Print Friendly and PDF

YİRMİ ALTINCI SİFİR 2. Bölüm

 


ÜÇ YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜM

Artış Menzilinin Bilinmesi, Varlık Sırlarından Bir ve İki Sırrın Bilinmesi, Değişmenin Bilinmesi; Bu Menzil Muhammedi Mertebeden Öğrenilir

Amellerdeki artış onların suretlerinde Ey adam! Nimetlerdeki artış da öyle

Bir tek sevgi adamları bilir onu Ne sayı ne ecel sınırlamaz onları

Nimetlerin içinde ‘nazar’ sahibi için tuzak var Kesindir o, tuzağında ise emelimiz

Mertebesinin sırrından çıkmış Sadece bilgi ve amel korur

Ferlerin bir aslı var onları ortaya çıkartır

Kendisine bakanlara, bize böyle misal verildi                                   v

Bilmelisin ki, bütün eşyada ve bütün olaylardaki hikmet, varlıkla­rın kendilerine değil, mertebelere aittir. Mertebelerin en yücesi ise ilahlık, yani ulûhiyet iken en aşağıdaki mertebe ubudiyettir. Sadece bu iki mertebe vardır ve sadece Rab ve kul vardır. Fakat ulûhiyetin bazı hü­kümleri vardır ve onlardan her biri bir rütbe gerektirir. Bu hüküm ba­zen İlah’ta bulunur ve bu durumda kendisi hakkında hüküm veren Allah Teâlâ’dır. Söz konusu hüküm manada mertebenin hükmüdür ve o hü­kümle ancak mertebenin sahibi hüküm verir. Çünkü mertebe var olan bir şey değil, makul bir şeydir ve kendisiyle hüküm verilen belli bir nispettir. Onun hükümleri vardır. Bu bağlamda en garip işlerden biri madum yani var olmayanın tesiridir. Bazen bu hüküm başkasında yani bir mevcutta ya var olan bir şey veya nispet olarak bulunur. Öyleyse hüküm sadece mertebelere aittir. Aynı şekilde ubudet yani kulluk mer­tebesinin hükümleri olduğu gibi her hükmün belli bir rütbesi vardır. Bu hüküm bazen kulun kendindedir; bu durumda kul üzerinde hüküm veren bizzat kendisidir ve sanki bu durumda kul hükmü kendisi adına gerektiren mertebenin vekilidir. Veya hemcinsi olan birisi veya başkası hakkında hüküm verir. Kul için sadece benzer ve başka vardır. Hakk söz konusu olunca, O’nun benzeri yoktur ve sadece başka vardır.

Mertebe hükümlerinden Hakka dönen birinci hüküm özü gereği varlığının zorunluluğudur. Başka bir hüküm âlemden müstağniliği, di­ğer bir hüküm rahmetiyle müminlere yardım etmesini kendisine zo­runlu tutması ve bütün celal nitelikleridir. Bu nitelikler, Hakkın tenzih edilmesini ve yaratıklarıyla arasında benzerliğin reddedilmesini gerekti­ren niteliklerdir. Hakkın zatı gereği, kendi dışındakilerin varlığını ge­rektiren hükümlere gelirsek, bunlar kerem, ihsan, cömerdik, var etme bütün yaratma nitelikleridir. Bu niteliklerin birisinde bulunması ve bi­risi hakkında olması gerekir. Öyleyse ‘başka’ olmalıdır. Bu bağlamda sadece kul vardır. Bunların içinden kulu talep eden bir eser meydana gelince, o eserin zorunlu olarak İlah’ta aslı bulunmalıdır ve söz konusu aslı mertebe gerektirir; bunun böyle olması kaçınılmazdır. Allah Teâlâ’ya bu mertebeden bir takım özellikler mahsustur ve bunlar daha önce ifade ettiğimiz üzere yaratıkların varlığını talep etmeyen nitelilderdir. Kul olmak bakımından kulun mertebesi de sadece bir kulda bulunabilecek hükümler talep eder. Öyleyse söz konusu hükümler özü gereği bütün kullarda bulunur. Sonra onların bir takım hükümleri daha vardır. Bu hükümler ise benzerlerin varlığını ve Hakkın varlığını talep ederler. Onların bir kısmı, kul Hakkın veya kendisi gibi bir kulun halifesi ve naibi olunca, mertebenin sahibinin niteliklerinden halifelik mertebesi­nin gerektirdiği özellikler kendisine giydirilir. Çünkü vekil vekili oldu­ğu kimsenin özellikleriyle gözükmezse, hemcinsleri arasında hükmünü icra edemez. Halifesi olduğu kimsenin suretiyle gözükmesi ise efendi­lik mertebesinin verdiği şeyden başka bir şey değildir. Böylelikle kulluk ve halifelik mertebesi ona bazı hükümler kazandırır ki bunları efendi­sine ve kendisini halife atayan kimseye yönlendirmesi mümkündür. Aynı zamanda kendisinin de bir takım hükümleri vardır, bunları ancak üzerlerinde halife atandığı kimselere yönlendirmesi mümkündür.

Halifelik küçük ve büyüle halifelik diye ikiye ayrılır. Kendisinden daha büyüğün olmadığı büyük halifelik, âlemdeki büyük imamlıktır. Küçüğü ise insanın nefsine halife olmasıdır. Bu ikisinin arasında bulu­nanlara ise üzerindekine göre ve kıyasla küçük denilir. Her halifelik altındakine göre büyüktür. Kulun efendisindeki etkisine gelirsek, bu et­ki, efendinin kulunun maslahatlarını yerine getirmesidir. Bu sayede efendilik hükmü onun üzerinde kalır: Kulun maslahatlarını yerine ge­tirmeyeni efendilik mertebesi azleder. Çünkü mertebelerin görevlen­dirme hükümleri olduğu kadar -her kim olursa olsunbizatihi -yoksa kabule bağlı değildirazletme hükümleri ve yetkileri vardır.

‘Halife’ olmak bakımından kulun kendisini halife yapan herhangi bir varlıktaki (Hakk veya kendisi gibi bir insan) etkisi ise hükmünü kendilerinde uygulamak üzere üzerlerine halife yapıldığı kimselerin varlığını sağlamaktır. Yöneteceği kişiler yok ise halife değildir. Başka bir ifadeyle üzerlerinde halife olacağı kimseler yoksa halifelik de olmaz. Halifenin bir mekânı olmalıdır ki ihtiyaçları karşılamak üzere o me­kânda bulunsun. Bakınız! Mertebeyi kabul etmeyen Hakk için ulûhiyet mertebesi, göğü yaratmasını gerektirmiştir. Allah Teâlâ göğü kendisi için Arş yapmış, sonra onun üzerine yerleştiğini zikretmiştir. Bu sayede duayla kendisine teveccüh edilir ve ihtiyaçlar O’ndan talep edilir. Kul da nereye yöneleceğini bilmeyen şaşkınlıktan kurtulur. Çünkü Allah Teâlâ kulu yön sahibi olarak yarattığı gibi üstte bulunmak, gök, arş, yönleri ihata etmek gibi ifadelerde kendisi için yön belirlemiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’395 Bir hadiste şöyle de­nilir: ‘Rabbimiz yakın göğe iner ve şöyle der: Tövbekâr var mı? Dua eden var mı? İstiğfar eden var mı? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir’ der. Bütün bunlar -iyi düşünürsenmer­tebelerin hükmüdür. Mertebeler âlemden kaybolsaydı, hakikatlerin ke­sinlikle varlığı kalmazdı. Bunu anlamalısın!

Üst mertebede olan aşağı mertebede bulunanın kendisini tanıma­sını istediğinde, ona kendisini bizzat tanıtması gerekir, çünkü aşağıdakinin üstteki hakkında bir tecrübesi yoktur ve üstte bulunan aşağıdakini ihata eder. Kendini tanıtması ise üsttekinin aşağıdakine tenezzülüyle gerçekleşir. Çünkü aşağıdakinin üsttekine yükselmesi mümkün değil­dir; yükselseydi varlığı yok olurdu. Çünkü onun yükseklikte bir tecrü­besi ve kademi yoktur. Öyleyse aşağıda bulunan sürekli olarak kendi mertebesinde sabit olarak kalmayı sürdürür. Üstte bulunan ise kendi mertebesinde bulunduğu halde inebilir. Başka bir ifadeyle mertebesin­de sabit olmasından dolayı kendisi hakkında inme hükmü verir. Öyley­se üstte bulunan inişi halinde yine de üst mertebesinde sabittir, çünkü inmek mertebesinin gerektirdiği hükümlerindendir. Allah Teâlâ sefirle­rine böyle davranmıştır. Onlar, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına gönderdiği elçile­ridir. Binaenaleyh Allah Teâlâ her peygamberi kavmine açıklasın diye kendi kavminin diliyle göndermiştir. Peygamber genel gönderildiğinde her­kes onun kavmi haline gelir ve bu nedenle ona cevamiü’l-kelim verilir. Cevamiü’l-kelim hitabı ayrıştırmak demektir. Hz. Adem ilahi isimler vasıtasıyla kemale ermişken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cevamiü’l-kelim vasıtasıyla kemale ermişti. Böylelikle peygamber o insanların Rabbinin elçisi ola­rak kendi dilleriyle ve lehçeleriyle onlara peygamber olarak gelmiştir. Başka bir ifadeyle onları kendileriyle Hakka davet etmiştir.

Sonra Peygamber onlara kendisine göre yaşadıkları şeye göre şeri­at getirmiş, söz konusu yasaların Allah Teâlâ katından olmasının dışında bir husus eklememiş, insanlar da Allah Teâlâ’ya yaklaşmak amacıyla onlarla hü­küm vermişlerdir; bu yakınlık, Allah Teâlâ katında kendilerine mutluluk ka­zandırır. Peygamber onlara kendilerine göre yaşadıkları şeyleri yasa yapmıştır dedik, çünkü her ümmet maslahadarımn kendisine bağlı ol­duğu belli bir yasaya göre davranır. Bu maslahadar beş tanedir: Her şeyden önce her toplumun önderinin ve yasa koyucuların insanlara zo­runlu kıldığı bir yükümlülük olmalıdır ki onlara zorunlu iken bizim farz dediğimiz şeye karşılık gelir. Bunun yanı sıra mendup, haram, mekruh ve mubah olmalıdır. Çünkü onların sınırında duracakları bu hükümlerle ilgili bir takım hadler ve cezalar bulunmalıdır, insanlara Allah Teâlâ katından şeriat onların üzerinde bulundukları hükümlere göre gelir.

Aynı şey mendup, mekruh ve mubah için geçerlidir. Çünkü hü­kümlerde onlar adına bazı hadlerin ve sınırların olması zorunludur. Onlar bu sınırlarda ve hadlerde durur. Allah Teâlâ katından gelen şeriat da onlara teorik düşünceleriyle geliştirdikleri hükümlere göre gelmiştir. Onlar bu hükümleri kendi düşünceleriyle ortaya koyduklarını iddia ederler, hâlbuki gerçekte söz konusu hükümler -farkında olmadıkları bir yöndenAllah Teâlâ’nın onların nefislerine yerleştirdiği hükümlerdir. Bu nedenle o hükümlere uymaları halinde bilmedikleri bir yönden Allah Teâlâ katında sevap kazanırlar. Onlar bunu bilmeden Allah Teâlâ’nın katma göçtük­lerinde sevabmı bulurlar.

Allah Teâlâ’nın her peygamberi kavminin diliyle gönderdiğini görünce, şunu anladık: Allah Teâlâ kendisini bilmemizi murad edince, O’nu kendi­mizden tanıyabileceğimize de hükmetmiştir. Allah Teâlâ’yı zatının gerektirdi­ği tarzda tanıyamayız. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın bize nefsimize göre tanınması O’nun zatının iktiza ettiği bir durumdur. Fakat O’nun zatı­nın bizden ayrıştığı yönüyle kendisiyle bize tanındığı yön birbirinden ayrılır. Yaratıklar pek çok mertebeye sahiptir. En kâmil mertebede ise insan vardır. Bu durumda âlemdeki her sınıf insanın kemaline göre parçadır. Öyle ki, hayvan insan bile insan-ı kâmilin parçasıdır. Âlem­deki her tikelin Allah Teâlâ’ya ait bilgisi tikel bir bilgiyken insanın bilgisi öyle değildir. Onun Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisi bütün âlemin Allah Teâlâ’yı bilgisine karşılık gelir. Başka bir ifadeyle insan-ı kâmilin Allah Teâlâ hakkmdaki bilgisi tümün bilgisi değil tümel bilgidir, çünkü tümün bilgisi olsaydı, Allah Teâlâ peygamberine şöyle demesini emretmezdi: ‘De ki benim bilgimi artır,’396 Bunun Allah Teâlâ’dan başkası hakkında bir bilgi olduğunu mu zannedersin? Hayır, hayır! Allah Teâlâ hakkında bir bilgidir peygamberin istediği! Allah Teâlâ insan-ı kâmili kendi suretinde yaratmış ve ilahi surete göre yaratılmış olmakla bütün isimlerin parça parça kendisine verilmesi mümkün ola­bilmiştir. Bununla birlikte Rab ile kul arasındaki farkın ortaya çıkması için de tek cümlede bütün ilahi isimler insana verilmez.

Allah Teâlâ’nın her bir güzel ismiyle -ki bütün isimleri esma-i hüsna, yanı güzel isimdirkâmil kul çağrılabildiği gibi efendisini de çağırabilir. Hakk ilahi isimlerden bir kısmıyla kulunu övmek üzere kulunu adlandı­rır. Bunlar rahmet, lütuf ve cemal isimleridir. Bir kısmıyla kulunu kı­namak üzere çağırır ve adlandırır. Misal olarak ‘tat, sen aziz ve kerim­sin397 ayetini verebiliriz. Kavmi arasında da bu adla isimlendirilen ve çağrılanlar vardı. Fakat Hakkın kulunu böyle adlandırması, kınamak ve onunla alay etmek amacı taşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay ederiz, bileceksiniz’39*

Allah Teâlâ içimizden kâmil olanları ilahi surete göre var edince, kâmil insan -kendisine verilen kemal nedeniylenefsini bilmeyle birlikte Allah Teâlâ’yı bilmiştir. Kâmil kul bütünüyle Hakk’tır ve gerçekte kendi hakika­tinden fani olmuştur, çünkü o zatıyla O’na mukabele etmiştir. Bu ne­denle Allah Teâlâ ona muhabbet etmek üzere bir benzer vermiştir. İnsan-ı kâmil âlemde her neyi severse, yani âlemde sevdiği at, ev, para, dirhem gibi şeyleri onlara uygun parçasıyla onu sevmiş, onu severken insanın o parçası kendinden geçmiş, bu parçanın dışındaki kısımları ise ayık kalmış, fani olan kısmın bunlarda bir etkisi olmamıştır. Buna karşılık kendi cinsinden bir cariyeye veya oğlana âşık olduğunda, durum deği­şir, çünkü insan bu durumda bütün zatıyla ve bütün parçalarıyla ona karşılık verir. Kendisini gördüğünde bütünüyle -yoksa bir parçasıyla değilsevdiğinde fani olur ve tam olarak ona karşılık verdiği için üze­rine kapanır. İşte kul da Hakkı gördüğünde veya kendisini tahayyül et­tiğinde ve müşahede ettiğinde O’nda fani olur, çünkü insan-ı kâmil Hakkın suretindedir ve O’na zatıyla mukabele eder. Bu durumda hiç­bir parçası ayık kalmaz ki, Hakkı müşahedede fani olan kısımları o parçayla bilebilsin* Alemdeki her parçanın Hakk karşısındaki durumu böyledir. Hakk tecelli ettiğinde her şey O’na boyun eğer ve fani olur. Çünkü âlemdeki her şey, kendisine verdiği ölçüde, Hakkın suretinde­dir. Başka bir ifadeyle herhangi bir şeyin Hakkın sureti olmayan varlığı yoktur. Öyleyse Hakk tecelli ettiğinde âlemin fani olması kaçınılmaz iken Hakk halkta fani olmaz. Çünkü Hakk karşısında halkın durumuyla halk karşısında Hakkın durumu aynı değildir. Hakkın halle ile ilişkisi, insanın âlemdeki başka bir sınıfla ilişkisi gibidir.

Hakkın tecellisi esnasında âlemdeki her şeyin fani olması hakkında söylediğimize dikkat etmelisin. Bununla birlikte Hakk halkı görmekle fani olmaz. Şeriat rabbani tecelli esnasında dağın parçalandığını ve Hz. Musa’nın bayıldığını zikretmişti. Öyleyse Haktan sahip olduğumuz bilgiyi öğrendik. Bizim aramızda ise kâmil ve daha kâmil olanlar var­dır. Çünkü Allah Teâlâ her şeye yaratılışını vermiştir. Allah Teâlâ bu nimederi ku­luna ifade edip kendisine doğru yolu gösterdiğinde şöyle der: ‘Ya şük­reder.’399 Şükrederse nimederini artırır, çünkü biz Allah Teâlâ’nın kula ken­dinden olan şeyi verdiğini yoksa kayıtsız anlamda bir şey vermediğini belirttik. ‘Ya da nankör olur.’400 Yani nimete nankörlük yapar. Bu du­rumda Allah Teâlâ nimeti ondan çekip alır ve bu davranışına karşılık ona azap eder. Öyleyse insan hangi yolda yürüdüğünü görmek üzere, ken­dini kontrol etmelidir! Allah Teâlâ’nın beyanının ardında bir beyan olamaz.

Hz. Musa Israiloğullarına şöyle der: ‘Siz ve yeryüzündeki herkes in­kâr etseniz Allah Teâlâ müstağni ve hamiddir.’401 Yani Hz. Musa Allah Teâlâ’nın âlemi (kendisi için değil) âlem için yarattığına dikkat çekmektedir. Allah Teâlâ’ya ibadet etmesinin maksadı ise kendisini tanımasıdır. Çünkü insan ken­dini tanığında, rabbini de tanır ve Rabbi hakkındaki bilgisinin karşılığı en büyük karşılık olur. Bu nedenle şöyle der: ‘Ancak bana ibadet etsinler diye...’402 İnsanlar Allah Teâlâ’yı tanımadan kendisine ibadet edemez. Öte yandan O’nu tanıdıklarında kendisine zatî bir şekilde ibadet ederler. Onlara ibadeti emrettiğinde ise zatî ve genel ibadet de olmakla birlikte, özel olarak ibadet ederler ve Allah Teâlâ da davranışlarına karşı onları ödül­lendirir. Öyleyse Allah Teâlâ onları ancak kendileriiçin yaratmış ve bu ne­denle kendinden bildirirken ‘âlemlerden müstağnidir403 buyurmuştur. Hz. Musa’nın yeryüzünü zikretmiş olmasının nedeni, her şeyin bu­lunması nedeniyle onun varlığının kemalidir. Yeryüzünde bulunan ve onu kemale erdiren ise âlemin bütün hakikatlerini kendinde barındıran insan-ı kâmildir. Ayrıca ‘arz’ demiş olması, yeryüzünün zelil olmasın­dan kaynaklanır. Yeryüzü bu özelliğiyle kulluk makamının koruyucu­dur. Hz. Musa adeta şöyle demiştir: Siz ve Allah Teâlâ’nın bütün kulları inkâr etmiş olsa bile, Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir. Bu nedenle Allah Teâlâ yeryü­zünü halifeliğin yeri ve menzili yapmıştır. Sanki kinaye yoluyla şöyle der: Ben yeryüzünde onların içinden bir halife yaratacağım. O kendi halinde kulluğunu sürekli yapacaktır. Yani Allah Teâlâ’nın insanı halife yap­masını sağlayan nitelikleri onu kendi mertebesinden perdelemez. Bu nedenle onu halife yaptık ve onu imam diye zikretmedik. Çünkü halife -verilen bu ismin hükmü nedeniyleüzerlerine halife olacağı kimselerin varlığını talep eder. Buradan onun ezilmiş ve hükme mahkûm olduğu öğrenilir. Öyleyse Allah Teâlâ onu kendisine öğüt bulunan bir adla isimlen­dirdi, çünkü insan unutma, yanılma ve gaflet özelliğiyle yaratılmıştır. Halife adı ise onu halife atayanı hatırlatır. Halife demeden imam ola­rak adlandırmış olsaydı, belki imamlığıyla kendisini imam yapandan habersiz kalacaktı. Hâlbuki halifelik söz konusu olduğunda iş öyle de­ğildir. Çünkü imamlık halifelikteki hatırlatma gücünde değildir. Bu nedenle kâmiller topluluğu hakkmda Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi yeryüzünde halifeler yapmıştır.’404 Bu söz onların kulaklarına düşmüş, halifelik hükmüyle âlemde tasarruf etmişlerdir.

Allah Teâlâ İbrahim’e Âdem’in ve dilediği kullarının halifeliğini duyur­duktan sonra şöyle der: ‘Seni insanlar için imam yapacağım.’405 Çünkü Allah Teâlâ İbrahim peygamberin halifeliği özümsediğini bildiği için onu bir isimle isimlendirmenin önemi yoktu. Nitekim Allah Teâlâ Yahya’yı ‘efendi’ diye isimlendirmiştir. Arifler Hakkı Hakk ile tanıdıklarında O’nu kendi düşüncesiyle bilenlerden ayrışmış, kendileri mutlak olarak bilmişken başkaları sınırlamışlardır. Böylece arifler Hakkı her şeyde veya her şe­yin aynı olarak müşahede etmişlerken O’nu teorik düşüncesiyle bilen­ler tenzihin gerektirdiği uzaklık nedeniyle Hakkı kendisinden ayrı bilir­ler. Böylece akılcı insan Hakkı bir yana ve kendisini başka bir yana yer­leştirir, sonra da uzak bir yerden nida eder.

Halifelik halifeliği verenin suretinde ortaya çıkmayı gerektirir. İn­sanı halife atayan Hakk, kendisinin doğru yolda olduğunu bildirmiştir ve dolayısıyla bu halifenin de sırat-ı müstakim, yani doğru yolda bu­lunması gerekir. Halife yollara bakar ve onların çok olduklarını görür. Onların arasında Allah Teâlâ’nın yolu vardır: bir kısmı Aziz’in yolu, bir kısmı Rabbin yoludur, bir kısmı Muhammed’in yoludur, bir kısmı nimetle­rin yoludur. Bu yol ‘nimet verdiklerinin yoludur.’406 Başka bir ayette ‘Her birisi için bir yol ve minhac belirledik407 buyurur. Muhammedi imam, Muhammed’in yolunu seçerek diğer yolları bir kenara iter. Bununla birlikte hepsini onaylar ve onlara iman eder. Fakat ancak Muham­med’in yoluna göre ibadet eder ve halkına bu yola göre ibadet ettirir. Bütün yollara ait nitelikleri de Muhammed’in yoluna döndürür, çünkü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı geneldir. Böylelikle bütün şeriatların hükmü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına intikal eder. Onun şeriatı bütün yolları içerirken onlar Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatını içeremez.

Bu bağlamda yolların biri Allah Teâlâ’nın yoludur. O yol bütün işlerin kendisine göre yürüdüğü genel yoldur ve bu nedenle herkesi Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Allah Teâlâ tarafından konulmuş tüm şeriatlar kadar insanlar tara­fından konulmuş bütün yollar o şeriata dahildir. Öyleyse bu yol Allah Teâlâ’ya ulaştırarak bedbahtı ve muduyu içerir. Sonra bu yol üzerinde yürüyen kimse ya ilahi bir müşahede sahibidir veya perdelidir. İlahi müşahede sahibiyse, O’nunla birlikte sülük ettiğini görür. Böyle bir insan cebren ve zorla sülük edendir ve kendisiyle sülük eden onun rabbidir ve onun rabbi doğru yol üzerindedir. Nitekim Allah Teâlâ Hud’dan -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberlerindendiraktarırken onun böyle söylediğini bil­dirmiştir. Bu nedenle kulun varacağı yer rahmettir. Yolda güçlükler or­taya çıksa bile, bunlar Hakkın her gün kendilerinde bulunduğu şe’nlerden ona ilişen arazlardır. Bu husus ‘Rabbin her gün bir iştedir408 ayetinde belirtilir. İşin de böyle olması mümkün olabilirdi. Peygam­berlerden daha çok eşyayı keşfeden, hakikatleri müşahede eden ve Allah Teâlâ’ya giden yolları bilen yoktur. Bununla birlikte ilahi şe’nlerin ortaya çıkardığı güçlüklerden onlar da salim olamamış, canlarına eziyet vere­cek hadiselerle karşılaşmışlardır. Misal olarak yüzüne karşı davetinin reddedilmesini veya Hakka dair veya O’nun katından getirdikleri haki­kate dair ağır sözler duymalarını verebiliriz. Böyle sözlerden Allah Teâlâ kendisini tenzih etmiştir.

Aynı şey bu dünya hayatındaki hastalıklar, yaralanmalar ve dayak­lar gibi duyuyla algılanan acı veren durumlar için söz konusudur. Bu durum onun ve başkası adına genel bir durumdur. Acılarda Mutlu ve bedbaht eşit olabilir ve hepsi Allah Teâlâ katında belirlenmiş bir süreye kadar cezalandırılır. Bir kısmının süresi ölüm vaktine kadar sürerken sürekli rahadık ve ardından genel kapsayıcı rahmeti elde eder. Bunlar ‘büyük korkunun kendilerini ürkütmediği kimselerdir.’409 Onlar kendileri veya ümmederi adına korkmazlar, çünkü onlar dünyada ve ahirette tanın­mayanlardır. Söz konusu kimseler, içinde bulundukları rahatlık nede­niyle, peygamberlerin bile kendilerine gıpta ettiği insanlardır. Resuller büyük korku gününde kendileri hakkında değil ümmederi ve tabileri hakkında korkuya kapılırlar. Bir kısmının acısı genel sunulma ve arzın ardından cennete girinceye kadar sürer. Bir kısmının acılarda kalma sü­resi şefaade cehennemden cennete çıkmaya kadar sürer. Bir kısmının acılarda kalma süresi ise bir şefaatçinin şefaat etmesiyle değil bizzat Allah Teâlâ’nın ateşten çıkartmasına kadar sürer. Onlar teorik düşünmeden hareketle Allah Teâlâ’yı birleyenlerdir. Söz konusu insanlar iman etmemiş fakat inkâr da etmemiş, Şâri’nin sözü nedeniyle iyilik de yapmamış olanlar­dır. Onlar mümin olmamış, fakat Allah Teâlâ’yı birlemiş ve bu inanç üzere ölmüşlerdir. Onların arasından Allah Teâlâ hakkında bilgisi olup bilgiye sa­hipken ölenler, bilgisinin meyvesini devşirir. Bazen kendisini hayrete düşüren bir şüphe bilgisini zedeler ve gerçekte bilgi olduğu halde bilgi olduğunu zannettiği şeyden yüz çevirtir. Sonra hakkında hayrete düş­tüğü bilgi veya kendisini hayrete düşüren şey ortaya çıkar. Kıyamet gününde ise o şeyin gerçek olduğunu görür. Böyle bir insan da Allah Teâlâ’nın cehennemden çıkartacağı kimselerdendir ve bilgisinin meyvesi kendisine döner ve derecesine ulaşır.

Bir kısmının acılarda kalma süresi Allah Teâlâ katında bilinir. Bunlar ateş ehli olan ve oradan çıkmayacakları hakkında hüküm verilenlerdir. Sonra kendisi cehennemdeyken Allah Teâlâ’nın rahmeti onu kapsar ve kuşatır; böylece Allah Teâlâ onun adına ateşte bir nimet yaratır. Öyle bir nimettir ki bu cennetlikler ateşe bakınca acı duyduğu gibi o da cennete baksa acı duyacak Hakk gelir. Bunlar Allah Teâlâ’nın varlığı hakkında bilgileri olsa bile birliği hakkında kuşkuya kapılanlardır. Veya Allah Teâlâ’nın mertebesi hakkındaki bilgisine kuşku girmiştir. Bu kuşku onu şaşırtmış veya inandığı şeyin tersini inanmaya döndürmüştür. Kıyamet günü o bilginin ger­çekte bilgi olduğunun belli olması, artık yarar sağlamaz. Nitekim dün­yada da ümitsizlik halinde iman fayda sağlamaz. Böyle bir bilgi Allah Teâlâ’nın sahibinden çıkartıp Allah Teâlâ hakkında bilgisi olmayan muvahhidmümine giydireceği bilgidir. Bunun yanı sıra muvahhid müminin bil­gisizliği kendisinden alınarak cehennemlik olan o kişinin üzerine atılır. Bu durumda insan ateşteyken bilgisizlikten nimedenir; nitekim cahil mümin de onu dünya hayatında nimet saymaktaydı. Mümin ise Allah Teâlâ’nın birliği hakkında değilvarlığı hakkında bilgi sahibi alimden alınıp kendisine verilen bilgiyle cennette nimedenir. Söz konusu alim dünyada Allah Teâlâ’yı birlemeye kalktığı her defasında, O’nun birliğine dair bilgisine kuşku bulaşmış, onu hayrete düşürmüş veya bilgi olduğunu zannettiği şeyden yüz çevirtmiştir.

İşte cehennemde acı çekenlere yönelik nihai yardım budur. Bu sü­renin bitiminden sonra ise her nereye dönülürse dönülsün her bakım­dan nimet vardır. Ateşte böyle bir insan ile cehennemi imar eden Ha­zin melekleri veya (kendisine orada eziyet eden) hayvanlar arasında herhangi bir fark yoktur; bunlar ateşte kendisini sokan yılan, akrep gi­bi hayvanlardır ve bu sokmayla onlar rahadar ve haz alır. Sokulan kim­se de bu sokmadan haz alır ve organlarında bir uyuşma ve hissizlik gö­


rür, bundan bir haz alır ki, sürekli böyledir. Çünkü rahmet gazabı geçmiştir. Öyleyse Hakk gazap özelliğiyle nitelendiği sürece, cehennem ehli kimseler azap çeker. İlahi gazap daha önce de belirttiğimiz üzere kaybolup ateş onunla dolunca, acılar ortadan kalkar ve bu azap ateşte bulunan zararlı hayvanlara yayılır. Bunlar, cehennem ehlinde meydana gelecek azapla rahadaması amaçlanan şeylerdir. Cehennem ehli ise yı­lanın Allah Teâlâ adına intikam almaktan aldığı hazzı görür. İlahi gazabın nedeni ateşteki bu intikamdır. Ateşin durumu da öyledir. Ateş veya içindekiler ise ehlinin bundan haz aldığını bilemez, çünkü onlar rahatın kendilerine ne zaman ulaşacağını ve rahmetin haklarında hüküm sahibi olacağını bilmez. Hakkında konuştuğumuz bu yol Allah Teâlâ ehlinin kendi­si için ‘Allah Teâlâ’ya giden yollar yaratıklarının nefesleri kadardır’ dedikleri şeydir. Kalpten çıkan her nefes, kalpteki Allah Teâlâ hakkındaki inanç ve iti­kada göre çıkar. Bu bağlamda en genel inanç O’nun varlığıdır. Her kim Allah Teâlâ’yı Dehr kabul ederse, onun Hakka vuslatı bu isim yoluyla gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ adı birbirine mütekabil olan ve olmayan tüm ilahi isimleri toplayan isimdir. Daha önce Allah Teâlâ’nın kendisine muhtaç olunan bütün isimlerle isimlendirilmiş olduğunu belirtmiştik. Bu du­rum şu ayette belirtilir: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ Gani ve Hamid’dir.,41° Kişi bu durumu inkâr etse bile, Allah Teâlâ veya hal inkâr etmez. Aynı şekilde kendisini yaratanın tabiat olduğuna inanan kimse­ye Allah Teâlâ tabiatta tecelli eder. Allah Teâlâ’nın herhangi bir tarzda olduğuna inanan kimseye Allah Teâlâ inandığı surette tecelli eder ve daha önce söyle­diğimiz gibi bir artış olmaksızın hükümler cereyan eder. Anla!

İzzet sıratına yani yoluna gelirsek, bu yol, ‘Aziz ve Hamid’in yolu*411 şeklinde ayette belirtilir. Bilmelisin ki, bu yol, tenzih yoludur. Dolayı­sıyla zevk yoluyla kendisini bir yönden veya bütün yönlerden efendi ve rab olmaktan tenzih eden kimse ulaşabilir ve böyle bir şey zordur. Çünkü insan gafildir, unutur ve yanılarak ‘ben’ der. Gaflet anında ken­disi gibi kulların üzerinde efendilik rütbesine sahip olduğunu iddia eder, bunun böyle olması da kaçınılmazdır. İnsanın bir yaratılmışa kar­şı efendilik duygusu içinde bulunmayacak şekilde ‘sırf kul’ olarak öl­meye çalışması gerekir. Böylece kul kendisini âlemdeki her şeye muh­taç olarak görür. Çünkü o şey isim perdesinin ardından Hakkın aynı­dır. Hakk söz konusu isimle ilgili olarak gerçek hakkında bilgisi olma­yanlara ‘Onları isimlendirin’ demiştir. İnsan özü gereği fakirdir, bu nedenle Allah Teâlâ onun için sebeplerle perdelenmiş, kulunu onlara baktır­mış, kendisi ise perdelerin ardında bulunmuştur. Böylelikle Allah Teâlâ se­bepleri varlık bakımından ortaya koymuşken, hükümlerini reddetmiş­tir. Bu hususu belirten ayetlere misal olarak ‘Attığında sen atmadın, fa­kat Allah Teâlâ attı1412 ayetini verebiliriz. Ardından şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ müminleri iyi bir şekilde imtihan eder.’ Öyleyse Allah Teâlâ bu durumu bir bela ve imtihan yapmıştır. Başka bir ifadeyle onunla kullarını sınamış­tır. .

İşte Aziz’in yolu budur. O yolu bilmeye Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiç kimsenin ayağı uzanmamıştır, çünkü o yol, kendisinden Rabbimizin yaratıklarına tenezzül ettiği yol olduğu kadar bulunduğumuz her yerde Hakk bizimle o yol üzerindeyken beraberdir. Bu yol üzerinden Arş’tan yakın göğe, oradan yeryüzüne iner. Bu durum ‘O Allah Teâlâ göklerde ve yerde Allah Teâlâ’dır’*13 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ bu yol üzerindeyken kulu­nun kendisine yaklaştığından kat be kat fazlasıyla ona yaklaşır. Kul kendisine şeriat olarak belirlediği yolla Allah Teâlâ’ya koştuğunda, Allah Teâlâ o yol üzerinden kula daha hızlı yaklaşır. Allah Teâlâ kendisine yöneldiğini gördü­ğü kulunu koşarak, ikram ve ilgisini gösterecek şekilde karşılar. Bu­nunla birlikte Allah Teâlâ yine de izzet yolu üzerindedir. Bu yol iniş yoludur ve herhangi bir yaratılmışın ona yükselmesi söz konusu değildir. Her­hangi bir yaratılmışın onda sülük etmesi ve yürümesi söz konusu ol­saydı, Aziz olmaz ve Allah Teâlâ bize o yolda bulunurken tenezzül etmezdi. Öyleyse nitelik O’na değil, bize aittir. Biz ise yolun ta kendisiyiz. Bu nedenle onu Hamid diye nitelemiştir. Yani hem hamid ve hem mahmûd diye nitelemiştir, çünkü faîl kalıbı kullanıldığında hem fail hem meful kastedilir (öven ve övülen). Bazen burada olduğu gibi iki­sini birden ifade eder, bazen hal karinesine bakılarak, birini ifade eder. Kuşkusuz ayette Allah Teâlâ kendisini övmüştür. Öyleyse Allah Teâlâ Hamid ve Mahmûd, yani öven ve övülendir. Allah Teâlâ’nın kendisini övdüğü en yüce nitelik bize göre Adem’i kendi suretinde yaratmış olması ve onu ana isimleriyle isimlendirmiş olmasıdır. Bütün isimler söz konusu isimlerin kapsamındadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Sen kendini övdüğün gibisin.’ Burada Peygamber kâmil nefsi Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir ki, bu bir mülkiyet ve teşrif tamlaması sayılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kendini/nefsini bilen rabbini bilir.’ Öyleyse Allah Teâlâ’nın kendisiyle insan-ı kâmili -ki insan-ı kâmil suretinde yaratılmış olduğu için Allah Teâlâ’nın nefsi demektirövdüğü bütün nitelikler gerçekte O’na dönen övgülerdir. Bu husus Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şahitliği ve ‘Sen kendini öv­düğün gibisin’ hadisinde bize bunu bildirmesiyle sabittir. Yani Sen! Suretinde yaratılmış kimseyi her ne şekilde översen öv, bu övgü sana döner.

İnsan-ı kâmil ‘Aziz ve Hamid’irı yolu’414 olunca, bu yol kendisinde sülük edilen bir yol olmamış, ‘sülük edilebilecek yol’ diye nitelenme­miş, bunun yerine ‘aziz’ diye nitelendirmiştir. Başka bir ifadeyle bu yol bizatihi yasaklı ve kapalı yoldur. O yolda tenezzül, kutsi hadiste koş­mak ve inmeyi kendisine nispet etmiş olduğu üzere, sadece Hakka tah­sis edilmiştir. Öyleyse arif kul gerçekte sadece Allah Teâlâ’ta sülük eder ve onun yolu Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ yolu ise O’nun şeriatı demektir.

Ben Ona bağlandım, O bize

O benim yolum, ben O’nun

Bak şu sözüme! Dosdoğru bir söz .                                               '

Kesin bir hüküm manası belli

O benim habibim ben O’na bağlı

Kalbim sığdırdı O’nu, kıstasıyım O’nun

Aziz’dir, lâkin gözler göremez O’nu

Çünkü çok yakın, dürmüş yaygısını                                              .

Uzaklığı yakınlığından, değil başkası

Budur gerçek: ne dedimse O’ndan çıkartıldı                                          

Öyleyse Allah Teâlâ, ulaşılamaz ve yürünemez bir yol üzerindedir, çün­kü O yaratandır ve dolayısıyla herhangi bir yaratılmış o yala ayak bas­mamıştır. ‘Bana gösterin, O’nun dışındakiler ne yarattı?’ Ne asıl ne bilgi ne de varlık olarak bir şey yarattılar mı? ‘Hayır, zalimler açık dala­let içindedir.415 Çünkü o her ne bilirse, hiç kuşkusuz, bellidir. Allah Teâlâ bizi yokluk karanlığından varlığın nuruna çıkartmış, biz de Rabbimizin izniyleAziz ve Hamid’in yolunda nur olmuşuz. Sonra nurdan hayret karanlığına taşındık. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kendisini öv­düğünü duyduk ve bunu nefislerimizde gördük. Allah Teâlâ bizi övdüğünde ve bizi kendisiyle övdüğü şeyin kendisine dönük bir övgü olduğunu gördük. Sonra bizi kendisinden ayırmış, kendisini de ‘O’nun benzeri bir şey yoktur416 ayetiyle bizden ayırmıştır. Yani kendisi bilip bizim O’nu bilmeyişimiz ve zelil olmamız nedeniyle bizden ayrıdır. Allah Teâlâ kendiliğinde böyle bir nitelikten mütealdir.               .

Şöyle deriz: Biz, O’yuz ve O değiliz! Bizi yokluklardan nura çı­karttıktan sonra ise O, O’dur ve biz, biziz! Böylece ayrıştık. Varlığı­mızdan sonra övgü gelince bu övgü O’ndan bize ve kendisine dönük­tür. Allah Teâlâ bizi kendisini övmekle yükümlü tutmuş ve bizi hayrette durdurmuştur. Biz Allah Teâlâ’yı kendi durumumuza göre översek, O’nu sı­nırlamış oluruz; kayıtsız anlamda översek -nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında ‘Sen kendini övdüğün gibisin’ derbu kez kendisini mutlak­lıkla sınırlamış ve yine ayrışmış oluruz. Her kim sınırlanmışsa, müs­tağnilikle nitelenemez, çünkü sınırlanma onu bağlar. Çünkü bu du­rumda yaratılmış olan (hâdis) Allah Teâlâ’nın mudaldığını idrak etmiş demek­tir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir417 buyurur. Böylece hayrete düştük ve dolayısıyla O’nun kim olduğunu bizim kim olduğumuzu bi­lemedik. Allah Teâlâ daha iyi bilir de, Allah Teâlâ’nın bize kendisini bilmeyi emre­dip o bilgiyi elde etmek üzere kendimize döndürmüş olmasının yegâne nedeni bizim kendi nefislerimizin hakikatini tam olarak bilmememiz ve kavramamış olmamızdır. Başka bir sebep olacağını zannetmiyorum. Bu nedenle biz kendimizi bilmekten acizken Allah Teâlâ’yı bilmekten daha aciziz. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilmek bu acizliği bilmektir. Yoksa O’nu bilmek değildir!

Başkası mı, yok öyle bir şey Çünkü O açık ve belli

Sözümüze bir kulak ver, bulacaksın Öğreneceksin O’nu, sana kesin delil geldi Bilgisizlik kulun zatî niteliğidir.

Rabbin yoluna gelirsek, bu yola ‘Allah Teâlâ bir kimseye hidayet etmek is­terse, gönlünü İslam’a açar, birini saptırmak isterse, sanki göğe çıkıyor gibi göğsünü daraltır418 ayetinde işaret edilir. Şöyle demektedir: Sanki o doğasından çıkıyor gibidir. Bir şey hakikatinin dışına çıkmaz. ‘Bu şekil­de Allah Teâlâ pisliği iman etmeyenlerin üzerine bırakır,’419 ‘Bu’ -daha önce zik­redilenlere işaretle‘Rabbinin doğru yoludur.’420 Daha önce zikredilmiş olan, Allah Teâlâ’nın daraltma ve açma iradesidir ve bu ikisinin varlıkta bu­lunması gereklidir. Çünkü sadece Allah Teâlâ’nın irade ettiği bir şey olabilir ve böyle de var olmuştur. Allah Teâlâ kendisini gazap, razı olmak, tereddüt et­mek, nahoş bulmak gibi fiillerle nitelemiş, sonra bunu zorunlu kılmış ve ‘(Kulumun ölümünü kerih görsem bile) Bana kavuşması zorunlu­dur’ demiştir. Bu ‘Sanki gökyüzüne çıkıyor gibidir3421 ayetinde belirtilen şeyin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle bu durum ihtiyarda cebir, yani seçimde zorlamadır. Allah Teâlâ’nın kulları arasından bu iki nitelikten birin­den kurtulan, kesinlikle, kâmil değildir. Allah Teâlâ (insan-ı) kâmil (pey­gamber) hakkında şöyle demiştir: ‘Biliyoruz ki senin gönlün söyledikle­rinden daralmaktadır.’422 Sabretmelisin! Nitekim Allah Teâlâ yaratıkların ezi­yetlerine karşı en sabırlı olandır.

Bu yola ‘Rabbin yolu’ denilmiştir, bunun nedeni yolun merbubu talep ediyor olmasıdır. Allah Teâlâ o yolu ‘müstakim’ yani doğru yapmıştır. Her kim o yolun dışına çıkarsa, sapar ve istikametten uzaklaşır. Bu ne­denle Allah Teâlâ bize kendi uğruna sevmeyi ve kendisi için kızmayı emret­miş, bunu ise kendisine özgü bir amel yapmış, kulun Allah Teâlâ’nın vereceği sevabın dışında onda bir nasibi yoktur. Bu karşılık ve sevap O’nun bir velisine düşmanlık edene düşmanlığı ve velilerine dost olanlara dost olmasıdır. Öyleyse Rabbin yolu üzerinde bulunan salik, iki niteliğe sa­hip kimsedir. Fakat insan -kendisi için değilAllah Teâlâ tarafından onun adına belirlenmiş ölçüye göre sevmeli ve kızmalıdır. Allah Teâlâ kendisi için hareket eden bir kulu adına hareket eder ve bu nedenle ‘Onlar kınaya­nın kınamasından korkmaz423 buyurur. İkisi bir araya geldiğinde Allah Teâlâ’nın hakkı yaratılmışların hakkına kıyasla yerine getirilme bakımından önceliklidir. Çünkü herhangi bir yaratılmışın hakkının olması Allah Teâlâ’nın onun adına Hakk belirlemesiyle mümkündür. İki Hakk belli bir vakitte or­taya çıktığında, ilahi inayete mazhar olan kul önce Allah Teâlâ’nın kendi üze­rindeki hakkını yerine getirmekle işe başlar, sonra Allah Teâlâ’nın kendisine belirlemiş olduğu başkasının hakkını yerine getirmeye geçer. Bu dav­ranış vasiyet ve borç konularında günümüzde fakihlerin davranışının tam tersidir. Çünkü Allah Teâlâ kendi hakkı olan vasiyeti borca öncelemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın hakkı yerine getirilmek için önceliklidir.’ Her kim Allah Teâlâ’nın hakkı hususunda gevşek davranırsa, yaptığı iş kendisine döner ve kendisine karşı da ihmalkâr davranılır. Bir şey söylemeye kalkarsa, csen de böyle yapmıştın, şimdi yaptığının mey­vesini devşir’ denilir.

Rabbin yolu teklifle beraberdir. Teklif kalktığında, o yolun varlı­ğından söz edilemez. Bu nedenle her şey sonuçta rahmete kavuşur ve günahkârlar hakkında ilahi gazabm hükmü ortadan kalkar. Hud Pey­gamber şöyle der: ‘Benim Rabbim doğru yoldadır.’424 Şeriat yaptığı hu­susta demektir. Bununla birlikte Allah Teâlâ kendilerinden gerçekleşmesini irade ettiği hususlarda kullarının ‘perçeminden tutar’ ve bu zorlamaya rağmen onları cezalandırır. Aklını bu meseleye ver ve edepli davran, doğru yola uy!

el-Mun’im’in yoluna gelirsek, bu yol, Allah Teâlâ’nın nimet verdiklerinin yoludur. Bu durum ‘Sizin için dinden Nuh’a ve sana vahyettiği şeylerden şeriat kıldı425 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ peygamber ve nebileri zikrederek şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen de onların hidaye­tine uy!’426 Bu, bütün nebi ve resullerin yolunu içeren yoldur. Başka bir ifadeyle bu yol, dini hakkıyla uygulamak ve dinde ayrılığa düşmemek, onda birleşmek demektir. Bu husus İmam Buhari’nin ‘Peygamberlerin getirdikleri din tektir’ şeklinde kitabında bölüm başlığı yaptığı bir me­seledir. Ayette Allah Teâlâ dini belirli getirmiştir, bunun nedeni bütün dinle­rin Allah Teâlâ katından olmasıdır. Hükümlerinden bir kısmı farklılaşsa bile, hepsine dini uygulamak ve dinde toplanmaları emredilmiştir. Bu, pey­gamberlerin üzerinde ittifak ettikleri yöntem demektir. Farklı hüküm­ler getirdikleri hususlar, Allah Teâlâ’nın peygamberlerden her birisi için din­den belirlemiş olduğu şeriattır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her birisi için bir şeriat ve yöntem belirledik. Allah Teâlâ dileseydi hepsini tek ümmet yapardı.’427 Böyle olsaydı, peygamberlere emredilmiş olan dinde ittifak ve dini uy­gulamak hususlarında olduğu kadar, şeriadarınız da farklı olmazdı.

Öyleyse görüş ayrılığının kaynağı Allah Teâlâ’nın -ki O adalet ve ihsanın sahibidirböyle irade etmiş olmasıdır. İnsanlar fiilleri kendilerine nis­pet etmek ve seçimle yaptıkları işlerde iddia sahibi olup işi ehline ve Hakk sahibine bırakmadıkları için, ilahi hüküm ‘şu kötüdür’, ‘şu iyidir’ ‘şu itaattir’, ‘şu günahtır’ şeklinde inmiştir. İlahi hüküm akıllara da ‘şu şey doğasına, mizacına yadcın olmadığı ve gayesine uygun olmadığı için kötüyken gayesine uygun ve mizaç ve doğasına yatkın olduğu


kimse için iyidir’ şeklinde gelmiştir. Böylece insanlar işi bir hakikate dayandıramamış, caiz gördükleri şeyi bu nedenle caiz görmüşlerdir. Allah Teâlâ ise kötülüğe karşı verdiği hükümde adil olarak hüküm vermiş, hüküm verdikten sonra ihsanını göstermiş, kullarının sonunda ulaşa­cakları rahmeti belirtmiş, meşakkatleri onlardan kaldırmıştır -bunlar, elemlerdir-, böylece Allah Teâlâ’nın rahmeti herkesi kuşatmıştır.

‘Özel yola’ gelirsek, bu yol peygamberin yoludur ve diğer pey­gamberlere değil sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilmiştir. O yol Allah Teâlâ’nın sağlam ipi demek olan Kuran ve O’nun kapsayıcı şeriatıdır. Bu durum ‘Bu benim doğru yolumdur, ona uyun, yollara uymayın ki, sizi yo­lundan saptırmasınlar’*28 ayetinde belirtilir. Yani kendisine izafe edilen yoldan saptırırlar. Şöyle ki: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem peygamberken Adem he­nüz suyla toprak arasındaydı ve o kıyamet gününde de insanların efen­disidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususu olduğu gibi bütün insanlığa pey­gamber olarak gönderildiğini kendisine gelen vahiyle bildirmiş, böyle­ce zaman itibarıyla kendisinden önce gelen şeriatların onun şeriatının parçası olduğuna dikkatimizi çekmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesiyle onların bir kısmı neshedilmiş, Muhammedi şe­riatın geride bıraktıkları da baki kalmıştır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeriatında hüküm olarak koyduğu bazı şeyleri geçersiz kılmıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in özelliklerinden birisi ona cevamiü’l-kelim’in ve­rilmiş olmasıdır. Alem Allah Teâlâ’nın kelimeleri demektir ve Allah Teâlâ ona keli­melerinde hüküm ve hikmet vermiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliği genel olmuş, peygamberlik ve nebilik kapısı onunla kapanmışnr. Başka bir ifadeyle bâtında peygamberlik kapısı onunla açıl­dığı gibi zahirde de kendisiyle kapanmıştır. Öyleyse başında ve sonun­da peygamberlik işi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e aittir. Onun varisleri olup hü­kümler alanında içtihat yetkisine sahip alimler ise zaman itibarıyla önce gelmiş nebiler gibidir. Bir insan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in kuşatıcılığına varis olup Allah Teâlâ kendisine hikmetleri öğretmiş olursa, onun makamı içtihat makamından üstündür. Bu makam Allah Teâlâ’nın ona -ilahi bildirim ve tarif yoluylabelirli bir meselede Allah Teâlâ’nın peygamberinin vahiyle getirmiş olduğu hükmünü bildirmesidir. Böyle bir insan söz konusu hükümde o meselenin hükmünü peygamberden duyan gibidir. Hadis peygam­berden kendisine ulaştığında, onun hakkında Allah Teâlâ’ya başvurur ve hadi­sin sahih olup olmadığını bizzat Allah Teâlâ’dan öğrenir. Hadisin hadis nakilcileri arasında sahih olması veya hakkında konuşulmuş olması du­rumu değiştirmez. Bunu öğrendiğinde, hükmü asıldan almış demektir. Ebu Yezid kendisinin bu makama yani Allah Teâlâ’dan bilgi alma makamına erdiğini belirtmiş ve devrinin alimlerine hitap ederken şöyle demiştir: "Siz bilginizi ölüden ölüye aktarmak yoluyla almaktasınız. Biz bilgimizi ölümsüz Diri’den almaktayız.’ Bizim de -Allah Teâlâ’ya hamd olsunbu hu­susta Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğimiz hükümlerle ilgili kıymetli bir tecrübemiz vardır. Bu husus vahiyden Muhammed ümmeti adına kalan kısımdır. Fakat burada söz konusu olan bildirmektir, yoksa teşri, yani şeriat ge­tirmek demek değildir.

İçtihat ehline gelirsek, onların hükümleri -içtihatta hata etseler bi­leşeriatın (geçerli saydığı) hükümlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onların hata­lı hükümlerini de onaylamıştır. Öyleyse içtihat onların kendiliklerinden şeriat koymaları değil, peygamberin (onaylaması nedeniyle) teşrii yet­kisine sahip olmalarıdır. Müçtehit isabet ederse, şeriatı nakletmiş de­mektir. Bütün bunlar gerçekte böyledir. Çünkü müçtehider içinde ya­nılan ve isabet eden -bizzat olmasa dabir müçtehittir. İsabet eden müçtehit, gerçekte, aktaranken yanılan müçtehit gerçekte bilinmeyen hükmü onaylayandır. Bu hüküm o müçtehidin nazarında belli ve bili­nen hükümdür. Bununla birlikte hüküm ortaya çıkmazdan önce Allah Teâlâ katında bilinmektedir. Öyleyse Şâri -ki PeygamberdirAllah Teâlâ katında belli ve belirlenmiş bir hükmü onaylamıştır ve Allah Teâlâ katında olan tafsili ve kesin olarak bilinen bir şeydir. Öyleyse yanılan müçtehidin hükmü, şeriat nedeniyle, teşri sayılmıştır.

Allah Teâlâ ehlinin şeriat hakkındaki hükümleri, Allah Teâlâ’nın peygamberinin nezdinde tam olarak belirlenmiş ve tespit edilmiş hükümlerdir. Onlar gerçek anlamıyla varislerdir, çünkü varis ölümle birlikte kendisine ait olan bir malı tevarüs eder. Yanılan müçtehidin vardığı hüküm bizzat kendisi peygambere ait bir hüküm değildir ki, bu hükmü verirken peygambere varis olunsun. Dolayısıyla yanılan müçtehit (gerçekte) va­ris değildir, çünkü onun sahip olduğu şey, düşüncesinin kendisini gö­türdüğü şeyi onaylamaktan ibarettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bunu onun adına mubah saymıştır. Bu yönüyle yanılan müçtehider, mirasta belirli payları olmayan topluluk gibidir. Onların mirastan payları ancak farz­lar sahiplerine teslim edildikten sonra kalan kısımdır. Aynı zamanda onlar, zorunlu haklar alındıktan sonra miras alan akrabalara ve Müslümanlara gibidir. Varisi olmadan ve tabisi bulunmadan nebi veya re­sul ölürse, yalnız başına haşredilir. Bu ümmet içinden halinde veya ah­lakında -hükmünde olmasa bilebirisi ona tesadüf etmiş olabilir. Ona iman etmeye gelirsek, kuşkusuz, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e iman eden herkes ona iman eder. Öyleyse Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e iman eden ümmeti, tüm nebilerin, resullerin ve Allah Teâlâ katından gelmiş bütün kitapların, bütün sayfaların tabileridir. Fakat bu durum o kitaplara iman etmekle sınırlı­dır, yoksa onların hükümleriyle amel etmekle ilgili değildir. Bu du­rumda iman edilmemiş herhangi bir nebi kalmamıştır. O halde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem imam ve önderdir. Bütün resul ve nebiler ise bir saf içinde onun ardında durur. Biz de resullerin ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardındayız.

Kıyamette bazı resullerin iki diriltilme tarzı vardır: Birincisi bi­zimle birlikte, diğeri peygamberlerle birlikteki diriliştir. Buna misal olarak Hz. İsa’yı ve ardımızdaki bütün ümmetleri verebiliriz. Fakat bi­zim iki suretimiz vardır: Birincisi resullerin safmda olmamızdır. Bu ay­rıcalık, bu ümmetin alimleri için geçerlidir. Diğeri kendilerine iman etmek bakımından resullerin ardında bulunmaktır. Bütün resullerin de iki sureti vardır. Birinci suret ile onlar bizim ardımızda bulunurken di­ğer surede kendi nebilerinin ardında bulunurlar. Bazen onlar ardımızdayken görülürken bazen kendi nebilerinin ardında görülürler, bazen her iki şekilde birden görülürler. Ahirette haşredilişlerinde alimlerin halleri böyledir.          '

Fiillerin varislerine gelirsek, onlar kendisine uyma izni verilmiş her durumunda ve fiilinde Peygamber’e uyanlardır. Bu kısma peygamberin evliliklerinin sayısı, yemeği ve içmesi dahildir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi kendisinde yerleştirdiği ve ona nispet edilen evrat, zikir, tespih, namaz gibi bütün fiiller bu kısma girer. Bunlardan herhangi bi­risinde eksiklik olmaz ve eklemede bulunursa, ancak Peygamberin sözü nedeniyle ilavede bulunmuştur. Bu da fiillere varisliktir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hallerine varis olmak ise varisin kendi içinde zevk yoluyla bulmuş olduğu bir şeydir. Misal olarak meleğin getirdiği vahyi verebiliriz. Varis bunu kendisini doğrultmak üzere gelen meleğin getirdiği ilhamda zevk ederken aynı zamanda vasıtaların ortadan kalk­tığı ‘özel yönde’ veya Hakkın onun sözü olması durumunda zevk eder. Öyle bir varis Kuran’ı sanki kendisine iniyormuş gibi okur ve okurken kalbine indirilişinin hazzını ‘zevk’ eder. Çünkü her okuyucunun kendi nefsinde okuması itibarıyla ilahi bir tenezzülü ve inmesi vardır ki, bu­nun böyle olması kaçınılmazdır. Kuran kendisini okuyan herkese yeni­den gelir ve nüzul eder. Hangi okuyucu olura olsun, durum böyledir. Bununla birlikte Hakk varis olan, bu inmeyi ve nüzulü hisseder ve onunla sadece benzerlerinin bulabileceği şekilde haz alır. Böyle biri hal mirasının sahibidir.

Allah Teâlâ’ya hamd olsun, biz bunu hal olarak ‘zevk ettik.’ Bü durum Ebu Yezid’in hakkında ‘Kuran’ı istizhar edene kadar ölmedim’ dediği şeydir. İstizhar Kuran’ın gaybten kalplere indirilmesinin hazzını bul­mak demektir. Bu kimselerin dışındakiler, Kuran’ı hayallerinden okur. Onlar -Kuran’ı Mushaflardan ve levhalardan ezberlemiş iseyazılı harf­lerini okurlar veya muallimlerinden öğrendikleri şeyin harflerini tahay­yül ederler. Bu durum onun gereğini yerine getirdiklerinde böyledir. İhlassız Kuran okuduklarında okudukları boğazlarını geçmez. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ onların okumalarını kabul etmez ve okunan tilavet mahallinde kalır ki, o da sesin çıkış yeridir. Kuran’ı kalbinden ancak tenezzül sahibi, yani kalbine Kuran’ın indiği kimse okuyabilir. Bu, mi­ras kaynaklı zevktir ve onu içinde bulan kimse onun sahibidir. Böyle biri o zevki bulduğunda onu tanır ve tanıtacak birisine muhtaç kalmaz. Çünkü o bu esnada hayalinden okumakla müşahede edecek şekilde Rabbinin indirmesinden okumayı ayırt edebilir. Herhangi bir nebi ve­ya resule varis olunacak başka bir tarz yoktur. Bunun dışında kalan, sadece söz veya fiil veya haldir. Kâmil varis hepsini kendinde toplarken nakıs varis mertebelerin bir kısmına varis olabilir.

Bilmelisin ki, bu menzil nebilerden dosdukla nitelenmişlerin men­zilidir. Onu elde eden kimse adına ilahi dostluktan bir pay meydana gelir ve Allah Teâlâ onun adına dosdukta bir hisse ayırır. Bu dosduk hakkın­da konuşmak sözü uzatır ve tafsilini anlatmaya vakit yetmez. Şimdilik diğer menzillerde yaptığımız gibi bu menzildeki ilimleri zikredelim. Şöyle deriz: İki dostun merhameti ile bu merhamet ile sevenlerin, ba­baların, çocukların ve bütün haz sahiplerinin merhameti arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Tenezzülün tadı bu menzilden öğrenilir. Okuma esnasında Kuran’m kendisine yeniden indiği kimse bu tadı ne­reden hisseder? Başkaların ilmi, sırların, nurların, hidayetin ilmi, hamd türleri ve her nefse özgü mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Söz ko­nusu hamd mertebelerinde kimseyle ortaklık gerçekleşmez. Her nefsin kendisine özgü bir nitelik ve hakikatinin bulunduğunu biliriz ve bu hakikat ve nitelikle âlemdeki her şeyden ayrışır. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. İlahi tecelli kendisine söz konusu özel yönden geldiğin­de ise onun zevki kendisine özgü ve onunla sınırlıdır. Nefsin ilahi izzet makamından olan en düşük payı budur, çünkü -kendisi fark etmese bi­leher nefsin böyle bir payı vardır. Bu durum, mıknatıs vb. gibi bir özellikle doğal şeyleri yapmak demektir. Şu var ki doğal şeylerin fiille­rine etki eden özellik (hasse) iki türdür: teldi ve toplam. Öte yandan burada mizaç da önemlidir, çünkü doğal özellikler bütün mizaçlara ve­ya bütün suretlere sirayet etmez. Allah Teâlâ ehlinin özelliği şudur: Onlar bir şeyi zevk yoluyla nefislerinden öğrendiklerinde, bu bilginin hükmü âlemdeki bir şeye yayılır.

Melekût, müşahede ve yokluk halinde madumu görmek bu men­zilden öğrenilir. Bu esnada bir tahayyül veya temessül veya hayalî algı­layış söz konusu değildir. Aksine o baş gözüyle görülür. Hayrete dü­şürme ve hayret sebepleri, bu menzilden öğrenilir. İnsanın kendisini kullandığında veya ansızın ortaya çıktığında istidadının verdiği şeyi bi­lebilecek olması bu menzilden öğrenilir. Bundan fazlasını kabul ede­mez, çünkü onu kabul etme gücünde değildir. Resuller ve peygamber­lik bu menzilden öğrenilir. İnsanın zatı gereği bilen olduğu fakat unu­tabileceği bu menzilden öğrenilir. İnsan için meydana gelen her bilgi hatırlamadır ve Allah Teâlâ ehlinden başkaları bilmenin hatırlama olduğunu fark etmez. Belalar ve nimetler bu menzilden öğrenilir. Tarif ederken onaylama ve kınama arasındaki fark veya ihsan yoluyla olan ile hesaba çekmek üzere olan bu menzilden öğrenilir. Fiillerdeki tenzih nitelikleri bu menzilden öğrenilir. Alemdeki veya talep edenlerden ortaya çıkan bütün taleplerin zatî olduğu bu menzilden öğrenilir. Bizzat olmayan arızî bir talep yoktur. Böyle bir şey olamaz. Bir şahsa kendinde bu­lunmayan bir şey ilişirse, onda meydana gelen şey, talep edilen için kendisinden meydana gelen zati talebin kendisidir. İnsanlar arızi olanın gerçekleşmesiyle perdelenmişlerdir ve bu kimse onların talip dedikleri kimsedir. Talip o şeyin kendisi olabilir. Talep kendisi için zatidir ve bu durumun kendisinde bulunduğu kimse ona hizmet edendir. Çünkü kendisi mevcut olduğunda, talep için kaybolmuştur. Buradan onun kendisine yerleşen bu şeyin onun adına zorunlu kıldığı bir duruma hizmet eden bir talep olduğunu anladık. Öyleyse talep o şey için zati bir durumdur ve yerleştiği şahıs onu elde etmek üzere kullanılmış ve ona hizmet etmiştir, insanlar bunun farkında değillerdir.

Nazar, tefekkür ve itibar, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki bazı şeylerin diğerleri için ibret olması bu menzilden öğrenilir. Âlemde da­ğınık bulunan ilimlerden Allah Teâlâ’ya mahsus olanlar bu menzilden öğreni­lir. Bu onların toplanmış olması demektir ki, bunu O’ndan başkası bilmez. Bu durum varlığa giren şeylerle ilgilidir. Bununla birlikte Allah Teâlâ varlığa girmeyen ve herhangi bir yaratılmışın kendisini bilmekle nite­lenmediği şeyleri de bilir. Dünya ilminden O’na ait ilimler, kuşatıcılık ilmi ve ahiretteki ilimden kendisine izafe edilen şeylerin ilmidir ki bu­nun böyle olması zorunludur. Hadis olandan kadime istidlal, bu men­zilden öğrenilir. Bundan nefiste meydana gelen şey nedir? Çünkü ka­dim nefiste meydana gelmez. Hadis meydana gelmiş olsa, o talep edi­len şey değildir. Nefiste meydana gelen her şey hadistir. Kendisinde tevekkülün Allah Teâlâ’ya şükür sayıldığı husus bu menzilden öğrenilir. Ken­disinde bir anlam bulunup bir isim Hakk eden şey bu menzilden Öğreni­lir. Buradan Allah Teâlâ’nın isimleri arasından esma-i hüsna öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın âlemdeki isimleri bu nefislerin izlerinden meydana gelir. Var olanların isimleri de kendilerinde bulunan anlamlardan gelir. Öyleyse Hakk isimlerinde münezzeh ve tek olan iken var olan isimleriyle çoktur. Bunun nedeni anlamların kendisiyle var olmasıdır ve bu anlamlar ken­disi için isimleri zorunlulukla meydana getirir. Miras sebepleri bu menzilden öğrenilir. Kimin başarılı kimin başarısız olduğu bu menzil­den öğrenilir. Bununa birlikte hepsi de talep edendir. Var olmayan bir nispet olmasına rağmen ölümün müşahede edilmesi, bu menzilden öğ­renilir. Acaba kimde hüküm sahibidir? Ölümün mürekkep olmayan varlıkta bir hükmü yoktur. Vaz’î itibarıyla bileşik herkes ölümlüdür. Ölmese, bu durum ilahi meşiyetin kendisini gerektirdiği başka bir ne­denden kaynaklanır. Bu durumda Allah Teâlâ bazen bilinen ve gözüken bir sebep yaratırken bazen sadece meşiyetin hükmü olarak meydana gelir.


Allah Teâlâ’nın kendiliğinde bulunduğu duruma göre değil, mümkünün halinin gerektirdiği şekilde O’nun hakkında hüküm vermek bu men­zilden öğrenilir. Bu konuda Kuran’da pek çok ifade yer alır, fakat bu­nun anlamını varlıkların hakikatlerinin verdiği şeyleri ve eşyanın mahi­yetini bilenler bilebilir. Kıyamet günü, haşir, neşir ve o güne mahsus hükümler bu menzilden öğrenilir. O günde hüküm verecek olan kim­dir? O günde tasarruf edenlerin mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Kıyamet günü hüküm vermeyi gerektiren durumun ne olduğu bu menzilden öğrenilir? Herhangi bir bitki olması bakımından değil, bil­hassa ağaç olması itibarıyla insanın bitkilere benzetilmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. Bu nedenle Âdem’e ağaca yaklaşmak yasaklanmış­tır. Bu yasaklama nefsinin arzularına ve hevaya yaklaşmasına dikkat çekmek amacı taşır ve ‘Nefsi hevadan alıkoydu’*29 ayetinde bu husus be­lirtilir. Heva, yapmak veya terk etmek şeklinde şeriatın belirlediği bir ameli olmadığında nefsin iradesi demektir. Hakikatlerin verisine göre sözde ve fiilde temkin ve sebat, bu menzilden öğrenilir. Tebdil ve telvinden övülen ve kınanan kısımlar bu menzilden öğrenilir. Mühlet vermek ve kaşıdı ihmal bu menzilden öğrenilir. Var olanların amade olması ve Hakkın amade olması bu menzilden öğrenilir. İlahlığın Hakka mahsus olması bu menzilden öğrenilir. Uymak ve iktida bu menzilden öğrenilir. Kime uymak gerekir? Övgü ve senanın halle sınır­lanmasıyla sözle serbest bırakılması bu menzilden öğrenilir. Varlıkta zuhur eden her şeyin bilinen olduğu ve o şeyin kendisine ilişip onun zuhur etmesini gerektiren bir bilgiden ortaya çıktığı bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ’nın yönlerle sınırlanmadığı ve insana şah damarından daha yakın olduğu bilinse bile, O’nun hakkında üst ve sınırlılık vehminde bulunmanın nedeni bu menzilden öğrenilir, insan yaratılışı, vehminin aklı üzerinde hüküm sahibi olmasından kendini alıkoyması mümkün değildir. Vehminin hükmüyle birlikte bir şeyin hakikatini herhangi bir gecikme olmaksızın (aynı anda) akleder ve bir anda aklın ve vehmin hükmünü bir araya getirir. Aynı zamanda sayesinde insan olmasını sağlayan durumları kendinde topladığı gibi onların hükümlerini ken­dinde birleştirir, insanlar arasında Kuran’ın mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Bir grupta Kuran mertebesinin hükmü başka bir gruptakinden farklı olur.

Bu menzilin içermiş olduğu ana ilimlerin bazıları bunlardır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Bir Sırrın ve Üç Levha-Ana Kaynaklı Sırrın Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Bir hükümdar bulsak kulluk etsek Kerem sahibi bir genci dost edinsek

Nefsin canını verirdik yoluna Yöneldiğimiz bir imam olurdu o

Bütün yaratıklar muhtaç Bu yoksulluk inkâr edilemez

Onlar kendisiyle kaim O da onlarla Remzime bak! Maksadımı anla

Biz O’nunla olduğumuz gibi O da bizimle Bu kadarla ibadet ederiz O’na

Benim hakikatim olmasaydı olmazdı O olmasaydı görmezdim O’nu

O’nun müstağniliği meçhul Mütealdir, bizce müşahede edilmez

Benim bildiğim Hakk kimdir:

Oluşun babası varlığım da oğlu

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri batıl olarak yaratmadık.’430 Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Latif ve Habir’dir. Ay­nı zamanda Ali, Kadir, Hakim ve ‘Benzeri bir şeyin olmadığı431

Alim’dir. Allah Teâlâ Semi ve Basir’dir. Bu ayette Allah Teâlâ kendisini önce ten­zih sonra teşbih etmiştir. Cahil insan ayetin teşbih olduğunu zanneder, fakat müşterek lafız ‘kalbi olan veya kulak veren ve şahit olan kimse5432 ayetinde idrak edilir. Allah Teâlâ eşyayı yaratıp emir ve yaratmanın âlemlerin rabbi olan münezzeh Hakka ait olduğunu söylemiştir. Bu­nun için Allah Teâlâ sebepleri yerleştirmiş, onları kendisi için perde haline getirmiştir. Bu sebepler kendilerini perde olarak görenleri O’na ulaştı­rırken onları rab edinenleri O’ndan uzaklaştırır. Sebepler kendi merte­belerinde artlarında Hakkın bulunduğunu ve yaratıcılarına bitişik ol­madıklarını bildirirler. Çünkü sanat yapıcısını bilmediği gibi kendisini besleyenden ayrı da değildir. Yapılan şey zarar ve menfaatlerini ondan alır. Allah Teâlâ ruhları ve melekleri yaratmış, gökleri üst üste kubbe olarak insan direği üzerinde yükseltilmiş, felekleri döndürmüş, yeryüzünü yu­varlaklaştırmış, onun yükseklik alçaklık olarak ayrışmasını sağlamıştır. Allah Teâlâ dünyayı ahiretin yolu yapmış, bunun için resullerini peş peşe göndermiştir. Resulleri göndermesinin nedeni akılların O’nun âlemde yarattığı cisimleri, ruhları ve latif ve kesif şeyleri öğrenmedeki eksikliği ve acizliğidir. Çünkü vaz’ ve tertip fikir gücünün kendiliğinden bilebi­leceği bir şey değildir. Onu bilmek kendilerini yapan ve suretlerini inşa edenin bildirmesine bağlıdır. Fikir gücü yönünden akim bilgisi özellik­le âlemin mümkün olduğunu bilmekle sınırlıdır, yoksa tertibini bile­mez. Bu tertip şahısları görmekle mümkün olabilir. Bu durumda akıl şöyle der: ‘Şu bunun üzerindedir, bu şunun alandadır, bu şundan ön­cedir, bu şundan sonradır.’ Akıl ise bütün bu hususlarda imkân, yani olabilirlik hükmünü verir.

Allah Teâlâ ulvi âlemde miktarlar, vezinler, hareketler, hal, mahal, mekân ve mekâna yerleşen hakkında hareket ve durağanlık belirlemiş ve takdir etmiştir. Gökleri yaratmış, onları yeryüzünün üzerine üst üste gelen kubbeler olarak yerleştirmiştir. Nitekim bu bölümde cisimler âleminin konumunu ve şeklini öğreneceksin. Allah Teâlâ bu gökleri sakin ya­ratmış, onlarda yıldızları yaratmış, onların seyirleri ve bu göklerdeki yüzüşleri için belirli hareketler belirlemiştir. Bu hareketler artmaz ve eksilmez. Allah Teâlâ onları akleden, duyan ve itaat edici olarak yaratmıştır. ‘Allah Teâlâ her göğe kendi emrini vahyetti.’433 Sonra Allah Teâlâ göklerde yıldızların yüzüşünü takdir edince, onların yüzüşleri ve seyirleri vesilesiyle yollar meydana geldi. Her yıldız için bir yol yaratmıştır. Bu durum ‘İçinde


yörüngeleri olan göğe yemin olsun’434 ayetinde belirtilir. Söz konusu yol­lar ‘felekler’ diye isimlendirildi. Buna göre felekler yıldızların seyriyle meydana gelirler. Onlar, yürüdükleri alan demek olan göğün cirminde hızla hareket ve seyrederler. Böylelikle onlara temas eden hava tutuşur ve onların seyri nedeniyle sesler ve hoş nağmeler ortaya çıkar. Bunun nedeni onların seyrinin belli bir ölçüyle gerçekleşmiş olmasıdır. Onlar yıldızların gökteki mesafeleri kat etmesiyle meydana gelen feleklerin nağmeleridir.

Yıldızlar bu yollarda sürekliliği olan bir âdete göre hareket ederler. Söz konusu hareketlerin ölçüleri ile seyir esnasında birbirlerine girme­leri gök bilimiyle öğrenilir. Allah Teâlâ onların hareketlerini -bir kısmı yavaş ve bir kısmı hızlı olacak şekildebu ilmi inceleyenlere göstermiştir. Yıldızlar için belli mekânlarda öncelik ve sonralık tespit etmiştir ve on­ları yıldızların gökteki yerleri belirler. Çünkü göklerin cisimleri parça­ları itibarıyla birbirine benzer ve yıldızların aydınlatıcılığı bilinmeseydi, onların öne geçmesi veya arda kalması bilinmezdi. Bunlar gözün ken­dilerini algıladığı şeyler olduğu gibi göz onların seyrini ve dönüşlerini idrak edebilir.

Gök bilimciler felekler için mümkün saydıkları bir tertip ve düzen tespit etmişlerdir ki bu tertip akla göre mümkün ve olabilir bir tertip­tir. Bu bilgiyi onlara veren ilim, yıldızları gözetleme (rasat) ve onların seyrini, öne geçmelerini, geride kalmalarını yavaşlık ve süratlerini ince­lenme ilmi vermiştir. Bu tertibi onlarla birlikte dönen feleklere izafe etmişlerdir. Onlar yıldızları insan cisminin üzerindeki lekeler gibi ba­zen beyazlıkları nedeniyle beyaz saymışlardır. Bu konuda bütün söyle­dikleri şeyler, yıldızların hareketlerinin ölçüsünü verir. Allah Teâlâ onu böyle yapmış olsaydı, seyir bizzat o seyir olurdu. Bu nedenle tutulma­lar ve feleklerin birbirlerine girmesi hakkında doğru bilgiye ulaşmışlar­dır. Aynı şekilde saliklerin seyrinin kendisinde meydana geldiği yollar da birbirlerine girer. Öyleyse onlar ölçülerde isabet etmişken işin onla­rın tertip ettikleri şekilde olduğunu ileri sürerken yanılmışlardır. Ayrıca göklerin küreler gibi olduğunu, yeryüzünün kürelerin ortasında bu­lunduğunu söylerken yanılmışlardır. Allah Teâlâ yıldızlar ve onların bir kısmı için belli zamanlarda gerçekleşen belli ve ölçülü bir duruş tespit etmiş­tir. Allah Teâlâ onlarda âdeti aşmaz. Bunun gayesi gök bilimcinin Allah Teâlâ’nın göklere vahyettiği emrin bir kısmını öğrenmesini sağlamaktır: Bütün bunlar, vaz’îdir ve bunun aksinin olması da mümkündür. Bu konuda gerçek müşahede ve keşif yoluyla bizim söylediğimizdir.

Allah Teâlâ bu yıldızların göksel yollardaki hareketleri vesilesiyle rükün­ler âleminde ve türeyenlerde bazı hadiseler ve durumlar yaratmıştır. Bunlar, göğün emrine vahyedilen şeylerden meydana gelir. Allah Teâlâ bu durumu kendisiyle kullarını sınamış olduğu bir imtihan yaparak bir adet olarak ortaya koymuştur. İnsanların bir kısmı bu etkiyi seyrin ve­silesiyle Allah Teâlâ’ya ait sayarken bir kısmı yıldızların hareketlerine ve rükünler âleminin yıldızların ışınlarının vurduğu yerler olduğunu gör­düklerinde deışınlara ait sayar. Allah Teâlâ’ya iman edenlere gelirsek, bu du­rum sadece onların Allah Teâlâ’ya imanlarını artırırken batıla iman edenlerin batıla imanlarını artırır ve Allah Teâlâ’yı inkâr ederler. Onlar, hüsrana uğra­yanlardır. Onlar, ticaretleri kar getirmemiş ve doğruyu bulamamış kimselerdir.

Allah Teâlâ bir grup meleği nutfenin düşmesi esnasında rahimlerle gö­revlendirmiştir. Onlar Allah Teâlâ’nın kendileri için belirlediği üzere nutfeyi aydan aya göre bir halden bir Hakk çevirirler. Bu durum ‘Rahimlerin, neyi eksilteceğini; neyi artıracağını Allah Teâlâ bilir435 ayetinde belirtilir. Yani bilinen adetten eksik olan demektir. ‘Ve artırdıkları.’ Adet haline gel­miş sayıya eklenen demektir. ‘Her şey O’nun katında belli bir ölçüyle bulunur.’ Allah Teâlâ her şahsın bireyliğini, fiilini, hareket ve durağanlığını bilir. Allah Teâlâ bunu ulvi yıldızların hareketlerine bağlamıştır. Buna karşı­lık bazı kimseler bunları yıldızlara bağlamış ve nispet etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ yıldızları sebep değil, vesile yapmıştır. Dolayısıyla rahimlerde bulunan şeyden veya nutfeden (sperm) henüz oluşmamışken neyin oluşacağını Allah Teâlâ’dan başkası bilemez. Allah Teâlâ’nın kendilerine bildirdiği rahimlerle görevli melekler de onu bilebilir. Bu nedenle ulvi yıldızların hareketleri tek iken onların vesilesiyle türeyenlerde ve rükünlerde farklı durumlar meydana gelir. Bunları sınırlı sayıda değildir ve unsuri âle­min şahıslarının tikelleri üzerindeki bir araştırma onların sayısını belir­leyemez. Çünkü Allah Teâlâ bir asıldan oluşsa bile onları belli mizaçlara göre yaratmıştır. Bu durum Allah Teâlâ’nın insanları bir nefisten -ki Âdem’dirya­ratmış olmasına benzer. Asıl bir olsa bile, Allah Teâlâ bizi akıl ve teorik dü­şüncede birbirimizden farklı yaratmıştır: İçimizden iyi olanlar vardır, kötüler vardır, beyaz vardır, siyah vardır veya bu iki rengin arasında bulunanlar vardır, sabırlı olan vardır sabırsız vardır vs.

Kök/asıl bir, dallar çok

Hakk asıl varlıklar dal

Allah Teâlâ insanın dışındaki âlemi insana bir misal vermek üzere yaratmıştır. Bu sayede insan âlemde zuhur eden her şeyin kendinde de bulunduğunu öğrenir. İnsan ise varlıktaki maksattır. Öyleyse insan hikmederin bir toplamı demektir ve ondan dolayı cennet, ateş ve dün­ya, ahiret yaratıldı. Bütün hal ve keyfiyetler onun için yaratıldı. İlahi isimlerin bütünü ve eserleri onda ortaya çıktı. Öyleyse insan nimedenen-azap gören, rahmet edilen-cezalandırılandır. Allah Teâlâ ona nimedendirme, azap etme, merhamet etme ve cezalandırma imkânı ih­san etmiştir. İnsan yükümlü ve özgür olduğu gibi seçiminde mecbur­dur. Hakk kaza etmek hüküm vermek ve ayrım yapmak üzere ona tecel­li eder. Bütün âlem insanın üzerinde döner durur. Kıyamet insan için olacaktır. Ondan dolayı cinler hesaba çekilir. Göklerde ve yerdeki her­kes ona amadedir. Onun ihtiyacı için ulvi ve süfli bütün âlem dünyada ve ahirette hareket eder.

Allah Teâlâ insan türünü farklı derecelerde yaratmış, bir kısmını ötekilere amade kılmış, onu âlemin bir kısmına amade kılarak faydası­nın kendisine dönmesini sağlamıştır. Öyleyse insanın bir şeye amade kılınması kendine yarar vermek amacı taşırken başkaları dolaylı olarak ondan yararlanır. Allah Teâlâ, âlemde insan türünden başka herhangi birisini halifelikle görevlendirmemiş, insana verme ve engelleme gücü ihsan etmiştir. Saider ve mudular, halife ve naiplerdir. Mutluların dı­şındakiler halife değil, naiplerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın ellerinde âlemde eser­lerinin zuhur etmesi için, O’nun isimlerinin naipleridir. Onlar batında halifeyken zahirde naiplerdir. Naip ‘geceleyin’ gözükendir, çünkü o, ilahi şeriatın belirlemesiyle Allah Teâlâ’ya halife değil naiptir. Gündüz ise gö­rünmez. Şeriatın hükmünün başkalaşmasındaki hikmetten anlaşılır ki, naibin zulmünde iradi şeriat gizlenmiştir.

Yaratıklar içinde hakimler, daha önce ifade etmiş olduğumuz üze­re, halife ve naiplerdir. Allah Teâlâ ortaya koyduğu şeriatıyla hakikati batıldan, zahiri ve batım fiillerden zararlı ve faydalı olanları ayırt etmiş, amelleri organlara ve kalbe taksim etmiş, kalpleri hakikat ve batılın, iman ve inançsızlığın, bilgi ve bilgisizliğin mahalli yapmıştır. Batıl, inançsızlık ve bilgisizlik yok olucudur, çünkü onlar gerçekte hükmü ol­sa bile varlığı olmayan şeylerdir. Batıl zahiri hükme sahip yokluk iken bilinen bir sureti de vardır. O hüküm ve bu suret var olan bir durumu ve işi talep eder ve o emre dayanmak isterler. Bulamadıklarında ise yok olurlar ve silinirler. Bu nedenle işin sonu saadete ve muduluğa varacak­tır. Bilgi, iman ve hakikat ise dışta var olan bir şeye dayanırlar ki o da Allah Teâlâ’dır. Böylece onların hükmü dışta sabit olur. Başka bir ifadeyle bunlar hakkmda kendisiyle hüküm verildiği kimsede hüküm sahibidir­ler, çünkü bu hükmün varlığını koruyan her daim mevcuttur. Hatta o varlığın kendisidir. O da bu isimlerle isimlenen ve bu niteliklerle nite­lenen Allah Teâlâ’dır. O Hakk, Alim ve Mümin’dir. İman Mümin’e, bilgi Alim’e, Hakk da Hakka dayanır. Allah Teâlâ var olduğu için batıl, bilgi­siz ve kâfir diye isimlendirilmemiştir. O böyle isimlerden münezzeh ve mütealdir.

İlahi kitaplar ve sayfalar halife müminlerin kalplerine inmiştir. On­lar, varis gözetmenlerdir. Onların menfaatleri her türlü iyiliğin mahalli olan kalplere sirayet etmiştir.

İlahi-meşru emirden inmiş olmayan arızî emirlere gelirsek, bu emirler arzulardan ibarettir. Bu arzular naiplere ve reayaya arız olmuş­tur ‘cevr’ diye isimlendirilirler. Arazlar kalıcı değildir ve kendilerinin ortadan kalkmasıyla da hükümleri de ortadan kalkar. Araz ortadan kalktığında daha önce de var olan ve kendisiyle nitelenmiş cevherin bir halle nitelenmesi gerekir. Araz olan sebebi ortadan kadığı için bedbahdığın ortadan kalkması ve zıddının ortaya çıkması gerekir. Bed­bahtlığın zıddı mutluluktur. Öyleyse onların içinden ateşe girenler kiri silinip temizliği geride kalsın diye ateşe girer. Kirlilik kalkıp temizlik geride kaldığında böyle bir haldeki insan ‘Mutlu-said’ diye isimlendiri­lir. Söz konusu kimse muduluğu daha önce kirliliğinde silinmiş olarak bulunandır. Gerçekte de durum öyledir. İfade ettiğimiz meselenin de­ğerini -tek gözlü değiliki gözü olan bilebilir. İki tepe arasında durup her yolun sonunu gören insan bedbahdığın önüne geçmediği muduluk yolundan yürür. Bedbahdık onu geçmemiştir, çünkü o açık ve seçik bir yoldur. Onda herhangi bir eğrilik veya belirsizlik ve gedik yoktur. Di­ğer yola gelirsek, onun sonu mutluluk olsa bile, yine de yolda gedikler, tehlikeler, saldırgan düşmanlar ve zararlı yılanlar bulunur. Herhangi bir yaratılmış o güçlüklere karşı koyarak yolun sonuna ulaşamaz. İki yol birbirine komşu olduğu kadar aynı kökten çıkarlar ve aynı yerde biterler. İki kök ve asıl arasında, yani başlangıç ve son arasında birbir­lerinden ayrılırlar. Onların birbiriyle ilişkisi aşağıdaki resimde görül­düğü gibidir:

Beyaz yol sahibi arkadaşının yolunda nelerin bulunduğunu görür, çünkü o gören iken arkadaşı âmâdır. Amâ insan görenin yolunu göre­mez. Âmânın yolundaki afederi görmek nedeniyle gören insan korku­lara kapılır. Başka bir ifadeyle yolda korkunç işler görüp onda yürümüş olsaydı güçlüklere karşı koyamayacağını tahayyül etmiş olması nede­niyle ürker. Görür ki amanın bütün bunlardan haberi yoktur ve gör­mediği için olman bitenin farkında olmadan haz alarak yürüyüşünü sürdürür. En sonunda bir çukura düşer veya bir yılan tarafından soku­lur. Bu durumda acıyı hisseder ve arkadaşından yardım ister. Arkadaş­ların bir kısmı kendisine yardım ederken bir kısmı onu geçmiş olur ve artık yardım çağrısını duyamazlar. Böylece Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre mahrum bir halde kalır. Sonra Allah Teâlâ kendisine merhamet eder ve saa­dete ulaşır.

Hayvan ‘hayvan’ olması bakımından acıyı ve hazzı hissederken akıllı olması bakımından -ki o insandıracı veren ve muduluk veren sebebi doğal olarak ‘zevk’ ederek bilir. Bir grup bu konuda yanılmış ve acının sebebe zatî olarak ait olduğunu zannetmişlerdir; hâlbuki gerçek öyle değildir. İnsanın haz almasını veya acı çekmesini sağlayan şey, ak­la göre, acının veya hazzın onda bulunmasıdır, yoksa onun sebebi de­ğildir. Bu durum doğal haz ve acılarda böyledir. Başka bazı sebepler daha vardır ki, akıl kendi başına onları idrak edemez. Allah Teâlâ peygambe­rinin diliyle vahiy yoluyla o sebepleri bildirir ve akıl onları öğrenir; sonra da Allah Teâlâ’nın yapmasını istediklerini yerine getirir, kaçınmasını is­tediği şeylerden kaçınır. Bu durumda insan, aklıyla acı ve hazzı bilmiş olur ve her ikisini gerektiren şerî sebepleri öğrendiğinde de onları ha­tırlar. Kim itaat ederse, yaptığı iş hakkında basiret üzere Allah Teâlâ’ya itaat ederken kim asi olur ve asi olduğunu bilirse, günah hakkında basirete sahip olarak günahkâr olur. Bununla birlikte itaate verilecek ödül hak­kında basirete sahip iken günaha verilecek ceza hakkında basireti yok­tur. Başka bir ifadeyle insana takdir edildiği kadarıyla günah işleme cü­reti veren şey onun cezası hakkındaki basiretsizliğidir. Bir müminin günahın cezası hakkında basirete sahip olması uygun olmak bir yana doğru değildir, çünkü rahmet ve mağfiret intikam değildir. Cezalan­dırmanın bağışlamadan daha öncelikli olması Allah Teâlâ’nın belirlemiş oldu­ğu özel bir nitelik halinde söz konusudur. Bir insan ölüp söz konusu özel nitelik kendisinde bulunursa, o nitelik cezalandırılmayı Hakk eder ve bunun böyle olması zorunludur. Bu özel nitelik Allah Teâlâ’ya ortak koş­mak, yani şirktir. Şirkin dışındaki günahları ise Allah Teâlâ meşiyetine havale etmiştir. Dolayısıyla bir insanın cezalandırma hakkında basirete sahip olması mümkün değildir. İşte bu basiretsizlik nefisleri Allah Teâlâ’nın yasakla­rını ihlale götüren ve günahlara düşüren temel sebeptir. Fakat Allah Teâlâ’nın korku veya umut veya hayâ duygusuyla korudukları veya bu üç sebe­bin dışında kaderinde ve bilgisinde masum kıldıkları (ceza hakkında basiret sahibi olmasalar bile) günahlara düşmezler. Günahın işlenmesi­ni ve azaba maruz kalmayı engelleyen bu dört sebebin bir beşincisi yoktur. Mümkün Allah Teâlâ’ya karşı mümkün olan her şeyi kabul edeceği hakkında söz vermiştir. Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getiren kimseyi ise Allah Teâlâ kendiliğinden saadete ulaştırır. Allah Teâlâ’ya verdiği sözü bozup veri­len sözden farklı olarak mümkünü imkânsıza veya varsayıma dönüştü­ren ve kendisine isabet etmeyeceğini zannederek zatı gereği cezaya ma­ruz kalan kimse, peygamberin Allah Teâlâ katından getirmiş olduğu Hakkın davetini reddetmiş demektir. Böyle insanlara misal olarak Berahime ve onların görüşlerini benimseyenleri verebiliriz.

Bilmelisin ki, insan-ı kâmil göğün direğidir. Bu direğin varlığıyla Allah Teâlâ göğü yeryüzünün üstüne düşmekten engeller. İnsan-ı kâmil dün­yadan ayrılıp berzaha göçtüğünde gök düşer. Bu durum ‘Gök parçala­nır, o gün düşecektir5436 ayetinde belirtilir. Yani gök yeryüzüne düşecek­tir. Gök katı-şeffaf bir cisimdir. Gök düştüğünde, cismi ateşin sıcaklı­ğına yerleşir ateş şulesi gibi akıcı bir duman halinde kızıl bir dumana döner. Nitekim daha önce zaten öyleydi. Güneşin ışığı kaybolur ve yıldızlar söner. Artık onların geride ışığı kalmaz, fakat ateşte yüzmeye devam ederler. Hayır! Saçılıp dağılırlar. Artık yıldızlar dünyadaki se­yirlerinin olduğu nizama sahip değillerdir. Böylelikle yıldızlar cehen­nemlikler hakkında Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği vahyin ölçüsünde hü­kümler verirler. Ahiret herkes hakkında yaratılışın yenilenmesidir. Bu­nu ne ilk akıl ne levh-i mahfuz bilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kıya­met günü Allah Teâlâ’yı makam-ı mahmud’da bugün kendilerini bilmediği fakat o gün Allah Teâlâ’nın kendisine öğreteceği hamdlerle öveceğini söyle­miştir. Allah Teâlâ söz konusu hamdleri o gün ilahi isimlerden ortaya çıkan hükümlere göre kendisine öğretir ve günümüzde onları kimse bilemez. Öyleyse yaratıkların yapıları, halleri ve kıyamette ve iki diyardaki (cen­net ve cehennem) halleri dünya hayatındaki yaratılıştan farklıdır. Yine de suret itibarıyla ona benzer. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘İlk yaratılışı öğ­rendiniz, hatırlamıyor musunuz?’437 buyurur. Yani onun bir misale göre olmadığını anlamıyor musunuz? Allah Teâlâ ‘Sizi bilmediğiniz işlerde yeniden yaratırız438 buyurur. Kastedilen kıyamet günüdür.

Şimdi de bu bölümde cehennem ve cennetin yapısından ve onların içinde bulunan şeylerden kısaca söz edelim. Burada söz edeceğimiz hu­suslar daha önceki ilgili bölümlerinde kendilerinden söz etmediğimiz meselelerdir. Bu hususları misallerle anlatacağız ki, anlamları misalsiz tasavvur edemeyenler onları anlayabilsin. Nitekim Allah Teâlâ kalpleri anla­tırken suyun kendilerine indiği vadilerle misaller vermiştir. Aynı şekil­de kendi nurunu lambaya benzeterek misal vermiştir. Bütün bu misal­ler zayıf idraklere gerçeği yaklaştırmak amacı taşır. Allah Teâlâ, ‘İnsanı yarat­tı, ona beyanı öğretti439 buyurur. Yani kendisine açıklamıştır ve bu sa­yede insan da başkasına nasıl açıklanacağını öğrenir.

Şöyle deriz: Cisim boşluğu doldurunca kabul ettiği ilk şekil daireselliktir ve bu daire ‘felek’ diye isimlendirilmiştir. Bu dairede ulvisiyle, süflisiyle ve kesifiyle, mekânlı olan olmayan âlemin bütün suretleri or­taya çıkmıştır. Boşluğu dolduran mekânlı olmadığı gibi mekânda da değildir ve mekânı kabul etmez. Hakk ihata özelliğiyle nitelenmemiş ol­saydı, akıl tüm cismin boşlukta sınırlanmasını kabul etmezdi. Akıl boş­luğu da ancak duyularla algılanan cismi görmekle tahayyül edebilir. Nitekim akıl mümkünlerin sınırlılığını da tahayyül edemez. Bununla birlikte mümkünler kendiliklerinde nihayetsiz iken onlardan var olan şeyler sınırlıdır, ilk akıl ile mekânlı olmayan ve mekâna yerleşmeyi ka­bul etmeyen her şey bu kısma dahildir. Mekânlı olmayan hakkında söylenmesi uygun şey, onun sonlu olmadığıdır. Çünkü sonluluk mev­cut mekân ve zamanda akledilebilir. Mekânlı olmayan şey var olmuş­tur. Böyleyken onda sonluluk nasıl akledilsin ki? Aynı şey varlığa giren mertebeler için geçerlidir. Mertebeler madum, yani yok olsalar bile, varlığı vehimde gerçekleşen şeylerdir. Çünkü nispeder, var olmayan şeylerdir. Mertebeler mertebedir ve mevcut ve madum her şeyi hük­müyle kendi rütbesine yerleştirir. Söz konusu şeyler varlığı kendisi ne­deniyle zorunlu veya başkası nedeniyle zorunlu olabileceği gibi varlığı imkânsız olan olabilir. Öyleyse sırf yokluğun bir mertebesi olduğu ka­dar sırf varlığın ve mümkünün de bir mertebesi vardır. Her mertebe ötekinden ayrışmıştır. Bununla birlikte akılda ve vehimde bir sınırlan­manın olması kaçınılmazdır. Bütün bilinenler Allah Teâlâ’nın bilgisinde bu­lundukları hal üzeredirler. Allah Teâlâ kendisini bilir, başkasını bilir, varlığı ise sonlulukla nitelenmez. Varlığa girmeyen şey sonlulukla nitelenmez. Hâlbuki cinsler sınırlıdır ve onlar Allah Teâlâ’nın bilgisiyle bilinen şeylerdir. Bilgi sonluyu ihata ederken kendisi karşısında sınırlı olsa bile yine de sonsuzu da bilir. Burada akıllar, fikir güçleri bakımından hayrete dü­şerler.

Hakk -gerçeği iyice incelersenkendisini kendisiyle nitelenmiş ol­duğu mekân özelliğine dahil etmiştir. Bu bağlamda kendisini Amâ’da, Arş’ta, gökte ve yeryüzünde bulunmakla nitelemiştir. Allah Teâlâ kendisini önce olmak, beraber olmak, her şeyle beraber olmak gibi özelliklerle de nitelemiştir. O kendisini her şeyin aynı yaparak ‘Her şey helak ola­caktır, O’nun/otıun vechi müstesna440 buyurmuş, sonra şöyle demiştir: ‘Hüküm O’na aittir.’441 O eşyada zuhur edendir. Sonra da şöyle demiş­tir: ‘O’na döndürülürsünüz.’442 Yani ‘başka’ olmaktan bana döndürülür­sünüz ve varlıkta başkanın hükmü ortadan kalkar, sadece Ben kalırım!

Bunu bir misalle açıklayalım: Bütün tafsilatıyla birlikte insan deni­len varlığın hayat, duyu, hareket eden farklı güçler ve uzuvlar, kısaca ‘insan’ denilen varlıkla ilgili her şeyle nitelenişini düşünelim. Bu var­lıklar -ki onlarda bu hükümler ortaya çıkarinsandan başka bir şey de­ğillerdir. Öyleyse bütün bu (organlara ait) hükümler, insana dönerler. Haktaki hükümler varlıkta zuhur eden ve etmemiş olan suretlerdir ve bu nedenle Allah Teâlâ ‘Hüküm O’na aittir’ demiş, sonra her şeyin kendisinin aynı olmak üzereO’na döneceğini belirtmiştir. Allah Teâlâ her şey hakkında her türlü hükümle zati gereği hüküm verendir ve bunun böyle olması zorunludur. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini isimleriyle isim­lendirmiş, sonra da onlarla kendisi hakkında hüküm vermiş, eşyanın varlıklarında kendisiyle zuhur ettiği ilahi hükümleri de isimlendirmiş­tir. Bu zuhurun gayesi, onların birbirinden ayrışmasmı sağlamaktır. Nitekim insanın bedeni de ruhundan ayrışır. Bununla birlikte insan bütünüyle birlikte insandır. Allah Teâlâ da insan ve diğer yaratıklar nedeniyle Yaratan diye isimlendirilir. Öyleyse insanın ruhu hakkında ‘insanın ay­nı’ veya ‘ondan başka’ denilemeyeceği gibi hakikat, lazım ve arazları hakkında da aynı durum söz konusudur. İnsanın eli veya uzuvlarından birisi hakkında insanın aynı olduğu veya insandan başka olduğu söyle­nemez. Aynı şekilde âlemdeki varlıkların Hakkın aynı olduğu söyle­nemeyeceği gibi Haktan başka oldukları söylenemez. Bütün varlık Haktır. Fakat yaratılmışlıkla nitelenen ile yaratılmamış olmakla nitele­nen O’nun yönüdür. Bütün var olanlar hakkında belirli bir şekilde hü­küm verilmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ hakkında ‘âlemlerden müstağni­dir443 diye hüküm veririz. Allah Teâlâ hakkında bu nitelilde hüküm vermiş­ken O’nun dışındakiler hakkında ‘Allah Teâlâ’ya muhtaç’ diye hüküm veririz. Öyleyse her şey hükme konu olmuştur. Her şeyin helale olacağı hük­münü vermişken vechinin helak olmayacağı hükmünü de verdik. Öy­leyse Allah Teâlâ kendi hüviyetinden olmak üzere hakkında hüküm verilen ilk varlıktır. Allah Teâlâ kendisi hakkında hüküm verirken önce nefes sahibi olduğunu bildirmiş, nefesini Rahman’a izafe etmiştir. Bunun gayesi var olduğumuzda elçileri bize bu durumu tebliğ ettiğinde rah­metin kapsayıcılığım ve genelliğini, her şeyin sonunda rahmete ulaşa­cağını ve bütün yaratıkların ona varacağını öğrenmemizdir. Çünkü Rahman’dan ancak merhum, yani merhamet edilen ortaya çıkabilir. Bunu anlamalısın!

Nefes kendisi nedeniyle ortaya çıkan ve Rab ismiyle bulunduğu ilk gaybtir. Bu yönüyle nefes Allah Teâlâ’nın Rahman ismiyle istiva ettiği Arş’a benzer. Arş zuhur eden kesif, şeffaf ve nurani ilk varlıktır. Arş zuhur ettiği kimseden ayrıştığında Allah Teâlâ onu kendisi için bir zarf ve mekân haline getirmiştir. Bununla birlikte Arş O’ndan başka değildir, çünkü Hakka ancak kendisi zarf olabilir. Böylece boşluğun hükmü bu nefesin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkmıştır ve böyle olmasaydı boşluk diyemez­dik. Allah Teâlâ bu Amâ’da haklarında ‘helak olacaktır5 dediği âlemin bütün suretlerini var etti. Kastedilen suretleri bakımından helak olmaktır. ‘Onun vechi bakidir.’ Yani bir şey hakikati bakımından bakidir, çünkü bu yönüyle herhangi bir şey helak olmaz. Burada ‘onun’ zamiri şeye döner. Bu yorumda âlemdeki bütün suretler yok olacakken hakikati/vechi bakımından her şey bakidir. Öyleyse bir şeyin hakikatinin he­lak olması söz konusu olmadığı gibi böyle bir şey mümkün de değil­dir. Bu meseleyi anlaşılır Hakk getirmek için şöyle bir misal verebiliriz: İnsanın sureti yok olduğunda onun varlıkta bir izi kalmaz. Fakat insa­nın tanımını farklılaştıran hakikati yok olmaz. Bu hakikat tanımın ta kendisidir ve bu tanım nedeniyle şöyle dersin: ‘İnsan natık hayvandır.’ Tanımı yaparken insanın madum veya mevcut olmasına bakmayız, çünkü varlıkta bir sureti olmasa bile, hakikat sürekli kendisine aittir. Çünkü bu durumda insan malumdur ve bilgiden kaybolmaz. Öyleyse ilahi bilgi bilinenlerin mekânı ve zarfıdır.

Âlemin sureti bir bütün olarak felek gibi daire şeklindedir. Aka­binde onda dörtgen, üçgen, altıgen -ki bunlar varlık itibarıyla değil hüküm itibarıyla sonsuz şekillerdirgibi farklı şekiller ortaya çıkmıştır, Arş’ın etrafında dönen melekler bu dairesel Amâ’da yüzerler. Onda Arş’m sureti ayakları ve taşıyanları birlikte dörtgen olarak zuhur eder. Bunlar hem onun manalarının suretleri hem cisimlerin suretlerinden olan şeylerdir ve kendisini gösteren harflerdir. Çünkü manaya ancak suretinin -ki suret harftirhükmünden istidlal edilebilir ve harf anlamı yönünden bilinebilir. Öyleyse o bilen, bilgi ve bilinendir. O halde var­lıkta sadece bir-çok vardır. Müheymen melekler, akıl, nefs ve doğa da onda zuhur etmiştir. Doğa diğerlerine göre, Hakka nispeten daha ön­celiklidir, çünkü onun dışındakiler, her nerede zuhur ederlerse etsinler doğadan zuhur eden şeyde zuhur etmişledir. Doğadan zuhur eden ise nefestir ve nefes âleme, yani âlemin suretlerine yayılmıştır. Bu hüküm nedeniyle de Hakkın suretlerdeki tecellisi gerçekleşir. Hakk kendinden anlayan kimselere bu suretleri bildirmiştir. Doğanın hükmünün ne ka­dar genel olduğuna bakınız! Aklın hükmünün eksikliğine bakınız!

Çünkü akıl da gerçekte doğanın suretlerinden, hatta Amâ’nın suretlerindendir. Ama ise doğanın suretlerinden biridir.

Doğanın mertebesini nefsin aşağısında heyula’nın üzerinde kabul edenler bu görüşlerine eşyayı müşahede etmedikleri için varmışlardır. Müşahede sahibi olduğu halde yine bu görüşü kabul eden ise, ‘doğa’ derken şeffaf cisimlerde hükmü ortaya çıkan doğayı kastetmiştir. Bu cisimler Arş ve onun içerdiği şeylerdir. İki doğanın ilişkisi kız çocuğu­nun kendisini doğuran anneyle ilişkisi gibidir. Kız çocuğu da annesi doğurduğu gibi daha sonra doğurur. Bununla birlikte kız çocuğu on­dan doğmuştur. Kızdan doğan herkes (aynı zamanda) anneden de doğmuş gibidir. Unsurlar bize yakın (sebeplerdir) ve kendilerinden meydana gelen şeylerin doğalarıdır. Aynı şey hayvanın cisminde bulu­nan karışımlar için geçerlidir ve bu nedenle onları ‘doğa’ diye isimlen­dirdik. Nitekim kızı ve kendisinden doğan diğer kızları anneyle birlikte ‘dişi’ diye isimlendirip onları ‘dişiler’ olarak çoğul yaparız.

Bunları zikretmemizin nedeni anlamları misalsiz idrakte eksik ka­lan idraklere misallerle konuyu anlaşılır kılmak için çizeceğimiz şekil­lerdir. Allah Teâlâ insanın kendisini bilmesini Rabbini bilmesinde bir misal yapmıştır, çünkü insan kendini bilmezse rabbini bilmez. Hakiki cisim demek olan ve doğal âlemden ibaret olan Amâ’nın sureti budur. O do­ğanın gücünden olan bir surettir ve kendisinde ortaya çıkan suretlere tecelli etmiştir. Onun üzerinde rububiyetten başka bir rütbe yoktur. Rububiyet ise Rahman isminden Amâ’yı talep eden şeydir ve Rahman bu talep üzerine nefes vermiş, Amâ meydana gelmiştir. Şeriat onu bu isimden zikrettiği şeye benzetmiştir. Onun suretini yaklaşık olarak an­ladığımızda ‘üzerinde hava yoktur’ demiştir. Yani ondan yukarıda bir hava yoktur. Altında da hava yoktur. Sadece Hakk vardır. Yani kendisi­ne dayanacağı bir şey yoktur ve altında bir şey yoktur. Sonra eşya ken­disinde zuhur etmiştir.

O halde Amâ eşyanın ve bütün suretlerin aslıdır ve o asıldan orta­ya çıkan ilk ferdir. Başka bir ifadeyle o kökü olan bir ağaç değil, kök­süz bir bitkidir. Sonra ondan emir ve halkın kendisinde bittiği yer de­mek olan arza kadar ağaçlar çıkmıştır. Bütün bunlar ‘Aziz ve Hakim’in takdiriyle’ gerçekleşir. Bizim şeklini çizdiğimiz misal Amâ’dır. O kuşa­tıcı dairedir ve işaretler feleğidir. Dairedeki noktalar ise Müheymen


ruhların varlıklarının misalidir. Noktalar içindeki büyük nokta akıldır. Büyük noktanın yanındaki dairenin içinde iki nokta vardır: Bunlar tüm nefs ile levh-i mahfuzdur. İki nokta kendisindeki iki güçtür: ameli ve ilmi güçler. Nefs dairesine bitişik dört nokta büyük doğanın kızı me­sabesindeki doğanın mertebesidir. Büyük dairenin ortasındaki daire ise heyula cevheridir ki, o da hebadır. İçindeki dörtgen şekil Arş’tır. Dört­genin içindeki daire iki ayağın konduğu yer demek olan kürsüdür. Onun ortasındaki daire Adas feleği, sekiz daire cennederdir. Sekizin altındaki daire ise Mükevkeb feleği olan menziller feleğidir. Onun di­binin aşağısındaki cehennemdir. Onun dibinin altında göklerin, yerin ve o ikisinin arasında bulunan rükünlerin ve yıldızların şekilleri açılır. Bunların hepsi cehennemdir.

Gök ve yeryüzü değiştirildiğinde, değiştirme cevherlerde değil suretlerde gerçekleşir. Bununla birlikte cevherler de birer surettir. Fakat söylenmek istenilen anlaşılınca, lafız ve ibarelerin üzerinde durmanın bir anlamı yok! Arş denilen dörtgen şeklin altındaki iki çizgiden birisi su diğeri havadır. Yıldızlar feleğinin ortasındaki dairelerin yarısı gök­lerdir. Onların üzerindeki sabit çizgiler yeryüzü dairelerinin yarımları­nın uçlarıdır. Yeryüzü/toprak kubbenin arasmda kırmızıyla çizilen üç çizgi vardır. Bunlar üç rükündür: su, hava ve ateş. Adas feleğinde be­lirlenmiş miktarlar burçlardır. Mükevkeb feleğinde belirlenmiş miktar­lar menzillerdir. Yedi kubbeden her birisinde kırmızı bir nokta vardır ve nokta her kubbenin yıldızının suretidir. Mükevkeb feleğinin içinde­ki her şey ahirette başka suretlere dönüşürler. Mükevkeb feleğinin or­tasında ise haşir, neşir ve hesap gerçekleşir: Hakkın hesaba çekmek ve hakları ayrıştırmak üzere kendisinde tecelli edeceği arş ondadır. Melek­ler o yerde o arşın önünde yedi saf olurlar. İnsanlar ve cinler arş ile meleklerin saflarının önünde bulunur. Sırat köprüsü daireyi ikiye bölen bir çizgi olarak konulur ve cennet surunun dışına kadar uzayan Merc’te sonlanır. Cennet ehlinin cennete girmezden önce ve sıratı geçtikten sonra kendisinden yedikleri sofra oradadır. Bütün bunları ve benzerle­rinin şekillerini çizeceğim ve her şeklin yanına onunla neyin kastedildi­ğini yazacağım. Bunlardan birisi şudur:

Amâ’nın ve istiva arş’ına kadar içerdiği şeylerin şekli. Çizmek iste­diğimiz şekiller için burası dar gelir. Çünkü bir defada hepsini çizmek isteseydik, mekân yetmezdi. Geniş olsaydı, bakan kimse onları göre­mezdi:

Bu şekillerden birisi de; İstiva Arşı, kürsü, iki ayak, Arş’ın üzerin­de bulunduğu su ve suyu tutan hava ve karanlığın şeklidir:

zikredilen tüm heyula


Bu şekillerden birisi de; Adas feleği, cennetler, kevakib yıldızının (gezegen) yüzeyi ve Tuba ağacının şeklidir:

Zikredilen kürsü


Bu şekillerden birisi de; mükevkeb feleği, göklerin kubbeleri ve onun üzerinde karar kıldığı şey olan toprak (yeryüzü), üç rükün, saye­sinde Allah Teâlâ’nın kubbeyi ayakta tuttuğu direk, maden, bitkiler, hayvan ve insanın şeklidir:

Bu şekillerden biri de; Mahşer yeri ve içerdiği varlıklar, mertebe­ler, fasıl ve hüküm arşı, taşıyıcıları, meleklerin saflarının şeklidir:

haşir arzı

 

Bu şekillerden biri de; Cehennem, kapıları, menzilleri ve derekele­rinin şeklidir:

Bu şekillerden biri de; ilahi isimlerin mertebeleri, dünya, ahiret \ berzahın şeklidir:


Bu şekillerden biri de; görme kesib’inin ve yaratıkların ondaki mertebelerinin şeklidir: 

Bu şekillerden biri de; âlemin tamamının ve onun tabakalarının ruh, cisim, ulvi ve süfli olarak tertibinin şeklidir:

Şimdi de, dokuz fasıldan her birisinde işin kendinde olduğu Hakk göre, suretlerden söz edelim. Nitekim bunları dokuz şekilde tasvir et­tik. Buradaki öncelik ve sonralığa göre konuları ele alacağız. Fakat bunlardan söz etmek, hangisinin önce olduğunu hangisinin sonra gel­diğini ve içlerinden mücmel ve mufassal olanları açıklar.

BİRİNCİ FASIL

Amâ ve Amâ’nın İstiva Arş’ına Kadar İçerdiği Şeyler

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ varlıkla nitelenmişken mümkünler ara­sından kendisiyle birlikte varlıkla nitelenmiş bir şey yoktu. Hatta şöyle demek daha doğrudur: Hakk varlığın ta kendisidir. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu’ hadi­sinde belirttiği durumdur. Bunun anlamı şudur: Allah Teâlâ mevcuttu(r) ve âlemden O’nunla birlikte mevcut bir şey yoktu(r). Allah Teâlâ bu işin kendinden başladığını buyurdu. Başka bir ifadeyle âlemin dışta zuhu­ru, Haktan başlamıştır. Allah Teâlâ âleme kendisini tanımayı ihsan ederek bi­linmeyi istemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ hüviyeti yönünden veya ken­disini bilmesi yönünden bilinemeyeceğine de hükmetmiştir. Alemde Allah Teâlâ hakkmda gerçekleşebilecek bilgi Hakkın bilinemeyeceğini bil­mektir. Bu ölçüde bir bilgi ‘bilgi’ diye isimlendirilen şeydir. Nitekim Hz. Ebu Bekir es-Sıddik şöyle der: İdrake ulaşmaktan acizlik bir idrak­tir.’ Çünkü varlıkta bilinmeyecek bir şey olduğunu öğrendiğinde, bilir­sin ki o Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ bilhassa sabit hakikatleri olması bakımından mümkünlere bilinmezdir. O hakikatler ezelde Hakkın varlığıyla bir değillerdi. Nitekim orada duyma, görme tarzında bir ilgimiz de vardır, fakat bu durum, dışta var olma tarzında değildir. Hakk bize hitap etti­ğinde O’nu duyarız ve O’nun emrine imtisal edebiliriz. Aynı şekilde hakikatler bilgi, görme ve benzeri bütün güçlere sahiptirler. Bütün bunlar sübûtî durumlardır ve dışta olmadan gerçek bir durumdur.


Mevcutlardan kendilerini görenler bu hakikatleri görür. Nitekim onlar da kendilerini sübutî olarak görürler.

Allah Teâlâ bizim için muhabbet özelliğiyle nitelenmiştir. Muhab­bet kendisiyle nitelenen kimseye rahmeti gerektiren bir hükümdür. Bu nedenle teneffüs eden kimse teneffüs ettiğinde rahatlama bulur. Öyley­se teneffüs edenden nefesin ortaya çıkması, ona rahmetin ta kendisidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan ancak her şeyi kuşatmış rahmet çıkar ve böyle­likle rahmet bütün âleme yayılır. Başka bir ifadeyle âlemde var olan ve henüz var olmayıp var olacak sonsuz şeylere yayılır.

Rahman’ın nefesini kabul eden ilk suret, Amâ’nın suretidir. Amâ içinde rahmetin bulunduğu, hatta rahmetin ta kendisi olan rahmani bir buhardır. Böylelikle o Hakkın varlığının kendisini kabul ettiği ilk me­kân ve zarf olmuştur. O zarf için Hakk, insan için kalp gibiydi. Bu bağ­lamda Allah Teâlâ mümin ve arif insanın kalbi için insanın kalbi gibidir. Öy­leyse Allah Teâlâ ‘kalbin kalbidir.’ Nitekim Allah Teâlâ ‘mülkün mülküdür.’ Onu başkası sığdıramamıştır ve sadece O vardır. Bu Amâ’nın cevheri ruhla­rın suretlerini kabul etmiştir. Bunlar, müheymen ruhlardır. Dolayısıyla kendisinde ve kendisiyle zuhur ettikleri cevherden başkasını tanıma­mışlardır. O bu suretlerin aslıdır ve Hakkın batını ve gaybıdır; kendisi zuhur etmiş ve onda ve onunla âlem zuhur etmiştir. Çünkü âlemin elBatın’ın hükmünden zuhuru mümkün değildir. Dolayısıyla Hakkın onunla zuhuru kaçınılmazdır ve âlemin suretleri O’nunla zuhur etmiş olur. O da Amâ’dan başkası değildir. Amâ ez-Zahir ve er-Rahman’dır. Böylelikle kendisine âşık olmuştur. Sonra ruhani suretlerden birisine ilmi-özel bir tecelliyle nida etmiş, müheymen ruhların bilmediği kıya­mete kadar olacak şeylerin bilgisi ona nakşedilmiş, böylece zatında bir güç bulmuş, o güç sayesinde diğer ruhlardan ayrılmıştır. Böylelikle on­ları müşahede etmiştir. Onlar ise kendisini ve birbirlerini de görmü­yorlardı. Kendisini ondan bileşik olarak görmüştü. Bu ille, kendisinde bulduğu güç vasıtasıyla sudurun nasıl olduğunu öğrenmiştir. Bunun yanı sıra ilahi bilgide bir takım hakikatler bulunduğunu da öğrendi. Bunları kendi nezdinde birbirlerinden ayrıştıklarında onları bildiği için akledilenler diye isimlendirmiştir. Bu ayrışma neticesinde onlardan bi­risi ötekinin aynı değildi. Bu hakikatler Hakk için bilinen iken hem Hakk hem de kendileri için akledilirder. Onların dış varlıkta veya mümkün varlıkta bir varlıkları yoktu. Onların hükümleri Hakta zuhur etmiş ve O’na nispet edilmişler, ilahi isim diye isimlendirilmişlerdir.

Ezelî niteliklerden yaratıklara nispet edilenler onlara nispet edildi­ği gibi kendisinde ortaya çıkan hükümler de yaratıklara nispet edilmiş­tir. Hadislik niteliklerinden ise yaratıklara nispet edilen özellikler ken­dilerine nispet edilmiştir. Bu sabit hakikatler, hadis-kadim, ebedi ve ezelidirler.

Bu esnada ilk akıl şunu öğrenir: Allah Teâlâ âlemi amâ’da yarattı ve amâ Rahman’ın nefesidir. Bunu öğrenince şöyle der: Teorik bilgiye göre (kıyasta) ‘öncül’ denilen ve netice denilen üçüncü unsura ulaşmak üze­re iki şeyin bulunması gerekir. Üçüncü unsur iki öncülün birleşimin­den meydana gelmiş neticedir. Görür ki Haktan kendisinde bulunan şey Müheymen ruhlarda bulunmuyordu. Bu durumda diğer ruhlara göre Hakka daha yakın ve O’na daha münasip olduğunu görür. Amâ cevherinde insan-ı kâmilin suretini görür; onun Hakk ile ilişkisi şahıs ile onun gölgesinin ilişkisi gibidir. Akıl bu dereceye kıyasla kendisini eksik görür.

Böylece ille akıl, türeyenler içinde ve âlemde kendisinden ortaya çıkan son varlığa kadar ondan oluşan şeyleri öğrenir ve insan-ı kâmile ait kemal derecesinin onun adına da gerçekleşmesi gerektiğini anlar. Bununla birlikte kendi o derecede insan gibi değildir, çünkü insan-ı kâmildeki kemal bilfiil iken ilk akılda bil kuvvedir. Varlıkta hem kuvve hem de fiil olan, sadece kuvve olandan daha yetkindir ve âlem bu ne­denle âlem dışta var olmuştur. Allah Teâlâ kudretin kemaliyle nitelensin diye âlemi kuvve halinden fiile çıkartmıştır. Bütün mümkünlerin dışta yara­tılması mümkün olsaydı, onlardan hiç birini yoklukla nitelenecek şe­kilde geride bırakmazdı. Fakat sonluluğun olmayışı nedeniyle, bütün mümkünlerin dışta var olması mümkün değildir. Binaenaleyh varlığa giren şeylerin sonlu olması gerekir. Bunun üzerine Hakk ilk akla tecelli etmiş, o da zatına ait gölgeler görmüştür. Söz konusu tecelli Hz. Mu­sa’yla Tur canibinden konuşmak gibiydi. Nitekim ilk akıl için de ilahi tecelli sağ yönden gerçekleşmişti, çünkü Allah Teâlâ’nın iki mübarek ve açıl­mış eli vardır ki her ikisinde de rahmet bulunur ve azabın herhangi bir yönü ona bitişmez. Allah Teâlâ elini açtığında rahmet verirken kapadığmda da rahmet verir. Bu bağlamda kabz, elin dürülmesiyken bast ondaki açılmadır. Böylelikle akim zatından uzayan gölge, kendisine dönük te­cellinin nurundan meydana gelmişti. Yaratılmış olanın kesifliği el-Latif ve el-Habir’e göre nefs olmuştur ve o levh-i mahfuz ve bütün bunlarla birlikte doğadır. Burada ise hayat, bilgi, irade ve söz diye isimlendiril­miştir. Nitekim cisimlerde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık diye isimlendirilirken rükünlerde ateş, hava, su ve toprak diye isimlendirilir; canlıda ise kara, safra, balgam ve kan diye isimlendirilir ki, bütün bun­lar tek hükümleri ise birbirinden farklı olan şeydir.

Cevher bir hüküm farklı

Bu bir sır, bilgi sahiplerine açılmış

İlk akıl yüzünü Amâ’ya çevirmiş, orada kalan kısımda herhangi bir suretin zuhur etmemiş olduğunu görmüş. Amâ kendisinde ortaya çı­kan suretleri göstermiş, böylelikle suretlerle aydınlanmıştı. Suretin dı­şında kalanları ise ‘sırf karanlık’ olarak görürken kendisini de suretleri ve aydınlanmayı kabul edici görür. Bilmelisin ki, bu durum senin göl­genle bitişmen sayesinde gerçekleşir. Böylelikle cinsel ilişkinin hazzı ilişkiye girenin nefsini kuşattığı gibi ilahi tecelli kendisini kuşatır. Cin­sel haz insanı sardığında, zatının dışında bütün akledilir ve bilinenler­den habersiz kalır. Tecelli nuru kendisini kuşattığında ise gölgesi ona döner ve onunla birleşir. Böylelikle kendisinden arşın çıktığı manevi bir birleşme gerçekleşir. Hakk o arş’a er-Rahman isminin istiva ettiğini bildirerek şöyle demiştir: ‘Rahman Arş üstüne istiva etti.’444 Öyleyse bu ismi, yani Rahman ismini inkâr edenler aşırı yakınlığı nedeniyle onu inkâr etmişken Allah Teâlâ ismini ise içerdiği rahmet ve kahır nedeniyle ka­bul etmişlerdir. Böylelikle Rahman ismi meçhul kalmışken Allah Teâlâ ismi bilinmiştir. Onlar şöyle demişlerdir: ‘Rahman da nedir?,44S Peygamber Arapça dışındaki bir dille o ismi söylemiş olsaydı, yine o anlama yakın bir kelime söyleyecek, onlar yine inkâr edeceklerdi.

Öyleyse yaratıklara rahmetten, daha yakın bir şey yoktur, çünkü onlara kendi varlıklarından daha yakın bir şey yoktur. Onlarm varlıkla­rı ise, hiç kuşkusuz, rahmettir.

Arş, Kürsü, İki Ayak, Üzerinde Arşın Bulunduğu Su, Üzerin­de Suyun bulunduğu Hava, Suyu Tutan ve Onun akışkanlığını koruyan Havanın Kendisinden Çıktığı Karanlık, Arşı Taşıyan1ar ve Etrafında Dönenler hakkındadır

Bilmelisin ki, sözü edilen karanlık, gayb karanlığıdır ve bu nedenle karanlık (zulmet) diye isimlendirilmiştir. Yani onda bulunanlar ortaya çıkmaz. Öyleyse gayb’den ne ortaya çıkarsa, bizim için ortaya çıkar ve biz de gayb aynasmda âlemin suretlerinden ortaya çıkanlara bakarız,, fakat onun gayb aynası olduğunu bilmeyiz. Gayb Hakk için bir aynadır. Hakk aynaya tecelli edince, ilahi bilgide bulunan âlemin suretleri ve cevherleri aynaya yansır. Hakk sürekli aynaya tecelli eder, dolayısıyla âlemin sureti sürekli gaybtedir. Alemde herhangi bir varlığa bir şey gözükürse, o şey aynadan -ki gayb dedik onao kişinin bakışının mu­kabilinde bulunan şeydir. Hakkın bilgisinde bulunan her şeyi bilmeleri mümkün değildir, dolayısıyla âlemin suretlerinden o aynada ancak kendisine gözükenler görülebilir. İlk akıl’ın aynada gördüğü suretlerden birisi, Rahman’ın üzerinde istiva ettiği Arş’ın suretiydi. Arş dört rükün ve dört yönlü bir şerirdir. Bunlar asıl direklerdir. Arş sadece on­ların üzerinde bile kalmış olsaydı, yine de sabit olurdu. Fakat her bir yöne ait eşit ölçüde pek çok direği vardır ki onların sayısı bizce ma­lumdur ve dört direğe ilave direklerdir. Allah Teâlâ onu içerdiği her şeyi iha­ta edebilecek şekilde boş ve kuşatıcı olarak yarattı. İçerdiği şeyler kür­sü, felekler, cenneder, gökler, rükünler ve türeyenlerdir. Allah Teâlâ onu ya­rattığında Rahman bir kere üzerinde istiva etmiştir. Bunun tek olma­sının nedeni mukabili olmayan tek kelimedir. Bu nedenle Arş bütü­nüyle rahmettir ve onda rahmetin mukabili bir şey bulunmaz. O Amâ’daki bir surettir. Akıl onun babası ve nefs annesidir. Bu nedenle üzerine Rahman istiva etmiştir, çünkü ebeveyn çocuklarına merhamet­le bakar ve Allah Teâlâ ‘merhamet edenlerin en merhametlisidir.’446 Akıl ve nefs Allah Teâlâ için kerim ve sevilen iki varlıktır. Bu nedenle Allah Teâlâ Arş üstüne ebeveynin göz aydınlığı olan şeylerle istiva etmiştir ki, o da Rahman’dır. Buradan şunu anladık: Allah Teâlâ’dan ancak kendisinde rahmet bu-


lunan şeyler sudur etmiştir. Âlemin bir kısmında sıkıntı ve acılar bu­lunsa bile, sıkıntılarda da rahmet vardır. Kendisini ona içiren şey olma­saydı, bunu doğanın mizacı veya nefsin gayesine aykırılık gerçekleştire­cekti. Öyleyse bu acı, içilmesi nahoş olan ve lezzet vermeyen bir ilaç gibidir. Kendisini içen ve kullanan kimse için ilaçta rahmet vardır. İn­san bunu içmeyi nahoş bulsa bile içinde rahmet varken dışında acı bu­lunur.

Rahman Arş’a yeryüzünü yaratıp besinleri takdir ettikten ve gök­leri yaratıp her göğe emrini vahyettikten sonra ‘istiva etmiştir.’ Allah Teâlâ bütün bu işlerin yaratılmasını tamamlamış, rükünleri başkalaşmalara elverişli halde tertip etmiştir. Başkalaşmaların gayesi tekvinin gerçek­leşmesini ve bir halden başka bir Hakk geçmeyi sağlamaktır. Bundan sonra Rahman Arş üstüne istiva etmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onu Habir’e sor.’447 Burada ‘o’ zamiri istivaya döner. Yani istivayı Habîr’e sor! Bu konuyu bizim gibi zevk yoluyla bilgi edinenlere sor demektir, çünkü Allah Teâlâ ehli bildiklerini zevk yoluyla öğrenmiştir; yoksa onlar fikir veya tefekkür yoluyla bilgilerini elde etmiş değillerdir. Allah Teâlâ inendir: Fakat inerken hem menzili hem inmeyi ayrılmaz. Öyleyse Allah Teâlâ, şeyin haline göre, her şey ile beraberdir.

Bu yorumu yazdığım gece vahamda Hakk bana kumral bir adamın boyunun dörtte birlik bölümünü gösterdi. Adam önümde susmuş bir halde duruyordu. Hakk bana şöyle dedi: ‘Bu adam kullarımızdan birisi­dir, senin mizanına göre hareket etsin ona bilgi ver.’ ‘Kimdir o?’ diye sorunca ‘Ebu’l-Abbas b. Cudî’dir ve Beşşerat sakinlerindendir’ dedi. Ben ise Dımaşk’taydım. Kendisine şöyle dedim: ‘Rabbim! Benden na­sıl bilgi edinebilir ki? Ben nerede, o nerede?’ Bana şöyle dedi: ‘Sen söy­le, çünkü o senden bilgi alacaktır, onu sana gösterdiğim gibi seni de ona gösterdim. Sen kendisini gördüğün gibi şimdi o da seni görmek­tedir. Sen ona hitap et, duyacaktır. O da senin söylediğinin benzerini söylemektedir, şöyle diyor: Şam’da bulunup -adımı vererekkendisine Muhammed b. Arabî denilen kimseyi mi görüyorum? O bana benim bilmediğim bir şeyi öğretecek ve benim hocam olacak.’ Bunun üzerine kendisine sordum: Ebu’l-Abbas durum nedir? Şöyle dedi: ‘Ben talep için çalışıyordum ve bütün gayretimi bunun için ortaya koyuyordum. Bana keşf gelince, anladım ki ben -talep eden değiltalep edilenmişim!

Bunun üzerine yorulmayı bıraktım ve rahatladım.’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Senden daha hayırlı olan ve Hakka daha ermiş, müşahedesi daha tam ve hakikati senden daha çok keşfetmiş olan kim­seye şöyle denilmiştir: ‘De ki Rabbim! Benim ilmimi artır.’448 Hal böyley­ken teklif diyarında rahadık nerede? Sana söylenen şeyi sen anlamamış­sın: Sana ‘sen talep edildin’ deniliyor, fakat sen bunun ne anlama gel­diğini bilmiyorsun. Evet! Sen talep edilensin, fakat üzerinde bulundu­ğun çalışma, gayrete göre talep edilensin. Bu hayatta rahat yok! içinde bulunduğun bir işi bitirince, her nefes sana gelecek başka bir işe yö­nelmen gerekir. Öyleyse boşa çıkmak nerede!’ Söylediklerim nedeniyle bana teşekkür etti.

Allah Teâlâ’nın bize ve ona dönük inayetine bakınız!

Sonra konumuza dönerek şöyle deriz: Allah Teâlâ Arş’ın nurundan bir grup melek yaratmıştır. Onlar Arş’ın etrafında dönerler. Yaratılmış meleklerden dördünü Arş’ın taşıyıcısı yapmıştır. Bunlar, Arş’ın üzerin­de bulunduğu dört ayağından Arş’ı taşır. Her ayak iki yön arasında or­taktır; böylece her yönün/yüz yarısında bir yön daha vardır ki, o yön onun rükünlerini mertebe bakımından derecelendirir. Beni onun en faziledisine indirdi ve taşıyıcılarından birisi yaptı. Allah Teâlâ Arş’ı taşıyan me­lekler yaratmış olsa bile, insan suretlerinden de sureden vardır ve söz konusu suretler Rahman’ın istiva ettiği Arş’ı taşır. Ben de o taşıyıcılar­dan birisiydim. Onırn en faziledi ayağı bize aittir ve o ayak rahmet hâ­zinesidir. Böylece Allah Teâlâ, güçlükleri bilsem bile, beni mutlak anlamda merhametli yapmıştır ve hangi güçlük olursa olsun onda bir rahadığın bulunacağını bilirim. Bir kabz hali olursa, onda bast hali vardır. Her darlıkta genişlik vardır. Böylelikle iki durumu da anladım. Sağımda bulunan ayak, rahmet ayağıydı, fakat onda zorluk bilgisi yoktu. Onu taşıyan kimse, en genelleri olan büyük ayağı taşıyanın derecesinden daha aşağı derecededir. Solumdaki ayak şiddet ve kahır ayağıydı. Onun taşıyıcısı ondan başka bir şey bilmez. Benim mukabilimdeki dördüncü ayak içinde bulunduğum ayaktaki şeyleri ötekine taşırmakta (feyezan) ve böylelikle onun suretiyle zuhur etmişti. Böylece o karanlık ve nur olmuştu ve içinde güçlük ve rahmet bulunmaktaydı. Her yüzün/yön yarasında bir ayak bulunmaktaydı. Toplam sekiz ayak vardı. Şimdi dördünün taşıyıcısı yoktur. Kıyamet olduğunda Allah Teâlâ onu taşımakla görevlendirdiklerini görevlendirir ve taşıyıcıları kıyamette sekiz kişi olurlar. Dünyada ise dört kişidirler. Her iki ayak arasında Arş’ın üzer­lerinde bulunduğu ayaklar vardır. Arş onlarla süslenir. Onların sayısı tarafımızdan bilinir. Fakat hakikatleri anlayamayacak kadar idrakleri zayıf insanlar onların zannettikleri ayaklar oldukları vehminde bulun­masınlar diye sayılarını açıklamayacağım. Çünkü iş onların vehmettiği gibi değildir. Bu nedenle onların niceliklerini izah etmeyeceğiz.

Arş’ın dibi ile kürsü arasında geniş bir feza ve yanan bir hava var­dır. Âdemoğullarının velilerinden bir kısmının amellerinin suretleri Arş’ın köşeleri arasında bir mekândan başka bir mekâna Rahmanı ge­nişlik arasında uçuşurlar. Bu Arş’ın ayaklan donuk su üstündedir ve bu nedenle soğukluk ve serinlik rahmete izafe edilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Parmaklarının soğukluğunu hissettim.’ Böylece Allah Teâlâ peygambere içinde rahmetin bulunduğu bilgiyi (iman bilgisi) ver­miştir. Arşı donuk suyun kaldırmasının ve kendisine ait taşıyıcıların ta­şımasının nedeni, tazim ve hürmet amacıyla, ona hizmettir. Donuk su soğuk su üzerine yerleşmiştir ve zaten suyu donduran da odur. Hava karanlığın kendisidir ki, o da gayb demektir. Allah Teâlâ’dan başka o karanlı­ğı bilen yoktur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gaybı bilendir.’449 Dolayısıyla O’nun gaybı kimseye gözükmez. İnsanlar orada yeryüzü başka bir yeryüzüyle değiştirildiğinde bir köprü üzerinde bulunurlar. Bu bağlamda değişiklik cevherde değil nitelikte gerçekleşir. Artık yeryüzü fesat (bo­zulma) arzı değil, salah ve iyilik arzı haline gelir tıpkı bir deri gibi uza­tılır. ‘Onda bir eğrilik ve sapma görülmez-’450 Bunun açıklaması -Allah Teâlâ izin verirsebu bölümde ilgili yerde gelecektir.

Allah Teâlâ kürsüyü Arşın ortasında dörtgen bir şekilde yaratmış, iki ayağını ona şarkıtmıştır. Böylelikle bir tek kelime -ki Arş’ta tek idibö­lünmüştür. Kelime Arş’ta bir tek rahmetti. Sonuçta ise her şey sonuçta o rahmete dönecektir. Kürsü’de işte bu kelime, terkibin gereğiyle, rahmete ve rahmet ile karışık gazaba bölünür. Bunun nedeni el-Muizel-Miizil, el-Kabız-el-Basit, el-Muti ve el-Mani gibi zıt isimlere sahip olan Allah Teâlâ’nın âlemde kabz ve bastı ve bütün zıdarı izhar etmek istemesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hakkında azap kelimesinin ger­çekleştiği kimse...’451 Bu durum söz konusu kelimenin bölünmesinden kaynaklanır. Bununla birlikte bir şey zatî olursa, böyle olabilir:

Bak oluşa ve onun tafsiline, şaşırırsın!

Her şey sonuçta döner Allah Teâlâ’ya

Asılda bir suretlerde farklı

Dünya ve ahirette böyle hüküm O’na ait

Allah Teâlâ’tadır, tecelligâh olması bakımından âleme Alem Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile görür ancak

 Varlığını bilmelisin! Cömertlik var etti onu Allah Teâlâ hakkında böyle bilgi sahibi olmalısın

Öyleyse Rahman Arş üstüne istiva ettiği gibi iki ayak Kürsü üstü­ne istiva etmiştir. O dörtgenlik bakımından -yoksa ayakları bakımın­dan değilArş’ın şeklindedir. Bununla birlikte o Arş’a atılmış bir halka kadardır. Öyleyse Kürsü istivanın karar kıldığı yeridir, çünkü ona sar­kan şey, rahatlamak üzere sarkar. Bu bağlamda ayak sübut demektir. Başka bir ifadeyle bu ayak, sıdk, doğruluk ayağı ve el-Cebbar’ın kade­midir. Aynı zamanda cebir ve irade kademidir o.

Kürsü’ye sarkan iki ayağın ilahi bilgide pek çok mertebeleri vardır. Vakit onların ifadesi için yeterli gelmez. Çünkü biz bu kitapta özetle­me ve veciz anlatımı tercih ettik.

Kürsü de donuk su üzerinde karar kılmış ve yerleşmiştir. Kürsü­nün ortasında gök, rükünler gibi bütün yaratılmışlar vardır. Bunların onda bulunuşu da Kürsünün Arş’ta bulunması gibi (halka kadardır). Onun taksim edilenlerden ibaret olan melekleri vardır ve bu nedenle de kelime onda bölünmüştür. Çünkü bu sınıf kendilerinde bulunsa bi­le, tekliğin ne olduğunu bilmezler. Allah Teâlâ onları her nefes taksim et­mekle görevlendirmiştir. Allah Teâlâ onlara kendilerinden ve tüm işlerdeki tekliği göstermiş olsaydı, belki de bir nefes bile olsa yaratılış gayelerini teşkil eden taksim işini bırakıp, onunla meşgul olurlardı. Hâlbuki me­lekler, Allah Teâlâ’nın kendilerinden bildirdiği üzere, itaatkâr olan varlıklardır. Bu nedenle bu durum birliği müşahede etmelerine engel teşkil etmiş­tir. Binaenaleyh onlara hangi birlik tecelli ederse etsin, onu hikmete göre taksim ederler. Dolayısıyla onlar her şeyde sadece taksimi görür ve bildikleri şey hakkında herhangi bir unutma veya gaflet söz konusu olmaz. Tevhit ve birlik meleklerine gelirsek, onlar ile taksim melekleri­ni bir ilahi meclis bir araya getirip aralarında emir hakkmda alış veriş gerçekleştiğinde, hasımlaşırlar, Çünkü her iki grup melek birbirlerinin zıddıdır. Bu durum Mele-i ala’nın hakkmda hasımlaştığı meselelerden biridir. Bu bağlamda birinci grup birliği dile getirirken öteki grup bö­lünmeyi ve ikiliği dile getirir. Onların ruhları bu ruhlardan meydana gelmişken bu ruhlar da ancak tümel nefiste bulunan iki kuvvetten meydana gelmiştir.

Nefs kendisini bilir bir tek Hakk ancak nefsle bilinir

Kendisine bakınca tenzih etmelisin O’nu Nefsinden ise teşbih edersin

Başka bir beyitte şöyle denilir:

Vasiyet ettiğim sözü dinleyen kimse Vasiyetimle birlikte uyanmış olur

Allah Teâlâ sana öğretsin, bilmelisin ki, bu mertebe her şeyin bölünme­sini gerektirdiği için, âlemde yaratılmışların ilahlıkları bu mertebeden ortaya çıkmıştır. Alemde ancak Allah Teâlâ’nın yarattığı ve bildiği şey ortaya çıkabilir. Allah Teâlâ’yı bilenlere tahsis edilip başkalarından üstün olmalarını sağlayan yegâne özellik, âlemde ortaya çıkan şeylerin nereden sudur et­tiklerini bilmiş olmalarıdır. Hiç kuşku duymayız ki (âlemde ortaya çı­kan) karşıtlık ve tekabüliyet, bir bölünmenin neticesidir. Öyleyse orta­da bölünebilir toplayıcı bir cevherin bulunması kaçınılmazdır. Âlemin mazereti gerçekte kabul edilmiş olduğu için -çünkü onlar ihtiyar ve se­çimlerinde mecburdur-, Allah Teâlâ hepsinin neticede rahmete ulaşmasını takdir etmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ el-Gafur’dur. Yani Allah Teâlâ gerçeği bilmeyenlerin kalplerinden -kendilerine merhamet ederekbu hakikati gizlemiştir. Aynı zamanda Allah Teâlâ mağfiret ederken, yani gizlerken Rahim’dir. Çünkü Allah Teâlâ söz konusu varlığın mizacının gerçeği olduğu hal üzere idrake elverişli olmadığını bilir. Öyleyse engelleme kabul edenden kaynaklanır. Bunun nedeni -cevherin her türlü mizacı kabul etmesi nedeniyleHakkın meşiyetini içermiş olmasıdır. Binaenaleyh herhangi biri belli bir mizaca tahsis edilmemiştir. Bununla birlikte her bir cevher, herhangi bir mizacı ilahi meşiyetin hükmüyle kabul eder.

Senevilerin (ikiciler) ruhları bu mertebeye yükseldiklerinde, miraçlan gerçekleşir ve onların ayakları başka bir yere basmaz. Öyleyse onla­rın özel bir yolları vardır.

Doğru yol Allah Teâlâ’ya gider.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar