Mevlânâ Hâlid, Reşahât, Nefehât, Tezkiret-ül Evliyâ, Vikaye Şerhi, İbni
Âbidin, Halebî, Kasîde-i Emâlî, Münyet-ül Musallî, Enîs-ül Vâizîn gibi
kitâblardan sâatlerce okurlar, îzah ederlerdi. Öyle ki, o zaman Farsça
bilmediğimiz, arabca anlamadığımız halde, kulaktan duymakla, nerede ise, bu
dilleri öğrenmiştik. Onun için daha sonra bu dillerin gramerlerini öğrenince,
anlamamız çok kolay oldu.
Bu sohbetleri o kadar
fâideli ve feyizli olurdu ki, sanki bir başka âleme girerdik. Mevzûya göre
ağlardık, gülerdik, dünyâyı unuturduk. Diyebilirim ki, o sohbetlerin bereketi
ile ma’nevî hayatımız değişti. Onların sohbetleri bizi, bir tırtılın krizalit
devresinden kabuğunu yırtıp çıkan bir kelebek gibi yaptı. Yaptı da,
kabiliyetimize göre, insan nedir, îmân nedir, ihsân nedir, kulluk nedir,
Rubûbiyyet ve ülûhiyyetin karşısında ubûdiyyetin gerekleri nelerdir, dünyâya ne
için geldik, Âhıret nedir, orada kurtulmak ne ile mümkündür, muhabbet ve sohbet
insana neler kazandırır, ibâdette ve kullukta ihlâs nedir ve nasıl elde edilir,
öğrendik.
Hocamızın sohbetinin
bereketi ile şerîatın emir ve yasaklarına uymak o kadar suhûletle ele geçti ki,
kendi başımıza bunları yapmak imkânsızdı. Kendimden bir iki misâl vereyim: O
sohbetlerin devâm ettiği zamanlar, bir kiraz ağacına çıkmış meyve yiyordum. Ama
kirazı koparıp, dalın üzerine oturup öyle yiyordum. Çünkü ayakta yemenin mekrûh
olduğunu Onlardan öğrenmiştim. Bir de, dayımın genç kızları vardı, hanımı da
yaşlı sayılmazdı, diye senelerce evine gitmedim. Halbuki anneannem dayımda idi.
Anneme; anneannemi al da, bize gelsin, göreyim derdim. Fakültede ikinci sınıfa
geçmiştim. Köyümüzde Ömer Efendi’den tecvîd dersi almağa gidiyordum. Bir gün
eve dönerken, su başında genç kızlar toplanmış gülüştüklerini gördüm.
Taraflarına bakmadım. Yüzüm kızararak yanlarından geçtim. Ben geçince:
"Başını çevirip yüzümüze bile bakmadı" dediler. İçimden:”Nasıl
bakabilirdim ki, elimde Kur'ân, kalbimde ve dilimde Allah var” demiştim.
Bütün bunlar Hocamızın
bereketi ile idi. Diğer arkadaşlar da muhakkak benim gibi, belki daha da iyi
idi. O zamanda, bu memlekette, İstanbul gibi bir yerde veya Anadolu’da, bizim
bu hâlimiz, büyük bir değişme, tatlı bir inkılab idi. Allahü teâlâ çok
sevdiklerini, az sevdiklerinin ayağına gönderir, sözüne yakînen inanmıştım.
1960 senesine kadar, sanki dünyâ ve âhıreti birlikte yaşadık, ama âhıret
ağırlıklı idi diyebilirim. 1960’da, sohbetleri ve talebe ile muntazam olan
münâsebetleri, yerini kitâb telif etmeye bıraktı. Talebe üzüldü, ama, Türkiye
ve dünyâ Onların ilmine muhtac iken, bir kaç kişi için o ilim ve birikimlerini
bulundurmak ve kullanmak yerine, bütün insanlığa yöneldiler. Bu, talebe ile
meşgul olmaktan da, ağırdı. Bıkmadan, usanmadan, maddî ve ma’nevî engellere
rağmen, yıpranırcasına gece gündüz demeden çalıştılar. Yılmadılar. Yalnız
idiler, dehşet ve vahşete kapılmadılar. Allahü teâlânın inâyeti ve büyüklerin
himmeti ile, biraz sonra bildireceğimiz kitâbları yazdılar. Arabî, Fârisî
kitâblardan, Osmanlıca’dan, Almanca’dan, Fransızca’dan tercemeler edip, büyük
küçük bir çok kitâb telif ettiler. Kendilerini bu kitâbların telifine o kadar
vermişlerdi ki, gece sâat üçde uyanıp, hatırına bir şey gelse kalkar,
kitâblardan bulur, yazar ve evinde kalmakta olan Enver ağabeyi uyandırır, bu
yazıyı filân kitâbın filân sahîfesine koyacağız, sende dursun, sabahleyin
kitâbevine verirsin, derlerdi. Efendim, sabahı bekleseydiniz, o zaman bakar,
yazardınız, deseydi; "Sabaha sağ mıyız, sağ olsak bile bu heves bizde olur
mu, bilmem" diye cevâb verirlerdi.
İşte o hâlisâne niyyet, İslâma hizmet
için olan gayretleri, bu kıymetli kitâbların meydana gelmesine sebeb oldu.
Toparlarsak, onsekiz yaşından elli yaşına kadar hep ilim edindiler. Elli
yaşından altmış yaşına kadar, o ilimleri talebesine anlattılar, kendileri de
pekiştirdiler. Çünkü en iyi öğrenme, öğretme ile olur, buyurulmuştur. Nitekim,
İmâm-ı A'zâm hazretlerine: "Bu dereceye nasıl geldiniz?" diye süâl
ettiklerinde, "Bilmediklerimi sormakla, bildiklerimi öğretmekle"
cevâbını vermiştir. Altmış, daha doğrusu, ellibeş yaşından doksan yaşına kadar
hep kitâb yazmakla meşgul oldular. Gerçekten uzun ve dopdolu geçen güzel bir
ömür. Allahü teâlâ, iyiliklerine karşılık, kendisine hayırlı karşılıklar
versin.
Şimdi, elli seneye yakın ömür verdiği
kitâblarından bir parça bahsedelim: Kitâbları üç kısma ayrılır. Türkçe yazdığı
ve neşrettiği, Türkçe yazıp yabancı dillere çevirilip, neşr ettiği ve bir de,
Arabî, Fârisî ve Urdu dilleriyle yazılmış olan Ehl-i Sünnet kitâblarından ofset
baskı ile neşrettikleridir. Kısaca diyelim ki:
1. SEÂDET-İ EBEDİYYE-Tam İlmihâl: Üç
cild olup, bir aradadır. Bin ikiyüz elli sahîfe kadardır. Binden fazla kitâbdan
hazırlanmıştır. Kitâbın önsözünde diyor ki:
1947 yılından sonra,
öğretmenlik hayâtımda, engin denizde bir damla kadar olan bilgilerimi,
gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakta olan körpe dimağlarına
akıtmak için çırpındım. İçimdeki îmân ışığından onların saf kalblerine birer
ışıltı salmak istedim. Elhamdülillah. Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce
uğraşarak hazırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak peteğe
doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, bir kaç sahîfeye yerleştirdiğim Seâdet-i
Ebediyye kitâbı birinci kısmının basılması 1956 senesinde nasîb oldu. [Bu küçük
eserin ağırlığı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ını tarayarak, günümüz
insanına, bilhassa gençlerine zurûrî lâzım olan kısımların dilimize terceme ve
uyarlaması hâlinde idi.]
Otuz madde ve altmış
sahîfe olan bu kitâbımı okuyanların teşvîkı ile, ikinci kısmını da, üç yüz
sahîfe olarak hazırladım. Bu da, 1957'de bastırıldı. Bu iki kitâb, temiz
gençlikte, İslâmiyyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, süâl
yağmuru altında kaldım. Bu çeşitli soruları cevâblandırmak için, mü'teber
kitâblardan terceme ederek, yaptığım açıklamalar ve ilâvelerle birinci kısmın
otuz maddesine yetmiş madde daha ekleyerek, ikinci baskısı meydana geldi ve
dörtyüz sahîfe oldu. Nihâyet, Allahü teâlâ ihsân ederek, yıpratıcı çalışmakla
üçüncü kısmın hâzırlanması da müyesser oldu ve 1960 senesinde basıldı.
Salahiyyetim olmadığını
bildiğim halde, yalnız islâm âlimlerinin akılları durduran üstünlüklerine
hayranlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu
temiz milletin, asîl gençlerin, dîn simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları,
dünyâ ve âhıret seâdetine kavuşmaları için kalbim sızlayarak ettiğim düâların
karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîki ile meydâna gelen bu üç kitâbı 1963
yılında bir araya getirip, (Tam ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi
ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmaktadır. Hepsi İngilizceye
çevrilip (Endless Bliss) ismi ile, Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak
bastırılmıştır.
İçindeki bilgiler,
Hanefî mezhebine göredir. Bu bilgilerin çoğu, Muhammed Emîn İbni Âbidin'in
Reddül Muhtâr kitâbından terceme edilmiştir. Reddül-Muhtâr ise, hanefî
mezhebindeki fıkıh kitâblarının en kıymetlisi sayılabilir.
Seâdet-i Ebediyyenin birinci kısmında
doksansekiz, ikinci kısmında yetmişüç, üçüncü kısmında yetmiş madde vardır. Bu
ikiyüzkırkbir maddeden yüzsekiz maddesi, büyük islâm âlimi, tasavvuf
bilgilerinin, zevklerinin kaynağı, Muhammed aleyhisselâmın hakîkî vârisi,
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin Mektûbât kitâbının ikinci
ve üçüncü cildlerinden, yüzotuzüç maddesi de, selâhiyyetli islâm âlimlerinin
kitâblarından toplanmıştır" Hüseyin Hilmî Işık hocamızın sözleri bitti.
Kısaca, Seâdet-i
Ebediyye isminden anlaşılacağı gibi, insana sonsuz seâdeti anlatan bir
kitâbdır. İki dünyâ seâdetine sebeb olan bilgiler bu kitâbdadır. Sonsuz
kurtuluşa kavuşmak isteyenler, fıtratında seâdet özü bulunanlar için ihlâsla
hazırlanmış bir Cennet anahtarıdır. Üç boyutludur. İlim, amel ve ihlâs için
yazılmıştır. Hocamız: "Seâdet-i Ebediyye’yi okuyan, âlim olur, ona uygun amel
eden ise, velî olur" buyurmuştur. Nitekim, bir gün Efendi hazretleri
buyurdu ki: "Kamûs-ı Okyanus'u okuyan âlim olur" Yine Efendi
hazretlerinden nakledip, Efendi; bir târih ve coğrafya ansiklopedisi olan
Kâmus-ul a'lamın müellifi için: "Bu kitâbı yazmada çok zahmet çekmiş"
buyurdu
da, kitâbı ve sâhibini medh etmedi, buyurdu.
Bu kitâb üç boyutludur,
dedik. Bunu, ilim, amel ve ihlâs boyutlarını kasdederek dedik. Yoksa bu çok
kıymetli kitâb için, ilim, amel, ahlâk ve tasavvuf cihetleri için dört boyutlu
da diyebiliriz ve hiçbirinde abartma olmaz.
Kısaca Seâdet-i
Ebediyye’de, îmân, islâm bilgileri çok geniş anlatılmaktadır. Ehl-i Sünnet
itikadı, bozuk itikadlar, bozuk mezhebler, bozuk ve bozulmuş dînler, ayrıca,
gusül, abdest, namaz, oruç, zekât, kurban, kadın hakları, insan hakları, ukubat
[cezâlar], ölüye yapılacak muâmeleler, cenâze, ferâiz bilgileri, islâmın güzel
ahlâkı, kötü huylar, hasta yemekleri, atom bilgileri, nâfile namazlar yerine
kazâ namazı kılmak, zarûret ve harac [zorluk] hâlinde bir başka mezhebi taklîd,
tevekkül, israf, tütün ve kahve kullanmak, Kur'ân, hadîs, icma ve kıyâs
hakkında geniş bilgiler verilmekte, islâm dîninde binlerce müşkil
halledilmektedir. Ya'nî Seâdet-i Ebediyye kitâbı, yetmiş küsür senenin
mahsûlunun harmanıdır, çeşitli ilim nehirlerinin toplandığı bir ilim deryası,
diğer taraftan, büyük evliyâ meşâyıh ve ve mürşidlerin kalblerindeki feyiz ve
nûrları aksettiren, nübüvvet yolunun temiz ve saf aynasıdır. Ayrıca, kitâbın
başında, doyurucu bir önsöz olduğu gibi, sonunda da, Hocamızın Müceddîdî
yolundan bir takım haberlerle, kendi hallerine işâret buyurdukları fevkalâde
mânidâr bir son sözleri ve sonra, kitâbda isimleri geçen bin zâtın hâl
tercemeleri vardır. Alfabetik sıra ile yazılmış olup, bu zâtlar ve eserleri
hakkında da öz bilgileri hâvidir.
Hocamız: "Benim iki elim vardır.
Benim ellerimi tutmak istiyen bunları tutsun ve okusun. Biri, Seâdet-i Ebediyye
diğeri Mektûbât'tır” buyurdu.
2- MEKTÛBÂT TERCEMESİ: Bir başka
isimle Müjdeci Mektûblar. Hocamız, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri ile
danıştıktan sonra, dâima dinlediği ve her dinleyişte sanki yeni bir hayâta
kavuştuğu, bilhassa Efendi hazretlerinin kendisine: "Mektûbât’ı okuyup,
bazısını anlıyan Hilmî" buyurmaları, İmâm-ı Rabbânî ve Muhammed Ma'sum
hazretlerine muhabbetle bağlılığı sebebi ile, ikisinin de Mektûblarını tekrâr
tekrâr okuduğu, hattâ altı cildden üçbin küsür madde hâlinde bir özet çıkarıp,
Efendi’ye takdîm ile, çok beğenisini kazanıp bu özet eserin ismini, kıymetinin
takdîr edilmesi mümkün olmayan ma'nâsında Kıymetsiz Yazılar koyduğunu ve yine
Efendi hazretlerinin Mektûbât için: "Allah’ın kitâbından ve Resûlullah’ın
hadîslerinden sonra, islâmda yazılmış kitâbların en üstünü, en fâdelisi
Mektûbât kitâbıdır" buyurduğundan, bu kitâbın, hiç olmazsa, birinci cildini,
tam olarak terceme etmeği kendilerine vazîfe bilip bu zor işe koyuldular. Zor
iş, diyorum; çünkü Mektûbât’ı okuyup, anlamak her babayiğidin
kârı
değildir. 1968 yılında bu tercemeyi bitirdi. Önsözünde diyor ki:
"Temiz gençleri, şehîd evlâdlarını,
dînimize, islâm fıkhı ve tasavvufuna saldıranlardan korumak, onlara seâdet,
kurtuluş yolunu göstermek için, Mektûbât'ı fârisîden bugünkü Türkçe’ye terceme
etmeye kalkıştım. Ehl-i Sünnet bilgilerini ve çok ince ve derin yazılmış olan
tasavvuf ma'rifetlerini gücüm yettiği kadar kolay anlaşılacak açık kelimelerle
yazmağa uğraştım. Bazı yerlerine iyice anlaşılması için, başka kaynaklardan
eklemeler yaptım. Bunları köşeli parantez içine alıp, Mektûbât’dan ayırdım.
Birinci cildini tamamladım. 1968 yılında basıldı. İçinde 313 mektûb vardır. 99
mektûbu hâvî olan ikinci cildinden 49 mektûbu, 124 mektûbdan müteşekkil üçüncü
cildinden 42 mektûbu terceme edip, Seâdet-i Ebediyye kitâbımın münderecâtına
koydum. Oradan okuyabilirsiniz." Sözleri bitti.
Bu fakîr derim ki, biz
de, senelerce, azîz hocamızdan Mektûbât’ı dinledik. Ankara’da talebe olduğumuz
zaman, İstanbul’a gelir, onlardan bir veya bir kaç mektûb dinler, yazardık.
Ankara’ya gidinceye kadar ve sonra hep o kıymetli yazıları okurduk. O kadar çok
Mektûbât okurlar ve îzah ederlerdi de ifâdelerinde ve simalarında yorgunluk,
bıkkınlık izine, eserine rastlamazdık. Bazan yanakları kızarır, gözleri dolar,
burun delikleri açılırdı. Kimbilir neler duyar, nelere mazhar olurlardı. Bazan
bizim fakîrhâneye teşrîf ederlerdi de, bol bol Mektûbât okurlar, ben de el
yazısı ile yazdığım Mektûbât’dan ta'kîb ederdim. Bazan da onların
seâdethânesinde okurlardı. Terceme edeyim mi, kardeşim, derler, siz okuyunca
anlıyorum, zahmet buyurmayın, hocam, derdim.
Kısaca, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât’ı yazıldığı târîhlerden bu zamana kadar, Müceddîdlerin her zaman
birinci el ve sohbet kitâbları olmuş, okununca, sâhibinin sohbetinden ve
meclisinden hâsıl olan feyiz ve fâideler zuhûra gelmiş ve bu durum, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin kerâmet ve bereketinin kıyâmete kadar devâm edeceğinin
bir alâmet ve nişânesi olduğundan, Hocamızın böyle bir hizmete vesîle olması,
ya'nî Mektûbât’ı, terceme etmesinden daha tabiî bir iş olmasa gerek.
Mektûbât’daki harfler mikdarınca, Allah ona rahmet eylesin!
3- ESHÂB-I KİRÂM: Mevzu’unda gerçekten
şâhâne bir eserdir. Büyük kısmı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından
tercemedir. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin te’lifi olup el yazma bir
nüshası bu fakîrin kütübhânesinde mevcûddur. Hilmî Işık hocamız, bu günkü
Türkçe’ye kazandırmış, gerekli yerlere, parantez içinde izâh ve ekler
koymuştur. Hocamız, Efendi hazretlerinden: "Mektûbât’ı okumayan, Eshâb-ı
Kirâm’ın kadrini bilemez. Eshâb-ı Kirâm’ı hakkıyla tanımıyan da Resûl-i Ekrem’i
(sallallahü aleyhi ve sellem) tanıyamaz” buyurduğunu naklederdi.
Bu kitâb, Eshâb-ı kirâma dil uzâtan,
onlar için şanlarına yakışmıyan sözler yazan ve söyliyen, başta şi’îler olmak
üzere, hâriciler, vehhabîler ve reformculara gereken cevâbları vermekte, güneşi
balçıkla sıvamak istiyenleri rezil etmektedir. Önsözünün bir yerinde diyor ki:
"Daha Eshâb-ı kirâm zamanında,
müslüman olduğunu söyliyen Abdullah bin Sebe adındaki Yemenli bir yahudî,
müslümanlar arasına fitne, ikilik soktu. Şi’îlik denilen bir çığır açtı.
Resûlullah’ın Eshâbını kötülemeğe kalkıştı. Sonraları, nice nice dîn
düşmanları, müslüman adı alarak, dîn adamı şekline bürünerek, bozuk, sapık
yollar meydana çıkardı.”
Kitâbda, Eshâb-ı Kirâm
efendilerimizin fazîleti, âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve ulemânın
sözleri ile çok güzel anlatılmaktadır. Okuyunca ne kadar doyurucu olduğunu
görecek, böyle bir eseri okumayanın, bu konudaki bilgisinin muhakkak eksik
olacağına hükmedeceksiniz.
Eshâb-ı Kirâm isimli kitâbın içinde,
Hocamızın başka eserleri ve risâleleleri de vardır. Kısaca onlara işâret
edelim:
A |
Eshâb-ı Kirâm: |
Sahîfe 3-5 0 |
Seyyid Abdülhakîm |
B |
İctihâd |
Sahîfe 51-73 |
Seyyid Abdülhâkîm |
C |
1. Cild, 251. Mektûb |
Sahîfe 73-80 |
İmâm-ı Rabbânî |
D |
2. Cild, 15.Mektûb |
Sahîfe 80-84 |
İmâm-ı Rabbânî |
E |
Tenbîh [Hüsniyeye Cevâb] |
Sahîfe 84-141 |
H.Hilmî Işık |
F |
Kerbelâ Vak'ası |
Sahîfe 141-147 |
M.Abdüşşekûr |
G |
İ. Rabbânî’nin Hayâtı |
Sahîfe 147-164 |
M.Murad Kazanî [Ter. H.Hilmî Işık] |
H |
Seyyid Abdülhâkîm’in Hayatı |
Sahîfe 164-167 |
H.Hilmî Işık |
I |
Müslümanların İki Gözbebeği (Hazret-i Ebû Bekr Ve Ömer) |
Sahîfe 167-229 : |
Şâh Velîyullah Terceme: H.H.Işık |
J |
Hulefâ-i Râşidîn |
Sahîfe 229-233 |
Şâh Velîyullah Terceme : H.H.Işık |
K |
İslâmda İlk Fitne |
Sahîfe 233-263 |
2/36.Mektûb,İmâm-ı Rabbânî, Terceme: H.H.Işık |
L |
Eshâb-ı Kirâmın Üstünlüğü |
Sahîfe 263-276 |
Mir'at-i Kâinât (Nişanci zâde) |
M |
Hazret-i Muâviye |
Sahîfe 276-279 |
Tathir-ül Cenân Vellisân İbni Hacer Mekkî |
N |
Kitâbda geçen isimlerin hâl tercemeleri |
Sahîfe 279-415 |
H.Hilmî Işık |
Demek ki, Eshâb-ı kirâm
(aleyhimürrıdvan) kitâbında, ondört eser bulunmaktadır. Her biri açık ve kesin
delilleri ihtivâ etmekte, bahis konusu mevzû'un isbâtında yeterlidir. Bir tane
açık örnek verdik. Diğerlerini buna benzetebiliriz.
4- HAK SÖZÜN VESÎKALARI: Kitâbı,
Abdullah Süveydî’nin Hucec-i Kat'iyye [Kesin Deliller] kitâbının tercemesidir.
Ehl-i Sünnet ile şi'îler arasındaki ayrılığın giderilmesini bildirmekte,
gerçekten ciddî bir eserdir. On kısımdır. Birinci kısım kitâba isim olmuştur.
400 sahîfedir.
2. Kısım. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Râfızîleri [şi’îleri] susturan Redd-i Revâfıd kitâbının tercemesidir.
3. Kısım. Tezkiye-i Ehl-i Beyt: Bir
islâm düşmanının yazdığı Hüsniyye kitâbındaki iftiralara cevâb vermektedir.
Osman Efendi yazmıştır.
4. Kısım. Birleşelim ve Sevişelim:
H.Hilmî Işık'ın telifidir.
5. Kısım. îmân ile ölmek için
kardeşim, Ehl-i Beytle Eshâbı Sevmelisin. Hurûfîlere ve şi’îlere cevâbdır.
H.Hilmî Işık'ın telifidir.
6.
Kısım. Peygamberlik Nedir? Muhammed Aleyhisselâm
Son Peygamberdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu kitâbı onsekiz yaşında iken
yazmıştır. Aslı arabîdir. Hocamız terceme etmiştir.
7. Kısım. İmâm-ı Rahbânî Hazretlerinin
Hâl Tercemesi. Menâkıb ve Makamât-i Ahmediyye-i Saîdiyye kitâbından bu fakîrin
tercemesidir. Bu kitâba konulması hikâyesini arz edeyim: Bir gün Hocama
uğradım. "Kayınpederin yazıları arasında, bir takım kâğıdlar buldum. Sizin
çok seveceğiniz [veya beğeneceğiniz] mevzûlardan bahsediyor. Bir dakika
bekleyin, alıp geleyim” dediler. Gittiler, getirdiler. Kırk elli sahîfe kadar
var idi. Bana verip: "Size bir hafta müsaade, istinsâh edin ve tekrâr
getirin, buyurdular. Aldım ve yazdım. Bir hafta dolmadan iâde ettim. Nitekim,
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin divânını okurken, Efendi hazretlerinden
yazdıkları manâları hâvi divânı Onlardan istediğimde: "Vereyim, ama üç
günde yazın getirin" buyurmuşlardı. Bu davranışları ilimdeki
ciddiyetlerine ve çok gayretli olduklarına bir delildir.
Sonra o yazıları
terceme ettim ve hocamıza, "verdiğiniz yazılar içinde bulunan İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin menâkıbını terceme ettim" diye arz edince,
"Getirin, okuyalım" buyurdular. Bir akşam yazılarla gittim. Okumağa
başlamadan arkadaşlar geldi. Okuyamadık. Ertesi akşam gittim; yine öyle oldu.
Üçüncü akşam, kimse gelmedi. İkimizdik. Açın, okuyun, dediler. Çantamdan
çıkarıp okumağa başladım. Koltukta oturuyorduk. Onlar yere inip, ellerini koltuğa
dayadılar. Ben de inmek istedim. "Hayır, siz o büyüklerden okuyorsunuz,
ben onun için indim, siz koltukta oturun" dediler. Bir buçuk, iki sâat
kadar sürdü. Zirâ bazı yerlerine müdâhale ediyor, ifâdeleri düzeltiyorlardı.
Ama sonuna kadar, gözleri kapalı idi ve, o harama bakmamış, belki kimsenin
kolay kolay siyâhını göremediği gözlerinden hep hasret ve muhabbet ateşinin
sebeb olduğu gözyaşları akdı durdu. Bitirdiğim zaman: "Baş tarafını
okuduğunuzda, kitâba koymayabiliriz diye düşünüyordum, ama devâm edince, o
kadar güzelleşti ki... Şimdi bu yazıları, seve seve bir kitâbımıza
koyacağız" buyurdular ve bu kitâba koydular.
Ayrıca bu bahsin
sonuna, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin Mektûbât’ından otuzbir mektûbu terceme
edip koymuşlardır.
8.
Kısım - İmâm Gazâlî hazretlerinin
Eyyühel-Veled [ey oğul] risâlesinin tercemesidir
9. Kısım - Bir Din Câhiline Cevâb.
H.Hilmî Işık Hocamızın telifidir.
10.
Komünistlik ve Komünistlerde Din Düşmanlığı konusunda mühim
bir makaledir.
5. HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN: kitâba bu
ismi vermişlerdir. Kitâbın aslı Farsça olup, büyük islâm âlimi Mevlânâ Hâlid
Bağdâdî hazretlerinin eseridir.
Kendisi bu kitâbına İtikadnâme adını
vermiş, Kemâhlı merhûm Hâcı Feyzullah Efendi, Osmanlıca’ya terceme edip, ismini
Ferâid-ül Fevâid [Faydalı İnciler] koymuş ve azîz Hocamız bugünkü dilimize
uyarlayıp, ayrıca çok fâideler daha ilâve etmiştir. Önceleri Îmân ve İslâm
olarak bilinen bu kitâbda, Îmân ve İslâmın esasları ve Ehl-i Sünnet’in temiz
itikadı anlatılmaktadır ve bu zamanda böyle bir kitâb en büyük bir hizmettir. Allah
hepsinden râzı olsun, okuyanları da onlara ilhak eylesin, kitâb 480 sahîfedir.
İçinde ayrıca bir kaç
kitâb ve risâle vardır:
A- Hindistan
âlimlerinden Şerefüddin Yahyâ Münîrînin Bir Mektûbu.
B- Allah Vardır ve
Birdir. Müellifi H.Hilmî Işık.
C- Müslümanlık ve
Hıristiyanlık. Çok faideli bir kitâbdır. Önsözün sonunda buyuruyorlar ki:
"Bu kitâbı yavaş yavaş ve düşünerek okuyun. Başkalarına da okutun.
Bilgisiz bir insan iyi müslüman olamaz. Halbuki islâm dîninin esaslarını
öğrendikten sonra, ona bir insanın bütün kalbi ile bağlanmamasına imkân yoktur.
Bu kitâbı okuduktan sonra, siz de, islâm dîninin ne yüksek, ne kudsî ve mantıkî
ve kusursuz bir dîn olduğunu anlayacak ve dünyâ ve âhırette selâmet ve huzûra
kavuşmak için can ü gönülden ona sarılacaksınız"
D- Kur'an-ı Kerîm ve
İnciller: Telif ve tercemedir.
E- Peygamberimiz ve
Mu'cizeler: Mirât-i Kâinât’tan almadır.
F- İslâm Dîni ve Diğer
Dinler.
G- Peygamberlik Nedir? İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin eseridir. Daha önce bahsi geçmişti.
6- İSLÂM AHLÂKI: Derlemedir. Ahlâkın
menşeini, ta'rifini ve iyi ve kötü huyları, hamîde ve seyyie [iyi ve kötü]
ahlâkı anlatmaktadır. Herkesin okuması icâbeden kitâblardandır. Bu kitâb, 576
sahîfe olup, içinde çok güzel eserler vardır. Şöyle ki:
A- Cennet Yolu
İlmihâli: Asıl ismi Miftâh-ül Cennet [Cennetin Anahtarı]'dır. 885 (m.1480]
senesinde Edirne'de vefât etmiş olan Muhammed bin Kutbuddin İznikî yazmıştır.
Derin islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Miftâh-ül Cennet ilmihâlinin
yazarı sâlih bir zât imiş. Okuyanlara fâideli olur" buyurmuştur.
B- Ey Oğul İlmihâlı:
Süleyman bin Cezâ’nındır. İlmihâl bilgilerinden bahseder. Bu iki kitâb,
insanlar için çok fâidelidir. Hocamızın tavsiyesi ile ilk okuduğumuz
kitâblardandır. Bir çok dualarını ezberlemiştik. Zamanın, eskitemediği
kitâblardandır. Otuzbeşe yakın baskısı yapılmıştır.
7- KIYÂMET VE ÂHIRET:
Asıl ismi Dürret ül-Fâhire fî-Keşf-i Ulûm il Âhıre
olup, kıyâmet ve âhırete âid bilgileri
bildirmektedir. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eseridir. Kastamonu Askerî Rüşdiye,
ya'nî orta mekteb arabî muallimi Ömer bey, bu kıymetli kitâbı, arabîden
Türkçe’ye çevirerek, Kur'an-ı Kerîmde Kıyâmet ve Âhıret Halleri ismini vermiş
ve 1911’de Kastamonu’da basılmıştır. Hocamız tarafından sâdeleştirilmiş ve
bugünkü dilimize uyarlanmıştır. Yirmiye yakın bakısı yapılmıştır.
İçinde iki tane daha
kitâb vardır.
A- Müslümana Nasihat:
H. Hilmî Işık Hocamızın telifidir. Vehhâbilik konusunda eşsiz bir eserdir.
Vehhâbilik yanlış mezhebi ve Ehl-i Sünnetin onların bozuk fikirlerine, kat'î ve
şüphesiz doğru cevâblarını bildirir. Vehhâbilik fitnesinden kurtulmak için
muhakkak okunması lâzımdır.
B- Vehhâbiliğin Başlangıcı ve Yayılması:
Mir'ât-ül Haremeyn kitâbından alınmıştır. İngilizlerin desteği ve beslemesi ile
kurulan bu bozuk mezhebin iç yüzünü bildirmekte, Ehl-i Sünnete düşmanlıklarını
ve harb açtıklarını yazmaktadır.
7- FÂİDELİ BİLGİLER: Ahmed Cevdet
Paşa’nın eseridir. İçinde bir çok kitâb ve risâleler vardır:
A- Ehl-i Sünnet
İtikadı: H. Hilmî hocamızın te'lifidir.
B- Din Adamı Bölücü
Olmaz: H. Hilmî hocamızın te'lifidir.
C- Doğruya İnan,
Bölücüye Aldanma: H. Hilmî hocamızın te'lifidir. Dinde reformculara cevâbdır.
Asrımızdaki zararlı düşünce ve fikirlerin bilinmesi ve cevâbları bakımından çok
kıymetli bir eserdir.
8- DIYA - ÜL - KULÛB [Kalblerin
Ziyâsı], - Cevâb Veremedi de denir. Harputlu İshak Efendi yazmıştır. Bilhassa
protestan papazların islâma karşı yazmış oldukları haksız yazılara ve
iftiralara cevâb teşkil eden mükemmel bir eserdir. H. Hilmî Hocamız bunu
sadeleştirerek, bugünkü dille okuyucuların istifâdelerine sundu ve önsözün
sonunda: "Bugün ellerde bulunan dört İncilde mevcûd olan ilim, akıl ve
ahlâk dışı yazılar meydandadır. Buna karşılık islâm dîninin akla, ilme, fenne
ve medeniyyete ışık tutan yazıları da dünyâ kütübhânelerini doldurmaktadır. Bu
hakîkati görmemek, bilmemek, günümüz insanı için özür olamaz. Şimdi Muhammed
aleyhisselâmın getirdiği islâm dîninden başka dîn arayanlar, âhırette sonsuz
azabdan kurtulamıyacaklardır" diyor. Kitâb 350 sahifedir.
9- İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İTİRAFLARI VE
İNGİLİZLERİN İSLÂM DÜŞMANLIĞI:
Bu kitâbda İngilizlerin İslâmiyyeti imhâ
ve yok etmek için hazırladıkları düşmanlık ve kin dolu insanlık dışı plânları,
yalanları, müslüman devlet adamlarını aldatmaları, müslümanlara akla, hayâle
gelmez işkenceleri ve Hindistan ve Osmanlı İslâm devletlerini yıkmaları
anlatılmaktadır.
Sonunda, son devirlerin büyük âlimi
Yûsuf Nebhânî hazretlerinin Hulâsat-ül Kelâm risâlesinin tercemesi
bulunmaktadır. Mühim bir risâledir. Kitâb otuz küsür baskı yapmıştır. 128
sahifedir.
10- KIYMETSİZ YAZILAR: Daha önce de
bahsi geçmişti. H. Hilmî hocamızın, İmâm-ı Rabbânî ve oğulları Muhammed Masûm
hazretlerinin altı cild Mektûbâtları’ndan, mühim cümleler seçilmiş, alfabetik
sıra ile tertîb edilmiş olup 3846 maddedir. Hakîkaten değeri, kıymeti takdîr
edilemiyecek bir eserdir. Allahü teâlâ tertîb eden ve ismini koyan sevgili
kullarından râzı olsun.
Bunlardan başka, Hocamızın talebesi
tarafından terceme edilen veya sadeleştirilen ve onların nazarından ve
tashîhinden geçmiş olup, yine Hakîkat Kitâbevi tarafından bastırılmış olan üç kitâb
daha vardır ki, şunlardır:
1- Menâkıb-ı Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn:
Seyyid Eyyûb bin Sıddîk’ın eserinin sâdeleştirilmişidir. Peygamber Efendimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) dört büyük halîfesi, Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i
Beyt-i Resûl, Eshâb-ı Kirâmın menâkıbı hakkında güzel bir kitâbdır. 600
sahifeye yakındır.
2- Şevâhid-ün - Nübüvve - Mevlânâ
Abdürrahmân Câmî hazretlerinin eseri olup, aslı fârisîdir. Osmanlıca’ya
çevrilmiştir. Sadeleştirilmiştir. Resûl-i Ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem)
mu'cizelerini bildirir, sonunda Ehl-i Beyt İmâmları da anlatılmaktadır. 450
sahife kadardır. Bu iki kitâbla Lütfî Uyan Bey kardeşimiz çok meşgul olmuştur.
Hocamızın emriyle bu kardeşimiz aktarmıştır, denilebilir.
3- Namaz Kitâbı: Hasan Yavaş
kardeşimiz tertîb etti. Hocamızın kitâblarından derlemedir. Küçük, öz, çok
fâideli bir ilmihâl dense, yeridir.
Buraya kadar
yazdıklarımız, Hocamızın, sadece Türkçe eserleridir. Bu eserlerden onsekizi
İngilizce’ye, altısı Almanca’ya, altısı Fransızca’ya, dördü Rusça’ya, biri
Azerbaycanca’ya, ikisi Bulgarca’ya, biri Boşnakça’ya çevrilmiştir. Arnavutça’ya
ve Asya dillerine, hattâ Arabça’ya terceme edilenleri de vardır.
Ayrıca irili ufaklı,
altmış kadar Arabî kitâb, ofset yoluyla basılmıştır ve kiminin içinde bir çok
kitâb ve risâleler vardır. Kimi binlerce sahîfedir; Kadi Beydavî tefsîrinin
Şeyhzâde Hâşiyesi gibi. Yirmi kadar da Farsça kitâb ve ilâveten Urduca kitâblar
bu yolla bastırılmıştır. Vaktiyle Işık Kitâbevi, sonra Hakîkat Kitâbevi
vâsıtası ile bastırdıkları bütün kitâbları, yazarları, konuları ve târihleri
ile ayrı ayrı izâh etmek, ancak bir doktora tezi konusuna sığar. Biz bu kadarla
yetinelim.
İşte, fiîli elli,
çalışma olarak yetmiş senenin mahsûlü. Demek ki, bu zamanda da, böyle insanlar
ve insanlığa hizmet aşkı ile yanan âlimler bulunabiliyor. Bu aşkı Hocamıza,
üstâdı ve mürşidi Seyyid Abdülhakîm Efendi aşıladı. Ona bir baktı, pîr baktı ve
onu kendinden alıp kendi istediği gibi yaptı.
Bütün bu kitâbları,
önce Işık, sonra Hakîkat Kitâbevleri vasıtasıyla yedi iklim, dört bucağa
yayıldı. Gana devlet radyosu, Hakîkat Kitâbevi’nin adresini verip, dînini doğru
öğrenmek isteyenler, bu adresten kitâb istesin, dedi. Milyonlarla kitâb
bastırılıp, dünyâya dağıldı. Vehhâbî, reformist ve ingiliz ajanları
susturulmağa çalışıldı. Çok sevindirici haberler geldi. Dünyâda Ehl-i Sünnet
canlanmağa, kıpırdamağa ve yeşermeğe başladı. Bu bakımdan yaptıkları işi, dîni
tecdîd [yenileme ve kuvvetlendirme] ile isimlendirenler oldu ve kendisine asrın
müceddîdi dediler. Doğrusu, maddenin, ya'nî paranın putlaştırıldığı asrımızda,
bir garîb Hilmî çıkacak ve insanları mâsivâdan Allah’a çağıracak, yalancı
ilâhlardan ma'budün bil-hak olan, Âlemlerin Efendisinin (sallallahü aleyhi ve
sellem) Mevlâsı Rabb-ül âlemîne da'vet edecek; kolay iş değil. Onun için ona bu
ismi münâsib gördüler. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Bize göre,
isim ve şöhretin bir değeri yok. Yapılan iş, görülen vazîfe önemlidir ve Onlar
bunu yaptılar.
Bütün eserlerinin
özeti, Ehl-i Sünnet vel-Cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri şekilde doğru ve sağlam
bir itikada sâhib olmak, kendini, küfürden, bid'atten, haramdan koruyacak ve
mezhebi ile amel edecek kadar ilim edinmek, kötü ahlâktan uzaklaşıp, iyi
ahlâkla süslenmek, müslümanları sevmek, fitne çıkarmamak, kendine, âilesine ve
vatanına hizmet eden akıllı ve ileri görüşlü bir insan olmak, Allahü teâlânın
sevgili kullarını çok sevip düşmanlarından uzak durmak, nefsine şeytana ve kötü
arkadaşlara aldanmamak, tenbel olmayıp, dünyâyı âhıretin tarlası bilip çok
çalışmak ve bu büyükler yolunda bulunan mürşidleri, evliyâyı kendisi ile Rabbi
arasında vâsıta ve vesîle edinip, onların muhabbetle dalgalanan feyiz ve nûr
denizi olan kalblerinden muhabbet yolu ile kalblerini beslemek ve bunu Rabbinin
zikrini kolaylaştırıcı bilmektir. Bu kitâbları okuyanlarda böyle şeyler hâsıl
olmuşsa, bilsinler ki, kulluğun hakîkatinden ve vazîfelerini ifâdan bir yudum
tatmışlar ve uzaktan da olsa, Müceddîdî büyükleri kervânının çıngırak sesleri
kulaklarına gelmektedir.
Hocamız durmadan
çalıştı. Geceyi gündüze, gündüzü geceye ekledi. Yetmedi, doymadı ve yukarıda
geçtiği gibi bir kahvenin önünden geçerken bana "Kardeşim parayla satın
almak mümkün olsaydı şu adamlardan boş vakitlerini satın alır, çalışırdık"
buyurmuştu.
Eğer bana, elli sene
hocanla bulundun, ondan ne öğrendin? diye sorsalar, "Kulluğu bir parça
öğrendim. Bir de Kur'an-ı kerîm okumakdan, namaz kılmaktan ve Mektûbât
okumaktan bıkmıyorum" derim. Çünkü Hocamızdan "Hürriyet, nefsinin
esâretinden kurtulmaktır" yahud "Hürriyet, Allahü teâlâdan başkasına
kul olmamaktır" duydum. Nefsinin esîri, şeytanın oyuncağı olan,
hürriyetten bahsedebilir mi? Hürüm dese, kim inanır. Zirâ hâli, sözünü tekzîb
etmektedir. İşte bu dünyâ sevgisi insanların gönüllerini çaldı. Yüzlerini ve
kalblerini ona döndüler. Bu bir nev'î tapınmadır. Bununla kendilerini zora
soktular. Hadîs-i Kudsî’de Hak teâlâ buyurdu ki: "Ey dünyâ, bana hizmet
edenlere sen hizmetçi ol, sana hizmet edenleri kendine hizmetçi eyle!"
Buradan nerede olduğumuzu düşünmeliyiz ve niçin insanlar bu kadar çok
çalıştıkları halde huzûra ve rahata kavuşamıyorlar; anlamalıyız. Kulluk
vazîfelerini yapmayıp, hudûd-i ilâhîyi tecâvüz etmek, dînde günâh kelimesi ile
izâh edilir. Büyüklerimiz ve bilhassa İmâm-ı Rabbânî Efendimiz: "Bu yolda
iki şey lâzımdır: Biri Resûlullah’ın sünnetine uymak, diğeri bu yolun
büyüklerini sevmek" buyurmuşlardır. Sohbetlerinin özü ve özeti bu bir kaç
satırla ifâde edilebilir. Allah onlardan, onların sevdiklerinden ve onları
sevenlerden râzı olsun!
Vaktiyle, Efendi hazretleri ile bir
sohbet ismi ile yazmış olduğum manzûm bir divândan, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
ve Mektûbât'ı hakkındaki kısmı buraya alıyorum:
Bak, o sevdiklerimin birinden
bahsedeyim,
İmâm-ı Rabbânîden birkaç haber vereyim,
O, gözlerimin nûru, o
güzeller güzeli,
O, kalblerin süruru,
rûhların tek emeli.
O, arzûların sonu, o, emeller kâbesi,
O, kurb-i ilâhînin en mahrem hazinesi
Kimsenin çıkmadığı
makamlar sâhibi O,
Dâimî tecelli-yi Zâtın
tek hâtibi O,
Aşk ile, muhabbetle, yanan kalbler tabibi,
En büyük arzû ile peygamberin tâlibi.
O, nübüvvet yolunun eşsiz tek kumandanı,
O vâris-i enbiyâ,
O İmâm-ı Rabbânî.
Odur dînin muhyisi, Odur kayyûm-i âlem,
Onu tavsif edemez, ne dil, ne âciz kalem.
O deryâlar
mebdei, o nehirler menba'ı Meşhûr olmayan Hindi, Odur yapan Tur dağı
O âşıkların tâcı, o velîler
sultânı O, mutasavvufların, tasavvufun lisânı.
O, odur, Allah ona, hocasından çok verdi, Hocası edeb ile
kelâmını dinlerdi.
Bir gün hocası ona mektûb yazıp gönderdi,
Her hoca bunu yapmaz, bak evlâdım ne dedi:
(Size talebem demek, yüzsüzlük olur,
Ahmed Arzûm, tarafınızdan, teveccühdür ve himmet; Zan etme, ihtiyâcım yok diye
gelmiyorum,
Edebe riâyetle işâret bekliyorum.)
Azîzânın azîzi, gördün yâ, ne söyledi Bu sözle, Müceddîd’in
hâlin beyân eyledi.
İşte ona âşıkım, aşkıyla yanıyorum,
Ve her şeyim Ondandır, buna inanıyorum.
Bastığı topraklara fedâ olsam bin kere,
Selâm ve dua olsun şanlı Serhendlilere.
Mübârek mezarının gölgesi kâfi gelir,
Kurtulmağa evlâdım, ondan îmân yükselir.
Kabrimin toprağından bulunsa bir
mezârda, İşbu mukaddes toprak, onu yaktırmaz nârda. Kâbe, Mescid-i Nebî ve
Mescid-i Aksâdan.
Sonra Mescid-i Serhend gelir ki, anla bundan.
O ve mütevessili, mağfiret olunmuştur.
Tâ kıyâmete kadar, ona ilhâm olmuştur.
Hamuru bâkıye-i tîn-i Resûlullahdan,
Bu şeref yeter Ona, belki herşeyi bundan.
İşte çok sev evlâdım, sevebildiğin kadar. Yakın gel bu menba'a
gelebildiğin kadar.
Bu hallerin, zevklerin tercümânı Mektûbât Kitâbıdır ki, ondan
neşr oluyor fuyûzât
İlâhî nûrlar ondan yayılıyor cihâna,
Her ne müşkülün varsa, sen baş vur,
yalnız ona. Onu çok oku oğlum, bak nûrla dolacaksın,
Bizzât müellifinden feyizyâb olacaksın.
Öyle kitâbdır ki o, misli islâmiyette,
Ne mâzide yazılmış, ne yazılır âtide.
Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir bu kitâb,
Herkese var içinde, kendine göre hitâb.
İlim, ihlâs menba'ı, harikalar diyârı Onda bulur âşıklar, o ele
geçmez yârı.
Kayyûm-i âlem diyor, her mektûbu babamın,
Bir deryâ-yı muhîttir, sonu görünmez anın.
Tarîkat ve şerîat vasl olmuştur burada,
Budur seâdet tâcı, dünyâda ve ukbâda.
Budur her derde devâ, budur ilâc feryâda,
Budur kalblere şifâ, budur rûhlara gıdâ.
Budur Hakkın sevdiği sevgililerin sözü Budur islâmın aslı ve
ma'rifetin özü.
Budur evliyâların, çeşid çeşid lisânı Budur Ehl-i Sünnetin gayet
açık beyânı
Aşkla yanan tâlibe en iyi haber budur,
Bilmediği yollarda, sâlike rehber budur.
Gece gündüz dâima oku bu Mektûbâtı.
Gayret et, duymak için o lezzeti, o tâdı.
Oku, gülen gözlerin yaş doluncaya kadar,
Oku, hakîkî aşka tutuluncaya kadar.
Oku, elbet o güzel bir gün rûnümâ olur.
Muhabbetle okuyan mâsivâdan kurtulur,
Sâatlerce, günlerce, hep onunla meşgul ol,
Bu sözler tesîriyle açılır kalbe bir yol.
Bir kalb ki, meşgul olur bu ma'nâyla her zaman,
Elbet imdâda gelir, bir gün bunları yazan...
BEŞİNCİ
FASIL HATIRLADIKLARIM
Hocamızın Türkçe ve
diğer dillerde yayınlanan yüzü aşkın kitâblarına kısaca temâs ettikten sonra,
ilk yıllarımızdan başlayarak, hâtırımda ve kimi kâğıdlarda bulunan hâtıralarımı
yazayım. Bu arada arz edeyim ki, bu gece [20 Zilhicce 1422/14 Mart 2002
Pazartesi] rüyâda Onları gördüm. Hasta idiler. Bizim evde yatıyorlardı. Evimiz
şimdikinden geniş idi. Ziyâretçiler bizim fakîrhâneye geliyorlardı.
"On-onbeş gün kendi evlerinde yattı. Bir o kadar da Süleyman beyin evinde
kalacak, bu adâlete daha uygundur” buyuruldu. Hayırdır, inşaallah.
Onbeş yaşında Kuleli
As. Lisesi birinci sınıf talebesiyim. Kimyâ hocamız, öğretmen yarbay Hüseyin
Hilmî Işık beyefendi. Diğer ders hocalarından bambaşka bir insan. Bilgili
olduğu kadar, mütevazı, sadece omuzunda rütbesi bulunan gerçek bir baba.
Şefkatli, merhametli, hilim sâhibi bir terbiyeci. Çok şey bilen, zamanı ve
rütbesini zorlayan bir subay ve öğretmen. Yüzüne bakan, hâline dikkat eden,
simâsından zekâ ve îmân fışkırdığını hemen idrâk edecek kadar, insanlara
emniyyet telkîn eden bir üstâd. Kimseden, hiç bir hocadan görmediğimiz
muâmeleyi bize gösterdiler. Öyle olduk ki, bütün arkadaşlar gayr-i ihtiyârî
onları sevdik. Yazılı imtihan yapacakları gün, matematik, fizik gibi zor
derslerden de imtihan olsa, bu sevimli, şefkatli ve insânî bütün değerlere
sâhip hocamıza mahcûb olmamak için, o dersleri bırakır, kimyâya çalışırdık.
Bazan dershânenin
çavuşu, bazan onbaşısı olurdum. Bu yüzden ders tekmilini verir, ders defterini
Hocamıza ben imzâ ettirirdim. Deftere o gün işleyecekleri konuyu yazdıktan sonra,
imza ederken, hafîfce Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah derlerdi. Bunu
söylemediklerine veyâ unuttuklarına hiç şâhid olmadım. Okulun mescidi vardı.
Namaz kılardık, ama, İslâm şuuruna sâhib değildik. Anadolu’dan gelmiş,
âdetlerini, ibâdetlerini devâm ettirenler arasında olduğumuz halde, Onların
gerçek talebesi olmadan önce iki üç def’a sinemaya gittim. Ya’nî yavaş yavaş
erimeğe başlıyordum. Elimizden tuttular, kalbimizi kendilerine ve büyüklere
çevirdiler de, dünyânın sâdece bizim yaşadığımızdan ibâret olmadığını anladık.
Bir gün, kimyâ dersimiz
son sâatti. Dersten sonra ders defterini aldım. Sınıf subaylığına götürüyordum.
Koridorda Onlara yetiştim ve sâfiyâne, temiz bir duyguyla: "Hocam, benim
babam ölmüştür. Hemen hiç tanımıyorum. Bunun için sizi babam yerine koydum ve
babam gibi seviyorum" dedim. Merhametle baktılar, başımı okşadılar ve
"Aferin, inşaallah dünyâda da, âhırettede de beraber oluruz"
buyurdular.
Kimyâ laboratuarından
çıkmıştık. Onları bekledim ve "Hocam bana birşey söyleyin de yapayım"
dedim. Namaz kılıyor musunuz, buyurdular. Evet, dedim. "O halde islâm
harflerini öğrenin” buyurdular. Zeki bey kardeşime söyledim ve o günden
itibaren mescidde bulunan elif-bâ'dan ikimiz çalışmağa, öğrenmeğe başladık.
Bir gün bir dua
okudular. Dersten sonra, yazmalarını istirham ettim. İslâm harfleri ile
yazarım, okuyabilir misiniz?" buyurdular. Olsun, öyle yazın hocam, dedim.
Takkelerini evde
unutmuşlardı. Biriniz bir takke versin, dediler. Hemen çıkarıp uzattım; hem de
Onlara küçük de olsa, bir hizmetim olduğu için sevindim.
Ramazanda mescidde
namaz kılıyorduk. Yanlarında idim. Namaz arasında gözlerinden yaşlar
döküldüğünü gördüm. Namazdan sonra, yine ne oldu hocam, dedim. Buyurdular ki,
"Ramazan-ı şerîf ayında, üzerimizde vazîfeli melekler, sevâb ayı geldi,
geçiyor, çok sevâb yazamayacağız diye bizim için ağlarlar. Biz ise, kendimiz
için ağlamak şöyle dursun, Ramazan-ı şerîf, ya'nî büyük sevâb ayı geçiyor diye
üzülmüyoruz. Bunu hâtırladım da gözlerim doldu"
Bir gün okulun
mescidinde öğle namazı kılıyorduk. İmâm olan arkadaş farzı üç rek'at k ıldırdı.
Hocamız, "üzülmeyin, bir keresinde Peygamber Efendimiz de, iki rek'atta
selâm vermişti de, Eshâb-ı kirâm, yâ Resûlallah, namaz dört rek'attan ikiye mi
indirildi. Böyle bir vahy mi geldi diye arz ettiler. Hayır, kılalım buyurmuştu.
Buyurun biz de yeniden kılalım" dediler. Aynı arkadaş imâm oldu, Yeniden
kıldık.
Yine bir gün, Ramazan-ı
şerîfde öğle namazından sonra oturup sohbet ediyorlardı. Bir ara,"Sizinle
Allah’ın dîninde konuşurken, ne kadar korktuğumu, ağzımdan anlamadan yanlış bir
kelime çıkıp felâketime sebeb olabileceğini düşünüyorum" buyurdular. Ne
kadar dikkatli ve dîn husûsunda ne kadar tedbîrli hareket ettikleri bakımından
bu ifadeleri, sorumsuzca Allah’ın dîninde ulu orta konuşan (sözde) dîn adamlarına
ithaf olunur!
Rüyâda Onları gördüm.
Bizim yattığımız koğuşa geldiler. En yakın üç dört talebesi, ya'nî
arkadaşlarımın yatakları yan yana idi. Birimizin yatağında yatacaklardı ve her
arkadaş, kendisinin yatağına gelmelerini istiyordu. O arzu ile yüzlerine
bakıyorduk. Buyurdular ki: "Yorgunum, Süleyman’ın yatağında yatmak
istiyorum.” Geldiler, beraber yattık. Bir taraftan seviniyor, bir taraftan
kusûr ve günâhlarımı düşünüp üzülüyordum. Sabahleyin, bu rüyâyı kendilerine arz
edince: "Ben de bu gece Efendi hazretlerini gördüm; Senin gördüğün gibi, O
da benim yatağıma geldi ve berâber yattık” buyurdular. Bu tetabuk ve tevafuka
ayrıca sevindim. Demek ki, hoca-talebe münâsebetleri böyle olurmuş, diye
içimden geçti.
Her fırsatta bizi
namaza teşvîk ederler, mescidde, ders aralarında ve bazan dersin sonunda bize
namazın fazîletinden, islâm dîninin iki dünyâ seâdeti vesîlesi olduğundan, hem
dünyâya, hem âhırete çalışmak lâzım geldiğinden bahis ederlerdi. Bazan öğle
ta'tilinde, namazdan sonra bize Mektûbât’tan, Kimyâ-yı Seâdet’ten ve
Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarından okur, açıklar ve tatlı tatlı sohbet ederlerdi
de bizi ma'nevî olarak beslerlerdi. O sohbetleri bizi dünyâdan, aslında haram
denen işlerden men'ederdi. Sanki o günâhlar yok imiş gibi olurdu. Biz, İstanbul’da
nasıl günâhlar işleniyor, düşünmez, ne cinâyetler oluyor, bilmezdik. Ah, şimdi
o günleri hâtırlıyorum da, eğer geriye dönmek mümkün olsaydı, döner, o günleri
bir daha yaşardım, diyorum. Her halde bunun için denmiştir. Mısra':
Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihân değer.
Okulumuzda ikinci bir
mescid yapılıyordu. Yüzbaşı Mehmed Alî bey, depoda bulunan ahşabdan süslü
kocaman mihrabı sırtına vurup üçüncü kata çıkardı. Hocamıza
anlattık."Âferin ona, îmânlı olduğunu gösterdi" buyurdular.
Okulda bu şekilde Onların
eli ile kazandığımız yeni hayât, Onların Beylerbeyi’ndeki evine gitmekle
kuvvetlendi. Zeki bey kardeşim, eve gittiklerini, benim de gelmemi söyledi.
Elhamdülillah evdeki husûsî sohbetleriyle de şereflendik. Oradaki feyiz ve
bereket bambaşka idi. Hele Allahü teâlânın dostlarından bahsederken kalbimizde
hâsıl olan tatlılığı, düşmanlarından konuşurken içimizde hâsıl olan husûmeti,
şimdi zor anlatabilirim. Enteresandır, Onların sözleri hem kulağa hem kalbe
tesir ederdi. Başkalarının yalnız kulakla algılanan sözleri gibi değildi. Bunun
için çok te'sir ederdi. Büyüklerimiz: "Kelâm mütekellimin sıfâtı
olmayınca, sâmiîne tesir etmez" sözünü boşuna söylememişler.
Bir ara okuldaki
mescidleri kapattılar. Namaz kılmada çok zorluk çektik, ama bir vakit namazımız
kazâya kalmadı; elhamdulillah! O günlerde idi. Hocamıza: "Sınıf âmiri
Mustafa yarbay bize, sağda, solda, pencere kenarlarında, merdiven altlarında
namaz kılmayın, günâhı varsa benim olsun, diyor dedim. "Ona bakmayın,
münâkaşa da etmeyin. Namazınızı kılın. Sizin, o pencere kenarında kıldığınız
namaza, ben evimde kıldığım yüz namazımı veririm"
buyurdular.
Evlerine gitmeğe
başladığımızdan söz ettik. Bize açtıkları kapıyı, rahmet-i Rahmân’a kavuşuncaya
kadar kapatmadılar.Her fırsatta eve geldik. 1960 senesine kadar güzel ve hemen
kesintisiz olarak devâm etti. Hemen hemen istisnâsız, her pazar günü evleri ve
huzûrları ile şerefleniyorduk. Bu hâl Beylerbeyi’nde oturdukları 1958 senesine
kadar orada, sonra kayınpederi Yûsuf Ziyâ beyin vefâtı üzerine, taşındıkları
Fâtih’deki evlerinde oluyordu. Az idik. Dikkat çeken bir şey, herhangi bir
taşkınlık yoktu. Devlete, millete, hiç kimseye bir zararımız yoktu.
Bir gün okulda Edebiyât
hocası Sıdkî Karababa ile yemekhânede aynı masada yemek yiyorduk. Hocam, yemek
yemenin, su içmenin dînimizdeki edebleri nelerdir? dedim. "Hilmî Işık beye
sorsanız, o daha iyi cevâblandırır, bu hususta o bizden bilgilidir” dedi.
Hocama, Sıdkî Karababa,
Sırrî Üçer gibi milliyetçi hocalarımız için ne buyurursunuz, dediğimde
"İyidirler, hoşturlar, ama islâmiyyeti Anka kuşu gibi düşünüyorlar"
buyurdular. Ya'nî, ismi var, kendisi yok.
Beylerbeyi’ndeki evde
"Saat kaç?” diye sordular. Ben de "Çeyrek var” dedim. "Kaça
çeyrek var?” dediler. Ben de "Dörde çeyrek var” dedim. "İşte
kardeşim, bir sual sorulunca tam cevap vermeli. İkinci bir suale meydan
verilmemeli” buyurdular.
Üzerimde ağabeyimin
Amerika’dan getirdiği naylon (sentetik) ipek gömlek vardı. "Mahzuru var mı
efendim” dedim. "Hayır efendim, benim de olsa giyerdim” buyurdular.
Buyurdular ki:
"Efendi hazretlerine ilk gittiğim günler, söylediklerinin bir kısmını
anlamazdım. İmâm-ı Rabbânî derler, ben, acaba bir kitâb ismi midir, bir câmî
imâmı mıdır, düşünürdüm. Ama sonraları anladım ki, sevmemiz ve bilmemiz vâcib
olan büyüklerimizdendir."
Eve gittiğimiz zamanlar, kış ise, sobaya
kömür koyarlar, oda sıcak olur, kendileri ise, yâ Efendi hazretleri ve benzeri
büyüklerden bahseder, ya da kitâb okurlardı. Çoğu zaman kitâb okurlar, orada
geçen mevzûları îzah ederlerdi. Ekseriyâ İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından
okurlardı. Sıcaktan uyuklayan olsa: "uyandırmayın, büyüklerin sözlerinin
tesiri ve bereketi ile kalbi rahatlıyor da, onun için uyuyor"
buyururlardı. Bazan da, bize lâzım olan şeylerden bahs ederlerdi. Meselâ bir
sohbetlerini yazayım:
"İnsanı nefse
uymaktan kurtaran, yalnız şerîate uymak, ya’nî Muhammed sallallahü aleyhi ve
selleme tâbî' olmaktır. Nefs, kendinin bile düşmanıdır. Kendi eliyle, kendini
Cehenneme atacak kadar ahmaktır. Bütün dînler, nefse uymamak ve kendini
sevmekten, 'ben' demekten kurtulmak için gönderilmiştir. Ya'nî, dînle ben
birlikte bulunamaz. İmânı olmayan, yalnız nefsinin arzuları peşinde koşar.
Bunda ise, hiç bir şeref ve meziyyet yoktur. Şerefli kul, nefsine uymayan,
hattâ nefsinden fânî olan kuldur. Nefsle dînin bir arada bulunması, iki zıt
şeyin bir arada olması gibidir. Kibir ve ucb, ya'nî böbürlenmek ve kendini
beğenmek nefsin emrine girmenin alâmetidir ki, çok fenâdır. Hadîs-i kudsîde:
"Azamet ve kibriyâ [büyüklük ve ululuk] bana mahsûsdur. Bu ikisini benden
almak isteyeni, hiç umursamadan Cehenneme atarım" buyurulması, bunu
göstermekte: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, o kibir Cehennem
ateşiyle yanmadıkça Cennete giremez" hadîs-i şerîfi bunu haber
vermektedir.
Müslümanlar, akıllı,
kurnaz ve siyâsî olurlar. Âmirlerin ve büyüklerin dîne zarar veren sözlerine,
peki, demeli, fakat onları yapmamalıdır. Dinsiz âmirlerden kaçmalı, onlara
görünmemelidir. Görünce saygı göstermelidir.
Her müslümân kendini
müslümanlardan aşağı görmelidir. Müslümana sü-i zan etmek haramdır.
Bir insanın değeri
günâhsızlığı ile ölçülür.
Bir namazımın kabûl
edildiğini bilsem, dünyâda benden bahtiyâr kimse yoktur, derdim.
Herkes günâhı ayrı
düşünür. Ya’nî kendi derecesine göre düşünür. Hadîs-i şerîfde: "Mü’min o
kimsedir ki, işlediği bir günâhı, üzerine çökecek dağ gibi görür. Münâfik ise,
burnunun ucuna konup hemen uçacak sinek gibi bilir" buyuruldu.
Biz günâh işlemesek de,
etrafın zulmetinden kalbimiz kararıyor. Bu zamanda bir kerre Lâ ilâhe illallah
diyenden, o zulmet yok olur, gider.
Âmirler, patronlar,
kumandanlar dîne muhalif olsa bile, onları idâre etmelidir.
Hastalığa sebebiyyet
vermek günâhdır.
Dostun yolunda olanlar
da dostturlar.
Müslümanlarla mertçe
muâmele etmeli, düşmanlara karşı müdarada bulunmalı, bu vesîle ile
zararlarından korunmalıdır.
Din düşmanları
insanları hayvanlara çevirmek istiyorlar. Din düşmanları abdesthâneye benzer.
Onların yanında ihtiyâcı kadar durmalıdır.
Kur'ân-ı kerîmde
[Bakara sûresinde]: "Fitne çıkarmak adam oldürmekten şiddetlidir. Yine
aynı sûrede: "Fitne çıkarmak adam öldürmekten büyük günâhdır"
buyuruldu. Fitne uykudaki yılan gibidir. Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah
la'net eylesin" hadîs-i şerîfdir.
Allahü teâlânın, sevmek
sıfatı vardır. Bu muhabbet sıfatına lâyık olan bizim Peygamberimizdir
(sallallahü aleyhi ve sellem). Allahü teâlâ sevgili kuluna yakın olanları da
sever. Onun yakınlarını da sever. Muhammed aleyhisselâmı kim severse, Allahü
teâlâ onu sever. Hazret-i Alî, Peygamber Efendimizi çok sevdiği için Allahü
teâlâ da onu çok severdi. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiği için,
onu sevenleri de sever. Muhammed aleyhisselâma kim daha çok benzer, ya'nî
uyarsa, Allahü teâlâ da onu daha çok sever. Ona benzemek, yaptıklarını yapmakla
olur. "Sofralarınızı kabak yemeği ile süsleyiniz" hadîs-i şerîfdir.
Her şeyi kitâblardan
öğrenmek zordur. Bunun için, Peygamber Efendimiz nasıl ise, her bakımdan ona
benzeyen bir kimsenin yanında bulunup, onu örnek almalı, ona benzemelidir. İşte
o zaman, o da Muhammed aleyhisselâma benzer. Böyle bir insana Mürşid-i kâmil derler.
Eskiden böyle bir zât ararlardı. Onun muhabbetini kazanmak isterlerdi. Bu
muhabbeti kazanmak için çok hizmet ederler, sohbetinde çok bulunurlardı. Bunun
için o büyüklerin hizmetçiliğe kabûlü büyük şeref sayılırdı. Yanında kalarak,
hizmet ederek, teveccüh ve duasına kavuşur ve böylece mürşidine benzer, o da
mürşidine... Derken o da Eshâb-ı kirâma (aleyhimürrıdvân) ve nihâyet Muhammed
aleyhisselâma benzemiş olurdu. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi Muhammed
aleyhisselâma benzerdi. Bugün mürşid-i kâmil yok. Kitâblardan okuyup öğrenmeğe
çalışmalıdır. Bu da çok zordur. İkinci bir yol vardır; fizik kanunu. Ya'nî
kalblerimizi, ma'rifet ve feyiz dolu olan bir kalbe bağlamalıyız. Bu da ancak
muhabbet ile olur [Muhabbet râbıtası]. Her iki tarafın da sevmesi lâzımdır.
Evet, mürşid-i kâmil yok. Fakat bunlar vefât edince, te'sîrleri daha çok olur;
ancak bunun da şartı çok sevmektir. Sevgi çok olursa, sevenle sevilen
arasındaki ayrılıklar kalkar. Seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır. Bu,
sevenin elinde değildir; sevgi bunu icâb ettirir, demişlerdir. Bunun için böyle
bir büyüğü çok sevmek lâzımdır. Böyle büyüklerin feyiz ve nûrları kalbden kalbe
akseder. Seven bunun farkına bile varmaz. Güneşin altında karpuzun
olgunlaşması, tatlılaşması gibi, olgunlaşır, hattâ evliyâ olur da haberi olmaz.
Severken, kul olduğunu unutmamalıdır. Sevmeli ve sevdiğine tam bağlanmalıdır.
İnsan ölünce [rûhu ve
kalbi] ölmez. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" hadîs-i
şerîfdir. Mâzı hâtıra, istikbâl hayâldir. Ya'nî bu dünyâ bir hayâldir. Çünkü
hâl, bir andan ibârettir. Ölmek uyanmaktır. Kalb o zaman kuvvetlenir. Evliyânın
reisi İmâm-ı Rabbânî hazretleridir. Onu çok sevmeli, vesîle
etmeli, hiç unutmamalıdır. Bu dünyâ âhırete vesîle olduğu için
kıymetlidir."
Daha bir sene öncesine kadar, bu
anlatılanlardan tamamen habersiz olduğum halde, Onların talebesi olmakla,
Kuleli yıllarımda nefs hakkında yazdığım bir şiiri arz ediyorum. O zaman
onaltı-onyedi yaşlarında idim:
NEFS
Bir ân gelir kabarır, Atlasta dalga gibi,
Muhît
olur rûhuna, kırılmaz halka gibi
Bir
ân gelir durulur, soğuk bir pınar olur,
Her
sözü kabûl eden, en kıymetli yâr olur.
Bir
ân gelir, âh çeker, her şey benim olsun der,
Bütün
dünyâyı versen, nânkördür daha ister.
Bir
ân gelir inanır, Mevlâsı sözlerine,
Nedâmet
yaşı dolar, o âsî gözlerine.
Bir
ân gelir ki, gürler, ufkunda şimşek çakar,
Yılların
mahsûlünü, tutar bir anda yakar.
Bir
ân gelir, dalgasız, sessiz bir ummân olur Bütün yaptıklarına, utanır, pişmân
olur.
Bir
ân gelir, Firavun, Şeddâd ve Nemrûd olur,
Damarlarda
dolaşan Hannas-ı merdûd olur.
Bir
ân gelir, mut'îdir, her şeyi kabûl eder,
Dünyâ
gözünde olmaz, dâim ibâdet ister.
Bir
ân gelir, şahlanır, kükremiş arslan gibi,
Yâhud
kana susamış, yaralı kaplan gibi.
Bir ân gelir, uslanıp bir seng-i miheng olur,
Her
arzûsu Resûlün sözlerine denk olur.
Bir
ân gelir, zâlimdir, rûhu inletir zâr zâr Kendi kötü eliyle, kendine mezâr kazar
Ey
kalb, böyle bir nefse, uyarsan hâlin yaman Hâlini izâh ettin, bu tarîkle
Süleyman
Beylerbeyi’nde pazar
günleri zevkli olduğu kadar, pazar gününü beklemek de bir o kadar heyecanlı
olurdu. Bize İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ından sâatlerce okurlar,
terceme ve bazı yerleri îzah ederlerdi. Devâm eden arkadaşlar, nerede ise,
fârisîyi anlayacak hâle gelmiştik. Ona yakın İmâm-ı Gazâlî’nin Farsça Kimyâ-yı
Seâdet kitâbından okurlardı. Bir defasında, fakîre sorup, nefsi tanımağı mı,
Allahü teâlâyı tanımayı mı okuyalım, dediler. Allahü teâlâyı tanımağı okuyalım,
dedim. Süleyman’ın dediği bahsi okuyalım, buyurup, okudular ve mühim olduğu
için tane tane okuyup, îzah ettiler. Bazan oğulları Abdülhakîm bey'e, Kasîde-i
Emâlînin arabîsini ezbere okuturlardı. Bazan da yine Abdülhakîm bey
kardeşimize, Halebî’nin metni olan Münyet-ül Musallî fıkıh kitâbını okutur,
terceme ettirirler ve biz de yazardık. Abdülhakîm bey yerde oturur, önündeki
rahlenin üzerinde duran kitâbdan, bir talebe gibi, edeble okurdu. Bazan Mevlânâ
Hâlid Efendimizin hâl tercemesinde yazılmış, Mecd-i Tâlid'den okurlardı. Biz
de, kendimizi o büyüklerin nûrları ve feyizleri içerisinde hissederdik.
Hissederdik diyorum, aslında bulurduk, demem daha doğru idi, ama münkirlerin
inkârından çekindim. Bazan yine Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânınından, yanık
kalble yazılmış şiirleri yanık kalb ve yaşlı gözlerle okurlardı. Bazan Rıyâdün
Nâsihîn, Enîs-ül Vâizîn, Miftahünnecât, İbn-i Âbidîn ve başka kitâblardan
okurlardı. Ama Mektûbât her zaman birinci sırayı alırdı.
Sâatlerce sohbette kalırdık. Öğle
namazını kılıp Onların evlerine gelir, ekseriyâ akşam namazını kılar çıkardık.
Çıktığımız zaman zevkten, sevinçten şaşkın halde olurduk. Belki başla ayağı
ayırabilmek için, düşünmemiz gerekirdi. Çünkü o sohbetleri bizi bizden alır,
dünyâyı, derslerimizi, anamızı-babamızı, varsa bütün sıkıntılarımızı
unuttururdu. Bir gün şu şekilde konuşmağa başladılar:
[BEREKET: GENÇLİĞİN
KIYMETİ: "Kıyâmet gününde hiç bir yerde gölge bulunmadığı zaman, Arş-ı
ilâhînin gölgesinde bulunacakların ikincisi, gençlik çağında, Hak teâlâya,
severek, Ondan korkarak ibâdet edenlerdir. Ömrünün bu heyecanlı zamanını,
emirlere riâyete ve yasaklardan kaçınmağa verenlerdir.
Gençlik, büyük bir
ni’mettir. Onbeş veya onsekiz yaşından otuzbeş-kırk yaşına kadar olan zamana
Gençlik Zamanı denir. Gençliğin hesâbını vermek, kıyâmette zor olacaktır.
Kıyâmet günü, gençliğinizde ne kazandınız ve gençliğinizi nerelere sarf
ettiniz, diye sorulacaktır. Bir hadîs-i şerîfde: "Sizin içinizden en iyi
gençler, yaşlılara benzemek isteyenlerdir. Yaşlılarınızın en fenâsı da,
gençlere benzemek isteyenlerdir" buyuruldu. Gençler kendilerini yaşlı kabûl
edip, çok ibâdet etmelidirler. Gençlikte yapılan ibâdetler, ihtiyarlıkta
yapılan ibâdetlerden çok daha fazîletlidir, çok daha yüksektir. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Gençlerin bir rek'atı,
ihtiyarların on rek'atından daha fazîletlidir" buyurdular. Gençlerin
tevbesini Allahü teâlâ sever ve kabûl eder. Bir hadîs-i şerîfde "Allahü
teâlânın en çok sevdiği tevbe, gençlik zamanında yapılan tevbedir" ya'nî
gençlerin tevbesidir, buyuruldu.
Haberde geldi ki, bir
ihtiyâr tevbe etse, Hak teâlâ onu afv eder. Fakat bir genç tevbe edince,
şarktan garba kadar bütün kabirlerden kırk gün azab ref' olur. Yine haberde
geldi ki, bir genç ölse ve onu defn etseler, melekler ona süâl sormaya
gelirken, Hak teâlâ meleklere: "Ona merhamet edin, o daha gençtir; ömrünün
kemâlini görmeden dünyâdan ayrıldı" buyurur.
Gençlik zamanını fırsat
bilmelidir. Bu zamanda iyi işler, güzel ameller yapmalıdır. Gençlikte hem
ibâdet etmeli, hem de ihtiyârlıkta kendisi için lâzım olacak dünyâlığı
biriktirmelidir.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı,
şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle
bir çağda yapılan az bir amele, pek çok sevâb verilir. İhtiyarlıkta dünyâ
zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve ümidleri
kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, ah etmekten başka bir şey olmaz. Çok
kimselere, bu pişmanlık zamanı da nasîb olmaz. Bu pişmanlık da tevbe demektir
ve yine büyük ni'mettir. Çokları bu günlere kavuşamaz.]
Lise ikinci sınıfta
idik. Sene sonu yaklaşmış, dersler kesilmeğe başlamıştı. İşte, Hocamız, o zaman
dersin sonuna beş-on dakika kala, ileride kitâb olarak bastırmağı düşündükleri
Seâdet-i Ebediyye’nin müsveddelerini hazırlıyor ve bize de yazdırıyorlardı.
Şimdi size, dört günde yazdırdıklarını aynen yazayım:
[BEREKET: Çocuklarım!
Elhamdülillah, hepiniz müslüman evlâdısınız. Ananız, babanız, akrabanız,
canları gibi seven sizleri islâm terbiyesi ile büyüttüler ve müslümanlık
kanınıza ve rûhunuza işledi. Ecdadınızdan kalan bu kıymetli yâdigârı ölünceye
kadar iyi saklayınız. Hayatta sık sık karşınıza çıkacak olan dîn düşmanlarına,
çeşitli yollarla sizi aldatmağa uğraşan îmân hırsızlarına çaldırmayınız. Şimdi
size, Îmân nedir, müslümanlık nedir, müslüman kime denir, dîn düşmanları
müslüman evlâdlarını aldatmak için nasıl uğraşıyorlar, Allahü teâlâ kimleri
sever, bunları k ısaca anlatacağım. Bu sözlerimi boş zamanınızda bir tarafa
yazıp ölünceye kadar saklayınız ve her okudukça bir Fâtiha okuyup, sevâbını
benim rûhuma gönderiniz. Allahü teâlâ Fâtihayı çok sever. Fâtiha için her
günâhı afv eder. Fâtiha o kadar büyüktür ki, bütün günâhlar onun yanında küçük
kalır.
Allahü teâlâ hepimizi
dünyânın ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en
iyisi olan Muhammed Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak
seâdetiyle şereflendirsin. Çünkü Cenâb-ı Hakkın çok sevdiği bu mütabeatin ufak
bir zerresi, bütün dünyâ ni'metlerinden ve bütün âhıret lezzetlerinden daha
üstündür. Hakîkî üstünlük Onun sünnetine uymaktır. Ona tâbi' olmak, ya'nî Ona
uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği
yoldur. Bu yola Dîn-i İslâm ve Şerîat denir. Allahü teâlâ, Onu dünyâdaki bütün
insanları seâdete da'vet için gönderdi. Meselâ, Ona uymak niyyetiyle, gün
ortasında bir parça uyumak, Ona uymaksızın bir çok geceleri ibâdetle
geçirmekten kat kat daha kıymetlidir. Ve meselâ, Onun şerîati emr ettiği için
bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, onun şerîatinde bulunmayıp, senelerce
tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. Onun şerîatinin emriyle fakîre verilen az
bir şey —ki buna zekât denir— kendi arzusu ile dağ kadar altun sadaka vermekten
daha kıymetlidir. Emîr-ül mü’minîn Ömer (radıyallahü anh) bir sabah namazını
cemâ’atle kıldıktan sonra, cemâ'ate bakıp bir kimseyi göremeyince, sordu. Orada
bulunanlar dediler ki, bu kişi geceleri ibâdetle geçirir, belki uyku
bastırmıştır. Emîr-ül mü’minîn: "Keşke bütün gece uyuyup da, sabah
namazını cemâ'atle kılsa idi, çok daha iyi olurdu" buyurdu.
Hıristiyanlar ve
Hindliler çok riyâzet ve mücâhede edip, nefislerini köreltiyorlar ise de,
bunları bizim şerîatimize uygun yapmadıklarından, hepsi kıymetsizdir. Eğer bu
çalışmalarına bir ücret hâsıl olursa, dünyâda kendilerine bir kaç şey verilir.
Halbuki dünyânın hepsinin kıymeti nedir ki, bunun bir kaçının değeri olsun. Bunlar
meselâ çöpçüye benzerler ki, herkesten daha çok çalışırlar ve yorulurlar.
Ücretleri de herkesten aşağıdır. Şerîate tâbi' olanlar ise, latif cevâhır ve
kıymetli taşlar ile meşgul olan kuyumcular gibidir. Bunların işi az, kazançları
pek çoktur. Bazan bir sâatlik çalışmaları, yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl
eder. Bunun sebebi şudur ki, şerîate uygun amel, Hak teâlânın makbûlüdür,
mardîsidir. Böyle olduğunu kendi kitâbında bir çok yerde bildirmiştir. Meselâ
bir yerinde: "Ey sevgili Peygamberim; sen onlara de ki, eğer Allahü
teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana
tâbi' olunuz. Allahü Teâlâ bana tâbi' olanları sever" buyurdu.
Şerî'ate aykırı olan
şeylerin hiç birisini Allahü teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen
şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur. Bu incelik dünyâ işlerinde de
vardır. Biraz düşünülürse, anlaşılır. O halde bütün seâdetleri ele geçirten
sermaye, Peygamberimizin şerîatine yapışmaktır ve bütün zararların ve
fesadların başı serîatten ayrılmaktır.
Cenâb-ı Hak Kur'an-ı
kerîmde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu
bildiriyor. O halde, O'nun Resûlüne itâat edilmedikçe, O'na itâat edilmiş
olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede,
kad [muhakkak, şüphesiz, elbette] buyurdu ve bazı doğru düşünemeyenlerin, bu
iki itâati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ bir
başka âyet-i kerîmede, bu iki itâati ayrı görenlerden şikâyet buyurarak:
"Kâfirler, Allahü teâlanın emirleri ile Peygamberin emirlerini birbirinden
ayırmak istiyorlar. Yahudiler diyorlar ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız, Îsa
ile Muhammede (aleyhisselâm] inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsa
aleyhisselâma inanıp, (hâşâ!) Allahü teâlânın oğlu diyorlar. Bu inanışları ve
dînleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirlerdir. Biz bunların hepsine Cehennem azâbını,
çok acı azabları hazırladık" buyuruyor.
Bütün mahlûkatın her
bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmak demek, ona itâat ve
şerîati yolunda yürümek demek, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya'nî Kur'an-ı kerîmin
emirlerini yapıp, rüsûm-i küfrü, ya'nî islâmiyyetin beğenmediği, istemediği,
küfür âdetlerini kaldırmak, yok etmek demektir. Çünkü islâm ile küfür,
birbirinin zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde diğeri bulunamaz, gider. Bu iki
aykırı şey, bir arada olamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini
hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ sevgilisi olan Peygamberimize, huluk-ı
azîm sâhibi çok merhamedli olan Peygamberine, kâfirlerle cihâd ve muharebe etmeği
ve onlara sertlik göstermeği emr ediyor. Demek ki, kâfirlere sert davranmak,
huluk-ı azîmdendir. İslâmın izzet ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin
hakaretindedir. Kâfirlere izzet verenler, hürmet gösterenler, müslümanları
tahkîr etmiş, alçaltmış olurlar. Hak teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, kâfirlere kıymet
verenlerin veya onlara uyanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân
buyurarak: "Ey benim sevgili Peygamberime inananlar, eğer kâfirlerin
sözlerine aldanıp da, Peygamberimin yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslüman
süsü veren dîn düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı
çaldırırsanız, dünyâda ve âhırette ziyân edersiniz" dedi.
Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı
ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını
sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman
olmağa sürükler.]
İşte bu şekilde Seâdet-i Ebediyye’nin
ilk nüshası olacak bu çok kıymetli bilgileri bize okulda yazdırdılar. Bilmem,
kaç kişi bu kıymetli yâdigârları saklıyor. Şimdi de, Ramazan-ı şerîf ayında
evlerinde İmâd-ül İslâm kitâbından okuyup, yazmamıza müsaade ettikleri bahsi
yazayım:
[BEREKET. Ramazan-ı
Şerîf Ayının Fazîleti: Kur'ân-ı kerîm, Ramazan-ı şerîf ayında indi. İbrâhîm
aleyhisselâma Ramazan-ı şerîfin üçüncü gecesi sahîfeler indi. Mûsâ
aleyhisselâma Ramazan-ı şerîfin altıncı gecesinde Tevrât indirildi. Mûsâ
aleyhisselâmın [rûhu] şimdi altıncı kat göktedir. İsâ aleyhisselâma İncil
önüçüncü gecesinde, Dâvud aleyhisselâma Zebûr, onsekizinci gece indi. Kur'ân-ı
kerîm Ramazan-ı şerîfin yirmidördüncü gecesi indi. Kur'ân-ı kerîm Levh-il
mahfûzdan dünyâ göküne Ramazan-ı şerîfde indirildi.
Ramazan ayındaki
sevâbların her birine bin kat sevâb verilir. Receb kapıya gelmek, Şaban-ı
muazzam avluya gelmek, Ramazan-ı şerîf ise pâdişahla konuşmak gibidir. Diğer
aylar tohum ekmek gibi, Ramazan-ı şerîf mahsûlü anbara koymak gibidir. Bir
kimse bir kimseye iftar verse, veya orucu açtırsa, oruc tutanın sevâbı kadar
sevâba nâil olur. Karnını doyursa, Ramazan-ı şerîften başka günlerde, yerle gök
arası altın dolusu sadaka vermiş gibi olur. Bu ayda Lâ ilâhe illalah ve
Estağfirullah demek çok sevâbdır. Bir kimse Ramazan-ı şerîfde Sübhanellahi
vel-hamdü-lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billahil- aliyyil azîm dese, her bir kelimesi için Cennette bir makam
verilir.
Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ramazan hilâli görülünce
şeytanlar bağlanır. Bu ayda ölen mü’minler Cennete girer. İlim meclisine gitse,
her adımına bir senelik ibâdet sevâbı verilir ve kıyâmet günü
Arşın gölgesinde bulunur. O kimsenin
Cennete girmesine kefilim" Ramazan-ı şerîfde bir hanım beyinden hayır dua
alsa, bütün günâhları afv olduktan sonra, Hazret-i Meryem’in sevâbına kavuşur.
Dul kadınların çarşı-pazar işlerini görse, ununu öğütse, Hak teâlâ ona şehîdler
ve seyyidler sevâbı verir. Bu ayda bir dirhem sadaka verse, dünyâda ne varsa,
hepsini sadaka etmiş gibidir. Bir namaza bin namaz sevâbı vardır. Bu ayda bir
sübhânellah dese, diğer aylardaki bin sübhânellah gibidir. Ramazan-ı şerîfde
câmide bir mum yakıp orayı aydınlatsa, o mescidde namaz kılanlar kadar sevâb
alır. Ölünce de yeri nûrlu olur. Arş melekleri onun için Cenâb-ı Haktan afv
dilerler. Bir köle âzâd etmiş gibi olur.
Hadîs-i şerîfde:
"Şu müslümanlar, Cenâb-ı Hakkın bu aydaki rahmetini bilselerdi, bütün
senenin Ramazan-ı şerîf olmasını isterlerdi" buyuruldu. Bir kimse
Ramazan-ı şerîf ayının gelmesine sevinirse, onun cesedi Cehennem ateşine haram
olur, yâ'nî Cehennem onu yakmaz. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki:
"Yirmi Ramazan orucuyla yanıma gelen afv edilmiştir. Otuz ramazanla
gelirse, şehîdler mertebesi verilir. Ramazanın gidişine, üzerimizdeki melekler
ağlar, biz ağlamıyoruz. Ber'ât gecesinde afv eden Allahü teâlâ Ramazan-ı
şerîfin her gecesi: "Hani, günâhları fazla olanlar, günâhlarının
çokluğundan, hâlim nice olur, diyenler; benden afv dilesinler, onları afv
edeyim" buyurur. Kıyâmet gününde, Ramazan-ı şerîf ve bütün aylar,
kullardan şikâyet eder. Yalnız Receb ayı şikâyet etmez. O sağırdır, duymaz.
Bir kimse Ramazan-ı
şerîfde dışarı çıksa ve şunu onbir kerre okusa, Hak teâlâ ondan râzı olur: Lâ
ilâhe illâ hüvel - hayyel kayyûm el-kâimü alâ külli nefsin bima-kesebet.
Ramazan-ı şerîfde ölüler geceleyin evlerinin kapılarına gelir ve: "Biliniz
ki, bir zamanlar biz de yerdik, içerdik, serbest olup dilediğimizi yapardık.
Şimdi ise zebûn olduk. Kapınıza geldik. Bizi ne çabuk unuttunuz. Bizim malımız
ile geçiniyorsunuz. Sadakaya kıyamazsanız, bâri iki rek'ât namaz kılın da sevâbını
bize bağışlayın. Bizim amel defterimiz kapandı. Siz de bizim gibi olunca,
başkalarının eline bakacaksınız” derler
Ramazan-ı şerîf ayında
oruç tutanlara va'd olunan sevâblar, orucunu muhâfaza eden içindir. Öyle
yapmayana, o kadar sevâb verilmez. Allahü teâlâ oruc tutanlara, Cennette
kendisini gösterecektir. "Yâ Mûsâ, seninle konuşurken aramızda yetmişbin
perde vardır. Fakat Âhır zaman Peygamberi Muhammed Mustafa’nın (sallallahü
aleyhi ve sellem) ümmetinden oruç tutanlara iftâr vaktinde, bu perdeler kalkar,
çok çok yakın olur" buyurunca, Mûsâ aleyhisselâm: "Yâ Rabbi, öyleyse,
Ramazan-ı şerîfi bana ver" dedi. Allahü teâlâ: "Ey Mûsâ, ben
onu Muhammed’in
(sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine verdim" buyurdu.
Öyle oruç tutunuz ki, orucun eseri
yüzlerinizden belli olsun. Kadir gecesinde Allahü teâlâ kullarına selâm verir,
kalblere incelik gelir. Bayram günü, yeni elbiselerini, Allah için giymelidir.
Defterine günâh yazılmadığı gün bayramdır. Bayram Sıratın geçildiği gündür.
Bayram Cennete girildiği gündür. Bayram, Mevlâsının dîdârını gördüğü gündür.]
SOHBET: 1956 senesinde Hocamın sohbetinden tuttuğum notlardan:
Oruç tutanların:
1- Allahü teâlâ rızkını genişletir.
2- Malını ziyâde eder,
bereketlendirir.
3- İftarda ve sahurda yenilen her
lokmaya bir ibâdet sevâbı verilir.
4- Ramazanda her ibâdete yetmiş kat
sevâb verilir.
5- Melekler, oruç tutan için dua
ederler.
6- Ramazan-ı şerîfde şeytanlar
bağlanır.
7- Allahü teâlânın rahmet kapıları
açılır.
8- Cennet kapıları açılır, Cehennem
kapıları kapanır. Bu ayda ölenler Cennete girer.
9- Daha önce ölen müslümanlardan
yediyüz danesi afv olur.
10- Her Cum'a gecesi, bir haftalık
günâhı afv olur.
1 1 - Son gece tevbe -
istiğfar edenlerin bütün günâhları afv olur.
12- Cennette çok
dereceler hazırlanır.
1 3- Duaları kabûl
olur.
14- Oruclunun vücûdü günâhlardan,
anadan doğduğu gün gibi olur.
15- Allahü teâlâ ondan râzı olur.
Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sahûr yiyiniz, yahudîler gibi
olmayınız" ve "Sahûr yemenin sevâbı, köle âzâd etmek kadardır"
ve "Sahûr yiyiniz, istediğiniz kadar yiyiniz. Bu lokmalardan süâl
yoktur." İyilikler ve kötülükler âhırette şekle girip dartılacaklar,
sahurdaki yemekler terazînin sağ kefesine konacak. Sahûr yemeği Cehennem
ateşini söndürür. Sahûr yiyen çok sevâb alır. Sahûrda yenilen her lokmaya bir
senelik ibâdet sevâbı verilir.Biliniz ki, oruç ibâdetlerin en iyisidir. Çünkü
Allahü teâlâ: "Oruç benim içindir ve onun sevâbını ben veririm"
buyuruyor. Sebebleri:
1- Allahü teâlânın bir sıfatı, yemez,
içmezdir. Onun için Allahü teâlânın sıfatlarından birine, bir gün de olsa
benzemek çok sevâbdır. Yine Peygamberimiz buyurur: "Bir kimsede Allahü
teâlânın bir huyu [ahlâkı, sıfatı]
bulunursa, o Cennete girer"
2- Oruç gizli ibâdettir. Allahü teâlâ
gizli ibâdetleri daha çok sever. Allahü teâlâ: "Bana gizli olarak ve boynunuzu
eğerek ibâdet edin." buyuruyor. Gizli olarak verilen bir liranın sevâbı,
âşikâre olarak verilen yediyüz liraya denktir.
3- Oruç nefsi ezer. Zâten ibâdetlerden
maksad, nefsi ezmek ve öldürmektir. Nefsi en iyi ezen oruçtur. Oruçlu bir
kimsenin uykuda iken aldığı her nefese sevâb verilir. Oruç tutanın uykusu, oruç
tutmayan bir kimsenin sabahlara kadar nâfile namaz kılmasından efdâldir. Allahü
teâlâ: "Nefsine düşmanlık et. Benim sevgim, nefsine düşmanlık
edenleredir" buyuruyor. Bir insan yemekle, içmekle nefsini kuvvetlendirir.
Azan nefs günâh işler. Günâhdan insanı koruyan namaz ve oruçtur.
4- Şeytan Ramazan-ı şerîfde kahrolur.
Kanın vücûdda dolaştığı gibi, şeytan da bedende dolaşır. Namaz ve oruçta
gelemez. Oruç tutmakla şeytandan kurtulmuş olur.
5- Oruç tutan, meleklere, enbiyâ ve
evliyâya benzer. Bir kimsede evliyâya benzeyen bir taraf bulunursa, âhırette
onların yanında olur. Peygamber Efendimiz buyurdu: "Ramazanda bir gün oruç
tutan, Cehennemden yetmişbin sene âzâd olur." Bir kimse Ramazân-ı şerîfi tuttuktan
sonra, Allah rızası için bir gün oruç tutsa, Cehennem ateşi onu yakmaz.
Ramazan-ı şerîfin sevâbı bundan çok daha fazladır.
Ramazan-ı şerîfde oruç
tutmak farzdır. Buhârî ve Müslim’de farz olduğunu bildiren âyetler ve hadîsler
bildiriliyor. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Oruçlunun uykusu ibâdettir.
Aldığı ve verdiği nefeslere tesbîh namazı sevâbı verilir. Duaları kabûl olur,
ibâdetlerine kat kat sevâb verilir." Yine buyurdu: "Oruç tutan için
iki bayram vardır. 1-İftar zamanında bütün duaları kabûl olur, 2- Cennette
Allahü teâlâyı görür. Oruç tutanlara iftâr zamanında Allahü teâlâ sayısız
sevâblar verir. Oruç tutanın ağzının kokusu, misk konusundan daha iyidir. Oruç
Cehennemden kalkandır."
Orucun edebleri
onüçtür:
1- Dışarıda çok dolaşmamalıdır.
2- Oruç tutmayanlarla beraber
olmamalıdır.
3- İnsanlarla çok konuşmamalıdır.
4- İftârı hurma ile yapmalı,
sünnettir. Yoksa su ile açmalı. Peygamber Efendimiz buyurdu: "Su ile iftâr
açana, bedenindeki kıllar kadar sevâb verilir. Ayrıca Cennette yüksek
derecelere mazhar olur."
5- Helâl lokma ile iftâr etmelidir.
Her lokmaya bir oruç sevâbı verilir.
6- İftârda fazla yememelidir.
7- İftârı yalnız yapmamalıdır. Çoluk
çocuğu ile iftârın sevâbı köle âzâd etmek gibidir.
8- Sadaka vermelidir.
9- Yemek yedirmelidir.
10- Sahûru terk etmemelidir. Her
lokmaya altmış senelik sevâb verilir.
1 1- İftârı acele
etmek, sahuru geciktirmek Peygamberlerin sünnetidir.
1 2- İftar vaktinde
iftar duasını okumalıdır.
13- Ramazanda Kur'ân-ı kerîmi
hatmetmelidir.
Bundan sonra buyurdular
ki:
—Münâfıklık alâmeti
üçtür:Yalan konuşmak,emânete hiyânet etmek,verdiği sözde durmamak.
—Fâsıklık alâmetleri:
Bir yere uğrasa,diller döker, iki yüzlü olur,ki bunlar mel'undur. Allahü teâlâ
bunlara acımaz. Bir kimsenin başına bir musîbet, belâ gelince, sevinirler.
—Ahmaklık alâmeti: İlim
ta'rîf edersin, anlamaz; heves eylemez, söylesen idrâk etmez.Yaramazlıkta
bulunsa, pişman olmaz.
—Şakîlerin alâmeti:
Gönlü katı, gözü kuru, hayası az, dünyâya rağbeti fazla olup, uzun emeller
peşinde koşanlar.
—Râbi'a-ı Adeviyye
hazretlerine, en sevdiğin zaman hangisidir, dediler. İnşaallah Cennettedir,
dedi.
—Allahü teâlâ Dâvud aleyhisselâma
buyurdu: "Benim sevdiğim mü’minin alâmeti odur ki, ne zaman benim ismim
söylense, veyâ Lâ ilâhe illallah dese, heybetinden dizleri titrer, gözyaşı
akar, gönlü, mevlâsını görmüş gibi safa bulur." Mü’minler ölmezler, bir
evden bir eve göçerler. Ölüm, Allahü teâlâ tarafından kullara verilmiş bir
ni'mettir, bir hediyyedir. Ölümden kaçana Allahü teâlâ yaklaşmaz. Peygamber
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki, bir kimse, Allahü teâlâ,
beni seviyor mu, acaba, dese, bunun alâmeti kendine bakması, nefsini
yoklamasıdır. Ya'nî Allahü teâlânın emir ve yasakları ve Resûlünün şerîati ile
arası nicedir.
Bir başka sohbet:
[BEREKET. NİYYET: İbn-i Âbidin’den. 18 Ramazan-ı şerîf.
Niyyet, irâde demektir.
İki müsâvi olan taraftan birini tercîh etmeğe niyyet denir. Cenâb-ı Hak için
namazı istemek gibi. Niyyetin sevâbı amelden fazladır. Azm, keskin irâdeye
denir. Niyyet, yalnız irâde değil, keskin irâdedir. Niyyet Allah için olmalıdır.
İbâdetten sevâb hâsıl olması için, ibâdeti Allah için yapmağa niyyet şarttır.
Günâhlara, eziyyetlere niyyet olmaz. Onun günâhı, zâten
o iş işlenince verilir. İlim, bilmek niyyet
değildir. İrâde [istek] ve ilim [bilmek] yalnız başına niyyet değildir, niyyet
için lâzımdır. Dil ile niyyet etmenin kıymeti yoktur. Niyyete mu'teber olan
kalbdir. Ya'nî niyyetin niyyet olması için kalble olması şarttır. İrâdenin
içindeki ilim, ancak niyyete yarar. İlimsiz niyyet olmaz. Fakat ilmin yeri kalb
değildir. İlim nefsânî keyfiyyetlerdendir. Kalbe muhâlif olan sözün değeri
yoktur. Niyyet etmek, kalben hazırlanmaktır. Şâyed bu yok ise, âcizlik sayılır.
O zaman ağızla söylemek niyyet yerine geçer. Sünnet ve nâfilelere isim
söylenmese de olur. Söylenmesi efdaldır. Vakit daralsa dahi, farzda isim
söylemek lâzımdır. Farzın beş vakitten hangisi olduğunu bilmek şarttır. Farz
olduğunu ta'yîn eder, fakat hangisi olduğunu bilmezse, farz diye belirtirse
olur. Çünkü beş vakit namazın farz olduğunu biliyor. Vâcibin de vâcib olduğunu
hatırlamak lâzımdır. Rek'atların sayısını söylemeğe lüzûm yoktur. Vaktin
farzını kılmağa niyyet etse, olur. Cûma namazında olmaz. Eşyâda asl olan
mubahlıktır. Bir şeyi, yapmağa kalbin azm etmesine niyyet denir. Azm, fiilden
öncedir. Kasd, yapmağa başlıyor demektir. Niyyet için, yapılması lâzım gelen
şeyleri bilmek lâzımdır.
Kurbet, kim için
yaptığını bilmek olup, niyyet şart değildir. Her ikisine de lüzûm yoksa Tâat
denir. Her ikisine de lüzûm varsa, ibâdet olur. Meselâ namaz ibâdettir. Oruç,
hac... da böyledir. Vakf, köle âzâd etmek, sadaka vermek gibilerde niyyet şart
değildir. Bunlara duruma göre tâat ve kurbet denir. Bunlara ibâdet denmez.
Mahlûkatı, tedkîk edip de Allahü teâlânın varlığını anlamak, tâattir, kurbet ve
ibâdet değildir.
—Şer'an harâm olmıyan
şeylere câiz denir.
—Selâmdan maksad, ben
seni seviyorum demektir. Selâm vermek sünnet, almak farzdır. Allahü teâlâ size
verilen selâma cevâb verir.
—Ramazan-ı şerîfde,
müsafirin [yolcunun] oruç tutması, farz değil sünnettir. Tutarsa, ötekilerden
daha efdaldir.
—Cum'a namazında tekbîr
getirmenin sevâbı, ezândan sonra câmi’e gitmek farz olduğu halde, daha
fazladır. Ya'nî birinci sünnetin tekbîrinin sevâbı daha çoktur. Bir kimse su
içmek sıkıntısına düşerse, ona yeteri kadar su vermek farz, fazla vermek
sünnettir ve daha sevâbdır. Bir kimsenin bir kimseye bir lira borcu olsa, ona
iki verse sünnet olup sevâbı farzdan daha çoktur. Çünkü farz da
sünnetlerin içerisinde edâ edilmektedir.
—Allahü teâlâ Hadîs-i
kudsîde buyuruyor ki: Kulum bana en çok sevdiğim bir şeyle tekarrub etmek
isterse, farzlarımı yapsın. Vâcib mendubdan [sünnetten] yetmiş derece daha
üstündür.
—Bir şeyin sünnet mi,
bid'at mi olduğunda şübhe edilse, sünneti terk etmek evlâdır.
—Namazdaki sünnetlerin
ve müstehabların herhangi birini terk etmek mekrûhtur (Dürr-ül-muhtâr)
—Sünnet iki kısımdır:
Sünnet-i Hudâ, yahud Sünnet-i Müekkede, diğeri Sünnet-i Zevâiddir. Gayr-i
müekked olup, müstehabdan ayrıdır. Müstehabba mendub da denir. Sünnet-i
müekkedenin terki, harama yakın mekruhdur. Gayr-i müekked (zevâid) olursa,
bunların terki tenzîhen mekrûhdur. Müstehabbı terk, mekrûh değildir. Kurban
bayramında kurban etinden önce bir şey yememek müstehabdır; yemek ise mekrûh
değildir.O halde, müstehabbı terk etmek mekrûh değildir. Buna Hilâf-ı evlâ
denir. Bahr'den İbni Âbidin. Hilâf-ı evlâ umûmîdir. Her hılâf-ı evlâ mekrûh
değildir. O halde müstehabbın terki hılâf-ı evlâdır. Mekrûh olmak için bir
delil lâzım gelir.
- Nâfile namazlar: Bütün sünnetler
nâfiledir. Her nâfile sünnet değildir. Nâfile, ziyâde demektir. Farzdan ziyâde
oldukları ve farzı tamamladıkları için nâfile denmiştir. Aynı şekilde, taleb
edilmeyen namazlara nâfile denir. Sünnet-i müekkede vâcibe yakındır. Sebebsiz
terk edenler günâh işlerler. Özürsüz olarak devâmlı kılmayanlar, Ehl-i
sünnetten ayrılırlar. Levm olurlar. Yatsıdan evvelki sünneti kılmayan, günâh
işlemez, mekrûh da değildir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Sabah namazının
sünneti bütün dünyâdan daha kıymetlidir. Bir âlimin, sorulan süâlleri
cevâblandırmakla meşgul olurken sünneti kaçırması câizdir. Sabah namazının
sünneti bundan hâricdir. Cemâ’at olmak sünneti, sabah namazı sünnetinin
sevâbından çoktur. Cemâ'at sünneti için bütün sünnetler terk edilebilir.
—Allahü teâlâ
buyuruyor: "Tevbe eden gençler, beli bükük ihtiyarlar ve süt emen çocuklar
olmasaydı, üzerinize ateş yağdırırdım."
—Dâne-i fülfül siyah, hâl-i mahbûbân
siyâh Her du dil süzend, amma ân kücâ in kücâ Ya'nî karabîber dânesi siyâhdır,
sevgililerin yüzündeki ben de siyahdır. İkisi de can yakar, ama o nerede, bu
nerede.
- İmânın birinci şartı küfürden
teberridir.]
[BEREKET. KADIR GECESİ.
Peygamber Efendimize, Kadir gecesi ne zamandır, diye sormuşlar. O da:
"Ramazan-ı şerîfin birinci gecesi idi, geçti. Ramazan-ı şerîfin
yirmiyedinci gecesini ibâdetle geçir, o kadar sevâb alırsın" buyurdu. Yine
buyurdu: "Son gece ibâdet eyle, kıyâmet için sana yeter." Hazret-i
Alî, Yâ Resûlallah, Kadir gecesi ne zamandır? dedi. "Geçti, sen
yirmibirinci gece ibâdet et, onun sevâbını alırsın" buyurdu. Çünkü geçen
sene, yirmibirinci gece, Kadir gecesi idi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve
sellem) "Her kim geçen senenin Kadir gecesi olan geceyi ibâdetle
geçirirse, Kadir gecesi sevâbına kavuşur" buyurmuştur.
Kadir gecesinin
Ramazan-ı şerîf ayında bulunduğu muhakkaktır. Cebrâil aleyhisselâm Kur'ân-ı
kerîmin hepsini Sefere ismindeki meleklere Kadir gecesinde getirdi ve lüzûm
oldukça oradan azar azar Resûlullah’a indirdi. Bazıları da Kur'ân-ı kerîmin
Ber'ât gecesinde indiğini, ondan sonra Kadir gecesinde Peygamber Efendimize
geldiğini söylerler. Kadr, takdîr demektir. Takdîr Kadir gecesinde, hüküm ise,
Ber'ât gecesindedir. Âlimlerin çoğu bu gecenin Ramazan-ı şerîfin yirmisinden
sonra olduğunu söyledi. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Kadir gecesini
arayanlar, yirmiyedinci geceye başvursunlar" onda ibâdet etsinler.
Leylet-ül kadr,
arabcada dokuz harftir. Sûrede üç kere geçiyor. Üç kere dokuz yirmiyedi
etmektedir. Allahü teâlâ, bu sûrede Habîbine (sallallahü aleyhi ve sellem)
"Ey Benim Peygamberim, sen Kadir gecesinin nasıl bir gece olduğunu ne
bilirsin! O halde başkası ne bilir! Kadir gecesi bin aydan kıymetlidir"
buyurdu. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğullarından bir kimsenin silâhlarını
kuşanıp Allah yolunda bin ay gaza ettiğini düşündü ve bunu eshâbına söyledi.
Eshâbı, bizim o kadar ömrümüz yoktur, diye üzüldü. Bunun üzerine Allahü teâlâ,
size verdiğim Kadir gecesi bin aydan kıymetlidir, buyurdu. O gün ve gecesi, ne
sıcak, ne soğuk olur. Fırtına olmaz. Hava sâkin olur. Güneş doğarken şuâ'ı
görünür. Ubeyd bin Amr der ki, yirmiyedinci gece deryada idim. Denizin suyunu
tattım. Bana tatlı geldi. Bu gece şeytan sabaha kadar vesvese veremez. Bu gece
büyü te'sîr etmez. Yedi kat semâdaki melekler bu gece yere inip o gece ibâdet
edenlere Hak teâlânın rahmetini saçarlar. Peygamber Efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurur: Sidret-ül müntehâ melekleri dolaşıp selâm verirler.
Domuz eti yiyenlere, açık-saçık, boyalı gezenlere, şarab [içki] içenlere selâm
vermezler. Rûh isminde bir melek de yeryüzüne iner. Melekler onu, yalnız bu
gece görürler.
O gece müslümanlara Allahü teâlânın rahmetini
indirir. Şâyed o rahmet bir kâfire isâbet ederse, o sene müslüman olmakla
şereflenir. O gece, Hak teâlânın izniyle, ölüler gelirler, rastladıkları
kimselere selâm verirler. Fecir ağarıncaya kadar dururlar. Peygamberlere selâm
gönderen Cenâb-ı Hak, müslümanlara da, Kadir gecesinde selâm söyler.
Peygamber Efendimiz buyurur.
"Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesi, innâ enzelnâ sûresini okuyan, o
gecenin sevâbına nâil olur. Kadir gecesi, her biri Besmeleli olmak üzere , yüz
İhlâs okuyan on kere tam hac etmiş gibi olur]
—Allahü teâla Kur'an-ı
kerîmde, günâh araştırıcı olmayın. Eve kapıdan girin, buyuruyor. Eve girince
selâm vermelidir. Kapıyı vurmak (üç kere) şarttır. Anneye de selâm verilir.
—Kadir gecesi duası:
"Allahümme inneke afüvvün, kerîmün tuhıbb-ül afve fa'fü annî”
—Şeytâna ve kâfire
la'net, ibâdet ve sevâb değildir. Ancak dîn düşmanı habîslere buğd-ı fillah
şarttır ve böylesine la'net sevâbdır. Yoksa hiç bir kimseye la'net etmemelidir.
—Hazret-i Ebû Bekr’in
fazîleti: Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ebû
Bekr’in önünden gidecek olanın üzerine henüz güneş doğmamıştır."
—Cennetin kapusunda,
Ebû Bekr Habîbullah diye yazılıdır.
—Yâ Ebâ Bekr, sen benim
hem gözüm, hem kulağımsın.
—Ebû Bekr’in îmânı,
bütün insanların îmânı ile dartılsa, Ebû Bekr’in îmânı cümleninkinden ağır
gelir.
—Cennet ve Cehennemin
anahtarları Ebû Bekr-ı Sıddîk’a verilmiştir.
—Ben ilmin şehriyim,
Alî onun kapısıdır" hadîs-i şerîfi, Hazret-i Alî’nin ilmini öğmektedir.
—Kıyâmette Peygamber
Efendimiz ile Ebû Bekr aynı topraktan yaratılacaklardır.
—Muhammed Masûm hazretleri, Mektûbâtının
birinci cildi 39. mektûbunda buyuruyor ki: Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği
seçtiği kullara selâm olsun! Dünyâ hayatı his ve hareketten, kabir hayâtı ise, sadece
hisden ibârettir. Allahü teâlâ hakîm-i mutlaktır. Her yere uygun olanı
vermiştir. Berzahda [öldükten sonraki hayatta] his lâzımdır. Çâre yoktur.
Çünkü, orada acı ve lezzet tadılacaktır. Hareket ise lâzım değildir. Dünyâ ve
âhıret ise öyle değildir. Onlarda ikisi de lâzımdır.]
[BEREKET. SETR-İ AVRET
- Redd-ül Muhtar'da İbni Âbidin yazıyor:
Avret yerini örtmek,
namazda da, namazın dışında da farzdır. Hiç bir şey bulamayan bir erkek, ipek
bulsa, haram olmasına rağmen, onunla örtünmesi lâzım olur. Yalnız iken de
örtmek farzdır. Temiz elbisesi olan kimsenin, karanlıkta da, yalnız iken de
çıplak kalması câiz değildir. Kadınların namaz dışında, yalnız iken diz ile
göbek arasını örtmesi farz olup başka yerlerini örtmeleri edebdir. Evde yalnız
iken başı açık olarak dolaşabilirler. Görünmesi câiz olan sekiz erkek yanında
ince baş örtü örtmeleri evlâdır, iyi olur. Avret yeri, ancak özür ile açılır.
Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken açmak mekrûh olur. Yer
küçükse câiz olur, denildi. Namaz dışında necâsetli elbise ile de örtmek lâzım
olur. Kadınların, yabancı erkeklere yüzünü açması câiz ise de, erkeklerin
kadının yüzüne de şehvetle bakması câiz değildir. Yalnız hâkimin mahkemede
karar verirken, şâhidlerin şâhidlik ederken, doktorun muâyene ederken, evlenmek
istediği kızın yüzüne bir kere görmek için, şehvet korkusu bulunsa da, yabancı
kadının yüzüne bakmaları câiz olur. Kadınların bakması câiz olan yerlerine,
meselâ yabancı kadınların yüzlerine lüzumsuz olarak, şehvetsiz bakmak
mekruhdur.
Oğlanların yüzüne
şehvetle bakmak da haram olup, şehvetsiz bakmak, güzel olsalar da, câizdir.
Yâ'nî mubâhdır. Mülteka kitâbının şerhi olan Mecma'-ül Enhür kitâbı, ikinci
cildinde diyor ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yabancı
kadınların yüzlerine şehvetle bakanların gözlerine kıyâmet günü erimiş kızgın
kurşun dökülecektir" buyurdu.
Birgivî
Vasıyyetnâmesi’ni şerh eden Kadizâde Ahmed efendi, göz âfetlerini anlatırken
diyor ki: Allahü teâlâ Nûr sûresi otuzbirinci âyetinde: "Ey Resûlüm,
mü’minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avretlerini haramdan korusunlar! Îmânı
olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekten
korusunlar!" buyurdu.
Riyâd-ün-Nâsihîn
kitâbında, ‘Zina’ faslında diyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)
vedâ' haccında buyurdu: "Yabancı kadına şehvetle bakan bir kimsenin,
gözleri ateşle doldurulup, sonra Cehenneme atılacaktır. Yabancı kadınla el
sıkışanın elleri ensesinden bağlanıp, Cehenneme sokulacaktır. Yabancı kadınla
lüzûmsuz yere şehvetle konuşanlar, her kelimesi için bin sene Cehennemde
kalacaktır." Bir hadîs-i şerîfde de: "Komşu kadına ve arkadaşlarının
hanımlarına şehvetle bakmak, yabancı kadınlara bakmaktan on kat daha günâhdır.
Evli kadınlara bakmak, kızlara bakmaktan bin kat daha günâhdır. Zinâ günâhları
da böyledir" buyuruldu.
Yedi veya on yaşında
olan gösterişli kızlar ve onbeş yaşına gelmiş ve bülûğa erişmiş bütün kızlar,
kadın hükmündedir. Böyle kızların açık görünmeleri ve erkeklere tegannî
etmeleri, onlarla yumuşak, cilveli konuşmaları haram olur. Kadınların yabancı
erkeklerle ihtiyâc olduğu zaman ihtiyacı kadar ve fitneye sebeb olmayacak
şekilde sert, ciddî konuşmaları câizdir. Erkekler arasında yüzlerini açmaları
da böyledir.
Namazda ve namaz
dışında avret yerini Başkalarının yan taraflardan görmemesi için örtmek farz
olup, kendinden örtmesi farz değildir. Rüku'da iken, kendi avret yerini kendi
görürse, namazı bozulmaz. Fakat bakması mekrûhdur. Cam gibi, naylon gibi
altının rengi görünen şey ile örtü olmaz. Örtünün ete yapışıp uzvun belli
olması, namaza zarar vermez. Fakat başkasının böyle belli olan uzva bakması
haramdır. Yorgan altında çıplak yatan bir hasta, başı yorgan içinde iken, îma
ile namaz kılınca, çıplak kılmış olur. Başını yorgandan dışarı çıkarıp kılarsa,
yorganla örtülü kılmış olup, câiz olur. Çünkü insanın örtünmesi değil, avret
yerinin örtünmesi şarttır. Bunun için karanlıkta, yalnız odada, kapalı çadırda
çıplak kılmak caîz değildir.
Avret yerini örtemeyen,
namazda oturduğu gibi, veyâ daha iyisi, ayaklarını kıbleye uzatıp, elleri ile
önünü örtüp, îma ile kılar. Çünkü avret yerini örtmek, namazın diğer
farzlarından daha mühimdir. [Görülüyor ki, çıplak kalanın da namazını vaktinde
kılması, kazâya bırakmaması lâzımdır. Tembellikle kılmayanların ve kazâ
namazlarını ödemeyenlerin, büyük suç işlediklerini ve sorumlu olduklarını
buradan anlamalıdır] Çıplak olan, yanında bulunanlardan örtü ister. Söz
verirlerse, vaktin sonuna kadar bekler. Su olmayınca, suyu ümid edenin de
vaktin sonuna kadar beklemesi, ancak bundan sonra teyemmüm etmesi lâzımdır.
Dörtte birinden azı temiz olan örtüden başka bir şey bulamayan kimsenin, bu
örtü ile kılması veya oturup, îma ile kılması câiz olup, dörtte biri temiz olan
örtü ile ayakta kılması lâzım olur ve namazını iâde etmez.
Seferî olan, bir mil
içinde, içmekten fazla su bulamazsa, necâsetli örtü ile kılar ve iâde etmez.
Mukîm olanın necis örtü ile kılması câiz değildir. Temizlenmesi mümkün ve
lâzımdır. Çünkü şehirde su bulunmak ihtimâli fazladır. Su bulunmadığı muhakkak
ise, mukîm de, necâsetli örtü ile kılabilir ve teyemmüm eder.
Dürr-ül Muhtâr Şerhi
beşinci cildde buyuruyor ki: İnsanların birbirine görünmesi ve bakması dört
türlüdür. Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına
bakmasıdır. Erkeğin kadına bakması da dörde ayrılır: Erkeğin yabancı hür
kadına, kendi zevcesine ve kendi câriyelerine, bakması câiz olan on sekiz
akrabasına ve başkalarının câriyelerine bakmasıdır.
Erkek erkeğin göbeği
ile dizi arasına bakması haramdır. Bunun dışına şehvetsiz bakması câizdir.
Zevcesi ve kendi câriyelerine tepeden tırnağa kadar şehvetle dahî bakması ve
bunların ona bakmaları câizdir. Erkek, nikâhla alması haram olan onsekiz
kadının ve başkasının câriyelerinin, başına, yüzüne, gerdânına, kollarına,
dizden aşağı kısmına, şehvetten emin iseler, bakabilir. Göğüslerine,
böğürlerine, oyluk ve dizlerine ve sırtına bakamaz.
Bakması câiz olan yere,
şehvetten emîn olanın, dokunması da câizdir. Bir hadîs-i şerîfde: "Ananın
ayağını öpmek, Cennet kapısının eşiğini öpmek gibidir" buyuruldu. Fakat
yabancı genç kadının yüzüne bakmak câiz olduğu halde, şehvetten emîn olsa dahî
dokunmak câiz değildir. Herhangi bir kadının herhangi bir yerine şehvetle
dokunmak Hürmet-i musâhara'ya sebeb olur. Ya'nî o kadının anası ve kızları ile
o erkeğin evlenmesi ebedi haram olur. [Bir baba ile kızı arasında hürmet-i
müsâhara vâkı' olursa, kızın anası ile, ya'nî adamın zevcesi ile, adam arasında
nikâh kalmaz. Adam bu kadınla ebedî olarak evlenemez. Bir adam ile kızın
vâlidesi arasında hürmet-i müsâhara hâsıl olursa, kızı ile damadı arasındaki
nikâh bozulur ve damad bu kız ile sonsuz olarak bir daha evlenemez]
Şehvete sebeb olmayacak
derecede ihtiyâr kadınla el sıkışmak, elini öpmek, kendinden emîn olana câiz
ise de, yapmamak daha iyidir. Dokunması câiz olan kadınla sefere gitmek [meselâ
hacca] gitmek ve kendinden emîn olan erkeğin, bunlardan biri ile odada yalnız
kalması câizdir. Yabancı kadınla halvet [ya'nî tenhâda yalnız kalmak] haramdır.
İhtiyâr kadınla ihtiyâr erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilir. Onsekiz yakın
kadından biri ile halvet câiz ise de, yalnız süt kardeşi ile ve genç
kayınvâlide veya gelin ile câiz değildir. Yabancı genç kadınla konuşmak câiz
değildir. Erkeklerin müslüman ve kâfir yabancı kadınların, yalnız yüz ve
avuçlarına şehvetsiz bakması câizdir. Kadının ayaklarının avret olmasında,
âlimler arasında ihtilâf varsa da, namaz içinde ve dışında avret olduğu tercîh
edilmektedir. Ekmek pişirmek, çamaşır yıkamak [ve çalışırken kol ve bacakların
açık olması lâzım gelen başka işler] için ücretle çalışan muhtâc kadınlar
[kadın işçi ve kimsesiz memurlar] iş icâbı ayaklarını ve kollarını açabilirler
ve erkeklerin bunlara bakması câiz olur.
Hâkimin, şâhidin ve
herhangi bir erkeğin evlenmek için istediği kızın yüzlerine, kendinden emîn
olmasalar dahî, bakmaları ve doktorun, hasta kadının icab eden her yerine,
zarûret mikdarı bakması ve ebenin, sünnetçinin, lavman yapanın bakımları
câizdir. Kızlara, kadın hastalıklarını öğretmek, onları nisâiyye mütehassısı
yapmak lâzımdır. Kadınları kadın doktora göstermeli, kadın doktor bulunamazsa
ve hastalık tehlûkeli veya çok ağrılı ise, nisâiyye mütehassısı
erkeğe de göstermelidir.
Müslüman kadının kadına
göre avret yeri, erkeğin erkeğe göre avret yeri gibidir. Şehvetten emîn olan
kadının yabancı erkeğe bakması da, erkeğin erkeğe bakması gibidir. Şehvetle
bakması haram olur. Gayr-i müslim ve mürted kadınların, müslüman kadınlarına
bakması, ya'nî müslüman kadınların bunlara görünmeleri, erkeklere görünmeleri
gibi haram olup, bunlar müslüman kadınının bedenine bakamazlar. Müslüman kadınlar
kâfir ve mürted kadınlar yanında duramazlar.
Bedendeki bakması câiz
olmayan yerler, bedenden ayrılsa, öldükten sonra dahî, bunlara bakmak câiz
değildir. Kadınların saçları ve başka kılları, ayak tırnakları [el tırnakları
değil] ve kemiklerine, vücûddan ayrıldıktan sonra da bakılmaz.
Kadınların aynadaki veya sudaki
görüntülerine bakmak haram değildir. Kadınlara, cam, herhangi gözlük ve su
arkadasından bakmak câiz değildir. Vücûda yapışık olmayan, dar olmayan elbise
ile örtülü kadına, şehvetsiz de bakmak câizdir. Dar elbise ile örtülmüş kadına,
şehvetsiz bakmak da haramdır. Kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak
haramdır. Sıkı, dar örtülmüş avret yerine bakmak haramdır] Reddül-Muhtâr'dan
terceme tamam oldu.
[BEREKET: KIBLENİN
TAHVÎLİ: Allahü teâla kullarını kendine müteveccih ve kalbleri de dâima zâtına
mütemayıl olmak için yarattı. Ama Allahü teâlâ mekândan münezzehdir. Kalbin
Cenâb-ı Hakka müteveccih olması, vücudun müteveccih olmasıyladır. Melâike-i
kirâm, dünyâ yaratılmadan önce, muhabbet ile müstağrak idiler. Hâlis sırf nûra
müteveccih idiler. O kıble şimdiki kıblede hallolmuş, ya'nî şimdiki kıble onu
müstetirdir [örtmüştür] O halde insanın kıblesi daha muazzamdır. Âdem
aleyhisselâm Kâbe’yi binâ edince, bu bina melâikenin kıblesiyle halloldu. Kokunun
gülde bulunması gibi. Ya'nî ikisi bir oldu, ama birleşmedi. Melekler kendi
cinsinden kıbleye, insanlar da kendi cinsinden kıbleye teveccüh ediyor
[yüzlerini dönüyor] hakîkatlerin özüne vâkıf olan kimse, teveccüh ettiği
Kâbe’nin mazrufu [içinde] bulunan hakîkî kıbleyi bilir.
Mûsa aleyhisselâmın
kavmi Sîna’da idi. Çok dua ettiler, kıble Kudus-i şerîfe tâhâvvül etti
[döndürüldü] ve oradaki Hacer-ı Ahdar [Yeşil taş] kıble oldu. Vakta ki Fahr-i
Âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Cenâb-ı Hakktan, kendisine şu âyet
vârid oldu: "Biz görüyoruz ki, kemâl-i edeb ve nezâketle, yüzünü yukarı
çeviriyorsun"
Kıble bir kaç kısımdır.
İnsanın içindeki, özündeki, şuurundaki kısmın
Kâbesi, Cenâb-ı Hakkdır. Biz onu
bilemiyoruz. Arşullah, Allahü teâlânın tecelligâhıdır. Bu sebebdendir ki, dua
ederken elleri Arşa teveccüh [döndürmek, açmak] lâzımdır. İşte Peygamberimiz de
(sallallahü aleyhi ve sellem) gözlerini yukarıya diker ve Cebrâil
aleyhisselâmdan haber bekler, böylece kıblenin tahvîlini [Kâbe’ye
döndürülmesini] gözetirdi. Mubârek kalbleri, Allahü teâlânın zâtının
tecellilerine ma'ruz ve mazhar olduğundan, namazda İbrâhim aleyhisselâmın
kıblesine dönmek isterdi. Arablar da, Yahudî kıblesi olan Kudüs’e dönmek
istemiyorlar, kıblenin değişmesi ile îmâna geleceklerini söylüyorlardı. Çünkü
Kâbe’nin ulviyetini biliyorlardı. Tufanda Nûh aleyhisselâmın gemisi, Kâbe
üstüne gelince tavaf etmişti. Tuyur [kuşlar] da böyledir. Yahudiler dediler ki,
"Bakınız Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) onüç sene Mekke’de,
onsekiz aydır Medîne’de hep bizim kıblemize dönüyor, demek ki, dînimizin
kıymetini biliyor.
Peygamberimiz nûr saçan
mubarek yüzünü Kâbe’ye döndürmek istemelerindeki sebeb, Kâbe’nin İbrâhim
aleyhisselâmın ve yüce meleklerin kıblesi olmasındandır. Cenâb-ı Hak İbrâhim
aleyhisselâmı çok sevdiğinden, ona sevgisiyle münâsıb Kıble göstermişti. Bu
yüzden,
1- Kâbe, Kudüs’ten efdaldır.
2- Kâbe, Kudüs’ten önce, yine kıble
idi.
3- Kâbe, emniyet yeridir.
Beytullah’dır, oraya giren Cehennemde yanmaz. Gavs-i Geylânînin (kuddise
sirruh) vefât ettikten sonra, türbesinin gölgesinden geçirilen et, çömlekte
[tencerede] pişmemiştir. Yâ Kâbe nasıl olur? Kâbe, âlemin etrafında döndüğü
merkezdir.
4- Yahudîlerin sözlerinden kurtulmak
için. Çünkü yahudiler, biz olmasaydık, o kıblesini de bilemezdi, bizden gördüğünü
yapıyor, bir de dînimizi kabûl etmiyor, derlerdi. Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye
değişmesi emri gelince, çok arablar müslüman oldu.
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Cebrâil aleyhisselâma meylini [arzusunu]
anlattı ve sanki Onun yardımcı olmasını ve kıblenin tahvîline emrin gelmesini
istedi. Cebrâil aleyhisselâm: Rabbinden iste, Rabbinden dile, ben de bir kulum,
dedi. Hak teâlâ buyurdu ki: "Ben sana, baba ve dedelerinin kıblesine dönme
imkânını veririm, Seni râzı olduğun kıbleye çeviririm." Buradaki rıza,
muhabbet manâsınadır. Bu muhabbet [sevmek, istemek] dîn için olup, nefsin
arzularından değil idi. Allahü teâlâ da, dînin terakkısıne hizmet eden niyyet
ve istekleri kabûl ederek, "Şimdi, yüzünü, Mescid-i Haram yönüne çevir!"
ilahî fermanı sâdir oldu. Yüz, bedenin en şerefli uzvu olduğundan, sadece,
yüzünü buyuruldu. Çünkü beden yüze tâbidir. Âyet-i kerîmedeki şatr, cânib,
[cihet, yön] demektir. Mescid-i Haram, büyük câmi'dir. Altıyüzbin insan içinde
namaz kılabiliyor. Büyüklüğü bir bakışta bu kadar görünmüyor. Her ne vakit
gidilse, yine yer bulunabilir. Allahü teâlâ orada av avlamağı yasak etmiştir.
Kâbe-i muazzama, bu mescidin ortasındadır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve
sellem), Mekkede bulunduğu için, Allahü teâlâ istikameti bildirmek için,
Mescid-i Haram tarafına dön, buyurup, Kâbe’ye dön, buyurmadı. Zirâ ümmet
Kâbe’yi göremez, ancak yönünü bilir.
Receb ayında, Bedir
muharebesinden iki ay önce, öğleden sonra Medîne dışında Benî Seleme mescidinde
öğle namazını kılarken, ikinci rek'atta, teşehhüde oturmadan emr-i ilâhî geldi.
Arkasındaki erkek ve kadın saflarını yararak en arkaya gitti ve Kudüs
istikametinin mukabili [tam tersi] cihetinde bulunan Kâbe’ye döndü. Cemâ’at da
bir kimseden emir almadan, safların yerini değiştirerek, o Nebi-yi zîşânın
arkasında Kâbe’ye müteveccih saf durdular. Demek ki, kadınlar Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile aynı mescidde bulunuyorlardı. Şimdi o mescid
mevcûddur ve iki kıblesi vardır. [Kıbleteyn mescidi olarak büyütülmüştür].
Peygamber Efendimizin durdukları her iki yer ma'lûmdur. Buralarda namaz
kılınır. Fakât her ikisinde de Kâbe-i muazzamaya müteveccih olmalıdır.
Kıble neresidir? İbni
Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki, Mescid-i Haram içindekilerin kıblesi Kâbe,
Harem-i şerîfde bulunanların kıblesi Mescid-i Haram, doğu ve batıda
bulunanların, ya'nî dünyânın kıblesi de Harem-i şerîfdir. İmâm Mâlik hazretleri
de böyle diyor. Çok hadîsler Kâbe’nin kıble olduğunu bildiriyor. Bazı âlimler,
Mekke şehri kıbledir, diyorlar. Mi'râc gecesi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem) Kâbe’de değildi, Harem’de idi. Cenâb-ı Hak Mescid-ül haram, diye
ifâde buyuruyor. Mescid-i Haram’da cemâ’at halka olacak, imâm da önde
bulunacaktır.
Hanefî mezhebinde Kâbe’nin ciheti,
Şâfiî’de binâsı kıbledir. İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe hazretleri âyet-i kerîmenin
zâhirine, ya’nî şatr [cânib, cihet] kelimesine bakmıştır. Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe’de namaz kılıp, dışarı çıktıklarında:
"İşte budur kıble" diye Kâbe’yi gösterdi. İmâm Şâfiî de bu tefsîri
esas ve isnad edindi. Namazda en mühim olan şeyin, şübheli olarak, Mescid-i
Haram cihetine olmasını kabûl etmiyorlar. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve
sellem) helâda kıbleye karşı oturmayın, buyuruyor. Buradan ise, cihet ma'nâsı
çıkıyor. Câmilerin yapımında kullanılan mühendisler, bu kıble ta'yînini bilen
adamlardan seçilmeyip, Kâbe’nin kendisinin hesab edilmesinden anlaşılıyor ki,
cihet esas alınmaktadır. Halîfe Memûn Sincâr sahrasında yaptırdığı mescidde
kıblenin cihetini, bilen mühendislere dakîk olarak hesab ettirmişti. İstikbâl
[yüzünü dönmekten murad] bizzât Kâbe olsaydı, kıbleye dönmek gibi, bu işin
matematikle hesabı da herkese farz olurdu. iki gözün damarları kulakların
arkasından çıkıp beyinde birleşir ve bir açı teşkil ederler. İşte bu açının iki
kenarı arası İmâm-ı A’zâm’a göre kıblenin hudududur. İmâm-ı Şâfiî’ye göre ise,
bir dik açının açı ortayı, Kâbe’nin içinden geçmezse, kıbleye dönülmüş olmaz.
Fıkıh kitâblarında bildirilen ise, Mescid-i Haram’dakilerin Kâbe’ye,
Mekkelilerin Mescid-i Haram’a dönmeleri, uzaktakiler için ise ciheti almaları
kâfidir. Çünkü mesleğinin mütehassısı olan bir mühendis bile, Kâbe’yi ta'yinde
tereddüd edebilir. Kısaca niyyet şu olmalıdır: "Ben aynen Kâbe’ye
müteveccihim" ]
[BEREKET. SOHBET:
Hadîs-i şerîf:
"İnsanların iyileri, ilim öğreten ve ilim öğrenendir. Diğerleri, fâidesiz
ve hayırsızdır.” Şeyh-ül İslâm Ahmed Nâmık Câmi (h.526) hazretleri
Miftâh-ün-Necat kitâbında diyor ki: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
bir gün bir köylünün yanından geçerken, köylünün, Allah’ım, beni rızıklandır,
diye dua ettiğini işitti ve ona. "Ezelden sana ayrılan rızkı mı
istiyorsun?" buyurdu. Köylü, evet, dedi. Peygamber Efendimiz: "Allahü
teâla rızkı ezelde herkese taksîm etti, tekrar rızkı istemek doğru olmaz.
Allahü teâlâdan ihsânını iste" buyurdu.
Hadîs-i şerîf:
"Allah korkusundan ağlayanı, Allahü teâlâ Cehenneme sokmaz". Ahmed
Nâmık hazretleri, tevbenin nasıl yapılacağını anlatıyor: Yâ Rabbi, sana isyân
etmeyeceğim, demeli, bunu sadece söz ile değil, kalb ile yapmayı, ya'nî günâh
işlememeğe niyyet etmelidir. İyi niyyet edilmedikçe, ne kadar ibâdet etse,
boştur. Allahü teâlânın emir ettiğini yapmak, yasak ettiğini yapmamak lâzımdır.
Kalbinden böyle niyyet eden kimseye, Fâtihâ sûresinde geçtiği gibi, müstakîm
denir.
Efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) Hazret-i Alî’ye (radıyallahü anh) buyurdu ki" "Yâ
Alî, altıyüzbin koyun mu, altıyüzbin altın mı, yahud altıyüzbin kelime mi
istersin?" Hazret-i Alî, altıyüzbin kelime öğrenmek isterim, dedi.
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sana altı cümle söyleyeceğim;
bunları öğrenirsen, altıyüzbin kelime öğrenmiş olursun" buyurdu.
1- Yâ Alî, bir zaman gelecek ki,
insanlar farzları terk edip, nâfile ve sünnetler ile meşgul olurlar. O zaman
sen farzları yapmağa dikkat et.
2- İnsanları görürsün, dünyâ işleri
ile meşgul olurlar (Ya'nî, Allahü teâlâyı ve âhıreti unuturlar). Sen, Allahü
teâlânın rızasını ve âhıreti kazanmağa bak.
3- Bir zaman gelecek ki, insanlar
arkadaşlarının ayıblarını arayacaklar. O zaman sen, kendi nefsinin ayıblarını
araştır.
4- Bir zaman gelecek ki, insanlar
dışını süsleyecekler, o zaman sen, kalbini temiz bulundur.
5- Bir zaman gelecek, herkes insanlara
güvenecek. O zaman sen Allahü teâlâya tevekkül et, emirlerine sarıl,
yasaklarından uzak ol!
6- Bir zaman gelecek, insanlar çok ibâdet
edecekler. O zaman sen ibâdetinin ihlâslı olmasına dikkat et!
Resûl-i Ekrem efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"İki namaz kılan
var, fakat aralarında yerle gök kadar fark vardır."
İş kalbin
temizliğindedir. Ya'nî ihlâstadır. Demek ki, ibâdetleri doğru ve ihlâslı yapmak
lâzımdır. Bugün insanların çoğu hakîkatleri göremiyor. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir zaman gelecek ki, o zaman insanlar
hakîkati inkâr edecekler. O zamanki insanların yüzde doksanı kurtulamayacaktır.
Kötü günler, sabır zamanlarıdır. O günlerde yaşıyan insanlar, sizin yaptığınız
gibi yapar ve yaşarlarsa, onlara sizin ellinize verilen sevâb verilir. Eshâb-ı
kirâm (aleyhimurrıdvan) üç def’a, sizin eshâbınızı mı buyurdunuz, yâ Resûlullah
dediler, ve, “Evet” buyurdu. Üç def’a aynı süâli sordular, aynı cevâbı aldılar.
Yine buyurdu: “Bir
zaman gelecek ki, o zaman sevilenler (îmânlılar) kurtulacaklardır. Amel etmek o
zaman yoktur. O zamanın insanları, kötülüğü iyilik göstereceklerdir.”
Yine buyurdu:
"Âhır zamanda bir takım insanlar bulunur; namaz kılarlar, halbuki
münâfiklardır. Allahü teâlâ böylelerine gadab eder. Bunlar öyle insanlardır ki,
yalnız elbise ile görünürler. Bunların müslümanlıkları elbise ve dillerinde
olacak. Şeytan bunlara hayret edecek." Yine buyurdu: "Bir zaman
gelecek, benim kavmim arasında öyle insanlar çıkacak ki, müslümanlıkları
dillerinde olacak. Kendilerinin yaptığı pislikleri, başkaları yaptı diyecekler.
Kendilerini, peygamber derecesinde görecekler.”
Ebû Bekr-i Sıddîk
(radıyallahü anh), Resûlullah’ı gördüğü zaman, islâmın emirlerini yerine
getireceğim diye niyyet etmişti. Bu sebebden o yüksek dereceye ulaştı. O halde,
evvelâ niyyet etmek, karar vermek lâzımdır. Bir kimse günâh işlememeğe azm
etse, sonra günâhı işlerse, Cenâb-ı Hakk onu afVeder. Bir kimse günâh
işlememeğe azm etse, fakat günâh işlese ve tevbe etse, hiç günâh işlememiş gibi
olur. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Bir kimsenin
dili kalbine uymazsa, o müstakîm olamaz." Bir kimse günâh işleyip tevbe
eder ve kalbi sızlarsa, günâh sevâba çevrilir. O halde istikâmeti seçmek
lâzımdır. İstikamet çok ibâdet yapmak değildir. Hâlis ibâdet demektir. Allahü
teâlânın verdiği sözlere inanmak, Ondan hayâ etmek, her zaman Onu (celle
celâlühü) hatırlamak lâzımdır. Hak teâlâ, "Kıyâmette Allah’a kavuşmak
istiyenler, sâlih amel işlesinler" buyuruyor.
Hakîkî dîn adamlarını bulmalı, onlardan
ilim öğrenmelidir. Hiç ilimsiz ibâdet edilir mi? İsâm dîninde ilim her yerde
lâzımdır. Yükselmek, tasavvuf yolunda ilerlemek için ilim öğrenmek lâzımdır.
Kusurlu bir kimsenin bir kusurunu görünce, ona hatırlat. Bilmiyorsa öğret.
Eğer; sen ne karışıyorsun derse, o şeytândır. Böylelerinin fitnesi, ya'nî dîne
zararı, Deccâl’in fitnesinden daha fenâdır. Çünkü Deccâl’in fitnesi bir kaç gün
sürecek. Akıl bâliğ olan kimsenin şerîati öğrenmesi farzdır. Eğer ilim
öğrenmezse, Cenâb-ı Hakka âsi olmuş olur, günâh işlemiş olur. Eğer ben bunları
bilmiyorum, bilmeğe de lüzûm yoktur, derse, kâfir olur. Şerîati bilmiyen, yâ
âsidir, yâ kâfir!
[BEREKET. SOHBET: Bir başka gün aynı
kitâbdan:
Bir kimse, her
yediğinin, mubâh olduğunu, haram olmadığını bilse, o kimse sıddîklardandır. Bu
zor bir işdir. Çile çekmek, herkesten ayrı kalmak kolaydır. İnsanların arasında
bulunup, onlar gibi görünüp, ama sadece mubahlarla yetinmek zordur ve esas
ma'rifet budur. Her işinde, her gidişinde, her oturuşunda, her bakışında her
konuşmasında ve susmasında, her hareket ve hareketsizliğinde mubahları düşünür,
mubahları hesab ederse, kıyâmette herkese hesab sorulurken, "bu kişi dünyâda
hesabını görmüştür, bir kimse iki def’a hesaba çekilmez" diyeceklerdir.
Hadîs-i şerîfde: "Yetmişbin kişinin hesabsız Cennete gireceği husûsunda
bana söz verildi. Her biri için de yetmişbin kişi Cennete girecektir"
buyuruldu.
İşte bunlar o
kimselerdir ki, bunların her bakışı, her sözü, her hareketi ve hareketsizliği
hesab iledir. İnsanlara, bu dünyâya, mâlik olmaktan değil, bu dünyâyı sevmekten
zarar gelir. Mahlûkatın hiç biri hadd-i zâtında kötü ve fenâ değildir. Kötü
olmaları, nefsin arzularına, isteklerine âlet oldukları zamandır. Ne Allahü
teâlâ, ve ne de Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâlık kazanmağı men
etmedi. Haram olan, yasak kılınanlar, dünyâyı sevmek, kulluk vazîfelerini dünyâ
için ihmâl ve terk etmektir. Dünya kadın gibidir. Eğer ona sâhib çıkar, onu
gereği gibi kullanırsan selâmet bulursun, onu idare edersin. O sana mâlik
olursa,
o seni idâre eder. Dünya yılan gibidir. Dâima
zarar tehlîkesi vardır. Sen onu öldürmezsen, o seni öldürür.
Eshâb-ı suffe dörtyüz
kişiye kadar varırdı. Başka hiç bir iş yapmazlardı. Bir yerde kalırlardı. Dâimâ
Resûlullah’ın hızmetinde idiler. Ondan ayrılmazlardı. Bunlardan biri vefât
etti. Elbisesinde iki altun buldular. Ne yapalım, diye sordular. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) "Bunlar Cehennem dağından iki dağdır"
[alâmettir] buyurdu. Halbuki Abdürrahmân bin Avf (radıyallahü anh) vefât edince
o kadar mal, para bıraktı ki, bir hanımına düşen hisse bir yere yığıldığında
tepecik gibi oldu da, bir tarafındaki insan, öbür taraftaki insanı göremedi. Fark,
dünyâyı sevmek ve ona bağlanmaktan ileri gelmektedir. Bunun gibi, ticâret
hakkında da, medh ve zem edici hadîs-i şerîfler vârid olmuştur.
Dünya gibi zararlı
şeyi, emr edilen şekilde kullanmak ibâdet olur.Ya'nî zenginliği ibâdet hâline
çevirmelidir. Evliyâdan zenginler vardı. Dünyayı bile ibâdet hâline getirmek
çok iyidir. Eğer böyle yapılmazsa, o zaman tehlüke baş gösterir. İşte o durumda
hiç olmazsa düşman bilmek ve sakınmak lâzım olur. Yapılan işte, insanların
değil, Allahü teâlânın rızası düşünülmelidir. Allahü teâlâ beğenir de, kulları
beğenmezse, hiç üzülmemeli, sevinmelidir. Çünkü o işte selâmet vardır.
Münâfıklar, kulların hoşuna gidene kıymet verir ve Rablerinin rızâsına uymayıp,
Cehenneme giderler. Dünyâ, mubah gibidir. Mubahlar, insana fâide de, zarar da
verebilir. Bir kimse başkasına muhtâc olmamak için veya ehline yardım için,
çalışır, dünyâlık kazanırsa, kıyâmette onun yüzü ayın ondördüncü gecedeki hâli
gibi parlak olur. Bu kimsenin niyyetini bir Allah bilir, bir de kendi. Başka
kimse bilemez.
Bir kimse dünyâyı aynı şekilde helâl
yoldan kazanır, fakat niyyeti övünmek ve gösteriş yapmaktır. Böyle olan, Hak
teâlâyı kıyamette kızgın ve gadablı bulacaktır. Halbuki ikisi de helâl
kazanmaktadır, ama niyyetleri farklıdır. "Mü’minin niyyeti amelinden hayırlıdır"
buyurulmuştur.]
SOHBET: İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin üstâdı Hâce Muhammed Bâkıbillah (kuddise sirrühümâ) 82.
Mektûbunda buyuruyor ki:
Hazret-i Muhammed
Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların yaradılıştan en temizi olup,
hiç hocaya gitmemiş, doğup büyüdüğü yerdeki insanlar gibi okumamış idi. Evet,
önceki babaları, insanlara lâzım olan her şeyi çok iyi bilen kimseler olup,
yeryüzünün en iyi insanları idiler. Ama asırlar geçince, zamanla onlarda da
ilim azaldı, tükenecek hâle geldi. İşte o zaman
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı
yarattı ve kendine âşinâ eyledi. Hak teâlâyı daha çoğu ve iyisi mümkün olmayan
bir sûrette bildi. Allahü teâlâ ona melek gönderip: "Habîbim Muhammed’e,
benim sıfatlarımı insanlara ve cinlere bildirmesini, benim rızâm olmayan her
bir şeyden onları men' etmesini, onlara namazı, orucu, zekâtı, haccı ve
kâfirler ile cihâd etmelerini öğretmesini bildir" buyurdu. Ve melek
[Cebrâil aleyhisselâm] Allahü teâlânın bu emir ve yasaklarını Peygamber
Efendimize ulaştırdı. İşte bu şekilde Allahü teâlâ bütün ahkâmı hâvi olan
Kur'ân-ı kerîm ismindeki kitâbı, Peygamber Efendimiz vâsıtasıyla insanlara ve
cinlere ulaştırdı. Şimdi mü’min olan bir kul kesin olarak, inanmalıdır ki, O
kitâbda bulunanların ve en sevgili seçkin kulu Peygamberinin söylediklerinin
hepsi doğrudur. Dili ile de, Allah birdir ve Muhammed Onun hak Peygamberidir
deyip, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah söylemelidir. Bu kadarını
bildikten sonra, âlimlerden Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olan emir ve yasakları
sorup öğrenmeli, itikad ve amele müteallık bilgileri bilip ona göre itikad ve
amel eylemelidir.
O kitâbda, ya'nî Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor:
"Ben Hayy’ım [diriyim] hep var idim ve hep var olurum, her şeyi bilirim,
her şeye kâdirim, dilediğimi yaparım, her şeyi işitirim, herşeyi görürüm,
herkese şahdamarından daha yakınım. Kahhar’ım, Cebbâr’ım. Bununla birlikte
herkesten daha merhametliyim. Bütün âlemleri, insanları, cinleri, melekleri,
yer ve gökleri, taşları, ağaçları ve bütün bunlarda olanları ben yarattım ve yaratıyorum.
Her var olanı ben var ediyorum. Her yok olanı ben yok ediyorum. Ateşin bir şeyi
yakıp yok etmesi behânedir. Bütün bunlar kulların dünyâda Onu bilmesi ve
işlerini sebeble bilmesi içindir. Bilmelidir ki, Allahü teâlâ birdir.
Yaptıklarında ortağı, yardımcısı, arkadaşı, hizmetçisi yoktur. Ondan başka her
şeyi O yapmış, O yaratmıştır.
Yine o Kitâbda
[Kur'ân-ı kerîmde]: "Bana ibâdet ediniz. Bana ibâdet, namaz, oruç, zekât,
hac ve benim yolumda kâfirlerle cihad etmekle olur. Üzerinizde hakkı bulunan anne,
baba ve diğerlerinin haklarını gözetiniz. Kimseye zülüm, haksızlık
etmeyiniz" buyuruldu. Bunların her birine âid çok bilgiler vardır.
Âlimlerden öğreniniz.
Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve
sellem) sûret ve sîret, ya'nî görünüş ve ahlâk bakımlarından insanların en
güzeli idi. Zâtı, bütün zâtlardan temiz, kalbi bütün kalblerden nûrlu idi.
Evliyânın hepsi onun yüksek kapısının dilencileridir. İnsanda bulunan her şeyin
en mükemmeli O’nda vardı. Bunun gibi Allahü teâlâ, Onun kalbini kendi evi
yapmış idi. Ne söylese, Allah’dan söylerdi. Bildikleri hep Allah’dandı.
Yaptığını Allah’ın kudreti ile yapardı. Şimdi de hayâtındaki gibidir, ve hep
öyle olacaktır. Onun Hakka yakınlığı hiç bir yakınlığa benzemez."
BİR BAŞKA SOHBET: Ehl-i
Sünnet itikadı husûsunda Ebül-Kasım İshak bin Muhammed’in —ki İbni Hakîm-i
Semerkandî olarak tanınır— yazdığı Sevâd-ül A'zâm risâlesini terceme ettiler.
İbni Hakîm Semerkandî hicrî 422 (m.1031) de vefât etmiştir.
"Efendim, bu
risâle çok kıymetlidir. Bunu elinizden bırakmayın. Kendiniz okuyun, eşinize,
dostunuza, çoluk çocuğunuza okuyun, okutun. Ehl-i Sünnet itikadının özüdür.
Bunun için en mühim emânetim olsun;
Âlemlerin Rabbi olan
Allahü teâlâya hamd olsun. Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu Peygamber
Efendimize, Âline ve bütün Eshâbına salât-ü selâm ve en iyi dualar olsun.
Peygamber Efendimiz,
hangi mezhebde idi? dersen, derim ki, Onun mezhebi [yolu] tarîk-ı müstakîm [en
doğru yol] idi. Nitekim Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu:
"Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kavmi yetmişbir fırkaya ayrıldı. Yetmişi helâk
oldu, biri kurtuldu. Îsâ aleyhisselâmdan sonra kavmi yetmişiki fırkaya ayrıldı;
yetmişbiri helâk oldu, biri kurtuldu. Ümmetim de, çok geçmeden yetmişüç fırkaya
ayrılır. Yetmişikisi helâk olur, biri kurtulur. Ey Allah’ın Resûlü, bu kurtuluş
fırkası hangisidir? dediler. Sünnet ve Cemâ’at ehlidir" işte ona Sevâd-ı
A'zâm [müslüman topluluğu] denir.
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu. "Cemâ’atten bir karış ayrılanın
boynunda islâm kalmaz." İşte bu Sevâd-ı A'zâm [Ehl-i Sünnet ve Cemâ’at]
itikadı kısaca şu maddelerdir:
1
-
Îmânında şübhe etmemek, inşaallah mü’minim dememek
2- Müslüman cemâ’atten ayrılmamak
3- Her iyi ve günâhkâr arkasında namaz
kılmak ve bunu hak itikadı
bilmek
4- Haramı helâl itikad etmedikçe,
ehl-i kıbleden bir kişiye günâhı sebebiyle kâfir dememek.
5- Ehl-i kıblenin büyük küçük hepsinin
cenâze namazını kılmak ve bunu hak itikad bilmek.
6- Hayır ve şerrin takdîrini Allahü
teâlâdan bilmek.
7- Bir müslümana haksız yere silahla
saldırmamak
8- Hazerde ve seferde mest üzerine
meshi hak bilmek
9- Her devlet reisinin arkasında Cum'a
ve bayram namazlarını kılmak ve
bunu hak itikad bilmek.
1
0-
Îmânı Allahü teâlânın ihsânı, vergisi bilmek
1 1 - Kulların fiillerini Allahü
teâlânın yarattığına inanmak.
12- Kabir azabını hak
[doğru, muhakkak] bilmek.
13- Allah’ın kelâmı mahlûk değildir.
14- Münker ve Nekîrin süâli hakdır.
15- Dirilerin dua ve sadakalarının
ölülere faydası vardır.
16- Peygamberimizin şefâati hakdır.
17- Peygamber Efendimizin mi'râcı
hakdır
18- Kıyâmette amel defterlerinin
okunması hakdır
1
9-
Hesabın hak olduğuna inanmak.
20- Mizânın hak
olduğuna inanmak.
21 - Sıratın hak
olduğuna inanmak.
22- Cennet ve Cehennem yaratılmışlardır
ve hiç yok olmazlar.
23- Kıyâmette Allahü teâlâ, kulunu,
araya kimseyi koymadan bizzât hesaba çeker.
24- Resûlullah’ın eshâbından Aşere-i
mübeşşere [Cennetle müjdelenmiş olan 1 0 kişi] için Cennetlik olduklarına
şehâdet etmek.
25- Peygamber Efendimiz hâric,
eshâbından hiç birini Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinden üstün tutmamak ve
hilâfetini hak bilmek.
26- Ebû Bekr-i Sıddîk’tan sonra en
üstün insan Hazret-i Ömer’dir, ondan sonra Hazret-i Osman’dır, ondan sonra
Hazret-i Alî’dir demek ve hilâfetlerini üstünlük sırasına göre hak bilmek.
27- Eshâb-ı kirâmın hiç birine dil
uzâtmamak, birini dahi gıybet etmemek.
28- Allahü teâlânın kullarına rızâsı ve
gadabı vardır.
29- Cennettekilerin Allahü teâlâyı
keyfiyyetsiz olarak görmeleri hakdır.
30- Peygamberlerin derecesi, evliyânın
derecelerinden yüksekdir.
31- Evliyânın kerâmeti hakdır; inkâr
olunmaz.
32- Allahü teâlâ adâleti ile saîdi
[iyiyi] şakî [kötü], fadlı ile şakîyi saîd
yapar.
33- Kâfirlerin akılları, peygamberlerin
ve mü’minlerin akıllarına müsâvi [eşit] değildir.
34- Allahü teâlâ hep aynıdır, değişmez.
35- Allahü teâlâ âlimdir, kâdirdir,
Onun ilmi ve kudreti vardır.
36-
Allahü teâlânın günâhkâr mü’minlere, Cehennemde günâhları
miktarınca azâb etmesi haktır.
37- Allahü teâla, hayır veyâ şer,
dilediğini yapar, insanlar bilsin bilmesin, [O dilemedikçe hiç bir şey meydana
gelmez]
38- Mushafda yazılı olan Kur'ân’dır ve
Allahü teâlânın kelâmıdır ve mahlûk, ya'nî sonradan olma değildir, hakîkattır,
mecâz değil.
39- Îmân hakîkattır, mecâz değildir.
40- Alacağı olup, hakkını alacaklısına
ödemeden ölen borclunun hakkını Allahü teâlâ, onun sevâbından alacaklısına
verir.
41- Tâat tevfikle eşit, günâh, hezelân
[yardımını terk etmekle] eşittir.
42- Îmân için iki uzuv esastır: Kalb ve
dil.
43- Allahü teâlâyı kalbi ile bilip,
dili ile söylemeyen kâfir, dili ile ikrâr edip, kalbi ile tasdîk etmeyen
münâfıktır.
44- Allahü teâlâya mekân ve zaman isnad
etmemeli, gelmek, gitmek gibi fiiller söylememelidir.
45- Allahü teâlâyı bir şeye
benzetmemeli, Onun gibi bir şey yoktur demelidir.
46- Kesb [çalışıp kazanmak] bazan farz
olur, demelidir.
47- Îmânı amelden ayrı bilmelidir.
48- İyi ve kötünün îmânını bir
bilmelidir.
49- Öldükten sonra dirilmeği hak
bilmelidir.
50- Kıyâmetin kopması haktır [muhakkak
olacaktır]
51 - Salât-ı vitir bir
selâmla üç rek'attır.
52- Az ve durgun olan sudan abdest
olmaz.
53- Mestleri çıkardıktan sonra iki
ayağı yıkamalıdır.
54- Îmân özü itibariyle artmaz ve
azalmaz.
55- İblis, Allah’a ibâdet ettiği zaman,
Allah ve melekler katında mümîn
idi.
56- Allahü teâlâyı sevenden, sevgisi
sebebiyle emirler sâkıt olmaz.
57- Allahü teâlânın rahmetinden ümidini
kesmek küfürdür.
58- Allahü teâlânın azâbından emîn
olmak küfürdür.
59- Son nefes için Allahü teâlâdan
korku üzere olmalıdır.
60- Kâfiri küfründen dolayı sevmek
küfürdür.
Misâl olsun diye bu sohbeti buraya
yazdım. Bunun gibi nice bahisler okurlardı. Sohbetlerinde ilmimiz ve
muhabbetimiz artar, yakînimiz kuvvet bulur, emirlere itâatımız çoğalır, haram
ve günâhlara karşı nefret ve buğzumuz sertleşir, öbür taraftan sohbetin
bereketi ile kalblerimiz temizlenir, vücûdumuz hafîfler, sanki şeytan, nefs ve
dünyâ sevgisinden uzaklaşır, Rahmân’a, temiz rûhun yüce arzularına ve âhırete,
Cennet ve Cemâl-i ilâhî arzûlarına doğru yol alırdık. Sanki sohbet için haber
verilen neticeler hâsıl olurdu. Hâsıl olanlar ise, his edilmekten uzak olmazdı.
Sohbetten çıkınca, birbirimizin boynuna sarılıp, muhabbetle ağlaşmamız sanki
hâsılatımızın müşterek olduğunun alâmeti olurdu. "Bizim yolumuz
sohbettir" buyuran Hazret-i Hâce Şâh-ı Nakşibend bunu ne güzel ifâde
etmiştir.
Şimdi muhterem hocamızın bir kaç sözlerini yazayım:
Buyurdular ki:
—Bir kimsenin bir
mertebeye kavuştuğu görülürse, ona hurmet etmek lâzımdır.
—Ateşe düşen taş, ateş
gibi olur. Bir cemâ’ata giren de onlar gibi olur.
—Abdülkâdir Geylânî
hazretleri, mürîdlerinden birinin günâh işleyeceğini görür. "Yâ Rabbi, bu
günâhı ona uykuda işlet!" diye dua eder. Duâsı kabûl olur. Uyur ve o
günâhı, uykuda işler. Rüyâda işlenen günâh, günâh olarak yazılmadığı için, bu
şekilde, mürîdini günâh işlemekten korumuş olur.
—Hal sâhibi bir zât
aramalıdır. Hâl sâhibi bulamazsa, söz sâhibinden vaz geçmemelidir.
—Bir kimse, bir işinin
görülmesini isterse, herkesten önce Allahü teâlâdan istemelidir. O bir kulunu
sebeb kılar.
—Ebûl-Hasan Şâzîlî hazretleri
dâima baş gözü ile Resûl-i Ekrem’i (sallallahü aleyhi ve sellem) görürdü.
Nakşîbendî yoluna en yakın yol, Şâzilî tarîkatidir. Bunun için Abdülhakîm
Arvâsî hazretleri: "Nakşî olmasaydım, Şâzilî olmak isterdim"
buyururdu.
—Bu büyüklerin
sözlerini dinleye dinleye, onları yapmağa başlar.
—Ebûl - Hasan Şâzilî
hazretlerine rüyâda buyuruldu ki, bir hâcetin olunca, az da olsa, sevâbı
Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, sadaka ver. Seyyidet Nefise
hazretleri, Hazret-i Hasan’ın oğlu Zeyd’in oğlu Hasan’ın kızıdır. Zühdü,
takvâsı, kerem ve sehavetiyle meşhûrdur. 208 (m.823)’de Mısır’da vefât etti.
Günümüze kadar en çok ziyâret edilenlerdir.
—Yolların hepsi
edebdir. Sofiyye tâifesinin edeblendirmediğini kimse edeblendiremez.
—Şer'i şerîfe muhâlif
her şey zulumdur.
—Peygamberimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) mubârek ellerinden bahs
ederken, sol kelimesi kullanılmaz. Birinci ve ikinci sağ eli
denir. Sol hakarettir.
—Allahü teâlâ,
kıyâmette, Peygamberimizin isminde olanlara [Ahmed, Muhammed isminde olanlara]
sorar ve buyurur ki: "Sen bu ismin altında günâh işlemeğe utanmadın mı?
Ben bu ismin sâhibine azâb etmeğe hayâ ederim." Vesselâm.
—Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi
ve sellem) rüyâda görmek için: Beş kere Eûzübillahi mineş-şeytân-ır-racîm, beş
kere Bismillahirrahmânirrahîm, bir kaç kere Allahümme bi-hakkı Muhammedin-erinî
veche Muhammedin hâlen ve meâlen okuyup, konuşmadan yatmalıdır. Ahmed Nâmık
Câmî böyle buyuruyor.
Buraya kadar, Askerî Lise’de
bulunduğumuz zaman, Onların sohbetlerinden dinlediklerimizden, zaman zaman
yazdıklarımızdan birkaç örnek verdim. Mektûbât’tan okuyup anlattıklarından ve
bizim yazdıklarımızdan bir şey yazmadım. Çünkü bunların tercemeleri Hocamızın
kitâblarında vardır. Kasîde-i Emâlî, Kimyâ-ı Seâdet, Tezkiret-ül Evliyâ’dan da,
tuttuğumuz notları yazmadım. Bunlar kitâblar hâlinde mevcûd olduklarından,
başka yerden bulunup okunma imkânı her zaman vardır. Hattâ Reşahât ve
Nefehât'tan okuduklarından da yazmıyorum. Hepsini yazmağa kalkışırsak, hem
uzun, hem de maksadın dışına çıkılmış olur. Onun için sohbetler kısmını,
sohbetin fazîletini anlatan bir sohbetle bitirip hatıralarımıza dönelim:
SOHBETİN FAZÎLETİ:
Lügat ma'nâsı, arkadaşlık ve birlikte bulunmak olup, büyüklerin ıstılahında
talebenin hocasıyla, mürîdin mürşidi ile, sevenin sevdiği ile beraber
bulunmasına denir. Ma'nâsı kemâlini, Eshâb-ı kirâmın Resûlullah ile
birlikteliğinde bulduğu için, o günden bu yana Resûlullah’ın sohbet arkadaşları
Sahabe veya Eshâb şerefli isimleri ile anıldı. Eshâb-ı kirâmı (aleyhimürrıdvan)
bütün âlim ve evliyâdan yüksek yapan, Resûlullah’ın eşsiz sohbetleri olduğu
için, islâm dîninde sohbet çok özel bir yere hâiz olmuştur. Sülûkün erkânından
olan sohbet-i meşâyıh, her yolda elzem ve ehem bir mesâbededir. Zirâ meşâyıhın
mürîdlerine ilim ve feyz vermeleri çoğunlukla sohbetle olur. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbına bir çok yollarla ilim ve feyz verdiler.
Ama sohbet ile verdikleri hepsinden çok olduğundan, onlara Eshâb dendi. Sohbet
ile ifâde ve ifaza [ilim ve feyiz vermek] Resûlullah’ın Sünneti olduğundan,
Nakşibendî meşâyıhı da sohbet yolunu seçip: "Bizim yolumuz
sohbettir", "Bizim yolumuz muhabbettir", "Hayrîyyet
cemiyyettedir", ya'nî bütün hayırlar, bu yolun mürşidi ile sohbettedir,
dediler. Ve yine dediler ki, sâlike, tarîkatte sohbet sünnet-i müekkededir.
Allahü teâlâya tekarrub
[yaklaşma] yolunda, sâliklerin bazı makamlardan ileri geçmeleri ve bazı
makamlara kavuşmaları ancak sohbetle mümkün olur. O zaman sohbetten hiç geri
kalmamak sâlike farz olur. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)
Sahabeden biriyle sohbet etmek için, bir adam gönderdi. O kişi, namazı kılar,
gelirim, dedi ve namaza durdu. Namazı kıldıktan sonra Resûlullah’ın yanına
geldi. Resûlullah, "Niçin çağırdığım zaman gelmedin de geçiktin?"
buyurdu. Namaz için geçiktim, dedi. Resûlullah: "Benim sohbetime gelmen
sana çok elzem idi" buyurdu. Bazı zaman olur ki, ârifler sâliklerine:
Allah ile olun; bunu yapamazsanız, Allah ile berâber olanlarla olun. Bu Allah
adamları, sizin hep Allah’la olmanıza vesîle olur" diye emr ederler.
Sâdık ârifler, yüksek
mürşidler, nefsine hâkim olan büyükler ve kudsî ve tesirli nefes sâhibi olan
zevât-ı kirâm, sohbetleri ile sâliklerin kalblerindeki engelleri izâle ve yok
edip, sâliklere Hakkı müşâhede ettirirler de sâliklerin haberi bile olmaz. O
büyük evliyâ kalblerin câsuslarıdır. Kalblere girerler, içinde olanları
görürler ve gerekeni yaparlar. Çünkü ârif-i billah olanların sohbetleri cem'
âleminden, kudret makamından ve Hazret-i kurbiyyetten husûle gelir. Bunun için
ârifleri, ya'nî Hakkı tanıyan evliyâyı sevmek, sevene kurb ve şuhud, ya'nî
Allahü teâlâya yakınlık ve müşâhede verir. Sohbetleri, ilk bakışta va'z ve
nasihat için görünmese de, onların sohbeti, Başkalarının hâline ve sözlerine
benzemez.
Evliyânın sohbetinde
feyiz hâsıl olduğu gibi, nazarları da feyiz kaynağıdır. Çünkü büyük evliyânın
nazarı, Hak teâlânın nazarındandır. Belki tâ kendisidir. Nitekim hadîs-i
kudsîde:”..benimle görür, benimle konuşur..." buyurulmaktadır. Nakl olunur
ki, Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin velâyeti ve rûhânî kudreti o kadar
tesirli idi ki, kendisine feyiz almak niyyeti ile gelen bir sâliki bir nazarla
[teveccühle] evliyâlık derecesine çıkarıp, insanları irşâd için hilâfet
verirdi. Bu o nazardır ki, Hâce Hâfız Şîrâzî onu şu beyti ile temenni etti:
Onlar ki, bir bakışla, toprağı kimyâ yapar,
Umarım göz ucuyla bize bir nazar atar.
Âriflerin nazarlarından
feyiz geldiği gibi, onların yüzüne bakmaktan da feyiz hâsıl olur. Zirâ Hak
teâlâ âriflerden insanlık perdesini kaldırıp, zâtına ve sıfatlarına âid sırları
onların yüzlerinde beyân ve izhâr eder de, ârifler sebebiyle diğer insanları
hidâyete getirir. Onlar da ârifler vâsıtasıyla Hakkı müşâhede ederler. İşte
Peygamberler ve velîler bu yolla insanları hidâyet ve irşâd ederler.
Peygamberlerin ve evliyânın yüzünü
görmenin Hakkı görmek gibi olduğuna: "Allahü teâlânın öyle kulları vardır
ki, onlar görüldüğü zaman Allahü teâlâ hatırlanır" hadîs-i şerîfi
şâhiddir. Nakl olunur ki, bir sâlik, Ebû Türâb Nahşebî hazretlerine, Allahü
teâlâ bana her gün yetmiş def’a tecelli ediyor, dedi. Ebû Türâb hazretleri,
Bâyezid-i Bestâmî hazretlerinin yüzünü bir def’a görmen o yetmiş tecelliden
üstündür, buyurdu. Sâlik, Bâyezid’i bana gösterir misin? dedi. Olur, buyurdu ve
o sâliki alıp Bâyezid’in yolunda oturup, onu beklediler. Bâyezid hazretleri
gelirken, Ebû Türâb işte Bâyezid geliyor, dedi. Sâlik, Onun yüzüne bakar
bakmaz, feryâd etti ve yıkıldı, can verdi. Ebû Türâb hâdiseyi Bâyezid
hazretlerine anlattı. Bâyezid hazretleri buyurdu ki: "Onun kalbine olan tecelliler, isimlerin tecellileri idi.
Bizden ise zâtın tecellisi zâhir oluyordu. İsimlerin tecellisine kavuşan ve
alışan kalb, zâtın tecellisine dayanamaz. O sâlik, bizde zâhir olan zâtın
tecellisini de almak istedi, kalbi helâk oldu"
Hakka tâlib olan kimse,
kendini terbiye edecek bir mürşid bulup, onunla vâsıl olamazsa, şart ve
edeblerine riâyetle Lâ ilâhe illallah kelimesine devâm etmeli ve Resûlullah’ın
sünnetinden dışarı çıkmamalı ve dâima onun yüksek rûhâniyyetine teveccüh edip,
kendisinden istimdâd [yardım] ve istifâze [feyz] istemelidir. İnşaallah bu
yolla Hakka kavuşur. Çünkü bu kelîme-i tayyibi ve tevhîdi, Allahü teâlâ,
Resûl-i ekremine (sallallahü aleyhi ve sellem), kullarını kendine kavuşturmak
için vermiştir.
Lâ ilâhe illallah kelimesi, kalbi, celî
[açık] şirkten temizlediği gibi, gizli şirkten de temizler. Tabîatın zulmeti ve
gaflet perdesini gidermek, Hakkı müşâhedeye sebeb olur. Çünkü bu tayyıb kelîme
Nefy ve İsbâttan mürekkebdir. Nefy ile,Ya'nî Lâ ilâhe demekle engel teşkil eden
perdeler yırtılır, yok olur, isbat [illallah] ile, tecelli nûrları âşikâre
olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Benim
ve benden önceki peygamberlerin en değerli sözümüz Lâ ilâhe illallah
kelimesidir" buyurdu.
Sözümüze dönelim: Ya'nî Hocamızla olan hatıralara:
Beylerbeyi’ne devâm ettiğimiz yıllar,
Hocamızın evinde kayınpederleri Yûsuf Ziya Akışık Beyefendiyi ve nâdiren Şâkir
ve Sâlim efendileri de görürdük. Bundan sonra Ziyâ Bey’in ismi bir müddet sık
sık geçeceğinden, biraz kendisinden bahs edelim:
YUSÛF ZİYÂ AKIŞIK:
Bosna’da Foça’lıdır. 1 303 (m.1885) de tevellüd, 1378 (m.1958) de İstanbul’da
Fâtih’de vefât etti. Ahmed bin Hâcı Sâlih bin Zülfikar Paşa oğludur. Zülfikar
Paşa, Akkoyunlu soyundandır. Ziyâ Bey, Vefâ’da Karamürsel Kumaş Fabrikası
müdürü idi. İyi tahsîl görmüş, asîl, nezîh bir insandı. Yüzlerce fakîr
müslümanın sığınağı idi. Efendi hazretlerinin tekkesine çok hizmetleri olmuş,
Efendi’ye ve yakınlarına hiç sıkıntı çektirmemiştir. Efendi’de fânî olmuş idi.
Efendi’nin sohbet ve hizmetini canına minnet ve en üstün ni'met bilmiş, Onun
teveccüh ve feyizlerine mazhar olmuş, kemâle gelmiş idi. Halk içinde Hak ile
olmuş idi. Hemen her sene Ramazan-ı şerîf ayını Eyyûb’de Gümüşsuyu Kaşgarî
Hânegâhı’nda Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin evinde bulunduğu halde huzûr ve
sohbetinde geçirmiş, kendisine intisabla sofiyye-i aliyye silkine girmiş, o
yolda çok mesafe kat' etmiştir. Efendi tarafından hep sevilmiş ve övülmüştür.
"Evlâd-ı Resûl olmasaydım, Boşnak olmak isterdim", "İçinizde
abdest alırken, üzerine su sıçratmamak için, önüne önlük takacak Ziyâ Bey’den
başkasını bilmiyorum", "Ziyâ Bey bizi çok rahatlattı, Allahü teâlâ
ona lâyık olan karşılığı versin" sözleri Efendi hazretleri tarafından onun
için söylenmiştir. Hanımı Süedâ hanım da Efendi hazretlerine mensub idi. Bir
def’a râbıta esnasında, Seyyid Tâhâ, Seyyid Fehîm ve Efendi’yi, merdivenlerden
inerken görmüş de, hemen onları karşılamağa gitmiş. Ziyâ bey, hatun, böyle
acele nereye gidiyorsun? Deyince, Hazret-i Îşân, önde Seyyid Tâhâ hazretleri
olduğu halde aşağı iniyorlar. Onları karşılamağa gidiyorum cevâbını vermişti.
Hocamızın, ziyâret
etmemiz îcab edenlerin başında saydığı işbu Ziyâ Bey’le çok zamanlarım olmuş,
sohbetleriyle uzun zaman şereflenmiş, muhabbetini kazanmış idim. Hattâ bu
fakîri mahremlerinden kabûl edip, sırlarını, gizli hallerini bana anlatmak
lütfunda bulunmuştur. Yeri gelince, az da olsa, temas ederiz, inşaallahü teâlâ.
Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin büyük ve kâmil oğlu Seyyid Ahmed Mekkî
Efendi’den duydum: "Babam, nazar hâric, herşeyi Ziyâ Bey’e vermişti"
buyurdu.
Ziyâ Bey amcayı —ki
kendisine amca derdim— ilk def’a Hocamızın Beylerbeyi’ndeki evinde gördüm.
Gerçekten Osmanlı efendisi, çelebi, merhametli, güler yüzlü, sevgili, saygılı,
sözü-sohbeti dinlenir, dolu bir adam idi. Gördüğüm gerçek adam o idi. Güzel
giyinirdi. Elini öptürmezdi, ama ısrar edince de elini çekmezdi. Hocamız ise,
kolay kolay öptürmez, iğilmeğe bile müsaade etmezdi. Bu yüzden kimse Hocamızın
elini öpmeğe cesaret edemezdi.
Hocamızın evinde idik.
Bir sebeble odaya girip çıkıyordum ve her giriş ve çıkışta selâm veriyordum.
Ziya bey amca: "Aferin, bu sünneti hiç ihmâl etme! Ne güzel,
öğrenmişsin" buyurdu.
1 956 yılı, Kuleli Askerî Lisesi’ni
bitirme zamanımız yaklaşmıştı. Bir gün Hocamızın evinde Ziya Bey amca ile odada
yalnız kaldık. Arkadaşlar Hava Harb Okuluna gidiyor, benim de onlarla beraber
olmamı istiyorlar, ne dersiniz efendim, dedim. "Askeriyenin bu kadar
sınıfı varken, havayı seçmek, herhalde gençlik heyecanı olsa gerek. Senin hâlin
karacı olmağa daha mü'nâsibdir, onlara bakma" buyurdu. Ben de arkadaşlara,
siz gidin ben gelmiyorum dedim ve o cevâbları bana çok şey kazandırdı. Kıt'a
subayı olsaydım, şimdiki müktesabatımın yüzde birine sâhib olamazdım. Bunun
için, Ziyâ Bey’e dâima okuyor, rûhuna gönderiyorum. Büyüklerin sözünü
dinlemenin ve ehli ile meşveret etmenin fâidelerini onda gördüm. Elhamdülillah.
Hocamızın
Beylerbeyi’ndeki evinde idik. Ziyâ Bey amca ile konuşuyorduk. Zekâtla alâkalı
bir mes'ele suâl ettim. "Bunları bizim Hilmî daha iyi bilir, ondan
sorarsanız iyi olur" buyurdu.
Üç tane kitâb almıştım.
Biri, Birgivî Vasiyyetnâmesi Şerhi, diğeri Âmentü Şerhi, üçüncüsü de İmâm-ı
Muhammed hazretlerinin Siyer-i Kebîr’ine yapılan şerhin tercemesi idi. Ziyâ Bey
amcaya bahsettim. "Çok çeşitli kitâb okumayın. İyi kitâbları çok okuyun”
buyurdular. Hayatımda bu nasîhatlerine mümkün mertebe riâyet ettim ve çok
fâidesini gördüm.
O sene [1956] Kara Harb
Okulu’nda okumak üzere Ankara’ya gittik. İstanbul’un maddî güzelliklerinden
ayrılırken, ma'nevî bütün güzelliklerinden de sûreta koptuk. Kısaca sudan
çıkmış karada çırpınan balık gibi olmuştuk. Artık geçmişin hâtıraları ve
geleceğe dâir hayaller ile yaşamak mecbûriyyetinde idik. Başımız eğik olarak,
bir emr-i Hakkın vuku'u gibi kabûllenip İstanbul’dan ayrıldık. Hayır, bir zaman
için uzak kaldık sözü daha doğru olur. Zirâ gönlümüzün kanatları hep İstanbul
üzerinde geziyor, kalb sevgilisini aramak için her hayali kurcalıyordu.
Ankara’da ilk işimiz,
Hocamızın yıllardır bahsettiği canından çok sevdiği sebeb-i islâmı ve her şeyi
olan Seyyid Abdülhakîm hazretlerinin, meleklerin nöbet tuttuğu kabrini ziyâret
etmek oldu. Zeki Bey kardeşimle bir hafta sonu Keçiören’deki bağlar arasından
geçerek Ufuktepe yoluna çıktık ve devâm edip, Bağlum kasabasına geldik ve
ziyâretle şereflendik. [1956]. O zamandan beri her fırsatta ziyâret etmekteyim.
Bu yazıları yazarken 2002 senesi olup, ilk ziyâretten bu yana kırkaltı sene
geçmiştir.
Harb Okulu’nda okumağa
başladım. Hocama mektûb yazıp hâlimi ve muhabbetlerimi bildirmek istedim. İslâm
harfleri ile mektûb yazacaktım. Latin harfleri ile mektûb yazmak bana eksiklik
ve kusûr geliyordu. Yanımda İslâm harfleri ile yazılmış, küçük bir ilmihâl
vardı. Ona bakarak yazı yazmağa uğraştım. Bir haftada otuz-kırk sahîfe yazarak
çalıştım. İyi kötü mektûb yazacak hâle geldim ve Hocama ilk mektûbumu İslâm
harfleri ile yazdım. Çok memnûn oldular. İleride mektûbları kısmında, takdîr ve
teşvîklerini arz edeceğim inşaallah.
Sonra Harb Okulu’ndan,
Rusça hocası olmak üzere Dil ve Târih Coğrafya Fakültesine geçtim. Orada da
Kara Kuvvetleri hesabına okudum. Okumak, çalışmak ve sınıf geçmekten yana bir
sıkıntım olmadı. Ama İstanbul’u çok özlüyorduk. Hemen her gün arkadaşlarla
buluşur, geçmiş günleri yâd ederdik.
Her gece yatmadan yedi
Âyet-el kürsî okurdum. Bir gece yorgundum, üç def’a okuyabildim. Hem az okudum,
diye üzüldüm, hem de öyle üzüntülü uyudum. O gece ilk def’a Efendi hazretlerini
rüyâda gördüm: Yanına gittim. Elini öpmek istedim. El öpmek yok, buyurdular.
Efendim, ben Hüseyin Hilmî Bey’in talebesiyim, dedim. Öyleyse, öp buyurup elini
uzâttılar. Ben de öptüm ve o heyecanla uyandım ve tekrar uyudum. Baktım, kalkıp
bir yere doğru gidiyorlar. Yürüyüp yetiştim. Beraber bir câminin şadırvanına
geldik. Buyurdular ki: "Evlâdım, ben şimdi abdest hazırlığı yapacağım. Sen
de kalk sabah namazını kıl. Pijamaların temizdir, pijamalarınla kıl."
Uyandım, sevinçten gözümden yaşlar aktı. Kalktım, baktım ki, tan yeri yeni
ağarıyor. Efendi hazretleri beni namaza uyandırdı, ne kadar sevinsem değer,
dedim ve abdest alıp, pijamalarımla namaz kıldım.
Hocama gelince : Onu
her zaman rüyamda görüyordum. Hattâ, gündüz onlardan konuşuyor, kalbimdeki
muhabbet deryâsı dalgalanıyordu da, çaresiz, bir an evvel akşam olsun,
diyordum. Gerisi kolaydı. Çünkü yattım mı, Hocam geliyordu.
İlk iki sene Harb
Okulu’nda, son iki sene ise Cebeci’deki Askerî Tıbbıye yurdunda kaldık. Harb
Okulu’nda iken, islâmî bilgilere çok çalıştım. Birgivî Risâlesi Şerhi, Âmentü
Şerhi, Dürr-i Yektâ Şerhi, Mevkufat ve Hocamızın eserlerini okuduk. Her
fırsatta İstanbul’a gelip, ziyâret eyledim. O dört sene, yazları ekseriya
Trabzon Sürmene’de, diğer zamanlar, Ankara’da ve her ta'til, izin ve fırsatta
İstanbul’da geçti. Şimdi İstanbul’da ve Hocamızla geçen zamanları analım:
Beylerbeyi’nde
Hocamızın evine geldim. Kapıyı çaldım. Onlar çıktı, çok iyi karşıladılar ve
"Bakın kim geldi" buyurdular. İsmimi söyleyip, odaya aldılar. Alî
isminde bir arkadaşla beraber idik. İlk konuşmalardan sonra, hocam, sizden
Mektûbât dinlemeği çok özledik, dedim. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât’ından rûhla alâkalı bir mektûb
okuyup terceme ettiler, biz de yazdık. Hâlâ saklarım.
Yine bir gün Onlara
geldik. Ziyâ Bey amca da orada idi. Elinde Abdülhakîm Efendî’nin
ma'nâlandırdığı Esmâ-ül Hüsnâ risâlesi vardı. Yazmak için istedim. Müsaade etti
ve Beylerbeyi’ndeki parka indim. Bir kaç günde yazdım. Hâlâ saklarım.
Yine bir gün Hocamızın
evine geldim. Ziyâ Bey amca da vardı. O günün siyâsi ahvâli üzerinde bir kaç
dakîka konuştuk. O bir kaç dakika içinde Ziyâ Bey amcanın uzun yılların
tecrübesi ve Efendi hazretlerinden kazanmış olduğu firâsetin eseri olarak bana
anlattıkları ve daha önce işâret ettiğimiz, Efendi hazretlerinin Hocamıza,
Hilmî meb'ûs olmak ister misin, süâline, Hocamızın, hayır, istemem, diye cevâb
vermesi ve Efendi hazretlerinin, sırtını okşayıp, âferin, sen akıllısın,
buyurmaları, bana ışık tuttu ve siyasî konularda nasıl tavır almam gerektiğine
rehber oldu. Bu yüzden siyâsete karışmadım ve siyâset yüzünden sıkıntı
çekmedim. Bunun için Hocamız, yeri geldikçe: "Sözlerin büyüğü, büyüklerin
sözüdür" kelâm-ı kibarını tekrâr ederdi.
Bir gün Onlarda idik.
Hocamızla görüşmek üzere bir kötürüm getirildi. Merdivenin dibinden akrabası
sırtına alıp, yukarı çıkardı. Sakallı, heybetli, güler yüzlü bir zâttı. Bir
ara, Hocamıza hitâbla: Hilmî Beyefendiciğim, size, Abdülhakîm Efendi’nin bir
menkıbesini anlatayım, bu genç kardeşlerimiz de dinlesinler, dedi. Hay hay,
buyurun, dediler. Şöyle anlattı:
Ben Beylerbeyi’liyim.
Seyyid Abdülhakîm efendinin, Beylerbeyi’nden Çengelköyü’ne doğru giderken 200
metre ileride eshâbı ile deniz kenârında tenezzühde olduklarını söylediler.
Yeğenime, beni oraya götür dedim. Kötürümdüm. Beni taşıdıkları arabam ile oraya
vardık. Baktım beline kadar denize girmiş, serinleniyordu. İçimden, böyle büyük
bir velî, sıradan insanlar gibi denize girer mi, geçti. O anda, altımda bir
sıcaklık hissettim. Herhalde altımı kirletmişim, dedim ve yeğenime beni
arabayla şu çınarın arkasına götür, üstümü temizleyeyim, dedim. Götürdü,
bıraktı. Ama altım kuru idi. Hiç bir şey olmamış gibi idi. Bunun, yanlış düşüncemin
neticesi olduğunu anladım ve yeğenimi çağırıp, beni Efendi’ye yakın götürmesini
söyledim. Yanına geldik. Daha ben söze başlamadan Efendi hazretleri,
"Aleyküm selâm kardeşim. Olur öyle şeyler. Bundan sonra kalbinizi bize
karşı sağlam ve dürüst tutunuz" buyurdu ve ben, afvedersiniz efendim,
diyemeden, kendileri, biliyorum ma'nâsına, hafîfçe tebessüm buyurdular. Ben
buna şâhid oldum. Siz de bilin ve anlatın dedi.
Bundan sonraki eve
gelişimizde idi. Mektûbât okuduktan sonra şöyle
anlattılar:
"Geçende bize yaşlı
emekli bir polis geldi. Hilmî beyciğim, sizi gerçek bir mü’min bildiğim için,
târihî bir vak'anın unutulmaması düşüncesiyle size geldim deyip, başından
geçeni anlatmağa başladı.
Sultan Abdülhamîd Hân,
Selânik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirilip, ikame ettirilince, onu dışarıdan
koruma vazîfesi benimle bir polis arkadaşıma daha verildi. Birimiz gece,
birimiz gündüz nöbet tutuyor, yattığı alt katın kuzeyindeki odanın önünde, sağa
sola, denize, karaya doğru volta atıyorduk. Bir gece nöbet sırası bende idi.
Harb yıllarının bütün sıkıntısını yaşıyorduk. Üç aydır maaş alamamıştık. Evde
dört-beş çocuğumu ve gece doğuracak halde hâmile hanımımı bıraktım geldim.
Çocuğum doğacak, hanımımın yanında değilim, olsam da bir mum alacak param yok,
ne olur böyle yaşamaktan, bunu daha kaldıramam. En iyisi sabahleyin nöbeti
arkadaşa devr edince, şurada selâmlığın yanından kendimi boğaza atıp, öleyim de
kurtulayım, dayanamıyorum, gibi düşüncelerle sahanlıkta volta atıyordum. Birden
pencere açıldı ve sâbık sultanın okşayıcı babacan sesi kulağıma geldi:
"Evlât, bir dakika bakar mısın?” dedi. Koştum. Pencerenin altına geldim.
Mübalâğa etmiyorum, aynen söylediği sözleri söylüyorum. Buyurdu ki,
"Evlâdım, şu keseyi al. Belki paraya ihtiyacın olur, belki çocuklarına
lâzım olur. Belki hanımın doğum yapar, ona lâzım olur. Biraz önce, volta
atarken olan düşüncelerinden de vazgeç." Keseyi aldım, teşekkür edip,
peki, dedim. O da pencereyi kapadı ve o gönül gözü açık sultan kendi âlemine,
ben de nöbet vazîfesine devâm ettim.
Hikâyeyi anlatınca,
Hocamızın gözleri dolmuştu. Biz de gözyaşlarımızı tutamadık. İşte herkesin
merak ettiği Sultan Abdülhamîd Hân’ın manevî hâli!.. Bir gece rüyâda Abdülhamîd
Hân’ı gördüm. Odasına girdim. İkindiyi kıldın mı? buyurdu. Sonra kılarım,
dedim. Hayır, ikindiyi kıl gel, ben burada seni bekliyorum, dedi.
Abdülhamîd Hân’dan
bahis açılmışken, Hocamızla beraber Sütlüce’de ziyâretine gittiğimiz Abdülhamîd
Hân’n dördüncü vezîrinin yeğeni, Erzincan’lı ilköğretim müfettişi Abdüllatîf
efendinin Hocamıza, dolayısıyle bize anlattığı şu menkıbe ne kadar
enteresandır:
Bismark Almanya’da
başvekil seçildi. Dünyanın sayılı siyâsilerinden olup, bütün devletler, onun
başvekilliğini hattâ Almanya’nın bir numaralı adamı olduğunu kabûllenmişti.
İşte bu Bismark, Almanya’daki sefîrlerle [büyük elçilerle] tanışmak için bir
ziyâfet verir ve Almanya’daki bütün sefîrleri da'vet eder. Yemeğe oturulur.
Yemek esnasında Türk sefîrine hitap edip: İnsan gibi yemek ye, Türk gibi yemek
yeme, der. Türk, ya'nî Osmanlı sefirî bozulur ve yemeği bırakıp doğru
sefârethâneye gider ve o zamanın en seri iletişim vasıtası telgrafla durumu
Abdülhamîd Hân’a bildirir. Sultan kendisine, git yemeğine devâm et. Niçin
kalktın ve yine geldin diye sorarsa, bütün dünyâ delegelerinin gözü önünde
yaptığınız hakareti Sultanıma bildirdim dersin. Peki, sultanın ne cevâb verdi,
derse, sen git yemeğine devâm et, ben ona yakında gereken cevâbı veririm, dedi,
dersin. Bismark bu cevâbı duyunca, Sultan Abdülhamîd Hân’ın siyasî dehâsını
bildiği için, gayr-i ihtiyârî "Eyvah, yandım" dedi.
Bu ziyâfet kışın
olmuştu. Mevsim bahar oldu. Sultan Abdülhamîd Hân, Alman İmparatoru
Il.Vilhelm'e bir mektûb yazıp: "Dünya Almanya’dan ibâret değil. İstanbul
Boğazı ve şehri bu mevsimde çok güzeldir. Sizi bekliyorum" meâlinde
ifâdeler kullandı. II. Vilhelm geleceğini bildirdi. O zaman, parası Alman
sefâretinden olmak üzere, Sultan Ahmed meydanındaki Alman Çeşmesi’ni yaptırdı.
Velhâsıl Vilhelm geldi.
İstanbul’u ve Boğaz’ı dolaştı. Sultan Ahmed meydanında merâsim yapıldı ve çeşme
açıldı. Sarayda dolaştırılırken, bütün dünyâdan Bismark’ı öven gazetelerin
bulunduğu bir salona girdiler. Sultan Abdülhamîd Hân: "Bütün bu gazeteler
Bismark'ı övüyor ve Almanya’yı Bismark’la tanıyor; yarın herhangi bir hâdise
vuku'unda zâten Bismark’ı bilecekler. Zât-ı âlilerinin ismi ve kim olduğunu
bilen ve konuşan yok" deyince, Vilhelm, anladım, Avusturya sınırından
Almanya’ya girer girmez onu kalede habsettireceğim cevâbını verir ve dönünce
Bismark'ın kalede habs edilmesi emrini, Avusturya hududundan girer girmez verir
ve Bismark şatoda habs edilir. Yıllar sonra ziyâretine giden gazeteciler
Bismark'a: "Dünyânın en büyük siyâsetçileri kimlerdir?" diye süâl
sorarlar: O da, cezânın nereden geldiğini îma eder bir ifâde ile: "Biri
ben, biri de kambur Hamîd" cevâbını verir. Abdülhamîd Hân uzun boylu
olduğundan önüne doğru iğilerek yürürdü. Yoksa kambur değil idi. O gün
Abdüllatîf efendi daha çok menkıbeler anlattı. Hocamız çok memnun oldu,
hassaslaştı. Hattâ, Alman ve Türk târihlerinden bunu araştırmalı, buyurdular.
Yine Hocamızla bir gün,
emekli komiser Enver efendiye gittik. Halıcıoğlu’nda oturuyordu. Günlerden
Cum’a idi. Cum'a namazını kıldığı mescide gittik. Hutbeyi Enver Efendi okudu ve
hutbeden sonra; "Hutbe burada bitmiştir. Nasîhat olarak derim ki, Cum'a
günü gusl abdesti almak, güzel koku sürünmek, yeni, temiz giyinmek, tırnak
kesmek, câmi'e erken gelmek sünnettir. Bunun için yağlı şapkalar, pis kokulu ve
kirli çorablarla câmi'e girmeyin, günâh işlersiniz. Hidâyet üzre olanlara selâm
olsun" dedi. Namazdan sonra Hocamızla görüşüp bize, hoşgeldiniz dedi,
musafaha ettik. Fâtih tarafından Hocamla birlikte vapurla geldiğim için, beni
hiç yanlarından ayırmadı. Eve gittik. Bir şeyler yenildi. Hem çay içildi, hem
de sohbet edildi. Bizim arkadaşlardan on-onbeş kişi vardı. Ev sâhibi Enver
Efendi, Hocamızla konuşurken, Hocamız, biraz kendinizden bahs edin, dediler.
Şöyle anlattı:
—Ben devletin komiseri
idim. Takrîben hocanızdan on sene önce Efendi hazretlerini tanıdım. Tâbii ki,
hal ve ilim bakımından Hocanızdan ileride olmam lâzım gelir; ama öyle olmadı. O
hepimizi geçti. Ben her istediğim zaman Efendi’ye gelebilirdim. Herkesin
çekindiği zaman, ben gelmekte serbesttim. Hattâ vazîfemdi. Hâ onu da anlatayım.
Ya'nî Efendi hazretleri ile tanışmamı bildireyim: Müdüriyetten bana,
"Seyyid Abdülhakîm Efendi isminde bir zât İstanbul’a geldi. Meşayihdendir.
Sen en güvenilir memurlarımızdansın. Onu ta'kib etmek, devlet ve idâre hakkında
neler söylüyor, rapor etmekle vazîfelisin" dediler. Ben de bu vazîfeyi ifâ
için, Efendi hazretlerinin eshâbı arasına girdim. Ama Efendi’ye gelişim o geliş
oldu. Beni benden çaldı. Ben onun hakkında istihbarat yapmak, haber toplamak
isterken, o Allah’ın sevgili kulu, benim kalbime girdi, içimde ne varsa bildi,
böldü, parçaladı, zararlıları attı, iyileri bıraktı ve arttırdı. Velhâsıl
hadîs-i şerîfde buyurulan: "Dikkat edin, iyi bilin ki, Allahü teâlânın
evliyâ kulları kalblerin câsusudur. Onlar kalblerinize girer ve içindekileri
görür" ma'nâsı zâhir oldu. Ava çıkmışken avlandım. Müdüriyetin bir şeyden
haberi yoktu. Çünkü onlara söylemezsen bilemezler. Velhâsıl yıllarca Efendi’ye
en emîn şekilde geldim gittim. Hakîkî âmirim o oldu. Onu candan sevdim ve sonra
candan çok sevdim. O kadar sevdim, o kadar alıştım ki, bir gün ölüp, bizi yetim
ve öksüz bırakacağı hiç hatırıma gelmedi. Bu kurb-i kıyamette, Ankara’dan
kıymetli olan bu büyük ni'metin yokluğunun îras edeceği musîbeti ve elemi hiç
düşünmedim. Ama mukadder son beklenmedik bir zamanda vuku'buldu. Hakkın sonsuz
rahmet ve rızasına gark olsun!
—Hocanızla benim
durumum, tavşanla kaplumbağa hikâyesine benzer. Hanî, yarış yapmak istemişler
ve şu ilerideki top ağaca kim önce varırsa, yarışı o kazanacak demişler de,
tavşan kaplumbağanın pıtı p ıtı yürüyüşünü görünce, ben şuracıkta biraz
dinleneyim, nasıl olsa koşar onu geçerim der, ve oracıkta uyur. Uyanınca koşar
ve top ağacın yanına gelir. Görür ki, kaplumbağa çoktan oraya varmış, tavşanı
bekler. İşte onun gibi, biz hep Efendi’ye güvendik, yattık. Bu âlem, bu tatlı
rüyâ hiç bitmiyecek deyip, Efendi’nin de bir sonu olacağını düşünmedik. Ama
Hocanız, durmadan, dinlenmeden, önüne çıkan engellere rağmen yürüdü, gayret
etti ve hedefine vardı. Bense, Efendi’nin ölümü ile
gözümü açtım, ama o kazandı, ben kaybettim.
Bu Enver Efendi
irticâlen [bir yere bakmadan] o kadar güzel ve rahat konuşurdu ki, öyle
birisine bir daha rastlamadım ve yukarıdaki sözlerini onun ifâde tarzına
benzettim.
Hocamız: "Enver
ağabey, Efendi’nin dosya mes'elesini anlatsanız da, arkadaşlar sizin ağzınızdan
dinleseler" dedi. Anlattı:
—Bir pazar günü idi.
Efendimizin emniyyetteki dosyasını aldım, Efendi’ye geldim ve: "Efendi
hazretleri, bu sizin dosyanız, buyurun, ister yırtın, ister atın, benden şübhe
etmelerinden çekinmeyin" dedim. Ama Efendi heybet ve tevekkülün
şâhıkasında, mütevâzı bir ifâde ile: "Enver Efendi, bu dosyayı aldığınız
gibi, yerine koyun" buyurup, evliyânın Allah’a yakınlığının, tevekkül ve
teslimiyyetinin, hattâ bunun ötesinde her yapılanın Allahü teâlâ tarafından
olduğuna ve buna rızâ göstermek icâbettiğine dâir, belki o zamana kadar
vermedikleri, yahud anlatmak isteyip de, bizim anlamadığımız bir dersi
verdiler.
Enver Efendi’nin evinde
daha çok şeyler konuşuldu. Meselâ: "Çocuklar, ben sigara içiyorum, ama,
sizin hocanız buradadır, onun için siz içmeyin. Eliniz, ağzınız yemek ve
içmekle meşgul olurken, kulağınız Hocanızda olsun. Sizin kadar ben de onun
sözlerinden istifâde ediyorum. O yıllarca, Efendi’yi dinledi. Hep okudu,
öğrendi, doldu. O dolu bir insandır. Çok isterdim, ben de genç olup onu takîb
etsem ve elimden geldiği kadar onu memnûn etsem. Seâdet budur. Bundan başkası
hiçtir."
Yine devâm ederek dedi
ki: Edeb çok mühimdir. Edebi olmayanın dîni yoktur, demişlerdir. Edebe
riâyetle, Kur’ân okurken, sol elimin parmaklarını mushafın sahîfelerini
çevirmekte kullanmamağa çok dikkat ederim. Ve peygamberimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) amcası Ebû Leheb’i kötüleyen ‘Tebbet sûresi’ni, kıraatte
tercîh etmem... gibi bir takım ince edeblerden bahs etti.
O sene ve Ankara'da okuduğum hemen her sene
Şubat ayı ta'tilini İstanbul’da geçirirdim. Askerî Lise’de dersleri olduğu gün,
ben de okulun etrafında durur, beraber İstanbul’a dönerdik. Enver Efendi’den
sonraki ilk görüşmemizde, Kuleli Lisesi’nden Vaniköy’e doğru gidiyorduk. Vapura
binecektik. Yolda: "Enver Beyi nasıl buldunuz?" buyurdular. "Çok
iyi insan, insan görmüş insan, hele tavşan ve kaplumbağa teşbihi ve
hakkınızdaki kanâatleri çok hoşuma gitti, Hocam" dedim.
"Estağfirullah, tevazuundan öyle söyledi. Öyleleri ni'meti hep başkasında
görür. Siz onun demesine bakmayın, kardeşim" dediler. Orasını bilmem, ama
benim hoşuma gitti, dedim ve gülüştük. Konuşarak vapura bindik. Bilet
almadığımı dahi unuttum. Çünkü onlarla konuşmağa dalmıştık. Biletçi geldi.
Biletim yok, dedim. Hocam: "Bu benim talebemdir. Ankara’dan beni görmeğe
geldi, konuşarak vapura bindik. Kusuruna bakmayın" dedi. Biletçi, peki
albayım, önemi yok, deyip gitti.
Biz Sâlim Bey amcanın
Beylerbeyi’ndeki evinin çatı katını kirâlayan İsmâil Silleli ağabeyin evinde
kalıyorduk. Zeki Bey kardeşim de, Sabrî Bey vâsıtasıyla onbeş gün istirahat
almış, İstanbul’a beraber gelmiştik. Ve Zeki’nin son günü idi. Gece trenle
Ankara’ya dönecekti. Hocamız o akşam Sâlim Bey amcanın evine geldiler, orada
toplandık. Sâlim Bey amca, harbde bir kolu kesilmiş, ma'lûl mutekaid bir subay
idi. Hayatında sakalına ustura vurmamış, uzun boylu, sevimli, kültürlü, hâfız-ı
Kur'ân evliyâ gibi bir Osmanlı Efendisi idi. Efendi hazretlerinin İstanbul’da,
kırâatini beğendiği, bir elin parmaklarının sayısından az zevâttan biri idi.
İlim sâhibi, halîm selîm, müeddeb, az konuşur, çok bilir, ender insanlardandı.
Allahü teâlâ rahmetine gark etsin.
O akşam Hocamız, Nefehât-ül Üns kitâbından
okudular, anlattılar. Onlar okuyup anlatırken, yazdıklarımı kırkdört sene sonra
bir kere daha yazayım, siz de okuyun. Şeyh Ebu Saîd Ebûl-hayr (kuddise sirruh),
sonbaharda yaprakları sararmış bir ağaca bakar ve şöyle seslenir:
Sen güneşin te'siriyle böyle sararmış isen,
Benim sararıp solmam, hep hakîkî güneşten.
Birisi için, bu adam su
üzerinde yürüyor, dediler, şeyh hazretleri, ördekler de, kurbağalar da su
üzerinde yürür, buyurdu. Filân kimse havada uçuyor, dediler. Sinekler de havâda
uçar buyurdu. Bir kimse için, gözünü kapayınca, kendini Mekke-i Mükerreme’de
görüyor, dediler, şeytan da bir anda, istediği yerde bulunabilir. Bunlar
ma'rifet değil, ma'rifet sallallahü aleyhi ve sellem efendimize ittiba'dır,
buyurdu.
Kendisine, tasavvuf
nedir? sormuşlar. Zihnindeki bütün düşünceleri ve elinde ne varsa, hepsini
unutmak ve sana verilen şeylerin eri olmaktır" dedi.
Buyurdu: İnsan ile
Rabbi arasındaki uzaklık mesafesi, yer, gökler, Kürsi ve Arş değildir. Kendini
var saymak, benlik ucub ve tekerrübdür. Bu perdeleri aradan kaldırmalıdır.
Benlik perdesini aradan kaldıran Rabbine ulaşır.
—Allahü teâlâyı
zikretmek her şeyden büyüktür. Bir kimse Allahü teâlâyı çağırır, Onu isterse,
Allahü teâlâ da onu ister. Fakat Onun çağırması, istemesi seninki gibi
değildir.
—Bir genç bir ihtiyara
dedi ki, Allahü teâlâyı nerede arayayım? Cevâbında buyurdu: Ey bizim dostumuz!
Sen Onu nerede aradın da bulamadın. Her nerede
ararsan bulursun. "Arayan ve uğraşan bulur" sözü
meşhûrdur.
—Bir genç, bir
ihtiyarın yanına gelip, ondan nasîhat istedi. İhtiyar başını iğip, biraz
düşündü ve sonra başını kaldırdı ve, benden cevâb bekliyorsun, değil mi, dedi.
Evet, efendim, deyince, ihtiyâr: "Allahü teâlâya âid ne varsa, dile
gelmez, söylenemez, izâha sığmaz" dedi.
—Bin ay yaşadı. 445
(m.1 053) senesinde, Şa'banın dördü, Cum'a gecesi âhırete intikal etti.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî
(kuddise sirruh): Belh şehrinde 604 (m.1 207)de dünyâya geldi. Beş yaşında
iken, cinnîler, melekler ve büyük evliyânın rûhları kendisine görünürdü. Altı
yaşında iken arkadaşları ile damların üzerinde oynuyordu. Arkadaşları, bu
damdan şu dama atlıyalım mı, dediler. Mevlânâ, damdan dama atlamak köpeklere
mahsûsdur, isterseniz göklere yükselelim, dedi. Biraz sonra Mevlânâ’nın göklere
doğru çıktığı görülür. O âlemde çok garîb şeyler görür ve çok geçmeden geri
gelir. Ama rengi benzi solgun vaziyettedir. Neredeydin, diyenlere: "Sizin
bağırmanız üzerine geldim, yoksa bu kadar çabuk dönmezdim" dedi.
—Sohbetten muhabbet
hâsıl olur, derdi.
—Kuş yerden uçar,
göklere yetişemez, ama avcının tuzağından kurtulur ya! Bir kimse de, büyüklerin
yoluna girer, onların arasında, sohbetinde bulunursa, kemâle erişmese de,
düşmanlarından kurtulur ya!
—Dünyayı sevenlerden
biri Mevlânâ’ya geldi ve size huzûr ve rahat veremediğime üzülüyorum, dedi.
Mevlânâ: "Başkaları seninle görüşmekten ne kadar zevk alıyorlarsa, biz de
senin, yanımıza gelmemenden o kadar memnûn oluyoruz" buyurdu.
- Bütün üzüntüler, kalbi bu dünyâya
bağlamaktan ileri gelir. Mertlik, bu dünyâya bağlı ve bağı kalmamaktır. Değişen
her şeyin geçici olduğunu bilmelisin. Seni inciteni incitmeyesin, bu
mertliktir. İncitilmesi lâzım geleni incitmezsen, bu da civânmertliktir.
—Ney sesi, Cennetin kapısının
sesi gibidir. Biz de o sesi duyuyoruz. Ama Hazret-i Mevlânâ gibi tatlı
işitemiyoruz. Mevlânâ buyurdu ki, bizim duyduğumuz ses, kapının açılma sesi,
sizinki ise kapanma sesidir.
Bir gün odasında yalnız
oturuyordu. Birisi geldi ve niçin yalnız oturuyorsunuz? dedi. Cevâbında:
"Ben yalnız değildim, dostumla beraberdim. Sen geldin, beni O’ndan
[Allah’dan] ayırdın, yalnız bıraktın" buyurdu.
"Günâhdan korkanın
arkasında kılınan namaz, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
arkasında kılınan namaz gibidir" Hadîs-i şerîf.
Derviş günâh işler mi,
diye Mevlânâ’ya sormuşlar. "Karnı acıkmadan sofraya oturmak onların
günâhıdır, buyurdu.
Yine o günlerde idi.
Hocamla Emînönü’nde buluştuk. Mercan yokuşundaki Eski Valide Han'a uğradık.
Orada Ziyâ Bey amcanın dokuma atelyesi vardı. Oradan Bâyezid’deki Bakırcılar
civarında camcılık yapan teyzezâdelerine uğradık. Ben oruclu idim. Hocamıza,
çay ısmarlarken, ben orucum, dedim. O zaman ben de içmeyeyim, buyurdular. Zâten
Hocamız az çay içerdi. Oradan kalktık. Fâtihe doğru yürürken buyurdular ki:
"Bu teyzezâdem, dükkânı için benden para istedi. Sıla-i rahm [yakın
akrabaya yardım] farz olduğu için paramı ona verdim. Kurban bayramı geldi.
Yanımda kurban alacak para yoktu. Kurban vâcib, sıla-ı rahm farz olduğundan, farzı
tercîh ettim ve yanımda kurban parası olmadığından seferî olmakla vâcibin
iskatı mümkündür, fetvâsınca, Bursa’ya gittim." Şerîati bu şekilde canlı
tatbîkinden, ne kadar uyanık ve günâh işlememek için ilimle ameli birbirine ne
kadar çok yaklaştırdıklarının şâhidi oldum.
Ramazan-ı şerîfin
onbeşinden sonra Hırka-ı Seâdet, Hırka-ı Şerîf Câmi'inde ziyârete açılırdı. Bir
gün Ziyâ Bey amca, Tâhir efendi ve Hâbil beyle birlikte Hırka-ı Seâdet’i
ziyârete gittik. Efendi hazretlerinin seçkin eshâbı idiler. Onlarla bulunmamı
Hocam tavsiye etmişti. Ziyâretten sonra, Hırka-ı Seâdet’in katında bulunan
câmi' kısmına girip, vaktin gelmesini bekledik. Orada Ziyâ Bey amca, bana:
"Namaz kılarken pantalon paçalarını yukarı çekmeyin, iyi değildir. Belki
yapanlar var, onlar belki usûlünü de biliyorlar, ama siz yapmasanız iyi olur.
Efendi’den görmedik ve yapmadık" buyurdu.
Akşamleyin Ziyâ Bey
amca ve bir başkası ile birlikte, Ziyâ Bey amcanın kıble tarafı bitişiğinde
köşe başında, ya’nî Müstakîmzâde sokağı ile Yûsuf Ziyâ Paşa sokağının kesiştiği
yerdeki binâda oturan Tâhir efendiyi ziyârete gittik. Tâhir efendiyi kendinden
dinleyelim: Ben Erbil’de doğdum ve tahsîlimi orada yaptım. İyi okudum. Arabî ve
fârisîyi iyi bilirim. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimleri tahsîl etmiş, her mecliste
söz sâhibi denecek ilmim vardı. Bir gün beni Abdülhakîm Efendi’ye (Kuddise
sirruh) götürdüler. Maksadım, orada da söz sâhibi durumunda olmaktı. hattâ
huzurda da kendisine çok yakın bir sandalyede oturdum. Sonra konuşmağa
başladılar. Sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Konuşuyorlar ve
bilmediğim, duymadığım ma'nâlar beyân ediyorlardı. Yakınlarında durmağa hayâ
ettim, birâz geri çekildim. Biraz daha... Biraz daha derken, kendimi kapının
önünde, nerede ise dışarıda sayılacak yerde buldum.
Sonra Tâhir efendi
devâm etti: "Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna
dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana:"Tâhir efendi,
evinde kitâb kalmasın, hepsini evden çıkar, Başkalarına ver" buyurdu.
Kıymetli kitâblarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, bir kaç kitâb
çıkardım. Yatsıdan sonra yattım. Efendi hazretlerini gördüm. "Tâhir,
kitâbları evden çıkardın mı?" buyurdu. Kalktım, abdest aldım. İki rek'ât
namaz kıldım, yattım. Henüz uyumamıştım ki, Efendi geldi ve: "Hâlâ
kitâbları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Kalktım
bütün kitâbları çuvallara doldurup, evden çıkardım. Geldim, yattım. Ancak
uyuyabildim. Sonradan anladım ki, beni terbiye etmek için, kitâblardan
uzaklaştırıp, o zamana kadar bende olanları benden alıp, kendinde olanları bana
vermek için bu yolu seçmişti. Allah ondan râzı olsun!”
Yine ondan dinledim: Ne
zaman Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Bey’e bir
kitâb verir, okutur ve izâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ
Bey2e kitâb okutup, kendileri izâh ediyorlardı. İçimden, benim arabîm ve
fârisîm Ziyâ Bey’inkinden daha iyidir, niçin hep ona okuturlar da bana hiç
okutmazlar, diye geçti. O gece rüyâda Efendi hazretlerinin huzûrûnda idim. Gene
Ziyâ Bey’e bir kitâb vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Bey’i sarıklı, âlim
kıyâfetinde gördüm. Efendi hazretleri Ziyâ Bey’i bana gösterip: "Tâhir,
biz boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca içimden geçen o düşünceye
çok pişman oldum.
Tâhir efendiden
dinledim: Üsküdâr’da un dükkânım vardı. Efendi hazretlerinin sohbet ve bereketi
ile o hâle gelmiştim ki, yoldan bir cenâze geçse, saîd veya şakî [iyi veya
kötü] olduğunu kokusundan anlardım. Bir tabuttan çok güzel koku gelir,
dayanamaz, dükkânı bırakır, ona koşardım. Kiminden de, o kadar pis, kötü
kokular alırdım ki, dükkânımın kepenklerini içeriden çeker, o kokudan kurtulmak
isterdim. Efendi hazretlerinin sağlığındaki büyük tasarruflarının bu cinsten
çok eserlerini görmüşüm. Ama O’ndan sonra burnumuz ve kalbimiz koku almaz oldu.
Allahü teâlâ sonumuzu hayr eylesin.
Başlamışken Tâhir
efendiyi biraz daha dinleyelim: Rüyâda tren istasyonunda tren bekliyorum. Tren
geldi. Pencereden Efendi bana bakıp tebessüm ediyor. Gitmek, yürümek, koşmak,
trene binmek istiyorum, ama elbisemin ceblerinde sanki kurşun külçeleri var. O
kadar ağır, yürüyemiyorum. Gözümün önünde Efendi’nin treni kaçıyor ve on metre
mesâfeden trene binemiyorum diye hayıflanıyorum. O sırada Efendi’nin sesini
duydum: "Tâhir, ağırlıklarını at da gel" buyurdu. Uyanınca,
ağırlıkların dünyâ bağları olduğunu anladım.
Bu Tâhir efendiyi
ziyâret etmemi Hocam bana söylemişti. Onun için Fâtih’te oturduğum seneler,
evlerimiz çok yakın olduğundan hemen her pazar günü ziyâretine gider, Efendi
hazretlerinden konuşurduk. Bu yüzden aramızda sır kalmamış idi. Bir gün şöyle
anlattı: Efendi hazretleri dükkânına uğradı. Rafta birkaç kitâb vardı. Gözleri
kitâblara ilişince, içlerinden birini aldılar ve açıp okudular. O sahîfede
şöyle yazıyordu:
Evliyâ dört çeşittir:
1
-
Evliyâ olduğunu kendi de bilir, insanlar da bilir,
2- Evliyâ olduğunu kendisi bilir,
insanlar bilmez.
3- Evliyâ olduğunu kendisi bilmez,
insanlar bilir.
4- Evliyâ olduğunu kendi de bilmez,
insanlar da bilmez.
Sonra kitâbı kapayıp
yerine koydular ve: "Tâhir, siz, bu dördüncü gurubda olanlardansınız"
buyurup dükkândan çıktılar.
Şöyle anlattı: Bir gün
Efendi’ye çıkıyordum. Kendi kendime, bu iş, ya’nî bu yolda kemâle gelmek, bizim
gayretimizle mümkün değil. Efendi’den himmet ve teveccüh isteyeyim, düşündüm.
Huzûruna vardığımda, bahçede idiler. Hoşbeşden sonra: "Tâhir, şu ne
ağacıdır?” buyurdu. "Manolya”, dedi. Şu, nedir? Buyurdu. Gül, dedim.
Şunlar, dedi. Çimen, dedim. Bunların, toprağı, suyu, havası, aynıdır da, niçin
farklılardır. Demek ki, istidâtları o kadardır, buyurdu ve benim istidâdıma
işâret ettiler. Afv edersiniz efendim, dedim.
Bu Tâhir efendi ile çok
zaman beraber olduk. Menkıbelerinden bu kadarıyla iktifâ edelim. Bu arada
hâtırıma gelmişken şunu da söyleyeyim. Bir gün Hocamızla Tâhir efendilerden
bahsediyorduk. Şöyle anlattılar: Efendim, Tâhir efendinin hanımı, bir şeyden
Tâhir efendiye kızmış da, "Efendi hazretleri bir gül idi, yanındakiler hep
diken çıktı" dedi. Demek ki, o zamanki hanımların kızmalarında dahi bir
edeb vardı. 1966’da vefât etti. Bağlum’dadır.
Sözümüze gelelim. Tâhir
efendinin evine gelmiştik. O gece çok şeyler konuşuldu. Konuşulanlardan
bazıları Tâhir efendinin yukarıda yazdıklarımızdan bir kısmı idi. Ziyâ Bey
amca, orada kızmak ve kızgınlığını yenmek ve sabır hakkında konuştu. Bir ara:
"Gadab [kızgınlık] cinnet ile başlar, nedâmetle [pişmanlıkla] son bulur.
Akıllı olan cinnete kapılmaz, kendine hâkim olur" buyurdu ve ardından:
"Kızan kimse, bir kibritle bir evi yakana benzer. Kibrit evi yakar, ama
kendisi de yanar. O halde kibrit gibi olmamalıyız. Ne evi, ne kendimizi yakmamalıyız.
Hadîs-i şerîfde: "Sizin kuvvetliniz, hasmını yeneniniz değil, nefsini
yeneninizdir" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de: "Gadab, şeytânın
vesvesesinden hâsıl olur. Şeytân ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile
söndürülür. Kızınca, abdest alınız" buyuruldu. Ayrıca, kızınca, e'üzü
Besmele ile iki e’üzüyü okumalıdır. İnsan gadaba gelince, aklı örtülür, dînin
hududunu aşar. Bunun için hadîs-i şerîfde: "Kızan kimse ayakta ise
otursun. Hâlâ devâm ediyorsa, yan yatsın" buyuruldu.
Ziyâ Bey amcanın
fâziletini Hocamdan dinlediğim için, Hocamı göremediğim zamanlar, onunla olmak,
ondan istifâde etmek istiyordum. Yakînen biliyordum ki, Efendi hazretlerinin
husûsî muhabbetine, her ikisi de mazhar olmuş, birine kardeş, diğerine ma'nevî
evlâd muâmelesi yapmış idi. Ziyâ Bey amca, ekseriyâ öğle namazlarını Fâtih
Câmi'inde kıldığından, o sâatlerde ben de oraya gider, görüşürdük. Elini öpmek
isterdim, öptürmek istemezdi, ama ısrar edince Efendiliğinden müsaade ederdi.
Bir gün bir arkadaşla
Ziyâ Bey amcanın evine gittik. İkindi namazını arkasında kıldık. Sarığının
fesi, fes rengi idi. Burada bir şeyi hatırlamışken yazayım: Enver Ören ağabey
anlattı: Fârûk Koca ile bayramda Ziyâ Bey amcaya gittik. Bayramlaştık,
konuştuk. Size üç bayram hediyesi vereyim, dedi. "Evinizde sarıksız namaz
kılmayın, dâima âbdestli bulunun ve abdestli yatmağa dikkat edin" buyurdu.
Enver ağabey anlattı: "Ziyâ Bey amca, bize âhırette Cennette insanların
birbirini tanıyacağı, tanıdıkların bir araya geleceğini anlatırken, efendim,
orada nerede buluşuruz, dedim de, Ziyâ Bey amca ciddileşip: "Öbür dünyâda
Cehennemde yanıp yanıp ve sonunda çıkarılıp Cennete götürülenlere kahraman gözü
ile bakılacakken, siz benden adres istiyorsunuz" buyurdu.
Sözümüze gelelim. Ziyâ
Bey amca bize Efendi’den anlatıyordu. Dedi ki: "Efendi bir gün Bâyezid
Câmi'indeki va'zından sonra sahaflara uğramış, orada cildi ve kılıfı meşin, çok
güzel yazılmış, altı cildi bir arada Mektûbât gördüğünü eshâbına söylemiş, ama
hiç kimse gidip satın almamış. Bir hafta sonra bakmış kitâb yerinde durur.
Fiyatı beş-on altınmış. Kendileri satın alıp, bana hediye ettiler.
"Getireyim" buyurup, getirdiler. Teberrüken sizden bir mektûb
dinliyelim, dedim. Altıncı cildin en son mektûbunu Farsça okuyup sonra terceme
ettiler. Dilerseniz, o Mektûbun terceme ettikleri kısmını yazayım:
6.Cild, 250. Mektûb.
Allahü teâlâya hamd, seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Azîz kardeşim hâcı
Muhammed Âşur! Son nefeste îmânla gitmeğe sebeb olacak selâm ve iyi dualarımı
bildiririm. Sevginizi bildiren mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Eshâbınızın
bir araya gelip, bir cemâ’at teşkîl ettiklerini yazıyorsunuz. Allahü teâlâ
dostlarımızı, cem'iyyetle [dünyâ düşüncelerinden kurtarıp, dâima kendisi ile
olmakla] bulundursun, ilerleme yollarını açsın. Mektûbunuzda, teveccühü nasıl yapacağımı
bana bildirmediniz, diyorsunuz. Kardeşim, teveccüh belli bir şeydir, açıklamağa
luzûm yoktur. Kalbinize hangi yolla teveccüh ediyorsanız, tâlibin kalbine de o
yolla teveccüh edersiniz.
Sevenleriniz halkada oturur, siz de aralarında olursunuz ve büyüklerin
kalblerine müteveccih olursunuz. Dâima vakitlerinizi değerlendiriniz ve beşerî
vücüdün nefyine [fenaya kavuşmak için] can bahasına çalışınız ve dostlarımızı
dua ile anınız. Evvel ve âhırınız selâmette olsun! M. Ma’sûm Fârûkî.
Ziyâ Bey amca, bu mektûbu
bitirince, siz teveccühün nasıl yapıldığını biliyor musunuz, diye bize sordu.
Bilmiyoruz dedik. "Ben size anlatayım”, Efendi’nin o zamanlarına ben
yetiştim”, buyurdular ve şöyle anlattılar: Tekkeler kapatılmadan önce, her
hafta çarşamba günü, ikindi namazını Efendi hazretlerinin câmi'inde kıldıktan
sonra, çocuklar ve ehil olmıyanlar, dışarı çıkarılır, pencereler kapanır,
teveccüh halkasında otururduk. Efendi hazretleri sıra ile herkesi kucaklar,
mubârek göğsünü eshâbının her birinin kalbi üzerine koyar, kucaklar, bir müddet
öylece dururdu. Buna teveccüh denirdi. Bu şekilde kalbdeki zulmetleri temizler,
günâh pisliklerinden kurtarırdı. Halkadakiler bitince, dışarı çıkar, iki rek'at
namaz kılıp kendini de temizlerdi. O zamanki eshâbının hâli bambaşka idi. Sanki
bir başka âlemde olurduk.Dünyâ hattâ çoluk-çocuk düşüncesi de kalmadığını
bilirdim. Şimdi o hallerimiz nerede? İnşaallah bu hastalıklarım, günâhlarıma
keffaret olur."
Yine Ziyâ Bey amca
buyurdu ki: "Evlâdım, bizim kıldığımız namaz, esas namazın sûretinin
sûretinin sûretinin sûretidir. İnşaallahü teâlâ ömrümüzün sonundaki
namazlarımızı hakîkî namazlardan kabûl eder de kurtuluruz."
Hocamızın oğlu
Abdülhakîm’in doğumuna yakın Ziyâ Bey amcanın gördüğü ve kendi el yazısı ile
kaleme alıp, çerçevelettirdiği yazıyı, 1960 senesi kışında Hocamın evinde
kaldığım zaman Abdülhakîm kardeşimin baş ucundaki levhadan yazıp aldım.
Aynen yazıyorum:
1
-
1364 (m.1 945) târihinde Îşân’ın rûhu âşikâr olarak iltifât etti.
2- Müşârün ileyhin sîreti kerîmi pek
latîf olup hilm ve ziyâ ile tecelli etti ve rüyâda o büyük söyledi:
3- Bu müsafir ki geliyor, benim
rûhumdan münevver olmuştur.
4- Onun için benim ismimi ona koyun
ki,
5- Hakîm olan Hak teâlânın bendesi
olan Ziyâ bunu işitince ismini Abdülhakîm yapdı.
6- Ben de Allahü teâlâdan istiyorum
ki, o reşid, o büyük pîrin sırrından müstefîd olsun!
Buyurdu: Bir kadın için
dikiş makinesi ne büyük ni'mettir.
Ziyâ bey amca,
gerçekten baba insandı. Sevmeyenine rastlamadım. Dünyevî hiç bir garazı yok
idi. Yolunu, yönünü bulmuş, büyüklerin hâlleri ile hallenmiş, en azından Efendi
hazretlerinde fânî olmuş, yeryüzünde yürüyen ölülere sanki bir misâl idi.
Yukarıda anlatmağa
çalıştığım teveccüh ni'metlerini Hocama arz ettiğim zaman: "Kayınpeder
size ne güzel şeyler anlatıyor, bunları bize hiç anlatmış değil; helhalde
onunla münâsebetiniz iyidir" buyurdular. 1958’de hanımı ile kırk gün ara
ile vefât etti. Ölümünden biraz önce: "İyi adamlar, iyi hanımları
atlarının terkisine alıp gittiler" sözünü çok söylerdi.
Ziyâ bey amcadan Efendi
hazretleri ve bu yolun büyükleri hakkında çok sözler dinlediğim gibi, küfür ve
kâfirler ve hele son devrin habîs rûhları hakkında da çok hikâyeler dinledim.
Ama konumuz değiller, geçelim. Hocamızın sevdiklerinden birine yazdığı
mektûbdan alınmıştır:
"Kayınpederim Ziyâ
Bey 1958 Temmuzunun yirmidördüncü günü vefât eyledi ve tam kırk gün sonra
kayınvâlidem âhırete intikâl eyledi. Bu iki vak'a hepimizi dilhûn eyledi."
O zaman ben yaz tatilinde Sürmene’de
idim. Bu acı haberi duyunca çok üzüldüm ve henüz yirmi yaşında idim. Şu şiiri yazdım:
Ziyâ Bey amcanın vefâtı üzerine:
Âlem-î islâmın tek
iftîharı,
Terk-i hayât edip,
ağlattın bizi,
Ey gönül tahtının en büyük yârı Hem yetim, hem öksüz bıraktın
bizi.
Âlem-i islâmın nûru karardı,
Gönülde emsâlsiz bir yerin vardı,
Şimdi kalbimizi bir ateş sardı,
Efendim, aşkınla hep yaktın bizi.
Ey sînesi îmân, yüzü
nûr dolu,
Sen gösterdin bize hakîkî yolu Nûrun
parlatırdı şu İstanbul’u Îlâhi aşka sen bağladın bizi.
Rahmet-i Hudâdır sizlere derman Hurmetle elinden öptüğüm zaman
Derdin bana, etme; öpme Süleyman,
Umulmaz acıyla dağladın bizi.
1958
Ankara’da bulunduğumuz yıllar, en ziyâde
Efendi hazretlerinin kardeşleri Yûsuf efendinin oğlu Divân-ı Mûhasebe
reislerinden Fârûk Işık amca ile görüşürdük. Hocam, Efendi hazretlerinin, bu
yeğenini çok sevdiğini bildiğinden, onunla görüşmemi söylemişti. Ankara’da
yıllarca evine gittim. Hep dînden, Efendi’den, islâm düşmanlarının zararından,
cehlin felâketinden, hududu aşmanın, hukukun dışına taşmanın sü-i akıbetinden
bahs ederdi. Hele Efendi hazretlerinden bahs edince, gözleri dolardı. Fârûk bey
amcayı dinleyelim:
"Çok sene önce,
oğlum Nevzât, balkondan beton zemine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye
dar yetiştirdik. Biraz sonra ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş halde
idi. İstanbul’a götürdük. Hemen bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına
gösterdik. Ümidli olmadıklarını söylediler. Bir rum doktor, erken bunama
teşhîsi koydu ve şifâsı yoktur kararını verdi. Bülüğ çağındaki bu çocuğumuzu,
büyük amcası Efendi hazretlerinin himâye kanatlarının altına bıraktım. Çocuk,
tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde ona hep, nazar ettiler. Sadece:
"Mahzûnum, mahzûnum!" deyip, içlenerek, işi, Allahü teâlâya havâle
ettiler. Kırk gün sonra Nevzât, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve ma'nevî
bir sıhhate kavuştu.” Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Uzun yıllar D.S.İ’de
avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Şimdi (2002) hayattadır. En çok
seviştiğimiz zâtlardan biridir. Efendi’ye, babasına ve âilesine dâir çok şeyler
anlatmıştır.
Fârûk bey amca, asîl,
vakûr, mehîb, ciddî, vazîfeşinâs, müşfik, ma'lûmât sâhibi, güzel ahlâk ve edebi
ve Efendi hazretlerine bağlılığı ile meşhûr idi. Evinden işine gitmede o kadar
dakik idi ki, çevredekiler onun geçişinden sâatlerini ayarlarlardı. Divan-ı
Muhasebe 2. Dâire Reisliğinden emekli ve ardından Van senatörü olmuş, 1972
senesinde Ankara’da vefât etmiştir.
Kızı Fârıka hanım,
ileride anlatacağımız Sabrî bey ile evli idi. Diğer oğlu Rüchan, Ankara Siyasal
Bilgiler Fakültesinde profesör idi. 1971 de Çalışma Bakanlığı müsteşarlığı
yapmış, daha sonra fakültede ve T.R.T de çalışmış, sonra beyne’l-milel bir çok
teşkilatta T.C’ini temsil etmiş ve etmektedir. Allah selâmet ve iki dünyâ
seâdeti versin.
Abdülhakîm Efendi
(kuddise sirruh), birâderzâdesi işbu Fârûk bey amcayı çok severdi. Birisini
medh etmek isteseydi: "Fârûk hâric, hepimizden iyidir" derdi. Kabri,
Efendi hazretlerinin ayak ucundadır. Efendi hazretlerinin yâdigârı olan asâyı,
kendisi ile birlikte defn etmelerini evlâdına vasıyyet etmiş ve beraber defn
edilmişlerdir.
Efendi hazretlerinin polisler
tarafından evi basılıp, hiç bir şey bulamadıklarında, hocası Seyyid Fehîm
hazretlerinin hâtırası olarak sakladığı sarıkla cübbeyi alıp götürmüşlerdi.
İşte o zaman Fârûk bey amca, onları karakoldan alıp tekrâr Efendi’ye
getirmişti.
Fârûk bey amcanın
babası, kendisi ve çocukları hep hukukçu idiler. Çok zamanlarımız birlikte
geçti. Allahü teâlâ râzı olduğu kullarına ilhak eylesin ve samîmi duâmı Ceddi
(sallallahü aleyhi ve sellem) hurmetine kabûl buyursun.
Ankara’da Hocamızın
tavsiyesi üzere görüştüğüm zevâttan biri de askerî diş tabîbi Sabrî Gökkaya
ağabeyimiz idi. Onun için, Hocamız bana,:"Sabrî bey, Efendi’nin gizli
taraflarını bilir, onu eşmeğe bakın" buyurmuştu. İnşallah, ileride yeri
gelince bahsedeceğim.
Hocamızın tavsiye ettiklerinden biri de,
vaktiyle kendilerinin Hamamönü’nde evinde oturdukları Hoca Mehmed Haksever
efendi idi. Evinin yanında bakkal dükkânı vardı. Hiç bir zaman sattığı malı
medh etmezdi. Bir müşteri gelip, zeytinin nasıldır, dese, zeytin işte, derdi.
Hocamız bir müddet onun evinde kiracı kalmıştı. Kardeş gibi olmuşlardı. Hocamız
bir akşam eve geç gelse de, hanımefendileri üzülse, eve geldiğinde Mehmed
efendi, Hocamızı azarlardı. Bunları Hocam bana anlattı. Hocamız oradan
ayrıldıktan sonra da muhabbetleri ve görüşmeleri devâm etti. İstanbul’daki
evlerinde ve bir zaman Bursa’da ben de sohbetlerinde bulundum. Mehmed efendi
ile görüşemedikleri zaman mektûblaşırlardı. Mehmed efendi Hocamızın bütün
mektûblarını saklardı. Hepsini kendisinden alıp yazdım. On altı adettirler.
Defterimde saklıyorum. İsterseniz bir tanesini arz edeyim:
9-
Rebî'ül-evvel
- 1 378 - Salı
Ve aleyküm selâm ve
rahmetullahi ve berekâtühü, muhterem fazîletli elhâc Mehmed Haksever kardeşim!
Ziyâret-i Harameyn-i
şerîfeynden sihhat ve âfiyyetle kudûm-i şerîfiniz bu fakîri ziyâdesiyle memnûn
eyledi. Cenâb-ı Hak tekrârı ile şereflendirsin. Attâr dükkânından çıkan her
şey, latîf râyıha neşr eylediği gibi, zât-i âliniz de her sene Harameyn-i
şerîfeyne mahsûs olan eltâf ve envâr-ı ilâhîye deryasına gark olarak nûr hâlini
aldığınız muhakkaktır. Siz bu hâle belki vâkıf olmazsınız. Fakat aşk ile, şevk
ile olan maiyyetin [beraberliğin] tesiri inkâr olunamaz. Bizler için ne büyük
seâdettir ki, o makamât-ı mukaddesede ve o deryâ-yı rahmet içerisinde, kalbiniz
mâsivâdan tecerrüd edip, tecelliyât-ı samedaniyye ile memlû [dolu] iken, bu
fakîrleri yâd buyurmak [hatırlamak] şerefini ihsân buyurmuşsunuz.
Birinci mektûbunuzda
tebşîr buyurduğunuz vecihle Vehhâbîlere âid iki ilmihâl kitâbını alıp getirmiş
olduğunuz buna bâriz bir şâhiddir. Cenâb-ı Mevlâ-yı müteâl ecrinizi mezîd ve
lutuflarınızın mükâfâtını kat kat tezyid buyursun. Kayınpederim Ziyâ bey,
Temmuzun yirmi dördüncü günü vefât eyledi. Ve tam kırk gün sonra kayın vâlidem
âhırete intikal eyledi. Bu iki vak'a hepimizi dilhûn eyledi [kalbimizi kana
boğdu]. Her ikisi de, kelîme-i tevhîd okuyarak refîk-ı a'lâya, makamât-ı
âliyyeye [yüce makamlara] vâsıl oldular. Fakat bizleri ateş-i fırak ile
[ayrılık ateşiyle] dilsûz eylediler [yaktılar]. Kazâ-ı ilâhîye sabr ile
vezâif-i bendegiyi [kulluk vazîfelerini] ifâya say ediyoruz. [yerine getirmeye
çalışıyoruz]. Dua ve Fâtiha ihsân buyurmanızı istirham eyleriz. Dâhilden dâhile
selâm ve hurmet ediyorlar.
İkinci mektûbunuzdaki
dua ve teveccühlerinize çok teşekkür ediyoruz. Abdülhakîm ve Dilvîn mübârek ellerinizden
öperler. Seâdet-i Ebediyye kitâbımızın, birinci kısmı ikinci tab'ı [baskısı]
dörtyüz sahîfe olarak yeniden çıktı. Alî efendi kardeşimiz Hâcı Bayram’dan alıp
okusun. İçinde gençlere fâideli çok şeyler var. İstanbul’a teşrîfiniz ve
lezzetli sohbetlerinizi çok bekliyoruz.
Kıymetli dualarınızın devâmını istirham
eder, âcizane dualarımı takdîm eylerim ve oradaki müslüman kardeşlerime selâm
eylerim, efendim. Mevlid-i nebî kandilinizi ayrıca tebrîk ederim efendim.
Kardeşiniz Hüseyin Hilmî.
Yer müsâid olsaydı, hepsini yazardım.
Azdan çoğa işâret vardır, demişlerdir.
Hacı Mehmed efendinin
evinde idik. Şöyle anlattı: Alman imparatoru ikinci Vilhelm, Şam'a gitmiş,
orada Selahaddin Eyyûbi’nin kabrini ziyaret etmişti. Türbeyi uzaktan görünce,
attan inmiş, kapıya gelince, âvize ve benzeri hediyeleri içeri gönderip,
kendisi sürünerek türbeye girmiş ve ziyâretten sonra aynı işleri yaparak
dönmüş, murahhaslar koskoca Alman imparatorluğunu küçük düşürdünüz, diye
sitemâmiz konuşunca: "Benim bu büyük sultana teşekkür borcum vardı, onu
yerine getirdim" cevâbını vermiş, nereden kalmadır, soranlara Cihâd-ı
mukaddes [Haçlı savaşları] esnâsında, Avrupa’dan kırk tane prens, bu hükümdâra
teslim olmuş, o hepsini bir yere toplayıp, size ne muâmele etmemi
bekliyorsunuz, siz benim yerime
olsaydınız, bize ne muâmele ederdiniz, diye sormuş da, prenslerin hepsi sizi
öldürürdük, biz de sizden ölümümüzü bekliyoruz, demişler. Ama o büyük sultan:
"Hayır, sizi öldürmeyeceğim; hepiniz ülkelerinize dönün, isterseniz asker
toplayıp gelin, ama bilin ki yenileceksiniz ve o zaman âkıbetiniz şimdiki gibi
olmayabilir" buyurmuştu. O prenslerden biri de benim ceddim idi. Onu o
zaman serbest bırakmasaydı, ben bugün olmazdım. Onun teşekkürü için geldim. Bu
saygı ve teşekkürle biraz rahatladım, cevâbını verdi.
Hacı Mehmed Efendi, İstanbul’da Emîn
efendi ekolüne mensubdu. Emîn efendi [Oflu], talebesi Hüsrev efendi, onun da
talebesi Süleyman efendi olup, Fâtih ders-i âmlarından [hocalarından] idiler.
Hocamızdan dinledim:
Ankara’dan İstanbul’a gelecektim. Hacı Mehmed efendi, bağlı olduğu Süleyman
efendiye vermem için bana bir zarf verdi. Herhalde içinde para vardı.
İstanbul’a gidince, Fâtih Câmi'i civarındaki evini buldum. Kapıyı çaldım. Kapı
açıldı. Uzun boylu, sarıklı, cübbeli ulemâ zeyyinde bir zât çıktı. Selâmdan
sonra, kendisine hacı Mehmed efendinin selâmını söyledim ve emanetini uzâttım.
Teşekkür etti ve: "Ankara’ya döneceğiniz zaman uğrarsınız. Cevâbını takdîm
ederim" dedi. Döneceğim gün uğradım. Bir mektûb verdi. Oradan ayrılıp
Abdülhakîm efendiye (kuddise sirruh) geldim. Elini öptüm, edeble oturdum,
başımı önüme iğdim. Neden başımı önüme iğdim diyorum, biliyor musunuz?
Anlatayım. Bir gün Efendi’nin sohbetinde, iki defa yüzüne bakmak için başımı
kaldırdım da, ikisinde de göz göze geldik, o başını çevirdi, ben de başımı
önüme iğdim. Demek ki, benim başım önüme iğik iken, o bana nazar ediyormuş.
İkisinde de, ne kadar mahcûb oldum, bir bilseniz! Onun için, ondan sonra
huzûrunda başımı önüme iğdim ve oturdum. Çünkü büyüklerle göz göze gelmek hoş
bir şey değildir. Sözümüze gelelim:
Efendi hazretleri,
Hilmî nereden geliyorsun? buyurdu. Anlattım. "Mektûb yanınızda
mıdır?" buyurdu. Evet efendim, dedim. "Açın, okuyun" buyurdu. O
zamana kadar böyle bir şey yaptıklarına hiç şâhîd olmamıştım. Taaccüb ettim, ama
emr etmişlerdi, açtım, okudum. Uzun bir mektûbdu. İçinde, üç ay sonra
müslümanların şöyle bir zaferi olacak, altı ay sonra müslümanlar şöyle
rahatlayacak, bir sene sonra memleketimizde müslümanlara şu imkânlar, iki sene
sonra şu kolaylıklar sağlanacak şeklinde, baştan sona gaybî haberlerle dolu
idi. Bitirdiğim zaman, bitti mi? buyurdular. Bitti efendim, dedim.
"Zarfına koyun; kapatın, hepsi yalan, hepsi yalan” buyurdular.
Hacı Mehmed efendi, temiz, dürüst,
doğru, sâlih bir mü’min idi. Kırk
kadar hac yaptı. Ankara’da herkes
tanırdı, onun için vekâleti olan, onu bedelle hacca gönderirdi. Allah rahmet
eylesin.
Ankara’da okurken, arz
ettiğim gibi, her izin, tatil ve fırsatta İstanbul’a, hocamızı ziyârete ve
sohbetinde bulunmağa gelirdim. Gerçekten bedenim Ankara’da, kalbim İstanbul’da,
Onlarla beraberdi. Bir gece rüyâda, o kadar yükselmişim ki, ayın dünyâdan
mesafesi kadar aydan yukarı çıkmışım ve aya yukarıdan aşağı bakıyordum. Ertesi
gün bir imkân zuhûr etti ve akşamleyin İstanbul’a geldim. Demek ki, rüya, o haberin
müjdecisi imiş. İzmit Körfezi’nde denizi görünce, o kadar sevinirdim ki,
kendimi denizin üstünde uçuşan martılardan hafîf ve neş'eli bulur, bir an evvel
Hocama kavuşmak arzusu ve kalbimde Onlara beslediğim muhabbet helecana gelir,
kalbim normalin çok üstünde atmağa başlardı. Bana göre dünyâ, Türkiye; Türkiye,
İstanbul; İstanbul da Hocamın evi idi. Dünyam orası idi. O dünyâda hiç bir
keder, hiç bir ihtiras, ev, bark, âile düşüncesi yok idi. Sâdece Onlar ve
huzûrlarında muhabbetleri ile yanan bu garîb. Ah o günler. Gerçekten,
"geçmiş zaman olur ki, hayâlî cihân değer”, sözü ne güzel söylenmiştir.
Her gidişimde Mektûbât
okurlardı. Çünkü İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden sonra, bu yolun büyüklerinin
sohbetlerinde, hep Mektûbât okundu. "Ben Mektûbât’ı aslı üzere
Fârsça’sından okumak için fârisîyi öğrendim" buyurdular. O zaman, bir
kitâb için bir dil öğrenilir mi, düşündüm, ama sonunda ben de Onlar gibi,
Mektûbâtı aslî dilinden okumak için fârisîyi öğrendim.
Şöyle anlattılar:
Mehmed Emîn Tokadî [kuddise sirruh] Mekkede Ahmed-i Yekdest [tek kollu]
hazretlerinden kemâle geldi. Ahmed-i Yekdest, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
husûsî kahvesini kendisi pişirir, husûsî misafirlerine de o ikrâm ederdi.
Rahmetli Ahmed Mekkî efendiden duydum: "Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
husûsî misafirleri için her gün bir buçuk kilo kahve harcanırdı. Boş
zamanlarında Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetinde bulundu ve kemâle geldi.
Harameyn-i şerîfeyne mürşid olarak vazîfelendirildi. Muhammed Ma'sumun
velâyetteki yüceliğine bakın ki, ocakçı başısı Harameyn’de mürşid-i kâmil
olarak insanları irşâd ile vazîfelendirildi. İşte Mehmed Emin Tokadî hazretleri
bundan hilâfetle İstanbul’a gelip Zeyrek’te irşâda başladı. Mektûbât’ı yoktu.
Ahmed-i Yekdest hazretlerinden Mektûbât’tan dinlediklerini anlatırdı, ama
Reşâhattan okurdu. Sonra halîfelerinden Müstakîmzâde hazretleri Mektûbât’ı elde
edince, altı cildini de Osmanlıca’ya, ya'nî Türkçe’ye çevirdi ve büyük bir
hizmet etti." Ondan sonraki ilk terceme Hocamızın Mektûbât tercemesidir.
Allah hepsinden râzı olsun.
Her ni'metin hasedcisi
olur, kaidesince, Hocamızı da çekemeyenler oldu. Bu kurb-ı kıyâmette, Mudıl
ism-i şerîfinin tecelli ettiği bir zamanda, celâlin cemâli takaddum eylediği
bir âvânda insanlara bu kadar iyilik etmenin bir karşılığı, bir cezâsı
olacaktı. Ve oldu. 1960 eğitim ve öğretim yılı ortasında, ocak ayında Erzincan
As. Lisesi kimyâ öğretmenliğine tayîn olundu. Sebeb, her zamanki gibi, havadan
sudan bahâneler. Esas sebeb, tabiî ki Hocamızın hizmetlerinin akamete
uğratılmasıydı. İsti’fa etmedi. Erzincan'a gitti. Çünkü Efendi hazretlerinden:
"İsti'fa etmeyin" emrini duymuş idi.
Erzincan bir Anadolu
şehri, Lisedeki talebe saf, temiz rûhlu ana-baba evlâdı. Orada bulunduğu
beş-altı ay içinde o temiz rûhlu, îmânlı gençler etrafına toplandı. Kapının
biri kapanırsa, diğeri açılır, sözü gereğince, İstanbul’da bırakmış olduğu
talebenin mislini Allahü teâlâ Erzincan’da kendisine verdi.
Ben o zaman Ankara’da
idim. Üniversitede son senem idi. Hocamız, her ta'til, sömestr veya imkân
bulduğu zaman İstanbul’a geliyordu. Çünkü âilesini götürmemişlerdi. O zaman
altı senelik albay idiler. Geliş gidişlerinde ve İstanbul’da kalışlarında,
elimizden gelen her imkânı değerlendirip, Onlarla beraber olmağa çalışırdık.
Meselâ bir defasında İstanbul’a geçiyorlardı. Ankara Cebeci İstasyonu’nda tren
durunca, her arkadaş bir kompartımana bakacaktık. Hakkın hikmeti, benim
baktığım odadalarmış. Arkadaşlar, oraya gelinceye kadar, biz ikimiz baş başa
kaldık. Sonra: "Hadîs-i şerîfde: "Mü’minin firâsetinden korkun, çünkü
o, Allah’ın nûruyla bakar" buyuruldu. Süleyman bey de, firâsetiyle bizi
burada buldu”, dediler. Polatlı’ya kadar beraber gidecektik ve orada inip, biz
Ankara’ya dönecektik. Ankara’dan çıkarken akşam oldu. Hocamız, arkadaşlara —ki
iki üç kişi idiler— furkonda namazınızı kılın, gelin dediler. Biz ikimiz, Onlar
imâm, ben müezzin ve cemaat olup, kompartımanda namazı cemâ’atle kıldık. Trende
çok güzel şeylerden bahsettiler. Büyük evliyâdan biri [Muhyiddîn Arabî
hazretleri] namazda teşehhüdde esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi
ve berekâtühü derken, Resûlullah’ı baş gözüyle görmeseydi, namazını iâde
ederdi, buyurdular. Nitekim, Efendi hazretleri buyurur ki: Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) üç yerde ümmetine hâzır olur:
1- Namazda, teşehhüde, esselâmü aleyke
üyyühennebiyyü derken
2- Sekerât-ı mevt hâlinde, ya'nî
canını teslîm edeceği vakt.
3- Kabirde Münker ve Nekir süâl sormak
için geldiklerinde.
Bu çok mühim üç yerde
Resûlullah’ın ümmetine görünmesi, ümmetin seâdetine vesîle olmaklığı içindir,
İnşaallahü teâlâ. Polatlı’ya kadar sohbet ederek gittik.
Bir başka zaman Onlar
İstanbul’da iken, ben de İstanbul’a geldim. Herhalde şubat sömestr tatili idi.
Bir gün Karaköy’den Eminönü’ne doğru geliyorduk. "Hocam, siz Erzincan’a
dönerken, ben de Ankara’ya kadar sizinle gelmek istiyorum” diye arz ettim. İlle
de benimle beraber mi olmak istiyorsunuz? dediler. Evet efendim, dedim. O zaman
filân gün akşam üstü filân sâatteki trende biletinizi alın, ama kimseye
söylemeyin, buyurdular. Öyle yaptık. Kendilerinden öğrenen İsmail Silleli ve
Şâdî bey kardeşimiz onları geçirmeğe geldi. Gece yarısına kadar bizim odada
kaldık. Mektûbât okundu ve konpartımanımızda Erzincan’a gitmekte olan bir
adamla, dîn düşmanlarına dâir çok konuştular. İlk def’a masaya vurduklarını
orada gördüm. Geçirmeğe gelen arkadaşların Ârifiye’de inmelerini buyurdular.
Zâten İsmâil ağabey oraya kadar uyumuş idi. Okunanları ve konuşulanları
dinleyemedi. Polatlı yakınlarında sabah oldu. Hocamı namaza uyandırmak için,
yataklı vagondaki odalarına gittim ve: "Hocam sabah namazı vaktidir"
dedim. "Ben de şimdi namazı kıldım ve yattım" buyurdular.
Daha önce yeri
gelmişken Polatlı’da Onları karşıladığımız ve ellerini öpmeme müsaade
ettiklerini, Süleyman beye muhâlefet edemeyiz, o rüyâ ile hareket ediyor,
buyurduklarını yazmıştım.
1960 senesi 28
nisanında devrin başbakanı merhûm Menderes, Ankara Üniversitesine bir ay
mecbûrî izin vermişti. Siyâset ortamı karışıktı; bu yüzden talebenin Ankara’da
kalmamasını bir tedbir olarak görmüş idi. Herkes memleketine giderken, ben de Erzincanlı
kardeşim Lutfî beyle Erzincan’a gitmeğe karar verdim. Mayıs ayının ilk günleri
idi. Erzincan’a geldik. İki gündür başım ağrıyordu. Lutfî beyin evine gittik.
Kahvaltıdan sonra annesi ilaç verdi ve sonra Askeri Lise’ye Hocamızı ziyârete
gittik. Kapıyı çaldık. İçeriden, dünyâda en çok sevdiğim insanın, hocamın o
tatlı sesini duydum. "Buyurun, girin" dediler. Girdik. Selâmdan sonra
musafeha ettik. "Erzincan, Lutfî beyin memleketidir, siz niye
geldiniz?" dediler. Siz çağırdınız, dedim. "Hatırlamıyorum, ben size
buraya gelin dedim mi?” buyurdular. Evet, efendim, dedim. "Ne zaman, nasıl
demişim?" buyurdular. Mektûbda bana: "Kardeşim Süleyman, beni çok
sev, çok ara demiştiniz; aradım ve Sizi burada buldum, hocam”, diye arz edince,
"Tekrar hoşgeldiniz kardeşim" buyurdular. Çeşitli husûslarda
konuştuk. Bir ara,: "Şu caddenin ismi Trabzon caddesidir, Trabzon’a
gidecek misiniz?" buyurdular. Efendim, ben buraya geldim, dedim. Daha çok
memnûn oldular ve: "Nerede kalacaksınız?" buyurdular. Lutfî beyin evi
olabilir, dedim. "Âile evi uygun olmaz.
Âkif ve Selçuk teğmenlerin evi uygundur.
Siz orada kalın; ben de oraya gelirim, o arkadaşlara selâmımı söyleyin dediler.
Ve o andan itibaren benim Erzincan ziyâretim başlamış oldu. Yirmibeş gün
kaldım. Yirmidört gün Hocamla görüştüm. O bir gün de, Onların bizim eve, bizim
de Onları görmek için Liseye çıktığımız gün idi. Karşılaşamadık. Bu ziyâretin
hayatımda ayrı bir yeri vardır.
Erzincan’da yanlarında
İbni Âbidin, Mektûbât, Tezkiret-ül Evliyâ, Divân-ı Mevlânâ Hâlid ve benzeri
kitâblar vardı. Bu kitâbları Onlardan çok dinledim. Ez gubâr naka-ı Leylâ ki...
beytini orada bana yazıp verdiler. Ömer bin Fârid hazretlerinin,
İn nilte yâ rıhassaba
Yevmen ilâ ard-ıl harâm
diye başlayan kasîdesini de yazıp verdiler. Hâtıra olarak saklıyorum.
Büyüklerimize dâir o kadar muhabbet menkıbeleri ve mecâzi aşka dâir Leylâ ve
Mecnûn, Yûsuf ile Zelihâ hikâyeleri dinledim ki, hangisini yazayım: Meselâ
Zeliha, Yûsuf aleyhisselâmı o kadar severdi ki, onun sevgisinde fânî olmuş, aya
baksa, bu Yûsuf’dur, yıldızı görse Yûsuf’um, ağaca baksa, ah Yûsuf der olmuş
idi. Mecnûn Leylâ’nın aşkında o kadar ileri gitmiş, kendini unutmuştu ki,
ağzından, ben Leylâ’yım, sözü çıkıvermişti. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh)
bir gün Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir, utanarak, "Yâ
Resulullah, sizi o kadar çok seviyorum ki, değil başka yerde, helâda bile
mubârek cemâliniz gözümün önünden gitmiyor, sizden hayâ ediyorum" dedi.
Abdullah İbni Abbâs'a Hazret-i Âişe vâlidemiz, Resûlullah’ın aynasını vermişti.
Bakınca, aynada kendini değil, Resûlullah efendimizi görmüş idi. Muhabbetleri
onları, Resûlullah’da fenâ mertebesine ulaştırmıştı.
Yeri gelmişken bu
şekilde muhabbet ve aşk hikâyelerinden anlattıklarından hatırımda kalanları
buraya yazayım. Bir büyüğün açıklamalarına mevzû olmuş olduklarından inşaallah
okuyanlara fâideli olurlar, yâ'nî mecâzı aşktan hakîkî muhabbete yol bulurlar.
Abdülhakîm Efendi buyuruyor ki, hiç bir kimse Allahü teâlâya âşık olamaz. Çünkü
aşk, muhabbetin, sevmenin çoğuna diyorlar. Allahü teâlâ ne kadar sevilse,
lâyıktır ve azdır. Bunun için Onu sevmekte, icâbettiğinden çok denemez.
İnsanlarda ise aşk, gereğinden fazla sevmeğe denir. O halde, insanlar birbirine
âşık olabilir, ama Allahü teâlâya âşık olunmaz. Çünkü ne kadar sevilse, icâbeden
sevgiye ulaşılmaz, nerede kaldı ki çok, olsun. Mühim bilgidir, çok yerde lâzım
olur. Ama mecâzen Hak âşıkı denir.
Mecnûn bir köye gelir, Köy meydanında
yanan bir ateş görür. Hayır ola, bu ateş, neyin nesidir? sorar. Derler ki, bu
köyde çok güzel bir kız vardır .Bütün gençler ona âşıklar. O da gerçek âşıkla,
yalancıyı birbirinden ayırmak için bu ateşi yaktı, kendisi evinin balkonundan
bakıyor. Ateşin içine girip, ondan geçenin, gerçekten kendisini çok sevdiğini
görmek ister. Gençlere, hadi bakalım, gösterin aşkınızı der. Biri koşar, ateşin
sağından, diğeri solundan geçer. Biri gelir yanında durur. Hiç kimse ateşe
giremez ve hepsinin yalancı oldukları ortaya çıkar. Ama biri var ki, ateşe
doğru metanetle yürür, yürürken göz ucuyla kendisini yakan Leylâ’ya bakar.
Leylâ’nın aşk ateşini, ateşten sıcak bulur da, Bismillah deyip, ateşe girer ve
yürüyüp içinden geçer. Bütün gençler pür dikkat ona bakarlar ve alevler
arasında onu göremezler. Ama biraz sonra, biz bundan bir şey anlamadık, ateşe
hiç girmemiş gibisin derler. Mecnûn, siz ateş görmediniz, aşk denen alevleri
kalbde söndürmediniz, bu ateş kalbdeki ateşin yanında soğuk kalır, âşıkın kanı
ve gözyaşı ateşten çok sıcaktır, der ve döner Leylâ’ya:
Senin yaktığın kalbi, ateş yakamaz Leylâ
Ve sana bu göz ile, kimse bakamaz Leylâ Acıların, elemin, aşktır, en tatlısı
bil,
Ey Leylâ sana âşık olmayan insan değil... der.
Madem söz buraya geldi, Onların anlattıklarını manzum olarak
yazdığım, altı cilddeki Mektûbât sayısınca beyitten ibâret olan Divânımdan
birkaç sahîfe arz edeyim:
Mecâzî bir güzeli seven böyle olursa Yâ, hakîkî güzele bir gönül
tutulursa,
Onu ne ateş yakar, ne derya, deniz boğar.
Öyle büyük olur ki, âlemlere zor sığar.
Bu Hak âşıklarından Cüzeyrîdir birisi
Kuşatmıştır âlemi inleyen, yanık sesi Her beyti birer lavdır kalbindeki
volkandan Âlemlerin rabbine öyle âşık ki, candan.
Tutamaz kalbindeki aşk kıvılcımlarını
Tenhâ bir yerde döker Rabbine sırlarını Yanık yanık şiirler gelir yanan
kalbinden Birçokları anlamaz onun fasîh dilinden
Aşkını, sevgisini dökmek için Rabbine
Yaslanır da bir taşa ne gelirse kalbine
O hakîkî ma'şukun zülfünden, yanağından Beninden, gamzesinden, aşkından,
bakışından.
Kalbleri yakışından, canlara te'sirinden
Ağlayarak bahseder, sonra kalkar yerinden Feryad ve figanını duyan azîz
köylüler Civarın ağasının huzuruna giderler.
Derler, Cüzeyrî kızına aşıktır, iflâh
etmez Ve hep ondan bahs eder, uyumaz, yimez, içmez. -Der ki, veririm, âşık
yeter ma'şuka ersin Kerîmem evlenecek, varsın onla evlensin.
Cüzeyrîye müjdeyi vermek için köylüler,
Acele gitmek için sanki yarış ederler.
Gelirler, sevin, derler, artık elem bitiyor Hayâlindeki hayat
şimdi ele geçiyor.
-Hayrola, n'oldu size, neler söylüyorsunuz, Hayatı aşkta bulan
için ne diyorsunuz.
-Ağa kızını size verecek, biz söyledik,
-Cüzeyrî kızın için figan ediyor, dedik.
Yanık yanık şiirler söyler onu överdin
"Sende olan güzellik âlemde yoktur" derdin O emsâlsiz bakışın ve o
candan yakışın Bir görünüp, âşıkı yakmak mı senin işin?
Zülfünün her bir teli, gönlüme darağacı
Yâ bir an önce öldür, ya gel, hâlime acı O endam, o güzellik, o yalnızlık ve o
naz,
Sâhibi ne göklere ne de yere sığmaz.
Senin bir yerin vardır, gönülde aşkın tahtı,
Bir daha rûnümâ ol, sevindir bu bî-bahtı.
Etim sen, kemiğim sen, iliğim senden söyler Her zerrem seni
aşkla, tam muhabbetle sever
Ama gönlümdür yerin derdin onu överdin Ağanın kızı için yanık
yanık söylerdin.
Çünkü bu havâlide ondan güzeli yoktur Cüzeyrî der - dünyâda ağâ
ve kızı çoktur.
Tûr-i Sînâda Mûsa, görün, yâ Rabbi, dedi,
Len terânî nidâsı Allahdan ona geldi.
Beni görmek istersen, şu dağa nazar eyle! Tâhâmmülün var ise,
sonra göreyim söyle.
Hak tecelli edince, dağ cayır cayır yandı, Mûsa aleyhisselâm
düştü yere uzandı.
Ve kendine gelince Hakka tevbe eyledi Yâ Rab afv eyle beni, ilk
mü’min benim, dedi.
Resûlullah’ın mîrâc gecesi gördüğü Hak,
Zâtın kendisi idi. Oydu mahbub-i mutlak. Muhibler düşer iken, mahbûblar
yükseliyor Hatta Kâbe kavseyne, ev ednaya varıyor.
O güzeller güzeli Hazret-i Allaha ben,
Âşık olmuş yanarım, neler söylüyorsun
sen. İnsanlarla işim yok, düşünmem ağa, kızı Siz işinize bakın, bırakın bu
yalnızı.
Her gün hep aynı taşa yaslanır da Cüzeyrî, Öyle ısınır taşın
sırtına değen yeri.
Bunun farkına varır, zaif bir kocakarı Der bu yanan âşıkın bana
da olsun kârı.
Cüzeyrî ayrılınca her gün bu sır
taşından Elinde teknesiyle bu gider arkasından. Sırtına değen yere, hamuru
koyuverir,
Taşın o sıcaklığı, onu hemen pişirir.
Ne sır taşı sır söyler, ve kadın haber
verir, Aşık Cüzeyrî ise, severek yanar, erir. Yandıkça olgunlaşır,
olgunlaştıkça yanar,
Başka bir şey düşünmez, yalnız Allah’ı anar.
Aşk ile, edeb ile sâatlerce kalbine,
Yönelir, tazarru'la hep yalvarır
Rabbine. Renkten renge girer o, Allah Allah dedikçe,
Daha çok Allah söyler, daha çok yükseldikçe.
Vücudu zerre zerre, hep Allah Allah
söyler, Nihâyet sultan-ı zikr onu istilâ eder. Kendinden fânî olup kavuşunca
bekâya Başka nazarla bakar, şimdi eski aynaya.
İşte aşk, işte sevgi, insanı insan
yapan,
Daha korkunç ne vardır, sevgisiz
yaşamaktan.
Muhabbet rûh gıdası, aşk gönlün otağıdır Gerçek feyiz kapısı, bu
muhabbet bağıdır.
Muhabbet râbıtası medâr-ı sâlikândır
Bunsuz kavuşmak çok zor, ya ender, ya yalandır Cân-ı Cânân diyor ki, çok gördüm
şu dünyâda İkiye bölünmüştür bir kişi bir kılıcda
Aşk kılıcını gör ki, ne kerâmet var onda İki kişiyi bir tek
ediyor bir vuruşta Ve böylece pîrinin kalbindeki fuyuzât Kalbine aks ediyor,
daha nice kemâlât
Buraya kadar yazdığımız
şiirin ma'nâsını Seyyid Abdülhakîm Efendi anlatmış ve eshâbından Hâbil efendi
nakletmiştir. Ben sadece şiir hâline soktum. İnşaallah bu mevzûları ihtivâ eden
o defterimi de bir gün, bu harflere çevirip, okumak isteyenlerin nazarlarına
arz ederim.
Hocamdan dinledim: Îsâ
aleyhisselâm bir köye gelir. Oradakilere hakîkî muhabbetten, Allah sevgisinden
bahs eder. Bir genç kalkıp der ki, ey Allah’ın peygamberi! Rabbine dua et de,
bana kendi muhabbeti denizinden bir damla versin. Îsâ aleyhisselâm,
dayanamazsın, yarım damla iste, buyurur. O versin de, ben dayanamayayım, der. Îsâ
aleyhisselâm dua eder ve gider. Dönüşte, yine o köye uğrar ve o gencin hâlini
sorar. Sizden sonra, ona bir hal oldu, şaşkın, meczûb bir halde şu tarafa
gitti; o zamandan beri haberimiz yok, derler. Dedikleri tarafa gider. Bir
tümseğin üstünde, ellerini gökyüzüne açmış, hareket etmez vaziyette görür.
Selâm verir, duymaz.Dokunur, hareket etmez. İşte o zaman Haktan bir nidâ gelir:
"O Rabbine âşıktır, ciğerini söksen de hareket etmez" buyurur.
Hocamdan buna benzer o kadar çok aşk
hikâyeleri dinledim ve o genç yaşta bu hikâyeler bana o kadar te'sîr etti ki,
muhabbet ve aşkın, insanın lâzım-ı gayr-ı müfârıkı olduğuna inandım. Şimdi yine
Erzincan hâtıralarına gelelim:
Her gün beraber idik.
Diyebilirim ki, ömrümde Onlarla bu kadar sık ve çok beraber olmamıştım. Bir gün
bizi tabıldota götürdüler. Yemekten sonra: "Artan ekmekleri alın, benim
odama getirin" dediler. Yemekhânedeki öğretmenlerin büyük kısmını
tanıyordum. Yemeği yedikten sonra, elimde ekmek parçaları ile onların arasından
geçmek, nefsime ağır geldi ve kardeşim Lütfî beye: "Babam bunu bana emr
etseydi, yapmazdım, ama Hocamız emr etti, alıp götüreceğiz" dedim ve
aldık, önümüze bakarak Hocamızın odasına geldik. "Bu ekmek parçalarını
niye istedim, biliyor musunuz? Ben günde bir def’a öğleyin tabıldotta yemek
yerim, oradan artan ekmekleri akşam su ile yerim, benim yemeğim bu
kadardır" buyurdular ve: "Bakın size bir şey anlatayım: Bursa’da
idim. Bizim hanım, arada bir İstanbul’a kayınpederin yanına gider kalırdı.
Oradan bana mektûb yazar, Hilmîciğim, kendine iyi bak, en iyi lokantalarda
yemek ye, sakın açlık ve yalnızlık çekme, derdi. Ben de: "Merak etmeyin,
en iyi yemekleri yiyorum, derdim, ama kuru ekmek, tuz, taze soğan, yeşil biber
yer, Eshâb-ı kirâm efendilerimizin hâlini hâtırlar, bu yediklerim bana, en iyi
yemeklerden lezzetli gelirdi" dediler.
Bir gün eve geldik. Kapının altında
Hocamıza gelmiş bir mektûb bulduk. Ya'nî Hocamız bizim eve gelmişler, kimseyi
bulamamışlar ve geldiklerini bildirmek için, o mektûbu kapının altından içeri
atmışlar. Halbuki biz de, aynı sâatte Onları görmek arzûsuyla Askerî Lise’ye
çıkmıştık. Ertesi gün, gelirler diye ikindiye kadar hepimiz evde oturduk.
İkindi namazından sonra ben, liseye gidiyorum dedim. Lutfî bey kardeşim de
geldi. Diğerleri, selâmımızı söylersiniz, deyip gelmediler. Liseye çıktık.
Akşam yaklaşmıştı. Hocamızın kapısını çaldık. Buyur edildik ve sonra: "Siz
mescide gidin, ben de üstümü giyinip, mescide geleceğim" buyurdular.
Gittik. Akşam namazına yakın geldiler. Namazı, Onların emir eri Hüseyin kıldırdı.
Namazdan sonra güzel bir sohbet oldu. Yatsı ezânı vaktinden bir sâat sonrasına
kadar uzadı. Bir ara, "Yatsı oldu mu?" dediler. Bir sâat geçti,
dedik. "Eskiden sohbetlerde vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı"
buyurdular. Şimdi o akşamki sohbette konuştuklarından hâtırımda kalanları arz
edeyim:
SOHBET: Buyurdular ki:
Kur'ân-ı kerîm okumak çok sevâbdır, çok hayırlı bir ameldir. Rabbinin kelâmını
dili ile söylemek şerefine kavuşmaktır. Melekler Kur'ân okuyamadıkları için,
Kur'ân-ı kerîm okunan yerlerde toplanırlar, dinlerler. Ama Kur'ân-ı kerîm
okuyanın onun edebine, hukukuna riâyet etmesi lâzımdır. Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir kimseye Kur'ân-ı kerîm okumak ni'meti
verilir de, bir başkasına bundan daha çok ni'met verildi derse, Allahü teâlânın
büyük dediğini küçültmüş olur" buyurdu. Kur'an okuyan ağzın ve dilin,
harâm işlememesi, kırâatin edeblerindendir. Bir kimse, Allah korusun, içki
içer, yahud yalan konuşur, yahud gıybet eder, yahud fuhuş söyler, yahud benzeri
günâhları işler ve Kur'ân okur ise, onun okuması, kirli bir lağım borusundan
temiz su akıtmağa benzer ki, fayda vermez, kimse o suyu alıp içmez. O halde
ehl-i Kur'an olanların, hâfızların ağızlarını, dillerini korumağa çok dikkat
etmeleri, Allahü teâlânın kelâm sıfatının tezâhürü için okumaları lâzım
gelmektedir. Yoksa hadîs-i şerîfde: "Çok Kur'ân okuyanlar vardır ki,
Kur'ân onlara lânet eder" buyurulanlara girebilirler.
Hadîs-i şerîfde:
"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklardır" buyuruldu. Demek ki, bu
dünyâ hayatı bir uykudan, bir rüyâdan ibârettir. O halde dünyâya bir rüyâ kadar
kıymet verelim. İnsan ölünce, hattâ ölmeğe yakın gözü açılır, görmediği şeyleri
görür. Peygamber Efendimizi, melekleri, Cenneti, Cehennemi veya onlardan bir
takım misâller görür. Onun için kâfirlerin, can çekişme zamanında îmân etmeleri
sahîh değildir. Çünkü îmânın gaybî olması şarttır. Onlar o halde, öbür dünyâya
âid bazı şeyleri müşâhede ettiklerinden, îmânları, gaybî olmaktan çıkmıştır.
Bir çokları, öbür dünyâdan gelen var mı? diyorlar. Oradan birinin gelip söylemesi
mi daha inandırıcıdır, Peygamber Efendimizin Allahü teâlâdan haber vererek
bildirmesi mi? Yazıklar olsun. Dine karşı olan kinleri, akıllarını örttüğü gibi
sözlerinde de hiç bir mantıkî değer yoktur. Ma'nasız sözleri, tıpkı yaş odunun
yanarken koyu bir duman çıkarmasına benziyor ki, orada bulunanları rahatsız
etmekten başka kimseye bir faydası olmaz. Halbuki Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünyaya gelen bir kimse, tekrâr ana rahmine
dönmek istemediği gibi, dünyâdan çıkan bir kimse de, tekrar bu zulmetli,
karanlık dünyâya dönmek istemez" buyurmuştur.
Mü’minler ibâdeti
sevdikleri gibi, ibâdet yerlerini de severler. Mescidlere, ibâdethânelere
yardımı ibâdet gibi hayırlı işlerden bilirler. "Bir mescide bir seccâde
koyanın sevâbı, o seccâde orada durdukça yazılmaya devâm eder" hadîs-i
şerîfi sadaka-ı câriyenin ne kadar sevâb ve öldükten sonra devâm ettiğini
göstermektedir. Nitekim bir hadîs-i şerîfde: "Mü’min mescidde, sudaki
balık gibidir. Münâfik ise mescidde, kafesteki kuş gibidir" buyurulmuştur.
Münâfıklar, mescide girseler de, orada rahat edemezler, bir an evvel
kendilerini dışarı atmak isterlerken, mü’minler, aksine mescidden çıkarken gözü
arkada kalıp, ezân okunsa da yine mescide gelsem, derler. Demek ki, aralarında
çok fark vardır.
İnsan bir günâh
işlerse, onu gizlemeli, dile almamalı, hele övünmek, iftihar etmek için, hiç
söylememelidir. Çünkü hadîs-i şerîfte "Günâhı izhar, ayrıca günâhdır"
buyuruldu. Bir günâh işlerse, hemen tevbe etmeli ve ardından bir iyilik edip,
ona keffâret kılmalıdır. Meselâ iki rek'at namaz kılıp, tevbe ve istiğfar
etmelidir. Günâh işleyip, tevbeyi geciktirmek ayrıca günâhdır.
Günâh olan bir emir
dinlenmez. En büyük âmir Allahü teâlâdır. İki âmirin emirleri karşılaşırsa, en
büyük âmirin emri yapılır. Hadîs-i şerîfde: "Allah katında günâh olan
şeyde kimseye itâat olunmaz" buyuruldu. Demek ki, kişiye anası, babası
veya sevdiği birisi bir günâhla emretse, böyle bir emir yerine getirilmez. Bir
hadîs-i şerîfte: "Hayâ edilmesi lâzım gelenlerin birincisi Allahü teâlâdır"
buyuruldu. Bunun için gizli-alenî hiç günâh işlememelidir. Kişinin kıymeti
günâhının azlığı ile ölçülür.
Mü’minler sevişmeli,
sevişmek için birbirini aramalı, sormalı, yardım etmelidir. Hadîs-i şerîfde:
"Hediyeleşiniz, sevişiniz" buyuruldu. Hediyeleşmek sünnettir. Sünnet
ise, dînimizin ana maddelerinden biridir. Bilhassa hediyeleşmenin, sevişmenin
kalktığı bu zamanda bu sünneti ihyâ etmek, islâmı canlandırmak olur.
Devlet reislerine hayır
dua etmelidir. İyi iseler, iyiliklerinin artmasına, devâmına ve makamlarında
kalmalarına dua etmelidir; yok, iyi değillerse, iyi olmalarına, ıslahlarına dûa
etmelidir. "İnsanlar devlet reislerinin dîninde olurlar" hadîs-i
şerîfini unutmamalıdır.
İslâm dîninin şiarından
biri de ezân okumaktır. Ezânı terk eden toplulukla savaşmak câizdir. Hazret-i
Ömer (radıyallahü anh): "Halîfe olmasaydım, müezzin olurdum"
buyurmuştur. İnşaallah ezân bahsini bir başka sohbette Îbni Âbidin’den Onların
tercemesi ile yazarız. Hadîs-i şerîfde: "Kıyamet günü boynu en uzun olanlar
müezzinlerdir" buyuruldu.
—İbni Âbidîn’de diyor
ki: Sünnetin terki, vâcibin tehirinden evlâdır.
—Efendim, büyüklerin
isimlerini söylemek, rahmet-ilâhîye sebeb olur.
Bu sohbetten sonra yatsı namazını kıldık
ve dağıldık. Bahçe yoluyla Onların odalarının bulunduğu binanın kapısına yakın
geldik. Gökyüzünde ay parlıyordu. Ya'nî mehtablı bir gece, latif bir hava,
gecenin sessizliğinde iki sevgili gibi ayakta duruyorduk. Bende ayrılma
endişesi vardı. Hocam, dün biz, sizi görmeğe geldik, siz de eve gelmişsiniz,
görüşemedik, çok üzüldüm" dedim. "Siz beni görmek istediniz, buraya
geldiniz, ben sizi görmek istedim, eve geldim; Allahü teâlâ görüşmemizi
dilemedi, görüşemedik. Buna mı üzülüyorsun?" dediler. Cevâbımda, ben
orasını bilmem, üzüldüm, dedim. Buyurdular ki: "Böyle üzülmeniz
yerindedir. Zâten kaderi kimse bilmez. Kişinin sevdiğini göremeyince veya ondan
ayrılınca üzülmesi tabiîdir. Peygamber Efendimizin oğlu vefât edince, o da
üzüldü, mübârek gözlerinden yaşlar döküldü. Bu ağlaması takdîr-i ilâhîye
muhalif olmadı. Onun için, sizin bu üzülmeniz bize muhabbetinizdendir.
Seviyorsanız, bilin ki seviliyorsunuz." Musahafa ettik ve ayrıldık.
Ayrılığın ne kadar acı olduğunu, o geceki gibi bir daha tatmadım. Sanki bir,
zorlanıp iki oluyordu.
Bir sohbetlerinden:
—Seyyid Fehîm (kuddise
sirruh) hazretlerinin gölgesini gören, evliyâ olduğunu anlardı. O büyüklüğü
ile, Efendi hazretlerine âşık idi. Ömründe bir kere teheccüd namazını
kaçırmamıştır. Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) hiç farkı yok idi.
Penceresinin cam kısmı hasırdanmış. Hacca gidince oğulları bunları değiştirip
cam koydurmuşlar. Gelince: "Bu odanın rûhâniyyeti kalmadı" buyurup,
eski hâline getirmiştir.
Seyyid Tâhâ Hakkârî
hazretlerinin kardeşi ve kaim makamı Seyyid Sâlih idi. Seyyid Tâhâ hazretleri
âhırete intikal edeceği sırada, yerine onu vasıyyet etti. Seyyid Fehîm
hazretleri, bu idârî mes'elede hiçbir şeye karışmadı. Bir gece bir hırsız,
Seyyid Sâlih hazretlerinin evine girmek maksadıyla, duvardan bahçesine atlar.
Âniden bahçe gündüz gibi aydınlık olur. Korkar, duvardan dışarı kaçar. Dışarıyı
ise, eskisi gibi zifiri karanlık görür. Cesaretlenip, tekrar bahçeye iner.
Bahçeyi yine aydınlık bulur. Pencereden ise Seyyid Sâlih hazretleri onu seyr
eder. Hırsıza seslenip: "Gelin, her ne istiyorsanız, size vereyim. Ne
almak niyyetiyle geldiysen, hiç çekinme, söyle" buyurur. Hırsız bu hâli
görüp, bu sözleri ondan duyunca bahçedeki aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin
nûru olduğunu anlar. Hemen pişman olup tevbe eder.
Seyyid Tâhâ hazretleri,
Seyyid Fehîm hazretlerine daha küçükken teveccüh buyurur ve sonra arabî
ilimleri öğrenmek için onu tahsîle gönderir. Kur'ân-ı kerîmin belâgatını
anlamak için Mutavvel okuyacaktı. Giderken: "Daralırsan, bana râbıta et,
beni hâtırla" buyurur. O zaman zâhirî ilimlerinde en büyük âlimlerinden
Molla Resûl Sibkî’ye gönderir. Mutavvel okurken bir yeri iyi anlayamaz. Kendisi
de, hocası da üç gün üç gece düşünüp tatmîn olmazlar. O sırada Seyyid Tâhâ
hazretlerinin sözünü hâtırlar ve hocası Molla Resûl-i Sibkî’nin yanında Seyyid
Tâhâ hazretlerine râbıta eder. Seyyid Tâhâ aynen zuhur edip, üzerinde
durdukları ibâreyi okur. Molla Resûl’ün durakladığı yerde eksik olan bir (vav-ı
hâliye), ya’nî dilbilgisinde hâl zarfi olan (ve) ilâve ederek okur. Seyyid
Fehîm hazretleri hemen, "anladım, anladım" deyip, hocasına müjde
verir. Hocası, hayretle, sen mi anladın? diye sorar. Evet efendim, anladım,
der. Tekrâr sen mi, anladın, der. Evet, der. Nasıl oldu deyince, Seyyid Tâhâ
hazretlerinin, daralırsan bize müracât edersin, sözünü söyler ve "Onlar
geldi, bana söyledi" der ve Seyyid
Tâhâ hazretleri bu hareketi ile, o
zamana kadar büyüklerin yoluna bir nev'i aykırı giden Molla Resûl’ü, ma'nevî
bakımdan tatmîn ve yakîn sâhibi etmekle, daha sonra yüksek hizmet ve sohbetine
kavuşmak arzusuna zemîn hazırlamış olur.
Ya'nî evliyânın işi
Allahü teâlâ ile olduğu için hallerini aklın dışında kabûl etmeli, onların
hallerinden, sözlerinden, fiillerinden anlamadığı bir şey olursa, itiraz
etmemeli, Allahü teâlâ ve sevdikleri daha iyi bilir demeli, evliyâyı
incitmekten kaçınmalıdır. Çünkü hadîs-i kudsîde: "Evliyâma düşmanlık eden,
karşısında beni bulur" buyurulmuştur. Allahü teâlâ bizi bundan korusun ve
kendi sevgisi ve sevdiklerinin sevgisi ile kalblerimizi doldursun ve bir an
olsun bizi nefsimize bırakmasın. Âmîn.
Büyüklerimiz ve İmâm-ı
Rabbânî hazretleri: "Bir şeyin hepsini yapamayan, hepsini elden
kaçırmamalı, yapabildiğini yapmalıdır" buyuruyorlar.
Hadîs-i şerîf:
"Dünyâ bir leştir, tâlibi köpeklerdir" - Mektûbât
Hadîs-i şerîf:
“Abdestini yenilemek, nûr üstüne nûrdur"
Büyüklerin ölmesiyle büyük
oldum. İmâm-ı Rabbânî.
Emir edebden üstündür.
İlimle malın
mukayesesi:
1- İlim, Peygamberlerin mirâsıdır.
Mal, Karun, Şeddat gibilerin mirâsıdır.
2- İlim, sâhibini korur. Malı ise
sâhibi korur.
3- İlim sarf ettikçe artar. Mal sarf
ettikçe azalır.
4- İlim sahibinin dostları çoktur. Mal
sâhibinin düşmanları çoktur.
5- İlim sâhibi, büyükler ve kerîmler
yanında da'vetlidir. Mal sâhibi, bahiller ve hemcinsince davetlidir.
6- İlim hırsızlardan saklanmak
istemez. Malın hırsızlardan korunması icâb eder.
7- İlim, sâhibine kıyâmet günü
şefâatçı olur. Mal, sâhibini kıyâmette meşgul eder.
8- İlim, zamanla çürümez, bozulmaz.
Mal zamanla çürür ve telef olur.
9- İlim, kalbi nûrlandırır. Mal,
sâhibine kasvet verir.
10- İlim sâhibi sâlih âmele sâhib olur.
Mal sâhibi rubûbiyyet da'vasında bulunur.
Bir başka SOHBET: Kazâ
namazı kılarken, hem ezân, hem de ikamet okunur. Kırda, cemâ’atle olursa, yine
yüksek sesle ezân ve ikamet getirilir. Çünkü melekler sesi işitip, kıyâmette
şehâdet ederler. Kazâ namazları bir kaç tane olursa, ilk önce ezân ve ikamet
okunur, diğerlerinde ezân ihtiyârî, ikamet mecbûrîdir. Seferde, hem ezân, hem
ikamet okunur. Eğer mahalle mescidinde ezân okunmuş ise, evde ezân ve ikamete
luzûm kalmaz. Câmi'de cemâ’atle namaz kılındıktan sonra, münferid [tek] kılan,
ezân ve ikamet okumaz. Müezzini ve imâmı olmayan câmi'de bir namaz için
muhtelif zamanlarda gelenlerin hepsi ezân ve ikamet okur. Ezânı işitenin
Cum'aya gitmesi vâcib, durup tekrarlaması sünnettir. Arkasında namaz kılmak
câiz olmayan bir imâmın veya kişinin cemâ’atine gitmemelidir. Gitmişse,
uymamalıdır. Harama helâl diyenin arkasında namaz kılınmaz. Hazret-i Ebû
Bekr’in ve Ömer’in (radıyallahü anh) hılâfetini inkâr edenin arkasında namaz
kılınmaz. İçki içen, fâiz yiyenlerin arkasında kılınan namaz mekruhtur. Başkası
görüyor diye, namazına dikkat edip, iyi kılmağa Tasannu’ [yapmacık] denir.
Namaz içindeki, ya'nî sırf namaza âid olan mekrûh işlenirse, o namazın iâdesi,
vakit içinde vâcib, vakit çıktıktan sonra vâcib veya müstehabdır. Cemâ'atle
kılınan mekrûh namazın iâdesi lâzım gelmez.
Namazın sahîh olması
için vaktin girdiğini bilmek lâzımdır. Düâdan sonra elini yüzüne sürmek
sünnettir. Du'a dört türlüdür: Cenneti istemek, Cehennem azabından korunmak,
küçüklüğünü arz etmek, el kaldırmadan gizlice istemek.
Ömründe bir kere
salavât-ı şerîfe getirmeyen, Cehenneme gider. Namazda okunan salavât
duaları,salavât yerine geçer. Peygamber Efendimizin ismini işittikçe salavât-ı
şerîfe getirmelidir. Kalabalıkta bir kişi salavât getirse diğerlerinden afv
olur. Buna vücûb-i kifâye denir. Her işittikçe söylemek sünnettir. Salavât-ı
şerîfe duadır. Dua kendine olur. Dua, Allahü teâlâya ibâdettir. Bazıları,
Peygambere de fâidesi vardır, dediler. Salât yerine selâm dense de, olur.
Aksırıp, elhamdülillah diyene, yerhamükellah demek vâcibdir, sonra birinci veya
üçüncü kişi yehdinâ ve yehdîkümullah der.
Tüccârın dükkânını
açarken ve kumaşını satarken büyük birisi geldiğinde salavât okumak günâhtır.
Cenâze namazında, bir şeyi hatırlamak için, yatağından kalkarken, hutbede
ezândan sonra, duaya başlarken, bitirirken musafaha yaparken, abdest aldıkdan
sonra, kulak çınlayınca, va'za başlarken, kitâb okumağa başlarken salavât-ı
şerîfe getirmek müstehab, yahud sünnettir. Farzın ikinci rek'atında oturunca
tehıyyattan sonra salat okumak, insandan bir şey isterken, kurban keserken,
aksırırken salavâtı şerîfe getirmek mekrûhdur. İmâm, veya müezzinin sesleri
yüksek çıksın diye bağırmaları, va'z verirken bağırmak, Kur'ân-ı kerîm okurken
bağırmak günâhdır. Âyet-i kerîmede: "Şartlarına uygun ibâdet edenlerin mükâfatını
muhakkak veririm" buyuruldu.
Kelime-i tevhîd riyâ ile makbûl olmaz,
[ama salavât-ı şerîfe olur. Salavât-ı şerîfenin riyâlısı da, ihlâslısı gibidir]
Namazın içindeki duada başka dille söylemek câiz değildir. Olmayacak şeylere
dua etmek de haramdır. Ağaç dikmeden meyve, evlenmeden çocuk istemek gibi.
Namazda selâm verirken,
yalnız Esselâmü aleyküm ve rahmetullah denir. Fazla ve eksik olmaz. İmâm, selâm
verirken, cemâ’ati erkek ve kadın, cinleri ve melekleri de düşünür.
Peygamberlerin sayısına
inanmak şart değildir.
İnsanlar üç kısımdır:
Ahass-ı havâs:
Peygamberler.
Havâs: Eshâb-ı kirâm,
dîn âlimleri ve evliyâ.
Avâm: Diğer insanlar.
Şükür, Cenâb-ı Hakka
verdiği ni'met ile âsî olmamaktır.
Hadîs-i şerîfde geldi
ki: "İnsanların âhır zamanda en kötüleri, söz sâhibleri olacak"
Bir kimsede kibir
kalmazsa Cenâb-ı Hakkın kibriyâsı onun üzerine çöker.
Hak teâlâdan başka her
şeyden ümidini kesenin duası kabûl olur, kalbi
parlar.
Zikir, Cenâb-ı Hakkı
kalbden hâtırlarken, Ondan gayrısını unutmaktır. Mü’min, nefsi ile beraberdir.
Ârif ise, nefsi yok olmuş ve Cenâb-ı Hakk iledir. Bir kimse, Allah için,
nefsiyle mücâdele ederse, Cenâb-ı Hakka kavuşur.
Beş kişi ile arkadaşlık
etme: Yalancı, ahmak, hasîs, korkak, fâsık.
Bir kimse, ben şerîate
uymadan Cennete gideceğim dese, kâfir olur.
Şerîat-i Muhammediyyeyi
kabûl eden, bütün peygamberlerin dînlerini kabûl etmiş olur. Allahü teâlâya ve
şerîate inanıp, şerîatin emirlerini yapmayan Cehenneme gider. Bu devirde şirkin
inceliklerinden kurtulabilen pek azdır. Dil göz gibidir. Gözün alakadar olduğu
şeyle, kalb de alakalandığı gibi, dilin alâkalandığı şeyle de kalb alâkadar
olur. Göz harama bakıp, şehvet istiyorsa, kalbde şehvet zehri toplanır. Göz
Kur'ân-ı kerîme bakarsa, kalbde istek nûru toplanır. Eğer dil, küfür ile, gıybet
ile alâkadar olursa, kalb kararır, haramları düşünür ve yalnız onlarla meşgul
olur.
Muhammed aleyhisselâmın
rûhuna hediye edilen dualar kabûl olur. Onun ismi zikr olunan dualar geri
çevrilmez. Âdem aleyhisselâm yıllarca ağladı ve afvedilmedi. Ne zaman ki, yâ
Rabbi. Muhammed aleyhisselâmın yüzü suyu hurmetine dualarımı kabûl eyle dedi,
Allahü teâlâ: "Ey Âdem, öyle bir isim söyledin ki, o benim sevgili
peygamberimdir. Onun ismini nereden öğrendin?" buyurdu. Âdem aleyhisselâm:
Ben Cennette iken Cennetin duvarlarında Onun ismi yazılı idi. Buradan sevgili
kulun olduğunu çıkardım" deyince, Allahü teâlâ: "Eğer kıyamete kadar
gelecek olan bütün insanların günâhlarını zikretseydin, Onun hürmetine
bağışlardım" buyurdu.
Hadîs-i şerîfde:
"Elini uzâtan [bir şey dilenen] kimsenin eli boş çevrilmez"
buyuruldu.
KAZÂ NAMAZLARI:
Süleymaniye Kütübhânesi, Es'ad Efendi Kısmında Kudüs kâdısı Muhammed Sâdık
hazretlerinin Nevâdir-i Fıkhıyye kitâbında, İbni Nüceym hazretleri buyuruyor
ki: Sünnet demek, Peygamber Efendimizin, farzdan sonra veyâ evvel, şeytânın
ümidini kırmak için bir namaz daha kıldığı namazlardır. Sünnet yerine kazâ
kılmakla, sünnet de yerine getirilmiş olur. Kazâ borcu olanların, her namaz
vakti, o vaktin farzından başka namaz kılarak, sünneti yerine getirmek için, kazâ
kılması lâzımdır. Çünkü çok kimse, kazâ kılmayıp, sünnetleri kılıyor. Bunlar
Cehenneme gidecektir. Halbuki sünnetlerin yerine kazâ kılan Cehennemden
kurtulur.
Hocamız, Süleymaniyye
Kütübhânesi’nde bu yazıyı bulunca çok sevindiler. Çünkü Efendi hazretlerine:
"Kazâya kalmış namâzlarını olan kimse, beş vakt namazın sünnetleri yerine
kazâ namazlarını kılsa ca'iz midir?" sorulduğunda: "Mezhebin aslında
böyle bir mes'eleye tesadüf etmedim; hanefî mezhebinin müteahhirîn âlimlerinden
birisinin kitâbında, sünnetler yerine kazâ câizdir gördüm" cevâbını
vermişti. Şimdi o kitâb ve sâhibi ortaya çıkıyordu. Bundan sonrasını Hocamızdan
dinliyelim: "Efendim, bu kitâbdaki bu yazıyı bulunca, çok sevindim. Hemen
yazıp aldım. O sırada Ahmed Davudoğlu hoca da kütüphânede idi. Ona gösterdim.
Hayret, demek ki bu kitâbda bu bahis varmış ve demek ki böyle imiş, dedi ve
kabûllendi. İfâdesinde hiç bir red işâreti görmedim. Ama mealesef, yazdığı
ilmihâlde bunun aksini savundu. Demek ki, İbni Nüceym’in büyüklüğünü
anlamamış" buyurdular.
Erzincan’da iken hemen
her gün veya gün aşırı bizim eve gelirler, Yatsıdan sonralara kadar, oturur,
sohbet ederdik. Beraberce yemek yerdik, namaz kılardık. Ekseriyâ Mektûbât ve
Tezkiret-ül Evliyâ kitâblarından okurlardı. Akşamleyin cereyanlar zaifler,
lambalar ışık vermezdi. Onun için iki def’a ellerini yıkarken cep feneri ile
Onlara ışık tuttum. İkisinde de: "Allahü teâlâ kabrinizi böyle ışıklı
eylesin" diye dua ettiler. Çok sevindim.
Bir def’asında
ulaştırmacı Kenan binbaşı da vardı. Yemekten sonra arkadaşlar sofrayı
kaldırırlarken, üçümüz oturuyorduk. Hocamız, ziyâretine gelen talebesinden
Selahaddin Aydın kardeşimi sorup: "Selahaddin ne zaman
Beşirî’ye gidiyor? dediler. Yarın Lutfî
beylerdeki toplantıyı öğrendi, onun için pazartesine kaldı, dedim. Kenan
binbaşı bana, siz ne zaman gidiyorsunuz, dedi. Ben cevâb vermedim. Hocamız:
Süleyman bir yere gidemez, burada bizimle beraber kalacak" buyurdular ve
ben susmamın mükâfatını bu beyanları ile almış oldum. Onların bu cevâbı beni
çok memnûn etti. Kalbimdeki muhabbet dalgalarını coşturdu.
Ertesi gün pazar idi.
Öğle namazından hemen sonra Lütfî beylere geldiler. On-onbeş kişi vardık.
Mektûbât’tan sonra Tezkiret-ül Evliyâ kitâbından Hasan-ı Basrî hazretlerini
okudular. Çok kısa olarak o gün okunanlardan yazayım:
Hasan-ı Basrî
hazretleri, Tâbiinin büyüklerinden, muttakî ve zâhidlerin meşhûrlarındandır.
Hazret-i Alî ile görüşmeleri meşhûr olup, feyzini ondan almıştır. Abdullah bin
Abbas ve daha bir çok sahabe ile görüşüp, çok hadîs-i şerîf bildirmiştir.
Tasavvufda bazı yollar Hasan-ı Basrî hazretlerine çıkar. Hicrî yirmibir yılında
tevellüd, yüz on yılında vefât etmiştir. Kerâmetleri çoktur:
Bir gün bir cemâ’atle
kabristandan geçiyordu. "Bu kabristanda öyle yiğitler vardır ki, onların
himmetleri sekiz Cennete inmez [bakmazlar] Lâkin o hasretin bir zerresi
göklerdekilere verilse, dayanamaz, yere dökülürler.”
Çocukken bir kabahat
yapmıştı. Ne zaman yeni bir gömlek giyseydi, işlediği kusuru [günâhı] yakasına
yazardı. Onu her gördüğü zaman o kadar ağlardı ki, aklı başından giderdi.
Bir gün Ömer bin
Abdülazîz, kendisine mektûb yazdı ve: "Bana bir nasîhat et ki, onu
ezberleyeyim ve hep ona uyayım" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle
yazdı: "Allahü teâlâ senin sâhibin iken kimden korkarsın. Allahü teâlâ ile
beraber değilsen, kimden ne ümid edersin ve kime güvenirsin?"
Bir gün Sâbit Benna
hazretleri Hasan-ı Basrî hazretlerine mektûb yazıp: "Hacca gideceğini
haber aldım. Seninle arkadaş olmak istiyorum" dedi. Cevâbında buyurdu ki.
"Bırak beni, Allahü teâlânın setri altına gideyim ki, bir kusurum olur, ya
da senin bir kusurun olur, birbirimizin kusurlarını görmiyelim. Birbirimizden
soğumayalım"
Mâlik-i Dinâr
(radıyallahü anh) dedi ki, Hasan’a sordum: "Âlim için felâket nedir?"
"İnsan için en büyük felâket kalbin ölmesidir” dedi. "Kalbin ölmesi
nedir?” dedim. "Dünyâ sevgisidir” buyurdu. Hadîs-i şerîfde: "Dünya
sevgisi bütün kötülüklerin başıdır" buyuruldu.
Büyüklerden biri
anlatır. Seher vaktinde Hazret-i Hasan’ın mescidine vardım. Kapı kapalı idi.
Hasan hazretleri içeride dua ediyor, bir takım kimseler de, âmin diyorlardı.
Ortalık ağarıncaya kadar bekledim. Sonra elimle kapıyı ittim, açıldı. İçeri
girdim. Hasan-ı Basrî hazretlerini gördüm, yalnızdı. Hayret ettim. Namazı
bitirince, duyduklarımı ona anlattım ve: "Allah için bundaki sırrı bana
söyleyin" dedim. "Kimseye söyleme! Her cum'a gecesi cinnîler bana
gelir, onlara ilim öğretirim, dua ederim, onlar da âmin derler" buyurdu.
Yine büyüklerden birisi
anlattı: Hasan-ı Basrî hazretleri ve bir toplulukla hacca gidiyorduk. Çölde susadık.
Bir kuyu başına geldik. Kova ve ip göremedim. Hasan hazretleri: "Ben
namaza durunca siz su içersiniz" buyurdu. Namaza durdu. Kuyunun başında
bekliyorduk. Su, kuyunun ağzına kadar yükseldi. Hepimiz içtik. Arkadaşlardan
biri matarasını su doldurdu. Su, kuyunun dibine çekildi. Hasan hazretleri
namazı bitirince, "Allah’a güvenmediniz ve su çekildi" buyurdu.
Oradan gittik. Hasan hazretleri yolda bir hurma buldu, bize verdi. Yedik.
Çekirdeği altın idi. Medine’ye götürdük, sattık. Yiyecek satın aldık ve sadaka
verdik.
Hasan-ı Basrî
hazretleri her gün öğle namazını Basra’da kılar, Mekke’ye gelir, sohbet eder,
ikindiye tekrâr Basra’ya dönerdi. Ne yüksek bir makam! Şem'ûn ismindeki
ateşperestin gözü önünde elini ateşe soktu ve ateş hiç tesîr etmedi.
Hasan hazretlerine
filân kimse seni çekiştirdi, gıybetini etti, dediklerinde, o kimseye bir tabak
taze hurma gönderip, özür dileyerek, "Duyduğumuza göre sevâblarını benim
defterime geçirmişsin. İstedim ki, ben de sana bir iyilikte bulunayım; kusura
bakmayın, bizimki sizinki kadar çok olmadı" diye haber gönderdi.
Kendisine, müslümanlık
nedir ve müslüman kimlerdir? sorduklarında: "Müslümanlık kitâblarda,
müslümanlar ise toprak altındadır" buyurdu. Dinin aslı nedir, diyenlere:
"Ver'adır” buyurdu. Vera'ı gideren nedir, dediler. "Tama'dır"
buyurdu. Adn Cenneti nedir, dediler. "Altından köşklerdir. Onlara
peygamber, sıddîk, şehîd ve âdil sultanlardan başkası giremez" buyurdu.
"Sözümü tutun ki, benim ilmim size fâide verir, amelim ise, size zarar vermez"
buyurdu. Ey şeyh, bizim kalblerimiz uykudadır ki, sözleriniz bize tesir
etmiyor, ne yapalım? dediklerinde,: "Keşke uykuda olsalardı. Çünkü uyuyan,
bir dürtme ile uyanır. Sizin kalbleriniz ölmüştür ki, ne kadar dürtülse
uyanmıyorlar" buyurdu. "Öyle kimseler vardır ki, sözleri kalbimizi
parçalayacak kadar korkutuyor. Bu câiz midir?" dediler. Bugün öyle
kimselerle sohbet ediniz ki, sizi korkuturlar ama yarın emniyyette olursunuz, o
kişi, bugün sizi emin edip yarın korkuya düşürenden iyidir" buyurdu.
"Meclisinize, sözlerinizi öğrenip, onlara itiraz etmek ve ayıp aramak için
gelenler vardır" dediklerinde, "Ben kendimi Firdevs-i a'layı ve Hak
teâlâya yakın olmağı ister görmüşüm. Sakın insanların dilinden kurtulmağa
bakmayın ki, onların yaradanı, onların dilinden kurtulmadı" buyurdu.
"Mü’min hased eder mi?" diyenlere: "Yûsuf aleyhisselâmın
kardeşlerini unuttunuz mu?" buyurdu. Güzel sözlerinden bir kaçını yazdık,
bir kaç tane daha yazalım:
—Sonsuz Cennet, bir kaç
günlük amelin değil, iyi niyyetin karşılığıdır.
—Dışın içe, kalbin dile
uygun olmaması nifaktandır
—Zavallı kul öyle bir
yere râzı oldu ki, helâline hesab, haramına azab
vardır.
—Yükü hafîf olanlar
kurtuldu, ağır olanlar helâk oldu.
—Dünyada gem vurulmaya,
kendi nefsinden daha lâyık binek yoktur
—And olsun ki, puta
tapanlar, dünyâ sevgisinden dolayı tapmışlardır.
—Bir kimseye yapmasını
buyurduğun şeyi, önce kendin yap!
—Başkalarından sana söz
getiren, senden de onlara götürür. Öylesiyle sohbet edilmez.
—Tevazu’un şartlarından
biri, her gördüğünü, kendinden fazîletli bilmektir.
—Bir kişinin
düşmanlığına karşılık, bin kişinin dostluğu verilse de, alma!
—İnsanın kendini
topluluk içinde kötülemesi, övmek sayılır.
—Sevgilerinin devâm
etmesi için, dîn kardeşlerine ikrâmda bulun!
Allah’a yemîn etti ve
şöyle buyurdu: "Parayı azîz tutanı, Allah zelîl eder"
—Çocuğunda sevmediğin
bir şey görürsen, sendendir. Kendini düzelt!
—Allahü teâlâya itâat
edeni sevmek zorundasın. İyi kimseyi seven, Allahü teâlâyı sevmiş olur.
—Dünyayı arayıp âhıreti
bulanı hiç görmedik, ama âhıreti arayıp dünyâyı bulanı gördük.
—İslâm, kalbini Allah’a
teslîm etmendir, bir de, bütün müslümanların senden emîn olmasıdır.
Allahü teâlâdan çok korkardı. Hâlini
gören, Cehennem yalnız onun için yaratılmıştır sanırdı."
Hocamızdan dinleyip,
not altıklarımızdan birazını yazdık. Hasan-ı Basrî hazretleri gibi, Onlardan
dinleyip, not tuttuğumuz daha bir çok büyük âlim ve velîler vardır. İmâm-ı
A'zâm Ebû Hanîfe, Ebû Saîd Ebûl Hayr, Sırrî Sekatî, Ma’rûf-i Kerhî, Süfyân-ı
Sevrî, Abdullah İbni Mübârek, Üveys-i Karnî ve diğerleri bunlardandır. Bu
büyükleri başka kitâblarımızda anlattık. Misâl için, burada bir iki zâtı
bildirdik.
Bir başka gün Hocamızla
bir assubayın evinde idik. Orada, yeni terceme etmiş oldukları Mektûbât’ın 2.
cildinin doksandokuzuncu mektûbunu —ki oldukça uzundur— sâatlerce okudular. Bir
yerinde buyuruluyor ki: Derd ve belâ, Allahü teâlânın iki kemendidir.
Sevdiklerini bu kemend ile kendine çeker. Ya'nî derd ve belâ görünüşte
musîbetdir. Aslında ise, kulu Allahü teâlâya yaklaştıran vesîlelerdir.
Lütfî bey kardeşimin
evinden akşamleyin ayrıldık. Bir arkadaşı Ankara’dan annesi babası, kaldığımız
Askerî tıbbiye yurdundan aramış, bulamamış olduğundan arkadaşlar onu Ankara’ya
çağırdılar. Bana, beraber gidelim, dedi. Hocamıza soralım dedim ve hemen,
Onların arkasından Askerî liseye gittik. Durumu arz ettim. O arkadaşa: Siz
gidin, biz Süleyman’la beraber geleceğiz. Binbaşı Kenân beye söyledim. Bize
trende iki kişilik yer ayırdı" buyurdular. Arkadaş Ankara’ya döndü. Ben
çok sevindim. Çünkü Ankara’ya kadar Hocamla beraber gelecektim.
Yemekten sonra Hocamız,
Âkif ağabeye: "Şu sürâhinin suyunu boşaltıp, yeni suyu koyar
mısınız?" buyurdular. Âkif ağabey de gitti, suyu boşalttı, tekrâr doldurup
getirdi ve Hocamıza su vermek için, bardağa su dökerken, Onlar: "Koymayın,
içmeyeceğim. Bir deney için bunu söyledim" buyurdular ve: Siz sürâhiyi
boşalttığınız zaman, sürâhi boş mu kaldı, yoksa içine hava mı girdi. Hava girdi
değil mi, efendim. O havayı sürâhiye siz mi koydunuz, yoksa kendiliğinden mi
doldu. Elbette kendiliğinden doldu kardeşim. Sonra sürâhiye su doldurunca,
havayı siz mi çıkardınız, yoksa kendiliğinden mi çıktı? Kendiliğinden çıktı,
değil mi, efendim. İşte, nasıl ki su ve hava bir yerde durmuyor, meselâ suyu
boşaltınca hava kendiliğinden doluyor, dünyâ ile âhıret sevgisi de böyledir.
İnsan kalbinden dünyâ sevgisini çıkarınca, âhıret sevgisi kendiliğinden kalbe
dolar, onun için zahmet çekmeğe lûzum yoktur. Bir kalbe Allah sevgisi,
Peygamber sevgisi, Allah dostlarının, evliyânın sevgisi konursa, şeytan, nefis
ve Allah düşmanlarının sevgisi kendiliğinden gider. Ya'nî tasfiye yapılırsa,
tezkiye kendiliğinden hâsıl bulur." Ne kadar güzel misâl, maddî manevî
kimyâ hocasına yakışan bir misâl. Allah kabrini geniş, mekânını Cennet eylesin!
Bir gün câmi'de
buluştuk. İkindi namazını muteâkıb eve geliyorduk. Yolda, sarf ve nahiv
okuduğumuzu söyledim. Çok memnûn oldular. Huruf-i cerri sayın" dediler. Ba
min, ilâ, an, alâ... diye saydım. Efendi hazretleri, sarf ve nahiv okumayanın
dört ayaklıdan farkı yoktur, buyurdu dediler ve kimden okuduğumu sordular.
Kısaca şöyle anlattım: "Bizim köyde hocalık yapar. İsmi Muhammed Sâlihoğlu
olup Hanefî Hoca diye bilinir. Arabî ilimleri iyi okumuştur. Şartların zor
olduğu zamanda iki def’a hacca gitmiştir. Takva ehlidir. Hafız-ı Kur'ândır.
Ancak Efendi hazretlerini görmemiş ve büyüklere nisbeti yoktur."
"İmkân bulursanız, daha okuyun" buyurdular. Bu hoca efendi 1985
senesinde vefât etti. Otuz sene hatm-i Kur'ânla teheccüd namazı kıldı. Hafta
geçmezdi ki, Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmesin. Bir
gün bana şöyle anlattı: "Rüyâda nûru bütün semevata yayılmış, ufkun
tamamını ihata etmiş Lafza-ı Celâl, ya'nî Allah kelimesini gördüm. Hâlim
başkalaştı." Vefâtından bir iki ay önce ziyâretine gitmiştik. Halsizdi.
"Gelişinize o kadar sevindim ki, bütün dünyâya değişmem. Ölmeden önce sizi
bir daha gördüm, elhamdülillah" dedi ve ağabeylerime, "Kardeşinize,
küçük kardeş gözüyle bakmayın. Bana göre dünyâda, onun gibi iki-üç kişi varsa,
ne âlâ. Onun kıymetini bilin" buyurdu. Yine buyurdu: "Otuz senedir
Kur'ân-ı kerîmi teheccüdle hatm ettim. Hafızam zaifledi. Şimdi namaz sûrelerini
zor okuyabiliyorum." Bir ara bize sordu: Sizce Eshâb-ı kirâm ne için o
kadar sevgili, o kadar kıymetli ve fazîletlidir?” Ve kendisi şöyle
cevâblandırdı. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) uğruna canlarını,
mallarını ve yurtlarını fedâ ettikleri için mi? Hayır! Vallahi, ben bir zaif
ümmeti olarak, canımı, malımı, her şeyimi Onun uğruna veririm. Onların
fazîleti, bana göre, Allahü teâlânın onları, Habîbine (sallallahü aleyhi ve
sellem) eshâb olarak seçmesinden ve beğenmesinden geliyor." Ne güzel bir
nükte, değil mi? Vefâtında sekseni geçmiş idi. Allah rahmet eylesin!
27 Mayıs 1960 günü
Hocamıza gittik. İhtilâlden haberimiz yoktu. Onlar haber verdi ve "Zekî
beyle siz Ankara’ya dönün, birliklerinizden sizi ararlar. Demek ki beraber
gitmek kısmet değilmiş. İhtilâldir, kimbilir biz ne kadar burada kalırız"
buyurdular. Biz de eve gittik. Hazırlandık. O gün öğleden sonra bize geldiler.
Sohbet ettik. İsterseniz, o son sohbetten bir kaç kelime yazalım:
-"İslâmiyyetin
olduğu yerde ilim vardır, islâmiyyetin olmadığı yerde ilim yoktur" Hadîs-i
şerîf.
- Pırlanta ne kadar kıymetli olursa,
kutusu da o kadar kıymetli olur. İşte kelâm-ı ilâhî de böyledir.
- "Arkadaşını kendine tercîh etmiyenin
imânı kâmil olamaz" Hadîs-i
şerîf.
-Tabîb önce kendini,
sonra başkasını tedâvi etmelidir.
- Küfürden sonra en büyük cürüm kalb
kırmaktır. İ.Rabbânî.
-
İnsanın
kalbinden dünyâ sevgisi giderse, Allah sevgisi kendiliğinden hâsıl olur. O
büyükler evvelâ kendilerini sevdirir, daha sonra kendilerini aradan çekerler ve
o sevgiler birleşmiş olur. O zaman Allah sevgisinden mahrûm olanları hayvan
gibi görür. Kur'ân-ı kerîmde böyleleri için: "Onlar hayvan gibidir, hattâ
daha aşağıdır" buyuruluyor.
Gidecekleri zaman, o zamanki muhabbet ve
ayrılık acılarımı ifâde eden şu şiiri ellerine tutuşturup, musafaha ettik ve
ayrıldık. Bu şiiri çok kısa zamanda yazdım. Ya'nî ben diyeyim iki sâat, siz
deyin bir sâat. Onlardan ayrılmak çok zor geldi. Hayatımda bu elemi çok az
tattım. Sanki et ve tırnak gibi olmuştuk. Eğer o hal hep devâm etseydi, kısa
zamanda uzun yolları aşmak mümkün olurdu:
Muztarıb bir gönülle, kâbûslu hayallerle Vuslat-ı cânân ile
arzulara elvedâ!
Gizli ah çekmelerle,
içli iniltilerle,
Zevkine doymadığım nevbahara
elvedâ'!
Gökler karardı yine hiç
bir yer görünmüyor, Mübhem bir kuvvet beni her an geri çekiyor. Mâdem
ayrılacaktın, yâ niçin geldin diyor Bastığın azîz taş ve topraklara elvedâ'!
Zulmet bastı cihanı, bütün emeller söndü,
Kalbim kan ağlar dâim, rûhum çılgına döndü Demek, ayrılık geldi
ve bana yol göründü Bu derdsiz yolculara, bu yollara elvedâ'!
Son bir def’a bakayım o
hüsn-i cemâline,
Bir nazarın değişmem bütün dünyâ mâline,
İster gülsün gafiller bu âşıkın hâline Bundan böyle neş'e ve sürürlara elvedâ'!
Rabbimden diliyorum yakınlara gelmeni,
Âh, yine görebilsem
dünyâ gözüyle seni,
Ayrılık pek yakıyor, al
bağrına bas beni,
Faydasız hayallere,
hulyalara elvedâ'!
Gözün, gönlün arkada, nereye gidiyorsun? Bakmağa kıyamazken
nasıl terk ediyorsun? “Allah’a ısmarladık!” Düşün kime diyorsun Asılsız
hakîkatsız rüyâlara elvedâ'!
Nereye gidiyorsun, ey
yârine doymayan?
Bir an fazla görmeği
bulunmaz ni'met sayan
Hasretiyle günbe gün kavrul, alevlen ve yan Cihânı tenvîr eden
en son nûra elvedâ'!
Nereye gidiyorsun, Ondan nasıl ayrıldın?
Seni yakan O değil, kendi kendini yaktın Düşün! Gözyaşlarıyla
kimin yüzüne baktın?
Ayrılırken inleyen bakışlara elvedâ'!
Mazıyı hâle tebdîl edip seyr edeceğim Gönlümü göz yaşıyla
teselli edeceğim Derin inilti ile, âh ayrılık! Diyeceğim Yârı bırakıp giden bu
firara elvedâ'!
Karşımdaki
hayalin biraz daha kal diyor Kalbini benim gibi bu sevdaya sal diyor Öp elimi
hasretle ve duamı al diyor En derin sevgilerle azîz yâra elvedâ'!
Ve Ankara’ya geldik.
Bir ay kadar sonra me'zun oldum. Teğmen rutbesini taktım. Köye gittim.
Evlendim. Ankara’da Kara Harb Okulu Rusça öğretmenliğine tayîn edildim. Cebeci
semtinde ev tuttum.
Hocamız ise,
ihtilâlcilerin emekliye ayırdığı takrîben onbin subay [Eminsu= Emekli inkılab
subayı] içerisinde bulunup, ordudan ayrıldı ve bütün ağırlığını kitâb yazmak ve
yaymak hizmetlerine verdi. Bu Onların ömründe son fasıl olup, inşaallah
kıyâmete kadar isimlerini unutturmayacak ve hep Fâtihalarla anılmalarına sebeb
olacak, zaif hâle düşmüş islâm dînini kaldırmak ve kalkındırmak için, mesa'î
tanımaz çalışmalarını hâvî, bereketli zamandır. Hadîs-i şerîfde: "Kim
hayırlı bir çığır açarsa, onun sevâbını aldığı gibi, onunla amel eden, o yolda
gidenlerin sevâbı kadar da sevâb alır" ve "Ümmetim bozulduğu zaman
sünnetimi ihyâ edene yüz şehîd sevâbı verilir" buyuruldu. İnşaallah bu
ecir ve sevâblar amel defterlerine yazılmıştır.
Hocamı olanca
muhabbetle sevdiğim, şerî'atin emir ve yasaklarına zorlanmadan riâyet ettiğim o
yıllarda, ma'nevî olarak öyle haz ve lezzetler buluyordum ki, sanki dünyâda
yaşamıyordum. Her gece Hocamızı, haftada bir Efendi hazretlerini, on-onbeş
günde bir İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda görmesem, acaba ne günâh işledim,
derdim.
Bir def’a dayanamadım,
Ankara’dan Onlara mektûb yazdım ve: "Hocam bilsem ki, yarım sâat sizi
göreceğim, İstanbul’a gelirdim" dedim. O gece rüyâda Onları gördüm.
İstanbul’a gelmek istiyorum, dedim. Buyurun, gelin, dediler.
Sabahleyin zarfı açtım. Bu rüyâyı da
mektûbun sonuna ilâve ettim. Birkaç gün sonra bir Cum'a namazından eve
dönerken, kapının altında bir zarf gördüm. Onların yazısını tanıdım. Açtım,
okudum. Sonunda: "Rüyâda size verilen cevâba muhâlefet etmek ne haddimize;
teşrîf ediniz. Şereflenelim" yazmışlardı. Hemen o akşam İstanbul’a hareket
ettim. Büyük bir heyecanla Hocama kavuştum. Yeniden dünyâya gelmiş gibi idim.
Üst kattaki salonda kalıyordum. Salondaki sobayı Hocam yakardı. Bir def’a,
Hocam size zahmet oluyor, ben yakayım dedim. Siz, bizim misafirimizsiniz,
hizmet bizden olacak, buyurdular. Yine bir def’a sobayı yaktıktan sonra,
arkalarında toparlanmış vaziyette duran benim yattığım yatak dengine yaslanıp,
sessiz durdular. Hiç konuşmuyorlardı. Ben de karşılarında dizlerimin üstüne
oturmuş, sessiz duruyordum ve içimden, o sessizliği bozmak istiyordum, ama
edebi gözeterek konuşmadım. Nihâyet Onlar ağızlarını açıp buyurdular ki: Şâh-ı
Nakşibend hazretleri: Bizim sükütümuzdan istifâde etmiyen, kelâmımızdan hiç
edemez" buyurmuştur. Bundan sonra Şâh-i Nakşibend hazretlerinin
büyüklüğünden ve teveccühünün te'sîrinin kuvvetinden bahsettiler.
"Siz ne kadar
kalacaksınız? Bunu kalmanızı tahdîd için sormadım. Ne kadar kalırsanız, benim
müsâfirimsiniz. Ya'nî izniniz ne kadardır, kardeşim" dediler. Bir hafta
iznim var, dedim. Hemen kalem kâğıd getirdiler ve: "Âilenize mektûb yazın"
buyurdular. Kime yazayım, anneme mi, hanıma mı?" dedim. Tâbiî ki,
hanımıza, buyurdular. Kendileri de, emir erliklerini yapmış, Kayserili arkadaşa
mektûb yazıyorlardı. Ben bitirdim. Onları seyr ediyordum. Onlar da bitirdi ve
mektûbun en sonunda (günâhkâr kardeşiniz) yazarken, daha günâhkâr kelimesini
bitirmeden kalemin ucu kırıldı. Kalkıp çakı aldılar ve kalemi açtılar ve aynı
kelimeyi yazmağa başladılar. Hocam, kalem o kelimeyi yazmadı ve kırıldı;
zorlamasanız olmaz mı? dedim. Ben kendimi bilirim, buyurdular. Ne günâhınız
vardır, Hocam? Dedim. Çocukken komşunun bahçesinden erik çalmadık mı?
buyurdular. Ve Hasan-ı Basrî hazretlerinin, yukarıda bildirdiğimiz, çocukken
işlemiş olduğu bir kabahatini, her yeni gömleğin yakasına işlemesini
anlattılar. Zamane ehli, hattâ dîn adamları okusun da ibret alsınlar!
Onlar Yeşiköy’deki
eczanelerine giderler, beni evde bırakırlar, İmâm-ı Ma'sûm hazretlerinin
Mektûbâtının Müstakimzâde tercemesi üzerinde çalışır, yazar, özetler çıkarır,
beyitler ezberlerdim. Öğleden sonra gelirler, çalıştıklarıma bakarlar, süâlim
olup olmadığını sorarlardı. Bir defasında: "Sâkînin şeraba kattığı
afyondan, içenlerde ne baş kaldı ne sarık" beytinin ma'nâsını süâl
ettiğimde şöyle îzah ettiler: "Nakşî feyzi ve nisbeti afyon gibidir, ya'nî
o feyz ve nisbet erbabının sesleri çıkmaz, bir köşede sessiz dururlar, kimse
onların hallerini anlamaz. Kâdirî ve diğer tarîklerin hâli şerab gibi olup,
onlar sarhoş olunca, nakşîlerin tersine coşar, koşar, bağırır, oynarlar. Onları
herkes görür ve bilir. Ama eğer o şaraba afyon karıştırılırsa, sen o zaman
gümbürtüyü seyret. Onu içen, ya'nî o iki feyzi aynı anda almak isteyen, o kadar
sarhoş olup, kendinden geçer ki, ayakla başı fark edemez. Başında sarık
kalmadığı gibi, çâresizliğinden başını sağa sola sallar, duvarlara, taşlara
vurur." Allah râzı olsun, Hocam, anladım dedim ve:
—Hocam, Muhammed Ma'sûm
hazretleri, filân mektûblarında, o memleketteki vaktin sultanına,
"Zamanımızın halîfesi" diyor. O zaman, ya'nî 1630-1670 yıllarında,
halîfelik Osmanlılarda idi, orası için bu kelîmenin kullanılmasındaki hikmet
nedir? dedim. Buyurdular ki: "Ben de burayı okuduğum zaman anlıyamamıştım.
Efendi hazretlerine sordum. Efendi’nin verdiği cevâbı size nakledeyim: O zaman
Osmanlı Devleti ile Timuroğullarından Hindistan’daki Babûrîlerin münâsebeti yok
denecek kadar azdı. Onun için iki ayrı dünyâ gibi idiler. İşte bu şartlarda iki
ayrı yerde iki halîfe olması mümkündür. Çünkü devletin ve insanların işleri
yürüyecektir." Bu cevâba da çok sevindim. Bir defasında da buna benzer şu
süâli arz ettim:
"Hocam, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Mektûbâtının 2. Cildi 58. mektûbunda, tarihçiler [den bir
kısmı] Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar yedibin sene geçmedi diyorlar, tezini
uygun bulup, kendisine bu meâlde sorulan süali, bu esas üzere cevâblıyorlar. Halbuki,
Birinci Cild. 266. mektûbda ve daha başka mektûblarda, 313 Resûl gelmiştir. Her
iki resûlün arası bin senedir. Dolayısıyla Âdem aleyhisselâmdan beri üçyüz onüç
bin sene geçmiştir, buyuruyorlar. Bu iki söz de Onlara âiddir. Aralarını nasıl
buluruz" dedim. Cevâbında buyurdular ki, ben de bunu anlayamadım ve senin
bana sorduğun gibi, ben de Efendi’ye sordum. Buyurdu ki: "İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine soran kimsenin bu husûstaki bilgisi yedibin senede karar kılmıştı.
Öyle bir def’a yazmakla değişemiyeceğini bildiler de, bir akaid ve âhırette
sorulacak mesele olmayan bu konuda, onun aklının kabûl edeceği şekilde
cevâblandırdı. Çünkü Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem):
"İnsanlara akıllarına göre konuşun" buyurmuştur. O anda ona üçyüzonüçbin
sene çok ağır gelir ve buna yanlış deyip, bu güzel yoldan uzaklaşır ve çok
hatâlara düşer düşüncesiyle, ya'nî, bunları bilerek, bir nev'î kerâmetle öyle
cevâb verdi. Hocam, Allahü teâlâ sizden ve Efendi’den râzı olsun, dedim.
Bu iki misâlden
anlaşılıyor ki, Mektûbât'ı anlamak her babayiğidin kârı değildir. Tasavvufun
yüksek derecelerinden, kimsenin haber vermediği ince sırlarından, hiçbir
âlimde, velîde ve kitâbda rastlanmamış ma'nâlarından haberi olmamak yanında,
bir de mektûbların yazılan kişilerin halleri, ilimleri, itikatları ile de
ilgili olup, onların aradıklarını onlara bildirmesi bakımından da farklı bir
meziyyet taşımaktadır. Bu sözümü bir misâl ile açıklayayım: İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin torunlarından, Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye gelip Kayseri’ye yerleştikten
sonra çok görüştüğüm; alıp Hocama getirdiğim ve bu fakîri babalarının yoluna
almak istediğini Hocama arz edince: "İyi olur, O büyüklerden bir eliniz
olsun, sâhibli olun!" buyurduğu Abdülhalîl Müceddîdî’den duydum: İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin mürşidi Muhammed Bâkî hazretlerine yazdığı mektûbda.
"Şeyh-ı mutevakkıf [bir makamda takılıp kalan şeyh] den maksad,
üstâdlarının kendisidir. Kimse anlamasın diye bu ibâreyi kullanmıştır.
"Bulunduğu makamdan yukarı çıkarıldı" ifadesi de, teveccühle, onu
takılmış olduğu makamdan kurtarıp, yukarı çıkardığını göstermektedir. O halde
Abdullah-ı Dehlevî ve Efendi hazretlerinin buyurdukları gibi: "Biz
Mektûbât’ı anlamak için değil, teberrüken okuruz" sözü, hem bir hakîkatın
beyânı, hem de ihtiyatlı olmağı ikaz eden bir nezâket emrini taşımaktadır.
Bunun için: “Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür" buyurulmuştur.
Bir hafta Onların
evinde kaldım. Sabah dâhil, beş vakit namazı arkalarında kıldım. Bir hafta çok
çalıştım, çalıştırdılar, kontrol ettiler. Vâkı' süâlleri halletdiler. Allahü
teâlâ bizim tarafımızdan Onlara en iyi karşılıklar versin.
Ankara’ya dönmek için,
müsafeha edip ayrıldık. Alî kardeşimle görüştük. İlle de, bu gece bizde
kalacağız dedi. Salacakta oturuyordu. Akşamdan sonra evlerine dönüyorduk.
Alîciğim burada olduğumu, sizde kalacağımı Hocama haber vermemek beni rahatsız
ediyor, dedim ve vapurdan inince iskeleden telefon ettim. Hocamın oğlu
Abdülhakîm bey çıktı. Ona söyledim. Babama söyleyeyim dedi. Gitti ve geldi:
"Babam diyor ki, bulunduğu yerden geri dönsün, bize gelsin. Alî beyin evi
müsâid değildir" dedi. Alîciğim kusura bakma, beni Hocam çağırıyor dedim
ve aynı vapurla Emînönü’ne döndüm. Ertesi gün Ankara’ya gittim.
Düğünden sonra, âilece
Ankara’ya gelir gelmez Farsça çalışmağa başladım. Erzincan hâtıralarını
anlatırken unuttum, burada zikredeyim: Erzincan’da bir gün Hocamla bizim
kaldığımız eve gelirken yolda bana: "Geleli kaç gün oldu, kardeşim"
dediler. Onbeş gün oldu, dedim. Onbeş gündür, ne yaptınız? dediler. "Size
geldik, siz bize geldiniz, beraber olduk, Seâdet-i
Ebediyye’nin ikinci kısmından ve
Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitâbından okuduk ve diğer zamanlarda sizden
duyduklarımızı tekrar ettik, dedim. Yetmez, insan onbeş günde fârisîyi
öğrenirdi, dediler. İşte o zaman içime yerleşmişti ki, Hocam benim fârisî
öğrenmemi istiyor. Çünkü iki sene kadar önce de, Mevlânâ Halîd Bağdâdî
hazretlerinin fârisî Divânını hediye etmişlerdi. Halbuki o akşam, diğer
arkadaşlara hep Osmanlıca, ya'nî Türkçe kitâb ve risâleler vermişlerdi. İşte bu
iki hareket beni fârisiyi öğrenmeğe itti. Zâten altı - yedi sene Onlardan
fârisî Mektûbâtı dinlemekle çok şey öğrenmiş idik.
Ayrıca Hocam bana
Usûl-i Fârisî isminde Farsça gramer kitâbı da vermişti. İşte iki-üç ay bu
kitâbdan iyice çalıştım. Farsça okumağa, anlamağa başladım. Bu sefer İstanbul’a
gidince, Hocamdan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Kimyâ-i Seâdet kitâbını okumak
için aldım. Farsça idi. Çalıştım, onu da anlamağa başladım. Ve sonra kim derdi
ki, Türkçe’ye ilk terceme ettiğim kitâb, Kimyâ-ı Seâdet olacak.
İki üç ay sonra
dâhillerle beraber kabûl edildik. Bir hafta kadar yine Onlarda müsâfir kaldık.
Baba-oğul, ana-kız gibi olmuştuk. Hayatımızın en iyi günlerini yaşıyorduk.
Gündüz Onlarla, gece Onlarla olduk. Sanki bir âile gibi idik. Sonra Ankara’ya
döndük. Dâima haberleşiyorduk. Gecenin gelmesini, uyumayı ve büyüklerimi
görmeği sabırsızlıkla beklerdim. Resûlullah ve Seyyid Sâlih hazretlerini bir
gecede gördüm. Hocamı ise, hemen her gece görürdüm. Mart başlarında
Aydınlıkevler’e, Zeki bey kardeşimin yakınına taşındık. Orası da hayatımın en
güzel hatıraları ile dolu oldu. Hocamı o kadar unutamazdım ki, bir kapı çalsa
veya açılsa gelenin veya girecek olanın Hocam olduğunu düşünür, heyecana
kapılırdım. Hiç unutmam, Aydınlıkevler’de bir oduncu vardı. Tâbelâsında ‘ışık
odun’ yazardı. O yazıyı görmek için o yoldan gitmeği tercîh ederdim. Hocamın
soyadını taşıdığı için onu kendime yakın bulurdum. Hattâ İstanbul’a geldiğimde,
Hocama bundan bahsettim de, güldüler ve "Demek ki, beni hatırlıyorsunuz,
kardeşim; beni hatırlayın ve bana dua edin" buyurdular. Ardından şöyle
anlattılar: "Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hacca giderken, Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir emirleri olup olmadığını sorar ve Resûlullah
"kardeşim, beni hâtırlayın ve bana dua edin!" buyurur. Hazret-i Ömer,
Resûlullah’ın bana, "kardeşim" demesi beni o kadar memnûn etti,
sevindirdi ki, dünyâda bundan çok beni memnûn eden bir şey yoktu. Onun tatlı
hitâbı, bütün dünyâ ni'metlerinden kıymetli idi" Bu sünneti yerine
getirmek için, Hocamız yanından ayrılırken: "Bizi hatırlayın ve bize dua
edin" derlerdi.
Aydınlıkevler’de ilk
çocuğum dünyâya geldi. Annesi salıncağını sallarken ben de karyolada
uzanmıştım. Gözlerim aldı. Efendi hazretleri geldi. Yüzyüze çok yakın idik.
Fâtiha-i şerîfeyi tane tane okudu. Bitirince, ben de âmin, dedim. Sesli demişim
ki, çocuğumun annesi, beni uyandırıp, ne diyorsun dedi. Âh keşke
uyandırmasaydın, Efendi’yi görüyordum, dedim. Yine orada, bir gece rüyâda, bana
bir mektûb verdiler ve: "Bu mektûb sana husûsî olarak, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri
tarafından geliyor" dediler. Zarfı açtım, okuyacağım sırada heyecandan
uyandım. Bir def’asında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ve eshâbını gördüm. Bana
çok iltifat ettiler. Lâyık olmadığım kelimelerle medh ettiler. Aynı gece Seyyid
Nûr hazretlerini gördüm. Bu tâifece ma'ruf teveccühde bulundular, içimi
temizlediler. Birlikte çok yükseklerden uçtuk. Hocamızı ve Efendi hazretlerini
hemen her zaman rüyâda görür oldum. Gerçekten sevenin gecesi gündüzünden daha
iyidir, sözüne inandım. Bir def’asında da Şâh-ı Nakşibend hazretlerini gördüm.
Beyaz entari giymişlerdi.
Aynı sene, ya'nî 1961
yazı İstanbul Kuleli Askerî Lisesi Rusça öğretmenliğine tayîn edildim. 16 sene
bu vazîfede kaldım. Kıdemli binbaşılıkta tekrar Ankara’ya tayîn olundum. Şimdi
bu onaltı seneyi kısaca anlatayım: Onlara geldim. İstanbul’a ta'yînimi
söyledim. "Herhalde Çengelköyü ve Beylerbeyi’nden ev tutarsınız, okula
yakındır" buyurdular. Ben: "Hocam, size geldim. Ben size yakın olmak
isterim”, dedim. "Öyleyse, bizim komşunun evini size tutalım. Küçüktür,
ama idâre eder. Peşin isterse ben veririm, siz sonra peyder pey ödersiniz"
dediler. Gittik, ev sâhibi Alî Rıza beyle konuştuk. Hocamız konuştu ve benim
için:"Bu benim evlâdımdır, her şeyini tekeffül ediyorum" buyurdular.
Bir hafta sonra o eve taşındık ve Hocamızla kapı komşu olduk. Hattâ bahçe
yoluyla gider gelirdik. Çünkü bahçemiz, Onların bahçesine açılıyordu. Gerçekten
dünyânın en mes'ûd insanı idim. O seâdet hânesinden izzet, ikrâm ve muhabbet
görüyor, gün geçtikçe Onlara yaklaşıyordum. Diyebilirim ki, o zaman şöyle
düşünürdüm: Acaba Hilmî Bey hocamızın talebesi olup da, Onları her gece rüyâda
göremiyen bir kişi çıkar mı? Ama sonradan anladım ki, herkes öyle değilmiş.
Mektûbât-ı Rabbânî’nin
(kuddise sirruh) matbu'unu bulamadığım için yazmağa karar verdim. Hocama
söyledim. Kendi Mektûbâtlarını ve Ziyâ Bey amcanın Mektûbât’ını verdiler.
İkisinden yazdım. Sonra da, tam bir senede İmâm Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
üç cild Mektûbât’ını yazdım. Mektûbât’ı yazdığım zamanlar, Mektûbât’ın ve
sâhiblerinin feyz ve bereketleri içinde yüzüyordum. Bir taraftan râbıta, hatm-i
hâce ile meşgul oluyor, bir taraftan Mektûbât yazıyor, geceleyin de, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Mazhar-ı Cân-ı
Cânân, Muhammed Seyfeddin Fârûkî,
Mevlânâ Halid Bağdâdî ve yolundakileri görüyor, rûhumu aydınlatıyor ve
besliyordum. Kimseye bir şey söylemiyordum, ama ağırlığın o tarafta olması
bedenime tesir etmişti. Yirmi iki - yirmiüç yaşlarında olmama rağmen, bir zaman
nefsim uyanmaz olmuştu. O zamanki rüyâlarımın ve hallerimin hangisini yazayım.
Bir def’a İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm, ellerini öptüm, kalblerini
kalbimin üstüne koyup teveccüh ettiler. Teveccühün ne olduğunu ve tesirini o
zaman anladım. Bir de Seyyid Nûr'da olmuştu. Bu çok uzun rüyayı yazıp, Hocama
gönderdim. Cevâbında buyurdular. “Bu rüyâyı görmeniz, Mektûbât’ı yazmanızın,
muhabbetle yazmanızın bereketidir. İnşaalah, her zaman okur, feyzinden istifâde
edersiniz ve rüyânızın ta’bîri bu sûretle zuhûr eder.” Yazdıkları bunlar idi,
ama hanımlarına söyledikleri daha çok ve daha mühim idi: “Süleyman’ı tebrîk
ederim. Bugün, gök kubbe altında böyle bir rüyâ görecek, ikinci bir kimse
yoktur. Rüyâda kendisine, bundan sonra başka hiçbir hocaya gitme dememiz, ilim
okumak için değil, Mektûbât’ta olan bilgileri kimseye sormasın, doğruluklarına
itikad etsin demektir.” Efendi’yi gördüm. Ellerinde Mektûbât vardı: “Gel
evlâdım, Mektûbât’tan anlaşılması zor olan yerleri sana izâh edeyim” buyurdular
ve bir gecede altı cild Mektûbât’ı bitirdik. Bir def’asında da, Efendi’yi çok
uzun gördüm. Bir kısmı şöyle idi. Bizim memlekette bir yerde oturduk.
Ferideddin Attâr ve Mevlânâ Câmî hazretlerinin fârisî divânlarını okuttular.
Terceme ettirdiler. Yapamadığım yerlere müdâhele ettiler. Velhasıl iki kitâbı
da o rüyânın bir kısmında bitirdik. Neyse, rüyâ bahsini kapatalım. Bunları
yazmamın sebebi, Hocamızın bereket ve ni’metlerini izhâr edip, o büyük ni’mete
şükrü unutmamamdır. Zirâ yakînen biliyorum ki, Hocamı unutmam küfrân-ı
ni’mettir. Allah korusun!
Üç-dört sene kitâb
istinsâh ettim. Belki on bin sahîfe olmuştur. Altı cild Mektûbât, Berekât,
Umdet-ül Makamât, Hadarat-ül Kuds, Makamât-ı Mazhariyye, Risâle-i Sitte-i
Zarûriyye, Tergîbüssalat, Kıymetsiz Yazılar, Keşkül, Mecd-i Tâlid, Mektûbât-ı
Mevlânâ Hâlid, Menâhic-ül İbâd... bunlardan bir kısmıdır. Kütübhânede bulunup
da Hocamızda bulunmayan kitâblardan iki nüsha yazar, birini Hocamıza arz
ederdim. Yevâkît-ül Harameyn bunlardandır.
Bir gün Onlar:
“Eczâhâneye emekli bir kaymakam geldi. Vaktiyle Abdülhamîd Hân’ın sarayındaki
kütübhânenin üniversite kütübhânesine aktarıldığını, kendisinin orada
kütübhâneci olduğunu söyledi ve Saray kütübhânesi kısmında, Abdülazîz Dehlevî
hazretlerinin Tuhfe-i İsna Aşere kitâbı bulunduğunu söyledi. O kitâbı rica
ettim. Dışarı bırakılmaz ama, hayara vesile olması bakımından mes’ûliyeti
üzerime alıp, size getireyim, dedi. Sonra, Hocamız bana: "Vaktiniz olur
mu, bunu istinsâh edebilir misiniz?” buyurdular. Baş üstüne, inşaallah yazarım,
dedim. 800 sahîfelik bir kitâb olup, şi’îlik hakkındadır. Şi’îlerin sözlerini,
fikirlerini yine şi’î âlimi denen kimselerin sözleri ile çürütmekte olup,
münâzara kaideleri üzere tertîb edilmiş, emsâli yazılmamış bir kitâbdır.
Elhamdülillah, çok sürmedi, yazdım, bitirdim. Takdîm ettim. Daha sonra,
arkadaşlar dizdi ve tashîhlerinde bulundum. Şimdi kitâb hâlinde, Hakîkat
Kitâbevi’nde bulunmaktadır.
Bir taraftan kitâbları
yazıyor, gündüzleri vazîfeme gidiyor, bazan da nöbetçi oluyordum. Günlük iş
bitince yatmayıp orada da ya Mektûbât yazıyor, ya da Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin Divânından kasîdeler ezberliyordum. Kuleli'de dersim olmadığı
zaman, Hocamla beraber, ilim yaymada, Nûr-ı Osmaniyye ve İsmail Ağa Kur'ân
kurslarında hocalık yapıyorduk. Hocamız fen derslerine, ben İngilizce dersine
girerdim. Daha sonra Fâtih kolejinde İngilizce hocalığı yaptım. Ekseriya bu
kurslara beraber gider gelirdik. Şimdi o beraberliklerden biraz bahs edelim:
İlim Yayma Cemiyyetinin
kursu Vefâ’da idi. Giderken, gelirken Hocamızla olurdum. Çok güzel sohbet
ederdik. Bir def’asında Saraçhâne surlarına yakın bir sokaktan geliyorduk. Bir
evin giriş katını gösterdiler ve "Efendi hazretleri ile buradan
geçiyorduk. Pencereden bir ses duyduk: Gelsene, gelsene!" diyordu. Merak
ettik. Kim Efendi’yi davet ediyor düşündük. Baktık, papağanmış. Efendi de,
güldüler" buyurdu.
Hocamızdan dinledim:
"Efendi ile vapura binip, Kadıköyüne geçtik. Sahilden Modaya doğru
yürüdük. Kayalıklara gelince, sen burda dur, buyurdu ve kendisi denize girip
gusl abdesti aldı, sonra giyinip gittik. Mürşidinin mürşidi Seyyid Tâhâ
hazretlerinin torunu Abdülkâdir efendiyi İstiklâl mahkemesince idam ettiler.
Efendi onu çok severdi. İdamdan önce, kendisine: Senin hakkında iyi
düşünmüyorlar, bu memleketi terk et, buyurdu. Düşünmüyorum, takdîr ne ise, o
olur demişti. İdamından sonra, ne zaman Efendi hazretlerinin yolu Bostancı
tarafına düşse Seyyid Abdülkâdir'e muhabbetinden başını onun evi tarafından
öbür yana çevirirdi.
Onlar anlattı:
"Efendi, Buhara vâlisinin kızının düğününe da'vet edildi. Beraber gittik.
Evlenecek kız, piyanonun başında, şarkı söyleyip piyano çalıyordu ve (Rabbin
bana bir ni'meti varsa, o da sensin) şarkısını söylüyordu. Bu sözler, benim
Efendi’ye muhabbetim için söylenmiş, düşünüyordum ve hep Efendi ile meşgul
oldum, bana şarkı sözü gibi gelmiyordu. Biraz durduk ve kalktık. Ama kardeşim,
demek ki, Buhara, Mâveraünnehr ve Türkistan tarafları islâmdan uzaklaştıktan
sonra Rusların emri altına girmiş. İslâmı bırakandan Allah da nusratını keser.
İslâm ise, ilimle kaimdir. İlmi bıraktılar dünyâya döndüler ve böylece islâmdan
uzaklaştılar. Çünkü "dünyaya ile âhıret birbirinin zıddıdır, bir araya
gelemezler." Getiririm diyen ve bunu deneyen ya çok câhildir, ya da
Peygamber Efendimizin bu miyâr olan sözlerini unutmuştur.”
Onlar anlattı: Bir
def’asında Efendi hazretlerini bir düğüne da'vet etmişler. Oturdukları odada
sehpânın üzerinde bir kitâb varmış. Alıp, birkaç satır okuyup, yerine
koymuşlar. Daha sonra dostlarından birine: "O kitâb Abdullah Cevdet’in bir
romanıydı. Elime alıp, bir kaç satır okumakla kalbimde hâsıl olan zulmeti onbeş
günde zor defedebildim. Onun ismi Abdullah Cevdet değil, Aduvullah
Cevret’tir" buyurdular. Zararlı yazıların kalbe ne kadar zulmet verdiğini
Efendi hazretlerinin bu beyânından anlamalı ve aksinin, ya'nî Allah adamlarının
yazı ve sözlerinin kalbe ne kadar nûrâniyyet vereceğini de buradan kıyâs
etmelidir.
Hocamız anlattı:
"Efendi hazretleri, talebesini yoklar, evlerine gider, eshâbının birbirini
aramasını, ziyâret etmesini isterdi. Fatih’te Malta’da oturuyordum. Yedi
Emirler’in karşısındaki evin ikinci katında —siz de orada oturdunuz,
biliyorsunuz— rahatsızlanmıştım. Efendi hazretleri beni ziyârete geldiler, dua
ettiler. Kayınpeder bir gün Eyyûb’de Efendi’ye gelmiş. Efendi, Ziyâ, hangi
yolla geldin, buyurmuş. Edirnekapı yoluyla geldim, demiş. Nedim beye uğradın
mı? buyurmuş. Uğramamıştı, üzüldü. Nedim beyden evvelce bahsetmiş idik.
İsmail Ağa Kur'ân
Kursu’ndan dönüyorduk. Siz, ikindiyi ne zaman kıldınız, görmedim, buyurdular.
Derse girmeden kıldım, dedim. "İyi ettiniz. Ben iki ders arasında kıldım,
biraz geciktim. Bu kısa günlerde asr-i sânîyi bekleyeceğim derken, namaz
geçikebilir. Onun için ikindi olur olmaz, kılmalıdır. Âferin, buyurdular.
Buyurdular: İsmâil
Ağa’da Mahmûd Efendi ile karşılaştım. Konuşurken çantamdan Seâdet-i
Ebediyye’nin ikinci kısmını çıkardım, hediye etmek için uzâttım. Lâtin harfi
iledir diye almak istemedi. "Mahmûd efendi, bu kitâbı, al, oku, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin yazıları ile doludur. Ya'nî Yûsuf sûresinde buyurulduğu
gibi: "Her ilim sâhibinin üstünde âlim vardır." İşte bu kitâb, sizin üstünüzdeki
âlimlerin sözlerini bildirmektedir” dedim. Bundan sonra kitâbı aldı.
Bir gün Mahmûd
efendinin hocası Çalıklı’lı Dursun Efendi, İsmail Ağa’ya geldi. Dursun Efendi,
medrese-i mütehassısînden Seyyid Abdülhakîm efendinin talebesi olduğundan, bir
nev'î refîk [arkadaş] sayılırdık. Ona, yazdığım kitâbları anlattım. Beni
gördüğüne ve kitâblarıma çok sevindi ve Mahmûd efendiye: "Bu kitâblarda
Abdülhakîm hazretlerinin kokusu ve teliflerine onun emeği vardır, okuyun ve
herkese okutun" buyurdu. Ama yine bir değişiklik olmadı. Mahmûd efendi,
keşke Ofdan hiç gelmeseydi ve orada ilimle meşgul olsaydı daha iyi olurdu.
Çünkü burada şeyhlik tarafı ağır bastı. Halbuki Nakşîbendî Müceddîdî Hâlidî
yolunda vilâyet-i hassa-ı Muhammediyye makamına varamamış olanın mürşidlik
yapması zulumdur. Üstelik Alî Haydar efendiden hilâfeti de yoktur. Hilâfeti
olmadığı halde tasavvufda irşâda kalkışmak kutta-ı tarîk, ya'nî Allah’a giden
yolu kesenlerin işidir. Allah korusun. Bu devirde mezkûr makama ulaşmış olan
tek bir kişi dünyâda kalmamıştır. Efendi’den bunu duydum. Buyurdu ki, [tabiîki
kendisi hâric, Çünkü o dünyâda olanı biteni bilirdi]: Memleketimizde kalmadı,
Sûriye’de yok. Mısır çoktan frenkleşti, Arabîstan’da bir tane vardı
[kendilerine Üveysî yolunda hilâfet veren şeyh Ziyâ Ma'sûm], o da vefât etti.
Belki Hindistan taraflarında, buyurdu. Böyle buyurmasının sebebi de, İmâm-ı
Rabbânî, Muhammed Ma'sûm hazretleri ve bunların oğullarının: "Bizim
nisbetimiz kıyâmete kadar evlâdımızda devâm eder" buyurmuş olmaları
olabilir."
Bir arkadaşla [Doğan Yanık],
Hocamızın Fâtih’teki evine en yakın mescid olan Kumrulu Mescid’in imâmı Hasan
Efendi’yi, bir kış gecesi, zıyâret ettik. Hasan efendi, Mahmûd efendinin en
gözde mürîdi olup, Oflu idi. Kendisine Mahmûd efendinin, Alî Haydar efendinin
halîfesi olup olmadığını sordum, öyle bir şey yok, olsa ben bilirdim. Elimizde,
Alî Haydar efendinin kendisine yazdığı, Yûsuf'um, diye başlıyan bir mektûbu
olup, herkese dağıtılmıştır, dedi. Duyduğuma göre, Mahmûd efendi, kendine
râbıtaya müsaade ediyor, doğru mudur? dedim. Evet, isteyen Alî Haydar efendiye,
isteyen bize râbıta eder, bu o kadar önemli bir mes'ele kabûl edilmiyor, dedi.
Ama, Hâlidîsiniz ve Mevlânâ Hâlid efendimizin bu husûstaki titizliği herkesin
ma'lûmudur, dedim. Bizim hocamız ve şeyhimizdir, biz bir şey diyemiyoruz.
Haklısınız; keşke kendisine bu sözleri söyleseydiniz de, bizim içimizdeki ukde
de hallolsaydı, dedi. Sonra Mahmûd efendi ile iki-üç sâat konuştuk. Sözlerime
itiraz etmedi, ama istikametinde de bir değişiklik olmadı. hattâ bana,
kendisine Farsça öğretmemi ricâ etti. Ama yaş ve bulunduğu ortam onca müsâid
değildi ve olmadı. Hocamızın Alî Haydar efendi ile Bursa’da karşılaşmalarına ve
hocamızı Mektûbât’tan imtihan ettiğine ve hocamızı takdîr ile Mahmûd efendi ve
diğer talebesinin hocamızla sarılmalarını bildiren sözlerine daha önce işâret
etmiştik.
Her fırsatta
fakîrhâneye gelirler, Mektûbât, Divân-ı Mevlânâ Hâlid ve
benzeri kitâblar okurduk. Onların evinde ise, daha çok okurduk.
Bir def’a âilece
Bursa’ya gitmişlerdi. Evin anahtarlarını ve kuş kafesini bize bırakmışlardı.
Bursa’dan onbeş gün sonra döndüler. Döndükten sonra bir akşam, Seâdet-i
Ebediyye kitâbına, israf bahsini terceme edip, ilâve ediyorlardı. Önlerindeki
kitâb İmâm Birgivî hazretlerinin Tarîkat-ı Muhammediyye’si idi. Çok kolay, çok
rahat ve düzgün terceme etmeleri, çok hoşuma gitti. "Arabîyi ne kardar
rahat okuyor ve terceme ediyorsunuz!" dedim. Az meşgul olmadım,
buyurdular. Bir yerinde: "Meyveyi dalında çürütmek israftır" yazılı
idi. Bunu terceme edince: "Hocam, siz Bursa’da iken bahçenizdeki can eriği
olgunlaşmış, dökülmeğe başlamıştı. Üzerinde yarım kilo kadar erik vardı. Zay’
olmasın diye aldım, yedim. Hakkınızı helâl edin" dedim. "Helâl olsun,
siz bizi israftan kurtardınız, bizim teşekkür etmemiz lâzımdır" buyurdular.
1963 senesi Eylûl ayı
idi. Hanımlar bir arkadaşa gezmeğe gidince, Hocamız beni balkona çağırdılar.
Akşamdan sonra idi. Üç sâat kadar beraber oturduk. Bir sonbahar gecesi, hava
latîf, gökyüzü kandillerle süslü, dost dostun yanında idi. Dünyâda bundan büyük
seâdet olur mu? Şâir:
Her kişi sevdiğini
hânesine da'vet eder diyor, ama gece da'veti, gündüz da'vetinden de kıymetli ve
daha büyük sevginin ifâdesidir. O gece çok şeyler konuşuldu. Bir tanesini haber
verdim diye, bunları duymamış yakınları tarafından sıgaya çekildim. Ancak
herkesin bilmesinde mahzûr olmayanları yazayım: "Kardeşim, biz kadınların
sözlerine bakmayız; bizim neye üzüleceğimizi siz bilirsiniz. Kadınlar, çocuklar
gibidir. Ya'nî ma'zûrlardır. Biz hanımlar için bir dâire, kendimiz için başka
bir dâire kabûl ederiz. Onların dâiresine mekrûhlar girer, ses çıkarmayız,
bizim dâiremizde ise, mekrûha müsaade etmeyiz. Hadîs-i şerîfde, hanımlar ma'zûr
olduğu için, beş şeyi yapan hanım Cennete girer, buyuruldu.
"Efendi hazretleri
buyurdu: "Âdem aleyhisselâmla Nûh aleyhisselâm arasındaki zaman, Nûh
aleyhisselâmdan bugüne kadar olan zamandan daha geniştir. O zamana âid ma'lumât
az olduğundan, insanlar bunu bilemiyorlar. Nûh aleyhisselâmın gemisi buharla
çalışırdı. Kur'ân-ı kerîmde: "Ocağı yandığı zaman" diye geçiyor.
Medeniyyet o zamana göre zirveye ulaşmış, fen ve teknik gelişmiş idi. Kavminin
inadçı kâfirleri yüzünden tufan oldu ve ardından dünyâ yeniden kuruldu.
Kudüs’te taş gibi bir şey vardı. Gündüz güneşte durur, güneşin ışınlarını
absorbe eder, gece sabaha kadar şehri aydınlatırdı [Fosforesans özelliği olan
bir madde idi]. Nemrud, kendine ilâh [tanrı] dediği için, Allahü teâlâ onu
kendisine hayvan sûretinde gösterdi ve saraydan çıkıp, vahşî hayvanların
bulunduğu ormana girdi. Yedi sene hayvan gibi yaşadı. Bu müddet içinde,
ülkesini hanımı idare etti ve kimseye bir şey demedi. Yedi sene sonra, Allahü
teâlâ, aklını başına getirip hayvan değil insan olduğunu hâtırlattı. O çirkin
günâhı işlediği için, bu cezânın kendisine verildiğini anlayıp, kendine tanrı
demekten vaz geçti ve sarayına döndü. Fir'avna gelince: İnsanlara karşı kendine
tanrı derdi, ama gece odasında, sabaha kadar ağlayıp, Yâ rabbi, ben âciz bir
kulunum, derdi. Ertesi gün kalkar, yine nefsi, şöhret ve makam sevdası ile,
"Benden başka rabbiniz var mı?" derdi. İşte, insanlara çok zulm
ettiği ve Cehennemin en acı azabına lâyık olması için, en büyük günâhı, ya'nî
kendine tanrı deme günâhını işlemesi gerekiyordu. Bunun için bir istidrac
olarak, Allahü teâlâ, ona, yürüyünce Nil'in akması, durunca durması hîlesini verdi.
Ve o kendini tanrı sandı. En azından insanların nazarında ülûhiyyet iddia
edecek bir delil bulmuş oldu ve bu iddianın sâhibi oldu. Ama yine de aklı
başında olduğundan, başkasını inandırsa da, kendi inanamadı ve bunun için
geceleri: "Yâ Rabbi beni afv eyle" deyip, ağlardı. İşte nefsine
mağlûb olmanın sonu fir'avunluğa kadar gider. Ya'nî nefs, ülûhiyyet da'vasına
kalkışmağa kadar varan bir ahmaktır. Kendi eli ile kendini Cehenneme atacak
kadar akılsızdır. Bunun için, hadîs-i kudsîde: "Nefsini bırak da gel"
ve "Nefsine düşman ol, çünkü o, Bana düşmanlık yolunu tuttu"
buyuruldu. Efendi hazretlerinin sözü bitti.
O geceki Hocamızın
sohbetine devâm ediyoruz: Kardeşim, Allahü teâlânın her fi'linde [işinde] nice
hikmetler vardır. Onun bir ismi Hakîm'dir. Bakın, Hakîm Îsm-i şerîfini Efendi
hazretleri nasıl îzah ediyor: Hakîm, hikmet sâhibi ve en yüce demektir. Hikmet,
eşyânın efdâlini, efdâl-i ulûm ile bilmektir. Eşyânın en iyisi ve en üstününü,
ancak Allahü teâlâ bilir. Bunun için ilmin en iyisi ve en üstünü, ancak Onun
ilmidir. Bu yüzden Hak sübhânehü ve teâlâyı bilen, ancak Hak teâlâdır. Onun
ilmi, ezelî ve ebedîdir. Zevâli tasavvur olunmaz. Gizlilik ve şübhe kabûl
etmez. Vâki'a mutâbık olan ilim, ancak Onun ilmidir. Böyle bir ilim ile
muttasıf, ancak Hak teâlâdır. İlim de ancak budur. Her şeyi bilip de Hak
teâlâyı bilmeyene Hakîm denilemez. Ama Hak teâlâyı bilip de, hiç bir şeyi
bilmeyene Hakîm denilir. İlmin şerefi ma'lûmun şerefi kadardır. Allahü teâlâdan
celîl [büyük,şerefli] kimse yoktur. [O halde Allah’ı tanıma ilmi, ma'rifet en
kıymetli ilimdir] Hakîm, ancak Allahü teâlâyı bilendir, isterse dünyâ ilimleri
az olsun."
Allahü teâlânın her
işinde nice hikmetler vardır, dedik. Meselâ doğudan Ermeni ve Ruslar üzerimize
geliyor, Efendi hazretleri hicret etmek mecbûriyetinde kalıyor. Oradaki
sevenleri, talebesi, harblerde şehîd oluyor, dağılıyor. Sonunda İstanbul’a
geliyor, yerleşiyor. İstanbul’u seviyor, Van'a dönmek istemiyor. Allahü teâlâ
ona burada talebe, eshâb ve ahbâb veriyor. Doğuda yitirdiklerini batıda ihsân
ediyor ve bu arada Efendi’yi tanımağı bize nasîb ediyor ve bu vesîle ile siz ve
arkadaşlarınız Efendi’yi tanımak, sevmek ve onun güzel, doğru yolunda yürümekle
şereflendiriyor. Aman Yâ Rabbi, bunlar ne acîb haller ve hikmetlerdir!"
Hocamız devâm ediyor:
Efendi’den çok az istifâde ettim. Ama efendiden istifâdenin azı da çok olduğu
için, çok istifâde ettim desem ve yemîn etsem, hânis olmam. Ama şunu da
söyleyeyim ki, Efendi hazretlerini şimdi görüp tanıyacaktım. Kardeşim, sizin
bir süâliniz olunca, bize geliyorsunuz, ben kime gideyim. Benim süâllerim yok
mu zannedersiniz. Ah, Efendi sağ olsa da Ona sorsaydım."
O geceden hatırımda
kalanların söylenecek olanlarını söyledim. Bir kısmı bende emânettir. Bir
kısmını da der hatır edemedim. Çünkü aradan kırk seneye yakın bir zaman geçti.
Ama geceyi hatırladıkça, başlarında takke, üzerinde çizgili pijamalarla, ay
ışığında yüzündeki nûrun, ayın nûrundan az olmadığını gözümün önüne getirdikçe
ve bahis konusu tatlı sohbeti tahattur ettikçe, kalbim helecana gelir, gözlerim
sulanır. İsterim Hak teâlâ bu fakîri Onlarla beraber Efendi hazretlerinin
zümresinde haşr etsin!
Bir gün Vefâ’daki
kursdan dönüyorduk. Yolda buyurdular ki: "Uzun zamandan beri zihnimi
meşgul ederdi ve: Hak teâlâ, acaba muvakkat, hattâ çok kısa sayılan bir ömürde
işlenen küfre, niçin sonsuz azab edeceğini bildirdi. Muvakkat suça, sonsuz azab
etmek, Allahü teâlânın adlı ile bağdaşır mı? düşünürdüm. Şimdi yakînen
anlıyorum ki, islâm düşmanlarının işledikleri cürüm, yalnız kendilerinde
kalmıyor, milyonlarca, milyarlarca müslümanın küfrüne, günâha girmesine sebeb
oluyorlar. İşte bu yüzden adl-i ilâhînin tecellisi, onların bu sonsuz Cehennem
azabına çarpmalarıdır. Beyt: Muntazamdır, cümle efalin senin,
Hikmetine, ermez aklı kimsenin.
Hocam, İbrâhim Hakkı
hazretlerinin ecrâm-ı semâviyye [yıldızlar, gezegenler, ay, güneş v.s]
hakkındaki Ma'rifetnâme’de yazdıkları için ne buyurursunuz? dedim. Buyurdular
ki: Ben bunu Efendi’ye süâl ettim ve "İbrâhim Hakkı hazretleri yedi
seyyârenin, yedi kat gökte bulunduklarını ifâde ediyor, ne buyurursunuz?"
dedim. Efendi: "Biz hukemânın sözüne değil, ulemanın sözüne bakarız.
Ulema, hepsinin birinci kat gökte bulunduklarını bildiriyor" buyurdu.
Hocamız buyurdu: Efendi
hazretlerinden işittim: Bir erkek bir kızla üç şeyi için evlenir: "Yâ
güzelliği, yâ malı, yâ da diyâneti için. Malı ve güzelliği için evlenen,
malından ve cemâlinden fâide görmez. Diyâneti için evlenen, hem mâlından, hem
de cemâlinden faîde görür."
Sultan Abdülhamîd Hân
vefât edince, Efendi’nin mürşidi Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu Ma'sûm efendi:
Efendi hazretleri, Abdülhamîd Hân Hakkın mağfiretine kavuştu" dedi. Efendi
hazretleri "Hepsi o kadar mı?" buyurdu. Ma'sûm efendi, bundan büyük
hangi ni'met olur, dedi. Efendi buyurdu: Ondan büyük şu olur ki, "O
kabrine konduğu andan itibaren, Arş-ı a'zamdan kabrine nûrdan bir sütun
inmekte, onu ihata etmektedir."
Buyurdular: Çocuk
terbiyesinde Kimyâ-ı Seâdet kitâbından çok fâide gördüm.
Buyurdular: Annenize ve
ablalarınıza mektûb yazdığınız zaman, çok iyiyiz, demeyin. Onlar sizi
kaybettiklerini anlarlar ve aranıza soğukluk girer, istenmiyen nahoş hâdiseler
meydana gelir. İyi kötü idâre ediyoruz, deyin. Bu onların daha çok hoşuna
gider.
Enver ağabey söyledi:
Hocamız: "Bu sabah namaza kalkınca, mahalleye baktım. "Süleyman beyin
ışığından başka, ışığı yanan ev görmedim" buyurdular ve sizi medh ettiler.
Bizim ev Hocamızın
evine çok yakındı. Kumrulu Mescid’de ezân höparlörsüz okunuyordu. Hocam, ben
ezânı duyuyorum, dedim. Siz duyuyorsanız, biz de duyuyoruz demektir. Onun için
namazda ezân okumazlardı. Beylerbeyi’nde olsun, Fâtih’te olsun Onların evinde
namaz kıldığımız zaman ezân okunmazdı. Hattâ sabah, akşam ve yatsı
namazlarından sonra aşr-ı şerîf okumak da âdetleri değildi. Ma'lûmdur ki, bu
vakitlerde okunacak aşr-ı şerîfleri, herkesin kendisinin okuması müstehabdır.
Namazlardan sonra okunan hatm-i şerîfler, bunun dışında mulâhaza edilmelidir.
Bir gün yukarıki odada,
ya'nî salonda idik. Hocama süâl edip, dedim ki: İmâm-ı Rabbânî hazretleri:
"Allahü teâla Âdemi (aleyhisselâm) kendi sûretinde yaratmıştır"
hadîs-i şerîfini Âdemi, ya'nî Âdemin hakîkatini, ya'nî rûhunu kendisi gibi
bilinmez, anlaşılmaz şekilde yaratmıştır, şeklinde tefsîr ediyorlar. Bunu biraz
daha açıklar mısınız? Şöyle anlattılar: Allahü teâlâ madde değildir. Rûh da madde
değildir. Rûh âlem-i emirdendir. Ya'nî makarrı, Arşın üstüdür. Arş ise, madde
âleminin sonudur. İkincisi, rûhun iki yüzü vardır: Biri Rabbine bakan tarafı
olup, madde olmama ve çok latîf olması bakımından, madde olan insanın bunu
anlaması mevzû' bahis edilemez. İkincisi, insana bakan yüzüdür. Akıl, muhabbet,
îmân, tedbîr, gülmek gibi eserleri ile belli olur. Rûh çok latîftir, dedik.
Bunu bedene göre söyledik. Allahü teâlânın latifliği yanında ise, bedenin rûha
nisbetle olan kesâfeti gibi kesîf kalır. Ya'nî rûh, insanla Allahü teâlâ
arasında bir letâfete sâhibdir. Meselâ rûh, şu duvardan geçebilir. Melekler,
latif cisimler oldukları için, hep Arşın altındadırlar. Arş'dan yukarıda olan
melâikeden hiç bahsedilmemiştir. O halde hadîs-i şerîfde buyurulan: "Nefsini
tanıyan Rabbini tanır" yüksek sözünün ma'nâsı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine
göre, nefsini, ya'nî nefsül-emrini, ya'nî hakîkatini, ya'nî rûhunu tanıyan
Rabbini tanır demektir. Çünkü tanınmayan, bilinmeyen rûhu tanımak hâsıl
olduktan sonra, Allahü teâlâyı tanımak mümkündür. Çünkü daha ötesi yok, ötesi
Allahü teâlâdır. Bu çok güzel bir ma'rifettir. Herkese lâzım olur.
Buyurdular: Haberde
geldi ki, "Diş ağrısı kabir azabı cinsindendir"
Hocamın emri üzere iki-üç sene, Efendi
hazretlerinin oğlu, Üsküdâr ve Kadıköy müftülüklerinde bulunmuş, fetvâsında
emîn bir âlim olan Ahmed Mekkî Efendi’den arabî dersler okudum. Mantık, Fıkıh,
Usûl-i fıkıh, Telhîs, Kasîde-i Emâlî şerhi, zaman zaman tefsîr ve hadîsde ders
verdiler. Hocamızın hal tercemesi kısmında geçtiği gibi, Mekkî efendi, aynı
zamanda bu ilimlerde, Hocamıza da hocalık yapmıştır. Allahü teâlâya hamd olsun
ki, bana Hocamın hocasından ders okumak nasîb etti. Zaman zaman Mekkî efendi
ile Hocamıza, bazan da Hocamızla Mekkî efendiye ziyârete, sohbete giderdik. Ah,
o günler! Ne güzeldi! Hocamızın ve benim hayatımıza giren, Efendi hazretlerinin
ilmini övdüğü bu oğullarından bir kaç söz edelim:
AHMED NEYYİR MEKKÎ
ÜÇIŞIK (rahmetullahı aleyh): Âlim, ârif, veliyy-i kâmil seyyid Abdülhâkim
Arvâsî hazretlerinin büyük oğludur. Annesi büyük velî, kerâmetler sahibi,
yeryüzünde Eshâb-ı kirâmın numûnesi seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin torunu
Âişe hanımdır.
Mekkî efendi hicrî 1314
(m.1896)’da Başkale’de tevellüd, 1387 (m.1967)’de İstanbul’da Kadıköy müftüsü
iken vefât etti. Vefâtında bu fakîr bulundum. Şöyle ki, sabahleyin Hocamız bana
haber gönderip; "Mekkî efendi hastalanmış, Süleyman bey hemen gitsin, ben
de geliyorum" buyurdular. Hemen gittim. Divânda sessiz yatıyordu. Elini
öptüm ve "Nasılsınız, inşaallah iyisiniz efendim" dedim.
Elhamdülillah, dedi. hattâ bu kelimenin sonunu başından daha hafîf söyledi ve
artık bir daha konuşmadı. Gözleri açıktı. Bir ara, altına giymiş olduğu
pijamanın dizine kadar çekilmiş olduğunu gördü de hemen eli ile aşağı indirip
dizinin üstünü göstermek istemedi. Biraz sonra Hocamız gelince, bu hareketini
Hocama arz ettim. "Onlar, iffet ve nâmus timsâlidir" buyurdular.
Hocama: “Efendim, Mevlânâ Hâlid efendimizin Divânındaki Silsile-i aliyyeye dâir
kasîdeyi ezber bilirim. Mekkî efendi için okuyayım mı?" dedim.
"Okuyun, elbette fâidesi olur. İyileşecekse, çabuk şifâ bulur,
iyileşmeyecekse, rûhu rahatlar, sekerâtı hafîfler" buyurdular. Biraz sonra
yanımızda vefât etti. Allah ganî ganî rahmet eylesin.
Mekkî efendi, medrese
tahsîlini bitirdikten sonra, peder-i âlilerinden, zâhirî ilimlerin
inceliklerini alarak, icâzetle şereflenmiş, yüksek teveccühlerine ve
himmetlerine mazhar olarak tarîk-ı vilâyette kemâle gelmiştir. Son derece edeb
ve şaşılacak bir tevazu' ile, kendisini ağyardan setr ederdi. Saf kalbli, temiz
rûhlu yüzlerce genci ilim ve fâziletle süsledi. Cenâb-ı Hak bu feyiz, bereket
ve ilim kaynağından, İstanbul halkını, senelerce fâidelendirdi. Uzun zaman
Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulundu. Mezarı Edirnekapı kabristanında
iken, defninden üç sene sonra, çevre yolu sebebiyle Ankara’da Bağlum
nâhiyesinde babasının yanına nakl edildi. Bir de ne görsünler! Bu zaman
zarfında cesedi hiç bozulmadığı gibi, kefeni bile kabre konulduğu günkü gibi
sağlamdı. Nakıl sırasındaki hârika hallerini, naklînde bulunanlardan dinledik.
Fevkalâde garîb şeyler!
Mekkî efendinin
firaseti çok kuvvetli idi. Buna âid bir çok hikâyeler vardır. Mealesef hepsini
yazamıyoruz. Sevenlerinden birinin [Abdurrahîm Z.] kızı hastalanmıştı.
Okumasını rica ettiler. Üzerine üç def’a Câliyet-ül-Ekdâr'ı okudu. İyileşmedi.
Daha okumadı ve: "Ben bunu bir hastaya bir defa okusam, Allah’ın izniyle
iyileşirdi. Buna üç def'a okudum, iyileşmedi. Îmânından korkuyorum. Herhalde
itikadı yoktu" buyurdu. Bu hikâyeyi kendisinden dinledim.
Çok edebli idi. Kapısı
gece gündüz, sevenlerine açıktı. Çağrılan, da'vet edilen yere giderdi.
Talebesini okutmak, birşeyler öğretmek için, evlerine kadar gider, talebe
okumak istemese dahî gider, onu tatlı dille iknâ eder, okuturdu. Nitekim Alî
Sezer Beyefendiyi böyle yetiştirmiştir.
Va'zda, babasından
sonra, Beydâvî Tefsîri’ni, şerhleri ile bitirmek bir de kendisine nasîb
olmuştur. Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâtih câmiinde ders şeklinde
va'z ederdi. Dinleyenleri mahdûd idi. Gece yarısı kalkar, derse hazırlanırdı.
Kendiliğinden bir şey söylemezdi. Fâtih Câmi’inde Beydâvî Tefsîri’ni anlatır ve
Molla Câmî’nin Şevâhid-ün Nübüvve'sinden okur, terceme ederdi. Bir çok dersinde
bulunmuştum. Câmiden çıkıp, bizim fakîrhâneye gelir, arabî ders yapardık.
Mantık, fıkıh, usûl-i fıkıh, kasîde-i emâlî [itikadda], telhîs, tefsîr okurduk.
Bizim evden çıkıp Lutfî beye giderdik. Orada da okurduk. Kendisi imâm olmak
istemezdi. Akşam namazını müteakıb Evvâbîn namazını kılardı. Babalarına,
dedelerine dâir çok şeyler anlatmıştır.
Arabî ve fârisîyi,
Türkçe’den iyi bilirdi. Arabî ve fârisî mektûbları pek fasîh ve beliğdir.
Meselâ babasının vefâtı üzerine, Van’da Abdülmecîd efendiye yazdığı fârisî şu
beyt bunlara bir örnektir:
Girye-i men ey müsilmânân kem ez Ya'kub nîst U püser küm kerde
vü men peder küm kerde em.
Ya'nî, ey müslümanlar,
benim ağlamam Ya'kub aleyhisselâmınkinden az değildir; o oğlunu kaybetti, bense
babamı! demektir. Bir çok mektûbları bu fakîrdedir. Bayram tebrîğini şöyle
yazmıştı:
Tebrîk ile terfîk ederim arz u hulûsü!
Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.
Mekkî efendi ile
Hocamızı çok ziyâret ettik. Hocamızla da bir o kadar, Mekkî efendiyi ziyâret
ettik. Vefât ettiği gün, cenâzesinin ardından giderken, Hocamız bana:
"Üzüntünüzün çokluğunu biliyorum. Bir kimsenin hocası ölmek ne demektir,
kardeşim. Allahü teâlâ size ve bize sabırlar versin. Her hafta rûhuna bir
hatm-î Kur'ân ve yetmişbin kelîme-i tevhîd okunmaktadır. Ben de bana düşen bir
cüz'ü ve bin kelime-i tevhîdi muntazam okumaktayım.
Buyurdu ki:
—Ehl-i Sünnet Hilmî’nin
talebesinde kaldı. Onlar da tenbeldir, çalışmıyorlar, kendilerini ilme
vermiyorlar.
—Yaşayanlar içinde
babamdan en çok istifâde etmiş olan Hilmî’dir. Süleyman ve Lutfî’den molla
olur, derdi.
—Es'ad efendiyi
ziyaretten dönerken Efendi babam buyurdu ki: Büyüklerin yolu bu zavallılara mı
kaldı? Es'ad efendi denen kişi, bir tesbîh miktarı bile zikr edemez.
—Efendi babam, bana:
"Mekkî, hiç olmazsa günde bir tesbîh mikdarı zikr eyle" buyurdu.
—Kelâm mütekellimin
sıfatı olmayınca, sâmi'îne te'sir etmez. Ya'nî insan, söylediği sözü yapmıyor
ise onun sözü başkasına te'sir etmez. Zamane vaizlerinin ve âlim geçinenlerin
sözleri niçin tesirsiz kalıyor, buradan anlamalıdır. Belki de bunun için Efendi
hazretleri: Zamane vâizlerini dinlemeyin, buyurmuşlardır.
—Mekkî Efendi’ye birisi
gelip, teheccüd namazı kılmak istiyorum. Nasıl kılayım? dedikte,: "Onbeş
gün sonra uğra, anlatırım" buyurdu. Niçin, biliyor musunuz? Memûr idi.
Teheccüd kılmıyordu. O akşamdan itibaren teheccüde başladı ve onbeş gün sonra gelen
o zâta teheccüdü anlattı. Biliyordu, ama yapmadan, anlatmadı. Bu da yukarıdaki
söze ne kadar bağlı olduğunu gösteriyor.
—Kendisinden dinledim:
"Benim sakalım vardı. Emînönü’nde yürürken, bir hammal seslenerek sakallı,
sakallı... dedi. Bu yüzden sakalımı kestim. Resûlullah’ın sünnetinin,
hammalların dilinde aşağılanmasını istemedim"
—Babam on sene sabah namazını müteakıb
İbni Kemâl Paşa’nın Edirnekapı’daki mezarını ziyâret etmiştir.
Mekkî Efendi’ye:
Büyükleri, eskisi kadar rüyâda göremiyorum, acaba bir kabahat mı işledim,
dedim. "Evlâdım, o büyükler bir maksadla görülür; maksad hâsıl olunca,
eskisi kadar görülmezler. Kendini suçlamağa luzûm yoktur" buyurdu.
Efendi hazretlerinin
eshâbına ve onların çocuklarına çok fâideli olmuş, kimine Kur'ân, kimine yazı,
kimine arabî kimine fârisî öğretmiştir. Nûr içinde yatsın.
Mekkî efendi, Hocamıza
da hocalık yapmıştır. Ya'nî Hocamızın bereketli tavassutu ve ikramları ile
Allahü teâlâ bu fakîre çok ihsanlarda bulundu. Her zerrem ile bu büyük ni'mete
şükretsem, şükrünün binde birini yerine getiremem. Beyt:
Vücûdumun
her kılı gelse de dile Şükrünün binde birini edemez bile.
Hocamızla müşterek
çalışmalarımızdan biri de, Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitâblar için döküman
hazırlamak ve matbaadan gelen formları tashîh etmekti. Bazan da kitâblarında
bulunan mes'eleler üzerinde vâkı' süallerin halli için evde bir araya gelirdik.
Bu buluşmalarımız, önceleri evde, daha sonra Fâtih ve Sultan Selîm Câmilerinde
olurdu. Sâatlerce sürerdi. Bunun dışında bazı cum'a günleri belli bir câmide
buluşurduk. Bayramlara gelince:
İlk zamanlar,
evlerinden çıkınca, ilk def’a bizim fakîrhâneye gelirler, bayramlaşırdık.
Bizden sonra Harun beye uğrarlar, sonra da bekâr arkadaşların kaldığı eve
gidip, bayramlaşırlardı.
Kabir ziyâretlerini
ise, bayramdan bir gün evvel yaparlardı. Bazan beraber olurduk. Edirnekapı,
Murâd-ı Münzevî [Özbekî], Eyyûb Sultan hazretlerini ziyâretten sonra
Gümüşsuyu’na çıkardık. Orada Efendi hazretleri ile beraberliklerini, huzûr ve
seâdeti nasıl yakaladıklarını, benlik arzularının, nefsânî isteklerin nasıl
köklerinden kazındığını ve yine nasıl Rahmân’ın rahmet denizine daldığını,
gözlerin görmediği perdenin arkasına nasıl çekildiklerini dinlerdik.
Bir bayramda, talebesi
ile Hocamızın Gümüşsuyu’ndaki Efendi’nin câmiinde buluşup, bayramlaşması
kararlaştırıldı. Bir eve sığmaz olmuştuk. Geniş yer icâbetti. Oraya gittik.
Câmiin içinde oturduk, sonra dışarı çıktık. Çok kalabalıktı. Bayramlaştıktan
sonra, Mâide sûresi otuzbeşinci: "Ey mü’minler, Allah’dan korkun ve Ona
yaklaşmak için vesîle arayın" âyet-i kerîmesi üzerinde konuştular ve
dediler ki: Vesîle, vâsıta demektir. Allahü teâlâya yaklaştıran vesîleler,
vâsıtalar, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),
mezheb İmâmlarımız ve mürşid-i kâmil olan büyük velîlerdir. Kur'ân-ı kerîmi
herkes okusa da, herkes anlayamaz ve diğer üçü olmadan, herkes ona yol bulamaz.
Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerini de, dîn İmâmlarını ve islâmın zâhir
ve bâtınını yaşayan evliyâ olmadan, herkes anlayamaz. Ama emir umûmîdir.
Herkesedir. Din İmâmları, akaid ve amel husûsunda en büyük rehberler ise de,
onların bu bilgileri daha çok îmân ve amelle alâkalı olup, bedenî, kalbî ve
rûhî kemâlleri bilen, tadan ve vazîfeleri, insanları, islâmın hem zâhirîne, hem
de bâtınına çağıran ve Allahü teâlâya kavuşturmağa vesîle olanlar, mürşid-i
kâmillerdir. Onlar hastalığı teşhîs eden ve her hastalığa göre ilâc veren
tabîblerdir. Âlimler ise, eczâhâne gibidir. Çeşitli hastalıkların ilâcları
eczâhânede vardır. Ama hangi hastalığa hangi ilâc iyi gelir, teşhîs eden ve
bilen tabîblerdir. O halde bir mürşid-i kâmili kendine rehber ve kılavuz
edinen, onun Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve dîn bilgilerinden alarak
talebesini ve eshâbını eğitmesi, ilmine, yaşına, kültürüne göre hitâb etmesi,
teşhîs ettiği rahatsızlıklarının ma'nevî hastalıklarının ilâc ve çarelerini
söylemesi ile vesîle olmaklığa lâyık olması daha uygundur. Onlar, kalb
hastalıklarını tedâvî ettikleri gibi, kalbinde hastalık, îmânında zaiflik ve
bozukluk, amelinde eksiklik bulunmayanları Allahü teâlâya yaklaştırırlar.
Onların sözleri şifâ, nazarları hasta kalblere devâdır. Allahü teâlâ bir kulunu
severse, bu büyüklerden birinin sohbetine iletir, yahud da kalbine bu büyüklere
karşı bir muhabbet ilka eder de, nefs-i emmâresinin esaretinden kurtarır ve bu
Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış sevgili kullarının huzûr ve sohbetinde
bulunmakla şereflendirir. Nitekim İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri:
"Seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlâklanır, bu sevenin elinde değildir; sevgi
bunu icâbettirir" buyurmakla, evliyâ-yı kirâmı sevmeği zimnen
emretmektedirler. Çünkü hadîs-i şerîfde: "Kişi sevdiği ile bareber
olur" buyurulmuştur. Allahü teâlâdan birinci duamız, bizi sevdiklerinden
birine kavuşturması ve onları bize sevdirmesidir. Bu, bütün ni'metleri içine
alan, dünyevî ve uhrevî seâdetleri şâmil, en büyük bir ni'mettir.
Bir başka bayramda,
bütün arkadaşlar Tepebaşı’nda toplandık. Hocamız teşrîf ettiler. Umumî bir
bayramlaşma oldu. Bir masanın üstüne çıkıp Ahmed Namık Câmî hazretlerinin
Miftâh-ün-Necât kitâbından, daha önce işâret ettiğimiz, Peygamber Efendimizin,
Hazret-i Alî’ye: "Yâ Alî, altıyüzbin koyun mu, altıyüzbin altın mı, yahud
altıyüzbin kelime mi istersin?" buyurduğu zaman, Hazret-i Alînin,
altıyüzbin kelîme isterim, cevâbını vermesi ve Resûlullah’ın kendisine, sana
altı şey söyliyeceğim, bunları öğrenir ve yaparsan, altıyüzbin kelime öğrenmiş
olursun.." hadîs-i şerîfini sonuna kadar okudular. Çok güzel ve fâideli
bir bayram ikrâmı oldu.
Yine bir bayramda,
arkadaşların evlerinde, beşer onar kişi toplanmamız söylendi. Kumrulu
Mescidi’ne yakın bir evde idim. Beş altı kişi vardı. Geldiler, bayramlaştık. O
günkü konuşmalarından hâtırımda kalan şu enteresan bilgi oldu: "Efendi
hazretleri buyurdu ki, Resûlullah’ın huzûruna bir a'rabî, ya'nî bâdiyeden
[sahradan] gelen bir köylü girse, sohbetinden çıkınca, hikmet söylerdi. Ya'nî
artık daha luzumsuz konuşmaz, her sözü doğru, ilme uygun, insanların menfaatine
ve iki dünyâ seâdetine fâideli olurdu. Onun sözünde kimse hatâ bulamazdı.
Resûlullah’ın sohbetinden ona sahabilik intikal eder de, artık en büyük
velîlerin derecesinden yukarı çıkarılırdı. Allahü teâlâ, Habîbinin (sallallahü
aleyhi ve sellem) Eshâbı hurmetine bizi nefsimizden ve dünyâ sevgisinden
kurtarsın. Bilirsiniz ki, her günâhın tevbesi vardır, ama dünyâ sevgisinin
tevbesi yoktur. Onu yok etmek için ya çok çalışmağa, ya da Allah adamlarından
birinin sohbetinde ve nazarları altında olgunlaşmağa ihtiyac vardır. İnsan o
büyüklerin, güneşi andıran bakışları altında, karpuzun, kavunun güneş ışıklarıyla
olgunlaşması gibi olgunlaşır ve hattâ kemâli olan tatlılığa, ya'nî vilâyete
kavuşur da haberi olmaz. Onları anlar, ya'nî o büyük makamların ehli yapan
Allahü teâlâ, onlara günde en az üçyüzaltmış def’a rahmet nazarı ile tecelli
eder. Halbuki bir def’a rahmet nazarı ile baktığı kuluna, ebedî azab etmez.
İşte Allahü teâlânın yeryüzünde halîfeleri onlardır. Onların dışına bakan
sonsuz felâkete düşer. İçlerine, ma'nâlarına bakanlar, sonsuz seâdete kavuşur.
Hocamın emri ve izni
ile yirmi küsür kitâb telif veya terceme ettim. Takıldığım veya anlıyamadığım
yerleri Onlara arz eder, ona göre yazardım. Bu husûsta Onlarla çok hikâyelerim
vardır, ama bu bahsi geçelim ve Onların Mektûbât’tan bir sohbeti ile
kulaklarımızın ve kalbimizin paslarını temizleyelim:
3. Cild, 87. MEKTÛB: Mevlânâ Sâlih
Gülâbiye yazılmış olup, İmâm-ı Rabbânî’nin (radıyallahü anh) mürîdlik ve
muradlıktaki esrarını bildirmektedir:
Bismillahirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği, seçtiği kullarına selâm olsun. Ben hem
mürîd-i ilâhî, hem de murad-ı ilâhîyim, celle celâlühü ve azze şânühü.
Silsile-i irâdem, tavassutsuz Allahü teâlâya varmaktadır. Benim elim [kudretim]
Allahü teâlânın elinin [kudretinin] vekîlidir. Peygamber Efendimize irâdetim
[mürîdliğim] bir çok vâsıta iledir. Nakşibendî’de yirmibir, Kâdirî’de yirmibeş,
Çeştî’de yirmiyedi vâsıtam vardır. Allahü teâlâya irâdetimde [mürîdliğimde]
ise, yukarıda arz olunduğu gibi, hiç bir vâsıtanın kabûlû görünmüyor. Şöyle ki,
ben hem Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) mürîdi, hem de Onun ardından
gideniyim. Bu ni'met sofrasında Onun tufeylisi olarak bulunuyorsam da,
çağrılmadan gelmemişim. Gerçi Ona tâbiim, amma, asıldan da nasîbsiz değilim.
Gerçi ümmetim, amma devlete ortağım. Bu, küfr olan beraberlik [eşitlik]
ma'nâsındaki ortaklık değildir. Bu ortaklık, kendisine hizmet edilmeğe lâyık
olana, hizmetçilikte ortaklıktır. Da'vet etmeselerdi, bu devlet sofrasında
bulunamazdım. İstemeselerdi, elimi bu ni'mete bu devlete uzatamazdım.
Nakşibendî yolunda üstâdım Abdülbâkî ise de, benim terbiyemîn mütekeffili
[üstleneni] Allahu bâkîdir. Ben, Cenâb-ı Hakkın fadl ve ihsânı ile terbiye
olmuşum ve ictiba, ya'nî muradlık yolundan gitmişim. Silsilem, Silsile-i
Rahmânî’dir ve ben abdürrahmânım. Çünkü benim rabbim Rahmân’dır ve beni terbiye
eden erhamürrahîmîndir. Yolum Sübhânî yoludur. Çünkü tenzîh yolundan gitmişim.
Zât-ı ilâhîden başka, isim ve sıfatları istemedim. Benim sübhânim, Bâyezid-i
Bestâmî’nin söylediği sübhânî değildir. Hattâ onunla hiç münâsebeti yoktur. O,
enfüs dâiresinden kurtulmamıştı, bu ise enfüs ve âfâkın ötesindedir. O, öyle
bir teşbîhdir ki, tenzîh örtüsüne bürünmüştür. Bu öyle bir tenzîhdir ki, ona
teşbîhden bir toz bile ulaşmamıştır.
O, sarhoşluk çeşmesinden coşup akmakta, bu tam
ayıklıktan kaynaklanmaktadır.
Erhamürrahîmîn benim
hakkımda terbiye sebeblerini sırf kendisi hazırlamış ve benim terbiyemde, kendi
fadl-ü ihsânından başka bir fâil bulundurmamıştır. Benim hakkımdaki ihtimâm ve
gayretinin çokluğundan, benim terbiyemde bir başkasını araya koymadı ve beni de
bir başkasına yönelmekten korudu. Ben Allahü teâlânın terbiyesi ile terbiye
olunmuşum. Onun sonsuz kerem ve fadlının müctebâsıyım. Mısra':
Kerîmlerle olan iş, hiçbir zaman zor olmaz.
Celâl ve ikrâm sâhibi
olan Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Habîbine her zaman salât ü selâm
olsun!"
Bu yüksek ma'nâlı mektûbu, yorumsuz
geçiyorum. İnşaallah delâlet ettiği ma'nâlardan bir parça anlamağı Rabbim nasîb
eder.
Şimdi de bir başka sohbetlerinden
elimizde olanları yazalım;
"Efendim, îmânın
şartlarını öğrenmek, bilmek kâfî değildir. Bu inanılması lâzım gelen şeyleri
kalbe yerleştirmek ve ona göre inanıp yaşamak lâzımdır. Böyle îmân insanı
kurtarır. Aksi halde lafda kalır. Meselâ kul hakkına inanan, Cehennemden
korkan, rahat uyku uyuyamaz ve üzerinde hiç kimsenin hakkı olmamasına dikkat
eder ve ona göre bir hayat tarzı kabûllenir.
Hadîs-i şerîfde
buyuruldu: "Üç şey üzere olan Cennete giremez;
1- Kalbinde zerre kibir bulunan
(zâhiren ve bâtınen)
2- Hâin olan, ya'nî yalan söyliyen,
insanları aldatan.
3- Borcu olan, Zarûretsiz borç alınmaz.
Alınan borç da en kısa zamanda ödenmelidir.
Hadîsi şerîfde
bildirildi ki: "Âhır zamanda gelecek ümmetimin câhillerinin ibâdetleri
cehilleri yüzünden kabûl edilmeyecektir. Âlimleri de fâsık olacakları için,
onların da ibâdetleri kabûl edilmeyecektir." Yani sevâb alamayacaklardır.
—Bir dirhem borcu
sâhibine vermek, bin dirhem sadaka vermekten efdaldir
—Kalb kırmak, yedi veya
kırk def’a Kâbe’yi yıkmaktan fenâdır.
—İnsanın dünyâdaki hâli
(Elem neşrah leke) sûresindeki gibidir. Ya'nî insan, bazan sıkıntılı, bazan
neş'eli olur.
—İnsan, bütün Kur'ân-ı
kerîmi okusa ve yalnız Kul E'ûzuleri başkası okusa, hatim sevâbı alamaz.
—Gıybet edene,
"sus!" diyen, şehîd sevâbı kazanır.
—Dükkân hizmetleri ile
doyan, ebediyyen acıkmaz. Çünkü Cennet ni'metlerindendir. Ne mutlu hizmet eden
kardeşlerimize!
—Vefât etmiş bir
müslüman için iyilik yapmak, sadaka vermek, dünyâda olana verilen dağlar gibi
sadakadan daha çok sevâb kazandırır.
—Emr-i ma'rûf ve nehy-i
münker yapacak olanın, hem akıllı olması, hem de şerîat bilgilerini bilmesi
lâzımdır. Bu, göz ve ışık gibidir. Akılla hareket etmeyenler, fitneye sebeb
olur.
—Yûsuf-i Hemedânî
hazretleri yediyüz kitâb ezberlemiş, ikiyüzonüç
mürşid-i kâmilden istifâde etmiş ve yedibin kâfiri müslüman
yapmıştır.
—Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin
halîfelerinden biri Abdülhâlık Gocdevanî hazretleridir. İşte bu büyük mürşid,
ya'nî Abdülhâlık Gocdevanî (kuddise sirruh) bir gün talebesi ile sohbet ederken
içeriye derviş kılıklı bir genç girer. Her görünüşü ile müslüman olan bu genç,
bir müddet sonra, kalkıp Hazret-i Şeyh’e: "Efendim, Peygamber Efendimiz:
"Mü’minin firasetinden korkun, O Cenâb-ı Hakkın verdiği bir nûr ile
görür" buyurdu. Bu nasıl olur?" der. Hazret-i Şeyh cevâbında:
"Sâlih mü’minler, o nûr ile bakar ve senin kâfir olduğunu ve belinde
gizlice sarılmış olan zünnârını görürler." Buyurur. Ne demek istiyorsunuz,
ben hıristiyan mıyım?" der. Evet, buyurur ve hazır olan talebesine, üstünü
soyun! diye emr eder. Elbisesini açtıklarında belindeki zünnârı görürler. Genç,
kendi eli ile zünnârını keser ve Muhammed (aleyhisselâm) hak peygamberdir,
deyip kelime-i şehâdet getirir ve müslüman olur. Hazret-i Şeyh talebesine
hitâben: "Siz de bu genç gibi îmân edin ve kalblerinizdeki zünnârları
kesin, hâlis müslüman olun, hakîkî îmâna kavuşun" buyurur. Çünkü Allah
sevgisinden başka her sevgi şirktir. Onun rızası olmadan yapılan her şey
fenâdır.
—Dünya şeytanın
tuzağıdır.
—Cenâb-ı Hak va'd
ediyor: Farzlardan sonra yapılan dua red olunmaz. O halde duanın kabûl olması
için, önce farzları tam yapmalı ve ardından dua etmelidir.
—Bir insan fenâ-i kalbî
makamına kavuşsa, ya'nî evliyâ olsa, kızdığı zaman, şeytan ona istediğini
yaptırır. Fenâ-i nefs mertebesine erişirse, şeytan ona yol bulamaz. Çünkü
şeytan, nefisle insana duhûl eder. Nefs fenâya vardığı için, artık şeytanla da
alâkası kesilmiş olur. O halde olan velînin kızmasına, öfke değil, gayret
denir. Böyle bir kimseden şeytan bile korkar.
—Ucb, ibâdetlerini
beğenmektir. Bir genç, ömründe hiç nefsine tâ'bi' olmamış, hep ona muhâlefet
etmiş, hattâ nefsim Cenneti isterse, ona muhâlefet ederim, Cehennemi
isterim" demiş. Abdülhâlık Gocdevânî hazretlerine, gencin hâlini ve bu
sözünü nakledip: "Ne buyurursunuz?" sormuşlar. Buyurmuş ki:
"Böyle söylemek bile, nefse uymaktır. Çünkü biz, ne ile emr olunmuşsak, onu
yaparız. Zavallı kul kim oluyor ki, ben desin! Sonunda 'M' (benim, isterim,
yaparım...) harfi bulunan sözlerde nefs vardır. En iyisi emre uymaktır."
—Abdülhâlık Gocdevânî
hazretlerine, kalb ile nefyü isbât zikrini Hızır aleyhisselâm, havuzda ta'lîm
etti. Bunu bana Îşân (Seyyid Abdülhakîm Efendi) Altınkum’da denizde iken elele
tutuştuğumuz zaman anlatmıştı.
—Peygamber Efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) îcab ettiği zaman çok kıymetli hırka giydikleri
halde, niçin Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hiçbir zaman kıymetli hırka
giymemiştir, diye sorulursa, cevâbında deriz ki: Hazret-i Ömer’in emrinde
yüzlerce vâli vardı. Eğer o giyseydi, vâliler de kendisini örnek alarak
giyerler ve âdet hâlini alırdı. Halbukî emîrlerin böyle şeylere çok dikkat
etmesi lâzımdır. Kumandan daldan bir elma koparırsa, erler bahçede elma
bırakmaz.
—Birçok âlimlerimiz saç ve sakal
boyamışlar, birçokları da boyamamışlar. Halbuki bunların hepsi, uyulması lâzım
gelen büyüklerimiz idi. O halde ne yapmalı? denirse, cevâb olarak deriz ki: O
memleketin âdetine bakılır. Saç ve sakal boyamak âdet ise, boyamak mahzûrlu
değildir. Değilse, tahrîmen mekrûh olur."
Şimdi de Efendi hazretlerinin Keşkül
ismini verdikleri eserinden Hocamızın bize okudukları mühim bahisleri yazalım:
Bismillah i rrah mân i
rrahîm.
Meâsî [günâhlar]
ekber-i kebâir [en büyük], kebâir [büyük] ve sagâir [küçük günâhlar] olmak
üzere üçe ayrılır.
Şirk, ubûdiyyetin
istihkakında, veyâhûd vücûb-i vücudda, Allahü teâlânın zâtından başkasını ortak
etmek, ulûhiyyette başkasını müstehak bilmek, ya'nî Allahü teâlânın sıfatları
Ondan başkasında var demek veya Hak teâlâyı kullara benzetmek ve kulluk
sıfatları gibi sıfatları vardır bilmekdir.
Küfr ve şirk, ıstılah
olarak bir iseler de, küfür, islâm dîninde kesin olarak bulunan bir şeyde tereddüd
veyâ böyle bir şeyi inkâr etmektir. Îmân, îmânın altı şartını icmâlen [kısaca,
topluca] bilip anlamak ve inanmak olup, mü’minlerin yolundan başkasına tâbi'
olmamaktan ibârettir. Şirk ve küfür, hiçbir sûrette afv ve mağfiret kabûl
etmez. Kâfir ve müşrik afv olunmaz.
Büyük günâhlar: Sihir
[büyü]. Adam öldürmek. Yetim malı yemek. Fâiz yemek. Harbde düşman karşısından
kaçmak. Temiz insanların iffetinde iftira etmek. Anaya babaya karşı gelmek.
Yalandan yemîn etmek. Yalancı şâhidliği yapmak. Zinâ. Livâta. Komşusuna eziyet.
Komşusunun haremine hıyânet etmek. Bir müslümanın ırzına geçmek. Bildiği halde
şâhidlik etmemek. Söz taşımak. Hırsızlık etmek. Mekr-i ilâhîden emîn olmak.
Allahü teâlânın rahmetinden me’yus [ümidsiz] olmak. Yolcuyu kendi ihtiyacından
fazla olan sudan men' etmek. İdrardan sakınmamak. Ana-babasının sövülmesine
sebeb olmak.
Vasiyeti yerine getirmemek. Sihir [büyü]
öğrenmek. Sihir yapmağı istemek. Allahü teâlâya sü-i zan etmek. Özürsüz iki
nemazı birleştirmek. Muayyen bir şahsa la'net etmek. Gadab etmek [çok kızmak]
ve şiddetli tehdîdle korkutmak. Mescid-i Haramda avlanmak. Allah’ın
düşmanlarını taklîd etmek.
Kalbe âid büyük
günâhlar: Riyâ. Haksız yere kızmak. Kin tutmak. Hased [çekememezlik] etmek.
Kibir [böbürlenmek]. Ucub [kendini ve amelini beğenmek]. Hıyânet. Nifâk.
Kendini büyük, insanları aşağı gördüğü için, insanlara kıymet vermemek. Mâlâ
ya'nîye [lüzumsuz, boş ve abes şeylere] dalmak. Fakîrlikten korkmak. Zengine
zenginliğinden dolayı ta'zîm [hurmet] etmek. Fakîrle, fakîr olduğu için alay
etmek. Hırs. Övünmek ve benlik taslamak. Haramla süslenmek. Bâtılı hak veyahud
hakkı bâtıl etmek için müdâhane [ikiyüzlülük veya aşağılık] etmek. Yapmadığı
şeyin medhini sevmek. İnsanların ayıblarını arayıp, kendi ayıbını aramamak.
İyilik edenin iyiliğini unutmak. Dinden başka şey için sohbet [arkadaşlık,
ahbablık] etmek. Ni'mete şükr etmemek. Kazâya râzı olmamak. Hak teâlânın emrini
ve hukukunu hafîfe almak. Başkasını alay etmek, ya'nî hakîr görmek. Haktan yüz
çevirip, kendi hevâ ve hevesine uymak. Hîle ve hud'a yapmak. Hakda inâd etmek.
Müslümanlara sü-i zan etmek. İkrâh ettiği veyâ sevmediği kimse tarafından
meydana gelen doğru sözü ve işi, nefsine uyarak kabûl etmemek. Günâha sevinmek.
Günâha ısrar [devâm] etmek. Hak sübhânehü ve teâlâyı unutup, âhıreti
hâtırlamamak. Haksız olduğu halde, kendi tarafını ısrarla savunmak. Allahü
teâlânın rahmetine güvenip, pervâsızca günâhlara dalmak. Din ilmini dünyâlığa
vesîle etmek. İlmi örtmek. İlimle amel etmemek. İftihâren ve tekebbüren
ibâdetlerde, dîn bilgilerinde ve Kur'an okumakta iddiada bulunmak. Din
âlimlerini istihfaf [alay edici ve aşağılayıcı sözlerde] bulunmak. Bile bile
Allahü teâlâ ve Peygamber Efendimize yalan isnâd etmek. Ya'nî söylemedikleri
sözleri söyledi demek. Kötü bir âdet çıkarmak. Şer-'î şerîf ile ameli terk
etmek. Kaderi tekzîb etmek. Verdiği sözü tutmamak. Zâlimi zulmünden ve fâsıkı
fıskından dolayı sevmek. Mü’minleri ve sâlikleri sevmemek. Allahü teâlânın
sevdiği kullar ile [evliyâ ile] muâdatta [düşmanlıkta] bulunmak. Dehre, zamana
söğmek. Fesâdı büyük olan sözleri yaymak. Kendisine iyilik edenin iyiliğini
öğmemek. Server-i âlem Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini
işitince, yahud söyleyince, yahud okuyunca, salavât getirmemek. Bir muhtaca
merhamet etmemek derecesinde katı kalb sâhibi olmak. Günâha, her ne şekilde
olursa, yardım etmek. Şerlilik ve çirkin sözleri, insanların şerrinden
korkacakları kadar çok yapmak.
Zâhir [Görünen] büyük
günâhlar: Altun ve gümüş kaplarda yemek veya içmek. Kur'ândan bir âyet veya bir
harf de olsa, unutmak. Kur'ânda mücâdele, münâkaşa, muhaseme, huccetleşme ve
başkasını yenmek, ezmek istemek, bunun için kızmak. Beden ve elbisesinde
necâsetten sakınmamak. Abdestin vâciblerinden [farzlarından] birini terk etmek.
Guslün farzlarından birini yapmamak —dişini doldurmak ve kaplamak gibi—
Zarûretsiz avret yerini açmak. Hamamda peştemalsiz bulunmak. Hayzlı hanımına
vaty etmek. Bile bile namaz kılmamak. Namazı vaktinden önce veya sonra kılmak.
Damlarda perdesiz çıplak yatmak. Namazın farzlarından birini terk etmek.
Yabancı saç ile saçlanmak. Döğme yapmak. Hanımlar güzel görünmek niyyetiyle
başka şekle girmek. Karşısında sütre olmaksızın namaz kılmak. Cemâ’ati terk
etmek. Kendisini sevmeyen cemâ’ate imâm olmak. Namazda safları yarmak. Saflarda
tesviyeye [düzgün olmaya] riâyet etmemek. İmâmdan ileri geçmek. Namazda
gökyüzüne bakmak. Kabristanda namaz kılmak. Yalnız olarak sefere [yolculuğa]
gitmek. Kadın mahremsiz olarak sefere gitmek. Uğursuzluk sebebiyle yolculuğa
çıkmamak. Özürsüz Cum'a namazını kılmamak. Halkanın ortasında oturmak. Akıl ve
bâliğ olan ipek elbise giymek. Erkeğin altın yüzük takması. Erkeklerin giyinme
ve konuşmada kadınlara benzemesi. Kadınların ince ve dar elbise giyinip,
bedenlerinin hatları ve derileri belli olmak. Kadınların salınarak, cilveli
yürümesi. Elbisenin çok uzun olması. Ayaklarını yere vurarak yürümek. Beyaz saç
ve sakalları siyâha boyamak. Yağmurların yağmasının yıldızların te'siriyle
olduğuna inanmak. Cenâze mateminde üstünü başını, yakasını yırtmak. Saçlarını
yolmak. Ölünün kemiklerini kırmak ve bir a'zasını kesmek. Kabirler üstünde
oturmak. Câmilere ölü gömmek. Nazara karşı boncuk takmak. Özürsüz zekâtı terk
ve tehir etmek. Va'desi gelmiş borcunu, gücü yettiği halde geciktirmek.
Ödeyemeyen borçluyu habs ve tazyık etmek. Baç almak. İhtiyacı yokken dilenmek.
Dilencinin ısrarla istemesi. Muhtac olan akrabadan malı [parayı] esirgemek.
Verdiği sadakayı başına kakmak. Nankörlük etmek. Allah için istenilen şeyi
vermemek. Ramazan orucunu bozmak. Kasden bozduğu orucunun kazâsını geciktirmek.
Hemen vâcib olmayan orucu, zevcinin [kocasının] izni olmadan tutmak.
Bayramlarda oruç tutmak. Nezr edilmiş [adanmış] itikâfı yapmamak. Beden ve malı
müsâid iken haccı terk ve tehir etmek. Hacda cima' etmek. İhramlı iken
avlanmak. Zevcin izni olmadan nâfile hac etmek. Mekke-i mükerremede günâha
niyyet etmek. Medîne halkını korkutmak. Vâcib olan kurbanı kesmemek. Kurbanın
derisini satmak. Besmelesiz hayvan kesmek. Sarhoş eden otları —afyon gibi—
yemek. Kan yemek. Domuz eti yemek. Murdar yemek. Hayvanları ateş ile yakmak.
Hür insanı satmak. Fâizde şer'î hîle yapmak. Fâizde şâhid olmak. Fâiz senedini
yazmak. Fâize yardım etmek. Fâsid alışverişle mal kazanmak. Zarûrî ihtiyâc
maddelerinde ihtikâr [karaborsacılık] etmek. Hayvanı satarken yavrusundan
ayırmak. Şarab yapmak için üzüm satmak. Satılmış mala müşteri olmak. Malını
yemîn ile satmak. Alışverişte hîle ve hud'a yapmak. Hacım, ağırlık ve uzunluk
ölçülerinde noksanlık yapmak. Menfaati için borç vermek. Ödememek niyyetiyle
borç almak. Yetim malında maslahatsız [yetime fâidesi olmayan] tasarruf etmek.
Malın bir kısmını bile günâhda sarf etmek. Komşusuna eziyyet vermek, binasının
manzarasını [görüşünü, önünü] kesmek gibi. Tekebbür için ihtiyacından büyük ev
yapmak. Yolları bozmak. Körleri yoldan çıkarmak. İrşâda ehil olmayanların
irşâdı bu kabîldendir. Ortağın ortağına, vekîlin müvekkele hıyânet etmesi. Bir
yabancı kimse, yalandan bana borcun var demek. Hastanın borçlarının ikrârında
bulunmaması. Kendisini yalandan babasından başkasına nisbet etmek. Âriyet olan
malı, menfaatin gayrisinde kullanmak. Başkasının malını zulmen, hakkı olmadığı
halde gasb ve istilâ etmek. Arafat’ta, Müzdelife’de ve Minâ’da bina yapmak.
İşçinin ücretini, işi bittikten sonra geciktirmek. Mubah olan şeyleri
insanlardan men' etmek. Caddelerin bir kısmını kirâlamak. Vakfın şartına
uymamak. Lukatada [bulunan eşyada] tasarruf etmek. Zarûretsiz evlenmemek.
Nazar. Genç oğlanlara bakmak. Gıybet. Gıybete susmak ve rıza' göstermek. Çirkin
lakabla anmak. Maskaralık ve istihzâ [alay]. İkiyüzlülük. Başkasına bühtan
etmek ve hayrete düşürmek. Başlık parası istemek. Evli kadınları iğfal etmek.
Kadının kocasının sırrını ifşâ etmesi. Erkeğin hanımının sırrını ifşâ etmesi.
Hanımına arkasından yaklaşmak. Yabancının yanında eşi ile sevişmek. Mehrini
vermemek niyyetiyle birisini nikâh etmek. Canlı resimlerinin bulunduğu yerlere
gitmek. Şer'î bir sebeb olmadan bir kimseden üç günden çok darılmak. Böyle
birisi konuşurken, ondan yüz çevirmek. Kadın evinden süslenmiş, ziynetlenmiş
olarak çıkmak. Kocasının izni ile de olsa, bir kadının evinden kokular, parfüm
sürünerek çıkması. Hanımın nâşize [erkeğinden kaçar ve nefret eder] olması,
kocasından izinsiz odasından ayrılmak. Kadının kocasından boşanma davasında
bulunması. Yabancı bir erkek ve kadın arasını bulmak. Hanımına, sana
yaklaşmayacağım diye yemîn etmek. Hanımına zihâr etmek. Bir kimseye, ey zânî,
ey lûtî deyip, kazf etmek. Soyunu inkâr etmek. Bir kimsenin sülâlesine söğmek.
Kendisini olmadığı milletten bildirmek. İddet hâlinde olan kadının evinden
çıkması. Şer'î bir sebeb olmadan hanımına nafaka vermemek, elbise almamak.
Çoluğunu ve küçük çocuklarını zay eylemek. Yakın akrabayı aramamak. Hürrü köle
olarak kullanmak. Müslümânı ve ma'sûm zımmıyı [kitâb ehlini] öldürmek.
İntihar etmek. Katli haram olan kimsenin öldürülmesine yardım
etmek. Küfre sebeb olmıyan sihri yapmak. Kâhinlikte bulunmak. Uğursuzluğa
inanmak. Yıldızlara bağlamak. Böyle fâl bakanlara gitmek. Peygamberlerden
başkasının gaybdan haber vermesi ve bu haberlere inanılması. Vazîfeleri
ehlinden başkasına vermek. Ehli olanları işten çıkarmak. Hâkim hükmünde cevr
[haksızlık] etmek. Bir müslümana kâfir demek. Farzların kaldırılmasına yardım
etmek. Bir müslümanın namus perdesini yırtmak. Sâlih değil iken kendine sâlih
süsü vermek. Âlim değil iken âlim kılığına girmek. Hayvana cim'a etmek. Kadın
kadına müsahaka. Suçsuz bir kimseye saldırmak. Yol kesicilik etmek. Başkasının
evine bir delik açmak. Gizli konuşulan sözü dinlemek. Kapı aralarından ve
deliklerinden başkasının mahremine bakmak. Sünneti terk etmek. Cihâdı terk
etmek. Emr-i ma'rûfu terk etmek. Selâmı almamak. Övünme ve saygı için kendine
ayağa kalkılmasını sevmek. Taun ve veb'anın bulunduğu yerden kaçmak. Emân
verilen zimmiyi öldürmek. Silâh kullanmasını öğrendikten sonra unutmak. Gayr-i
müslim yemînleri ile yemîn etmek. Adağını yapmamak. Kendine güvenmeyen kimsenin
kadı ve mütevelli olması. Ahkâmı bilmeyenin kadı [hâkim] olması. Batıla yardım
etmek. Rüşvet almak. Rüşvet vermek. Rüşvete vesîle [aracı] olmak. Câiz olmıyan
cidâlde bulunmak. Taksime memur olan kimsenin hıyâneti. İşret meclisinde
oturmak. Fâsık olan kurra ve fukahanın meclisinde bulunmak. Kumar oynamak.
Satranç oynamak. Çalgı âletlerini kullanmak. İçinde hiciv bulunan şiirleri
söylemek. Küçük günâhda ısrar etmek. Tevbeyi terk ve tehir etmek. Ensâr ve
Muhacire söğmek. Eshâbdan birine buğz etmek.
KÜFRE SEBEB OLAN ŞEYLER
Hak teâlânın vâcib-ül
vücûd [varlığı muhakkak lâzım] olduğunda şübhe ve tereddüd etmek. Allahü
teâlânın ülûhiyyete müstehaklığında başkasını ortak etmek. Hak teâlânın cisim
olduğuna inanmak. Cismin özelliklerinden birinin Onda bulunduğunu söylemek.
Allahü teâlâya yer isnad etmek. Zamanlıdır demek. Ezeli olduğunu inkâr etmek.
Ebedîliğini inkâr etmek. Babası ve çocuğu vardır demek. Noksan sıfatlardan
birinin Onda bulunduğuna inanmak. Kemâl sıfatlarından birinin Onda
bulunmadığını söylemek. Bölünebilir, yahud bileşiktir demek. Bir şeye hulûl
etmiş, yahud bir şey Ona hulûl etmiştir bilmek.
Peygamberlerden birine
bir noksan [kusur] isnâd etmek. Onlardan birini inkâr etmek. Peygambere yalancı
demek. Büyücü, deli ve câhil gibi sıfatlarla anmak. Allahü teâlâ ile neseb
alâkası var demek veya bilmek. Onlara günâh isnâd etmek. Fazîlet ve kemâlâtını
Allahü teâlânın öğretmesinden başka bir kimseden aldığını söylemek ve bilmek.
Simâlarında noksanlığı gerektiren bir şey olduğunu meselâ siyâhdı, topaldı
demek. Peygamber olmayana peygamber demek.
Meleklerin var
olduklarına inanmamak. Onlara noksan isnad etmek. Allahü teâlânın onları
bildirdiği sıfatlardan başka sıfatlarda olduklarına inanmak. Meleklerin erkek
ve dişi olduklarına inanmak. Âyet-i kerîme ile sâbit olan mu'cizelerden birinde
tereddüd etmek. Tevâtürle sâbit olan mu'cizeleri inkâr veyahud olmalarında
tereddüd etmek. Ayın ikiye ayrılması ve mi'rac gibi mu'cizeler bunlardandır.
Kitâblardan birini tasdîk
etmemek. Kur'ân-ı kerîmin bir âyet, yahud bir cümle veya kelimesini inkâr
etmek. Kur'an-ı kerîme az bir kusur ve noksanlık isnâd etmek. Kur'ân-ı kerîmin
yüksek ahkâmından daha fâideli, daha uygun, daha güzel, daha âdil bir şey
bilmek, söylemek ve itikad etmek. Kur'ân-ı kerîme ihânet etmek, atmak veya bir
başka şekilde hakaret etmek. Kur'ân-ı kerîme, peygamber sözüdür, demek.
Kur'ân-ı kerîmi, ulemânın tefsîrlerindekinden başka bir sûrette tefsîr etmek
veya te'vîl etmek, bâtınîler gibi.
Kabir süâlini ve
azâbını inkâr etmek. Haşrı inkâr etmek. Kıyâmette herkesin asıl vücûdu ile bir
daha vücûd bulmasında tereddüt etmek. Hesabı, Mizânı, Sıratı, Cenneti,
Cehennemi inkâr etmek veya bunların birisinde tereddüt etmek.
Kadere inanmamak.
Kaderin değişebileceğine inanmak. Cennet ni'metlerinin, Cehennem azablarının
varlığını inkâr etmek. Cennet ni'metlerinin ve Cehennem azabının ebedî olduğuna
inanmamak. Kâfirin Cennete gireceğine inanmak. Mü’minlerin sonsuz olarak
Cehennemde kalacağına inanmak. Namaz, oruc ve benzeri ahkâmın farz olduğuna
inanmamak. Fâiz, adam öldürmek gibi günâhların günâh olduklarına inanmamak.
Severek ve meyl ederek Hak teâlânın düşmanlarına benzemek istemek. İslâmı
önemsememek. İslâmiyyeti tahkîr etmek. Kâfiri mü’minden fazîletli [üstün] tanımak.
İcma' ile haram olan bir şeyi helâl bilmek. İcma' ile helâl olanı haram bilmek.
İslâmın ilk zamanlarında nifakın bulunduğuna itikad etmek. Sahabe-i kirâmı,
münâfik, fâsık ve kâfir bilmek. Ehl-i Beyte, ehl-i beyt olduğu için düşman
olmak. Eshâb-ı kirâmı, Eshâb-ı Resûl oldukları için sevmemek.
Bir mü’mine, mü’min
olduğu için düşman olmak. Bir kâfiri kâfir olduğu için sevmek. İslâm dîni dünyâ
ve âhıret seâdetine mâni'dir demek. Bir mü’mine kâfir demek. Bir müslümana, sen
kâfirsin veya, ey kâfir, demek. İleride küfre sebeb olan bir sözü söylemek ve
işitmek istemek. Küfre sebeb olan bir sözü kendi isteğiyle hâtırından geçirmek.
Açıkça islâm ile alay eden bir söz ve fiilde bulunmak. Bir hâkime veya bir
şeyhe saygı için secde etmek, saygı için olmazsa, şiddetle haramdır.
Namazlardan sonra edilen secdeler haramdır. Sihrin tesir edici olduğuna
inanmak. Mushafları, yahud bir sahîfeyi, veya Allahü teâlânın isimlerinden
birinin bulunduğu bir şeyi necâsetlemek. Din bilgisi bulunan veya hadîs
kitâblarından bir şeyi necâsete veya kazurata atmak. Peygamber isimleri, yahud
melek isimleri yazılı bir yaprağı [kâğıdı] yere veya kazurata atmak. Câmi'leri
kasden pislemek. Âlemi veya bir parçasını kadîm bilmek. Âlemin yapıcısını
sonradan olma bilmek. Kadîm olanı birden çok bilmek. Hak sübhânehü ve teâlâyı,
hay, alîm, kâdir, mürîd ve mütekellim bilmemek. Bir peygamberi tekzîb etmek.
Müslüman olmak istiyene, kelime-i tevhîdi öğretmek acele lâzım iken
geciktirmek. Def ve zurna çalarak Kur'ân okumak. Filân peygamber de olsa
inanmam demek. Lâ havle velâ kuvvete ekmek getirmez, demek. Kıyametten korkmam
demek. Kur'ân hocasını veya dîn dersi öğreten kişiyi alaya alarak taklîd etmek.
Şarabın haram olmamasını temenni etmek. Hazret-i Ebû Bekr’in sahabiliğini inkâr
etmek. Namaz kılmayacağım demek. Hak teâlâyı zât-ı ülûhiyyetine lâyık olmayan
bir şeyle anmak, yahud şerefli isimlerinden biriyle alay etmek. Allahü teâlânın
emirleri, yasakları, va'd ve vaîdleri [müjde ve tehditler] ile alay etmek.
Ulemâ-i kirâmın sözleri, eski masallardır, demek. İslâm dîni hurafelerden
ibârettir demek. Bu zaman, küfür zamanıdır, demek. Helâl ve haramı inkâr etmek.
Zamanın, rûhun, gökyüzünün kadîm olduğuna inanmak. Bedenlerin haşrını inkâr
etmek. Tenâsuha inanmak. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) siyâh imiş
demek. Peygamber Efendimizi kendi bulunmayan sıfatlarla anmak. Peygamberlik
çalışarak kazanılır demek. Hıristiyan ve yahudîleri mü’min bilmek. Sahabe-i
kîramı tekfîr etmek. Kur'ânın sözlerini ve ma'nâlarını değiştirmek.
Küfrü mucib şeylerden yüzden ziyâdesini
bildirdim. Zirâ bunları saymak kabil değildir. Ancak umûmî kâideye
girmektedirler. İslâm dînine bütünü ile itikad etmek îmândır. Bunlardan
birisine inanmamak, ya da tereddüd etmek, yahud alay etmek veya hafîf görmek
küfrü gerektirir. Din kemâle erişti. Kemâl bulan şeyde ziyâdelik noksandır.
Bunun için gerek kötü âlimler tarafından ve gerek ham sofular, zındıklar ve
mülhidler tarafından az bir şey de olsa, dînde, ya'nî usûl-i dînde [akaidde]
ziyâdelik küfürdür."
Hocamızın bize okudukları ve anlattıkları bu çok mühim bilgiler
Efendi hazretlerinin dilinden ve kaleminden çıkmıştır. Otuz seneye yakın süren
İstanbul câmi’lerindeki va’zlarında bu ve benzeri önemli bilgileri anlatarak
İstanbul halkını irşâda çalışmış ve meselâ: “Bâyezid câmi’inde îmândan bir
kıvılcım kalmıştır” buyurmakla buna işâret ettiği gibi, “burada namazını kılıp,
ayakkabıları elinde, bu va’zı ayak üstü dinleyen bir mümin âhırette bunun
mükâfâtını muhakkak bulacaktır” müjdesi ile de, ehl-i sünnet ve’l cemâ’at
itikadında bulunmanın, bir madde de olsa ondan bir şey öğrenmenin ne kadar
önemli olduğunu ifâde etmiş olduğunu tekrâr tekrâr Hocamızdan dinlemişiz. Bunun
için bu bilgileri yazmadan geçemedim. Bunu bir vazîfe bildim ve isterim ki,
bunları okuyanlar, kendilerinden sonraki nesle bunları, hattâ bu kitâbda
bildirdiklerimizi ileterek, Allah katındaki mes’uliyetlerini yerine getirip,
islâmın ve târihin sırtlarına yüklediği ağır yükün bir kısmını onların
omuzlarına vererek biraz hafifletsinler. Bu fakîrin bu kitâbı yazmaktan bütün maksadı
budur. Bununla târihî bir vazîfemi yapmış oluyorum. Hadîs-i şerîfte :
“İnsanların en iyisi, onlara fâideli olandır” buyuruldu.
Hocamızın sevdiği,
görüşmemizi istediği, hattâ kendileri ile birlikte ziyâretine çok
gittiklerimizden biri de, terzi A. Hâbil efendidir. Efendi hazretlerinin eski
ve sevgili eshâbından Mustafa Kaptan’ın oğludur. Bir oğlu da, Efendi
hazretlerinin birâderi Abdülkâdir Efendi’yi anlatırken geçmiş olan terzi Ahmed
Efendi idi. Rizeli idiler. Hemşehrimiz de oldukları için ayrı bir yakınlığımız
vardı. Efendi hazretleri babalarından dolayı, bu çocukları ile de çok
alâkalanırdı. Hâbil amca, Hocamızla akran idi, ya’nî yaşdaş idi. Hocamızdan
üç-dört sene önce vefât etti. Çocuğu olmamış şanslılardan biri idi. Mesleği
terzilikti. Efendi hazretleri hem evine hem de dükkânına teşrîf ederdi. Kendisi
anlattı :
- Efendi hazretleri,
dükkânıma her gelişte :"Hâbil, işlerin nasıl?" derdi. Ben de,
elhamdülillah iyidir, derdim, Bir def’a, yine sordu. Elhamdülillah, çok iyidir,
dedim, "Ha, işte şimdi oldu. Allahü teâlânın verdiği ve yaptığı çok
iyidir. Kullar Onunla pazarlıkta değiller ki, verdiğine göre
değerlendirsinler" buyurdu.
Kendisinden dinledim:
Efendi’ye yelek dikiyordum. Prova için giydirdim. yeleğe bakmadan beş tane
düğmenin yerlerini elleri ile gösterip, birini şuraya, birini şuraya... deyip;
beş yeri işaret ettiler. Ben de tam oraları işâretledim. Mubalağasız, hepsi tam
yerine isâbet etmişti. Hayretimi anladılar ve: “Hâbil, ben ustaların
ustasıyım" buyurdular.
Kendisinden dinledim:
Hilmî Beyle, Efendi’nin huzûrunda idik. Efendi
ikimize :"Sizinle küfür arasında perde vardır"
buyurdu.
Kendisinden duydum:
"Râbıta-ı şerîfede yazılı mektûbu [Tam İlmihal’de ‘Bir tasavvuf
mütehassısının mektûbu’ başlığı ile yazılı olan mektûbu] okuyan kimse içindekileri
yapmakla izinli sayılır" diye Efendi’den işittim.
Yine ondan dinledim:
Efendi’nin huzûrunda yelek iliği yaparken ellerim terlerdi. Şâkir efendi
vâsıtası ile, dışarı çıkıp, rahat dikmemi arz ettim. Efendi hazretleri:
Dışarısı buradan ışıklı değildir" buyurdu.
Yine o dedi: Efendi’den
mükerreren duydum :"Bizim Mekkî’nin ilmi vardır" buyurdu.
Yine o dedi :Efendi
buyurdu ki :Kıyâmete yakın, câmilerin yolları çimen bağlar. İmâm ve hatibler
sûreta âlim, hakîkatte câhil olurlar. Hafızlar teganniyi [nağmeli okumağı]
severler. Kadınlar erkeklerine itâat etmezler.
Yine Ondan dinledim
:Kızkardeşimin oğlu İsmet Kaptan küçükken sar'a hastalığına tutulmuştu.
Efendi’ye gösterdiler. "Bu çocuk hastadır" buyurdu ve sesli olarak
Âyet-el Kürsiyi okudular. İyileşti ve hayatı boyunca bir daha hastalanmadı.
Yine o anlattı: Efendi
hazretleri buyurdu ki: Mürşid-i kâmil-i mükemmil, ilimde ictihad, tasavvufda
velâyet-i hassa-ı Muhammediyye mertebesinde bulunmalıdır ki, hakkı batıldan,
doğruyu yanlıştan ayırabilsin.
Hâbil ağabeye, Efendi
hazretlerinin İstanbul’daki eski eshâbını sordum. Şu isimleri saydı: Babam
Mustafa Kaptan, Ziyâ bey, Tâhir efendi, Hasan efendi, Hasîb efendi, Terlikçi
Mustafa efendi, Hâlid bey, Nedim bey, Öğretmen Şükrü bey, Abdülkâdir bey, Rauf
efendi, Hâlid Turhan, Mekkî efendi.
Hâbîl beyi dinleyelim:
—Menemen’den sonra idi.
Efendi’nin emri ile Akhisar’a gittim. İstanbul’a geldiğimde, Efendi’yi görmek
için Eyyûbe gittim. Herkes elini öperken, yüzleri başka tarafa dönük iken,
ellerini öptüm. Yüzüme bakmadan, hoşgeldin, dediler. Diğerlerine böyle bir söz
söylemediler.
—Benim için, bana
kimsenin yapmadığı hizmeti yapan Mustafa Efendi’nin oğludur, buyurdular.
—Efendi buyurdu ki:
Medeniyyet İslâmiyyet ile kaimdir. Avrupa medeniyyeti dedikleri vahşetin
zirvesine varmıştır. Evet, Müslimânlar, düşmana karşı mudafâa [savunma] için
her türlü harb âlet ve edevatını yapmak zorundadır. İslâmın şartları dışında
san'at ehli bulundurmamak fısk olur [gayr-i müslim değil] müslüman tab'adan.
—Tahir efendi de vardı.
Efendi buyurdular: Maaşım yirmi liradır. Bu da imâmlık maaşıdır. Devletin bütün
yardımı kesildi, ama evimin masrafı meb'us evi gibidir. Bu da Silsile-i
aliyyenin yümnü bereketidir. Tâhir efendi de dedi: Üsküdâr’da uncu dükkânım
vardır. Belediye zâbıtası herkese cezâ keser, bana hiç uğramaz; bu da Silsile-i
aliyyenin bereketidir.
—Efendi buyurdu: Çocuğu
olanı Allah muhâfaza etsin. Olmayana Allah vermesin. Berber Enver efendinin
kızı ölünce ağlayarak Efendi’ye geldi. Çocuğun mu öldü? buyurdu. Evet, dedi.
"Abdestli isen hemen şurada şükür secdesi yap, göreyim" buyurdu.
—Mekkî efendi buyurdu
:Her akşam bir Yâsîn-i şerîf okuyup, ana-baba dâhil, büyüklere hediye
etmelidir.
—Efendi buyurdu:
Pâdişahların en aşağısı bile, dînin hâmisi idi.
—Eski ev alıp, ta'mir
ediniz, yeni ev yaparsanız, zararınıza sebeb olur.
—Korkmayın, korkmayın,
sizinle küfür arasında perde vardır.
—Mü’mine en evvel lâzım
olan, helâl yemektir. Mideye helâl girerse cevârihe [organlara] amel-i sâlih
kuvveti verir. Haram ise, ne kadar uğraşsa, yapamaz.
—Hilmî beyle
beraberdik. Hilmî bey, müsaade isteyip çıkınca, Efendi hazretleri arkasından,
onun için :"Ziyâ beyin şânına lâyık bir damat" buyurdu.
—Kadınlar Efendi’nin
elini değil, eteğini öperdi.
—Yoğurdu ve yumurtayı
severdi.
—Buyurdu: Bu memleketin
toprağı rutubetli olduğundan, cenâzeyi tabutla defn etmek daha iyidir. Tabutun
çivilerinin tahtadan olması lâzımdır.
—Her cum'a, namazdan
evvel, Kehif sûresini okumak sünnettir.
—Buyurdu: Ölülerinize
her akşam Yâsin-i şerîf okuyun.
—Buyurdu :Nerede namaz
var, orada îmân var, nerede namaz yok, orada îmân yâ var, yâ yok.
—Buyurdu: Mektûbât,
Reşehât gibi kitâblar çok kıymetlidir. Fârisîyi az bilen Mektûbât’ın fârisîsini
okusun.
—Buyurdu: Âmentü şerhi
kıymetli kitâbdır.
—Efendi hazretleri,
seyyidi ve senedi hazret-i Seyyid Fehîm’den (kuddise sirruh) bildirir: Namazdan
sonra dûa ederken ellerini kaldırdıkta en son :"Rabbiğfir verham ve ente
hayrürrahîmîn, teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn" derler, ellerini
mübârek yüzlerine sürerlerdi ve her fırsatta :Yâ Allah bike Tâhâssantü ve
bi-abdike ve Resûlike seyyidinâ Muhammedin (sallallahü aleyhi ve sellem)
istecertü, düasını okurlardı.
—Efendi hazretleri
Bâyezid Câmi'inde va'z verirken, namazda nasıl dua
edileceğini anlatıyordu. İki elini kaldırıp: "Duayı böyle
yapın" buyurdu.
—Buyurdu: Mekkî’nin
ilmi vardır.
—Buyurdu :Hanefî
mezhebinde peştamal kullanmak takvâdandır. Şâkir bey, bu takvâ sâhibi kimdir?
dedi. Ziyâ beydir, dedi.
—Yine o dedi: Efendi ekseriya: “Zâhir
ma'mur, bâtın harab" derdi.
Hâbil amca ile çok
güzel zamanlarımız oldu. Çok güzel diyorum. Çünkü hep Efendi hazretlerinden
konuşurdu. Gözleri dolardı. Yoruluncaya kadar konuşurdu. Kalkmamı istemezdi.
İlmi çok olmamakla beraber, Efendi’de fânî olmuş bir hâli vardı. Allah rahmet
eylesin.
Kardeşi Ahmed bey, yaşını
büyütüp, askere gitmeği sormak niyyeti ile Efendi hazretlerine geldi. Daha
mes'eleyi açmadan, ona; Ahmed, kaç yaşındasın? buyurdu. On altı yaşındayım,
dedi. "Maşaallah, büyümüşsün. Yaşına dokunma, öyle kalsın" buyurdu.
Yine o anlattı: Emirgân’da çimende namaz kılacaktık. İleride radyodan şarkı
sesi geliyordu. Efendi imâmete geçti. Cevad bey, radyoyu susturmak için koştu.
Efendi, çağırın gelsin! buyurdu. Sonra :"Allahü ekber!" deyip namaza
durduk. Tekbîr sesi ile, radyonun sesinin kesilmesi bir oldu. Namazı huzurla
kıldık. Namazdan sonra bahçe [gazino] sâhibine, radyoyu bilerek mi kapattın?
dedik. Hayır, âniden bütün cereyanlar kesildi, dedi. Kusura bakmayın; her
fırsatta Efendi’den bahsetmek Hocamızın o kadar güzel bir âdetleri idi ki,
ister istemez bizim gibi kabiliyyetsizlere aksetti de, her fırsatta kalemimizi
onun yâdı ile harekete geçiriyoruz. Allahü teâlâ Onlardan ayırmasın.
Uzun zaman Hocamızla kitâbların
tashîhleri ile meşgul olduğumuzu daha önce belirtmiştik. Erenköy’de bulunduğum
1974-1977 yılları arasında Seâdet-i Ebediyye kitâbını tashîh esnasında arz
ettiğim bahislerden çok memnun olmuş olacaklar ki, şu kısa mektûbu gönderdiler:
"Hatâları tesbit
için çok zahmet çekmişsiniz. Cenâb-ı Hak ecrinizi ihsân buyursun. Bu mesâiniz
kitâbımızın yeni baskısının kıymetinin artmasına sebeb olmuştur. Dünyâ ve
âhıret seâdetinize dua etmemize de vesîle olmuştur. Vesselâmü aleyküm ve alâ
men-ittebe'el hüdâ veltezeme mütabeatel-Mustafâ aleyhissalâvâtü
vet-teslimât-ül-ulâ.
Hüseyin
Hilmî bin Saîd, Hazirân 1 974
Tashîhler esnâsında
Yûnus Emre’nin Dolap şiirinde geçen :Böyle emr eylemiş Çalab, mısra'ındaki
Çalab kelimesini, o zamanki bilgi ve kültürümüze göre İslâmî bulmadığımdan,
bunu :Böyle emreylemiştir Rab şeklinde yazıp, Hocama arz ettim. Buyurdular ki,
Efendi hazretlerinden duydum :Eski Türkler Allah (celle celâlühü) yerine Çalab
kelimesini kullanırlardı. Bunun için olduğu gibi kalsın.
Bir gün Kumrulu
Câmi’inde Cum'a namazından çıkmıştık. Yolda evlerine doğru gelirken buyurdular:
Bursa’dan bir mektûb aldım. Enver bey okudu. Genç ve arkadaşlar arasına yeni
katılmış birisi, Efendi hazretlerine râbıta edip, kendisini görüyor ve onunla
konuşuyormuş. Enver beye, ona cevâb yazmasını ve râbıtayı bırakıp İmân ve İslâm
kitâbımızı okumasını tavsiyemizi bildirdim. Sonra bana hitâben :"Ama
kardeşim, siz Efendi’ye yapmakta olduğunuz bu cinsten vazîfenize devâm
edin" buyurdular.
Bir gün buyurdular ki
:Eskiden kırk sene sohbete devâm ederlerdi de. mürîdliğe kabûl edilmezlerdi.
Mürîd demek, bu büyüklerin yoluna istidat kesbetmiş, hergün ilerliyen sâlik
demektir. Ya’nî evliyâlığa namzettir. Şimdi o mürşidler ve öyle ciddi tahkik ve
tedkikler nerede? Mürîdler değil, zamane şeyhlerinin evliyâlıkla alâkası
yoktur. Allahü teâlâ bizi fasık âlimlerden ve câhil muteşeyyihlerden [Şeyhlik taslayan
cahillerden] korusun.
Bir gün sohbette 266. Mektûbun sonundan,
Kur'ân-ı kerîmi tegannî ile okumak ve harama güzel demenin çok büyük günâh
olduğundan bahseden kısmı okudular. Şöyle ki: Sema ve raks, lehv ve lab, ya’nî
oyun ve eğlencedir. Lokman sûresindeki (Lehv-el-hadîs) âyet-i kerîmesi, tegannî
ile okumağı yasak etmek için indi. Abdullah ibni Abbâsın (radıyallahü anhümâ)
talebesinden olan İmâm Mücâhid, Tâbiînin büyüklerindendir. Bu âyet-i kerîmenin
teganniyi yasak ettiğini bildirdi. Medârik Tefsîrinde [ve büyük âlim Senâullah
Pânîpûtî hazretlerinin on cild olan Mazharî Tefsîrinde] Lehv-el-hadîs, musikî
demektir, diyor. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü
anhüm) bu âyet-i kerîmenin tegannî için olduğuna yemîn etmişlerdir. İtikadda
mezhebimizin imâmı olan Ebû Mansûr Mâtürîdi’nin :"Zamanımızda, tegannî ile
okuyan hâfızların nağmelerini işiterek, Kur'ân-ı Kerîmi ne güzel okudun,
diyenin îmânı gider, hanımı boş olur. O zamana kadar yaptığı ibâdetlerinin
sevâbı gider" dediğini kitâblar yazmaktadır. Ebû Nasr Debbusî buyuruyor
ki, Kadî Zahireddin Harezmî buyuruyor: Bir şarkıcıdan veyâ başka bir yerden
şarkı dinleyen, veyâ başka herhangi bir haram işi gören kimse, haram olduğuna
inanarak veyâ inanmayarak, bunlara ne güzel dese, o anda mürted olur. Çünkü
Allahü teâlânın emrine karşı gelmiş olur. Allahü teâlânın emrine karşı çıkan,
onun tersini savunanın kâfir olacağını bütün müctehidler, sözbirliği ile
bildirmiştir. Böyle kimselerin ibâdetleri kabûl olunmaz. Önceki sevâbları da
yok edilir. Böyle felâketten Allahü teâlâya sığınırız." Bu sohbetlerin
devâmını Mektûbât’ın 266. Mektûbundan okuyunuz.
Selâm için buyurduklarını da kısaca
yazalım:
"Bir yere girince
veya birisi ile karşılaşılınca, ilk söz selâm olmalıdır. İçinde insan olmayan
yere, eve girince (Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn) denir. Bir
topluluğa verilen selâma içlerinden biri (ve aleykümüsselâm) diye cevâb verse,
diğerlerinden alma mes'uliyyeti düşer. Bir topluluktan ayrılırken de selâm
verilir. Kendisine selâm verilen kimse daha güzel bir karşılıkta bulunarak,
şöyle der :Ve aleykümüsselâmü ve rahmetullahi ve berekâtühü. Bir kimsenin
selâmını getirene :Aleyke ve aleyhisselâm diye karşılık verilir. Bir mektûbda
selâm yazılmış olursa, yâ dil ile veyâ yazı ile :Ve aleykesselâm denilir.
Selâma karşılık veremeyecek durumda olanlara selâm vermek mekrûhdur. Selâm
verirken eğilmek mekruhdur."
Talebe iken bize
yazdıkları mektûblarda, namazınızı kılın, Kur'ân-ı kerîm okuyun, sâir zamanlar
hep ders çalışın, sınıfınızı geçin, bir an evvel mektebi bitirin, diye
yazarlardı.
Buyurdular: Kul
Hakkından korkan, ayağını uzâtıp yatamaz.
Buyurdular: Kimin bir
merkebi varsa, bir derdi vardır.
Buyurdular: Ra'fetin
rahmetten ince bir farkı vardır. Ra'fette en çirkin, afv edilmez sanılan
günâhlara da merhamet vardır.
Buyurdular: Kur'ân-ı
kerîmde iki yerde geçen karye kelimesi Antakya şehri içindir. Biri Kehf, diğeri
Yâsîn süresindedir.
Buyurdular: İyiye,
haklılığa, doğruluğa ısrar olmaz, devâm olur. Kötülüğe, haksızlığa, yanlışa
ise, ısrar olur.
Buyurdular: Efendi
hazretlerinden duydum. Buyurdular ki, Gelibolulu Yazıcızâde birâderler
sulehâdan idiler.
Buyurdular: Dünyâda en
habis kazanç; şarkı söyleyerek kazanılan
paradır.
Bir gün Cum’a
namazından gelirken bendelerine :"Sizin de saçınız ağardı. Siz de ihtiyâr
oldunuz. Üzülmeyin kardeşim, ihtiyâr seçkin demektir" buyurdular.
Bir başka zaman bir
arkadaşa :"Şâhidim ki Süleyman bey saçını islâmda ağarttı"
buyurdular. Elhamdülillah...
Şöyle anlattılar;
"Kanûnî Sultan Süleyman, Süleymaniye câ’miini yaptırıp, ilk cum'ayı
kıldıktan sonra, cemâ’atle müsafeha ediyordu. Birinin elini tuttu ve baş
parmağında kemik olmadığını hissetti. Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Çünkü
Hızır aleyhisselâm bununla tanınır. Elini bırakmadı ve her Cum'a namazını bu
câmide kılması için ondan söz vermesini, aksi halde, bütün cemâ’ate
duyuracağını söyledi ve uzun konuşmadan sonra, her Ramazan-ı Şerîf ayınını son
Cum'a namazını, Süleymaniyye Câmi'inde kılacağına söz aldı."
İşte bir Ramazan-ı
Şerîfin son Cum'ası geliyordu. Hocama, bu cum'ayı Süleymaniyye Câmi’inde mi,
yoksa Efendi hazretlerinin birâderzâdesi Seyyid Cemâleddin Efendi’nin imâmı
bulunduğu Kirazlı Mescid’de mi kılayım, dedim. Siz yine Kirazlı Mescid’e gidin.
Cemâl efendi Seyyiddir, Efendi’nin yeğenidir, âlimdir, ehl-i sünnettir,
buyurdular.
Bir gün Fâtih Câmi’inin
bahçesinden gelirken bana :"Biz meşhûr olduk, siz kendinizi örtün. Çünkü
bu millete lâzımsınız" buyurdular.
Efendi hazretleri gibi
Hocamız da Osmanlıları çok severdi. Sitayişle bahsederdi. Şöyle anlattılar:
Efendi hazretleri, bazı sevenleri ile birlikte Süleymaniyye Câmi’inin Halic
tarafındaki duvarın altından geçerken, eshâbından biri, Efendi hazretlerine
:"Efendim, baksanıza ne muazzam ve haşmetli bir duvar" demiş. Efendi
de cevâben :"Sahibleri de öyle idi" buyurmuştur. Bu bahsi fazla
deşmeden geçelim.
Hocamız buyurdu ki:
İmanın muhafazası için, altı şarttan ayrı olarak iki şart daha lâzımdır:
1- İmânın gaybî olması, ya’nî can
boğaza gelmeden önce îmân etmiş olmak lâzımdır.
2- Hubb-u fillah ve buğd-u fillah,
ya'nî Allahü tâlânın sevdiklerini O sevdiği için sevmek, düşmanlarını ise O
sevmediği için sevmemek lâzımdır.
Fevzî Paşa Caddesi’nden
yukarı Yavuz Selim Caddesi’nden çıkıyorduk. “Hocam, Mektûbât’ta yazıyor ki, dîn
düşmanları ve kâfirlerle zarûret miktarı görüşmeli, biz bunu yapamıyoruz.
Onlarla yiyoruz, çay içiyoruz, sohbet ediyoruz. Nasıl yapalım?" diye
sordum. Buyurdular ki: “İyi ediyorsunuz, ben de öyle yapardım. Öyle yapmağa
devâm edin. İnsanlar şimdi gülmeğe hasret oldu. Dünya sıkıntıları insanlara
gülmeği unutturdu. Mektûbât’taki yazılar da doğrudur, ama o zaman ve mekân
için, ya'nî müslümanlar hâkim, kuvvetli ve çoğunlukta olup, kâfirler güçsüz, az
ve hakîr oldukları zaman onların yüzüne gülmek, onlara ağam, beyim demek,
müslümanları küçültmek ve aşağılamak
olacağı
için buna dikkat çekmişlerdir.”
Fârisî çalışmak ve
Silsile-i aliyye büyüklerini iyice tanımak için, Muhammed Bâkıbillah ve her
yönü ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatan Berekât kitâbını terceme etmeğe
karar verdim. Bir gün gece çalıştım. O gece sabaha kadar Muhammed Bâkıbillah
hazretlerini rüyâda gördüm. Ertesi gün akşam üstü Hocama gidip, niyyetimi ve
rüyâmı arzettim. "Ne mutlu size kardeşim. Ömrünüzün en iyi zamanını en iyi
meşgale ve mesâiye verdiniz. Devâm edin, bir gün gelir, inşaallahü teâlâ
basılır ve herkes okur. Efendi’den duydum :"Berekât kitâbını okumak,
îmânın vicdânileşmesine sebeb olur. Ben o kitâbı Başkale’den hicret edince
kaybettim. Bulursanız, mezarımın baş ucunda okuyun" buyurdu. Bir kaç sene
sonra bir gün Yeşilköy’e, eczâhanelerine gidiyorduk. Elimi ellerine alıp
tuttular ve :Sizin elleriniz de benim ellerim gibi oldular. Ne kadar benziyor
ellerimiz, buyurup sözü Efendi hazretlerine getirdiler ve :"Efendi’nin
sağlığında Berekât kitâbını çok aradım. Hindistan ve benzeri sefârethâne ve
konsolosluklara bile gittim. Efendi, bulursanız baş ucumda okuyun vasîyyet
etmişti. Sonra bulduk, ama vasîyyetlerini yerine getiremedim. Siz
Ankara’dasınız. Sizi vekil ediyorum, benim yerime, Bağlum’a gidip, Efendi’nin
mezarı başında Berekât’tan bir fasıl okuyun, unutmayın, muhtıra defterinize
yazın ve okuduğunuzu bir mektûbla bana bildirin buyurdular. Hangi Faslı
okuyayım, dedim. Tevellüdlerinden yüksek Hocalarına varıp, kemâle gelmelerini
anlatan faslı okursunuz, buyurdular. Baş üstüne dedim. "Efendi, bana
buyurdu ki :Hilmî, benden sonra Şâkir’in elini öpme!..." Ve daha çok
şeyler anlattılar. Yıllarca merak ettiğim şeylerden bahs ettiler. Ankara’ya
dönünce, ilk işim, Efendi’yi ziyâret oldu.
O faslı orta sesle
sonuna kadar okudum, ve bir mektûbla kendilerine arz
ettim.
Bir gün ziyâretlerine
gitmiştim. Efendi’nin eshâbından İlyâs Efendi’nin kendilerini ziyârete
geldiklerinden ve Efendi hazretlerinin bir kerâmetine şâhid olduklarından
bahsetti ve şöyle anlattı.: Bir gün yaşlı bir kadın Ayvansaray’daki marangozhaneme
gelip :Bir odalı bir evim var, ikinci bir oda yaptırıp, kirâya vereceğim ve
onunla geçineceğim; bedelini kirâ parasından vermek üzere, bana bir kapı ve
pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz, dedim. Maksadım, Efendi
hazretlerine gelip, danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına geldim. Hâlimi
sordular ve :"Müşteri geliyor mu?" dediler. Geliyor, dedim. Fakat
esas sormak için geldiğim, o ihtiyarcağızı unutmuştum. Tekrâr: "Sipariş
verenler oluyor mu?” dediler. Yine hatırlayamadım. "Kadın müşterileriniz
oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlayamadım. Bunun üzerine :"Bugün
gelen kadıncağızın işini gör!" buyurdular. Çok şükür ki, hatırladım.
Bayramda, Hocamızla
birlikte Mekkî Efendi’ye ziyârete gitmiştik. On-onbeş kişi vardı. Kamus lügat
kitâbından aşkla muhabbet arasındaki farkı Hocamıza okuttular. Özeti şöyle idi.
Muhabbet sevmektir. Aşk ise, gerekenden çok sevmek demektir. Onun için
zararlıdır. Muhabbet ise faydalıdır. Allahü teâlânın aşk sıfatı yoktur, ama hub
[muhabbet-sevmek] sıfatı vardır ve Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
Allahü teâlânın sevgilisi idi. Bu orada Efendi hazretlerine atıfla :"Hiç
kimse Allahü teâlâya âşık olamaz, ya’nî Hak teâlâyı icâbedenden çok sevemez.
Kul, Rabbini ne kadar sevse, muhabbeti aşamaz ki, aşka sıra gelsin. Eğer
edebiyatta bu nev'i aşk sözlerinden bahsediliyorsa, mecâz ma'nada söylenmiş
olduklarını düşünmelidir. Yoksa yanlış olur. Zirâ kul, Rabbini gerektiğinden
çok sevmek kudretine hiçbir zaman sâhib olamaz. Gerektiği kadarına bile varmak
imkânsız iken" buyuruldu.
Tekrâr tekrâr
Efendi’den naklen buyurdular :İslâm bu memleketten giderse; ne Hind’de kalır;
ne Sind’de [Pâkistan’a Sind denir]
Hocamız buyurdular ki:
Efendi hazretleri hacda düa ettiler ve Kâbe’nin eteklerine yapışıp: Yâ Rabbi,
benden ilim okuyanı âlim eyle dediler. Elhamdülillah. Hocamız Efendi’den ilim
okudular ve bu duanın bereketli neticesine kavuştular.
Yine Efendi’den naklen
buyurdular: Benim gibi bir baba üçyüz senedir gelmedi, üçyüz sene daha da
gelmez.
1969 ve 1970
senelerinde toplam on ay Türk-Sovyet hududu rodemarkasyonu [yeniden işaretleme]
görevinde tercüman olarak çalıştığım zaman, Allahü teâlânın varlığı ve birliği
üzerine Sovyet tercüman ve subayları ile yaptığım münâkaşa ve münazaraları,
hocama anlattım, "Çok iyi ettiniz. Biz münakaşayı sevmeyiz, tavsiye
etmeyiz. Münâkaşa kalbi karatır. Ama sizin komünist ve ateistlerle münâzaranız,
münakaşa sayılmaz. Allah için cihâddır. İnşallah cihâd sevâbı almışsınız"
buyurdular.
1968 ağustosunda üçüncü
çocuğum ve üçüncü kızım dünyâya gelince, sağ kulağına ezân, sol kulağına ikamet
okuduktan sonra Onlara gittim. Selâmdan sonra, bir kızımız daha oldu dedim.
"Hayırlı, mübârek olsun efendim. Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki : "Üç kız çocuğu olup da onları iyi bakan ve büyütenin
Cennete girmesine kefil benim" İnşaallah kardeşim siz buna, ya’nî Cennete
kavuştunuz. Mubârek olsun. Kız çocuklarının babası rızıklı olur hadîs-i şerîfi
mucibince, onun rızkı ve sizin rızkınız şimdiden hazırlanmıştır. Cenâb-ı Hak
şifâ versin. Hayırlı ve uzun ömürlü olsun" buyurdular. Göbek adını Nefise
verdik dedim. "Maşaallah, ne iyi yaptınız" dediler ve daha sonra
:"Bu hadîs-i şerîfe kavuşmanız, Nefise Ümrân sâyesinde oldu. Onun için o
hayırlıdır. Kız olduğuna sevindim, siz de sevinin. Baksanıza M. Beyin iki oğlu
var sokaklarda kaldılar. Bizim bir tane var, zor hâkim oluyoruz. Bu zamanda
erkek çocuğunun yetişmesi zordur. Kız çocukları için o zorluk yoktur"
buyurdular. Büyük kızım, okula gitmeden okuyabiliyor, dedim. "O kitâb
okusun siz dinleyin" buyurdular. Sonra da beraber Enver beyin, çocuğunun
vefât ettiğini, Efendi hazretlerine arzı üzerine, Efendi hazretlerinin Enver
beye :Abdestin var mı? dediğini ve, evet cevâbını alınca :"Hemen şuracıkta
şükür secdesi yap, göreyim" buyurduklarını anlattılar.
İki gün sonra Hocamızla
görüştüğümüzde, Ümrân’ın annesinin bu gece rüyâda uçarak hacca gidip geldiğini
anlattım. "Bu rüyâ da, Ümrân’ın gelmesindendir ve geçen gün söylediğim
hadîs-i şerîfin ma'nâsına kavuşmanızdandır. Mübârek olsun, ne güzel bir rüyâ"
buyurunca, fakîr cesâretlenerek, bir zaman önce de Hazret-i Fâtıma vâlidemizi
rüyâda gördü. Başını kucaklarına alıp, saçlarını ve yüzünü okşayarak, sen benim
kızımsın buyurduklarını arz ettim. Mâşaallah, inşaallah onun şefâatine kavuşur
ve Cennette Onun yanında olur" buyurdular. Büyük kızım, küçüklüğünü
Onların evinde, kucaklarında, hanım efendilerinin dizlerinin dibinde geçirdi.
Bu husustaki hikayeleri geçip, kitâb yazmadaki maksadımızı mümkün mertebe
kendimize doğru yönlendirmeyelim. Çünkü medh etmekten ve edilmekten çok
korkarım. İnsanın en zaif hallerindendir. Kendinin medh edilmesine
sevinmeyenler, çok uyanık, çok takva, belki evliyâlığın kokusunu almış
kullardır. Şimdi böyle insanlar nerede? Bütün insanlar, insanlar beni sevsin,
beni övsün istiyorlar. Kendilerinde bulunmayan sıfatlarla övülmekten dahi
hoşlanıyorlar. Allah katında kaybettiklerini, Allah’dan uzaklaştıklarını, nefse
yakınlaştıklarını ya bilmiyorlar, ya da bildikleri halde hesaba katmıyorlar.
Birincisi fenâdır, ikincisi ise ondan daha fenâdır. Allah korusun. Bunun için
hadîs-i şerîfde :"Kişiyi yüzüne karşı övmek, onu bıçaksız kesmektir"
buyuruldu.
Bir gün baha
:"Filân arkadaş ile hanımı geçinemiyorlar. Bir kaç def’a ben gidip nasîhat
ettim. Bugün yine aralarında bir şeyler olmuş, haber aldım. Beni istediler. Ama
artık ben daha gidemeyeceğim, kardeşim. Bana vekâleten siz gidin ve aralarını
bulun. İyi zamanında hanımı ile aşırı samîmî oluyor,. Kızınca bağırıp
çağırıyor. Hanımı bu yüzden iki yüzlü davranmak zorunda kalıyor, hattâ yalana
baş vuruyor. Bu davranışları oğullarına ve kızlarına da tesir ediyor"
buyurdular.
Bir gün Fâtihteki
Hırka-ı Şerîf Câmi'i tarafından geliyorduk. Emekli levazım yarbayı Sabrî beyle
görüşmelerinden bahsedip: Sabrî bey, Nûreddin efendiye mensubdur. Nûreddin
efendi, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretlerinin hilâfetnâmesini imzaladığı Palu’lu
Alî Septi hazretlerinin halîfesi Mahmûd Sâminî hazretlerinin halîfesi Osman
Bedreddin efendinin arkadaşlarından Kiğı müftüsü Muhammed Nûreddin efendiye
mensubdu. Nûreddin efendi 1964 yılında Antalya’da vefât etti. Kabri ora
halkınca ziyâret edilir ve bereketlerine kavuşulur. Keşf-i kubûr erbabından
idi. Ya'nî bir kabre bakınca, içinde kimin yattığını bilirdi. Bey midir, paşa
mıdır, çocuk, adam, müslüman, kâfir, isminin ne olduğunu bilirdi. Keşf-i kubûr
buna denir ve Nakşibendî yolunda ilk keşif budur. Daha sonra kalblerdekilerin
keşfi gelir ve keşifler devâm eder."
Bir gün Malta’dan
gelip, Nişanca Câmi'ine cum'a namazına niyyetle gidiyorum. Yolda Hocamızla
karşılaştık. Selâmdan sonra :"Niyyetiniz ne idi, nereye gidiyordunuz,
kardeşim?" dediler. Siz Nişanca’ya gelirsiniz diye, oraya niyyet etmiştim,
dedim. Ben de, Pirinçci Sinan Câmi'ine niyyet etmiştim. Niyyet edilen yere
gitmek sünnettir. Siz Nişanca’ya, ben de niyyet ettiğim Câmi'e gidelim" buyurdular.
Büyük kızımın iki üç
yaşlarında olduğu yıllardı. Bir gün Malta çarşısına gitmiştik. Eve dönerken
Hocamızın gelmekte olduklarını gördüm. Hava sıcak olduğu için, kolu kısa gömlek
giymiştim. Onları görünce hem sevindim hem utandım. hattâ kollarım görünmesin
diye ellerimi arkamda tutmağa çalıştım. Çünkü biliyordum ki, dirseğe kadar kısa
kollu gömlek giymek ve hiç kolsuz atlet giymek, Hocamın ve büyüklerin
adetlerinden değil idi. Ondan sonra bugüne kadar —ki altmışbeş yaşındayım,
ya'nî yirmibeş yaşından beri— bir daha kısa kollu gömlek satın almadım ve yeri
geldiği için işaret edelim, atlet giymedim. Hocamız yaklaştılar ve mütebessim
bir çehre ile: "İkinize de selâmün aleyküm" dediler ve : Bu halde bu
şekilde selâm verilir" buyurdular. Çocuğu sevdiler, bir iki dakika konuşup
ayrıldılar. Gerçekten o kadar görmek ve görüşmek bana yetti.
Efendi hazretlerinin
Menemen’e götürülmesi eshâbını ne kadar üzmüş ise, oradan dönüşü de o kadar
sevindirmiş idi. Hocamız o gece rüyâda, Efendi’nin, ağzına şeker koyduğunu görür
ve ertesi gün Bâyezid Câmi'indeki her zamanki yerine gider, oturur. Kendisinden
dînleyelim. Başımı önüme eğmiş, gözlerim yarı yumuk, hasretle bekliyordum.
Kalbim yerinden kopacak gibi idi. Âniden bir aksırma sesi duydum. Efendi’nin
sesiydi. Zirâ sık sık aksırırlardı.
Geldi. Kulağıma eğilip :"Hilmî, ben
geldim" buyurdu. Birden sevincimden ağlamaya başladım ve rüyâda ağzıma
şeker koymalarının sevindirici bir haber olduğunu anladım.
Şöyle anlattılar
:Efendi hazretlerini, siyâsî müdüriyetten rahatsız ediyorlardı. Keşkül
kitâblarını bana verdiler, yazdım ve sonra çok kitâblarını kuyuya attılar.
Buyurdular: Abdülkâdir
Geylânî hazretlerine mürşid-i kâmil kime denir, sorduklarında :"İki mürîdi
[talebesi] olsa, birisi doğuda, diğeri batıda bulunsa, ikisi de aynı anda ölmek
ve küfür üzere gitmekte olsalar, bir anda ikisinin de imdâdına yetişip, îmânla
gitmelerine sebeb olan kişidir" buyurdu.
Zaman zaman Çarşamba pazarına beraber
çıkardık. Satın alacakları sebze ve benzeri şeylerde pazarlık teklifinde
bulunurlardı. Malın iyisini almağa çalışırlardı. Şahısların kıyâfetine
bakmazlardı; ya'nî satıcı iyi mi, kötü mü giyinmiştir, bereli midir, kasketli
midir, bakmazlardı. Bir kaç kere :"Bu pazarlarda erkeklerin dolaşması
doğru değildir, nerede kaldı ki kadınlar pazara çıksın. Manavdan daha pahalıya
almak, pazarlarda dolaşmaktan daha iyidir" derlerdi. Fakat arada bir hanım
efendileri de, kendisine lâzım olan şeyler için pazara çıkardı.
Bizim evde idik. Şöyle anlattılar :
"Ya’kub-ı Çerhî
hazretleri Mevlânâ diye anılır. Çünkü ilimde Mevleviyyet [Mollalık-profesörlük]
mertebesinde idi. Medreseden ayrılmadan bir zaman önce, rüyâda kendisine
:"Git, azîzanın elini öp!" buyurdular. Üzerinde fazla durmadı. Birkaç
ay sonra, yolu Buhara’ya düştü. Gelmişken Şâh-ı Nakşibend hazretlerini ziyâret
etmeği düşündü ve dergâhının bulunduğu Kasr-ı Ârifân köyüne nasıl gidileceğini
sordu. Sorulan kimse, o mübârek zâtı mı görmek istiyorsun; gel sana anlatayım,
dedi ve bir iki sâat anlattı. Yeter, gideyim dedi. Giderken birine daha sordu.
O da aynı şevk ve muhabbet izhârı ile, gel hemşehrim, sana o büyük velîden
haberler vereyim, dedi. Bir müddet de onu dinledi ve içinde kıvılcımlar
parıldadı ve o kadar ilmine rağmen ilk def’a bir yere, birisine doğru
çekildiğini hissetti. Nihâyet Kasr-ı Ârifân’a geldi ve Hazret-i Hâce ile
karşılaştı. Müsâfeha esnâsında :"Efendim, müsaade buyurun, elinizi
öpeyim" dedi. Hazret-i Hâce :"Siz müsaade edin, ben sizin elinizi
öpeyim. Çünkü ümmet-i Muhammed’e ilim öğretiyorsunuz. Sizin eliniz öpülmeğe
daha lâyıktır" buyurdu. Ya’kub-ı Çerhî âlim olduğundan bir hadîs-i şerîfi
ileri sürdü ve :Efendim, ama siz, Allahü teâlanın velî [sevgili] kulusunuz,
sizin elinizi öpmek lâzımdır, dedi. Hazret-i Hâce, bu bizim için şerefdir, ama
siz böyle olduğunu nereden bildiniz, buyurunca, Ya'kub-ı Çerhî hazretleri,
şehirde kime rastladımsa, sizi anlatmakla bitiremiyor. Herkes sizi çok seviyor.
Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin :"Allahü teâlâ bir
kulunu sevdi mi onu bütün kullarına sevdirir" meâlindeki hadîs-i şerîf, sizin
Allah’ın sevgili kulu olduğunuzu göstermeğe yeter, diye cevap verince, Hazret-i
Hâce (kuddise sirruh) elini uzâtıp ve aylarca önce görüp unuttuğu rüyâsını ona
hatırlatırcasına :"Biz azîzanız, elimizi öp" buyurdu. Ya'kub-ı Çerhî
hazretleri, bu kapıda çok büyük ni'metler olduğunu anlayıp, Hazret-i Hâce’ye
intisab etmek isteğini arz etti. "Bu, bizim elimizde değil, bu gece
istihare edelim. Büyüklerimiz kabûl ederse, biz de ederiz, etmezlerse, bizim
elimizden bir şey gelmez. Sabahleyin, bu niyyetle huzûrumuza gelin"
buyurdular. Sabaha kadar uyuyamadı, korkudan titredi ve daha sonra o geceki
hâlini şöyle anlatır : Ben o geceyi sırat köprüsünün üzerinde geçirdim.
Hâyatımda ondan daha korkunç bir gece geçirmedim. Zirâ yakînen biliyordum ki,
eğer beni kabûl ederlerse, Allahü teâlâ kabûl ediyor, red olursam, Allahü teâlâ
beni red ediyor" Sabahleyin erkenden huzûruna gitti. "Elhamdülillah,
kabûl edildiniz. Biz herkesi kabûl etmeyiz, edersek de geç ederiz"
buyurdular.
Bir zaman Kasr-ı Ârifan’da kaldı. Tam
kemâle gelmeden ayrılması icâbetti. Buna rağmen, Hazret-i Hâce kendisine
:"Bizden öğrendiklerinizi, başkalarına da öğretin" diye izin
verdiler. Daha sonra Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sohbetinde kemâl ve
ikmâl eyledi. Ayrılacağı zaman :"Efendim, size bir hâtıra bıraksam da, onu
gördüğünüzde bu fakîrî hatırlayıp, teveccüh buyursanız" diye arz etti.
Hazret-i Hâce: Siz yolcusunuz; yolcunun eşyası kendisine lâzım olur"
buyurup, başlarındaki takkeyi alıp, kendisine uzâttılar ve :"Siz bunu
alın, bunu gördüğünüz zaman beni hâtırlarsınız, beni hatırlayınca, yanınızda
bulursunuz" hikmetli ve yolun sırrından bir kapı aralayan meşhûr sözlerini
söylediler.
Bir başka gün yine
bizim evde idik. Yine muhabbet ve râbıta hakkında konuşuyorduk. Efendim, her
yerde Efendi’yi göz önüne getirmek râbıta mıdır? dedim. "Değil ama, değil
de değil. Ama geçen gün anlattığım, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin Ya'kub-ı
Çerhî hazretlerine söylediği mânidâr söze girer efendim" buyurdular.
Her fırsatta Onlara giderdim. Bir akşam
Onların ve bizim dâhiller, bir arkadaşa gitmişlerdi. Ben küçük çocukla evde
kalmıştım. Onların evinde ise, bana gelip de, Hocamızı çok görmek isteyen
akrabalarım için Onlardan ziyâretlerine izin aldığım kişiler ve başkaları
vardı. Duramadım. Çocuğu uyuttum ve ben de Hocamıza gittim, Biraz sonra
oğulları Abdülhakîm bey geldi ve :Süleyman ağabey, çocuğunuz ağlıyor, bahçe
kapısından sesini duydum. Evde kimse yok herhalde" dedi. Hocamız
:"Çocuğu uyutup, yalnız bırakıp mı geldiniz?" buyurdular. Evet,
duramadım, efendim, dedim. Çocuğa bir şey olur, Allah korusun. Siz onun yanına
gidin, dediler. Gittim. Ama evde üzüldüm, durdum.
Buyurdular: Esansı, abtallar başına, âlimler bıyığına, ârifler
göğsüne
sürerler.
Fâtih’te iken, Kayseri’den bir haber
geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini torunlarından Abdülhalil Müceddîdî
İstanbul’a geliyormuş. Daha önceden kendisiyle mektûblaşıyorduk. Abdülhalîl
efendi hakkında birkaç söz edelim:
1963 senesinde Doğu Türkistandan
ikiyüzelli âilelik bir gurup Türkiye’ye gelmek için izin isterler. İzin
verilir. Abdülhalîl efendi kardeşleri ve âilesi ile bunların arasındadır. Çinde
Mao devri idi. Çin komünizmi, bilhassa Doğu Türkistan’ı kasıp kavurmaktadır.
Yusuf Ziya Alptekin Doğu Türkistanlı olup, önceki hükümet başkanının genel
sekreteri iken, komünizmden sonra ülkesini canını zor kurtarıp Türkiye’ye
gelip, Doğu Türkistanı kurtarma faaliyetlerine öncülük etmiş, mümtaz
şahsiyetlerdendi. Abdülhalîl efendiyi dinleyelim: Çin’den ayrılmamıza izin
verdiler, ama, gittiğiniz yerde, asla Çin’in ve Mao’nun aleyhine konuşmayacaksınız
diye, bize sıkı tenbîh ettiler. Afganistan hududundan içeri girdik. Kâbile
geldik. Kafiledekiler, canları çok yandığı için dillerini tutamayıp, Çinin
aleyhine veryansın yaptılar. Çin elçiliği bunu öğrendi ve Afganistan’dan
bunların iâdesini istedi. Geri gönderilsek, birimizin sağ bırakılmayacağını
biliyorduk. Türk elçiliğine, bir an evvel, Türkiye’ye naklîmizin yapılmasını,
aksi halde durumumuz çok vahîm olacak dedik. Elçi, Ankara hükümetine bildirdi.
İsmet İnönü başvekil idi. Elçiye: iâde edin, dedi. Elçi çok daraldı. İâdenin
katl-i âm olacağını biliyordu. İâde etmedi. Afganistan da Zâhir Şâh hükümeti
vardı. Zâhir Şâh’ın yanında yeri ve sevgisi ve itibârı çok olan İbrâhîm
Müceddîdî, amcazâdemiz olduğundan, 2 50 âileye Kâbil ve Celâlâbâd’da âilelerin
yanında müsâfir olarak himâye ettirdi. İbrâhim Müceddîdî iyi bir âlim ve
tasavvuf ehli idi. Sâyesinde rahat ettik. Bir sene sonra elçilik yine Ankara
hükümetine başvurdu. Hiç cevâb verilmedi. Bir sene daha Afganistan’da kaldık.
Sonra İnönü hükümeti düşünce, Suad Hayri Ürgüplü başbakan oldu. Hükümetin
değişmesi fırsat bilinerek, tekrar Ankara’ya bildirildi. Hükümet, bu Birleşmiş
Milletler’in Tehcir Müdürlüğü’nü alakadar eder deyip, Birleşmiş Milletler’e baş
vurdu ve kısa zamanda Birleşmiş Milletler’in tahsîs ettiği uçaklarla Kayseri’ye
getirildik. Bizim için Sümer Mahallesi’nde hazırlanmış göçmen evlerine
yerleştirildik. O iki sene bize çok ağır geldi... " Dediklerinin diğer
kısımlarını yazmadan, üç beş kelime ile Çin’de iken çektikleri sıkıntılarla
alakalı sözlerine devâm edelim:
Doğu Türkistan’da
babamın mürîdlerinin sayısı iki milyondan çoktu. Onun için komünistlik gelince
beni çok sıkıştırdılar. Halkı büyük bir meydana toplayıp, elime mikrofonu
verdiler ve "Allah’a inanmadığını, peygamberi tanımadığını herkesin önünde
itiraf et" dediler. Yapamazdım. Yapmadım. Beni domuz çobanı yaptılar. İki
sene domuzlar ahırında yaşadım. Halkın müceddîdî olduğunu bildiklerinden,
İmâm-ı Rabbânînin Mektûbât’ını basıp size dağıtacağız, kim istiyorsa, adresini
versin, hîlesi ile yirmibine yakın adres topladılar ve bir gecede hepsini şehîd
ettiler. Çok afv edersiniz, körpecik kızların kilotları içine kedi sokup,
kuyruğundan çektiler ve tırmalanan yerlerdeki yaralara tuz ektiler." Daha
neler neler... " Hem anlattı, hem ağladı. Sâatler süren bu konuşması Zeki
Celep kardeşimizin düğün yemeğinde olduğu için, dinleyenler hayli çoktu. Çok
kısa işâret ettim. Az çoğa, bir damla denize delâlet eder, diyelim ve geçelim.
Bundan sonra onbeş-on altı sene zaman zaman beraber olduk.
İstanbul’a geldiğinde,
daha önce Abdülhamîd Hân zamanında İstanbul’a gelip, Fâtih’de Reşâdiye otelinde
kalmış olan Seyyid Fehîm ve Seyyid Ubeydullah hazretleri gibi, Abdülhalîl
Efendi’de bu otele indi. Ziyaretine gittim. Daha önce mektûblaştığımız için,
kısa zamanda birbirimizi sevdik. Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerini mükerrer
rüyâda görmüştüm. Kendilerine arz ettim. Çok sevindiler. Sen bizdensin, seni
Müceddîdî yoluna alayım, onlardan bize gelen eli size vereyim, dedi. Maksadım,
Hocamdan izinsiz, iş yapmamak olduğundan, yarına kadar bana müsaade edin,
dedim. Otele gelirken, Hocama söylemiştim. "Gidin, bizim eve getirin.
Babalarının, dedelerinin yolunda iseler, kendisinden istifâde ederiz. Değilse,
babalarının yolunu kendisine hâtırlatırız. Suâlinize gelince :Mâdem size öyle
dedi, kendisinden el almanız çok iyi olur. Âhırette işinize çok yarar, sâhibli
olursunuz. Sâhibli olmakla olmamak arasında büyük fark vardır. El almak ufak iş
değildir. Hayırlı olsun" buyurdular. Efendim, me'murum, belki vereceği
vazîfe çok olur, her zaman yapamam. Az vermesini söyleyeyim mi, dedim.
"Olmaz kardeşim, o neyi münâsib görürse, verir. Her zaman yapamazsanız,
zararı olmaz. İnşallah yapacağınız bir mikdar verir" buyurdular.
Bir gün eve davet
ettim. O gece misafirimiz oldu. Sabah namazını müteakıb, beni önlerine oturttu.
İki elimi iki avucunun içine birlikte alıp, Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi
ve sellem) babaları şeyh Nüvâz hazretlerine kadar, her isimde, radıyallahü anh,
diyerek saydı ve sayarken ve emâneti verirken, o kadar ağlıyordu ki, sanki
canından, dîninden, îmânından bir parça söküp veriyordu. Rûhunu teslim
edeceğinden korktum. Her namazdan sonra şu kadar lafz-ı celâli, kalben
zikredersin, dedi. O gün Hocamla görüştüğümde, hafif bir vazîfe verdi, sayıyı
az tuttu dedim. "Yâ efendim, ben sana söylemiştim. Demek ki, orasını
düşünmüş, hayırlı olsun" buyurdular. Bir sene sonra tekrâr İstanbul’a
gelince, yine bizim evde müsâfir ettim. Sabah namazından sonra nefy ü ishât
kelimesinin zikrini de verdi ve yevmiye ikiyüz salavâtı şerîfe okumamı da vird
edinmemi söyledi.
Bir akşam birlikte
Hocamıza geldik. Çok güzel ve edeble karşıladılar. Sâatlerce kaldık. Zaman
zaman Hocamız, sözlerini iyi anlamadıklarından, ben alıştığım için aracılık
yapardım. Hocamız Mevlânâ Hâlid hazretlerinin divanından uzun bir şiir
okudular. Her ikisi de tatlı gözyaşı döktüler. Sonra Hatm-ı hâce yapıldı.
Abdülhalîl efendi halkayı idâre etti. Hocamız da hatm-i hâce yapılmasına itiraz
etmedi. Birkaç kişi daha vardı. Meselâ Zeki bey kardeşim hâzır idi ve saymak için
Hocamız tarafından verilmiş olan fındıkları sonunda o aldı.
Bizim evde kaldığı
zaman, her gece sâatsiz teheccüd namazına kalkardı.
O kadar zikr ederdi ki, tesbîhinin yanları
incelmişti. Akşamları hangi arkadaşa gitsek, bir müddet konuştuktan sonra, ya hatm-ı
hâce yapalım, ya da kalkalım derdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)
yazı yazmamıştır diye yazı yazmazdı. Halbuki arabî ve fârisî kitâbları gayet
güzel okuyup anlardı. Hocamız da maddî yardım edip hac farizesini eda etti.
1982 Ağustosunda vefât
edinceye kadar zaman zaman görüştük. Kayseri’de kalırdı. Ekseriya küçük kardeşi
Mehmed Dursun Müceddîdî ile gelirdi. 1982 senesi Temmuzunda bir hafta ara ile
iki kere Ankara’dan Kayseri’ye ziyâretine gittik. Hasta idi. Efendi’nin
eshâbından Sabrî Gökkaya, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunun M. Emîn Garbî
efendiler berâber idik. Elini öptük. Dalgın idi. Torunu vasıtası ile birkaç
kelime konuştuk. Gözleri kapalı idi. Ceddiniz İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven
hizmetçiniz Süleyman geldi dedim. Madem ki, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
seviyor, o çok iyi insandır dedi. Elleri elimde idi.
İmâm-ı Rabbânî sözünü duyunca, şuuru
yerine geldi ve o anda elleri ellerimde olduğu halde, gayet şuurlu bir
vaziyette sarîh bir ifâde ile : "Süleyman, oğlum, Peygamber Efendimizden
ceddim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ve babalarım vâsıtasıyla bize kadar gelmiş
olan elimi sana verdim. Onların yolundan ayrılma ve hep onlardan bahset"
buyurdu ve daha bazı şeyler söyledi. Bu kadarını yazabildim. Zâten elimde olan
ellerini def’alarca öptüm, ağladım ve sanki kendimi ondan kopan bir parça
hissettim. Onbeş senelik beraberliği onbeş yirmi satırda anlatmak ancak bu
kadar olur. Ayrıldık. Ankara’ya geldik. Ben de Trabzon’a izine gittim. İzinde
iken vefât haberi geldi. Cenâb-ı Hak babalarının feyzine ve makamlarına
kavuştursun. Birçok mektûblarını saklıyorum. Hattâ kendisinden adresini alıp
mektûblaştığımız Afganistan’ın en büyük âlimi fazîletli İbrâhim Müceddîdî
hazretlerinin oğlu İstanbul’a gelince, benimle görüşmek istedi. Gittim.
Lâleli’de bir otelde görüştük. İbrâhim Müceddîdî hazretleri ile alâkalı olarak,
daha önce mevzûu gelmişken, bir kaç satır yazmıştım.
Abdülhalîl efendinin
babası Hacı Meyân Şâhnüvâz Yarkent, onun babası Hâcı Hâmid Velî Yarkent, onun
babası Gulâm Hüseyin Yarkent, onun babası Abdürrahmân Yarkent, onun babası
Meyân Şâh Bey Yarkent olup, irşâd için Kâbil’den Doğu Türkistan’ın Yarkent
şehrine ilk gelen budur. Onun babası Şah İzzetullah, onun babası Gulâm Muhammed
Ma'sûm, onun babası Muhammed İsmâil, onun babası Muhammed Sıbgatullah, onun
babası Kayyûm-i âlem Urvet-ül vüska İmâm Muhammed Ma'sûm, onun da babası
Müceddîd-i elf-i sânî şeyh Ahmed Farûkî Serhendî İmâm-ı Rabbânîdir. Allahü
teâlâ hepsinden râzı olsun ve mâ yetemennâlarına nâil eylesin! Kendisini
dinleyelim:
"Dedelerimden
Meyân Şah Bey Yarkent’e gittiği zaman çok gençti. İrşâd ehli olduğunu ora halkı
kabûl etmedi. İmtihan etmek istediler ve bir cum'a günü, tabuta canlı bir adam
koydular. Namazdan sonra, kendisine gelip, hâzır olan cenâzenin namazını sizin
kırdırmanızı istiyoruz, dediler. Maksadları tabuttaki adamın canlı olduğunu
anlayıp anlamayacağı idi. Anlamıştı. Cenâze namazını vâlî kıldırır, buyurdu.
Vâlî burda yok dediler. Kadı kıldırır, buyurdu. Kadıyı nereden bulacağız, siz
kıldırın, dediler. Öyleyse cenâzenin velîsi kıldırır, buyurdu. Velîsi benim,
size izin veriyorum, dedi. Mahalle câmi'inin imâmı kıldırır, İslâmda cenâze
namazı kıldırmak bu sıra üzeredir. Buna riâyet edelim, buyurdu. Biz muhakkak
sizin kıldırmanızı istiyoruz, dediler. Ben yeni geldim, garîb sayılırım, beni
herkes tanımaz, bu genç de nereden çıktı, derler. Onun için ben kıldırmayayım,
buyurdu. Kim ne derse desin, biz senin kıldırmanı istiyoruz, dediler. Peki, o
zaman benden mes'uliyet gitti, buyurup, öne geçip, Allah için namaza, meyyit
için duaya, er kişi niyyetine deyip, namazı kıldırdı. Namazdan sonra, başına
toplandılar. Seni imtihân ettik, imtihanı kaybettin. Biz tabuta canlı adam
koyduk deyip, tabuttakine, hadi kalk, dediler. Bir hareket olmadı. Şeyh
hazretleri, ben diri namazı değil, ölü namazı kıldım, buyurunca, tabutu
açtılar. Bir de ne görsünler! Adamın ağzından, burnundan kan gelmiş, ölü olarak
yatıyordu. Bu sefer, bildiğiniz halde, niçin namazını kıldınız dediler. O kadar
özür diledim, kıldırmak istemedim, o kadar zorluk çıkardım, niçin
anlamadınız" buyurdu.
Evliyâyı imtihan edenin
sonunda mahcûb olacağını anladılar ve o günden sonra şehir halkı onun talebesi
ve mürîdi oldu. Bu şekilde Yarkent şehrî müceddîdî merkezlerinden biri hâline
geldi ve bu sâyede asırlarca Ehl-i Sünnet olarak, doğuda bir kale vazîfesi
gördü.
Yine ondan dinledim:
Adamın biri babamı sevmezdi. Onu vurmak istedi. Bir gün arâzide yalnız iken
peşinden gitti. Tam tabancasına davranırken, babam birden geri dönüp öyle bir
nazarla baktı ki, adam atın üstünden düştü ve boynu kırılarak öldü.
Yine o anlattı: Yağmur
yağmadığı zaman insanlar babama gelip düâ etmesini isterlerdi. O da bastonunu
alıp, yakındaki bir dereye gider, dere yatağında baston ile bir çizgi çizerdi.
Yağmur yağar ve su o çizgiye kadar gelir dururdu. Bu çizginin husûsîyyeti
neydi, dedim. Çizgiyi geçse, su ekin ve sebze tarlalarını basar, mahsül zarar
görürdü, onun için o hizada durmasını işâret ederdi, buyurdu.
Bir def’asında şöyle
anlattı: Geçliğimin ilk yıllarında babamla Hindistan’a geldik. İmâm-ı Rabbânî,
İmâm-ı Ma'sûm ve Serhend’de medfun dedelerimizi (kaddesallahü esrarehüm)
ziyâret ettik. İmâm-ı Rabbânî hazretleri dedemizin kabrini, ya'nî türbesini
ziyâretten sonra Muhammed Ma'sûm dedemizin türbesine geldik. Gelirken, binlerce
hindunun ellerinde kazma, kürek ve başka âletlerle İmâm-ı Rabbânî dedemizin
kabrini yıkmağa gelmekte olduklarını gördük. Çapulcu alayı gibi, bağırıp
çağırıyorlardı. O sırada babamla baktık ki, Muhammed Ma’sûm hazretlerinin
türbesinden binlerce iri arılar çıkdı ve gelenlere doğru uçtular. Onları
soktular. Sokdukları düşüp ölüyor, kimi kıvranıyor, kimi kaçıyordu. Bizim
hesabımıza göre ölenler, yüzlerce, belki binlerce idi. Bu büyük kerâmeti
gözümle gördüm. Hem hayret ettim, hem de korktum. Neden sonra aklım başıma
gelince babama, niçin onların cezâsı İmâm-ı Rabbânî hazretleri tarafından
verilmedi de, oğlu Muhammed Ma'sûm hazretleri bu işe el attı, dedim. Babam:
"Oğlum, sen şimdi anlamazsın, sonra anlayacaksın. Ama bu sırdan sana bir
perde aralayayım" deyip, şöyle buyurdu: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Allah
için ve dîn için o kadar gayretli olmalarına rağmen nefsi için hiç gayretli
değildi, belki Hakka tam teslimiyyet üzere idi. Onun için karışmadı. Ama
Muhammed Ma'sûm dedemiz, babasını çok severdi. Sevende sevdiğine karşı gayret
olur, hattâ gayreti sevgisi nisbetinde çok olur. Bu yüzden babasına karşı olan
gayreti harekete geldi ve Allahü teâlânın kudretinin tasarrufu olan bu kerâmet
zuhûr etti: Ne güzel bir izâh, ne mânidâr bir nükte!
Hocamız buyurdu ki:
Abdülhalîl efendinin nefesi bereketlidir. Gerçekten öyle idi. Arkadaşlarımızdan
M. Ülker'in midesinde ülser vardı. Kayseri’ye ziyaretine gitti. Çay içiyorlardı
ve çaylar koyu idi. Buyurun çay için, dedi. Midem hastadır, koyu çay içemem,
dedi. Okudu ve: "İçin; inşaallah şifâ olur, buyurdu. Mecburen içti ve
ölünceye kadar bir daha mi'de ağrısı hissetmedi.
Abdülhalîl efendiden
dinledim: İbni Abbas (radıyallahü anh) hazretlerine ve Kadî Beydavî
hazretlerine göre, seyyidlik yalnız erkekten değil, kadından da evlâdına geçer.
Bu bakımdan Müceddîd-i elf-i sânî aynı zamanda seyyiddir. Çünkü Hazret-i
Hüseyin’in kızı, Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) oğlu ile evlidir ve biz o
sülâledeniz.
Yine o anlattı: İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin üstâdına yazdığı mektûbda şeyh-i mütevakkıf bulunduğu
makamdan ileri geçirildi, ifâdesindeki şeyh-i mutevakkıf [bir makamda kalmış,
daha ileri gidemeyen şeyh]den murad, üstâdı, ya'nî mektûbu yazdığı hocası Hâce
Muhammed Bâkıbıllah hazretleridir.
1976 senesi sonbaharı. Erenköy’de evimde
iken telefon çaldı. Gazetemizden bir arkadaş, İmâm-ı Rabbânî efendimizin
(kaddesallahü sırrehül azîz) torunlarından Kâbil’de tavattun eden İbrâhîm
Müceddidî hazretlerinin oğlu İsmâil Müceddidî efendi, İstanbul’a geldi,
muhakkak sizinle görüşmek ister, Lâleli’de filân otelde sizi bekliyor, dedi. Kalktım,
gittim. Otelin lobisinde oturuyordu. Ortadan uzunca boylu, sünnete uygun
sakalı, elinde asâsı, üzerinde kaftanı, başında sarığı ile, tam bir ulemâ
zeyyinde nûrânî, müceddidî, Fârukî bir simâ ile karşılaştım. Birbirimize
sarıldık. Benim yaşlarda idi. Ya’nî otuzbeş-kırk yaşlarında idi. Ârızalı bir
oğlunu tedavî için Almanya’ya götürüyordu. Yanında Mehmed Zâhid Koktu Efendi’ye
mensûb, İslâm Enstitüsü’nden bir genç, Arabî tercüman olarak bulunuyordu.
Kendilerine sordum:
—Arabî bilir misiniz?
Evet, dedi. O kadar fasîh Arabî konuşuyordu ki, hemen her dediğini anlıyordum.
—Fârisî bilir misiniz?
Dedim. Evet, dedi. Dedesi Müceddid-i Elf-i Sânî hazretleri gibi Fârisî
konuşuyordu.
—İngilizce bilir
misiniz? Dedim. Hiç duraklamadan mükemmel İngilizce konuştu.
—Ben Rusça muallimiyim,
Rusça da bilir misiniz? Dedim. Hayır, bilmem, dedi. O zaman, hayrânı olduğum,
bütün kalbimle sevdiğim, ceddinizin diliyle konuşalım, dedim ve Fârisî
konuşmağa başladık. Şöyle konuştu: Babamla mektûblaştığınızı, ona Fârisî
mektûblar yazdığınızı, ceddimizin âşıklarından olduğunuzu, babamın da size
birkaç mektûb yazdığını, sizin bir cevher olduğunuzu, ondan duydum. Bunun için,
İstanbul’a varınca, muhakkak Süleyman efendi ile görüş, diye bana emretti. Onun
için sizi çağırdım. Kusura bakmayınız, dedi.
Sonra Müceddidî yolunu
anlattı. Uzun uzun, kalb ile olan zikirden, kalbin, rûhun, sırrın, hafînin ve
ahfa makamının hallerinden, renklerinden, ne zaman bir latîfeden diğerine
geçileceğinden telvîn ve temkînden bahsetti. Bir ara tercümandan su istedi. İyi
anlamadı. Sizden su istiyor, diye tercümana tercümanlık yaptım.
İstanbul’a birkaç defa
geldiğini ve burada İskenderpaşa cemâatinden başka cemâatlerle görüşmediğini,
bir defa Işık Kitabevi’ni ziyâret ettiğini, oradaki arkadaşlarımızı çok ihlâslı
bulduğunu, hepsinde nûraniyyet hissettiğini söyledi ve sonra kendisi için cevâb
bulamadığı suâli bu fakîre tevcîh edip: Hocanız niçin size tarîkat vezâifi
(zikir, râbıta, murâkabe...) vermiyor? Dedi. Memleketimizde bunlar kanûnen
yasaktır, dedim. Din yasak olur mu? Dedi. Bir şey yasak edilirse, yasak olur,
dedim. "Ama, İskenderpaşa ve duyduğuma göre başka cemâatlerin tasavvuf,
tarîkat meşgaleleri var, ve onlara mâni’ olan, cezâ veren de yok. Halbuki bu
vazîfelere, en uygun sizsiniz. Hocanız, Müceddid-i Elf-i Sânî hazretlerinin
Mektûbâtını terceme ile Müceddidîliğe büyük hizmet etti. Bundan başka sebep var
mıdır?” Dedi. Olabilir. Üstâdı kendisini bu iş için vazîfeli kıldığını bize
söylemediler. Hilâfet, emr-i azîmdir. Halbuki bu fakîr, en eski ve yakın
talebesi sayılırım. Bize, kendi üstâdlarını, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî ve İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini çok sevmemizi, anamızdan, babamızdan ileride, sonsuz
seâdete vesîleler bilmemizi, kısaca bu yolun bir tıflı olarak hep Silsile-i
aliyye büyüklerinin fazîlet, meziyyet, kerâmet ve menakıbı, ninnileri ile
büyüdüğümüzü söyledim. Ama bu ihmâl edilecek mes’ele değil, dedi.
İki-üç saat konuştuk.
Kendisinin bu husustaki ısrarlı tavrı üzerine, tatmin edemeyeceğimi anladım.
Çok sevdiğim bir âilenin mensûbu olduğu için, edebimi de bozamıyordum. Sonunda,
anlaşıldı, biz bu mes’elede tam anlaşamıyoruz. Bunun için bu mevzu’u daha
uzatmak istemiyorum. Size, ceddiniz Müceddid-i
Elf-i Sânî hazretlerini gördüğüm,
onların teveccühleri ile resîde olduğum hâlâtı beyân edeyim, dedim ve azîz hocama
arz ettiğimde: “Süleyman’ı tebrîk ederim. Bugün gök kubbe altında böyle bir
rüyâ görecek kimse yoktur” buyurduğu rüyâmı anlattım. Büyük bir dikkat, edeb ve
hayretle dinledi. Bitirdiğimde : “Şimdi anladım. Babam bana sizinle görüşmem
için niçin o kadar tenbîh ve emr etti. Ben sizin arkadaşları iyi tanımazdım.
Bana öyle anlattılar. Onun için öyle konuştum. Söylediklerimin hepsini geri
aldım. Temiz kalbinizi incittim. Özür dilerim. Bundan sonra sizi üzecek hiçbir
söz söylemeyeceğim. Azîzim Süleyman bey: İlimde en kıymetli varlığım olan
icâzetimi, bunun alâmeti olan sarığımı, kaftanımı ve asâmı, hattâ Müceddid-i
Elf-i Sânî hazretlerinin torunu bulunmaklığımı, bu rüyânıza veririm. Biz İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin sulbî, maddî evlâdıyız. Ma’nevî ve hakîkî evlâdı
sizsiniz. Şu sohbetten çok şeyler edindim” dedi. Estağfirullah, bunu anlatmak
istemezdim, ama Hocam ve talebesi size yanlış anlatılmış olduğundan, belki bu
yanlışlığı düzeltebilirim diye bu çareye başvurdum. Başımın üstünde yeriniz
vardır, dedim.
İsmâil Müceddid’in
icâzetine baktım. Arabî, aklî ve naklî bütün ilimleri tahsîl etmiş, mantık,
me’anî, belâgat... diğer taraftan, tefsîrde Beydâvî, Sâvî, fıkıhda Mebsût,
Hidâye..., tasavvufda nakşî müceddidî olmak üzere beş tarîka âid kitâbları
üstâd ve şeyh huzûrunda bitirmiş, misli şu anda kâinâtta ender bulunan bir ilim
adamı idi. Babası İbrâhîm Müceddidî hazretleri, görmeden can dostu eylediğim,
Afganistan’da iki milyondan çok mürîdi bulunan büyüklerin postnişini olup,
Afganistan hâkimi Zâhir Şâh’ın yanındaki yeri birinci sırada olan mutemed,
âlim, velî, kısaca âhıreti dünyaya tercih etmişler yolunun son numune ve
meyvelerinden biri idi. 1979-80 yıllarında komünistlerin Afganistan’a musallat
olduğu yıllarda âilenin hepsi, ya’nî onsekiz ferdi şehîd edildi. Allahü teâla
yerlerini cennet, derecelerini âlî etmekle sonsuz rahmetine gark etsin. İbrâhim
Müceddidî hazretlerinin bu fakîre göndermek lütfunda bulunduğu, Fârisî ibâre
ile birkaç mektûbundan birini Türkçe’ye terceme edip hâtırasını ve ismini
yaşatmak için buraya yazayım:
Muhibb-i kirâm,
fazîletpenâh, hakaik âgâh Süleyman efendi. Esselâmü aleyküm. Mektûbunuz tam
beklediğim zamanda geldi. Bizi hatırladınız. Hak teâlâ ile olmaklığı bir an
unutmayın. Bu fakîrin halleri, Allahü teâlâya hamd olsun ki, hamd ve şükr
etmeye lâyıktır. Ma’nevî ve sûrî cem’iyyette olmanızı dilerim. Mektûbunuzda, bu
sermâyesi aza hüsn-i zân ifâde eden kelimeler yazmışsınız. Fakîr, elbette bu
medihlere lâyık değilim. Zirâ biliyorum ki, amel defterimi kara etmekten, gece
ve gündüzü boşa harcamaktan başka amelim yoktur. Bununla beraber, Gafûr ve
Rahîm olan Rabbimin bârigâhından kuvvetle umuyorum ki, mürşidlerim ve yol
göstericilerim olan Nakşîbendî ve Müceddidî büyükleri (kaddesallahü
ervâhahüm-ül aliyye) hürmetine bu miskînleri yolda bırakmaz ve cürmümüz üzerine
afv kalemini çeker. Mısra:
Kerîmler ile işler zor
olmaz Azîzim, müceddidî yüksek yolunda, sülûk veya cezbe yollarından hangisinde
bulunursa bulunsun, kalbe âid bütün umur ihlâs ve muhabbete bağlıdır. Bu
sülûkte seyr, kalbin tasfiyesi iledir. Bu da âlem-i emre âid beş latîfeden
ibârettir. Bunlar, kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır. Bunların zımnında âlem-i
halka âid beş latîfe ki —toprak, su, ateş, hava ve nefs-i natıkadır—tezkiyeye
kavuşur. Bu latîfeler de zikr, güzel ahlâk ve devamlı Allah isminin
murakabesine bağlıdır. Bununla beraber, şeyh-i muktedaya râbıta da şarttır.
Ayrıca şeriatın sâhibine (sallallahü aleyhi ve selem) mutebeat ve tarîkat
âdâbını muhafaza, tarîkin ya’nî bizim büyüklerimizin yolunun levâzım ve
vâcibâtındandır. Mâdem ki Halîlullah efendinin huzûrunda telkîn aldınız, hep
ihlâslı olun. İnşaallah meyveleri hâsıl olur. Elbette istihare şarttır. Bazen
kalb teveccühü ile meşâyıh-ı kirâm iktifa etmişlerdir:
1-
Zikre
devâm, 2-Latîfelere teveccüh, 3-Çok murakabe, 4-Başlangıçta ve ortada olanlara
şeyhine râbıta ehemm-i mehamdandır. Beyt:
Gözünü, kulağını,
fikrini bağla Görmezsen sırr-ı Hakkı gül bana Bu teveccüh, sırası ile
latîfelerde Allah isminin zikriyle ve iyi ahlâka yönelme ile olur. Sâlih
rüyâlar başlar. Tumaniyet-i kalbî ve istiğrak-ı bâtınî hâsıl olup, kalb
cevherleşir. Gide gide kalbin inkişâfı çoğalır ve beş latîfenin tasfiyesine yol
açar. İnşaallahü teâlâ sizi zâyı’ etmezler. Bu fitne ve kurb-ı kıyâmet
zamanında, eğer bunlardan az bir şey ihsân edilirse, çok bilmelidir. Bâtınî
huzurdan pek azı bile bu zamanda dâimî huzûr gibidir. Bu hâl gide gide kalbin
fenâsına varır ki, sülûkte ve cezbede ilk adımdır. Beyt:
Kimin zıllı olduğunu
bilirsen,
Fark etmez, yaşasan, ya
ölsen.
Latîfeler zikirle huzûra kavuşup, kalb
iyi ahlâka yönelip, kötü ahlâktan yüz çevirince, zâtın isminin zikri ile gaflet
gidip kalbiyle hep zikr ederse, Nakşibendî usulünde buna yâd dâşt derler. O
zaman beş latîfede nefy ü isbâta başlanır. Bunları geçtikten sonra, yedi
murakabeye başlanır. Elbette keşf-ul kubûr ve keşf-ul kulûb murakabelerinde ve
vilâyet-i suğrânın husûlunde ve fenâ-i kalb ve fenâ-i nefs ve velâyet-i
kübrâdan ve ulyâdan, hattâ daha yukarılarından nasibler
ele geçer.
Evet, bu devletin
tamamı şerîate, tarîkate uymağa, aşk ve muhabbete ve insanların hukukuna
riâyete bağlı olup, ayrıca zikrin ve fikrin devâmıyla da çok alâkalıdır.
Şimdilik bu kadarla yetinelim.
İkinci olarak derim ki
Halilullah efendinin sohbetini ganimet biliniz. Hilmî efendi cenâblarına selâm
ve dualarımı tebliğ ediniz.
Azizim, vehhâbîleri
sormuşsunuz. Vehhâbîler, ehl-i sünnet ve cemâatten değildir. Herhangi bir
mezhebe de uymuyorlar. Onlara uymak çok zararlıdır. Allahü teâlâ onları doğru
yola hidâyet eylesin. Çok dar görüşlüdürler. İslâmî ilimlerde dikkat, ince ve
derin görüşlü ve dirâyet sâhibi değillerdir. Dirâyet, fekahet ve nas ve
sünnetten istinbâttan ayrılmak büyük noksanlıktır.
İstediğiniz kitâbları
buralarda bulabilirsem posta ile göndereceğim.
Fakîr, muharrem-ül
haram ayının sonuna kadar Celâlâbâd’da bulunacağım inşaallah. Sonra, Kâbil’e
geçeceğim. Muharrem-ül haramdan sonra yazacağınız mektûbları zarfın üzerinde
yazılı Kâbil adresime gönderirsiniz. Size ve diğer din kardeşlerimize selâm
olsun.
Muhammed
İbrâhîm Müceddidî İbni Ömer afallahü anhü
Hocamızın emr ve izni
ile Abdülhalîl (Halîllullah) efendiden telkîn-i zikr aldıktan sonra, uzun
yıllar gittik, geldik, mektûblaştık. Teberrüken bir mektûblarını arz edeyim:
Nakşibendî muhlisi, Hak
ve din yolu sâlikine takdîm. Allah yolunda olana selâm olsun. Abdülhalîl Müceddidî
ve ahbapları tarafından sünnet olan selâmı bildirir, iyi ve rahat olduğumuzu
haber veririm. Elhamdü lillah bu fakîr ve eshâbı sıhhat ve âfiyetteyiz. Sabah
akşam diyebilirim ki, aled-devâm Rabb-ül izzetin dergâhından sizin dünya ve
âhıret seâdet ve âfiyette olmanıza dua ediyorum. Allahü teâlâ sizi dâima
tarik-ı aliyye-i nakşibendî irşâdı ile hidâyet ve emniyet zâviyesinde
bulundursun. Tanıdığınız bu yolun âşinâlarına selâm ve dualar ederim. Havalar
ısınınca o tarafa gelmek niyetindeyim. O zaman inşaallah sizinle sohbet ederiz.
Hareket etmeden önce size haber veririm Nakşibendîler ne güzel kafile
sürücüler,
Gizli yoldan kafileyi hareme götürürler.
Geçen gelişimde size,
silsile-i aliyye-i nakşibendiyye-i müceddidiyye yolu büyüklerinin hatme
hacelerini bildirmiştim. Her zaman yapınız.
Duacınız Hacı Abdülhalîl Müceddidî
Bu hususta söylenecek çok söz vardır. Ama bu kadarla kesip,
kitabımızın tavrına muhalefet etmeyelim.Bu küçük kitâba çok şeyleri sığdırmağı
düşündüğümden çok kısa bir özetle bu bahsi de bitirmiş olduk.
1974’den 1977 senesine kadar
Erenköy’de kaldım. Orada da bir taraftan tashîhlerle, bir taraftan terceme ve
te’lîflerle meşgul oldum. Arkadaşlar bir arada olduğu için beraber kitâb
okumayı düşündük. Fakîri reis ettiler. Hocamıza arz ettim. Uygun buldular.
Haftada iki akşam Tam İlmihâl, Mektûbât’ın ve Dürrül - Meârif’in asıllarından
okurduk. Çok fâideli olurdu. Çalışarak, ders gibi fıkıh öğrenirdik. Alış-veriş,
Havâle, Vekâlet, İstisna' [ısmarlama] Selem bahislerini iyi öğrendik.
Anlaşılmayan yerler çıkarsa, Hocamıza süâl eder, cevâbları arkadaşlara
getirirdim. Ciddiyet ve muhabbetle olduğundan arkadaşlar çok istifâde etti. Bir
gün yolda Necâti Özfatura ağabeye rastladım. Heyecanla: Size bir rüya
anlatacağım dedi ve devâm etti: Rüyada sizi gördüm. Acele ile bir yere
gidiyordunuz. Çok mühim idi ki, beni gördüğünüz halde durmayıp devâm ettiniz.
Elinizde bir kâğıd parçası vardı. Yanınıza yaklaştım ve böyle acele nereye
gidiyorsunuz, dedim. Derse gelmeyenlerin isimlerini İmâm-ı Rabbânî efendimize
vereceğim, benden günâh gitsin, dediniz. Korktum. Çünkü son toplantıya ben de
gelmemiştim. Ben nöbetçiydim, onun için gelemedim; inşaallah benim ismimi
yazmamışsınız. Kimlerin isimlerini yazdınız, görebilir miyim? dedim. Siz ma'zûr
idiniz, onun için sizin isminizi yazmadım, dediniz. Rüyâda size teşekkür
ettiğim gibi, tekrâr teşekkür ederim. Bu rüyâ bana, bir araya gelip, kitâb
okumamızın ehemmiyetini bildirmesi bakımından çok fâideli bir ikaz oldu."
Hocamla görüşmek
istedim. Cum'a günü Nişanca Câmi'ine gelsin, diye haber ettiler. Cum'a
namazından sonra, ikimiz önce câmi'in bahçesinde, sonra evlerine doğru gelirken
yolda, ciddî mes’eleler konuştuk. Buyurdular ki: Mektûbunuzu okudum.
Arkadaşların sizi üzdüklerine muttali' oldum. Sizin husûsîyyetiniz ve ayrı
yeriniz vardır. Efendi’nin eshâbı da beni üzdü. Sabrettim. Siz de sabredin,
hattâ üzülmeyin ve bilmiş olun ki, ben sizi seviyorum. Bu arkadaşlar ileride
sizi daha çok üzecekler, ama siz üzülmeyin. Biz birbirimize benzeriz.
Mektûbât’taki bir mektûbda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğunu okumuşsunuz
kardeşim. O mektûbda: "Ne mutlu o kimseye ki, herkes onu kötü bilir, O ise
Allah katında iyidir; yazıklar olsun o kimseye ki,
herkes onu iyi bilir, o ise Allah
katında kötüdür" buyurmuştu. Ya'nî sizin ve bizim işimiz Allahü teâlâ ile
olmalı, insanlarla değil. İşi insanlarla olanın başı dertten kurtulmaz. İşi
Allahü teâlâ ile olanın başı dert görmez, sözünü duymuşsunuz. Bizim
büyüklerimizin yolunun esaslarından biri, insanların medhini ve zemmini
[övmesini ve yermesini] bir tutmaktır. Çünkü bu yolun sâliklerinin işi Allahü
teâlâ iledir. Kullarla alâkaları yoktur ki, onların medih veya zemlerine,
sevinsinler veyâ üzülsünler. Tekrâr ediyorum: Hiç üzülmeyin, ben sizi
seviyorum, kardeşim."
Buyurdular: Seyyid
Fehîm hazretleri, mürşidi Seyyid Tâhâ (kuddise sirruhüma) âhırete intikal
edince, kâmil-i mükemmil olduğu halde sohbet şeyhi bulmak için Hindistan
taraflarına gitmeği düşünmüştü. Nehrî’ye gidince, mürşidinin: "Kardeşim
Sâlih kâmildir, herkesin başı onun eteği altındadır" sözünü işitti ve
Seyyid Sâlih hazretlerini sohbet şeyhi edinip, Seyyid Sâlih hazretlerinin
vefâtına kadar mürşidinin sağlığındaki âdeti üzere, senede iki def’a ziyâretine
gitti. Efendi’den sonra sohbetinden istifâde edebileceğim bir kimse bulabilir
miyim diye, ben de aradım. Bulamadım. Yalnız kaldım. Ah efendi; hâtırlayınca
burnumun direği sızlıyor. Ondan bu kadar ayrı kalacağıma inanmazdım"
dediler ve gözlerinden hasret ve muhabbet yaşları akıttılar.
Buyurdular: Herkes
Efendi’nin bir yanına hayrân idi. Ben ise ilmine hayrân
idim.
Buyurdular: Efendi’ye
beş altı sene devâm edenler, onun evliyâdan olduğunu anlamazlardı. Nerede kaldı
ki, en büyük mürşidlerden biri olduğunu, silsile-i aliyyenin kırılmaz altın
halkalarından bulunduğunu bilsinler. Hattâ insanların nerede ise hepsinin derin
ilimlerden haberi olmadığından, Efendi’nin İbni Âbidinler gibi zamanın en büyük
âlimlerinden olduğunu da anlayamazlardı.
O kadar mütevâzı ve kendini setr edici idi ki,
ayağının yerde, elinin Arşın üstünde, gözünün ve gönlünün sâhibine ve en çok
sevdiğine kavuşan kimsenin huzûr içinde bulunduğunu nereden bilsinler. Bildiren
birisi olmazsa, kendi kendine bilmek, yol gösteren bir rehber olmazsa kendi
kendine bulmak, arada sevgilinin elçisi bulunmazsa, kendi kendine vuslat çok
çok zordur. Belki imkânsızdır. Bunun için mürşid-i kâmil-i mükemmilin vücûdu
elzemdir. O Latif olan Rabbi ile kesîf kul arasında vâsıtadır. Bu vâsıtalar,
Allahü teâlânın ve Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlâkı ile
ahlâklanmış ve bu imtiyazları sebebiyle, Hak ile halk arasında vâsıta olup,
yukarıdan aldıklarını aşağıya vermişler ve aşağıda bulunanları böylece yukarı
çekmişler, yükseltmişlerdir. İşte irşâd buna derler.
Buyurdular: Efendi
hazretleri meşverete çok ehemmiyet verirdi. Bu sünnetin devâmını temîn için,
tavsiye ederdi. Hadîs-î şerîfde: "Meşveret edecek kimseyi bulamazsanız,
taşa anlatın" hadîs-i şerîfi gereğince, Efendi hazretleri bazan beni taş
yerine koyar ve meşveret ederdi. Bir def’asında: "Hilmî gözümde katarakt
var, ameliyât olayım mı, sen ne dersin?" buyurdu. Bu teknîk bizim
memlekette çok gelişmiş değil, tavsiye etmem, efendim, dedim. Ben de öyle
düşünüyordum, buyurdular.
Buyurdular: Israr
kelimesi iyilik için kullanılmaz. İyilik için devâm kelimesi kullanılır. Onun
için, günâha ısrar, ibâdet ve hayırlı işe devâm kullanılır. Buyurdular: Rahmet
yağmuruna gays denir. Diğer yağmurlara matar
denir.
Buyurdu: Müslüman
kitâbda mühim yerin üstünü çizer. Eski kitâblara dikkat ederseniz, görürsünüz.
Buyurdular ki:
Efendi’ye hizmet edip, onu hiç üzmeyenlerden biri de Mehmed Şekerci efendidir.
Babası Efendi’nin mensûblarından idi. Bu oğlunu Efendi hazretlerinin hizmetine
verdi. Yaşlı zamanında Efendi’ye çok yardımcı oldu. Hep sevdi, hep sevildi.
Allah hayırlı uzun ömürler versin.
Mezkûr Mehmed efendi,
dört beş sene kadar devâmlı Efendi hazretlerinin hizmet ve sohbetinde bulundu.
Hocamızın hizmet ve hâllerini medh ettiği sevgililerindendir. Rûhlara hayât
veren Mektûbât-ı Rabbânîyi, o velâyet-i Ahmedî sâhibinden doya doya dinledi.
Efendi hazretleri kendisine sarf ve nahiv öğretti. Her fiili bin def’a
çekmesini emr buyurdu. Öyle yaptı. İyi öğrendi. Hattâ Yâsîn-i şerîfin manâsını
anlayıp yazmasını emir buyurması, çalışmaları arasında sayılır. Kendisine:
"Sen benim son talebemsin" buyurmuştur. Yine buyurmuş ki: "Bin
sayısı, aded-i kâmildir." Mehmed efendiye: "Efendi hazretleri size,
gözle, kulakla ve diğer azalarla günâh işlemeyin, derler mi idi"
sorulduğunda: "Onun huzûr ve civârındaki ma'nevî havayı teneffüs edenler,
böyle şeyleri akıllarından geçirmezlerdi ki, söylemelerine ihtiyâc
duyulsun" cevâbını verdi. O, Efendi hazretlerini hep memnûn etti, hiç
üzmedi. Güzel hizmetler yaptı. En mahrem hizmetlerini dâhi gördü. Çok şeyler
kazandı. Efendi’den ayrılması kendisine çok dokundu. Hep sustu. Efendi’yi anlatacak
söz bulunmaz, derdi. Mehmed Efendi’ye: "Fatma ile evlen" buyurdu.
Evlendi. Fatma hanıma: "Gün gelecek, ipek elbiseler içinde
yüzeceksin" buyurdu. Halbuki o zaman fakîr idiler. Gerçekten Efendi’nin
buyurduğu gibi oldu. Zengin ve rahat oldular. Bu Mehmed efendi ile uzun
sohbetlerimiz oldu. Çok şeyler anlattı. Kısaca bu kadar yazıp geçelim.
Bir gün Hocamla pazar
tarafından geliyorduk. "Hocam, dua ediniz de bu
sene de ta'yinim çıkmasın, İstanbul’da
kalayım" dedim ve ardından bu boşboğazlığı yapmamalıydım, diye üzüldüm.
Neyse ki, münâsib bir cevâb ile: "Dua edelim de hayırlısı olsun"
dediler ve ta'yini insanlar değil, Allahü teâlâ yapar, demek istediler. Çünkü
kendilerinden çok duymuştum: İnsanlar kâtibin elindeki kalem gibidir. Kalem her
ne kadar yazma âleti ise de, biri yazmayı dileyip, onu eline almadıkça yazmaz.
O halde, yazan kalem değil, sâhibidir. Bunun için her şeyin hayırlısını Allahü
teâlâdan dileyip, ta'yin gibi konularda, aracı yapmamalıdır. Allahü teâlâya
itimadı ve tevekkülü bozar" buyurdular. Onaltı sene İstanbul’da kaldım.
Bir def’a bu za'fa düştüm ve hemen üzüldüm. Gerçi bu konuşmadan sonra birkaç
sene daha İstanbul’da kaldım.
Yedek subay
imtihanlarında vazîfeli olarak Ankara’ya gittim. Bu arada Efendi hazretlerinin
kabrini ziyâret ettim. İstanbul’a döndüğümün ikinci gecesi rüyâda Efendi
hazretlerini gördüm. Kabristanın kuzey tarafındaki kapının yanında karşılaştık.
Ellerini öptüm. Alnımdan öptüler. Elimi bırakmadılar. Konuşarak kabirlerine
geldik. Orada bana: "Evlâdım, az geliyorsunuz, daha sık gelin ve Allahü
teâlâdan her ne isteyecek iseniz, buraya gelin, burdan isteyin"
buyurdular. Bir ay geçmeden Ankara’da Yabancı Diller Okulu’na tayîn emrim
geldi. "Daha sık gelin" buyurmalarındaki hikmeti anlamış oldum.
Hocama geldim. Rüyâyı
anlattım ve ta'yîn emrini haber verdim. "Az geliyorsunuz, sözleri bizedir
kardeşim. Biz az gidiyoruz, siz her fırsatta ziyâret ediyorsunuz. Ne kadar
açık, ne güzel bir rüya" buyurup, içeride bulunan damadları Enver ağabeye
seslenip: "Enver bey, gelin. Sâdık bir rüya dinleyin" buyurdular.
Enver ağabey geldi. Hocamız bana: "Rüyayı bir daha anlatın da, Enver bey
dinlesin" buyurdular. Gözlerim doldu ve: "Hocam İstanbul’dan
ayrılıyorum, hakkınızı helâl edin ve son bir def’a elinizi öpeyim" dedim. "Bizim
elimizi öperseniz ne olur. Gidin Efendi’nin kabrinin toprağına, o velâyet
güneşini sinesinde saklayan mes'ûd ve mubârek topraklara yüzünüzü, gözünüzü
sürün" dediler.
1977 senesi idi. Ankara gittik. Altı
sene kadar Ordu Yabancı Diller Okulu’nda Rusça öğretmeni olarak vazîfe yapdım.
Bu arada bol bol denecek kadar Bağlum’u ziyâret ettim. Efendi’nin çeşid çeşid
yardımlarını, ikrâmlarını ve kerâmetlerini gördüm. Göğsümü sıkıyor, dilimi
söyletmiyor ayet-i kerîmesi mucibince bunları zorlanarak geçiyorum. Çünkü kitâb
uzun olmağa başladı.
Hocamızdan ayrılırken:
"Ankara’ya gidiyorsunuz. Sabrî beye selâm ve dualarımı söyleyin. Sabrîyi
eşmeğe, kurcalamağa bakın. Onda çok şeyler vardır. Efendi’nin gizli sırlarına
müttalı'dır" buyurduklarından ve fakülte yıllarından beri tanıdığım Sabrî
efendiden, böyle bahsetmeleri ve özellikle onunla görüşmemi istemelerinden,
ayrıca Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu M. Emîn Garbî ağabey de Ankara’da
bulunduğundan, Hocamdan ayrılmanın üzüntüsü dışında, Ankara’ya gitmekten, fazla
müteessir olmadım. Yakînen inanıyordum ki, beni Rabbim ta'yîn etti, Efendi’ye
yakîn etti. Bunun için: "Allahu teâlânın yaptığında hayır vardır"
deyip, az bir zaman için de olsa Ankaralı olduk.
Hocamız, Sabrî ağabeyi
çok sever, Ondan, güzel ahlâkından sitayişle bahsederdi. Bunun için bir kaç söz
etmemize yol açılmış oldu.
Yüzü güzel, sözü güzel,
özü güzel, ahlâkı, huyu güzel idi. Güzellikleri kendinde bu kadar toplamış olan
bir insan tanımadım. Sabrî efendinin ismi Eyyûb Sabrî olup, soyadı Gökkaya idi.
Artvin’in Yûsufeli kazasındandır. Çok küçük iken, annesi ile beraber İstanbul’a
geldi. Alî ve Osman isimlerinde iki kardeşi daha vardı. İlk mektebi İstanbul’da
okudu. Sonra Dârüşşafaka’ya girdi. Lise sona kadar Dârüşşafaka’da okudu. Orada
okurken Efendi hazretlerine götürüldü. Efendi hazretleri kendisini sevip,
hizmetine aldı. Hem okulunda okuyor, hem de Efendi’ye hizmet ediyordu. Beş altı
sene hizmet etti. İyi hizmet etti. Efendi’yi hiç üzmedi, kırmadı.
Darüşşafaka’yı bitirdikten sonra Askerî Tıbbıye’de Dişçilik Fakültesi’nde
okuyup diş doktoru oldu. Önce Konya’ya ta’yin oldu. Efendi hazretlerinin
kardeşi Yûsuf efendinin oğlu Fârûk Işık'ın kızı Fârıka hanımla evlendiler.
Sonra şark hizmeti için Siirt’e ta'yin oldu. Şark hizmetinden sonra Ankara’da
Mevkî' Hastanesi diş tabibliğine geldi ve sonuna kadar hep orada kaldı.
Emeklilikten sonra da dişçiliğe devâm etti. Biri kız, dört çocukları dünyâya
geldi ve 1983 Şubatında âhırete intikal eyledi. Aynı sene içinde ortanca oğlu
Fâtih kalb sektesinden vefât etti. Büyük oğlu Yûsuf, Almanya’da diş doktoru olarak
çalışmaktadır. Küçük oğlu Işık İstanbul’dadır. . Hanımı Fârıka abla da
hayâttadır. Allahü teâlâ hayırlı uzun ömürlerle berhayat eylesin! Albay
rutbesinde iken emekli oldu. Askerler, siviller, doktorlar, dostlar, düşmanlar
onu severdi. Sevmeyenine rastlamadım. Vefâtında, Gülhâne Hastahânesi idâre
âmirine, vasıyyeti var, askerî merasim istemiyor, yapmayalım dedim. Kabûl etti,
yapmadık. Bağlum’da, Efendi hazretlerine on onbeş metre uzaklıkta defn ettik.
Allahu teâlâ rahmetine gark etsin. Altmış yaşlarında idi.
Hanımı Fârıka abla,
Sabrî bey için: "Melek gibi insan idi, Hiç bir zaman beni üzmedi. Keşke
üzseydi de, ölümü hâlinde ona bu kadar üzülmeseydim. Onun gibi bir insan
bulunabileceğini tahmîn etmiyorum. Her hâliyle güzel idi" söylerdi ve bu
satırları Trabzon’da yazdığım sâat telefonla konuştuk. Sabrî bey için bir kaç
kelime yazacağım, siz ne dersiniz, dedim. Ayrı sözleri tekrâr etti ve:
"Ondan bahseden kaleminiz hoş olsun, hep iyi şeyleri yazsın"
dedi.(2002 Mayıs başı)
Sabrî Efendi, M. Emîn
Garbî ağabey ve bu fakîr, yıllarca beraber olduk. Hemen her hafta Garbî
ağabeyin evinde olurduk. Pazar günü öğleden sonra, çok mühim işi olmayan
muhakkak bulunurdu. Mektûbât, Reşahât, Râbıta-ı Şerîfe ve
Er-Riyadüt-Tasavufiyye kitâblarından okurduk. Sabrî efendi, Efendi
hazretlerinden anlatırdı. Garbî ağabey de onbeş yaşına kadar, zaman zaman
Efendi hazretleri ile beraber olmuştu. 2000 yılında 72 yaşında İstanbul’da
vefât edip, Ankara’ya Bağlum’a, Efendi’nin yanına defn olunmuştur.
Sabrî ağabeyle Bağlum’a
giderdik. Efendi’nin başucundaki taşın dibinde büzülür, küçülür, gözyaşları
dökerdi. Efendi’den bahsedip ağlamadığını hiç görmedim diyebilirim.
—"Efendi’den sonra
Eyyûb’deki evi ve câmisine hiç gitmedim. Ben oralara Efendi ile alışmış idim.
Sanki Efendi’yi oralar benden ayırdı. Efendisiz oralarda çok üzülürüm, korkarım
ki, geri gelemem. Mâdem ki Efendi yok, ehiller nâ ehil, yârlar ağyar olarak
bana görünür" derdi.
—Efendi baba bana:
"Benden sonra kimsenin elini öpme” buyurdular. Ma'nâsını o zaman
anlamamıştım, ama şimdi anlıyorum. Ya'nî kalbinde bana tahsîs ettiğin yeri ve
muhabbeti kimseye verme, demek istemişlerdi.” Şimdi Sabrî ağabeyi dinliyelim:
—Medresede arabça
okumuş, daha sonra Türkçe ve felsefe öğretmenliği yapan Celâl hoca namında
birisi, üç ayrı zamanda, dînî süaller sormak için Efendi hazretlerine geldi.
Her üçünde de süal sormadan, Efendi hazretleri soracağı süallerin cevâblarının
bulunduğu birer kitâb getirtip, cevâbların bulunduğu sahîfeleri açıp kendisine
okuttu.
—Apandist'ten ameliyât
olmak için hastahâneye yattım. Bayram diye ameliyat etmediler. Başka
hastahâneye sevk ettiler. Gitmedim. Efendi hazretlerine gittim. Elini öptüm.
Hasta mısın? buyurdular. Evet, dedim. Neren ağrıyor, aç buyurdular. Açtım.
Mubârek eli ile ağrıyan yere dokundular ve: Burası mı ağrıyor? buyurup, biraz
oğdular. Ağrı geçti. Kırkbeş sene oluyor bir daha ağrımadı.
—Efendi hazretleri
arada bir bana, teyemmümün nasıl yapıldığını gösterip anlatırdı. Kendi kendime,
şimdi su bulunmayan yer yok, Efendi hazretleri, acaba neden, teyemmüm üzerinde
bu kadar duruyor, derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimizde yara çıktı.
Hattâ bir başparmağımı kestiler. Doktorlar, ellerine su değmeyecek, dediler. Üç
sene teyemmümle namaz kılmak zorunda kaldım. O zaman anladım ki, Efendi’ye bu
ma'lûm olmuştu. Ne büyük kerâmet!
—Kızım ve damadım, bir
da'vet üzerine Azerbaycan’a gittiler. Oğulları da yanlarında idi. Oğlan, baba
ve annesinden habersiz yanına bir teyp almıştı. Sovyet hudud gümrüğünde çok
sıkı arama vardı. Teybi yakalasalar, habsedilebilirdi. Çok daraldılar. Kızım
Âişe bunaldı ve gümrükte sıra tam kendilerine gelirken Efendi hazretlerine
iltica etti. Elektronik cihaz hiçbir şey göstermedi ve kolayca hududdan
geçtiler.
—Efendi hazretleri,
köşk dedikleri sohbet ettikleri binayı göstererek: Tekkeler kapanmasaydı,
buradan beş on tane, Abdülhâlik Gocdevâni (kuddise sirruh) gibi büyükler
yetişirdi, buyurdular. İlim ve velâyetteki mertebelerine belki bu sözlerinden
yol bulunur.
Sabrî beyden dinlediğim
gibi, Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu fazîletli Tâhâ efendiden de duydum.
Ya'nî ayrı ayrı zamanlarda şâhid olduklarını anlattılar. Efendi’nin hususî
odalarında idim. Sabah namazını kılıyorlardı. Temkin ve duruşları, dağlardan
metin ve heybetli göründü. Rükû' ve secdeye eğilirken, bir insan değil, sanki büyük
bir dağ eğiliyor ve geniş bir ovayı kaplıyordu. Biraz sonra, hudu'un,
alçalmanın, azamet-i ilâhî karşısında küçülmenin tesiriyle secdeye varınca,
kulluğun verdiği acz ve ihtiyâcın gereği olan yalvarma ve yakarma ma'nâsı ile
öyle küçüldüler ki, sanki eriyip yok olacaktı. Şaşırdım. Hiç böyle hallerini
görmemiştim.
"Efendi
hazretlerinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi,
ağlaması, hep şerîate ve Onun sâhibine uygun idi. Meselâ yemesini gören, sanki
âdet yerini bulsun diye yiyor derdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş
yerdi. Yanında çok kalanlardan, mahremlerinden duydum. Otuz senedir Efendi’yi
kaylûle yaparken veyâ yatarken görüyorum, bir defa sırt üstü veya sol yanına
dönüp yatmamıştır. Hep sağ yanı üzere yatar, sağ elini sağ yanağının altına
koyar öyle yatardı. Her hâli istikamet idi. İstikamet kerâmetten üstündür,
sözünü sık sık kendisinden duyduğum için, bu halleri bizce, kerâmetlerini
saymağa ihtiyâc bırakmaz. Şu sözünü yeri gelmişken arz edeyim ve böyle bir sözü
kıyamete kadar kimseden duyamazsınız. "Bu büyük silsileden birinin
sohbetinde bulunmakla şereflenenler, zamanın âlimlerinin fevkındedir."
Sabrî ağabey, Efendi
hazretlerinin rûhuna bir milyon İhlâs-ı şerîf okumuştur. Vefâtından (1983)
birkaç gün önce, sancılarının şiddetli olduğu bir zamanda dayanamayıp: "Ya
Efendi nerdesin?" demiş ve o anda sancıları kesilmiştir.
Sabrî ağabey, Efendi
hazretlerinden nakletti: "Kadın, kocasının bütün vücüdü çıbanlarla dolu
olsa ve bunları dili ile yalasa, hakkını ifâ edemez. Buna karşılık koca,
karısına, düşen bir düğmesi için, şunu dik, diye emredemez. Çocuğuna süt vermek
istemeyen bir anneyi icbâr etmek muvâfık olmaz. Süt anne tutması lâzım olur.
Benim öbür tarafa götürecek bir azıkım yok, ancak Hakkın düşmanlarına olan
buğzum ve adâvetim vardır."
Efendi hazretleri fitne
çıkarmamakta çok uyanık idiler. Ondört sene üstüne annemle köye gittik.
Efendi’nin hizmetinde kardeşim Alî’yi bırakmak şartıyla müsaade ettiler.
Vapurla döndük. İstanbul’a geldiğimizde akşam yaklaşmıştı. Bunun için, hemen
Efendi’ye gitmedim, sabahleyin gittim. Buyurdular ki, Sabrî ne zaman geldin?
Dün akşam üstü, dedim. "Dün akşam üstü geldin de, buraya şimdi geliyorsun.
Seni ne kadar sevdiğimi, özlediğimi bilmiyor musun? Bir adam boğazlasaydın bu
kadar günâh işlemezdin. Sen muhabbetin ne olduğunu bilmiyorsun" buyurdu.
Bir def’asında bir
hafta kadar uğrayamadım. Gittiğimde Ziyâ Bey’le oturup sohbet ediyordu.
Çarşamba günü sabahı idi. Ziyâ Bey’e, kim geliyor, buyurdular. Sabrî’dir, dedi.
Vardım, elini öptüm. "Az kalsın defterden silinecektiniz" buyurdular.
Bedriye hanım ve Mâide
hanım Efendi’nin yanında idi. Ağzımdan şöyle çıktı: "Efendi hazretleri,
cum'a günü Eyyûb Câmi'inde hutbe okusa, okurken, cebinden bir şişe şarap
çıkarıp içse ve şişeyi cebine koyup devâm etse, sonra namazı kıldırsa, hiç
şübhesiz ona uyarım ve kendisine itikadım sarsılmaz." Efendi buyurdular
ki: İşte muhabbet budur. Sabrî, sen muhabbetten bir şeyler anlamışsın,
âferin."
Efendi buyurdu: Bir
kimse attar [parfümeri] dükkânına girse, üzerine koku sıkılmasa da, dükkândan
çıkınca esans kokar. Çünkü içerideki kokular üzerine siner. Büyüklerin sohbeti
de böyledir.
Efendi’den mükerreren
dinledim: Büyüklerden biri eshâbı ile sohbet ediyordu. Hâtıftan [gizli olarak]
bir ses duyuldu: "Cennet kapıları açıktır, isteyen Cennete girsin"
dedi. Kimse cevâb vermedi. Biraz sonra aynı ses duyuldu. Yine kimse cevâb
vermedi. Daha sonra bir kere daha o ses duyuldu. Mecliste bulunanlardan biri
cevâb olarak: "Şimdi sohbetteyiz, sonra" dedi.
Sabrî ve Garbî
ağabeylerle çok sevişirdik. Gerçekten kardeş hattâ daha ileride idik. Onların
ve sonunda azîz Hocamın dünyâ hayâtını bırakıp, âhıreti seçmeleri, beni hayran
ve giryân etti. Sudan çıkmış balık gibi, şaşkınım, bakalım kaç gün daha
çırpınırım. Beyt:
Bir balık ki, ayrı kılar Fırattan
Ve artık yaşayamaz, ümid keser hayattan.
Efendi hazretlerinin son hanımı Mâide
hanımın vefâtında İstanbul’da idik. Hocamız, Sabrî ağabey ve bu fakîr, Eyyûb
Sultan câmi'inde, Efendi’nin ders vermiş olduğu yere yakın bir yerde oturduk.
Daha çok Sabrî beyle eski günlerini anıp konuştular. Hep Efendi hazretlerinden
bahs ettiler. Hocamız buyurdu ki, Efendi’den dinledim: Muhyiddin Arabî
hazretlerine sormuşlar ki, bu büyükler arasına nasıl girdiniz, ya'nî nasıl
evliyâ oldunuz. Cevâbında buyurdu ki: "Herhangi bir mecliste evliyâ
aleyhinde konuşulsa ben evliyâyı medh ile söze başlardım. Allahü teâlâ
evliyâsına olan hüsn-i zannım sebebi ile kalb gözümü açtı. Kalb gözünüz nasıl
açıldı, dediler. Bir gece yarısı âniden içimde bir fırtına koptu. Rüzgârlar
esti, yağmurlar yağdı, seller aktı, şimşekler çaktı, gök gürledi; gök, dağ,
deniz, birbirine karıştı. Sonra duruldu. Gök mâvî, deniz mâvî, toprak yeşil ve
her yer tertemiz oldu. Bir de ne göreyim, kalbimle herşeyi görüyorum. Başdaki
göz gibi, kalbde de görme kuvveti olduğunu anladım." Namazdan sonra üçümüz
aynı araba ile Üsküdâr Bülbülderesi üstündeki kabristana geldik. Mâide hanımı
defn ettik. Allahü teâlâ efendisi ile haşr eylesin ve Cennette de hanımı
eylesin! Asîl, afîf, temiz, namus timsâli, nâzik, insan görmüş bir hanım idi.
Bir iki def’a görüşmemize rağmen, çok müsbet intibalar bıraktı."Hilmî’nin
talebelerinin hurmetini ve hâlini görünce, sebeb-i hayatım Efendim
hazretlerinin zamanını hatırlıyorum" der, gözünden hasret damlaları
damlardı. Bir gün M. Emin Garbî ağabeyimin evinde görüşmüştük ve daha önce
anlattığımız Bitlis’li bir kimsenin tipi fırtınasında Efendi’nin gaybî olarak
îmdada yetişmesi kerâmetini kendisinden dinlemiştik.
Bu kadar Garbî ağabey dedik. Birkaç
satır da Ondan bahsedeyim:
M.Emin Garbî (rahmetullahı
aleyh) Seyyid Fehîm hazretlerinin oğlu M. Ma'sûm Efendi’nin menfâda (sürgünde)
Konya’da dünyâya gelmiş oğludur. Ankara ve İstanbul’da büyüdü. Efendi
hasretlerinin kızı Mâide halanın kızı Gülsüm hanımla evlendi. Gülsüm hanımın
babası Seyyid Hamid Paşa’nın oğlu İbrâhim Arvâs efendi olup, uzun yıllar
meb'usluk yapmıştır. Kendisini tanırım. Hoş sohbet, dirayetli, cesûr, meârif-i
umûmiyesi [genel kültürü] çok, efendi bir insan idi. Garbî ağabey, Zirâî
Donatım’dan emeklidir. Mehîb, sâlih, fâdıl, ma'lûmât sâhibi bir efendi idi. Her
gören kendisini severdi. Yetmiş iki yaşında (2000) senesinde İstanbul’da vefât
etti. Bağlum’a defn ettik. Ölümüne en çok üzüldüklerimdendir. Ma'sum, Murad ve
Abdülhamîd isimlerinde pırlanta gibi iki oğlu vardır. Garbî ağabeyi Hocamız çok
severdi. "Her zaman gelin, görüşelim, sizi görünce, rahatlıyorum"
der, sık sık görüşürlerdi. Sokakta yürüseler, Garbî ağabeyi sağ tarafına
alırlar, Garbî ağabey muhâlefet etse, "Bize yakışan sizin solunuzda
yürümektir" derlerdi.
Garbî ağabey onbeş
yaşına kadar Efendi ile büyümüş, yahud ekseri zamanı Efendi’nin yanında
geçmiştir. Tevellüdü 1928'dir. Bebek iken Efendi’nin yanına getirmişler ve
Efendi hazretleri, hanımına: "Bu çocuk kimin torunudur bilir misin?"
sordular. Hanımı, “Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur” cevâbını verince,
Efendi hazretleri; "Yalnız o kadar mı? Böyle bir zâtın torunudur ki,
salıncağının bir ipini annesi boynuna taksa, bir ipini de sen boynuna taksan ve
ben de sabahlara kadar sallasam, hakkını edâ edemeyeceğim bir büyüğümün
torunudur" buyurdu.
Garbî ağabey kadar,
onun ve bizim ve herkesin ağabeyisi olan Tâhâ ağabeyi de severdik. Garbî ağabey
gibi onunla da âhıret kardeşi olmuştuk.
1 917’de tevellüd, 1980’de hacda iken
Mekke’de vefât etti. Cennet-ül muallada defn olundu. Vefâtı sırasında bir takım
garîb güzel halleri müşâhede edildi. Fazîletli, muhabbetli, zekî, nüktedân,
târihce-i hayât bir zât-ı muhterem idi. Ataullah, Ubeydullah, Ender ve Ercümend
isimlerinde elmas gibi kıymetli çocukları vardır. Her biri asâlet, insanlık, zekâ
ve güzel ahlâk numûnesidir. Hocamız Tâhâ efendiyi sever, o da Hocamızı çok
severdi. Ağabey, kardeş gibi olmuşlardı. Hocamızın sohbetine doyup da,
ayrıldığı vâkî değildir. Efendi hazretleri de kendisini çok severdi. Karşısında
oturtup, onunla konuşur ve: "Niçin seninle konuşuyorum biliyor musun? Sen
daha çok gençsin. Sözlerimdeki hatâları bulamazsın. Seninle konuştuğum için,
hatâlı da konuşsam, öbürlerin karışması edebe muhâlif olur. Çünkü onlarla değil
seninle konuşuyorum" derdi ve ince bir âdâb-ı muaşeret dersi verirdi. Bir
def'asında: "Tâhâ, sen çok gayretli ve çalışkan değilsin. Ama şu iki
nasîhatimi tut: Salât-i vitri hiç bir zaman terk etme [çünkü şâfiîde salât-i
vitr sünnettir] ve hergün Kur'andan bir cüz, hiç olmazsa bir hızb Kur'an oku"
buyurdu. Bir def’asında Efendi’nin üstünde bir kabz hâli vardı. Sessiz, mağmum,
üzüntülü oturuyordu. Birden Tâhâ ağabeye hitâb edip: "Tâhâ, ne âhıreti
anlayabildik, ne dünyâyı! Hâlimiz ne olacak?” buyurdu. Tâhâ ağabey durur mu;
hemen cevâbı verdi ve: “Efendi hazretleri, dünyâyı ben de anlayamadım, ama
âhıretten bilmedikleriniz varsa cevaplandırayım" dedi. Efendi ve mecliste
olanlar, bu cevâba o kadar güldüler ki, gözlerinden yaş geldi. Kabz hâli basta
dönüştü ve hep hak söyleyen dili açılıp, inciler saçmağa başladı. Vakit sabah
idi. Efendi hazretleri Vahdet-i vücüd'u uzun uzun anlattı. Kaba kuşluğa kadar
sohbet devâm etti. Sonra herkes Tâhâ ağabeyi öpüp, teşekkür ettiler ve böyle
bir sohbete bugüne kadar şâhid olmadık, dediler. Bir gün efendi hazretleri
kendisine: "Tâhâ, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin simâsı, şekli, heyeti
nasıldı? buyurdular. Tâhâ efendi, hiç beklemeden: "Gördüğünüz gibi,
efendim" cevâbını verdi.
Tâhâ ağabey,
İstanbul’dan Van’a dönerken, Konya’da bulunan ağabeyisi Muhammed Bâkır efendiye
uğradı. Sonra trene bilet almak için gişeye geldiğinde, hareket sâatinin geç
olduğunu öğrendi. Hava soğuktu. Vakit geçirmek için sinemaya gitti. O zaman
onbeş-onaltı yaşlarında idi. Sinemadan sonra gelip trene bindi. Gözleri alır
almaz, Efendi hazretlerini gördü ve Efendi kendisine: "Tâhâ, utanmadın da
sinemaya gittin" buyurdu. Tâhâ ağabey bu hâdiseyi anlatır ve: "Hem
korktum, hem mahcûb oldum" derdi. Tâhâ ağabeyin hikâyeleri çoktur. Birini
daha anlatıp geçelim. Hanımıyla Çatak’tan Gevaş’a yaya geliyorlardı. Yolda
karşılarına eşkıya çıktı. Parasını aldıkları gibi, ceketini ve ayakkabısını da
aldılar. Sonra hanımına dönüp: Bacım, Seyyid Fehîm hazretlerinin hatırına
söyle, yanında para ve kıymetli eşya var mıdır? dediler. Tâhâ ağabey: Yâhû siz
ne biçim adamlarsınız; dedesine yemîn verir, torununu soyarsınız? deyip
mukabele edince, eşkıyanın yüzlerinin rengi sarardı, soldu. Siz Hazret-i
Şeyh’in torunu musunuz, dediler. Evet, ben Tâhâ’yım deyince aldıklarını geri
verdiler ve özür dilediler, elini öpüp gittiler. Tâhâ ağabeyle çok
beraberliğimiz oldu. Yıllarca sürdü. Çok menkıbelerı vardır. Ama bu kadarını
yazmakla iktifâ edelim, rûhuna rahmet okuyarak ve çok sevdiği ve itimad ettiği
hepimizin dayanağı Efendimiz yanında olsun, duasını yaparak geçelim. Kardeşleri
Seyyid İbrâhim ve Seyyid Bedreddin efendiler de birer cevher ve islâm ve iffet
ve edeb hârıkası idiler.
Amcaları Hüseyin
Efendi’nin oğulları Alî İhsân, Muhammed Kasım, Muhammed Şemseddin efendilerle
de uzun zaman birlikte olduk. Diğerleri gibi yirmi, belki otuz sene, İstanbul’da,
Ankara’da, Van’da çok güzel zamanlarımız geçti. Şimdi (2002) de erzel-i ömrün
ibtidalarında o tatlı hâtıralarla teselli buluyorum. Alî İhsan efendi Gevaş
müftüsü idi. Âlim, fâzıl, nüktedân, hoş sohbet ve hikâyeleri hâlâ dillerde
dolaşan bir zât-ı kerîm-ül hısâl idi. Muhammed Kasım, Van müftülüğünden
mütekaid idi. Arabî ve fârisiyi iyi bilen, âlim, fâdıl, kâmil bir zât olup, çok
kimselere ilim öğretmiştir. Bu fakîrin arabî ilimlerdeki icâzetim onun
tarafından bir lutuftur. Seyyid Şemseddin, Van'ın en büyük âlimlerinden, halîm,
seha sâhibî, gayretli, tevazu ve ahlâk-ı hasene sâhibi, hâzâ insan! denen bir
zât idi. Hayatı hep ilim okutmakla geçti. (1936-1 986) Hepsinin en güzel
sıfatları hâiz oğulları vardır. Allahü teâlâ yer yüzü gemisini, bu geminin demiri
olan Ehl-i Beytin varlığı ile her türlü âfet ve fırtınadan korusun. Bizim
kalblerimizi de, lekesiz Ehl-i beyt (seyyid) sevgisi ile süslesin ve bu
muhabbet üzere yaşatsın ve öldürsün. Hepsini Hocamız sever, hepsi ile tatlı
tatlı sohbetler eder, varlıklarını, islâmın dayanağı bilir ve söylerdi.
Sabrî ağabeyin
vefâtından iki-üç ay sonra da ben emekliye ayrıldım. Böylece Türk Silahlı
Kuvvetlerindeki öğretmenlik görevimi albay rutbesi ile tamamlayıp, hayâtımın
son safhasına çekildim. İstanbul’da Erenköy’deki evimde kitâblarımla meşgul
oldum. Yazları Sürmene’de bulundum. Arada bir imkân olursa, Hocamı ziyâret
ettim. Onlar hâlâ çalışıyor, ya'nî kitâblarla meşgul oluyorlardı. Severek,
gerekirse, gündüze geceyi katarak; dîne hizmet için, ellerinden gelen gayreti
son haddine kadar gösteriyorlardı. 1988 yılına kadar hiç bir vazîfe almadım.
Hakîkat Kitâbevi’nden çıkan fârisî bir kitâbı okudum (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
bazı tashîhler yapıp Enver ağabey vâsıtası ile Hocamıza gönderdim. Birkaç gün
sonra Enver ağabey telefonla beni aradı ve: "Hocamız buyurdu ki, Süleyman
beye söyleyin, bizimle çalışmak istemez mi?" Bu talep üzerine Fâtih
Çarşamba’da bulunan Mehmed Ağa tesislerinde, arabî ve fârisî kitapların, daha
sonra Rusça tercemelerin tashîh ve mes'uliyeti uhdeme verildi. Oniki sene de
orada çalıştım. Zaman zaman onlarla görüştük. Sevindirici müjdelerine mazhar
oldum. Bunların çoğunu arkadaşlar bana iletti. Hakkımdaki iltifatlarından,
Onların sözleridir diye bir kaçını yazayım. Yoksa ben haddimi, hâlimi ve
nefsimin azgınlığını, rûhumun ezikliğini, bir parça olsun, Onların irşâdlı
sözleriyle öğrenmişim:
—Aleyküm selâm. Biz
Süleyman’ı çok severiz. Bizi hiç üzmemiştir. Devâmlı bize yardımcı olmuştur.
(24 Şevval-1409) Hüseyin Yener)
—Süleyman beyle oynayan
ateşle oynamış olur. (Kemal Demirci)
—Âferin, Süleyman bey
bu yolun zevkını almıştır. (Subhî)
—Süleyman beye selâm
ederim. Gözlerinden öperim. Dualarını beklerim. (Receb-1410. Subhî beyle
konuşurken, selâmımı arz edince, bu sözleri söylediklerini telefonda ben de
dinledim.)
—Süleyman beye selâm
söyleyin. Gözlerinden öperim. Süleyman’ı severiz. Yirmi otuz senedir
Mektûbât’la meşguldur. Mektûbât’a âid ma'lûmâtı iyidir. (15-Rebi'ül evvel
1411-Subhî)
—Süleyman beye selâmımı
söyleyin. Yardımları için iki dünyâ seâdetine dua ederiz.
(Cemazil-âhır-1411-Subhî)
18 Safer 1420 Cuma günü Sarıyer’e
çağırdılar. Selâmdan sonra: "Bizim Süleyman ne mubârek olmuş"
buyurdular. Cum'a namazından sonra, ellerini öpmek istedim. Eğilin, ben sizin
alnınızdan öpeyim, buyurdular ve alnımdan öptüler. O anda kendimi dünyânın en
bahtiyâr insanı buldum. Zirâ bütün hayatımda hep yakınında olmak istediğim
Hocamın, hep Hak’dan bahseden temiz dudakları muhabbetle alnıma değiyordu.
Herhalde bir talebe için, bundan daha mes'ûd an olmaz. Sonra orada bulunan arkadaşlara
hitâb ederek: "Süleyman bizim ilk göz ağrımızdır" buyurup, bu fakîre
hitâben: "Sizi çok özlemiştim" dediler. Bundan sonraki balkondaki
konuşmalarımızı, vefâtlarını anlatırken arz etmiştim. Kabri geniş, yattığı yer
nûr olsun.
Bir gece Onların evinde idik.
Peygamberlerden bahis açıldı. Mektûbâtı getirip, Birinci cild 63. mektûbu
okudular. Çok şey öğrendik. Mükemmel bir mektûbdur. Buyurun, Onların dil
kaleminden ve kalem dilinden dinleyelim:
1. CİLD 63. MEKTÛB:
Nakîb Seyyid Şeyh Ferîd'e yazılmıştır. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hep aynı
îmânı söylediklerini bildirmektedir.
Allahü teâlâ bizi ve
sizi kerîm olan babalarınızın ana caddesi üzere bulundursun. Onların en
üstününe ve kalanların hepsine salâtü selâm olsun!
Allahü teâlâ,
Peygamberler (aleyhimüsselâm) vâsıtası ile insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu
göstermiş ve sonsuz azâbdan kurtarmıştır. Peygamberlerin mubârek vücûdları
olmasaydı, Allahü teâlâ, zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin
Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlânın emir
ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir; ya’nî hiçbir şeye muhtac
değildir. İnsanlara acıdığı için, onlara iyilik ederek, emir ve yasaklar
göndermiştir. Emir ve yasakların fâideleri insanlaradır. Allahü teâlâya hiç fâideleri
yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyacı yoktur. Peygamberler olmasaydı, Allahü
teâlânın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden
ayrılamazdı. O halde Peygamberlerin gönderilmesi pek büyük ni'mettir. Bu
ni’metin şükrünü hangi dil söyleyebilir; kim bu şükrü yerine getirebilir?
Ni'metlerini bize gönderen, bize islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere
(aleyhimüssalâtü vesselâm) inanmak seâdetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz
Bütün peygamberlerin
dînlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi
söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, Haşr ve Neşr için,
Peygamberler için, melek gönderilmesi için ve melekle Kitâblar gönderilmesi
için, Cennetin sonsuz ni'metleri ve Cehennemin sonsuz azabı için söyledikleri
hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, harâm ve ibâdetler için olan
sözleri, ya'nî fürû'âta âid sözleri ise başka başkadır, birbirine uymayabilir.
Allahü teâlâ, bir
vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hallerine uygun emirleri bir
ülül'azm peygambere göndermiş ve o insanların buna uymalarını emir buyurmuştur.
Birçok sebebler, fâideler için, Allahü teâlâ ahkâm-ı şer'iyyede değişiklikler
yapmaktadır. Çok def’a, şer'iat sâhibi aynı bir peygambere, başka başka
zamanlarda, birbirine uymayan emirler göndermiştir. Ya'nî önceki emirleri
sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir.
Bütün peygamberlerin,
sözbirliği ile söylediği hiç değişmeyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka
bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan
bazısını başkalarına rab, ma'bûd yapmamaktır. Bu sözü, yalnız peygamberler
söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle
şereflenmemiştir. Peygamberlere inanmayanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın bir
olduğunu söylemişse de, bunları yâ müslümanlardan işiterek söylemiş veya
varlığı lâzım olan birdir demişlerdir. Halbuki müslümanlar hem varlığı lâzım
olan, hem de ibâdet olunmağa hakkı olan birdir, demektedir. Lâ ilâhe illallah
demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka, hiç bir şey yoktur; ibâdet ancak
O'na yapılır, demektir.
Bu büyüklerin birlikte
söyledikleri ikinci söz, kendilerini herkes gibi insan bilip, yalnız Hak
teâlâya ibâdet olunur, demeleridir. Herkesi, yalnız O'na ibâdet etmeğe
çağırırlar. Hak teâlâ, hiç bir şeyle birleşmemiştir. Hiç bir maddede
yerleşmemiştir, derler. Peygamberlere inanmayanlar ise, böyle söylememiş, hattâ
başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti,
bizdedir, demişlerdir. Böylece kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilâh
olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendilerini kulluk vazîfelerinden
çekerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlâh oldukları için,
kendilerinin sorumsuz olduklarını, her şeye tecâvüz edebileceklerini,
kendilerine hiçbir şeyin yasak olamayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru
olduğunu, hiç yanılmayacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak
aldanmışlar, milleti de aldatmışlardır. Böyle alçaklara lânet olsun. Bunlara
aldanan ahmaklara yazıklar olsun!
Peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) sözbirliği ile bildirdikleri bir şey de, kendilerine melek
geldiğini söylemeleridir. Peygamberlere inanmayanlardan hiç biri bu devlete
kavuşmamıştır. Melekler muhakkak ma'sûmdur. Ya'nî vazîfelerini elbette doğru
yapar, hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değillerdir. Vahyi, değiştirmeden,
unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar.
İşte peygamberlerin her
sözü Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber hep O'ndandır. İctihâd
ettikleri her mes'ele de vahiy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihadlarında ufak
bir isâbetsizlik olsa, vahiy gelip hemen düzeltilir. Hal o ki, peygamberlere
inanmayıp, kendilerini ilâh, tanrı, tanıtan sizi biz yarattık, biz kurtardık,
deyip, kendilerine taptıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini
doğru sanırlar. O halde, insâf edelim! Ahmak, câhil bir kimse, kendini ilâh,
tanrı sanıp, kendine tapınılmasını emr eder, her kötü, zararlı işi yaparsa,
buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Mısra'
Senenin mahsûlü, baharından belli olur.
Bu kadar uzun
anlatmamıza sebeb, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa hak bâtıldan, nûr zulmetten
ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi 81. âyet-i kerîmede: "Hak
gelince, bâtıl gider; bâtıl her zaman gidicidir" buyurdu. Yâ Rabbi,
bizleri o büyüklerin (aleyhimüssalevât) yolunda bulundur! Âmin.
Yine bir gün Hocamız
260. mektûb için: "Oğlu Muhammed Sâdık hazretlerinin yüksek derecesine
göre, kendi tasavvuf yollarını anlatmaktadır. Bu mektûbdaki bilgileri,
ma'rifetleri herkes anlayamaz. Hattâ şimdi yeryüzünde bu hallere ve
ma'rifetlere sâhib bir kişi yoktur diyebiliriz. Ama bu mektûbun sonunda güzel
ve bereketli bir ma'lûmat vardır. Bu kısmı okuyalım" buyurup, fârisîden
okuyup Türkçe’ye terceme ettiler.
"Ey oğlum! İrşâd
kutbunun feyiz vermesi ve ondan feyiz almakla ilgili ma'rifetler Mebde' ve Meâd
risâlesinde, ‘ifâde ve istifâde’ bâbında yazılıdır. Sırası gelmişken, fâideli
olan bu ma'rifeti de buraya yazıyorum:
Kutb-i irşâd, ferdiyye kemâllerine de
sâhib olup, çok az bulunur. Asırlardan, uzun zamanlardan sonra böyle bir cevher
dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının
ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yerin merkezinden Arşın tepesine
kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma'rifet onun vâsıtası ile gelir. Herkes
ondan feyiz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni'mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin
nûrları, okyanus gibi bütün dünyâyı kuşatmıştır. O derya sanki donmuştur, hiç
dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünür ve kalben ona
teveccüh ederse, yahud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o
kimsenin kalbinde sanki bir pencere açılır da, bu yoldan muhabbet ve ihlâsına
göre, o deryâdan kalbine bir kanal akar. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı
zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz
alır. Fakat birincide, feyiz daha fazla olur. Bir kimse o büyük zâtı inkâr
eder, beğenmezse, yahûd o büyük zât, bir kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı
zikr etse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. O’na inanmaması veya O’nu incitmiş
olması, feyiz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olsa bile
hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet var görünür ise de, yoktur. Fâidesi çok
azdır. O zâta inananlar ve onu sevenler, onu düşünmeseler de, ve Allahü teâlâyı
zikr etmeseler de, yalnız o zâtı sevdikleri için rüşd ve hidâyet nûruna
kavuşurlar."
Bir gün de, İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin
Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatan şu mektûbunu okudular:
BİRİNCİ CİLD, 44.
MEKTÛB: "...Allahü teâlâya sığınarak ve Ondan yardım dileyerek
bildiriyorum: Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın resûlüdür. Âdem
oğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyamette kendisine uyarak Cehennemden
kurtulanların en cömerdidir. Kıyamet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En
önce O şefâat edecektir. En önce Onun şefâati kabûl olunacaktır. Cennet
kapısını ilk önce O çalacak, kapı Ona hemen açılacaktır. Âdem aleyhisselâm ve
onun zamanından kıyâmete kadar gelen her mü’min, bu sancak altında
bulunacaktır.
Bir hadîs-i şerîfde:
"Kıyamet günü, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakîkati
bildiriyorum, övünmüyorum" diğer bir hadîs-i şerîfte: "Allahü
teâlânın habîbiyim, sevgilisiyim. Peygamberlerin sonuncusuyum; övünmüyorum. Ben
Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allahü teâlâ insanları yarattı, beni insanların
en iyisinde yarattı. insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı; beni en
iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabîleleri evlere, âilelere
ayırdı, beni en iyi âileden dünyâya getirdi. İnsanların en iyisiyim; en iyi
âiledenim. Kıyâmette herkes sustuğu zaman, ben konuşacağım. Kimsenin
kımıldamadığı vakitte onlara şefâat edeceğim. Kimsede ümid kalmadığı zamanda
müjdecileri ben olacağım. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının
anahtarı bende olacak. Livâ-i hamd benim elimde bulunacak. İnsanların en
hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır.
Kıyâmet günü Peygamberlerin imâmı, hatibi ve hepsine şefâat edici benim.
Övünmek için söylemiyorum" buyuruldu.
O (aleyhissalâtü vesselâm) olmasaydı, Allahü
teâlâ hiçbir şeyi yaratmazdı. Rab olduğu, ma'bûd olduğu meydana çıkmazdı. Âdem
aleyhisselâm su ile çamur arasında iken (ya'nî hamuru yoğrulurken) O
(aleyhisselâm) peygamber idi. Beyt:
Günâh işlese de, çekilmez hesâba,
Böyle bir seyyidin izindeki kimse.
Bütün insanlığın seyyidi,
en üstünü olan böyle bir peygambere inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette
ümmetlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân Sûresi 110. âyetindeki: "Siz
ümmetlerin, dîn sâhiblerinin en hayırlısı, en iyisisiniz" bunlara
müjdedir. Ona inanmayan insanların en kötüsüdür. Tevbe sûresi, 98. âyetindeki:
"Vahşî, kalbleri katı câhiller sana inanmaz. Daha çok münâfıktırlar"
bunları göstermektedir.
Dünyânın bugünkü
hâlinde, Onun Sünnet-i seniyyesine uymakla şereflendirilenler, ne kadar
bahtıyârdır. Onun dînine inanan ve Ona ümmet olanın az bir iyiliğine kat kat
sevâb verilir. Eshâb-ı Kehf bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu.
Bu işleri de, dîn düşmanları her tarafı sardığı vakit, kalblerindeki îmânı
korumak için başka yere hicret etmeleri idi. Bugün Ona îmân edip, az bir ibâdet
yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir
hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zamanında askerin bundan kat kat
fazla çalışması, böyle kıymetli olmaz.
Muhammed aleyhisselâm
Allahü teâlânın mahbubu olduğu için, Onun izinde giden mahbûbluk derecesine
yükselir. Çünkü muhib [seven] sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde
görürse, onu da sever. Ona uymayanların hâlini bundan anlamalıdır. Beyt:
Muhammed aleyhisselâm yüzü suyudur cihânın,
Kapısında toprak olmıyan toprak altında kalsın.
Eshâb-ı Kehf gibi hicret edemeyen, bâtın
yolu ile hicret etmeğe çalışmalıdır. Düşmanlar arasında bulunurken, gönülleri
onlardan ayrı, uzak olmalıdır. Allahü teâlâ bu sûretle de seâdet kapıları
açabilir. Nevrûz günü geliyor. O günlerde ne karışıklık, ne kadar taşkınlık,
şaşkınlıklar olduğunu biliyorsunuz. O karanlık günleri atlattıktan sonra,
Allahü teâlâ nasîb ederse sizinle görüşmek şerefine kavuşmağı ümid ediyorum.
Nâzik başınızı ağrıtmamak için mektûbuma son veriyorum. Allahü teâlâ kerîm olan
babalarınızın yolundan ayırmasın! Size ve Onlara kıyâmete kadar selâm olsun!
Âmin."
Hazır yeri gelmişken,
hocamızın altı cild Mektûbât’tan seçmeler diyebileceğimiz ve Efendi
hazretlerinin ismini, değeri takdîr edilemeyen ma'nâsında (Kıymetsiz Yazılar)
koyduğu eserlerinden, Resûlullah (sallallahü aleyhü ve sellem) ile alâkalı
yazıları okudukları gibi yazalım:
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) bi'setten önce kalb zikri ile meşgul idi.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) renkli, süslü kumaşlardan elbiseyi severdi.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) bin dirhem kıymetli rida giyerdi; namazda dört bin dirhem
kıymetinde rida (kaftan) giydiği zamanlar olurdu.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) sarığın taylasanını (sarkan ucunu) iki omuzu arasından
sarkıtırlardı.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) yemeği lüzûmu kadar yerdi; doyuncaya kadar yemezdi.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) yahûdînin evinden yemek yemiş, müşrikin kabından Tahâret
eylemişlerdir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ahmed ismi Muhammed isminden efdaldir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ahmed ismi, semâ ehlince ma'rûfdur.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamadan efdaldir.
—Hak sübhânehünün
ibtida halk ettiği nesne Nûr-i Muhammedi idi (Sallallahü aleyhi ve sellem)
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) ma'rifete tâlibdir, halbuki mahbûbiyyet makamındadır.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) hüsn-ü cemâli zât-i teâlâya müsteniddir.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) hep düşünceli ve dâima üzüntülü olunca, Başkaları nasıl
olmalıdır.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem)doğum ve ölümü pazartesi günü idi. Akşama doğru
vefât etti. Salı günü saklanıp, Çarşamba gecesi gece yarısına yakın ve bir
rivâyette o gece defn olundu.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mukaddes kabirleri mübârek cesedlerinden hâli
(boş) kalmaz. Çeşitli yerlerde vâkı' görüşmeler, her ne kadar bedenleri
şeklinde görünür ise de, rûhânidir ve rûh beden halini alır.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) ile vefâtından sonra görüşmek rûhânîdir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) uykusu abdestini bozmazdı. Çünkü peygamber,
ümmetini muhâfazada çoban gibidir. Gaflet onun
peygamberlik makamına uygun değildir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) uykusu mu'tedil idi. Mübârek kalbleri uyumazdı.
Belki mes'ûd gözleri uyur hâl üzre olurdu ve ayın onyedi veyâ ondokuz veya
yirmibeşinci günü damardan kan aldırırdı.
—Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) riyâzeti, ni'mete şükür için olup, Hakka kavuşmak için
değildi.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinin ve ifadelerinin hepsi vahy ile
değildi.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) sehiv ve nisyân etmesi, ya'nî yanılması ve
unutması câiz ve vâkı'dir. Lâkin hatâ üzere kararda olmak (devâm etmek) câiz
değildir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu ilm
şânıdır.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu hubbîdir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mebde-i teayyunu teayyûn-i vücûdînin merkezi
olup, en şerefli yeridir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) hakîkati, izâfî sıfatlarındandır. Kur'ânın zuhûr
menşe'i ise, hakîkî sıfatlarındandır. Bu sebebden Resûlullah’a (sallallahü
aleyhi ve sellem) hadîsdir derler, Kur'âna ise kadîmdir, denir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) nûru, ilm sıfâtından olup babaların sulblerinden
anaların Rahîmlerine geçip insan şeklinde zuhûr eyledi.
—Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) gölgesi yok idi. Âlemde Ondan latîfi bulunamayınca gölgesi
nasıl olur!
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) urucunda (yükselmesinde) herkesten yukarı çıkıp, nüzûlde de
(inerken de) herkesten ziyâde indi.
—Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) vefâtında Eshâbdan otuzüçbin kişi hâzır idi.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) olan ilâhî muhabbet zâtın muhabbeti olup, bütün
bağ ve itibarlardan mu'arradır.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mi'râc gecesi, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken,
onu kabrinde namaz kılarken gördü.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mi'râc gecesinde, zaman ve mekân dâiresinden kurtulup, ezel
ve ebedî bir an buldu; bidâyet ve nihâyeti bir noktada birleşmiş gördü. Cennet ehlini
Cennette gördü.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mi'râcda ru’yetle (Hak teâlây
görmekle) müşerref oldu.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mi'racdan döndükte, yattığı yer henüz soğumamış, abdest
ibriğinde sallanan su durmamıştı.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) soğuk ve lezîz şeyleri severdi.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) sıfat ve isimlere âid bütün kemâlleri kendinde toplamıştır.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Rabbil-âlemînin mahbubu (sevgilisi), yaratılmışların en
iyisi, Mi'raca bedenle çıkmakla şereflenmiş, Arş ve Kürsî’den geçip, mekân ve
zamanı geride bırakıp ileri gitmiştir.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) muradların ve mahbûbların
reisidir.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak elbette lâzımdır.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmağa ihtiyâc yoktur, demek küfürdür ve
zındıklıktır.
—Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi' olmak yedi
derecedir;
1—
Kalb ile tasdîkden sonra ve nefsin itminanından önce
olan şerîatin ahkâmına uymaktır. Avam ve zâhir âlimleri bu kısımdadır.
2—
Bu derecede tâbi' olmaklık, ahlâkın tehzîbi
ve kalb hastalıklarının izâlesine kavuşmuş olan sülük erbabına mahsûstur.
3—
İslâmın hakîkatine ve nefsin itminanına kavuşmuş
olanlardır. Bunlar da evliyâ-ı kirâmdır.
4—
Nefsin itminanından sonra olan şerîatın hakîkati
ile hallenmek olup, râsıh ilimli âlimlere mahsûstur.
5—
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâlatının
husûlu olup, ilim ve amelin buna dahli yoktur. Sadece fadl ve ihsanladır. Esas
itibari ile ulûl’azm peygamberlere mahsûstur.
6—
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mahbûbluk
makamına tâbi' olmak olup, sadece muhabbete bağlıdır. Fadl ve ihsanın
üstündedir.
Birinci derece hâric,
saydığımız şu beş derecenin hepsi uruç (yükselme) makamlarına tealluk eder.
7.derecedeki mütâbeat,
nüzûle, inmeğe bağlı olup, diğer altı derecenin hepsini içine almaktadır. Tâbi'
ile metbü' (uyanla uyulan) farksız olmuştur.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) itâat, Hak teâlâya itâattır. Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) yolu, Eshâb-ı kirâmın yoludur.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) mütabeât (uymak), islâm ahkâmının (emir ve
yasakların) yerine getirilmesi ve küfr âdetlerinin kaldırılması ile olur.
—Resûlullah’a (sallallahü
aleyhi ve sellem) mütebeât niyetiyle olan kaylüle (gün ortasında biraz uyumak),
mütâbeatla olmıyan çetin riyâzetlerden ve şiddetli mücâhedelerden kıymetlidir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) tavassutu (aracılığı) olmadıkça hiç bir ferd
matluba kavuşamaz.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeât olmadıkça, hangi hayırlı işi ve ameli
yapsa, hiçtir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeât olmadıkça kurtuluşa ermek muhâldir.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) okunan salavât riyâ ve sum’a (gösteriş ve
yapmacık) için de olsa makbûldur.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) salavât getirmek, kıyâmetin korku ve şiddetinden
kurtulmağa sebebdir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi, herşeyden ve kendinden ziyâde olmayınca,
îmân tamam olmaz.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) Âişe-i Sıddîk’a yoluyla verilen eziyyet, Hazret-i
Alî yoluyla verilenden ziyâdedir.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) ameli olup, sırf ona mahsûs hallerinden olmayan
amellerin yapılmasında izne ihtiyâc yoktur. Hacetlerin husûlü ve müşkillerin
açılması için yapılan, yazılan bazı şeyler, zikir ve dualar izne bağlıdır.
—Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) ameli, ya'nî yaptıkları, ibâdet, örf ve âdet
olmak üzere iki kısımdır. İbâdet olarak yaptıklarının hilafi, münker (çirkin)
bid’atlar olup, merduddur; men'edilir. Örf ve âdetine uymayanlara, münker
bid’at denmez. Din ile alâkaları yoktur. Olup olmaması âdete bağlıdır. Bununla
beraber âdette sünnetlere riâyet güzel netice ve seâdetlere yol açar.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) âdet ve ibâdetlerde, az veya çok benzemeği büyük
seâdet, bereket ve derecelere kavuşmak sebebi bilmelidir. Mahbûba benzeyenler
mahbub, ona uyanlar da mergubdurlar.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) mütâbeat etmek istiyen, şerîate kuvvetle
tutunmalı, sünnete ittiba' ve bid'atten ictinâb üzerine râsıh olmalı ve Kitâb
ve Sünnetin ışığı ile meclisini aydınlatıp, bid'at karanlıklarına ve şeytanın
çıkmaz yollarına dalmaktan uzak bulunmalıdır.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) dünyânın tahrîbi için gönderildi,
ta'mîri için gönderilmedi. Hadîs-i şerîf
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) vâris olan, ahkâm ve esrâr ilimlerinde âlim
olandır. Birinden nasîbi olup, diğerinden olmamak verâsete mânidir.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) İbrâhim aleyhisselâma babam diğer peygamberlere kardeşlerim
demişlerdir.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim aleyhisselâmın milletine uymakla emr olunması,
bir makamı elde etmek içindir ki, ona kavuşmak, makam-ı İbrâhimden geçmedikçe
müyesser değildir. Makam-ı İbrâhime kavuşmak da, Onun milletine tâbi' olmağa
bağlı bulunduğundandır. Merkeze gidebilmek için çevreden içeri girmek şarttır.
—Resûlullah’ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) düşmanlarına ve Hak teâlânın düşmanlarına şiddet gösterip, o
alçakları aşağılamak, onların bâtıl ilâhlarını (putlarını) hor tutmak en makbül
ibâdettir.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâma buyurdular: Sizler öyle bir zamanda dünyâya
geldiniz ki, emir ve yasaklardan onda birini terk etseniz, helâk olursunuz.
Sizlerden sonra öyle insanlar gelir ki, emir veya yasaklardan onda birini
yerine getirseler, kurtulurlar. İşte şimdi o vakittir.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem): "Benim ve başkalarının başına gelmesi muhakkak olan
şeylerin tafsilini bilmem" buyurmuştur.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Haklı olduğu halde münakaşayı uzatmayana
Cennetin bir kenârında bir ev verileceğine kefilim. Şakadan da olsa yalan
söylemeyen için, Cennetin ortasında, güzel ahlâk sâhibine de Cennetin a'lâsında
bir eve kefilim"
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benden önce gönderilmiş olan peygamberlerin
ümmetlerinde elbette havârileri (yardımcıları) ve sahabileri vardır ki, onların
sünnetlerini almış ve emrine uymuşlardır. Sonra onların ardından gelenler,
onların yapmadıklarını yapar, yaptıklarını yapmazlar. Onlarla eli ile, olmazsa
dili ile, bu da olmazsa kalbi ile mücâhede eden mü’mindir. Bunun ötesinde
îmândan hardal tanesi kadar bir şey yoktur.
—Resûlullah’a
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimse, bana vasiyyet (nasîhat) buyurun,
dedikte: "Kızma!" buyurdular.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) komşu hakkına o kadar dikkat ve riâyet buyururlardı ki,
Eshâb-ı kirâm, komşu ölünce, komşusu vârisi olacağında şübhe ettiler.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Muâz bir Cebel hazretlerine buyurdular: "Ey Muâz, sana
nasîhat ederim ki, Hak teâlâya karşı hep takva üzere
ol, doğru söylemeğe ihtimâm göster, verdiğin sözü
yerine getir, emâneti koru, hiyânet etme, yetime acı, komşu hakkını gözet,
kızgınlığını yen, tatlı ve yumuşak sözlü ol, herkese selâm ver, namazını
cemâ’atle kıl, Kur'ânı anlamağa ve okurken sâhibinden titremeğe çalış, âhıret ve
hesab korkusuyla göz yaşlarını akıt, kısa emelli ol, güzel ameller işle,
müslimâna sövme, her câiz olanı yapma, yalancıyı tasdîk, doğru söyleyeni
tekzîbden kaçın, âdil devlet başkanına isyan etme ve bozgunculuktan uzak ol!
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Muhacirînin fakîrlerine tevessül ile fetih ve nusret
istenmesini buyurdular.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Hazret-i Muâviye’ye: "İnsanların başına geçtiğin zaman,
onlara yumuşak davran" buyurduğu için, Hazret-i Muâviye halîfe olmak istedi.
Ama ictihadında isâbet olmadı. Çünkü hilâfet sırası Hazret-i Emîr’den sonra
idi. Fakat ictihatta yanılana bir derece, hakkı bulana iki, belki on derece
vardır.
—Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) İki İmâmı (Hazret-i Hasan ve Hüseyin) öperlerdi. Bir gün, bir
şahıs, yâ Resûlallah, benim onbir evlâdım var, hiç birini öpmedim, dedikte,
"Bu rahmettir. Allahü teâlâ bunu kendi kullarına verir" buyurdular.
—Resûlullah’ı
(sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görmek, Medîne-i münevverede medfun
oldukları sûretle olmak şart değildir. Her ne şekilde görülürse umulur ki,
şeytan Onun şeklinde görünmekten mahfûzdur. Lâkin rüyâlar istidadı haber verir.
Hâsıl olmağı göstermez.
Hocamızın âilece
görüştüklerinden biri de kendisi ve hanımı Efendi hazretlerinin eshâbından olan
eczacı İlyas efendidir. Muharib gazilerden hâfız Hasan efendinin damadıdır.
İlyas bey hicrî 1 333 (m.1915)’de Rize, Çayeli, Lîmânköyü’nde dünyâya geldi.
Halen (2002) hayâttadır [2003 yılı Ekim ayında Rize’de vefât etti.]. İlk
mektebi memleketinde Osmanlı usülü üzre okudu. Ya'nî ilk mektebde okurken
birinci ders Kur'ân-ı kerîm, ikinci ders, ulûm-i dîniyye olup, sonra diğer
dersler gelirdi. İlkokulda dahî cemâ’atle namaz kılarlardı. Perşembe öğleden
sonra ve cum'a günleri ta'til idi. Orta ve liseyi İstanbul Dârüşşafaka’da
okudu. Ömer Nasuhî efendi siyâh takke ile gelir, târih dersi verirdi. On dört
yaşında babasını kaybetti. 1930’da Efendi hazretlerini tanıdı. Kendini anlatır.
Pazartesi, Perşembe, Cumartesi günleri Efendi hazretleri Bâyezid Câmiinde va'z
verirdi. Ayrıca Beyoğlu Ağa Câmiinde ve Eyyûb Sultan Câmilerindeki va'zlarında
bulunmağa gayret ederdim. Her fırsatta tekkede bulunmağa can atardım. Cum'a
günleri namazı kendi câmi'inde kılar, hutbeyi kısa okur, namazdan sonra Eyyûb’e
iner, küçük odada va'z verir, ikindiden sonra va'z için Ağa Câmi'ine giderdi.
Cum'a günü minbere
çıkınca evvelâ Türkçe söyler, sonra arabî ibâre ile hutbeyi okurdu. Türkçe
söylediğini ezberlerdim. Şöyle derdi: "Karib-i hevâ ve baîd-i Hudâ olan
dil-i bî nevânın iştikâsı Hak teâlâyadır. Ve yevm-i kübrâda şefâat-i
peygamberîden istifâde edilmelidir. Dünyânın nefî kalîl olduğu
bilinmelidir." Ekseriya Türkçe şunu söylerlerdi: "Elhamdü lillahi ve
selâmün alâ ibâdihillezine estefâ. Fırsat ganîmettir. Ömrün temamını fâidesiz
işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temam ömrü Hak celle ve alânın
rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve lâbüd ve vâcibdir ve
lâyıktır. Beş vakit namazlar ta'dil-i erkân ile, cem'iyyet-i bâtın ve cemâ’at
ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd nemazlarını elden çıkarmamalı, seher
vakitlerini istiğfarsız geçirmemeli, gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-i
âcile [dünya zevkleri] ile mağrur olmamalı, tezekkür-i mevt [ölümü hatırlamak]
ve ahvâl-i âhıreti göz önünde bulundurmalı, umûr-i gayr-i meşrua-i dünyevîyeden
[dünyaya âid gayr-i meşrû işlerden] i'raz [yüz dönmeli], umûr-i bâkıyye-i
uhreviyyeye [âhıretin sonsuz işlerine] ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî
olan umûr-i maişet-i dünyeviyye ile meşgul olup, diğer vakitler âhıret
işlerinin ta'miri ile meşgul olmalıdır. Hâsıl-ı kelâm gönül, mâsivâ-i ilâhînin
muhabbetinden âzâd ve zâhir ahkâm-ı şer'iyye ile tehalli [süslü] ve tezeyyün
ile meşgul olmalıdır. hakîkat iş ancak budur. Bundan gayri cümlesi hiçtir. Bâkı
ahvâlimiz hayr olsun! Vesselâm."
Yine İlyâs bey
anlatıyor: Efendi hazretleri ile mevsime göre tenezzühe [pikniğe] çıkardık.
Yazın Anadolu Kavağı’na ve Rumeli Kavağı’nda Altınkum’a giderdik. Mehmedcik’le
beraber Efendi’yi denize sokardık. Bir elinden ben, bir elinden o tutardık.
Emirgân’da Efendi ile sohbette, bahçede radyo çalardı, ama biz duymazdık. Bir
def’a da Beykoz çayırına gittik. Sonbaharda bağlara giderdik. Ramise (Rami)
Efendi ile beraber gittik. Efendi bana para verdi, üzüm aldım ve yedik.
İkimizdik. Çarşamba günleri giderdik. Gittiği yerde Hâlid bey (Mülaj
mütehassısı) gaz ocağını yakar, Efendi’ye kahve pişirirdi. İlk işi bu idi.
Efendi yanında kitâb getirmezdi. Efendi hazretleri: "Bin def’a tekrar
edilen şey, unutulmaz" derdi. Kayınpederim iyi insandı. Sık sık Resûl-i
Ekrem efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâda görürdü. Bir def’asında
kendisine: "Sen ne iyi ümmetsin" buyurup iltifat etmişti.
1
940
yılında İstanbul Eczacılık Mektebini teğmen olarak bitirdim. Ankara
Mevki' hastahânesine tayîn oldum.
1946'da evlendim ve o sene İstanbul Gümüşsuyu’na geldim. Sonra Erzurum’a
gittim. Efendi’yi tanıyan Hüsnî Paşa delâletiyle üç sene müfettişlik yaptım.
Trabzon’da 48. Tümen Komutanı Hüsnü Paşa, Çömlekçi’deki câmi'i açmış ve kendi
ismi ile anılmıştır. Sonra beni ziyârete getirdi. Ben, hep Efendi’nin
perverdesi olarak yaşadım.
1
950’de
Kd. Yüzbaşı iken ordudan ayrıldım. Altı sene adlî tıbda çalıştım. 1959'da
Rize’de eczane açtım. Ben ve oğullarım halen devâm etmekteyiz (2002).
Efendi buyurdu ki:
Sultan Hamîd’e kadar islâm sertâç idi. Sonra düşmeğe
başladı.
Efendi bana:
"İlyâs ne olmak istersin?" sordu. Mühendis olmak isterim, dedim.
"Sen askerî eczacı ol" buyurdu.
Yine buyurdu:
"Habîs kişiye bir milim yaklaşan, islâmdan bir mil uzaklaşır."
İlyâs beyi dinlemeğe
devâm ediyoruz: Efendi’nin üvey oğlu bir gün huzûruna cünüb olarak gelmişti.
Hemen hanımı Bedriye hanıma hamamın yakılmasını ve oğlunun yıkanmasını
buyurdular.
Efendi birine dua etmek
istese: "Allahü teâlâ korktuğunuzdan emîn, umduğunuza nâil eylesin"
derdi.
Darüşşafaka’da
okuyordum. Sabah namazına kalktım. Abdest alırken güneşin doğmakta olduğunu
gördüm. Namazı Efendi hazretlerinin mescidinde kılarım, düşünüp, duvardan
atlayıp Eyyûb’e geldim. Câmi'e girince, Efendi babayı gördüm. Ziyâ bey ve bir
kaç kişi ile sohbet ediyordu. Biraz sonra kılarım deyip, oturdum. Efendi biraz
sonra bana dönüp, "İlyas, bir namazımın üzerimden geçeceğini bilsem, yüz
def’a ölümü tercîh ederim" buyurdu ve kalktım namazımı kıldım.
İlyas beyde Efendi ile
alâkalı çok hatıralar vardır. Biz bu kadarla yetinelim. İlyas bey, uzunca
boylu, güler ve pek güzel yüzlü, halîm selîm, haddinden ziyâde denilecek kadar
müsamahakâr ve herkese karşı hüsn-i zan ve hüsn-i niyyet besleyen zamanın nâdir
insanlarından, saçı sakalı bembeyaz ihtiyarlarından ve belki Efendi’nin en son
eshâbındandır. Allah kendine, hânesindekilere ve temiz evlâdına selâmet ve iki
dünyâ seâdeti ihsân eylesin!
1993 senesinde bir gün
Enver ağabey bana: Sana, hacı diyesim geliyor, sen hacca git, dedi. Ciddi
misiniz, dedim. Evet, dedi. Hemen işlemlere başladık. O sene bir mâni' çıktı,
doğrusunu diyeyim, aldatıldık. Bir sonraki seneye kaldık. Gideceğimiz zaman
Hocamız, telefonla arkadaşlarımıza: "Üç şeye dikkat etsinler. Vehhâbi
imâmların arkasında namaz kılmasınlar. Vehhâbilerin yaptıkları hiçbir şeye güzel
demesinler. Bayramı, bizim memleketimizdeki takvimlere göre yapmazlarsa, tekrâr
Arafat’a çıksınlar." Biz bu üç maddeye de dikkat ettik, sıkıntı ile de
karşılaşmadık.
Medine-i münevvere,
kalbimin mahbûbunun, rûhumun matlubunun, gönlümün ma'şukunun (aleyhissalât-ü
vesselâm) nûrlu şehri. Kâinatın efendisinin cesed-i mübârekinin sandukası.
Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi) Muhammed Mustafanın (sallallahü aleyhi ve
sellem) göklerdekileri ve yerdekileri imrendiren mes'ûd ve mutahhar vücûdunun
istirahatgâhı Aşk, muhabbet, sevgi ve her hayrın kapısı. Şerîat ma'deni,
seyyid-i muhtâr (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin islâm güneşinin
dünyâyı aydınlattığı nûrlu diyâr. Ya’nî şerîat, tarîkat ve hakîkat sırlarının,
bütün âleme, mübârek göğsünden yayılan server-i âlemi (sallallahü aleyhi ve
sellem) bağrında barındırma hizmet ve şerefi verilen mes'ûd memleket!
Çocukluğunda ve Mirâc gecesinde kalbini yaran Cebrâil aleyhisselâmın
içindekilere muttali' olmadığı, Tâhâ ve Yâsîn sırlarının sâhibi, Levlâke...
müjdesinin tek muhâtabı, le amrüke (hayatına yemîn olsun) tahtının pâdişahı,
yakın gel, ey Muhammed ve dile, görüyorsun ki, bu makamda benden ve senden
başka kimse yoktur, emr-i ilâhîsine, ben de yokum, yalnız sen varsın, ârifâne
cevâbı ile mukabele edip, Rabbinden ümmetini dileyen, Ahmed, Mahmûd ve Muhammed
şerefli isimleri ile dünyâ ve âhıretin efendisi bulunan şerîatin sâhibi,
kalblerin tabîbi, günâhkârların, hattâ iyilerin bile şefâatçısı bulunan
Habîbullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ravda-ı mutahharasını ziyâretle
şereflendik. Her gün Kubbe-i hadra (yeşil kubbe) tahtında bulunan ve diri
olduğuna inandığımız ya'nî bir başka hayatla yaşayan sultan-ı enbîyâyı ziyâret
ettik. Şebeke-i seâdeti mubarek kalbinin kapısı buldum. Sanki oradan içeri
girip, o tertemiz kalbine eriştim. Ravda-ı mutahhara denilen mübârek kabri ile
minberi arasında her gün bir-iki sâat namaz kıldıktan sonra Osmanlı
sultanlarının yaptırdığı sütunlardan Ravda hizasındakilerin birinin dibinde
oturup, Mevlânâ Hâlid efendimizin telifi Câliyet-ül ekdâr salavât kitâbını
okudum, bitirdim. Son iki günde bu kırâatten sonraki dua esnasında vâkı'amda
mübarek sağ ellerini öpmekle ve kabr-i seâdete alınıp, kalb-i şerîfi ile
yoğrulduktan sonra tekrâr yerime iâde ile şereflendirdiler. Allahü teâlâya bu
ni'meti ve her ni'meti için beğendiği ve sevdiği şekilde sayısız hamd ü senâlar
olsun! Bu mes'ûd şehirde Resûlullah’ın muhabbeti kalbimi hattâ vücûdumu o kadar
kapladı ki, yatar yatmaz teşrîf ediyorlardı. Uyanıkken sanki her köşe başından
onlar çıkacak gibi idi. Velhâsıl dilimi tutup, haddimi bilip, bu muhabbet
güllerinin hiçbir zaman solmadığı şehirden islâmın beşiği Mekke-i mükerremeye
doğru yola çıkıp, bir
başka hâle bürünelim. Hatırıma gelmişten şunu da arzedeyim:
Hac yolu
arkadaşlarımızdan Kemâl Demirci beyin, Medine-i münevverede tanıdığı A'zam
Hân’la birlikte, Ravda-ı mutahhara civârında Bilâl-i Habeşî mescidîne çok yakın
bir mahallede Türkistan tarafından gelip, burada mücâvir olmuş, Seyyid Fehîm
hazretlerinin oğlu Şeyh Hasan efendi ile ahbablık etmiş olan Şeyh Zekeriyya’yı
ziyâret ettik. Hasta idi. Yatakta yatıyordu. Birçok mevzû'da konuştuk. Yanında
bize vereceği bir emânetin olup olmadığını sûâl ettim. Anladı. "Ben
Türkistan’da şeyhimin huzurunda hafî zikrine kadar sülük ettim. Tamamlayamadan
Rusların hunharlığından kaçıp, dağlar, tepeler, dereler aşıp canımızı zor
kurtardık ve nihâyet buraya geldik. Kırk elli senedir buradayız. Bu yüzden öyle
bir emânete sâhib değilim" cevâbını verdi. Öyleyse, bu fakîre dua
buyurunuz, dedim. Nakşibendî şivesi ve ifâdesi ile çok güzel uzun dua etti.
Ağladık. Kemâl bey kardeşimiz de, yıllardır arkadaşlık ettiği A'zam Hân
efendinin seyyid olduğunu burada öğrendi ve A'zam Hân'a şimdiye kadar ettiğim
küsûr ve edeb dışı hâl ve sözlerimi bağışla, dedi.
Sonra, ayaklar
gitmeyince, başımızı ayak yapar gideriz. Çünkü emr-i Hak böyledir, sözü
gereğince Mekke yoluna koyulduk. Mekke yeryüzünün merkezi, en şerefli yeri,
Kâbe’nin haremi! Kâbe maddenin ma'nâya dönüşünün nişânesi, ilâhî hakîkatlerin
tecelligâhı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beyânına göre, Kâbe’nin hakîkati
bütün hakîkatlerin üstüdür, mahlûkların hakîkatleri ile ilâhî hakîkatler
arasında geçittir. Hakîkati, her tecellinin üstünde sırf nûrdur, diye ta'rîf ve
tavsîf edilen kıblemizin esasını ziyâretle şereflendik. Kâbe’ye bakmağa doyamadık.
Medîne-i münevveredeki muhabbet, burada yerini, azamet-i ilâhî karşısında
ubudiyyet ve kulluk libasına bürünmeğe bıraktı. Arafat’ta günâhların afv
edildiğine şâhid oldum. Şöyle ki, Arafat’tan ayrılıp Müzdelife’ye gitmek için
ayağa kalkıp yürümeğe başlayınca, kendimi o kadar hafîf hissettim ki, sanki hiç
ağırlığım kalmamıştı. Adımlarımı atarken yere bastığımı hissetmiyordum. Sanki
havadan yürüyordum. Elhamdü lillahi, hâza min fadlı Rabbi! Döndükten sonra
İstanbul’a geldiğimde bir öğlen vaktı kaylûle hâlinde idim. Resûl-i Ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) teşrîf buyurdu. Sağ gözümden öptü, ben de sağ
boyunlarından öptüm. Bir arkadaş (Of’lu İsmail Hakkı bey) zile basıp uyandırdı.
Bütün bunları hep Hocamın bereketleri biliyor, Allahü teâlâya hamd ile kendisine
Cennetin âlâ makamlarını diliyorum. Allahü teâlâ Onlardan birlerce bin kere
râzı olsun! Yine Hocamıza dönelim:
Hocamızdan duydum:
Buyurdu ki, Bâyezid Câmi'inde Efendi’yi beklerdim. Câmi'e girdiğini
aksırmasından anlardım. Efendi sık aksırırdı. Yine
buyurdu:
—Efendi hazretleri
Râbıta-i Şerîfe kitâbının iki yerinde, Abdülganî Nablüsî hazretleri için
"Hateme-i müteahhırîn'' ya'nî müteahhırîn denilen büyük âlimlerin
sonuncusu buyurmaktadır.
—"Bursa’ya
gidince, Maksem’de Molla Fennârî hazretlerini, Emîr Sultan hazretlerini, onun
doğusunda Molla Hüsrev ve Molla Hayalî hazretlerini ziyâret ediniz."
—"Bir şehre
gidince , evvelâ oranın en büyüğünü ziyâret edebdendir. Meselâ Erzurum’a
gidince, önce Abdürrahmân Gazi hazretleri, Erzincan’da Terzi baba ziyâret edilir."
—Öğretmen bir
kardeşimiz, Konya’dan İstanbul’a gelip Hocamızı ziyâret edince, nereden
geliyorsunuz, sordular. Konya’dan geliyorum deyince, Sabreddin Konevî
hazretlerini ziyâret ettiniz mi, dediler. Hayır cevâbına; "O halde buraya
niye geldiniz" mânidâr sözleri ile mukabele ettiler.
—Efendi buyurdu ki: Bir
âlim yetişmesi için yüz sene geçmesi lâzımdır. Âlim kolay yetişmez. uzun bir
hâzırlık ister.
—Efendi buyurdu: Bir
islâm devleti bulunsa, dünyânın siyâsi muvâzenesinde dahli olurdu. Bir âlim
bulunsa, bu sahte kalemşörler kaçacak delik arardı.
—İnsanlar arasında
kendini ayıblamak kibirdendir, ya' da medh edilmeği sevmektendir.
Beraber Kur'ân-ı kerîm
okuyorduk. Onlar İsrâ sûresini okuyorlardı. Secde âyetine sıra gelince, hemen
Kur'ân-ı kerîmi masanın üstüne koyup secde ettiler. Sahîfe sonunu veya sûre
sonunu veya okumağı bitirmeği beklemediler. Çünkü tilâvet secdesi vâcib, o
âyeti okuduğu zaman hemen yapmak müstehabdır.
—İnsan isterse, gece de
iş bulur, ama âhıret de bu dünyâda kazanılır.
Arkadaşlarına,
talebesine, hattâ konuştuğu bütün insanlara karşı nezâket sözleri ile hitâb
edip: Efendim, kardeşim, maşaallah, kuzum, evlâdım, oğlum... derlerdi.
Emekli olduktan sonra
boynuna kravat taktıklarını görmedim. Halbuki kayınpederleri merhum Ziyâ
Beyefendiyi dışarıda hep kravatlı görürdüm.
Hocamızı her zaman bir
öğretici olarak gördüm. Görüşüp, konuşup da bir şey öğrenmediğimiz zaman
olmazdı. Yâ bir âyet-i kerîme okuyup izâh ederler, yâ bir hadîs-i şerîf rivâyet
edip açıklarlar, yâ mezhebimiz âlimlerinden veya fıkıh kitâblarından mes'eleler
naklerler, yahud Efendi hazretlerinden veyâ silsile-i aliyye büyüklerinin güzel
hallerinden, sözlerinden menkıbelerinden, insanlara ışık tutan vecizelerinden,
beyitlerinden, nüktelerinden bahs ederlerdi. Efendi hazretlerine muhabbet ve
itikadları son derece kuvvetli idi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinden bahsederken,
ürperir ve titrerlerdi, oturursa kalkarlardı. Büyüklerin sözlerinden,
hallerinden konuşmak kendilerine sanki hayât verir, hisse alınacak bir kıssadan
hemen gözleri dolar, gözyaşları tatlı tatlı yanaklarına iner, fakat ah, öf,
inlemek veya hıçkırmak gibi halleri görülmezdi. Çok şeyleri içine atar, kimseye
belli etmek istemezlerdi. Kısaca büyüklerin yaşayan canlı numûnesi, küçüklerin
yaşayan bir rehberi ve her hareketi ile örnek alacakları bir Hoca idi. Hayatı
Onlar kadar dolu ve fâideli işlerle geçen bir başkasını görmedik. Cenâb-ı Hak
sevenlerini Onların güzel ahlâkı ile ahlâklandırsın!
Bu faslı Hocamızın hicrî yaşı olan doksan iki mısralık bir
şiirle bitirelim
ZİRVEDEKİ SON AĞAÇ
Zirvedeki son ağaç Solun sağın dik yamaç Su bulmak zor etrafta
Zaman kır, mekân kıraç Başka yer yok yolcuya Senin gölgene muhtâc Bulunmuyor
gövdende Fazladan bir kıl, bir saç Burada doyar açlar Toklar ise olur aç Bu
çaresiz devirde Sensin her derde ilâc Pâdişaha otağ sen Olursun, sultana taç
Fakat uğrayan yoktur Kaç sene oluyor kaç Sen kimsesize yuva Ve sâliklere mi'râc
Talebeye kılavuz Sen âlimlere sirâc Huzurunda bulunmaz
Ne şiddet ne de harâc Zaman senle övünür Lâkin zamane kıskanç
Bid'atler aslan ağzı Moda sıkışmış kıskaç Gün âtinin yanında Kıla göre saf
dibâc Bid'at ehline varta Sünnet ehline minhâc Sırrını öğrenirse Kâinat duyar
utanç Yolun diktir varamaz Ona ustasız araç Yorulsan da aldırma Yolcu adımların
aç İstirahat ordadır Durma koş oraya kaç Yol, iz vâsıta ise Oraya varmak amaç
Gölgende kırılmamış Ne bir şişe, ne zücâc Doğrudur senin yolun Kabûl etmez
i'vicâc Gölgende huzra varmak Belki değer binbir hac Toprağına değen su
Yolcularına sütlâc Yolunda adımlar mil Parmaklar kırkar kulaç Burda herkes
vurgundur Düşünülemez vurkaç Havası bir yerde yok Burda yekpâre mîzâc Zirve
yüksek ise de Zor değildir imtizâc Erişen sâkin olur
Yolda kalır ihtilâc Binek buraya kadar Burda atılır kırbaç
Burası nihâyettir Varmak ise ihtiyâc Hakkı arayanların Hepsi buraya muhtâc Can
cananla olmalı Böyle der pir-i Nessâc Ve ikinci doğumdan Burda duyulur kıvanç
Saf ni'met arayanlar Burdadır kebk ve dirac Nakşinin ni'meti saf Denmez ona
bulamaç Nehir desem, deryâ de Burda birleşir ficâc Otur edeble otur Başın ört
kalbini aç Her başı ağrıyana Sensin sihirli sertaç Bu sevenler ordusu İster sen
gibi ortaç Yolun o kadar doğru İğriyi eder ihrac Seven sevdiğiyledir Böyle
buyurur Yalvaç Burda tenezzüh için Ne rüşvet var, ne haraç Gölgende
zenginlerden İstemezler vergi, baç Elburzdan daha metin Gedadan daha muhtâc Ey
zirvede son ağaç Bize nûr gölgeni saç
S. KUKU
Hüseyin Hilmî hocamızı yetiştiren
Abdülhakîm Arvâsî ve mensûb bulunduğu silsile-i aliyye büyükleri için (radıyallahü
anhüm) kalbimden kalemime dökülen ma'nâları Hocamızın yaşı kadar, ya'nî doksan
iki beyit hâlinde yazmış idim. Sevenleri okusunlar diye arz ediyorum.
EVLİYA
Serâpâ nûr olmuşlar Hakla huzûr bulmuşlar
En
büyük ni'met olan Allah’a kavuşmuşlar
Muhabbetle eriyip Zikir ile coşmuşlar
Bir kere ölmüş amma İki kere doğmuşlar
Hep Allah’a itâat Üzere yaşamışlar
Haram ve günâhlardan Öyle uzaklaşmışlar
Ki, sen dersen, evliyâ Bunları unutmuşlar Resûle ittiba'ı Hak sevgisi saymışlar
Nefs ve şeytanı atıp Hep Rahmân’ı almışlar
Küntü kenzen mahfiyyen Sırrına
kavuşmuşlar Muhabbet ve ma'rifet Deryâsına dalmışlar
Sür'atte meleklerin Mağtûbesi olmuşlar
Her biri bir isimle Âlemde çağrılmışlar
Gavs, Nakşibend,
Rabbânî
Ve Mevlânâ olmuşlar İkiyi bir eyleme
Zorunu başarmışlar
Hakkı tâlib bulunca Ona kucak açmışlar
Ağyârdan, nâ ehilden Fersah fersah kaçmışlar Bid'ati atmak değil Kökünü
kazımışlar Sünneti doğrunun da Üzerinde tutmuşlar
İlim, amel, ihlâsı Hayât dersi yapmışlar
Hep onu öğrenmişler Hep onu okutmuş lar
Ahlâk-ı mezmûmeden Ömür boyu kaçmışlar
Ahlâk-ı hamîdeyle Öyle ahlâklanmışlar
Ki, hulûk-ı azîmin Aynaları olmuşlar
Mürşidlerinden zikrin Her nev'ini almışlar
Verilen sayı kaçsa Onlarda çalışmışlar
Yevmiye yetmişbeş bin Rakamına çıkmışlar
Nefy-ü isbâtta ise Yirmi biri bulmuşlar
Râbıta ensâsında Mürşidiyle olmuşlar
Var ise süalleri Sorup cevâb almışlar O
kadar benzemişler Şeyhden ayrılmamışlar
Sohbet bereketiyle
Feyz ü nûrla dolmuşlar
Hatmelere devâmla Neler neler almışlar
İsmi geçen pîrlerden Sanki biri olmuşlar
Ve mürîdlikten geçip Mürşidliğe çıkmışlar
Ya'nî ibnûl-vakitken Ebûl-vakit olmuşlar
Kalbde Allahdan başka Sevgi bırakmamışlar
Nefislerinden fâ'nî Hakla bâkî olmuşlar
Kötülükten boşanıp İyilikle dolmuşlar
Aradıkları Hakkı Kendözünde bulmuşlar
İsim ve sıfatların Zılleriyle coşmuşlar
Sonda zâta kavuşup Su gibi durulmuşlar
Bir kısmı geri gelip İ rş âda koyulmuşlar
Ona mürîd olanlar Gerçek mürşid bulmuşlar Eshâb-ı kirâm gibi
Nisbete kavuşmuşlar Yollarına ictiba Murad ismi koymuşlar Ya'nî kısa zamanda
Uzun yollar aşmışlar
Kimsenin tatmadığı Yüce zevki tatmışlar
Çıkmaktan daha fazla
Onlar çıkarılmışlar
İzâ rüû zükirallah İle medh olunmuşlar
Beşerî ihtiyaçlar İle setr olunmuşlar
Düşmanları: "Hakka da
Düşmandır" buyurmuşlar Münkir-i kerâmeti Bid'at ehli saymışlar
Mezhebe riâyete Var güçle sarılmışlar
Eynemâ tevellü'yü Hakkıyla anlamışlar
Fehüve meaküm'ü Öyle kıstas yapmışlar
Ki, bir ân dahi olsa Gaflete kaymamışlar
Min habl-il-veril'i de Asla unutmamışlar
Ayrılığı ölümden Daha beter saymışlar
Hılkat sırrını bilip En güzel yaşamışlar Ayrılmamak üzere Hep
Hakka kavuşmuşlar Acıkmamak üzere Yemişler ve doymuşlar
Ve rucû'u olmayan Yüce kata varmışlar
Kavuştukları sırrın Başından anlatmışlar
Sonunu anlatacak Kelâm bulamamışlar
Bin yıllık evliyâyı Ahmedde toplamışlar
Aslı gibi Onu da Halka rahmet yapmışlar Tevessül edenini
Mağfiretle anmışlar Buğz edenlerini de Düşmanlara katmışlar
Evliyâ serden öte Sır gözüyle bakmışlar Hakkı
diğerlerinden Mükemmel tanımışlar
Büyüklere sevgiye O nazarla bakmışlar
Ki, bin yıllık ibâdet Karşılığı saymışlar
Hattâ daha da fazla Bir hudûd
koymamışlar Seven sevdiği ile Olacak buyurmuşlar
Yükselerek büyüyüp Bir kâinât olmuşlar Dünyayı kalb içinde
Tırnak kadar bulmuşlar
Belki de bunun için Ona hiç bakmamışlar
Bir müstenabbı ondan Daha azîz tutmuşlar
Küçüldükçe büyümüş Dünyaya sığmamışlar
Yok olunca Arşdan da Yukarıya çıkmışlar
Mahlûkattan kurtulup Hâlika kavuşmuşlar
Hakla olmuşlar, ama Hak ismi almamışlar
Onlar huzûr-ı Hak'da
Kul olarak kalmışlar Ma'rifeti de Hakkı
Bilen kul anlamışlar
İftitah tekbîriyle Meleküta varmışlar Ve
secdeleri Hakkın Kademinde yapmışlar
Onlar için yetmişbin Perdeyi
kaldırmışlar Sanki âhıretteki Rüyete kavuşmuşlar
Ve onlar halk içinde Hep Hak ile
olmuşlar Anlatanlar Velîyi Bu kadar anlatmışlar
Gerisini
Süleyman İdrâke bırakmışlar
ALTINCI
FASIL
BU
FAKÎRE YAZDIKLARI MEKTÛBLAR
Hocamızın çeşitli zamanlarda, çeşitli
yer ve şehirlerde bulunan ahbablara, akraba ve sevenleri için kaleme aldıkları
çok sayıda mektûbları vardır. Bir kısmı bu fakîrin yanındadır. Büyük kısmı,
neredeyse hepsi İstanbul’dadır. Ben burada sadece bana yazdıklarını arz
edeceğim. Hepsi bir kitâb olabilecek miktardadır. Belki diğer arkadaşlar da
Hocamız için kendilerince bir kitâb yazarlar ve kendilerinin Onlardan
duyduklarını, bildiklerini yazıya dökerler ve bu arada kendilerine yazılmış
olan mektûbları da ilâve ederler de, fâideleri umumî olur. Biz de,
bilmediklerimizi, duymadıklarımızı, bu vesîle ile öğreniriz. Mektûbları mümkin
mertebe târih sırasına göre yazıyorum.
BİRİNCİ MEKTÛB:
3 Rebi'ül âhır - 1 376 (1 956)- Salı Ve
aleyküm selâm, kıymetli kardeşim Süleyman
Saf ve temiz kalbinin tercümânı olan yazılarını okudum. Namaza
devâmınız ve kıymetli kitâbları
okuduğunuz çok hoşuma gitti. Cenâb-ı Hakkın size ihsân ettiği bu büyük ni'mete
şükr ediniz. Şükr etmek, Ona itâat etmekle olur. Sizin Rusça muallimliğine
ayrıldığınıza memnûn oldum. Keşki Zeki de ayrılsaydı, iyi olurdu.
Yemîn yalnız Allahü
teâlânın ismi ile edilir. Sizin yazdığınız yemîn değildir. Ya’nî yapmak lâzım
değildir. Yalnız, şerîate uymayan söz söylemek günâhdır. Bir daha söylememeli
ve tevbe etmelidir.
Kitâbcı Muzaffer
Hüccet-ül İslâm kitâbını bastırdı. Bu kitâbın tashîhini ben yaptım. İçinde hiç
hatâ kalmadı ve ön sözü ben yazdım ve muhtelif yerlerine tenbîhler ilâve ettim
ve sonuna İmâm-ı Gazâlînin Eyyühel-Veled'inden terceme de ilâve ettim. Çok
istifâdelidir. Herbiri bir hazinedir. Kitâbları Hacı Bayramdaki kitâbcıdan arayınız,
Muzaffer’den istesin, oradaki arkadaşlarınız alınız. Bir dâne de Fârûk Bey’e
al, götür. Enver dün bizde idi. Şâfiî İlmihâli’ni daha o zaman alıp o eve
göndermiş, şimdi bir daha gönderecek. Fârûk, Teknik Üniversite’de Meteoroloji
imtihanını kazanmış. Enver de, Fen Fakültesi Fizik- Kimyâya kayd oldu. Hepinize
selâm ve dua ederim.
Dualarınızı beklerim
efendim.
Hüseyin Hilmî Işık
İKİNCİ MEKTÛB:
8 Cemâzil-evvel—1 376 (1 956)
Ve aleyküm selâm
kıymetli Süleyman!
Mektûbunuzu okudum.
Sıhhat ve selâmetinize şükür ettim. Cenâb-ı Hak dîn ve dünyânızı ma'mur etsin.
Hiçbir nemazı kazâya bırakmayınız. Derslerinize çok çalışınız. Rü'yânız mübârek
olsun. Cenâb-ı Hak iyi insanlara muhakkak hep iyilik verir. İyi olmağa
çalışalım. Ya'nî kitâblarımızın dediği gibi olmağa gayret edelim.
Kan durduktan sonra
tendürdiyot sürülen yeri üç def’a yıkamalı, ya’nî üzerine su akıtmalı, uvmak
istemez, sonra abdest alıp namaz kılmalı. Yara büyük ise, üzerine bez veya
pamuk olup sargı da varsa, yarayı abdest alırken yıkamak muhakkak lâzımdır.
Soğuk su zarar verirse, sıcak su ile yıkamak lâzımdır. Sıcak su da zarar
verirse, yaraya mesh etmek lâzımdır. Yaraya mesh de zarar verirse, bez veya
pamuğa meshetmek lâzımdır. Bunlara da mesh etmek zarar verirse, sargı üzerine
mesh edilir. Bu sıraya dikkat etmek mühimdir. Bez ve pamuk veya sargının bir
kısmına mesh kâfidir. Sargı, bez, pamuk altında ve arasında kalan sağlam deriye
mesh kâfi olup, yıkamak lâzım değildir. Yara üstündeki merhemin üstü yıkanınca
altının ıslanmasına luzûm yoktur. Yarayı yıkamak zarar verdiği zaman, alkolün
kalması zarar vermez.
Oradaki arkadaşlarınıza selâm ve dua
ederim. Bilhassa Fahreddin, Zeki, Alî, Hüseyin, Câhit, Ergin kardeşlerime dua
ederim. Emekli bir generalin kitâbında Aristo için uydurma hadîsi Fahreddin
hangi kitâbda ve kaçıncı sahîfesinde görmüş. Lütfen bildirmenizi rica ederim.
H. Hilmî
ÜÇÜNCÜ MEKTÛB:
28 Şevvâl-ül mükerrem-
1377 Cumartesi
Azîz Süleyman !
Mektûbunuzu okudum.
Yazılar, sâhibi gibi nazif ve latîf olup şükür ve dualara sebeb oldu. Bağlum ziyaretinize
memnûn oldum. Efendi hazretlerini tanımakla şereflenmeseydik hâlimiz fecî’ idi.
Dünyâ ve âhıret seâdetini, insanlığı o menbâdan anladık. Orayı ziyaret, onlara
dua ve kırâat ve fedâkârlık en büyük vazîfemiz ve borcumuzdur.
Rü'yâlarınız mübârek olsun.
Mübârek insanların her işi mübârek olur. Yalnız çok acele etmişsiniz. El-hayrü
fîmâ vaka'a. Şer'î nikâh yapmadan konuşmak ve buluşmak haramdır. Nişanlı olmak,
dînimizde bir kıymet ve husûsîyyet ifâde etmez. Şer'î nikâhdan sonra her
husûsta serbest olursunuz. Fakat nikâhın erkeğe tahmîl ettiği mes'uliyyet
büyüktür. Bu zamanda nikâhın hakkını ifâ için kahraman olmak lâzımdır. Her
şeyden evvel Mecmûa-i Zühdiyye'deki münâkehât bahsini ve Mürşid-ül-Müteehhilîn
kitâbını muhakkak okuyup öğrenmek lâzımdır. Bu kitâb oradaki arkadaşlarınızdan
birisinde vardır. Bana söylemişti. Fakat kim olduğunu hatırlamıyorum. Zeki’ye
geçen hafta mektûb göndermiştim. Acaba aldı mı? Arkadaşların hepsine selâm ve
dua ider, dualarınızı beklerim efendim.
Hüseyin Hilmî Işık
DÖRDÜNCÜ MEKTÛB:
16- Cemâzil-evvel- 1377
Ve aleyküm selâm
kıymetli Süleyman
Mektûbunuzu alıp o
mübârek yazıları zevkle okudum. Çok kolay okunuyor. Cenâb-ı Hak sevdiği,
beğendiği şeyleri size ihsân ediyor. Nâdir
olduğu için kıymeti daha da yükselen bu
ni'mete ne kadar şükr etseniz, azdır. Şükr etmek için de beş vakit namazı vakti
girer girmez kılmak lâzımdır. Nemazı geciktirmemelidir. Nemaz gecikirse, bu
kısa günlerde vakit çabuk çıkar ve namaz kaçar. Buna meydan vermemeğe çok
dikkat etmelidir. Sonra haramdan kaçmalıdır. Hiçbir kız talebe ile konuşmamalı,
selâm vermemeli, nezâket yapmamalıdır. Haram işlemek nezâket olur mu? Haramdan
kaçmak nezâkettir. Siz âdete bakmayınız. Âdetler aksine dönmüş. Pırlanta gibi
müslüman bir genç, ne olduğunu bilmiyen, terbiyesi, edebi olmayan âdi kızlara
bakar mı? Onlara tenezzül etmemelidir. Onlar gençleri kandırmak için terbiyeli
görünürler. Aldattıktan sonra da başlarına belâ olurlar.
Resme hürmet etmek
haramdır. Kalb sevgisi makbûldür. Resim yerine, sözlerine, kitâblarına sarılmak
lâzımdır. Fahrî ağabeyinizin adresini bulamadığım için, onun mektûbunu Zekiye
göndermiştim. Almış mı?
Seâdet-i Ebediyye'nin Birinci Kısmını
tekrâr bastıracağım. İkiyüz sahifeyi geçecek. Fakat kâğıd lâzım. Kâğıd için
onbeş gün evvel Sanayi Vekâleti’ne istid'a [dilekçe] yazdım. Ankara’da, Ulus’da
Sümerbank merkezinde kardeşim kimyâger Sedâd beye gönderdim. Onun işi çok
olduğundan galiba ta'kib için vakit bulamıyor. Dün de ikinci istid'a gönderdim.
Sedâd beyi bulup yardım ederseniz iyi olur. Enver’den de mektûbunuzu aldım.
Kâğıd temini mümkün olursa hemen bastıracağım. Hepinize selâm ve dualar ederim
kardeşim.
BEŞİNCİ MEKTÛB:
8 Safer-ül hayr-1 378
Ve aleyküm selâm
kıymetli kardeşim Süleyman bey
O güzel harflerle ifâde
ettiğiniz temiz rûhunuzun terennümlerini okuyarak kalbim ferahladı. Cenâb-ı Hak
size ihsân buyurduğu bu hakîkî ni'metini kat kat arttırsın.
Kayın pederim Ziyâ beye
olan teveccüh ve muhabbetinize ve dualarınıza çok memnun oldum. Mübârek rûhuna
Kur'ân-ı kerîm okumanızı ve dua buyurmanızı istirham eylerim.
Her iki mektûbunuzu da
okumakla hayırlı dualar eylerim. Cenâb-ı Hak hepimizin dualarımızı kabûl
buyursun. Mevâhib-i Ledünniyye ikinci cild 175. sahîfede şifâ âyetleri
yazılıdır. Bunları mürekkeb ile bir tabağa yazıp su koyarak eritiniz ve
içiriniz. Tecribe ettim, şifâ hâsıl oldu. Bu âyetleri ilişik kâğıda yazdım.
Âdem aleyhisselâmın şerîati bizim şerîatimiz gibi değil idi. O şerîatte iki
kardeş
birbiri ile evlenebilirdi. Bizim şerîatimizde ise çok büyük
haramdır.
3- Falcılara, ya'nî gaibden haber veririm
diyenlere inanılmaz. Perili kadın demek, ya’nî cin ile konuşup cinden haber
alan kadın, cinnîlerin bileceği şeyleri söylerse, kadına inanılır. Cinlerin de
bilemiyeceği şeyleri söylerse, inanılmaz.
4- Şimdi yapılan küfürler, şerîatta
küfür değildir. Fakat hepsi günâhdır. Bunları söyliyenlere ta'zir etmek, ya’nî
sopa veya habs lâzımdır. Şerîatte böyle şeylere küfür denmez. İmânı gideren
söz, kibâr, nâzik olsa bile, küfr olur ve söyliyen kâfir olur.
Oradaki hocayı fırsat
biliniz. Ondan arabî öğreniniz. Bu yaşta ne öğrenirseniz kârdır. Bu günler bir
daha ele geçmez. Kıymetli zamanları, kıymetli şeylere harc etmelidir. Cenâb-ı
Hak dîn ve dünyânızı ma'mûr buyursun. Düşman ve şeytan şerrinden hepimizi
muhafaza buyursun. Din ve dünyâ selâmetinize dua eder, dualarınızı beklerim
efendim. Seâdet-i Ebediyye'nin basılması tamam oldu. Cildcidedir. Bir hafta
sonra satışa çıkacaktır.
Hilmî
ALTINCI MEKTÛB:
2 Cemâzil- âhire- 1378 Cum'aertesi
Ve aleyküm selâm
kıymetli kardeşim Süleyman. O güzel harflerle inci gibi dizmiş olduğunuz
kelimeleri ve rûha lezzet bahş eden ma'nâları hâvî mübârek mektûbunuzu okuyarak
kalbim ferahladı. Cenâb-ı Hakkın seçdiği, sevdiği mes'ûd insanların yazıları,
sözleri, sohbetleri insana hayât veriyor. Her satırı okudukça Rabbimin Rahmân
ve ihsân sıfatları vücûdumu istilâ etti.
Ömrünüzün yirmi senesi
ne çabuk geçti. İşte mütebâkî seneler de öyle gelip geçecek. Bu hiç olan,
yalnız hayâl ve hâtıra bırakan bu dünyâya sarılarak, Rablerini düşünmeyenlere,
ecdâdının kanlarını fedâ ederek düşman elini dokundurmadan bizlere miras
bıraktıkları bu mübarek dîne arka çevirenlere yazıklar olsun ve cehâlet, gaflet
ve sersemlik her tarafı kapladığı bir zamanda, hakîkate, seâdete kavuşmak
şerefiyle seçilmiş olan bahtiyarlara müjdeler olsun! Cenâb-ı Hakkın emirlerini öğrenmeğe
çalışan ve her hareketinde Onun rızâsını düşünen kimseler, muhakkak bu dünyânın
en mes'ûd, en râhat yaşayan bahtiyârlarıdır. Her işleri kolay olur, rast gider.
Onlara dünyâ acılarını bile hissettirmez; her şeyden zevk alırlar. Şimdi
cevâblara başlıyalım:
1-
Kur'ân-ı
kerîmin her asra bakan vechesi vardır. Asırların en yükseği asr-ı seâdettir,
Eshâb-ı Kirâm asrıdır. Ondan sonra Tâbiîn ve daha sonra Tebe-i Tâbiîn asrı
olduğu hadîs-i şerîfde beyân buyurulmuştur. Müfessirîn izâm, muhaddisin-i kirâm
ve fukaha-ı izâm ve mutasavvufîn-i kirâm hep bu asırlarda gelmiştir. Sonraları
gelenler bu büyüklere tâbi' oldukları nisbette makbûldur.
2- Enbiyâ ve evliyânın ervah-ı
mubârekelerine Cenâb-ı Hak öyle ihsân etmiştir ki, her kim herhangi bir yerde
onlardan bir şey istese, rûhları işitir ve Cenâb-ı Hakkın verdiği bir kuvvet
ile muradlarının husûlüne sebeb olurlar.
3- Nemaz harâm olan üç vakitte, diğer
ibâdetler, zikirler, dualar hep
yapılır.
4- Günâhlar sevâbları gidermez. Fakat
kıyâmette sevâblardan fazla gelirse, insanları sürükler. Günâhların hepsi kalbi
karartır.
5- Kadınla konuşmak haramdır. Zarûret
mikdarı konuşulur. Yine tevbe etmelidir.
6- Zulmetin tesiri hakîkattir. Kalbi
temiz olan bunu hisseder. Hergün tevbe etmeliyiz.
7- Âşikâre küfür ve günâh sâhibi fenâ
insandır. Buna sü-i zan denmez. Hele nasîhat kabûl etmezse, bundan kaçınmak
lâzımdır. Hâli meçhûl olana sü-i zan edilmez.
8- Belli olmayan imâmların arkasında
da namaz kılmak icâb ediyor.
Hepinize selâm ve
dualar ederim efendim.
Hilmî
YEDİNCİ MEKTÛB:
25 Rebi'ül evvel - 1 379-
Salı
Ve aleyküm selâm
kıymetli Süleyman.
Mübârek yazılarla
tezyîn eylediğin sevimli mektubunu okumakla şereflendim. Cenâb-ı Hak büyüklere
olan ihlâs ve muhebbetinizi ve şerîate meyil ve şevkinizi arttırsın. Hergün
günâhlar, kusûrlar içinde yüzüyoruz. Din kardeşlerimizin dualarına ve
büyüklerimizin şefâatine sığınıyoruz. Seâdet-i Ebediyye'yi okumak büyük
seâdettir. Cenâb-ı Hak sizi de, bizi de bu seâdetten ayırmasın. Hergün
okuyalım. Ezber olsun, kalbimize yerleşsin. Onunla amel edelim. Onun rûhâniyyetine
kavuşalım. Çok okudukça hakîkatine yaklaşabiliriz. Cenâb-ı Hak dîn ve dünyâ
seâdetlerini size zâten ihsân buyurmuş, bu ni'metlerini her ân arttırsın.
Kalblerimizi kendi sevgisi ile ve sevdiklerinin sevgisi
ile doldursun. Amin!
Kuleli’ye genç bir
Rusça muallimi ta'yin edilmiş. Sizden bir sene evvel imiş. Ömürler çok çabuk
geçiyor. Sağ kalırsak seneye siz de inşa... ikmâl ederek buraya gelirsiniz. Gün
doğmadan neler doğar.
1- Haram para ile hac kabûl olur,
azabdan kurtulur. Yalnız hac mebrûr olmaz. Günâhlara keffâret olmaz ve haram
paranın hesabına ve azabına düçâr olur.
2- Mevâhib-i Ledünniyye 249. sahifede
diyor ki: Zülfikar kılıcı önce As Bin Münebbeh isminde bir kâfirin idi. Bedir
gazasında katl olunup kılıcı Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) vâsıl oldu.
Medâric-ün nübüvve 762. sahifede diyor ki : Düldül bir katır idi. Mısır
hükümdârı Mukavkas hediye göndermişti. Demek ki, bu kılıç ve katır Cennetten
çıkmış değildir. Fakat Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bu
ikisini çok sever ve çok kullandığı için çok kıymetlidirler ve Cennetten
çıksalardı bu kadar kıymetli olamazlardı.
3- Müslümanı barıştırmak nâfile
namazdan daha kıymetlidir. Beş vakit namazdan daha efdal değildir. Beş nemaz
daha efdaldır.
4- Terviye günü Arefeden bir gün
evveldir. Ya’nî Zilhiccenin sekizinci günüdür.
Din ve dünyâ
seâdetinize dua ve selâm eder, dualarınızı beklerim. Arkadaş ve akrabanıza
selâm ve dualar eder dualarınızı istirhâm eylerim efendi.
Hüseyin Hilmî Işık
SEKİZİNCİ MEKTÛB:
20 Cemâzil-evvel- 1 379 Cumartesi
Ve aleyküm selâm
kıymetli ve sevilen Süleyman Kuku.
Rûhuma gıda olan
mektûbunuzu ve şiirlerinizi yanarak, ağlıyarak okudum. Yandım. O büyüklere
karşı kalbimde çoşan, kanayan aşkın, ateşin tam tercümânı olmuşsun. Kendimi
senin yerine koydum. Mektûbu ve şi'ri kalbimin derinliklerinden fışkıran
muhabbet alevleri gibi herkese saçmak, okumak, herkesi yakmak, tutuşturmak
istedim. Ma'şuk-ı hakîkîye sonsuz şükürler olsun ki, o saf ve temiz aşkını
senin o ma'sûm kalbine sunmuş. Nâr-ı muhabbetten bir kıvılcım çakmış, bu
dünyâda her kalbde, her rûhda, aşk, muhabbet sıfatı da vardır. İnsanlar
muhtelif olup herkes kendi istidadına ve derecesine göre bir mahbûb buluyor,
Ona bağlanıyor. Onun âşüftesi, esiri oluyor. Kendinin düşmanı olan, zehri olan,
yaldızlı sahte güzelliklere aldanan kalblere, rûhlara yazıklar olsun. Her
cihetten çok faydalı. Ebedî, sonsuz ve hakîkî güzele mübtelâ olan kalblere,
rûhlara müjdeler olsun. O hakîkî maşuk, O çok güzel mahbûb, kendi aşkını,
muhabbetini, kalblerimize yerleştirsin. Bizleri kendinden başka her şeyden
soğutsun. Âmin!
Böyle şiirlerin çok
güzel, çok fâideli. Uğraşmadan, vakit harc etmeden kolayca yazıyor isen,
mübârek olsun. Zâten aşk, muhabbet tekellüfle, zor ile hâsıl olmaz. Hâsıl
olunca, zahmetsiz söyletir, yazdırır. Hakîkî ma'şukun alâmetleri, işâretleri,
nazları, cilveleri demek olan, büyüklerin sözleri, halleri sizi cezb eylemiş. O
büyükleri görmediğimiz için bana hitâb ediyorsunuz. Taşa, duvara, ağaca da
hitâb olunur. âşık ma'zurdur. Aşkını rast geldiğine ilân eder.
1- Hayzdan nifâstan kesilmiş evli
kadın cenâbet olup, kocası ile gusl abdesti alacağından diş taktıramaz. Kocası
yok ise taktırır. Erkek de çok ihtiyar ise ve kadınla buluşmaz ise
taktırabilir.
2- Esnemek iâde istemez. Zirâ
mecbûrîdir.
3- Din menfaati için olur, dîne zarar
olmazsa, bunlara yalan câiz olur. Meselâ fitneye sebeb olan yalan câiz olmadığı
gibi, doğru da câiz olmaz.
Hepinize selâm ve dua
ederim, dualarınızı beklerim. Kardeşim Âkif bey şu anda yanımdadır. Selâm
ediyor.
Hilmî
DOKUZUNCU MEKTÛB:
Perşenbe
Ve aleyküm selâm kıymetli
Süleyman,
Mektûbât kitâb-ı
mubârekinden aldığımız ilhamlar ile ve o kitâb-ı celîlin feyz ve rûhâniyyeti
içinde mubârek kalbinizden ve hâlis rûhunuzdan çıkan nûrlu şuâlara muhâtab
olmakla şereflendim. Cenâb-ı Hak bu âsi kulunu zan ve temennî buyurduğunuz hâl
ile hallendirsin. O herşeye kâdirdir. Kuru toprağa hayât verir, katı kalbleri
tenvîr eder. Rüyâda size verilen cevâba muhâlefet etmek haddimiz mi? Teşrîf
ediniz, şereflenelim. Şu anda Alî Karaduman kardeşiniz yanımdadır. Şimdi
mektûbunuzu okumakla mütelezziz oldum ve hemen cevâb yazıyorum. Lehül-hamd,
düalarınız sâyesinde iyi, Râhat ve selâmetteyiz. Cenâb-ı Hak hepimizi tarîk-ı
müstakîmden ayırmasın. Ni'metlerini, ihsanlarını arttırsın. Selâm ve dualar
ider, dualarınızı beklerim efendim.
Kardeşiniz Hilmî
İlâve: Zeki bey kardeşimiz ile birâderim
Sedâd’ın evine bu pazar günü bir paket, mektûb ve ayrıca yüzotuz lira
göndermiştim. Bu gün kardeşlerimden mektûb aldık. Paketi ve mektûbu almışlar,
fakat parayı alamamışlar. Acaba parayı onlara vermeği Zeki unuttu mu; yoksa ben
mi Zeki’ye parayı vermeği unuttum. Lütfen Zeki’ye sorup anlayınız ve bize
gelirken haber getirmenizi istirhâm eylerim.
ONUNCU
MEKTÛB:
Lutfi
Uyan kardeşime gönderilmiş olup bir kısmı da bu fakîre yazılmıştır:
Ve aleyküm selâm uyanık
kardeşim Lütfî,
Mektûbunuzu alıp
yazınızı görünce hayran oldum. Elhamdülillah size bu harflerle seve seve cevâb
yazıyorum. Senenin bereketi baharından belli olur. Sizin bu hüsn-i hattınız da
ma'nevî hayâtınızın bereketini haber vermektedir. Ne büyük ni'mete mazharsınız.
Karanlık ormanlarda, zulmetler içinde âb-ı hayâta kavuşmak pek nâdir kimseye
nasîb olur. Çokları ise, bu zulmette yolunu şaşırır, tehlükelere düşer.
Yazdığınız askeri adrese göndermek muvâfık olmadığından, Süleyman kardeşim
vâsıtasiyle yazıyorum. Onun vâsıta olması Mektûbumun kıymetini arttırır.
Cenâb-ı Hak hepinize olan ni'metlerini arttırsın. Onun hazînesi sonsuzdur.
Kerîmlerin kerîmidir. Şükr edenden ihsânını geri almaz. İsteyenlere bol bol
verir.
1-
Secdenin
sahîh olabilmesi için taş veya başka bir sert şey almak ve yerden bir veyâ iki
tuğla irtifaından fazla yüksek olmamak lâzımdır. Daha yüksek olursa veyâ
yumuşak olursa, secde olmaz; îma etmiş olur.
|
Şeklinde zâten câiz
olur.
2- Câmi'de cemâ’at hâlinde namaz
kılacak boş mahal yok ise, yere secde eden öndeki safdakilerin sırtına secde
edilebilir. Fakat önündekinin sırtına secde etmiş bir kimsenin sırtına secde
edilemez. Sırtına secde edilen kimsenin zemîne secde etmiş olması lâzımdır.
3-
Hepimize
nasihat, Seâdet-i Ebediyye'yi çok okumak, Mektûbât’ın zevk ve vecdi içine
dalabilmektir. İmtihan zamanı geliyor. Şimdi derslerinize çok çalışınız.
Câhid’in mektûbunu zevkle okudum. İbâdetlerin yapılması kolay olan vazîfeler
mübârektir. Cenâb-ı Hakka şükr ediniz. Nâr-ı Nemrûd’u İbrâhim aleyhisselâma
selâmet kılan Allahü teâlâ, küfr ve irtidad zulmetleri içinde, dilediği
kullarına nûr ve bereket ihsân eder. Beş vakit namazı cemâ’atle kılmak, orucları
râhat tutmak ve Seâdet-i Ebediyye'yi râhat okumak, bu büyük dünyâda çok az
kimseye nasîb olan çok büyük ni'mettir. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdü
lillah.
Süleyman Kuku’nun
mektûbu bugün de geldi. Ayrıca cevâb yazamadığımdan üzülüyorum. Fakat siz
hepiniz bilirsiniz. Unutulmasını, harâb olmasını istediğim mektûbları zâten
hepiniz okuyorsunuz. Bu mektûbları sakladığınızı bildiğim için âdî kağıda
yazıyorum ki, kendiliğinden hârab olsun. En kıymetli hediye, Hâtıra olarak bu
mektûbların menbaı olan Efendi hazretlerinin yazılarını, Mektûbât’ı ve Seâdet-i
Ebediyye’yi ezberlememiz lâzımdır. Ben Efendi hazretlerinin mektûblarını
gaybetmedim. Sizin de onları saklamanızı istiyorum. Pırlanta dururken, cam
parçalarına bakmayınız. Cenâb-ı Hak hepimizi Süleyman’ın duasına idhal
buyursun. Ya'nî gurur denilen âfetten cümlemizi muhâfaza buyursun! Dünyaya
harâb olmak için geldik. Cenâb-ı Hak bizi bizden geçirsin. Kendisi ile beraber
kılsın. Bu harabeye düşkün olmaktan korusun.
Süleyman’ın rüyâsı çok
hoşuma gitti. Onun aynasında ne güzel şeyler görünüyor. Süleyman’ın bu
müjdeleri beni çok sevindiriyor.
Kardeşim Süleyman! Beni çok ara. Ne
kadar sever isen, yine azdır. Fakat başkalarına yalnız Seâdet-i Ebediyye'yi
tavsiye et. Beni ağyarın eline verme! Seâdet-i Ebediyye'yi, İmâmı Rabbânî’yi
(rahmetullahi aleyh), Mektûbât’ı çok tavsiye et. Herkes okusun. İstifâde etsin.
İftâr duasını üç kere okursunuz. İmtihan vakti geliyor. Hepiniz derslerinize
çok çalışınız. Diğer yazıları imtihandan sonraya bırakınız. Hepinize selâm ve dualar
ider, dualarınızı beklerim efendim.
ONBİRİNCİ MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm
kıymetli kardeşim Süleyman!
Ramazan-ı şerîf hesabca
cum'a günü oluyor, Fakat her memlekette ayı arayıp görmek ve buna göre oruca
başlamak lâzımdır. Bu ise bugün yapılmıyor. Mısır ve Suriye’de yapılıyor ise
de, bizim haberimiz olmuyor. Haber alınsa tâbi' oluruz. Bu sebebden Şabânı otuz
yapacağız ve cum’a ertesi başlayacağız ve bayram ertesi iki gün kaza edeceğiz.
Seâdet-i Ebediyye fihristinde Ramazan ve oruc kelimelerini bulup okuyunuz.
Başka bir mektûbunuzun
cevâbı şöyledir: Bir kimse birisine iyilik etse, bir zaman sonra kızıp bu
iyiliği haram etse, harâm olmaz. Bilakis yaptığı iyiliğin sevâbından mahrum
kalır. İlişik mektûbu lütfen Âkif Güler kardeşimize veriniz. Hepinize selâm ve
dualar eder Ramazan-ı şerîfinizi tebrik ederim. Sanayı' Vekâleti’nden daha
kâğıd için bir cevâb alamadım. Onun için Seâdet-i Ebediyye birinci kısmın
ikinci tab'î basılamıyor. Kağıd alınca hemen matbaaya vereceğim. Bu mübârek
günlerde hepinizin dualarını beklerim kıymetli kardeşlerim.
Hüseyin Hilmî Işık
ONİKİNCİ MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm,
kıymetli Süleyman,
Mübârek mektûbunuzu
okudum. Cenâb-ı Hak büyüklerimize olan muhabbetinizi arttırsın. O muhabbetin
sarhoşluğundan ayıltmasın. Onların muhabbeti sizleri çeker, muhabbet-i
ilâhîyeye sürükler. (Elmer'ü me'a men ehabbe- kişi sevdiği ile beraberdir)
müjdesine kavuşturur. Derdlerimizin ilâcı Seâdet-i Ebediyye’dir. Başka hiçbir
kitâba lüzûm yok. Yırtılması, yok olması lâzım gelen yazılarımı, gönderdiğiniz
güzel kâğıda yazmağa kıyamadım. O kâğıda yazar isem, saklanmasına sebeb olur.
Bayağı kâğıda yazıyorum ki, benim ile beraber yazılarım da harab olsun.
Ankara’ya Askerî
Hastane’ye bütün albaylar gelip terfî muâyenesi oluyorlar. Sıra gelince
Ankara’ya geleceğim. Belki de Nisana kalır. Askerlik sebebiyle nereye, ne zaman
gideceğimi bilemiyorum. Bir zuhûrat olursa ondan istifâde edip sıla-ı rahm
yapacağım.
1- Sabah namazının tehıyyatına yetişen
kimse, İmâm Muhammed ve İmâm Ebû Yûsuf’a (rahmetullahi aleyhima) göre her iki
rek'atta da oturacaktır. İbni âbidin 401. sahifede diyor ki: (İmâm selâm
verdikten sonra kalkıp, yetişemediği rek'atları kılarken, kırâatleri, birinci
rek'attan başlıyormuş gibi okur, teşehhüdlere, namaza sondan başlıyormuş gibi
oturur) buyuruyor.
2- Banka için Hüccet-ül İslâm'daki
ma'lûmât kâfidir. İyi okumak lâzım.
3- Terâvihi cemâ’atle kılmıyan kimse,
yatsıyı cemaatle kılmış ise vitri de cemâ’atle kılabilir ise de, yalnız kılması
efdaldır. Bu hususta Hüseyin Şener’e fazla yazdım.
4- Alâmet-i küfr Beydâvî Tefsîri şerhi
olan Şeyhzâde’de Bakara sûresinin birinci sahîfesi tefsîrinde [innellezine
keferû] sahîfelerle âyet-i kerîmeden ma'nâ çıkarıyor. Müctehidlerimiz
bildirmiştir. Mukallidlerin, müctehidlerin sözüne delil araması câiz değildir.
Hepinize selâm ve dualar eder, dualarını beklerim efendim.
ONÜÇÜNCÜ MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm azîz
Süleyman!
O mübarek harflerin ve
mukaddes kelimelerin içine yarleşmiş olan hâlis düşünceleri, ulvî muhabbetleri,
temiz rûhunun heyecanlarını taşıyan kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendim.
O büyüklerin yazıları, rûhâniyyetleri ve
feyizleri saf rûhlara tesir edince, cezb eder, aşk ve muhabbet ateşiyle yakar.
Pervâne nûra kavuştuğu gibi, temiz kalb, saîd rûh, o büyüklerin ateşine
çekilir. Sizi çeken o büyüklere, muhabbetinizin, câzibenizin artmasını dua
ederim. Onlardan işittiğim, okuduğum rûh gıdalarından binde birini
hâtırlayabilip söylediğim için, bana teveccüh ve iltifat buyuruyorsunuz. Binde
bir ile rûhunuz hayat buluyor, tenevvür ediyor. O büyüklerin kitâblarına
sarılınız. Deryaya dalınız, menba'a kavuşunuz. Cenâb-ı Hak sizin ihlâsınız,
aşkınız hurmetine bizim büyük günâhlarımızı afv eylesin. Bizi de sizinle
beraber o büyüklerin fuyûzâtına, berekâtına kavuştursun. Önümüzdeki ağustosta
terfî’ ihtimâli var. Ercincan’da, herhalde muvakkat bulunuyorum. Terfî’ edersem
Ankara’da, etmezsem İstanbul’da kalmak mukadder görünüyor. Şimdi Erzincan
Askerî Lisesi’nde kimyâ muallimiyim. Martta Erzurum’da yüksek kumanda kursunda
vazîfe alacakmışım ve birkaç hafta devâm edecekmiş. Sizin İstanbul’u tercîh
etmeniz her cihetten hayırlı olur. Rûhlara şifâ olan Mektûbât’ı orada daha
kolay okumak nasîb olur. Şubatta buraya gelmek muvâfık değildir. Burası ıssız,
soğuk bir yerdir. Mektûbât’ın nûru bizim günâhlarımızın zulmetini örtüp
göstermiyor. Efendi merhumun (kuddise sirruh) tutuşturduğu aşk ateşi,
elhamdülillah sizin kalbinizde de şuâlanmıştır. Bu aşk ve ateş ile okuyunuz ve
çalışınız. İstanbul’da olursanız, sizin hanımlar bizim hanımlarla sık görüşür,
çok istifâdeli olur. Sizi küfür deryâsından çıkaran, Efendi’nin sözleri ve
Mektûbât’tır. Biz yalnız size haber verdik, duyurduk. Artık ilerleyebilirsiniz.
Pîr deyince, kendi mürşidini demek istiyor. Zikrin fâideleri elbette vardır ve
hâsıl olur. Nemaz kılanın arkasına uymak için, erkekler imâm olmak için niyyet
etmek lâzım değildir. Kadınlara imâm olmak için niyyet etmesi lâzımdır. Fakat
imâm olan kimse. farz mı kılıyor, sünnet mi kılıyor, belli olmadığı zaman zan
zile uymak câiz olmaz. Tevbe Seâdet-i Ebediyye ikinci kısmındaki gibi olur.
Oradaki bütün kardeşlerime âcizane dualarımı bildirir, duâlarınızı beklerim.
ONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm azîz
Süleyman,
Temiz rûhunun terennümleri ile dolu olan
kıymetli yazılarınızı okudum. Lâyık olmadığım teveccüh ve saygıları izhâr
ediyorsunuz. Evet, çölde susuz kalan kimse, temiz suyun sızdığı yosunlu kaya
kovuklarına da ağzını sürer. Siz de oranın zulmeti, sıkıntısı içinde bunalan
saf rûhunuzun gıdası olan kıymetli kitâbları, yüksek yazıları arıyor ve
onlardan saçılan nûr ve feyizlerle kalbinizi cilâlamak istiyorsunuz. Pervâne
ziyâya koşar, bal arısı çiçeklere, bülbül de güllere âşıktır. Ne mutlu size ki,
bozulmamış, paslanmamış, bir rûhunuz var. O temiz rûh kuş gibi çırpınıyor; bir
gül, bir çiçek, bir nûr arıyor. Bende bir şey yok, günâh ve kusurdan başka sermayem
yok. Sevilmeğe, hattâ hâtıra getirilmeğe bile lâyık değilim. Fakat seçilen
kitâblar Cenâb-ı Hakkın sevdiği büyüklerin yazıları, sözleri dolabımda duruyor.
Onların hâmili, bekçisi olduğum için beni çok severseniz, haklısınız. Çünkü
Onların köpekleri de çok sevilir ve ne kadar çok sevilse, yeridir. Bağlum’a
gittiğinize çok memnun oluyorum. O ziyâretler kalbinizi temizler. Etraftan
üzerinize çöken zulmeti, kederleri ancak o ziyâretlerle izâle edersiniz. Siz
birşey hissetmesiniz ama o sizi görür, sever ve ihsân eder. Her ziyâretinizde
başka başka feyizler muhakkak kazanırsınız. Güneş altında karpuzun bal gibi
olması gibi olgunlaşırsınız. Her fırsatta ziyârete gidip, dua ve ilticâ ediniz.
Size al hastalığı basmaz. O geceki hâl inşaallah bir daha gelmez. Âyet-ül
Kürsi’yi ve Kul-eüzüleri her gece okuyunuz, hiçbir şey olmaz. Cenâb-ı Hak sizi
muhâfaza buyurur. Hepinize selâm ve dualar ederim, dualarınızı beklerim
efendim.
ONBEŞİNCİ MEKTÛB:
Cum'a
Ve aleyküm selâm
kıymetli Süleyman!
İnci gibi güzel
sıralanmış yazılarını seve seve okudum. Çok memnûn oldum. Yazıların çok güzel
okunuyor. Bu sûretle çok zengin bir hazîne elde
etmiş bulunuyorsun. Seni tebrîk ederim.
Cenâb-ı Hakkın sana ihsân etmiş olduğu bu büyük ni'mete ne kadar çok şükr etsen
yine azdır. Mektûbunuzu alalı çok oldu. Fakat cevâb yazmağa vakit bulamadım.
Bir tarafta mektebde imtihanlarım vardı, bir taraftan da Abdühlakîmi ilk mekteb
ve mezuniyyet imtihanlarına yetiştirmek için devâmlı çalıştırdım. Çok şükür,
imtihanları bitti, iyi derece ile şehâdetnâme aldı.
Bey babama şifâ bulması
için dualarınıza çok memnûn olduk. Sizin duâlarınız kabûl olur. Lehül-hamd
iyicedir. Yatakta istirâhat ettiriyorlar. Şifaya ve salaha doğru gidiyor.
Annemin ve efendi
hazretlerinin kabirlerini ziyâretinize memnûn oldum. Çok teşekkür ederim. Sizin
dualarınız ile Cenâb-ı Hak onlara kim bilir neler ihsân etmiştir.
Seâdet-i Ebediyye’nin
ikinci kısmını ikrâmiye aldıktan sonra bastıracağım. Şu halde iki ay sonra
basılması tamam olur. Enver’in annesi geldi. Seyyid Şemsettin Efendi evden
çıktı, başka yere nakl etti. İzinli olarak şimdi Ankara’ya Fârûk beylere
gidiyormuş.
Bey babam Ziyâ bey,
Mekkî Efendi, Sâlim bey, Abdülkadîr efendi ve Enver selâm ve dua ediyorlar.
Öğretmen albay Nefî bey
emekliye ayrıldı. Ben ayrılmadım. Ayrılmak istesem bile bırakmazlar.
Size sık mektûb yazamaz
isem, kusuruma bakmayınız. Beni duadan unutmayınız. Cenâb-ı Hak dîninizi ve
dünyânızı ma'mûr eylesin kardeşim
Hocanız Hüseyin Hilmî Işık
ONALTINCI MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm,
kıymetli Süleyman,
Gönderdiğin mektûblarda
kendini ne kadar medh ü senâ ediyorsun. Mü’min mü’minin aynasıdır. Sen bana
değil, kendi îmânına, ihlâsına hitâb etmektesin. Cenâb-ı Hak hepimizi nefs,
şeytan ve düşman şerrinden muhâfaza buyursun. Münâfıklarla münâkaşa çok
zararlıdır. Îmânı olan, kafirleri sevmez. Din düşmanları ile mümkün olduğu
kadar görüşmemelidir. Zarûret olmadıkça halâ'ya girilmez. Girince de, iş
bitince çıkılır. Sen bana bakma! Senin hanım için İstanbul hayırlıdır. Bizim
hanım ile ne kadar çok görüşürse o kadar istifâde eder. Gece gündüz Ondan
istifâde etsin. Ben de ondan istifâde etmekteyim. Cenâb-ı
Hak kalblerimizi kendi sevgisi ile kendi
nûru ile ve sevdiği seçilmişlerin muhabbeti ile doldursun. Onlara aşkımızı
arttırsın. Onların muhabbeti bizleri onlara bağlar, onlara benzetir. İstanbul’a
gideceğim zaman ma'lûm olmıyacak, fakat İstanbul’dan avdette size haber
veririm.
1- Serbest olduğu halde üç Cum'aya
gitmiyen münâfık olur. Şimdi Cum'alar kabûl olmuyor. Fakat Cum'aya değil,
cemâ’ate gitmek lâzımdır. Sâlih imâmın Cum'asına gitmiyen yine münâfık olur.
2- Keşkülü ta'tilde yazın. Şimdi
derslerinize çok çalışın.
3- Niyyeti, Seâdet-i Ebediyye’deki
gibi yapmağa çalışıyorum.
4-
Kalbe gelen kötü şeyler hiç zarar vermez.
Bunlara ehemmiyyet vermemeli.
5- Gençlerin yabancı ihtiyâr kadınla
konuşması bu zamanda câiz değildir. Fitne, fesâd, cevâzı men' etmektedir.
6- Cum'anın ilk sünneti yerinde de
kaza kılmalıdır.
Men teşebbehe bi-kavmin
fehüve minhüm [Bir kavme benzemek istiyen, onlardandır]
Allahümme innî e'ûzü bike min en üşrike
bike şey'en ve ene a'lemü vestagfirüke limâ a'lemü, şirkten korunma duasıdır.
ONYEDİNCİ MEKTÛB:
Ve aleyküm selâm ve
rahmetullah azîz kardeşim kıymetli Süleyman.
Mergub ve makbûl
risâlelerinize cevâb yazamadığımdan çok elem duyuyorum. Bütün kardeşlerime çok
mahcûb vaziyetteyim. Zaif, âciz ve günâhkâr olduğum için tedbîr olarak bu
taksîrata mübtelâ olmaktayım. Özrümü kabûl ve afv buyurunuz. Leh-ül hamd nâ
mütenâhi ni'metler içinde yüzüyoruz. Sıhhat ve âfiyette olup nefslerimizin
mekrinden muhâfaza buyurması için dua ediyoruz. Burada hergün dersim var.
Talebeye evlâd muâmelesi yapmak, onlara şefkat ve terahhüm göstermek,
huysuzluklarına sabr etmek, ufak şeyleri görmemezlikten gelip, intikam almamak,
sabırlı olmak, numara verirken sehavet göstermek, ilk karnede, sene başında az
not verilse de, sene sonunda hepsine fazla muâvenet göstermek lâzımdır. Talebe
ile asla münakaşa etmemeli, münâkaşaya meydan vermemelidir. Muallim ve
âmirlerle de münâkaşa etmemeli, gıybet meclislerinde bulunmamalı,
uzaklaşmalıdır. Talebe döndürmemek şarttır. Müteaddid dersten dönen talebe
benim dersimden de dönebilir. Fakat yalnız benim dersimden dönen vâkı'
olmamıştır. İkmâle bırakmak da böyledir.
Cenâb-ı Hak hepimizi râzı olduğu
kullarından eylesin. Kalblerimizi sevdiklerinin muhabbeti ile tezyîn buyursun. Bir
kimse Cenâb-ı Hakkı ve Cenâb-ı Hakkı sevenleri severse ve her işi Cenâb-ı Hak
için olursa, o kimseye kimse zarar yapamaz. Cenâb-ı Hak hepimizi bu
bahtiyarlardan eylesin. Sevdiklerime mektûb yazamadığımdan, muhabbetimi izhâr
edemediğimden çok ızdırab duyuyorum. Hepinize selâm ve dua eder, dualarınızı
beklerim efendim.
ONSEKİZİNCİ MEKTÛB:
Dahillerden bizim dâhile yazdıkları mektûbun arkasına Hocamın
yazdığı bir kaç satırla bu bahsi bitirelim.
Ve aleyküm selâm
kıymetli kardeşim Süleyman Bey,
Müstecâb dualarınıza ve
selâmınıza nâ'il olmak ne büyük bahtiyarlık olduğunu düşünüyor, Cenâb-ı Hakka
şükr ediyorum. Cenâb-ı Hak sizlere ihsân buyurduğu ni'metlerini arttırsın.
Maddî ve ma'nevî terakkîler ve seâdetler nasîb eylesin. Arkadaşlarınıza selâm
ve dua eder, hüsn-i hâtememize dua buyurmanızı istirham eylerim efendim.
Kardeşiniz Hüseyin Hilmî Işık
Daha iffetli idin Hocam yeni gelinden Dudağım ayrılmasın
tertemiz ellerinden Yaşarsam senden sonra, aşkınla yaşayayım Her kime rast
gelirsem, diyeyim sözlerinden.
VASİYYET
VE NASİHATLERİ
—Bir kimsenin dünyâya muhabbeti ne kadar
çoğalırsa, Onu sevenlerin de ona muhabbeti o derece azalır.
—Şehîd olarak ölmek isteyiniz.
Şehîdlerin kul hakkını Mevlâmız ödeyecek. Sonra unutmamalı ki, şehîdlik
istemiyen nifâk üzere ölebilir.
—Şu zamanda parasına sâhib olmıyan,
dînine sâhib olamaz.
—Günâh işleyince, hemen kalbinle pişman
ol ve dilinle tevbe istiğfar eyle. Tevbeyi asla geciktirme!
—Bir işi yaparken, kalbin rahat olmaz,
sıkılır ve çarparsa o işi terk et!
—Bütün tâatlerini, ibâdetlerini kusûrlu
bil, hakkı ile yapamadığını düşün.
—Çok yeme, az da yeme; yemekte i’tidâl
üzre (orta halli) ol!
—Her işte iyi niyyet üzre ol. Kalb ile,
hâlis, Allahü teâlâ emr ettiği için niyyet etmedikçe, hiçbir ibâdete, hattâ işe
başlama!
—Fâidesiz, hele zararlı olan şeylere
vakit geçirme!
—Arkadaşlarınla, lüzûmlu şeyleri
öğretecek ve öğrenecek kadar görüş. Diğer vakitlerini ibâdet ve kalbi
temizleyecek şeylerle geçir!
—Dost, düşman, herkesi güler yüz ve
tatlı sözle karşıla. Hiç kimse ile münâkaşa etme!
—Özür dileyenin özrünü kabûl et,
kabahatlerini afv et. Zararlarına karşılık yapma!
—Az konuş, az uyu ve az gül!
—Her işini Allahü teâlâya havâle et.
Fakat sebeblerin te'sir etmesini Allahü teâlâdan bekle!
—Hiçbir bir farzı kaçırma ve geciktirme!
—Hep kendini düşünme, Allahü teâlâdan
başkasına güvenme!
—Evlâd ve âilene dâima tatlı sözlü ve
güler yüzlü ol. Onlarla da yetecek kadar, haklarını ödeyecek kadar görüş!
—Kavuştuğun halleri herkese söyleme!
—Makam ve servet sâhibleri ile çok
görüşme!
—Her halde sünnete uymağa ve bid'atten
sakınmağa çalış!
—Sıkıntılı zamanlarda, Allahü teâlâdan
ümidini kesme!
—Üzüntün dünyâdan ziyâde âhıretin için
olsun!
—Sıkıntılı ve ferahlık, darlık ve varlık
zamanında, hâlinde bir değişiklik olmasın.
—Selef-i sâlihînin
hallerini, menkıbelerini her zaman oku!
—Garîbleri, fakîrleri
ziyâret et!
—Hiç kimseyi gıybet
etme, çekiştirme, yapana mâni' ol!
—Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkeri, ya'nî nasîhati elden bırakma!
—Fukaraya ve mücâhidlere mal ile yardım et. Hayır hasenât yap!
—Allah dostlarını çok
sev. Bu büyükleri sevene hizmet et ve duasını almağa bak, onların duası
makbûldur.
—Günâh işlemekten çok
kork!
—Fakîrlikten korkarak
hasîslik yapma. Fakîrliğe üzülme! Allahü teâlâ servet de ihsân eder.
—Fakîrlere ve bütün dîn
kardeşlerine hizmet et! Büyüklerimiz kendi nefisleri için değil, dîn
kardeşlerine yardım için çalışıp kazanmışlardır. Mürşidinin, hocanın yanında
edebli ol. Onlardan ancak edebli olanlar istifâde eder. Bunu asla unutma!
—Anana, babana karşı
hep iyi ve alçak gönüllü olup, emirlerine karşı
gelme!
—Sıla-ı rahm, ya'nî akrabanı ziyâret et,
onları ora, muhtaçsa yardım eyle. —Yediğinin ve içtiğinin ve giydiğinin
halaldan olmasına dikkat et.
—Rızkın Allahü teâlâdan
olduğuna şübhe etme!
—Kanâat sâhibi ol.
Kanâat tükenmez bir hazinedir, hadîs-i şerîftir.
—Ni’metlere şükr et ki,
elinden çıkmasınlar!
—Allah’ın dostlarına
dost, düşmanlarına düşman ol!
—Âleme ibret nazarı ile
bak. Her gördüğünde bir hikmet ara!
—Tefekkürü ve
murakabeyi terk etme!
—Fuhuş sözler söyleme!
—Kalbini Lâ ilâhe
illallah kelimesini söylemekle temizle!
—Kimseyle alay etme,
kimseyi küçük görme, kibir ve ucubdan çok sakın ve bil ki, kalbinde zerre kadar
kibir bulunan kimse, o kibir Cehennem ateşiyle temizlenmedikçe Cennete girmez.
—Harama bakma, haram
dinleme!
—İlim öğren. Câhil
şeytanın oyuncağıdır.
—Şeytandan, nefisten ve
kötü arkadaştan uzak dur!
—Kendine yetecek kadar
çalışıp kazan!
—Zâhirî ve bâtınî
günâhlardan çok sakın.
—Kul olduğunu hiçbir
zaman unutma! Dünya kulluk yeridir, efendilik yeri değildir.
—Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve
sellem) :"Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden
değildir" buyurdu.
Ve minellahı el-ısmet ü vet-tevfîk.
HATİME
Hakka kavuşmak için
vesîle arayın
(Âyet-i
kerîme)
Kişi sevdiği ile
beraberdir
(Hadîs-i
şerîf)
Seven sevdiğinin ahlâkı
ile ahlâklanır,
Bu sevenin elinde
değildir, sevgi bunu icâbettirir.
[İmâm-ı
Gazâlî- İmâm-ı Rabbânî]
Kuddise
sirruhumâ
Bu büyükleri sevmek, Nûh
aleyhisselâmın ömrü kadar [bin sene] ibâdetten efdaldir
Mevlânâ
Hâlid (Kuddise sirruh)
Büyükleri sevmek seâdetin
sermâyesidir.
İmâm-ı
Rabbânî (Kuddise sirruh)
Herkes çok sevdiğini çok
zikr eder, iş budur,
O halde seven için zikr
zarûrî olmuştur.
Âciz
İLÂVE
Bu fakîr altı cild Mektûbât’taki
mektûblar sayısınca altı bölüm hâlinde, manzum bir eser tertîb ettim. Bunlardan
Mektubât-ı Rabbânî’nin (radıyallahü anh) birinci cildindeki üçyüzonüç mektûba
karşılık, yazdığım üçyüzonüç beyti, Hocamızın Efendi hazretlerinden aldığı ve
bildirmeğe ve öğretmeğe çalıştığı usûl ve yol hakkında, Efendi hazretleri ile
ma'nevî bir sohbet tarzında kaleme aldım. Umarım ki, bunu buraya almakla onlara
bir hizmet etmiş olurum ve bu benim hizmet tesellim olur. Şunu da yazayım ki,
bu manzûm eseri Hocama arz ettim. Okudular. Tekrâr bana verdiler ve :"Eseriniz
çok güzel olmuş, bunu benim size vermem yakışırdı. İçindekiler mahfûz kalmak
üzere, bizden size hediye ve emânet olsun" buyurdular.
Efendi
Hazretleri ile Ma'nevî Bir Sohbet Bismillahirrahmanirrahîm
Selâmla, Besmeleyle sohbete başlıyorum Dinle, can kulağıyla
dinle bak ne diyorum
Beni sen tanıyorsan, bana inanıyorsan,
Vesîle arıyorsan, vasl olayım diyorsan,
Dinle nasîhatimi, en derin iştiyâkla Kalbdeki muhabbete sadece
bana sakla.
Onu bana tahsis et, kıl ucu kadar bırakma,
Benden gayriye sakın, bu ikbâl ile bakma.
Neye yarar şu âlem ve hem içindekiler Beni sev, bana sarıl, işte
sana bu yeter.
Aldırma bu dünyânın elem ve neş'esine Dön bütün varlığınla
sevdiğinin sesine.
Onun ulvî kalbinde yoktur yeri dünyânın,
Hattâ ismini etmez mekkâre-i ednânın.
Benim bir teveccühüm kâfidir, sana yeter,
Bir bakışım çaresiz derdleri iyi eder.
Yüzyıl kitâb okusan hayâle bile değmez,
Huzûrdaki vâridât sa'y ile ele geçmez
Vesîlenin gölgesi zikr-i Hakdan evlâdır, Râbıta için denmiş, ki
herşeyden enfâdır.
İşte muhabbet ile ve tek bir arzu ile,
Kalbini bana çevir ve her an beni dile.
Sedd-i Zülkarneyn gibi önüne dikilen
nefs Bir bakışım altında erir ve kalır bî kes Bütün iyi işlere iğvâsın
karıştıran Seni benle görünce, uzaklaşır yanından.
Ve bunlar kalmayınca, arzular erir,
gider Ateşli ihtiraslar, yeri bana terk eder. Mücerred duymak ile ve birkaç
rüyâ ile,
İş bitmez, ey evlâdım, hayalle, hülyâ ile.
Bizzât bulmağı iste, bizzât görmeği ara,
Vaz geçme, bu iştiyâk, müşâbih olsa
nâra, "Hem seni öldürürler, hem karşılık isterler"
Sırrını bilmiyenler, sözümüz reddederler.
Aşk ateşi kalbini, varsın kül etsin,
yaksın, Vasl ümidi belirsin, hicâb aradan kalksın. Kalem buraya geldi, ucu
kırıldı birden,
Acele edip sorma, aman efendim, neden?
Neden, niçin, nasıl yok, sâkin ol, dinle
beni, Bil, sev, çok gör, çok ara, seni yetiştireni. Dikkat eyle, numûnem,
yeryüzünde, bir odur.
Kalbini hem onunla ve hem benimle doldur.
Ma’nevî
evlâdımdır, benziyen babasına Yüz dönme, doğru olsa, bile maadasına
Beni anlayan odur, hâli buna şâhid Kabûl et sohbetini âlem-i
kalb için îd.
Bir bakın etrafına ve gör ondaki hâli,
Biziz ilmin hâmisi, şerîatin timsâli
Onunla bana ulaş, ona tutul gayetle Kârın, maksadın olsun ancak ulvî himmetle
O, beni iyi bildi, selâmlar olsun ona Her yerde benimledir, sen de dikkat et
buna.
Ve şöyle îmân eyle, nasıl olur isen ol!
Bir gün gelir elbette vasl eder seni bu yol.
Bütün gayretin topla tek merkezde cem' eyle Asla işin olması
fikr-i perâkendeyle.
Ve beni öyle düşün, O düşündüğü gibi Ve ara ve bul beni Onun
bulduğu gibi
Ya'nî her an benle ol ve hâtırla her
yerde Hiç bir arzû çekmesin, benim önüme perde Yatağından kalkarken abdestini
alırken Her uzvunu yıkarken, hattâ namaz kılarken,
Ve Kur'ân okur iken, öyle oku, gördün yâ
[1]
Düâda benimle ol, çıksın kalbinden dünyâ Konuşurken, susarken, dinlerken,
dinlenirken,
Yürür iken, bakarken,. birisini sorarken
Âlemi seyr ederken, yıldızlara bakarken
O da, böyle yapardı, fikri geçsin kalbimden Gündüz benim ile ol, yatarken
benimle yat İnan budur dünyâda, en şâhâne saltanat
Kalbinin hükümdârı olayım, beni dinle,
Ve sen de istiyorum, her an olmak
seninle Bu isteğim çok yüksek bir ni'mettir, fırsat bil.
Bendedir asıl hayât, bendedir ta'mîr-i dil.
Farzlara haramlara, vâcibe, sünnetlere,
Mekrûha, müstehabba ve bütün edeblere Çok dikkat eyle oğlum, bunlarsız iş
yürümez Bu yolda bir bî-edeb bil ki ilerleyemez.
"Sâye-i rehber bih-est ez zikr-i Hak" denmiştir Dinle
acâib esrâr, bak ne garîb bir iştir.
Bir zât var tavassuttur, Hakla kul arasında,
O halde muazzam kâr var
bunun arkasında
Mâverâdan haberler veren bu vesîledir Seveni her âlemde onunla
berâberdir
Evlâdım, vesîlenin bastığı toprakları Eğil, öp ve onlarda ara
hakîkî yârı.
Baktığı dıvarlara bir nazarla bakasın,
Ki önünde hayâli ve huzûru canlansın.
Gördüğü her eşyâda nûrlu bakışın ara,
Vesîle kıl onları, ulaşmak için yâra.
Uğraş ki, bir kâmilin, kalbinde yeri
olsun Kalbin onun feyziyle, onun nûruyla dolsun, Uğraş ki, bir kâmilin, kalbinde
yer edesin,
Ve ilâhî nûrlara oradan erişesin;
Şayed bunlar yok ise, ya elinde olan ne!
Onlardır sana baba, onlardır sana anne, Bak Sıddîkın Resûle olan irtibâtına Ve
onu mi'yâr eyle, kavuş hakîkatına.
İbni Abbâs bakınca Resûlun aynasına
Kendi değil aynada Resûl göründü ona İşte fenâ fişşeyhden sana iki numûne Dâim
böyle halleri getir gözün önüne
Ben kelimesi yerin, bu vesîleye versin,
Ve böylece biçâre âşık maksûda ersin.
Buna râbıta derler, medâr-ı sâlikândır,
Bunsuz vasl olmak, sözü, yâ ender, yâ yalandır
Kıymetini bil oğlum, açma hâlini ele,
Kâfi değil mi sana, bulunmam senin ile.
Daha ilk râbıtada Gavs-ül a’zâmı gördüm, Kendisiyle konuştum, ona çok şeyler
sordum. Pîrime bir teveccüh râbıta esnâsında Neler bahşetti bana, yolun
ibtidâsında Murakabe ederken, silsiletüzzehebden Nice sırlara erdim, dille
anlatamam ben
Beni terbiye eden, yetiştiren büyükler
Terbiyeyi, evlâdım, bana tevdî’ ettiler. Evliyâ-yı kirâmın, celisi şakî olmaz
Sohbetinde olana verilmedik şey kalmaz.
Onların sükutları, kelâmı gibi yüksek Anlatılmaz dille, eksiktir
her ne desek.
Bak, o sevdiklerimin birinden bahsedeyim Ahmed Fârûkdan sana
birkaç haber vereyim:
O, gözlerimin nûru, o, güzeller güzeli,
O, kalblerin surûru, rûhların tek emeli.
O, arzûların sonu, o, emeller kâbesi O, ma'rifet deryâsı, esrar
hazinesi
Kimsenin çıkmadığı makamlar sâhibi, o Dâimî tecelli-i zâtın tek
hâtibi, o.
Aşk ile, muhabbetle yanan kalbler tabîbi,
En büyük arzu ile Peygamberin tâlibi.
O, nübüvvet yolunun eşsiz tek kumandanı
O, vâris-i enbiyâ, o, İmâm-ı Rabbânî Odur dînin muhyisi, odur Kayyûm-i âlem,
Onu tavsif edemez, ne dil, ne âciz kalem
O deryalar mecma'ı, o nehirler menba'ı
Meşhûr olmayan Hindi, odur yapan Tûr dağı O, âşıkların tâcı, o velîler sultanı
O, mutasavvufların, tasavvufun lisanı
O odur, hocasından, Allah ona çok verdi, Hocası edeb ile
kelâmını dinlerdi,
Bir gün hocası ona mektûb yazıp gönderdi,
Her hoca bunu yapmaz, bak evlâdım, ne dedi:
"Size talebem demek yüzsüzlük olur
Ahmed, Arzum tarafınızdan teveccühdür ve himmet. Zan etme ihtiyacım yok diye
gelmiyorum,
Edebe riâyetle işâret bekliyorum"
O evliyânın şâhı, gördün ya ne söyledi.
Bu sözle Müceddîd’in hâlin beyân eyledi.
İşte ona âşıkım, aşkıyla yanıyorum,
Neyim varsa ondandır, buna inanıyorum.
Bastığı topraklara fedâ olsam, bin kere
Selâmlar olsun şânı büyük Serhendlilere. Mübârek mezarının gölgesi kâfi gelir,
Kurtulmağa evlâdım, ondan îmân yükselir.
Kabrinin toprağından bulunsa bir mezarda, İşbu mukaddes toprak
onu yaktırmaz nârda.
Kâbe, Mescid-i Nebî ve
Mescid-i Aksâdan,
Sonra Mescid-i Serhend gelir ki, anla
bundan O ve mütevessili mağfiret olunmuştur Tâ kıyâmete kadar, ona ilhâm
olmuştur.
Hamuru bâkıye-i tîyn-i Resûlullah’dan Bu şeref yeter ona, belki
herşeyi bundan.
İşte çok sev evlâdım, sevebildiğin kadar,
Yakın gel bu menba'a gelebildiğin kadar.
Onlar himmet ederler,
sende de gayret olsun.
Yeter, kalbin o yüksek
evliyâya tutulsun.
Bu tarîk-ı aliyye, budur yalnız şâh-ı râh Diğerleri dar sokak,
ya çıkmaz, yahud gümrâh.
Bu yolun büyükleri doymuş muhabbet ile Kârlarının encâmı değil kerâmet
ile
Bunların kavuştuğu, taddığı zevkler
başka, Bunlardır bir hayâtı veren gizli bir aşka Mürşidim Seyyid Fehîm, tam
Eshâba benzerdi,
Ve gölgesini gören,
vallah Velîdir derdi.
O bana âşık idi, o beni çok severdi,
Huzûrda, "Abdülhakîm" gaybde
"Efendi" derdi. Mutlak halîfesiyim, bağlan aşk ile bağlan,
Öyle bağlan ki, sana
aksetsin bende olan.
Benim nûrum ve feyzim, muhabbet nisbetinde, Kendisini gösterir,
bağlananın kalbinde.
O halde almağa bak ve
çok bağlanmağa bak,
Ve seni ilerleten inan
ki, budur ancak.
—"Nasıl, anladın biraz, büyüklerin hâlini?
Sor, cevablandırayım, oğlum, her süâlini"
—"Efendim sizi
sevdim, duyduğum günden beri. "
—"Desene
kaptırmışın bana en ulvî yeri."
—"Efendim, günâhım çok, kusurumun haddi yok",
—"Bil ki her günâh kalbe saplanan zehirli ok."
—"Bunu terk etmek
için, efendim, ilâc nedir?"
—"En büyük gayret
ile, üstâdını sevmektir."
—"Efendim, mâsivâdan kurtulmak istiyorum",
—"Yâ işte, bunun için bana bağlan diyorum.”
—"Efendim, bu tasavvuf, nedir, neyi bilmektir?"
—Hakkı bilip, sivâyı LÂ derken yok etmektir.”
—"Efendim, zikir için, emirleriniz nedir?”
—"Dur bakalım, bu mevzû’ her tarîka
mebde’dir. Herkes çok sevdiğini çok zikr eder, iş budur,
O halde seven için zikr zarûrî olmuştur.
Bu yoldaki zikr, hafî, ya’nî sırf kalb iledir Bî çâre sâlikleri
ancak bu ilerletir.
Sülûk konaklarını etraflı görmek için Zikr-i Hakda olmalı dâima için için.
Râbıtasız, zikirsiz, sâlik olur mu
bilmem, Bunlardır işin sırrı, başka tavsiye etmem. " —"Bunun için
efendim, fakat izin lâzımdır"
—"Bizi sevmek, evlâdım, müsâdedir, izindir.
Râbıta-yı Şerîf’i muhabbetle okuyan İzinlidir mahsûsan,
duymuştun ya Hocandan.
O boşuna konuşmaz, her sözü hazînedir,
Çünkü konuştukları nefsî değil, bizdendir.”
—"Efendim, yanıyorum, hocamı görmek için”
—”Daha çok yan evlâdım, bu sırra ermek için.”
—"Vaziyetler karıştı, fitneyle doldu cihân,”
—”Zâhiren görmesen de, dûr olma bâtınından
Zür gıbben tezdîd hubben[2],
ne güzel bir hadîstir, Belki bu zaman için gaibden söylenmiştir.”
—”Efendim, mürîd kimdir ve murâd kime denir?”
—”Mürîd,
zahmet çekerek maksûduna erişir.
Murâd zahmeti bilmez, çekilip götürülür.
Birincisi sülûkle ve ve bu cezbeyle olur.
Cezbe yolundan gitmiş bu yolun büyükleri,
Bununçün makamları her makamdan ileri.
İrâdesine değil, şeyhin irâdesine
Tâbi olan mürîddir, ah! Sen tatbîk etsene”
—Efendim, fenâ, beka neye işârettirler?”
—"İnsanı kâmil yapan birer beşârettirler.
Oğlum bu ma’nâların hepsi kalbe âiddir, Zevkîdirler, bu zevkı
uğraş kalbine tattır.
Bu hallerin, zevklerin tercümânı Mektûbât Kitabıdır ki, ondan
neşr oluyor füyûzât.
İlahî nûrlar ondan yayılıyor cihâna Her
ne müşkülün varsa, sen yalnız başvur ona. Onu çok oku oğlum, bak, nûrla
dolacaksın Bizzât müellifinden feyizyâb olacaksın.
Öyle kitâbdır ki, o, misli İslâmiyette
Ne mâzide yazılmış, ne yazılır âtide Kur’ândan, hadîslerden sonra gelir bu
kitâb Herkese var içinde hâline göre hitâb
İlim, ihlâs menba’ı, hârikalar diyârı,
Onda bulur âşıklar, o
ele geçmez yârı. Muhammed Masûm diyor: Her mektubu babamın,
Bir deryâ-yı muhittir, sonu görünmez anın.
Tarikat ve şerîat vasl olmuştur burada Budur seâdet tâcı dünyâda
ve ukbâda.
Budur her derde devâ, budur ilac feryâda,
Budur kalblere şifâ, budur rûhlara gıda.
Budur Hakkın sevdiği, sevgililerin sözü,
Budur
İslâm dîninin aslı, süzülmüş özü.
Budur evliyâların çeşid çeşid lisânı,
Budur cihâna yayan gerçek ehl-i irfânı.
Aşkla yanan tâlibe en iyi haber budur, Bilinmeyen yollarda
sâlike rehber budur.
Bu deryâdan, evlâdım, sen de iç kana kana,
Lâyık, hizmetçi olsam, ben o büyük sultana.
Gece gündüz, dâima oku bu Mektûbâtı Gayret et duymak için, o
lezzeti, o tadı.
Oku, gülen gözlerin yaş doluncaya kadar,
Oku, hakîkî aşka tutuluncaya kadar.
Oku, elbet o güzel bir gün, ru-nümâ
olur, Muhabbetle okuyan, mâsivâdan kurtulur. Saatlerce, günlerce hep onunla
meşgul ol,
Bu sözler tesiriyle açılır kalbe bir yol.
Bir kalb ki meşgul olur bu ma’nâyla her zaman Elbet imdâda
gelir, bir gün bunları yazan.
Ne söylesem, evlâdım, eksiktir, anlatamam,
Anlatsam, anlamazsın, hele geçsin bir zaman.
Hocan, gözümün nûru, onu tanıttı size,
Bu hareketi ile çok yardım etti bize.
Onun üstün bir hâli, âşık o büyüklere,
Âşık ne demek oğlum, hele düşün bir kere.
O âşıktır, ışıktır, nûr saçılır
yüzünden,
Karanlık kalbler için gün doğar her
sözünden. O, beni de çok sevdi, hattâ hepsinden de çok,
Ona bu lâyık idi, kök saldı bu yola kök.
Onu herkesten fazla, oğlum, ben
seviyorum, Başka yok ve sâdece ona güveniyorum. Yetiştirmek vasfını ona verdim
gördün yâ,
Fakat
görenler pek az, kör olmuş bütün dünyâ.
Hâtırla o rüyânı: "Ömrünün son
ânında Çok istifâde ettim ve çok kaldım yanında Öyle, istifade ki, evvelkinin
hepsinden Birkaç günde Süleyman, edindim, Efendiden.”
Bunu hocan söyledi, her söylediği
hakdır.
Bir gün bu vâridatı sana anlatacakdır.
Ona sarıl, onla ol, o ol, sonra bana gel,
Asla durma bir halde, çalış ve her an yüksel.
Hocan anlatır sana, yükselmenin sırrını
Kısacası, tutmaktır büyüklerden birini Ona tâbi olmakdır, işte en ulvî devlet,
Ve bunun yanı sıra lâzımdır büyük gayret.
—”Efendim, bu büyükler, dediğiniz
kimlerdir? Tuttukları hangi yol, nisbetleri kimedir? Hepsini ayrı ayrı tanımak
istiyorum.”
—”Dinle, tanı bunları, bir bir anlatıyorum:
Yol nakşibendî yolu ve
silsilet-üz-zeheb, Misilsiz evliyâlar bu yoldan yetişti hep. Eshâb-ı kirâm sâir
ümmetten çok yüksektir.
Ve bunların nisbeti ona benzemektedir.
Başka yolda olanlar bunları anlayamaz, Bunların zevklerini
başkaları tadamaz.
Her biri ayrı ayrı zamanının süsüdür,
Diğerleri dar sokak asıl şah-ı râh budur.
Bu nûru Resûlullah Ebû Bekire verdi,
Eshâbın en efdâli yalnız O’nu gösterdi.
Onun derecesini idrâk edemez kimse,
İşâret bile olmaz, Sıddîkdan ne söylense.
Zikr-i hafî, râbıta ilk Ona nasîb oldu,
Ve nûr-i Resûlillah onun kalbine doldu.
"Kalbimde olanları Sıddîkın kalbine ben Akıttım tamamiyle”
düşün kim bunu diyen.
İşte bu yolumuzun mebde ve menba’ı O, Tecelli ile yanan Tûr-i
Sinâ dağı O.
Selmân-ı Fârisî ki, Eshâb-ı kirâmdandır,
Ehl-i beytten sayılmış, eshâb-ı soffadandır.
İşte bu nûr, bu feyiz, O’na tevdî’
olmuştur,
Ve sonra sînesini Kasım’ın doldurmuştur.
Ca’fer-i Sâdıkı gör ki, her yolda rehberdir,
Her tarîkde pişvâ o, evlâd-ı peygamberdir.
Yine Resûlullahdan bir başka tarîk ile
Nûr-i velâyet gelir, biraz da bunu dinle. Evvelki yol nübüvvet ve bu velâyet
yolu,
Sâlikleri aşk ve muhabbet ile dolu.
Bu nûr Resûlullahdan Emîr’e aksetmiştir,
Ve bütün kemâlini vechinde göstermiştir.
Ve ardından evlâdı Hasan ve Hüseyine,
Geçmiş ve sönmemiştir, devâm etmiştir yine
İmâm Zeynelâbidin, o seyyidler seyyidi,
Oğlu Muhammed Bâkır , tıpkı onun gibiydi. İşte iki mansıbı cem’ eyleyen Sâdık
bu,
Her tarîk erbabına meşrebiyle hatib bu
Bâyezid-i Bestâmî ahdına kavuşmadan, Bütün feyzini almış onun
ulvî rûhundan.
O tasavvuf kürsüsü, o sultân-ül ârifîn,
O makamları aşmış, o, meslek-i sâlikîn.
Hasan-ı Harkanî ki, onun gibi üveysî,
Bu nûr ile dolmuştur, o mübârek sînesi
Bu feyiz ve bu nûru Ebû Alî’ye vermiş,
En kudsî emâneti severek tevdî’ etmiş.
Ve burada başlamış Hâcegân hânedânı Ne
büyük mürşiddir o, Yûsuf-i Hemedânı O Hâce-i Cihâna hocalık yapan zattır,
Ve şerefi cihâna bunu anlatmaktadır.
Hâce Abdülhâlık ki, Hâce-i Cihândır o,
Ve bütün evliyâya delildir, bürhândır o.
Habs-i nefesle meşgul, daim zikr-i hafîde Bir üstâd-ı Hızırdır ulûm-i bâtınîde.
Bu büyükler yolunun terbiye usûlünü Kolaylaştırmış, açmış cihâna
ağuşunu.
Bu büyükler yolunun bir mücessem peykeri,
Ondan sonra olmuştur Ârif-i Rivegerî.
Ve nûru aksederek Mahmûdun aynasına
Onunla şöhret buldu, feyizyâb oldu Fegna. Gizli yolla seyr edip, her asrı nûr-i
nihân Alî Ramitiniyi eylemiştir Azîzân.
Bu hil’ata bürünmüş ve süslenmiş serâpâ
Uzakların muhbiri Hâce Muhammed Bâbâ Seyyid Emîr Külâl ki, tevâzu’un pîridir,
Katreyi bahr-i muhît yapan büyük mürşiddir.
Bu nûr tevdî olunca Hâce Behâeddin’e Işık tuttu bununla bütün
rû-yi zemîne
Bu tarîk-i aliyye ismini Ondan aldı,
Nakşiler nakşa değil, nakkaşına bağlandı.
O evliyânın tâcı, sonsuz ma’nâ denizi
Bilinmeyen kuvvetle çeker kendine bizi Yetiştirme tarzının usûllerini kuran,
Hazır bir lokma gibi bütün âleme sunan.
O, korkusuz dalgıcı tasavvuf deryâsının,
O, münevver sertâcı maiyyet erbabının.
Alâeddin-i Attâr Kutub kendi devrinde,
Hem ilm-i zâhiride, hem ilm-i bâtınîde.
Yüzlerce evliyâdan bu nûr ona verildi, Alâiyye nâmıyla bu yola
şekil verdi.
Sonra Ya’kub-i Çerhî büyük mürşid-i kâmil,
Hem dergâh-ı sâlikân, hem şeriatle âmil.
Ubeydullah-ı Ahrâr sultanlar mürebbisi, Onda yine görülür bir
terakkı hamlesi.
O güzeller ma’şuku ne makamlara erdi.
Ve bu yüksek nisbeti Mehmed Zâhide verdi.
Sonra Derviş Muhammed bu yolun reisidir,
Ve halîfesi, oğlu Hâce Emkenegîdir. Muhammed Bâkibillah, O ne büyük mürşiddir,
Düşün, kimin hocası, kimi yetiştirmiştir.
Her hareketi ile bu yolun rehberidir, Nübüvvet denizine akan
büyük nehirdir.
O büyükler feyzini, Şeyh Ahmede sununca,
Açılıp koku saçmış, birden bin yıllık gonca.
Bak İmâm-ı Rabbânî, hani anlatmıştım yâ!
Onun gibi bir velî görmemiştir bu dünyâ. Esef Onu bilmeyen, âh, duymayanlara,
âh Beşeriyyete inmiş mücessem rahmetullah.
O mürşidler mürşidi, Kayyûm-i Rabbânî O,
Her kâr Ona münâsip, Gavs-ı Samedanî O Tasavvuf kürsüsünün eşsiz hatibi odur,
Güyâ Resûlullah’ın ilhâm kâtibi odur.
Evlâd-ı kirâmları, Sâdık, Saîd ü Ma’sûm
İçmişler bu deryâdan, kanarak yudum yudum. Kendilerinden sonra mansıb-ı
Kayyûmiyyet Şeyh Muhammed Ma’sûma verildi, ne ulviyyet!
Nûru zuhûr ederek vechinde mahdumunun, Bütün âlem severek tâlibi
olmuş Onun.
Dokuz yüz bin mürîdi, yedi bin halîfesi Olan böyle bir zâtın, ne
olur derecesi!
Ve kendisinden sonra, Seyf-ül-hak ve dîn olan Oğluna nasîb oldu,
işte bu büyük ünvân.
Hep bu hizmette geçti Onun bütün zamanı Kaim-makamı oldu, Seyyid
Nûr Bedevânî
Mu’azzam vedi’ayı Cân-ı Cânan’a verdi,
O da yüzlerce mürşid ve velîye el verdi.
Habîbullah’dan bu nûr geçince Abdullah’a Şah-ı Dehlevî olmuş, cevher bulmuş bî-
baha
Bir haberci gönderdi, Dehli’ye gelsin diye,
Çok isti’dâdı vardı,
nisbet-i aliyyeye Gidip, dokuz ay kadar huzûrunda kalınca Bütün feyzi, envârı
üstâdından alınca
Mutlak hilâfet ile dönüp geldi Bağdâd’a
İlâc oldu, en enin ve her acı feryâda Bu Mevlânâ Hâlid’dir, Osmânîdir neseben,
Müceddidî, Şâfiî, Nekşibendî tarîkan.
Müceddiddeki nûrlar zuhûr edince onda
Güneş oldu parladı, meşhûr oldu cihânda. Yüzlerce, beşyüzlerce velî
yetiştirerek,
Şerîat-i garrayı tam takviye ederek
O kadar yükseldi ki, bu yola şekil verdi Ona bağlananların hepsi
maksûda erdi.
Dâimî tecelliye kavuşanlardandır O,
Vâsıtasız Allah’dan feyz alanlardandır O.
Ne söylesem evlâdım, ol şâhı anlatamam,
Ve bu tarîk, onunla ancak olmuştur tamam.
Menba’-ı hilm u kerem Hazret-i Sirâceddin,
Abdullah ki ondan bir başka tarz aldı bu dîn.
Hazret-i Şihâbeddin kutb-i irşâd ve medâr, Seyyid Tâhâ Geylânî,
Zâtullahâ giriftâr.
Seyyid Muhammed Sâlih melce-i sâlikândır.
O mürşidler mürşidi ve hem pîr-i pîrândır.
Nûr-i çeşm, misl-i eshab, Seyyidem pîr-i
fâik Seyyid Fehîm, asrında oydu gavs-ül halâik Hakîkat denizinin enginlerinde
yüzen,
Cesedi bu âlemde, rûhu göklerde gezen
Gözümde sürme odur ve kalbimin süsü o,
Velâyet şerabının eşsiz sunucusu o Deşme oğlum yaramı, kalbim kan ağlıyor, âh!
Her zerremde zâhirdir, bu eşsiz ni’metullah
Kalbindeki vâridât, aks edince kalbime
Dedi bana, “serbestsin, kesildi senden meme.” Bunları an dâimâ, kalbin feryâd
ederek Vesîle et hepsini, candan “Allah” diyerek.”
—”Seyyid Fehîm’den sonra zât-ı âlinizsiniz”,
—”Ben bir abd-i fakîrim, fakat siz
bilirsiniz.” —”Müsâde ederseniz, üç beyit söyleyeyim”,
—”Müsâde senin oğlum, buyurun, dinleyeyim.”
—”Siz manzûr-i nazar-ı pirân-ı
kirâmsınız —Bûy-i Resûl neşr eden eşsiz gülistansınız. Efendim, âyetsiniz,
âyât-ı ilâhîden Küfür kol gezer iken, dîni himâye eden.
İlâ yevm-il kıyâmet, mürşid-i kâmilsiniz
Siz, kalblere hükm eden, âdil bir hakîmsiniz.” —”Mâdem ki geldim sana, evlâdım
sırdaş gibi,
Her şeyi konuşalım, tıpkı meslekdaş gibi.
Ne söylesen uzakdır, anlatamazsın beni,
Görmeyen anlayamaz, çok da bilse,göreni. Tatmayan anlayamaz, tadanın
zevklerini,
Muhakkak sevmelisin, bunların her birini.
Hepsi birer aynadır, bu nûr in’ikâsında Bu, altun bir zincirdir,
bakır yok arasında.
Fakat bir tanesine bağlanıp teslîm olmak,
Ve böylece ebedî Seâdete kavuşmak.
Her işte ona tâbi’ olmak en büyük arzu, Olmalıdır, şöyle ki,
koyun yanında kuzu,
Ne kadar muhtâc ise, annesi memesine,
Tâlib daha muhtâcdır, pîrin terbiyesine
O halde, zarûridir, tâlib için râbıta Kavuşmak için feyze ve
ulvî derecâta”
—"Efendim, tam ta’rîfle, râbıta ne demektir?”
—"Kalbini, muhabbetle şeyhine rabt etmektir”
—"Muhabbet ne demektir, mahbûb nasıl olmalı, —Muhib kimdir
ve bunu nereden anlamalı?”
—”Bu süâlin cevâbı başka zaman kalsın,
Çok ince mevzulardır, belki yanlış anlarsın.
Şu kadar söyliyeyim, kalb halleri
evlâdım,
Dil ile anlatılmaz, duymak ve tatmak
lâzım.
Az da olsa anladın, râbıtayı değil mi?
Doğru söyle, kalbine bir incelik geldi mi?”
—”Zât-i âliniz için şiir yazdım,
efendim,
Emir buyurulursa, hemen takdîm ederim.”
—Oku, zevkle dinlerim, tâlibin hallerini,
Büyüklerine karşı temiz hayallerini:
—”Her an sizinle olmak mahrem seâdetini Umarak rûhunuzdan
istimdâda gelmişim,
Dünyâ düşüncesinden kurtulmak ümidini Bularak sizin ile irtibâta
gelmişim,
Gözlerimi kapayıp huzûrundayım senin,
No’lur çabuk gelseydi sonu bu beklemenin Güyâ tecessüm edip, beliren
derin derin Bakışları nûr saçan âfitâba gelmişim.
Hayâlimde yalnız sen, gönlüm dünyâdan uzak Sinendeki ateşle yak
beni, efendim yak,
Mâsivâyı yok eden öyle bir nazarla bak,
Bak ki ben de diyeyim, hakîkata
gelmişim. İsterim kalb diyârım sizinle harâb olsun,
Rûhum yansın aşkınla, ciğerim kebâb olsun,
Başım ayağınızın altında türâb olsun,
Mâdem ki bu aşk ile iftiraka gelmişim
Arzûm şemâilini kalbime yerleştirmek,
Ve en büyük gayretle ona teveccüh etmek, Ufak bir ayrılıkta
hemen tekdîr edilmek İçin sizden taleb-i iltifâta gelmişim.
Kalbinle kalbimi tut, bir sebîl inşâ eyle,
Ve o yoldan kalbimi doldur, nûrla, feyizle,
Ve daha ne dilersen hepsini ihsân eyle,
Görüyorsun mücerred münâcâta gelmişim.
Terbiye eyle beni, gündüz-gece, efendim, Öğret ilm-i ledünni
hece hece , efendim, Ma’rifet sırlarını ver gizlice efendim,
De ki, ey garîb sana ben imdâda gelmişim.”
—"Oğlum,şiirin güzel ve ma’nâları ince,
Ve bu ince zevkleri, tadarsın hallenince.
Dua et, yalvar, sızla, Allah bir kapı
açsın,
Ve kalbine bu yolla ma’rifet nûru
saçsın.
Bu ma’rifet nûruna benlikle kavuşulmaz,
Büyüklerden teveccüh olmazsa, ulaşılmaz.
Ayrıca, kalb, sivâdan kolayca
kurtulamaz, Ondan kurtulmadıkça, hep Rabbiyle olamaz.” —"Efendim, ilim
için ne emir buyururlar,
Ve hangi kitâbları okurlar, okuturlar?”
—”İlimsiz bir şey olmaz, ilim her şeye
baştır, En karanlık yoıllarda, en sağlam arkadaştır Ondan azîz dost olmaz,
ondan vefâlı yâr yok,
Her
işte zarar varsa, onda asla zarar yok.
İlimde bir tat var ki, başka şeyde bu
tat yok, Allah’ın huzûrunda, âlimden makbûl zât yok. Nasıl kıymetli olmaz,
Allah ilmi övüyor,
Bak Nebiyyi muhterem, bir hadîste ne diyor:
"Ara her yerde ilmi, o yer ister
Çin olsun”
İlim öğrenmek farzdır, her mümin için
olsun”
Sen kulak ver, Aliyyül mürtezanın sözüne “Köle olurum, bana bir
harfi öğretene”
Âlimler, şerîati yıkılmakdan kurtarır,
Âlimler, yeryüzünde mücerred
zıllulahdır. “Mürekkeb-i ulemâ râcihdir hattâ şundan Fî sebîlillah akan
şehîdlerin kanından”
Çünkü cihâd-ı ekber, ancak ilm ile olur,
Dareynde ilmi ile âmil olan kurtulur. Fa’tebirû... âyeti âlimler şanındadır
“Âlimler âhırette nebîler yanındadır”
İlim âşıklar tâcı, ilim rûhlara gıda,
İlimdir devâ olan, yükselen her feryâda.
Yolumuzun esası ikidir buyurulmuş:
“Peygambere ittiba, şeyhe muhabbet” olmuş.
Âlimin bir nazarı, bahasız hazînedir,
Bir sohbeti yıllarca, bitmez kütübhânedir.
Bu dînin âlimleri, hadîsle övülmüşler,
Benî İsrâil’deki nebîler gibidirler.
Okunacak kitâb çok, fakat çok zaman
lâzım, Her zorluğu yenecek, mağlup olmaz bir âzim Sen çok kitâb okuma, birkaçını
oku çok,
Onlarda çok şey vardır, olmıyan belki de yok.
İbni Âbidin meşhûr, fıkıh kitâblarından,
Onu çok okumalı, çok şey almalı ondan.
Mektûbât kuds-i âyât tasavvufun lisânı Takva, vera’, ihlâsla âmil eder insanı.
Mevkufât ve Halebî, Birgivî risâlesi,
İhyâ’nın ve Kimyâ’nın pek çoktur fâidesi
İlm-i kelâm, ilm-i hâl ve kısaca ilm-i dîn,
Mevcûddur Mektûbâtta, odur âyât-ı mübîn
Güzeldir, Mektûbâtta medh edilen
kitâblar, Anlaşılmasalar da tâlib zevk için saklar. Mektûbât ve Berekât,
Reşâhât ve Nefehât Kitablarından kalbe akar nûr ve füyûzât
Kitab çok, oğlum, ama zamanımız az kaldı Hocanla mutabıkım, o
her şeyi anlattı.
Benim kitâblarımı, benim yazılarımı,
En büyük zevkle oku, an hâtıralarımı.
Râbıta’yı çok oku, halleninceye kadar,
O gizli ma’nâlara erişinceye kadar.
Hocanın kitâbı ki, Ebedî Seâdet’tir Küfrde hakkı savunan burc-i
islâmiyyettir.
Dalâlet girdâbına düşen ümidsizlerin,
En sâdık rehberi o, onunla amel edin.
Onunla amel eden, onu zevkle okuyan,
Müstefîd olur bizzât Mektûbât’ın rûhundan.
Onu çok oku oğlum, ezberlesen de bile,
Onu öğren ve öğret, bana gel onun ile.
Takvâ ile âmil ol, sonra gelir arkası,
İstiğfâr eyle dâim, siler kalblerden pası.
Zikirsiz, salavatsız durup, günâh
işleme!
Ve benim huzûruma böyle bir kalble
gelme! Ben bir kalb istiyorum, dolsun, aşk ile dolsun,
Ve onun tek âmiri Allahü teâlâ olsun.
Her kalb, bu zevkı duymaz, o halde
dikkatli ol, Hâlini düzelt, yoksa kapanır bu çıkar yol.
O zaman ki makamın esfel-i sâfilindir,
O halde hicret eyle, gençsin ve yol yakındır.
Bırak, biten zevklerin sonunu artık,
yeter!
Bu çok kıymetli ömrü, beyhûde etme
heder. Her dakikası, oğlum, hattâ her bir nefesi,
Ebedî hayât sunan âb-ı hayât katresi
Şimdi kendini topla, ilim oku bir
yandan,
Bir yandan bana sarıl ve sarıl bana
candan. Benim feyzim ve nûrum, aksın kalbine, aksın, Şerâreler duyulsun, rûhda
şimşekler çaksın.
Kalbinin hazanını, bırak harman edeyim,
Ve istediğim gibi bir gülistan edeyim.
Öyle bir bahçe olsun mîzâbı ben olayım Yeşersin, su yerine feyz
ü nûr akıtayım
Semâsı ben olayım ve huzûr yağdırayım,
Ve bir bahçıvân gibi, durmadan
çalışayım.
Yetiştireyim onda en nâdir çiçekleri,
Ve koşsun bu bahçeye bahar kelebekleri.
En bulunmıyan kuşlar,
ötsünler yana yana,
Hattâ anka-ı muğrib kavuşsun âşiyana
Allah, Allah söyleyen rüzgârlar onda essin,
Cihân "Allah” diyerek, onu ziyâret etsin.
Ve ben bunu yaparım,
bi-iznillah, evlâdım.”
—"Efendim, size teslim, nefsim,
rûhum ve kalbim Söz veriyorum size ve geliyorum size,
Cândan, imdâd, diyerek, yalvarıyorum size.
Beni yalnız bırakman,
kurt yer, körpe kuzuyum.
Aklım az, nefsim azgın,
kalb kara, kötü huyum.
Bu alçak sıfatlarla, huzurunuza geldim.”
—”Mâdem ki, bize geldin, hoş geldin, kabûl ettim”
Kim vursa tevazuyla,
kerîmin kapısına Bir gün gelir elbette, feth-i bâb olur ona Biraz öğrendin
herhâl, işte bu benim yolum,
Esselâmü
aleyküm, fî emânillah oğlum.”
Bu ma’nevî sohbeti oldukça kısa tuttum.
Yoksa Efendi hazretlerinden size çok haberler verirdim. Ama âyet-i kerîme
mucibince: "Göğsümü sıkıyor, dilimi söyletmiyor” deyip, muhabbetle
okuyanları, o büyük insanın, belki hazret-i Mehdî’ye kadar eşi gelmez mürşid-i
kâmilin rûhâniyet ve tasarruflarının yardımına havâle ile iki dünyâ
seâdetlerine dua eder, bu âciz kula hüsn-i hateme ile dua buyurmalarını
istirham ederim.
Ömür var bir an etmez,
an var bir ömre bedel!
[1] Efendi hazretlerini rüyâda gördüm. Çok yakın idiler.
Fâtiha-yı şerîfeyi tane tane ve her âyetinin sonunda durarak okudular,
öğrettiler...Veladdâllîn dediklerinde, bu fakîr de “âmîn” dedim. Sesle
söylemişim.Yanımda bulunan beni uyandırdı ve “ne oluyor?” dedi. Bu rüyâyı
anlattım.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar