[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN BEŞİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
SEKSEN DOKUZUNCU
BÖLÜM
Genel Olarak Nafilelerin Bilinmesi
Kuşkusuz nafileler bir ilkeye dayanır Onların dayanağı farz
ibadetlerdir
Farz, bir ışıkla karşı
karşıya geldiklerinde cisimler İlave nafileler ise gölgeye benzer
Dışta farzlar gibi
uygulanır, farz değillerken Hesapta ise farza dönüşürler
Hadis bunu belirtmiş ve
faziletini açıklamış Aslını ise aslından ayırdı
Nafile ibadet yaptığında bil
ki llah’ın sizi sevmesi nafilenin neticesidir
Artık bütün güçlerin Rabb’in
olur, avuçla Nafilenin çiselemesinden ki sağanağına eresin!
Allah Teâlâ seni Ruhu’l-kuds ile
desteklesin, bilmelisin ki, nafilelerin ilahi mertebede birleştirici bir hükmü
vardır. Bu hükümde nafile ibadederin
sahibi Hakk’ın konumuna yerleşir. Onu
tadan, değerini bilebilir ve onu verenin Hakk ettiği şükrü yerine getirmekten
aciz kalır.
Nafileler farzların yüksekliğine göre
derece derecedir. Çünkü nafileler, asılları farzlarda bulunan amellerdir.
Nafile o esastan meydana geldiği gibi onun tarzına göre ortaya çıkar. Nitekim
biz de Hakk’ın suretine göre ortaya çıktık. Biz Hakk için nafile, O ise,
asildir. Bu nedenle Hakk için ‘özü gereği varlığı zorunlu olan’, bizim için de
‘O'nun vasıtasıyla zorunlu olan’ dedik. Biz, kendimiz nedeniyle zorunlu
değiliz. Bu dereceyle Hakk bizden ayrıldığı gibi biz de O’ndan ayrılırız.
Nafilelerin dışındakiler ise müstakil ibadet ve bağımsız ibadeder diye
isimlendirilir. Onları ise bir sonraki bölümde zikredeceğiz.
Nafileler esasları olan farzların
yüksekliğine göre yükselir, ibadeder içinde tenzih nafilelerinin en üstünü
oruçtur. Çünkü onun farzı Ramazan orucu, Ramazan ise Allah Teâlâ’nın adıdır.
Oruç misilsiz bir ibadet olduğu gibi Allah Teâlâ da benzeri olmayandır. Oruç,
bütün ibadetierin nafilelerinden üstündür. Oruç cinsel ilişkiyi yasaklar ve
onda bir eddsi vardır. Engelleme gücü olan her şeye göre engellenen zayıflıkla
nitelenmiştir. Engellenen şey ibadetin yerine etki edip hükmünü ortadan
kaldıracak güçte ise, hiç kuşkusuz daha güçlü olurdu. Bu durumda nikâhın
nafilesi daha güçlüdür, çünkü onda oruç, namaz ve diğer ibadetleri iptal gücü
vardır.
Nikâh, hayır nafilelerinin en
üstünüdür. Onun da bir aslı vardır ve bu asıl, farz nikâhtır. Ona eklenen,
nafiledir. Bunun gerçekleşmesi ise, iki türlüdür: Bazen nikâh, genel -olarak,
muhabbet nispetiyle meydana gelirken bazen muhabbet nispetinde üreme ve çoğalma
meydana gelir. Nikâh, çoğalma ve tenasül sevgisinden kaynaklanırsa, ilahi
sevgiye katılır. Çünkü Allah Teâlâ vardı ve âlem yoktu. Allah Teâlâ bilinmek
istedi ve iradesiyle bu sevgi nedeniyle yokluk halindeki eşyaya yöneldi. Onlar,
imkân halindeki istidatlarında asıl konumundaydı vc onlara ‘ol’ dedi, onlar da
meydana geldi. Böylece Hakk, bütün bilinme tarzlarıyla bilindi. Bu, Hakk’a
ilişmeyen sonradan meydana gelen (hadis) bilgidir. Çünkü onu bilen kişi, varlık
ile nitelenmiş değildi. İşte bu, mârifetin ve varlığın kemalini talep eden
sevgidir.
O halde varlık ya da bilgi, âlem
vasıtasıyla kemale erdi. Alem ise, sevgi yoluyla imkân halindeki (sabit)
a’yân’ın şeyliklerine dönük bu ilahi yönelişten meydana geldi. Gayesi ise
dışta ve bilgide varlığın kemalini gerçekleştirmektir. Hakk’ın bu yönelmesi
ise türeme amaçlı nikâha benzeyen bir haldir. Öyleyse farz nikâh, farzların en
üstünüyken nafilesi de nafilelerin en üstünüdür. Türlerinin farklılığına
rağmen, onu yerine getiren kimse, onların elde ettiğini elde etmiştir. Esas ise
nikâh nafilesidir. Çünkü bir amelin daha önce var olmayan bir varlığı ortaya
çıkarması nikâhın sonucudur. Her amel kendi hakikat ve yoluna göre bir sonuç
oluşturur. Öyleyse nikâh, her işte asıl, dolayısıyla üstünlük, ihata ve öncelik
sahibidir. Ebu Hanife nikâh hakkında şöyle der: ‘Nikâh en faziledi nafiledir.’
Ebu Hanife haklıdır veya gerçeğe isabet etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e kadınlar sevdirildi ve en çok evlenen peygamberdi. Çünkü nikâhta
insanın üzerinde yaratıldığı (ilahi) suret ile özdeşleşme vardır. Fakat keşf
yolundaki insanlardan, hatta Allah Teâlâ ehli âriflerden pek azı bunu bilir.
Beş yüz seksen altı senesinde
İşbiliyye’de Ebu Haccac Yusuf elGalleyri -Galleyre’lidirbize gelmişti. O hal
ehli idi. Benimle otururken, bu makamdan kendisine bir misal gösterildi.
Halinin etkisi altında gördüklerini gördüğü şekilde bana anlattı.
Söylediklerini açıklamak mümkün değildi. Hakk’ın bildirmesiyle, âlemi keşf
etmiş ve hangi surette babası olduğunu görmüştü. Heyecan içindeyken kendisini
sakinleştirmeye çalıştım, en sonunda sakinleşti.
Öyleyse Hakk’ın varlığı gerçekte farz
iken kulun varlığı bu farzın nafilesidir. Bu nedenle ona göre ortaya çıktı.
Nikâh nafilesinden ortaya çıkan hususları zikrettik. Namaz nafilesinde kulun
varlığı, kutsi hadiste belirlenen taksimdeki payında ortaya çıkar. Hadiste
“Namazı kendim ile kulum arasmda böldüm’ denilir. Kul bu namazın nafilelerinden
namazın taksimindeki payını öğrendiği gibi Rabb’inin payını da öğrenir.
Farzından ise Rabb’inin payını ve namazdan olan kısmını öğrenir. Her halin
belli bir zevki vardır. Çünkü farzın sahibine verdiği hüküm nafilenin
hükmünden başkadır. Farzı yapan kimse zorunlu kul iken nafileyi yapan serbest
ve özgür kuldur. Bu durumda kul, ilahi nitelikle nitelenmiştir. Bu nitelik
meşiyettir; dilerse yapar, dilerse yapmaz.
Oruç nafilesi, ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur’276 ayetinde
dile getirilen benzersizliğin olumsuzlanmasından meydana gelen tenzihi kula
kazandırır. Başka bir ifadeyle, O’nun mislinin misli bir şey yoktur. Hakk’ın
misli, O’nun suretine göre yaratılmış olandır ve Hakk bu benzerin misü olmasını
olumsuzlamıştır. Öyleyse Allah Teâlâ, benzeri olmamaya daha layıktır. Allah
Teâlâ’nın suretten payı, özellikle isimdir. Allah Teâlâ gerçekte kendisine ait
varlık adını âleme verdiği gibi âlem de istidadıyla ve Hakk’ın mazharı olması
bakımından Allah Teâlâ’ya güzel isimleri verir. Bu isimlerden bildiklerimizi
ve bilmediklerimizi Allah Teâlâ’ya veren âlemdir. İşte bu, âlemin Allah
Teâlâ’nın suretine göre olmasının anlamıdır.
Zekât nafilesi, insana bereket
kazandırır. Bu bereket farzın kazandırdığının üzerinde gerçekleşen artıştır.
Hacc’ın nafilesi, yönelişin birliğiyle birlikte, oluşun zuhuruyla farklı
yönlerde yönelişi kazandırır. Umre nafilesi, bütün ibadetlerde helal ve
haramlık uçları arasında Hakk’ın huzuruna girmeyi kazandırır. Burada bir zevk
ve içme (şürb) vardır. Bu ikisi Allah Teâlâ ehlinin nezdinde bilinen iki
tecellidir. Zikir nafilesi ve ona devam, âlemde dilediğin her şeye ‘ol’ deyip o
şeyin gerçekleşmesi imkânını verir. Farz olan zikir, ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ demek, ihram tekbiri, namazın selamı, şehadet ve sözle ilgili
bütün farzlardır. Zikrin farzı ise Halck’a ‘yap’ deyip O’nun yapmasını sağlar.
Bütün nafilelerin kazandırdığı şeyleri birleştiren ise Hakk’ın kulu sevmesidir.
Öyleyse nafileler, Allah Teâlâ’nın kulu sevmesini sağlar. Fakat bu,
herhangi bir sevgi değildir: Hakk’ın kendisiyle duyduğun kulağın, kendisiyle
gördüğün gözün ve kendisiyle tuttuğun elin olduğu sevgidir bu. Bu hadis, eşya
arasında dereceli üstünlükten söz etmemizi engellemiştir. Genel anlayış,
insanların nezdinde gözün ayaktan üstün olduğunu bildirir. Hakk ise kendini
‘kendisiyle gördüğün gözün, kendisiyle yürüdüğün ayağın’ konumuna indirdi. Allah
Teâlâ her hakka hakikatini kendisinden vermiştir. Allah Teâlâ kendini üstün
tutmaz. Çünkü O, şanına layık tarzda, kendisi olduğunu zikrettiği her şeyde
zuhur edendir. Öyleyse bu yorumda göz ayaktan daha üstün ve faziletli değildir.
‘İnsanların çoğu ise bunu bilmez.'1277
Genel ve özel olarak nafile ibadetlerin
sağladıklarını açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya
ulaştırır.’
DOKSANINCI
BÖLÜM
Farz ve Sünnetlerin Bilinmesi
Farzlar
binekler gibidir, sünnetler Bineklerin üzerinde
gayeye vardığı yoldur
Yolu kat edince, farz
olursun Ayetlerinde Hakk’ın kulağı haline gelirsin
Nafileler ise bunun tersi,
onlara dikkatle sarıl Faziletler yoluna koyul ve onları ispata gayret et
Farzlar, Allah Teâlâ’nın kullarına
vacip kılıp kesin hükme bağladığı ve yerine getirmeyeni kınadığı amel veya
terklerdir. Bunlar iki kısımdır: Birincisi farz-ı ayındır. Bunlar, başkasının
yapmasıyla diğerinden düşmeyen farzlardır. Diğeri ise başkasının yapmasıyla
diğerinden düşen farz-ı kifayedir. Bu, başkası tarafından yapılmazdan herkese
farz idi. Örnek olarak, cenaze yıkamak, cenaze namazını kılmak ve cihat etmeyi
verebiliriz. Bu ikisinin arasından ortaya çıkan başka bir farz daha vardır ve
her birine ait bir hüküm taşır. Bu hükümlerden biri diğerinden farklıdır. Örnek
olarak, yükümlünün güç yetiremediği farz Hacc’ı verebiliriz. Bu Hac, yükümlü
güç yetirirken sorumlu olsa bile, şarta bağlı bir farzdır. Velîsi onun adına
Hac yaptığında ise, farz ondan düşer ve sevap kendisine ait olur. Bu, yerine
getirme sevabıdır. Aynı şey, sevabın varlığı nedeniyle farz-ı kifayede geçerli
olmadığı gibi kendisi adına kılınandan düşmediği için namazda geçerli değildir.
Dolayısıyla bu kısım, namaz farzına ya da farz-ı kifayeye benzemez.
Sünneder ise, yapmanın (kesin bir
şekilde) tespit edilmediği her şeydir. Bunlar da İki kısma ayrılır: Birincisi
Peygamber’in emrettiği ve teşvik ettiği veya kendisi yapıp ümmetini serbest
bıraktığı sünnederdir. Diğeri ise, ümmetinden birisinin ortaya koyduğu ve
kendisine uyulan sünnetlerdir (bid’at-i hasene). Bu durumda, ‘âdetin sevabı ve
onu yapanların sevabı kendisini ortaya koyana verilir’.
Kul farzı tam olarak yerine
getirdiğinde, üzerindeki Rablik hakkını yerine getirmiştir. Bu durumda farz
onun adına ‘Hakk'ın onun duyması’ olmasından daha üstün bir sonuç meydana
getirir, çünkü Hakk’ın kulun duyması olması kula ait bir iştir. Farzın sonucu
ise, bu hal ile kulun arasına girer. Söz konusu sonuç, ‘kulun Hakk'ın kulağı’
olmasıdır. Böylelikle Hakk, kul vasıtasıyla duyar. Bu durum kutsi hadiste
‘Acıktım, beni yedirmedin’ şeklinde dile getirildi. Farzın kulun ‘Hakk'ın
kulağı’ olmasını sağlayan bu araya girme hali ise, sabit ve gerçek bir makam
olduğu gibi gerçekte de durum öyledir. Kul Hakk’ın (bir yandan) o ve (öbür
yandan) o olmadığını öğrenir. Hal sahibi ise ‘ben’ der.
Sünneder, uyma yollarıdır. En üstünü ise
Halde’a uymaktır. Böylece isimlerini kendime verirken -ahlâklanma yoluyla
değilonlarla özdeşleşmeye (tahakkuk) yaklaşırım. Velî hakkında en düşüğü ise
haklarında, ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir ve onların
hidayetlerine uyulur’ denilenlere uymaktır. Alimler ise nebilerin
varisleridir. Nebiler bilgiyi miras biralar. Nebevi sünnet, yüce bir makamdır.
Bu makam, dinde birleşmek, onu yerine getirmek ve ayrıma düşmemektir. Öyleyse
sünnet, kendisini yerine getiren ve gayesine varıncaya kadar Muhammedî
mertebelerde sülûlc eden kimseyle birlikte yükselir. Bu yükseliş, mârifeder,
haller ve tecellide gerçekleşir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den sonra ‘iyi bulunan şeriatlar’ anlamındaki sünnedere gelirsek,
fakihlere göre bunlar ‘istihsandır’. Şafii onun hakkında ‘Kim istihsanı
kullanırsa, şeriat koymuş demektir’ demiştir. Fakihler Şafii’nin bunu kınama
amaçlı söylediğini düşünmüştür. Halbuki o, anlaşılmayan meşru bir hakikati
dile getirmişti. Çünkü Şafii, dört ‘Direk’ten biriydi. Onun şeriat bilgisine
sahip olması, çağdaşlarından ve sonrakilerden kendisini perdelemişti.
Aktarıldığına göre, salih bir insan Hızır ile karşılaşmış ve ona Şafii’yi
sormuş. Hızır, ‘direklerdendi’ diye cevap vermiş. ‘Ahmed b. Hanbel hakkında ne
dersin?’ deyince, ‘sıddîktır’ demiş. ‘Bişr Hafi için ne dersin?’ deyince,
‘ondan sonra onun gibi biri gelmedi’ demiş. Hızır’ın Şafii (ra.) hakkmdaki
tanıklığıdır bu.
Şafii, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘Kim iyi bir adet ortaya koyarsa, onun ve yapanın sevabı kendisine
aittir, kim kötü bir adet çıkartırsa...’ hadisini biliyordu. Hiç kuşkusuz
şeriat, insana iyi bir adet koyma izni vermiştir. Bu ise, âlimlerin nebilerden tevarüs ettikleri
hususlardan biridir. Bunlar iyidir, yani Hakk onu ortaya koyan kişiden
beğenmiştir. Kim istihsan ederse, yani her kim iyi bir adet ortaya koyarsa,
şer’î bir hüküm ortaya koymuş demektir. İnsanların bu konuda Şafii’nin sözünü
anlamayışlarına şaşılır. Halbuki onlar, müçtehidin hükmünü -gerçekte yanılmış
olsa bilekabul ederler. Şâri, o hükmü geçerli saymıştır ve o makbul-dini bir
hükümdür. Herhangi bir hüküm sahibinin onu reddetmesi helal değildir. Şeriatın
kaide ve esasları onu korur. Bu yönüyle istihsan, Malik’in mezhebinde mesalih-i
mürsele gibidir.
İyi âdetin (bidat-ı hasene) hükmünü
Şâri genel anlamda onaylamış, onu koyan ve kendisine uyanları ödüllendirmiştir.
Adete ve onu koyana uyanlar, sonuçta o kişinin ve koyduğu âdetin değerine göre
ödüllendirilir. Böylelikle vakiderinin nebevi şeriatlar ve asli hükümler ile
dolu olması gerektiği hususunda seni uyardım. Zeki insanın amelinin gayesi,
asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa
bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle
yapmıştır. Allah Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir. Güzel isimlerden Allah
Teâlâ ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri,
feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadederden orucu,
devirlerden Peygamber’in devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden
Kadir gecesini, amellerden de farzı seçmiştir.
Allah Teâlâ, sayılardan doksan
dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden
rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid),
kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın
kısalarından ‘Allah Teâlâ birdir (ihlas)’2™ ayetini,
zamanların dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden
Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi,
taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi,
kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed’i seçti. Yıldızlardan
güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan
varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi
surete göre izhar etmiştir. Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı,
iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti
gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri
seçmiştir. Allah Teâlâ irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet,
âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel
edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
Allah Teâlâ’nın namazın sözlerinden ‘Allah
Teâlâ’ zikrini seçmesine gelirsek, çünkü Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en
büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz
taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’279 Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı
zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur.
Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede
şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede insandan
uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar,
üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de
kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca
şeytan tekrar saptırmaya başlar.
Allah Teâlâ gazaba karşı rahmeti
seçti. Rahmetin fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her
şeyi kuşattı. Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık
olmayan saf gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım
bir insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).™0 Böylece gazabı düşme özelliğiyle
nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve
içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla
düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini
sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki
rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bileonu
içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı
içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu
nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten
çıkmasa bile onlarm da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah
Teâlâ her şeye kadirdir.™1 Allah Teâlâ’nın dünyada ateşte
yarattığı yarar ve rahata balcınız! Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bazı
hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden başka bir şey
olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme ilaçların en
keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir. Gerçekte o,
eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi gayret, bu
yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.
Allah Teâlâ iki zıttan varlığı tercih
etti, çünkü varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi
niteliğini tercih etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar
sahibidir. İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah
Teâlâ dilerse sizi götürür, başkasını getirir™2 der. İktidar varlıkta diretmiştir.
İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun adı, elMani’dir. Men etmek
yokluktur.
Allah Teâlâ (olumsuzlamaya karşı)
ispatı tercih etti. İspat kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey
yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de
yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle
ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hakk
kendisinden bunu istediğindevarlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat
hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.
Nurların arasından seçilen ışığa
gelirsek, nurlar perdelerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem perde
nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl gerebilirim Ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ,
kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü
nurun bu perde nurlarının arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına
örnek olarak, mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz.
Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların
kalkmasıyla Hakk görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme
esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında
kendilerini görürlerdi.
Allah Teâlâ Adem’in suretini tercih
etti, çünkü Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel
isimlerini ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teldif edilen
emaneti üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline
ulaştırmaktır. Gölder, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise
onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı
bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan
bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise,
bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilgüıin konusu ise O’nu bilmemektir.
Allah Teâlâ cedel ve diğer kanıtların
arasından varlık kanıtını seçti. Bu kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi
ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur.
Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir.
Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik bilgide bir açıdan cedelci
kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.
Allah Teâlâ indirilmiş şeriatı seçti.
Bunun nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda
içermesidir. Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar
ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar,
amellerin kabulü, derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin
ispatıyla ilgili değildir. Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş
şeriatlar ifade edebilir. Allah Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler
geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet
edenler, Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu
şeriat içinde iyi adetler ortaya koymuşlardır. Bu adeder, kendilerine
indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına uygundur ve onlara bu adederi ortaya
koyma izni veren Şâri’dir. Aidi yasalar ise bu insanların yaptığı bu adetler
değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın doğru hareketi
tercihine gelirsek, Allah Teâlâ -kendi hakkında belirttiği gibidoğru yol
üzerindedir. Allah Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis
etmiştir. Mutlu, kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve
ahirette bu yol insana özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre
diriltilecektir. Allah Teâlâ günahkârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen
ki, günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik
hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın
ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu
niteliğin sahibi olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu
surete tahsis etti. Çünkü insan, bu doğrusal hareketin üzerindebaki kalan
muduluk ehlidir ve bu nedenle onu ‘halife’ diye isimlendirdi.
Allah Teâlâ güneşi seçmiştir, çünkü
güneş bütün ulvî ve süflî aydınlık yıldızlara yardım eder. Bu nedenle İbrahim
Peygamber, ‘Bu en büyüktür™4 demişti. İki yaklaşıma göre güneş,
Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (as.) oradadır.
Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın
yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök,
mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa
bilemesafe bakımından ve başlarımıza nispede yüksektir. Güneş doğumu ve
batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı
ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının
ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar,
bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına
güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o
talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.
Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’i seçmesinin nedeni ise, diğer insan mizaçlarından ayrı
olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu mizaç sayesinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Âdem henüz toprak ve su arasındayken
peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir haldeydi. Bu konu, Misak
ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah
Teâlâ kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘Ben sizin
Rabb’iniz değil miyim?’285 diye sorduğunda, Âdemoğullarını
Âdem’in sırtından çıkartmış, onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey
insanların üzerinde doğdukları fıtrat iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu
toplama hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar
sıralı askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlerime mertebesinde
toplamıştır. Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada
sırt sırta gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının
sırtına dönük olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde
davranır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı askerlerdir .
Toplanma mertebesinde,
gözüken ve ayrılan
Orada tanışmış olanlar
birbiriyle uzlaşır
Birbirini tanımayanlar ise
burada ayrı düşer
Ahirette herkes bu tanıklığı
onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında bulunmayacaktır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar, uyduklarından
uzaklaşacaktır.’286 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede
öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir
yönü, Âdem’in isimleri öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
ise ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O,
kıyamet günü bütün yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî
ve müminler gibi şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen
günde makam-ı mahmud Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir.
Allah Teâlâ kadınlar içinden Meryem
ve Asiye’yi seçti. Bu durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları
demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve
bu derece gerçektir, kaybolmaz.
Allah Teâlâ ağaçların içinden
Sidre’yi seçti. Sidre, kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır.
Amellerin suretleri onun altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki
amellerin nurlarıdırdiledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları
niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve
amellerin suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları
betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller
ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da
mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı
aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan,
aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olamnkinden farklıdır. Dolayısıyla
amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle
sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara
haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve bu
nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları niteleyemez.
Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla gelecek nur
elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır. Kirazları
iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.
Allah Teâlâ evlerin içinden Beyt-i
mamur’u seçti, çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış
meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in
kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i
mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar.
Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bîr kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler.
Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Alemin
tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir.
Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların
tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın
her şeye -şey olmayana değilgüç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise,
‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey
kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’
hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.
Hakk taşlar içinden Hacer-i evsedi
seçti, çünkü onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere
indirdi. Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli
ibadet eden kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine
getirmekten aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu
nedenle donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey,
gelişme özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise,
yönlerde tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden
ayrıştığında, kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına
varmadığı gizli bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat
gerçeği olduğu gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi
yetindi ya da Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi
mi bilemiyorum. Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Allah Teâlâ insandan kalbi seçti.
Kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir.
Gün ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması
nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı
arasındadır ve onu Rahman halden Hakk çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle
birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi
verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma
esnasmda gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa
ulaştırabilirbir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla
gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı
şekilde diğer hal ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp,
doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman)
otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir
müjdedir: ‘Ey kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’287
Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı
halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmeyiniz.,2m Çünkü sizi saptıran, Rahman’ın
parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları
bağışlar.’289 Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu
ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz5290
ayetini uzlaştırırız. Hakk şirld dilediği şekilde cezalandırır, sonra
Rahman’ın parmağı onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır.
Şirkin dışında (kalbin değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır.
Bunların bir kısmı, cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler,
müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat
ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir
cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse herkesin rahmete
ulaşması zorunludur.
Allah Teâlâ olguların içinden
toplanmayı seçti, çünkü toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar.
Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur (güç yedrilen) olmalıdır. Toplama,
seçilen şeydir ve ilahi isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle
zorunludur.
Allah Teâlâ renklerden beyazı seçti.
Çünkü bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı,
kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle
varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu
gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde
ise aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini verebiliriz.
Onlarm yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki haklarında kara
hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş
sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün
görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.
Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,
çünkü melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan
üflenir. Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen
ruhtur. O, hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat,
nimet; nimet ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin
mizacı hakkında ‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimedenir’ demiştik. Bunu
anla! Şâri’nin -anlarsan‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet
ehli olan cennedikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler
hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir.
Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın
hükmüdür.
Allah Teâlâ bineklerden Burak’ı
seçti, çünkü Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları
kendinde toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı'deniz ve kara
hayvanları öyledir.
Allah Teâlâ Arefe günü duasını seçti.
Bu dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde
huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.
Allah Teâlâ surelerden ‘De ki,
Allah Teâlâ birdir’291 (ihlas) suresini seçti. Çünkü bu
sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi bir
şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin bu
surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir bilgidir. Allah
Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların birliğiyle
bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile
irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile irtibatı gibi değilAllah Teâlâ ile irtibatlıdır.
Çünkü Ahir evveli talep ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere
muhtaç değildir. Bu, özü gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile
nitelenen Allah Teâlâ isminden Ahir’i talep eder.
Bu surenin sonunda gelen birlik ile
içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile irtibatıyla
beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı talep
ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’292
Allah Teâlâ ayetlerden
Ayete’l-Kürsi’yi seçti. Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk
olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka
bir ayette bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah
Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’293 Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi
gaip zamirle ispat etmiş ve olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir
isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı
olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O, kazanmış olduğu her şey ile kendisinin
dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve
dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah
Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah
Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir. ‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk
ve köle olarak O’na aittir. Allah Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için
korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi,
hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır.
‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız
olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her şeyin O’nun izninden olması gerekir.
Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde
şefaatçileri ve haklarında şefaat edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu,
onların üzerinde bulundukları durumdur. ‘Artiarındakini de bilir.’ Bu ise,
kendisine dönmeleridir. ‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen,
eşyaya dair bilgisidir. ‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler,
bütününü değil! ‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’
Yani, ulvî ve süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez
O'na.’ Çünkü söz konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide
sürekli yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması,
zâtından kaynaklanır. ‘Azimdir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin
bulunduğu ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure, isim ve zamir arasında on
altı yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir
ayette bulunamaz. Ayette beş isim açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy,
el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde
gizlenmiştir. İlcisi ise bâtında gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir,
bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve
meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla kimse O’nun bilgisinde ya da
meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar, irade edilen gerçekleşip
bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu nedenle zamir, bilgi ve
iradede gözükmemiştir.
Allah Teâlâ
Kuran’dan Yasin’i seçti, çünkü bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı
on kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine
mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin) mensup bu
sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona ait olan, güneşin
şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi, canlanmanın geri
gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye başlamasıdır. Bunun yanı
sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz konusu nefesleri kış
mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava, dışarıya
çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce onları
yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde
bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi
şe’nler, bu burca aittir. ,
Allah Teâlâ sözden Kuran’ı seçti.
Çünkü Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama,
çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de)
ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur’ zikrini seçti. Çünkü bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir.
Başkasında bu özellik yoktur.
Allah Teâlâ hallerden rızayı seçti,
çünkü o, Hakk’tan mudular adına gerçekleşecek son müjdedir. Bundan sonra bir
müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer aldığı gibi, ebediyete eşlik eden
ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir
müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret esnasında görmenin geçeldeştiği Kesib’te
gerçekleşir.
Allah Teâlâ mekânlardan cenneti
seçti. Orası mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun
mukabili olan yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin
otoritesinin gereğinden gizler.
Allah Teâlâ görmeyi seçti, çünkü o
gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzma benzemez. Çünkü o, ibadet edilen
hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •
Allah Teâlâ sayılardan doksan dokuzu
seçti, çünkü o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir
araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan kimse
cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından öğrenmedir.
‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’
Allah Teâlâ ibadetlerden farzları
seçti. Çünkü farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi
nitelikleri olmasıdır. Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun
duyması ve görmesi olmasını sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir
ve bu nedenle farz önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste)
belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle
inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın
niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır.
Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde
Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur.
Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu
sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben ku-
lumun kavuşmasını daha çok özlerim,
hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen sözleri
söylemezdi.
Allah Teâlâ zamanlardan kadir
gecesini seçti. Çünkü eşya Haklc’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk,
gaybdır. Böylelikle kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de
tıpkı gaybın gizlenmesi gibi örtünür.
Allah Teâlâ günlerin içinden Cuma
gününü seçti, çünkü onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere
tahsis etti. Bu ise, nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes
(dişi) bir gündür. Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah
Teâlâ onda bir saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer,
aynaya yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile
aynaya bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği
gibi işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb;
o, o ikisi, onlar, sen, siz, siz ildniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi
zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun korumadığında (nî
şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak
enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una
harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye
nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri
konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun
varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan
(vikaye) başka bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı Yaratan’ın
niteliğinden ona ait Mertebeden de; o daim ve baki olandır
Allah Teâlâ sıralı olarak üç asrı (ve
nesli) seçti. Bunların ilki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir. Böylece Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin
şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış,
hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz konusu şeriatlardan
neshedilen ve edilmeyen her şeyi
ispat etmiştir. İşte bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur
ehli olan iki asır daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara
aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt
verir. Bu durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar.
‘Aranızda Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur.
Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri
ise birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i
göreni göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da
fetih nasip olur.’ Peygamber buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi
mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden
ibarettir. İşte bu asırların en hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın
(neslin) inayetiyle hepsine fetih nasip olmuştur ki kastedilen Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi,
kendisini görene veya onu göreni görene ya da onu göreni göreni görene fetih
nasip etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘En hayırlı asır
benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile
getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe benzettik. Peygamber’in davet
dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun
zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen
görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den
kıyamete kadar bir ‘a/ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.
Allah Teâlâ orucu tercih etmiştir,
çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine soru soran birine ‘Oruç
tutman gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile
getirmiştir. Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’294 ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi
hadiste ‘Oruç benim içindir5 der. Halbuki bütün ibadetleri insana
ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih Allah Teâlâ’ya ait olabilir.
Ayların içinden Ramazan’ı seçti.
Bunun nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve
böylelikle senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni,
bereketinin senenin Jtüm aylarına yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu
bereket, senenin her aymda ortaya çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir
pay gerçekleşir. Bize göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra
Recep, sonra Şaban, Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir. Kameriayların fazileti
hakkındalci bilgim bu kadardır. Senenin diğer aylarının faziletinin
sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve
Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin sıralanışı hakkında bilgim
yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır.
Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim
olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.
Unsurlardan suyu tercih etti. Çünkü
her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile
öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek),
en büyüle unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka
şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en
büyük unsurudur.
Felelderden Arş’ı seçti, çünkü Arş
bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felelder
içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş,
ilktir ve ihata edendir. ErRahhıan istiva ennele için bu iki niteliği, yani
ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması
yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu
durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü
gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm gibidir; Arş’ın içinde
Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.
Allah Teâlâ kullardan melekleri
seçti, çünkü onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler
diğer yaratıklara göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir.
Bunun nedeni, doğanuı karanlığını bilmesidir.
Allah Teâlâ yerlerden Amâ’yı seçti.
Amâ, âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri
yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış,
onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar,
Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal
olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı
iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her
nerede olursak bizimle beraberdir.
Allah Teâlâ insanlardan resulleri
seçti. Bunun nedeni, onlarm hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah
Teâlâ onları kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ
bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu
bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir
bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı
tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve
kanıtiarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı
bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise,
zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara
tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya
yaldaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce
deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur (ke-mislihi),29S
ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait bir harf olarak
bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ
etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah Teâlâ’nın zâtı
ve O’na yaklaştırıcı ameller, terlder ve nispederle ilgilidir.
' Allah Teâlâ isimlerden Allah Teâlâ
ismini seçti. Onu kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen
fakat başkasının nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler
bu ismin niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak,
bir zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler
ve harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan
başkası o isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın
olamayacağını kanıdadığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden
uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri
ibret ve basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam
olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların
ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları
belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu taksime her şey girer. Bu bölümde Allah
Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları içinden her türden seçip ayırdığı tek
tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar, kendi başına var olan veya var
olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı olarak bir mekâna yerleşen türler,
bundan bir araya gelen ve gelmeyen varlıklardır. Alemin ve varlıkların
kısımları, belirttiğimiz hususlarla sınırlıdır. Burada aklın tek başına
anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır. Bu ise, eşyanın mertebelerinin
ayrışması, birbirlerinden etkilenme, birbirlerini etkileme ve birbirlerine
dayanma bakımından derece derece olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine
olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez.
Bu üstünlük, kalplerimize bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve
nebevi haberlerde tebliğ ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka
bir yol yoktur!
Sünneder aidi delillerdir, çünkü onlar
bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın
durumunu bildiren şer’î bilgilerdir. Ey Allah Teâlâ’nın kulları! Kitabında ya
da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk
ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız.
Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da
çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik
ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve Hakk’tan
kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade etmiştik.
Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız hususları
bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla
ilgili hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir
ki> Akıl haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve
bildirdiği işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve
Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız. Allah
Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin. Allah Teâlâ’ya
ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksan beşinci kısım sona erdi ,onu
‘Vera’ hakkındaki doksan birinci bölüm ile doksan altıncı kısım takip
edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar