Print Friendly and PDF

FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN ÜÇÜNCÜ KISMI...Kitabın Girişi

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

Kitabın Girişi

(İlimlerin Mertebeleri)

Bu kitaba öncelikle kesin delillerle ve susturucu kanıtlarla destek­lenmiş inanç esasları hakkında bir bölüm koymak aklıma geldi. Sonra, böyle yapmamın daha fazlasını arzulayarak varlığın sırlarıyla cömertlik esintilerine koşmak isteyen müride güçlük çıkartacağını düşündüm. Çünkü o, halvet ve zikre devam ettiği ve (idrak) mahallini düşünceden arındırdığında, hiçbir şeyi olmayan bir yoksul gibi, Rabbinin kapısında oturduğunda, Allah Teâlâ kendisini bilmeyi, ilâhî sırları ve rabbani ilimleri ona ihsan eder.

Allah Teâlâ söz konusu ilimlerle kulu Hızır’ı övmüş ve ‘Katımızdan rah­met verdiğimiz ve ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birisi5137 demiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, Allah Teâlâ size öğre­tir:138 Başka bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, sizin için bir furkan yaratır.’ ‘Sizin için bir nur yaratır, onunla yürürsünüz’'39

Cüneyd-i Bağdadî’ye sorülmuş: Ulaştıklarına neyle ulaştın? Cevap vermiş: ‘Bu derecenin altında otuz küsur sene oturmakla.’ Ebû Yezid Bestamî ise şöyle dermiş: ‘Siz ilminizi ölümlülerden, biz ise ölümsüz Diri’den almaktayız.’

Hibeleri yüce ve ihsanları büyük Allah Teâlâ ile baş başa kalan himmet sahibi adma, yeryüzünde söz söyleyen herkesin bihaber olduğu bilgiler meydana gelir. Hatta bu Hakk sahip olmayan akılcılar ve kanıttan hare­ket edenlerin tümü, ona açılan ilimlerden habersizdir. Çünkü söz konu­su ilimler, teorik aklın ötesindedir.

İlimler üç kısımdır: Birinci kısım, akıl ilmidir. Bu ilim, insanda zo­runluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir. Bu nedenle, nazar (teorik düşünce, araştırma) hakkmda şöyle derler: ‘Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış!’

ikinci ilim haller ilmidir. Haller ilmi, sadece zevk (yaşama, tatma) yoluyla elde edilebilir. Dolayısıyla akılcı kişi, onu tanımlayamaz ve öğ­renilmesi için kanıt ortaya koyamaz. Balın tatlılığını, sıbır otunun acılı­ğını ve cinsel ilişkinin hazzını bilmek; aşkı, coşkuyu, arzuyu ve bunlara benzeyen şeyleri bilmek, bu kısma girer. Bu gibi ilimler, kendileriyle ni­telenmeden ve tatmadan öğrenilemeyen ilimlerdir. Sahiplerinde bu ilimlerin taşıdığı kuşkular da, kendi cinslerinden olan kuşkulardır. Söz gelişi, tatma duyusuna acı safra baskın gelen kimse balı acı hisseder, hâlbuki bal acı değildir. Burada tatma duyusuna temas eden şey sadece safranın acılığıdır.

Üçüncü ilim, sır ilimleridir. Sır ilmi, aklın gücünün üzerindeki ilimdir. Başka bir ifadeyle, Ruhu’l-Kuds’ün sırr’a üflediği ilimdir ve peygamber ve veli o ilme tahsis edilmiştir.

Sır ilmi ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu sınıflamadaki birinci tür ilimler gibi, akılla algılanır. Fakat sır ilmini bilen, onu teorik düşünce yoluyla elde etmiş değildir, aksine o ilmin mertebesi kendisine onu vermiştir.

İkinci tür ise iki kısma ayrılır: Bir kısmı ikinci kısma katılır, fakat bunun hali daha kıymedidir. İkinci tür, rivayet ilimleri türündendir. Bunlar özü gereği doğruluğa ve yanlışlığa konu olan ilimlerdir. Şu var ki rivayet ilimlerini bildiren kişinin bildirdiği kişinin nezdinde doğru sözlülüğü sabit ve söylediği ve bildirdiği şey hakkındaki masumluğu ke­sindir. Bu kısma örnek olarak peygamberlerin -Allah Teâlâ hepsine merha­met etsinAllah Teâlâ’dan aktardığı haberleri, cennet ve içindeki şeyleri bil­dirmelerini verebiliriz.

Bu bağlamda Peygamberin140 ‘Bir cennet vardır’ şeklinde bildirdiği haberler, rivayet ilmi; kıyamet için ‘Orada suyu baldan tadı bir havuz vardır5 şeklindeki ifadesi hal ilmindendir ve o bir zevktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu’ ve bu an-

lamda verdiği haberler ise teorik düşünceyle algılanabilen akıl ilimlerindendir.

Sırlar ilmi olan bu üçüncü sınıfın özelliği şudur: Bir insan onları bildiğinde, bütün ilimleri öğrenir ve kuşatır. Diğer ilimlerin sahipleri böyle bir imkâna sahip değildir. Dolayısıyla bu kuşatıcı ilimden daha değerli bir ilim yoktur. O, bütün bilinenleri içerir.

' Geride, sadece sırlar ilmini bildiren kişinin kendisini dinleyenlere göre doğru sözlü ve masum olması kalmıştır. Avama (sıradan insanlara) göre bu, onda bulunması zorunlu bir şarttır. Akıllı-zeki ve kendisine karşı samimî kişi ise öyle bir koşul ileri sürmez. Bunun yerine şöyle der: Bildirilen bu şey bana göre doğru veya yanlış olabilir. Masum olmayan birisi bu tarz bir ilim getirdiğinde, gerçekte bildirdiği şeylerde doğru söylüyor olsa bile, bütün akıl sahiplerinin böyle hareket etmesi gerekir. Onu dinleyen kişi tasdik etmek zorunda olmadığı gibi yalanlaması da gerekmez. Bunun yerine çekingen kalır. Onu tasdik etse bu durum kendisine bir zarar vermez. Çünkü o, imkânsız görmek bir yana, aklın mümkün gördüğü veya çekimser kalıp şeriatm herhangi bir esasını yıkmayan veya bir aslını geçersiz kılmayan bir bilgi getirmiştir.141

O halde sır ilimlerine ulaşmış bir insan, aklın mümkün görüp Şârî Teâlâ’nın hakkında sustuğu bilgi getirirse onu mutlaka reddetmemiz gerekmez. Bilakis kabul edip etmemede muhayyeriz. O bilgiyi getiren kişi adalet (dürüsdük, güvenilirlik) özelliğine sahip ise getirdiği bilgiyi kabul etmemiz bize zarar vermez. Nitekim onun tanıklığını kabul eder. ye onun tanıklığıyla mal ve canlar hakkında hüküm veririz. Bilgimize göre adil bir insan değilse o zaman bakarız: Bildirdiği şey, bizim nezdimizde kendisini geçerli kılan herhangi bir yorumla doğru ise kabul ederiz. Aksi halde, onu mümkün şeylerden birisi sayarız ve onu söyle­yene bir şey demeyiz. Çünkü davranışımız, yazılmış bir tanıklıktır ve ondan sorumlu tutulacağız. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların tanıklıklarını yazacağız ve onlar sorumlu olacaklar dır.142

Ben, bu konuda nefsine ilk nasihat edenim. Bu kişi, sadece Masum’un getirdiğini -s.a.vgetirmişse bu durumda bizim nezdimizde bulunan bir bilgiyi bize aktarmaktadır ve onun bildirmesiyle bizde ilâve bir fayda meydana gelmez. Onlar -Allah Teâlâ kendilerinden razı olsunşeri­atın sır ve hikmetlerinden düşünce ve fikir gücünün dışında kalıp sadece , müşahede ve temkîn (sağlamlaştırma) vb. yolların dışında asla ulaşıla­mayan şeyleri getirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Ümmetim içinde sezgi sahip­leri varsa Ömer onlardan birisidir’ buyurmasının yararı buradan ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahip olduğu bir sır nedeniyle Ebû Bekir’in diğer insanlardan üstünlüğü hakkındaki ifadesi de bununla ilgilidir.

Böyle ilimlerin bulunabileceği inkâr edilmeseydi, Ebû Hureyre’nin şu sözü bir anlam taşımazdı: ‘Allah Teâlâ’nın elçisinden iki kap aldım. Birinciyi yaydım, diğerini size bildirseydim şu boğazım (bulğum) kesilirdi.’

Fakih Ebû Abdullah Muhammed b. Ubeydullah el-Hacrî kendi evinde Sebte’de 1193 (589 h.) yılı Ramazan ayında bu hadisi bana bil­dirdi. Ebû’l-Velid b. el-Arabî de aynı hadisi İşbiliyye’de kendi evinde başkalarıyla birlikte 1195 (592 h.) yılında bana aktarmıştır. Bütün râviler ‘bize bildirdi’ ifade kalıbını kullanmıştır.

Ebu’l-Velid el-Arabî ise şöyle der: Ebû Hasan Şurayh b. Muham­med b. Şurayh er-Ruaynî’nin şöyle söylediğini duydum. Babam, Ebû Abdullah ve Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Manzûr el-Kaysî bana bildirmiştir. Onlar da Ebû Zer’den, o da Ebû Muhammed -ki o Abdullah b. Ahmed b. Hameveyh es-Serahsî el-Hamevî’dirve Ebû İshak el-Müstemlî, Ebu’l-Heysem’den -ki Muhammed b. Mekkî b. Mu­hammed el-Keşmeyhinî’dirsema’ yoluyla rivayet etmiştir. Şöyle demiş­ler: ‘Bize Ebû Abdullah, Muhammed b. Yusuf b. el-Ferberî bildirdi.’ Şöyle demiştir: ‘Bana Ebû Abdullah el-Buharî bildirdi.’

Ayrıca bu hadisi Ebû Muhammed, Yunus b. Yahya b. Ebi’lHüseyn b. Ebi’I-Berekât el-Haşimî el-Abbasî Mekke’de Harem-i şerifteYüce Kâbe’nin Rükn-i Yemanî’sinde, 1202 (599 h.) senesinin Cemazi’lula ayında Ebu’l-Vakt Abdülevvel b. İsa es-Seczî, el-Herevî’den, o da Ebu’l-Hasen Abdurrahmân b. el-Muzaffer ed-Davudî’den, o da Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Hameveyh es-Serahsî’den, o da Ebû Abdullah el-Firebrî’den, o da Buharî’den aktardı.

Buharı es-Sahih’inde der ki: Bana İsmail şöyle bildirdi: Bana kar­deşim İbn Ebî Zi’b Said elMakburî’den şöyle aktardı. Sonra hadisi zikretmiştir. Ebû Hureyre’nin ifadesinde geçen ‘bulğum’ kelimesini de açıklamıştır. Abdullah el-Buharî Kitâbu’l-ilim’de onu zikretmiş ve bulğum’un yemek borusu olduğunu belirtmiştir.

(Bu ilimler inkâr edilmeyecek olsaydı) İbn Abbas’m ‘Yedi gökleri ve yeryüzünde bulunanları yaratan Allah Teâlâ’dır, emri onların arasına indirir143 ayeti hakkında cBu ayeti yorumlasaydım, beni taşlardınız’ demesinin an­lamı olur muydu? Başka bir rivayette ‘benim kâfir olduğumu iddia ederdiniz’ demiştir. Rivayeti Ebû Abdullah Muhammed b. Ayşun, Ebû Bekir el-Kadı’dan, o da Muhammed b. Abdullah el-Arabî, el-Meâfirî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed et-Tusî el-Gazalî’den aktarmış^ tır. Ya da, Ali b. Ebû Talib’in torunlarından Rıza’nm şu mısraı söyle­mesinin anlamı olur muydu?

Nice bilgi cevheri var ki şayet açıklasam                                                         ,

Bana ‘puta tapıcilardansın’ denilirdi Müslüman adamlar kanımı helâl görür Yaptıkları en çirkin şeyi güzel sayarlardı

Soz konusu insanlar, benim zannımca ve bilindiği kadarıyla, Efen­diler ve Ebrâr’dır (İyiler). Onlar bu ilmi ve değerini, insanların büyük kısmının onun karşısındaki tavrını ve pek çoğunun onu inkâr edeceğini biliyordu. Dolayısıyla akıllı-arifin insanların bu ilmi inkâr etmelerini yadırgamaması gerekir. Çünkü Hızır ve Musa hikâyesinde onlar için bir seçenek ve her iki sınıfın varlığına kanıt vardır. Bununla birlikte Mu­sa’nın Hızır’a tepki göstermesi, verdiği sözü unutmasından ve (yanlış inancını) Allah Teâlâ’nın düzeltmek istemesinden kaynaklanmıştı.

Bizzat bu hikâyeyle inkârcılara karşı kanıt getiririz. Fakat onlarla tartışmanın imkânı yoktur. Onlarla tartışmak yerine, kendilerine salih kulun söylediğini söyleriz: ‘Bu aramızın ayrılmasıdır.’144

VASIL

(Nebevî ve Teorik ilim)

Ey araştırmacı! Peygamberlerden tevarüs edilmiş bu tür nebevî il­min bir meselesinin filozof, kelâmcı vb. herhangi ilimdeki bir akılcı ta­rafından dile getirilmiş olduğunu öğrendiğinde, bu durum seni perde­lemesin. Perdelenirsen o bilgiyi ifade eden muhakkik-sûfînin de filozof olduğunu iddia edersin. (Sana göre) Filozof bu meseleyi dile getirmiş, ifade etmiş ve ona inarimış, sûfî de ond?n aktarmıştır. Ya da, o bilgiyi dile getiren filozof dinsizdir diye o sûfîye de ‘dinsiz’ dersin.

Kardeşim, sakın bunu yapma! Bu, hiç bir şey bilmeyenin vereceği bir yargıdır. Filozofun bütün bilgileri geçersiz değildir. Bilhassa Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o bilgiyi dile getirmişse aynı mesele filozofta da doğru ola­bilir. Bu durum, özellikle hikmetler, arzular ve nefsin tuzaklarından ve iç kötülüklerinden kaçınmakla ilgili görüşlerinde böyledir. (Bu konu­larda) gerçekleri bilmiyor isek, bu belirli meselede filozofun görüşünü benimsemek ve onu doğru saymak zorundayız. Çünkü peygamber veya bir sahabesi veya İmam Mâlik veya imam Şafiî veya Süfyan es-Sevrî onu söylemiş olabilir.

‘Sûfî bu bilgiyi filozoftan işitmiş veya felsefe kitaplarından öğren­miştir’ diye iddia edersen, ya cahil ya da yalancısın; Yalan, görmediğin halde ‘bunu işitmiş veya öğrenmiştir’ demen, bilgisizliğin ise bu mese­lede doğru ile yanlışı ayırt edemeyişinden kaynaklanır.

Filozofun dinsiz olduğu iddiana gelince, bir insanın dinsiz olması söylediği her şeyin geçersiz olduğu anlamına gelmez. Bu durum, bütün akıl sahiplerince ilk bakışta anlaşılacak bir husustur. Böyle bir meselede sûfîye karşı çıkmakla bilgiden, doğruluktan ve dindarlıktan çıkmış, bil­gisiz, yalancı, iftiracı, aklı ve dindarlığı kıt, düşüncesi bozuk sapkın in­sanların yoluna girmiş oldun. Bir düşün: Gördüğün bir rüya o bilgileri sana getirseydi, onların sadece bir yorumcusu ve anlamlarının araştırıcı­sı olmaz miydin? Sûfînin sana getirdiği şeyleri de al ve nefsine ‘pek az eğil’, algı mahallini sana gelen şey için boşalt ki, onların anlamı sana da gözüksün. Böyle davranman, kıyamet günü ‘Biz bundan habersiz idik, dahası zâlim olduk145 demekten daha hayırlıdır.

Binaenaleyh dile getirildiğinde estetik bir değer taşıyan (kulağa gü­zel gelen), anlaşılan ya da zihne yaklaşan (akledilir olan) ve onu duyan anlayışlı insanda bir tat meydana getiren her ilim teorik ilimdir. Çünkü o bilgi, teorik aklın algı alanındadır ve -araştırırsaakıl tek başına onu öğrenebilir. Bir ilim bu özelliklere sahip değilse o zaman, sır ilmilerin­dendir. Çünkü sır ilmi açıklanmak istenirse çirkinleşir, akıllar tarafından algılanmaya direnir ve belirsizleşir. Muhtemelen tutucu-zayıf akıllar onu anlamsız diye bir kenara atar. Bu nedenle bu ilim sahibi bilgisini çoğunlukla örnekler vererek ve şairane söyleyişlerle aktarır.

Hal ilimleri ise sır ilimleri ile akıl ilimleri arasında bulunur. Bunlara inananların çoğu, tecrübe sahipleridir. Söz konusu ilimler, sır ilimlerin­den daha çok teorik ilimlere yakındır. Yakın olduğu ilimler zorunluteorik ilim türüdür, hatta onun tıpatıp aynısıdır. Yine de akıllar, o ilmi ancak kendisini bilen ve müşahede eden peygamber veya velinin bil­dirmesiyle öğrendiği için hal ilimleri zorunlu-aklî ilimlerden ayrılır. Fa­kat hal ilimleri, kendisini müşahede eden nezdinde, zorunlu ilimlerdir.

Ey kardeşim, bilmelisin ki: Sır ilimlerinin güzellik değeri taşıdığını görüp onları kabul ederek inandığında, müjdeler olsun sana! Çünkü bu durumda, farkında olmasan bile, sır ilminde zorunlu bir keşfe sahipsin. Bundan başkası da olamaz. Çünkü gönül ancak doğruluğuna kesin ola­rak inandığı şeyle serinler. Akıl buraya giremez, çünkü akıl Masum (peygamber) bildirmediği sürece, sır ilmini algılayamaz. Masum bildir­diğinde ise akıllının gönlü serinler. Masum olmayan böyle bir bilgiyi getirdiğinde ise onun sözünden sadece zevk sahibi haz alabilir.

(Hakk Ehlinin Hakka Gidiş Yöntemleri)

Dersen ki: ‘Bana, kendisini takip eden sâliki Allah Teâlâ’ya ulaştıran kıy­metli yol olduğunu iddia ettiğin bu yolu ve içerdiği hakikat ve makam­ları en anlaşılır, veciz ve yetkin bir şekilde özede ki, ona göre davrana­yım ve ulaştığını iddia ettiğin şeylere ben de ulaşayım. Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki: Onu seni denemek ve tecrübe etmek niyetiyle değil, sana karşı katıksız bir hüsn-ü zan sahibi olduğum için, seni doğrulayarak ve onaylayarak alacağım. Çünkü sen getirdiğin bilgi hakkında beni uyar­dın ve o bilginin, aklın mümkün ve olabilirliği hakkında hüküm verdiği ya da bir hüküm vermeksizin çekimser kaldığı şeylerden olduğuna dik­katimi çektin. Bunları bana bildirdiğin için Allah Teâlâ sana ihsanda bulun­sun, seni arzularına ulaştırsın ve senin vasıtanla başkalarını yararlandır­sın.’

Bilmelisin ki: Nefislerini yaratılış gayelerinden başka şeylerle meş­gul eden sıradan insanlar değil de, kurtuluşlarını isteyen müminlerin seçkinlerinin takip ettiği Allah Teâlâ’ya giden yol, dört kısımdır: Dürtüler, çağ­rılar, ahlâk ve hakikatler. Onları söz konuşu çağrılara, dürtülere, hakikatlere ve ahlâka sevk eden şeyler ise üzerlerine farz kılınmış üç haktır: Allah Teâlâ’nın hakkı, nefislerinin hakkı ve yaratıkların hakkı.

Allah Teâlâ’nın onlarm üzerindeki hakkı, herhangi bir şeyi ortak koşma­dan, kendisine ibadet etmektir. Yaratıklarınki, herhangi bir (şerî) ceza­nın uygulanmasıyla ilgili şeriat emri olmadıkça, onlara hiçbir şekilde eziyet etmemek, şeriatın yasaklarının dışındaki işlerde imkân ölçüsünde ve kendilerini tercih ederek onlara karşı iyi davranmaktır. Çünkü (Hak­kın) maksadına uymanın biricik yolu, şeriatın diliyle ifade edilmiş ol­maktır.

Nefislerinin hakkı, nefsi kurtuluş ve mutluluğunun bulunduğu yoldan başka bir yola kesinlikle sevk etmemektir. Nefs, kurtuluş ve mutluluğunun bulunduğu yola girmeye direnirse bunun nedeni, bilgi­sizlik ve kötü doğadır. Çünkü inatçı nefisleri erdemli huyları kazanmaya taşıyan şey, din ve mertliktir. Dolayısıyla bilgisizlik, dinin zıddıdır. Çünkü din ilim demektir. Kötü doğa ise mertliğin zıddıdır.

Tekrar Allah Teâlâ’ya giden yolun şubelerine dönecek olursak deriz ki: Çağrılar, beş tanedir: Bir sebebe bağlı ve nakru’l-hatır146 (ilk düşünçe) diye isimlendirilen çağrı, irade, azim, himmet ve niyet. Bu çağrılara ait amiller ise üçtür: İstek, korku ve tazim. İstek ikidir: (Hakka) Komşu olmayı istemek, görmeyi istemek. Başka bir anlatımla, O’nun katında bulunanı istemek, O’nda bulunanı istemektir. Korku da ikidir: Azaptan korkmak ve perdelenmekten korkmak. Tazim ise Hakkın senden ayrı olması ve senin O’nunla bir olmandır.

Ahlâk üç türdür: Geçişli, geçişli olmayan ve ortak ahlâk.

Geçişli kısım ikiye ayrılır: Bir yarar ulaştırmak veya bir sıkıntıyı uzaklaştırmak için başkasına ulaşan ahlâk. Bu kısma örnek olarak ceza­landırmaya ve engellemeye gücü ve imkânı olduğu halde bağışlamak, hoş görmek, tahammül etmek vb. huyları verebiliriz. Geçişli olmayan ise verâ, züht, tevekkül gibi huylardır. Ortak ahlâka örnek olarak yara­tıkların sıkıntısına karşı sabretmek ve güleç olmayı verebiliriz.

(Sâlikin hedeflediği) Hakikatler, dörttür: Mukaddes zat’a dönen hakikatler, münezzeh sıfadara dönen hakikatler -ki bunlar nispederdirfiillere dönen hakikatler ve mefullere (yapılan iş) dönen hakikatler. Bunlar kün (ol emri) ve kardeşleridir. Mefullere dönen hakikatler, var olan şeyler ve olgulardır. Bu kevnî hakikatler, üç mertebedir: Ulvî akledilirlersüflî -duyulurlarve arada bulunanlar, yani tahayyül edilen şeyler.

Zatî hakikatler, bir şeye benzemeden ve nitelenmeden, dile getiri­lemeyen ve işaretin gösteremediği Hakkın insanı yerleştirdiği her mü­şahede mahallidir.

Sıfatlara nispet edilen hakikatler ise Hakkın seni yerleştirip O’nun bilen, kudret sahibi, irade eden, diri vb. gibi birbirinden farklı ya da benzer veya karşıt isim ve sıfadar sahibi olduğunu öğrendiğin her şey­dir.

Kevnî (oluşla ilgili) hakikatler, Hakkın seni yerleştirip ruhların, ba­sit ve bileşiklerin, cisimlerin, bitişme ve ayrışmanın bilgisine ulaştığın her müşahededir.

Fiilî hakikatler, Hakkın seni kendisine yerleştirip kün (ol) emrinin anlamını öğrendiğin müşahede mertebesidir. Ayrıca oradan kudretin kudret yetirilen şeye özel bir şekilde nasıl iliştiğini de öğrenirsin. Çünkü kulun fiili olmadığı gibi kulun nitelendiği sonradan yaratılmış kudreti­nin de bir sonucu yoktur.

Bütün bu zikrettiklerimiz haller ve makamlar diye isimlendirilir. Makam, kendisinde derinleşilmesi gerekli ve ayrılmanın mümkün ol­madığı her niteliktir. Örnek olarak, tövbeyi verebiliriz. Hal, insanın sa­dece bir vakitte bulunduğu şeydir. Sarhoşluk ve silinme, kendinden geçme ve hoşnuduk gibi. Başka bir tanımla hal, varlığı şarta bağlı olan şeydir. Binaenaleyh hal, şarti ortadan kalktığı için ortadan kalkar. Ör­nek olarak, belâya sabretmeyi veya nimete şükretmeyi verebiliriz.

Huylar iki kısma ayrılır: Bir kısmı, yetkinliği insanın zâhirinde ve bâtınında bulunanlardır, örnek olarak verâ (kuşkulu şeylerden sakın­mak) ve tövbeyi verebiliriz. Diğer kısım ise yetkinliği insanın bâtınında bulunanlardır. Ardından zâhir bâtına tabi, olursa bunda bir mahzur yoktur. Bu kısma örnek olarak züht ve tevekkülü verebiliriz. Bu yolda insanın bâtınında bulunmayıp sadece zâhirinde bulunan huy yoktur.

Bu makamlardan bazısı vardır ki, insanın onunla dünya ve ahirette nitelenmesi gerekir. Örnek olarak müşahede, celâl, cemal, ünsiyet, hey­bet ve bast halini verebiliriz. Bazı makamlar ise kulun ölünceye kadar nitelenmesi gerekli makamlardır. Örnek olarak züht, tövbe, verâ, mücâhede, riyazet, kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmeyi vb. verebiliriz.

Makamların bir kısmı, züht, tövbe, verâ, mücahede, riyazet, kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek gibi, Hakka yaklaşmak yo­lunda kulun ölünceye kadar niteleneceği makamlardır. Cennette ise bunlar kendisinden düşer. Bir kısmı ise şartı ortadan kalktığı için kendi­si de ortadan kalkan veya şartı geri döndüğü için kendisi de dönen şey­lerdir. Bu kısma örnek olarak, sabır, şükür ve verâyı verebiliriz.

İşte -Allah Teâlâ bizi ve seni başarıya erdirsinmenzilleri sıralanmış, ma­na ve hakikatleri açıklanmış yolu son derece veciz ve genelin anlayacağı şekilde açıkladım. Artık o yoldan gidersen, erersin.

Allah Teâlâ bizi ve seni doğru yola ulaştırsın.

FASIL

Allah Teâlâ ehline tahsis edilmiş ilmin etrafında döndüğü esas, yedi me­seledir: Onları bilene hakikat ilimlerinden herhangi bir şeyi anlamak güç gelmez. Bu yedi mesele Allah Teâlâ’nın isimlerini bilmek, tecellileri bil­mek, Hakkın kullarına şeriat diliyle olan hitabını bilmek, varlığın yet­kinliğini ve eksikliğini bilmek, hakikatleri yönünden insanı bilmek^ ha­yale dayanan keşfi bilmek, hastalık ve çarelerini bilmek.

Bütün bu meseleleri kitabın marifet bölümünde zikrettik. Allah Teâlâ’nın izni ile oraya bakabilirsin!

, TAMAMLAMA

(Kelâm ilmi Bakımından Doğru İnançların Araştırılması)

Şimdi konumuza dönüp Tanrı’nın kalbine tecellisine hazırlanan sâliki, doğru inancı kelâm ilminin yaklaşımıyla araştırmaktan neden en­gellediğimizi açıklayalım: . Bunun bir sebebi şudur: Doğru düşünce sahibi bütün dindarların görüş birliğiyle, sıradan insanlar, inançları sağlam ve teslim olmuş kim­selerdir. Bununla beraber onlar, kelâm ilminden herhangi bir konuyu araştırmamış ve çelişik mezhepleri öğrenmemişlerdir. Allah Teâlâ, onları fıtra­tın sahihliği üzerinde bırakmıştır. Söz konusu fıtrat, dindar baba veya eğitmenin telkiniyle, Allah Teâlâ’nın varlığını bilmektir.

Avam, Hakkı bilmek ve O’nu tenzih etmede Kur’an’ın açık-zâhirî ifadelerinde yer almış tenzih ve bilginin hükmüne uyar. Onlar, birisi te­vile yeltenmediği sürece, bu konuda -Allah Teâlâ’ya hamdolsundoğru ve sa­hih bilgiye sahiptir. Sıradan bir insan tevile kalkışırsa artık avam değil­dir ve akılcı-tevili benimseyen sınıflara katılır. Böyle bir insan, tevil şeri­atın getirdiği şeyin zahiriyle çelişmediği sürece, teviline göre davranır ve o tevile göre Allah Teâlâ’ya kavuşur: Tevilinde ya doğru yapmıştır veya ha­talıdır.

Binaenaleyh sıradan insanlar -Allah Teâlâ’ya hamdolsunsağlam inanç sa­hibidir. Çünkü onlar inançlarını daha önce belirttiğimiz gibi Yüce Kitab’ın zâhirinden almıştır ki, bu alış inancın kesin olmasını zorunlu kılar.

Şöyle ki: Tevatür,147 bilgiye ulaştıran yollardan birisidir. Bilgiden amaç, kuşku ve tereddüt olmaksızın, bilinen şeyin bildiğimiz tarzda ol­duğuna dair kesin kanaatten ibarettir, inkâr edilemeyecek bir rivayet zinciriyle (tevatür) bizde sabittir ki, Kur’an Allah Teâlâ’nın elçisi olduğunu id­dia edip iddiasının doğruluğunu gösteren kanıdar getiren bir insan ta­rafından bize getirildi. Söz konusu kanıt, Kur’an’dır ve kimse Kur’an’ın benzerini getirmeye güç yetiremez. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın bize gönderdiği elçisi olup bugün elimizdeki Kur’an’ı getirdiği ve o kitabın Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğunu bildirdiği inkâr edilemeyecek bir ke­sinlikle sabittir. Bütün bunlar, bizde tevatür düzeyinde sabit hususlar­dır. O halde Kur’an’ın doğru haber ve ayırıcı söz olduğuna dair bilgi­miz sabittir.

Deliller, semî148 veya aklî delillerdir. Bir şey hakkında hüküm verdi­ğimizde, o şeyin verdiğimiz hükme göre olduğunda hiçbir kuşku yok­tur.

Durum belirttiğimiz gibi olduğuna göre, sâlik inancını Yüce Kur’an’dan alır. Kur’an, bir şeye delil olmada akıl kanıtı gibidir. Çünkü o cönünden veya ardından batılın giremediği, hikmetli ve övülenin katından gelmiş5149 doğrudur. Sâlik, bu asıl sabit iken, akılların kanıtlarına muhtaç kalmaz. Çünkü kılıcın asılı olduğu keskin delil sabit, ona göre seçtiği akide ise kesinleşmiştir.

Yahudiler Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e -s.a.vşöyle demiş: ‘Bize Rabbini tasvir et.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ ihlâs suresini indirmiş, onlara akıl kanıt­larından bir tek kanıt bile sunmamıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuş: ‘De ki O Allah Teâlâ’, böylelikle varlığı ispat etmiş, ‘Tektir:150 Burada sayıyı reddetmiş ve Allah Teâlâ’nın mutlak birliğini ortaya koymuştur. ‘es-Samed’dir.’ Burada ise cisim olabileceğini reddetmiş. ‘Doğurmamış ve doğrulmamıştır.’1S1 Burada ise baba ve çocuk olmayı reddetmiştir. ‘O’nun hiç kimse dengi değildir.’152 Bu ayette eşi olabileceği­ni reddetmiştir. Ortağı olabileceğini de ‘Yerde ve gökte Allah Teâlâ’dan başka ilâh bulunsaydı, gök ve yer bozulurdu’'53 ayetinde reddetmiştir.

Akılcı kanıtlama yöntemini benimseyen kimse bu anlamların doğ­ruluğuna akılla kesin kanıt ister. Hâlbuki bu lafız anlamın doğruluğuna tanıktır.

Ne tuhaf! Allah Teâlâ’yı kanıt sayesinde bilmek isteyen ve araştırmayanı tekfir eden bu adam, acaba, inceleme yapmazdan önce ve yaparken na­sıldı? Müslüman mı idi, kâfir mi? Namaz kılıyor müydü, oruç tutuyor muydu? Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamber olduğuna inanıyor muydu? Allah Teâlâ’nın mevcut olup olmadığına inanıyor muydu? Bütün bunlara inanı­yor idiyse böyle bir şey, avamın halidir. Bu durumda böyle insanları kendi hallerine bıraksın ve hiç birisini tekfir etmesin. Bunlara ancak ke­lâm ilmini okuyunca ve inceleyince inanmışsa o zaman böyle bir yön­temden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Çünkü kötü düşünce, sahibini imandan çık­maya sevk etmiştir.

Kelâmcılar -Allah Teâlâ razı olsunbu ilmi, Allah Teâlâ’nın bilgisini zihinlerine yerleştirmek için ortaya koymuş veya bu ilimde yazdıklarını yazmış de­ğildir. Onlar, hasımlarını susturmak için kelâm ilmini geliştirdi. Söz konusu hasımlar, Tanrı’yı veya niteliklerini veya bir niteliğini veya pey­gamberliği veya bilhassa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğini veya âle­min sonradanlığını (hudûs) veya ölümden sonra tekrar bedenlere iadeyi veya haşrı-neşri ve ahiretle ilgili meseleleri inkâr edenlerdir. Ayrıca on­lar, Kur’an’ı inkâr eden, onu yalanlayan ve karşı çıkanlardır. İşte kelâmcılar, sıradan insanların inançlarına kuşku sokmasınlar diye, bilhassa doğru olduğuna inandığımız şeyleri geçersiz saymaya sevk ettiğini iddia ettikleri belirli bir yöntemle inkârcılara karşı kanıdar ortaya koymak is­temiştir.

Bu bağlamda mücadele alanında bir türedi çıkar çıkmaz, bir Eşarî veya başka bir akılcı onun karşısına dikilmiş, inkarcılardan bir kişiyi bile olsa kesin kanıtla inanca döndürmek ve Muhammed ümmetine katma hırsı ve arzusuyla kılıca başvurmamıştır. Çünkü iddiasının doğruluğunu gösteren susturucu kanıt getiren kimse -ki o Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’diartık yoktu. Bu nedenle bilgili insan için kesin kanıt, peygamberin mucizesi­nin yerini almıştı. Kanıda Müslümanlığa dönen kişi, kılıç nedeniyle Müslüman olandan daha doğru Müslüman’dır. Çünkü korku, insanı ikiyüzlülüğe sevk etmiş olabilir. Hâlbuki kanıt sayesinde Müslüman olan böyle değildir. Bu nedenle kelâm bilginleri cevher ve araz ilmini geliştirmiştir ki, başka bir gayeleri de yoktu. Bir şehirde bir kelâmcı kâ­fi!

Binaenaleyh insan Kur’an’ın Allah Teâlâ kelâmı olduğuna tam ve kesin olarak inanmışsa inancını tevile veya yoruma sapmadan doğrudan Kur’an’dan almalıdır.

Allah Teâlâ ‘Ö’nun benzeri yoktur, 0 işiten ve görendir154 ayetiyle yaratıkla­rından birisinin O’na veya O’nun bir şeye benzemesinden kendisini tenzih etmiştir. Başka bir ayette ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemelerin­den münezzehtir155 buyurmuş.

Allah Teâlâ ahiret diyarında görüleceğini ‘0 gün yüzler vardır Rablerine bakarlarn56 ayetinin zâhiriyle ortaya koymuştur. Başka bir ayette ise ‘Hayır, onlar o gün Rablerinden perdelidir’,157 buyurmuştur.

Allah Teâlâ (hakikat ve mahiyetinin bilinmesi anlamında) ihata edileme­yeceğini ‘Gözler O’nu idrak edemez’15* ayetiyle ifade etmiştir.

Allah Teâlâ kâdir (güç yetiren, yapabilen) olduğunu ‘0 her şeye güç yetirendir159 anlamındaki ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ, Alim (bilen) olduğunu ‘Her şeyi bilgi olarak kuşatmıştır160 ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ Mürîd (irade eden, dileyen) olduğunu ‘Dilediğini yapandır161 ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ Semî (işiten, duyan) olduğunu ‘Allah Teâlâ işitmiştir’162 ayetiyle or­taya koymuştur.

Allah Teâlâ Basîr (gören) olduğunu ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’163 aye­tiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ Mütekellim (konuşan) olduğunu ‘Allah Teâlâ Musa ile konuşmuş­tur5164 ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ Hayy (diri, hayat sahibi) olduğunu ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilâh olmayandır, O diri ve her şeyi ayakta tutandır5165 ayetiyle ortaya koy­muştur.

Allah Teâlâ peygamberler gönderdiğini ‘Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamları elçiler olarak gönderdik166 ayetiyle ortaya koymuş­tur.

Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğini ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın pey­gamberidir167 ayetiyle, son peygamber olduğunu ise ‘Peygamberlerin sonuncusu’ ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ her şeyi yaratanın kendisi olduğunu ‘Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısı­dır168 ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ cinlerin yaratılmasını ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım169 ayetiyle ortaya koymuştur.

Allah Teâlâ bedenlerin yeniden yaratılacağını ‘Sizi onlardan yarattık ve on­larda sizi yenileriz ve onlardan çıkartırız170 ayetiyle ortaya koymuştur. Çeşitli ayetlerde iman etmek, haşır-neşir, kaza, kader, cennet, cehen­nem, kabir, mîzân, havuz, sırat, hesab, amel defterleri gibi hususları ve inanılması gereldi her şeyi dile getirmiştir. Bir ayette şöyle buyurur: ‘Biz kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’.171

Kur’an, kendisine karşı çıkılmak istendiğinde aciz bırakma özelli­ğiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mucizesidir. Onun benzerini getirme talebi ‘Onun gibi bir kitap getiriniz172 ayetiyle dile getirilmiş, ardından karşı koymanın asla başarılamayacağını şu ayetle kesin olarak belirtmiştir: ‘Cinler ve insanlar böyle bir Kur’an getirmek üzere toplansaydı, birbirlerine yardımcı olsalar bile benzerini getiremezlerdi’.173 Başka bir ayette Kur’an’ın benzerini getirmek isteyen kimsenin acizliğini ve böyle bir şey yapabilmenin güçlüğünün itirafını şöyle dile getirmiştir: ‘Sonra dü­şünmüş ve ölçmüş... Kuşkusuzbu etkili bir sihirdir (demiş).’174

Üçüncü Kısım Kitabın Girişi 87

. j .

Binaenaleyh akıllı insan Kur’an’a muhtaç olduğu gibi onda der­mansız hastalar için deva ve şifa da vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: ‘Biz Kur’an’dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyleri indir­mekteyiz.n7S Kur’an, kurtuluş yoluna niyetlenip yüksek derecelere ulaş­mak isteyen ve kuşku ve tereddütlerin bulaşıp vakti zayi eden ve sıkıntı­lara yol açan bilgileri terk etmek isteyen için şifalı ve ikna edicidir. Çünkü böyle bir yola (kelâm ilmi) yönelen kimse nadiren kuşkudan kurtulabilir ve kendi nefsini terbiye ve onu güzel huylarla süslemekle il­gilenebilir. Çünkü bu yola giren kimse vaktini dışta bulunmayan hasımları ikna ve onların kuşkularını gidermede harcar. Bu kuşkular, hasımda bulunabileceği gibi bulunmayabilir de. Kuşkular mevcut ise o zaman şeriatın kılıcı daha ikna edici ve susturucudur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ deyip bana ve benim getirdiğime inanmcâya kadar savaşmakla emrolundum.’ Bu Peygamber buyruğudur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bizi inkârcılarla tartışmaya teşvik etmedi. Kendilerine söylenenlere karşı direnir­lerse o zaman kılıç ve cihat konuşur. Nasıl olur da vaktimizi, görmedi­ğimiz ve bize bir şey söylememiş mevhum bir hasma harcayabiliriz ki? Hâlbuki böyle bir durumda biz, sadece kendi içimizdeki kuşkuyla karşı karşıyayız ve onun başkasından geldiğini zannetmekteyiz.

Bununla beraber kelâmcılar -Allah Teâlâ razı olsun!gayret sarf etmiş, yapmadıkları iş, kendilerini meşgul edene nazaran daha lüzumlu olsa bile, sadece iyiliği amaçlamıştır. Allah Teâlâ, herkesi kendi maksadına göre yararlandırır.

Sözü uzatmaya sebep olmasaydı, ilimlerin makam ve mertebelerin­den söz eder, değerli olsa bile insanların büyük bölümünün kelâm ilmi­ne muhtaç olmadıklarını açıklardım. Bir şehirdeki tek doktor gibi, bir kelâmcı bir şehre yeterlidir. Dinin fiırû’ (amelî, pratik) meselelerini bi­len fakihler ise öyle değildir. İnsanlar şeriat bilginlerinin çok olmasına muhtaçtır. Şeriatta ise Allah Teâlâ’ya hamdolsun, herkes için yeterli ve kâfi bil­giler vardır.    

Bir insan teorik ilim sahiplerinin cevher, araz, cisim, cisimsel, ruh, ruhsal vb. gibi terimlerini bilmeden ölse Allah Teâlâ bundan bir şey ona sor­maz. Allah Teâlâ, insanlara özellikle kendilerine farz kıldığı vecibelerden sora­caktır. Allah Teâlâ, bizi kendisinden utanmak duygusuyla rızıklandırsın!

VASIL

Genel Anlamda İnanılması Gereken Meseleler Bunlar Bir Delile veya Kanıta Bakmaksızın Kabul Edilen, İslam Ehlinin Akidesidir.

Müslüman kardeşlerim! Allah Teâlâ bize ve size iyilik yazsın! Kur’an’da kendisini ve peygamberliğini yalanlayan kavmine Hûd Peygamberin ‘Ben Allah Teâlâ’ya iman ediyorum ve sizin ortak koştuklarınızdan da uzak ol­duğuma tanıklık ediyorum’ dediğini biliyoruz. Hûd peygamber -as.Allah Teâlâ’nın kullarını huzurunda toplayıp zaten bildiği şeyi onlara soracağı­nı öğrendiği için, kendisinin Allah Teâlâ’ya ortak koşmaktan uzak durup O’nun mutlak birliğini ikrar ettiğine, -yalanlamış olsalar bilekavmini tanık tutmuştur. Bildiği halde Allah Teâlâ’nın kullarına onu sorması, her tanı­ğın tanıklığını yapması için, kulların leh ve aleyhinde kanıt ortaya koy­mak amacı taşır.

Bir rivayette ezan sesinin ulaştığı yerlerde ezanı duyan canlı-cansız herkesin müezzinin lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Bu nedenle, ‘şeytan ortaklarıyla birlikte ezan okunurken sırtını döner.’ Başka bir ri­vayette ise ‘yellene yellene’ denilir. Bunun nedeni, şeytanın müezzinin sesini duyup onun lehinde tanıklık etmek zorunda kalmak istememesi­dir. Tanıklık ederse bu tanıklık sayesinde lehinde tanıklık edilenin mut­luluğu uğruna çalışan kimselerden birisi olurdu. Hâlbuki şeytan serapa düşmandır ve ondan bize asla bir iyilik gelmez. Allah Teâlâ’nın lâneti üzerine olsun.

Kendisini tanık tutman itibarîyle, düşmanını bile lehinde tanıklık etmek zorunda bırakıyorsan, dostun, sevgilinin ve dindaş ve yoldaşının lehinde tanıklık etmesi daha uygundur. Senin de dünya ve ahirette ken­di nefsine karşı birlik ve imanı kabul ettiğine dair kendi nefsini tanık tutman en uygunudur.

Birinci Tanıklık

Kardeşlerim ve dosdarım! Allah Teâlâ hepinizden razı olsun. Zayıf, yok­sul, her an ve saniyede Allah Teâlâ’ya muhtaç, bü kitabın yazarı olan kul, sizi kendisine tanık tutar. Bu kitabın yazarı, Allah Teâlâ’yı, meleklerini ve mümin­lerden yanında hazır bulunan ve onu duyanları tanık tuttuktan sonra, sizi de söz ve inanç olarak şunları kabul ettiğine tanık tutar:

Allah Teâlâ tek ilâhtır, Ulûhiyetinde İkincisi yoktur.

O, eşten ve çocuktan münezzehtir.

Her şeyin sahibidir, ortağı yoktur, hükümdardır, veziri yoktur.

Yaratan’dır, O’nunla beraber idareci yoktur.

Özü gereği vardır, kendisini var edecek bir Yaratan’a muhtaç de­ğildir. Aksine kendisinin dışındaki her mevcut, var olmada O’na muh­taçtır. Dolayısıyla bütün âlem O’nun vasıtasıyla mevcut olmuştur. Sa­dece O, özü gereği varlık ile nitelenmiştir.

Varlığının başlangıcı yoktur, bekâsının sona ermesi mümkün de­ğildir. O sırf varlıktır, sınırlanmaz.

Kendi kendine vardır. Mekânlı bir cevher değildir ki O’nun adına bir mekân takdir edilebilsin; araz değildir ki bekası imkânsız olsun; ci­sim değildir ki hakkında cihet ve yönde bulunmak düşünülebilsin.

O, yönlerden ve boyudardan münezzehtir.

Dilerse kalplerle ve gözlerle görülür.

Ayette buyurduğu gibi ve kendi kast ettiği anlamda Arş’ı üzerinde istiva etmiştir. Nitekim Arş ve onun dışındaki her şey de, Allah Teâlâ vasıta­sıyla denge bulmuştur. İşin başı ve sonu O’na aittir.

O’nun akledilir bir benzeri olmadığı gibi, akıllar da O’na delil ola­maz. Zaman O’nu sınırlayamaz, herhangi bir mekân O’nu taşıyamaz. Aksine Allah Teâlâ var idi ve hiçbir mekân yoktu, şimdi de öyledir.

Allah Teâlâ mekânı ve mekânlıyı yaratmış, zamanı inşa etmiş ve ‘Ben Tek, Diri’yim’ demiş. Yaratıkları korumak kendisine güç gelmez. Yara­tılmışları yaratmaktan dolayı daha önce sahip olmadığı bir nitelik ken­disine dönmez.

Allah Teâlâ, sonradan var olanların O’na veya O’nun onlara yerleşmesi veya onların O’ndan önce veya O’nun onlardan sonra olmasından mü­nezzehtir. Bilakis şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Çünkü ‘önce’ ve ‘sonra’ Tanrı’nın yaratmış olduğu za­manın kiplerindendir. Allah Teâlâ, uyumayan el-Kayyûm, karşı konulamayan el-Kahhâr’dır. ‘O’nun benzeri yoktur.’

Allah Teâlâ Arş’ı yaratmış ve onu istiva sınırı yapmıştır. Kürsü’yü var etmiş ve ona gök ve yerleri sığdırmıştın

Allah Teâlâ el-Aliy’dir. Levha’yı ve Yüce Kalem’i örneksiz bir şekilde ya­ratmış, ayırım ve hüküm gününe kadar yaratıkları hakkındaki bilgisine göre katip diye görevlendirmiştir.

Allah Teâlâ bütün âlemi daha önceki bir örnek olmaksızın yaratmıştır. Yaratıklarını yaratmış, ibda etmiş ve yaratanların yaratanıdır.

Ruhları bedenlere eminler olarak indirmiş, ruhların indirildiği bu bedenleri yeryüzünde (ruhlar adına) halife yapmıştır.

Göklerde ve yeryüzünde bulunan ‘her şeyi kendisinden bize amade kılmıştır.’ Dolayısıyla her bir zerre, O’ndan ve O’na doğru hareket eder.

Allah Teâlâ her şeyi kendilerine ihtiyaç duymadan ve onu yaratması için zorlayıcı bir neden olmaksızın yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın ilmi yarattığı şeyleri yaratacağını belirlemiştir.

Dolayısıyla Allah Teâlâ ‘İlk, Son, Zâhir ve Bâtın’dır.’176 ‘O her şeye güç yeti­r endir.’177     

‘Allah Teâlâ her şeyi bilgi olarak kuşatmış’,178 ‘her şeyi sayıca saymıştır.’179 ‘O, gizliyi ve açığı bilendir.’180 ‘Gözlerin hain bakışını ve gönüllerin sakladığını bilir.’181 Her şeyi yaratmışken, nasıl olur da her şeyi bilmesin? ‘Yaratan bilmez mi? O latîf ve her şeyden haberdardır.’182

Allah Teâlâ şeyleri var olmadan önce bilmiş, bilgisine göre yaratmış, do­layısıyla Allah Teâlâ şeyleri sürekli bilicidir. Yaratma yenilendiğinde Allah Teâlâ’nın bilgisi yenilenmez. O, bilgisiyle şeyleri sağlamca yaratmış ve tahkim etmiş. Dilediğini bilgisiyle şeyler üzerinde hükümran yapar.

Allah Teâlâ mutlak anlamda tümelleri bildiği gibi sahih akıl sahiplerinin görüş birliği ve ittifakıyla tikelleri de bilir. Allah Teâlâ, ‘gaybı ve şahadeti bilen­dir.’183 ‘Allah Teâlâ onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.’184

Allah Teâlâ ‘dilediğini yapandır.’185 O yeryüzü âleminde ve göklerde var olanları irade etmiş. İrade edinceye kadar kudreti herhangi bir şeye ilişmediği gibi bir şeyi bilmeden o şeyi irade etmez.186 Çünkü Allah Teâlâ’nın bilmediği bir şeyi dilemesi ya da yapmama gücüne sahip Muhtar Allah Teâlâ’nın dilemediği bir şeyi yapması aklen imkânsız olduğu gibi bu hakikatlerin nispederinin başka bir diride bulunması ya da niteliklerin ken­dileriyle nitelenenden başkasında bulunması imkânsızdır.

Varlıkta bulunan isyan-itaat, kazanç-hüsran, köle-hür, soğuk-sıcak, diri-ölü, gcrçckleşme-kaybolma, gündüz-gece, itidal-sapma, kara-derya, çift-tek, cevher-araz, iyilik-hastalık, sevinç-keder, ruh-beden, karanlıkaydınlık, yer-gök, bileşme-ayrışma, çok-az, dal-kök, beyaz-siyah, uykuuykusuzluk, zâhir-bâtın, hareketli-durağan, kuru-yaş, kabuk-öz; kısaca birbiriyle çelişen ya da zıt veya benzer bütün bu bağıntılar, Tanrı tara­fından irade edilmiştir.

Nasıl olur da kendisini yarattığı halde, bir şey Hakkın muradı ol­masın? Nasıl olur da el-Muhtar (Seçen) dilemediği bir şeyi yaratır? O’nun emrini geri çevirecek kimse olmadığı gibi hükmünü engelleyecek kimse de yoktur.

‘Allah Teâlâ mülkü dilediğine verir ve dilediğinden çeker alır. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder.,,s7 ‘Allah Teâlâ dilediğini saptırır ve dilediğini hidaye­te erdirir.’ Allah Teâlâ ne dilerse o olur ve neyin olmasını dilemezse o olmaz.

Bütün yaratıklar Allah Teâlâ’nın dilemediği bir şeyi dilemek üzere toplansaydı onu dileyemez, yaratmak istemediği bir şeyi yapmak için toplansaydı, onu yapamazlardı. Onlar, sadece Allah Teâlâ dilemelerini istediğinde onu dileyebilir. Aksi halde, onu yapamaz, ona güç yetiremez ve Allah Teâlâ onlara bu gücü vermezdi.

O halde küfür ve iman, itaat ve isyankârlık, Allah Teâlâ’nın meşiyeti, hik­meti ve iradesinden kaynaklanır. Allah Teâlâ ezelden beri daima bu iradeyle nitelenmiştir.

Alem (ilâhı) ilimde kendi hakikatinde sabit olsa bile yoktur, mev­cut değildir. Sonra, Allah Teâlâ onu yaratmıştır. Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmasında bir düşünce veya bilgisizlik veya bilginin olmayışından kaynaklanan bir düşünme (tedebbür) bulunup o düşünce ve inceleme bilmediğinin bil­gisini Allah Teâlâ’ya vermiş değildir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden pek yüce ve mü­nezzehtir. Allah Teâlâ ezelî bir ilme göre ve âlem hakkında hüküm sahibi münezzeh-ezelî bir iradenin belirlemesiyle âlemi zaman, mekân, olgular ve renklere sahip bir şey olarak var etmiştir. Binaenaleyh varlıkta Allah Teâlâ’dan başka gerçek anlamda irade sahibi yoktur. Nitekim Allah Teâlâ ‘Siz Allah Teâlâ dilerse dileyebilirsiniz188 diye buyurandır.                                          :

O Allah Teâlâ bilip (ilmine göre) sağlamca yarattığı, dileyip dileğine gö­re özelleştirdiği ve takdir edip var ettiği ulvî ve süflî âlemden hareket eden ve etmeyen her şeyi işitir, görür. Uzaklık onun duymasını engel­lemez; çünkü O, çok yakındır! Yakınlık görmesini engellemez. Aynı zamanda O, çok uzaktır. O nefsin iç konuşmasını veya dokunuş anın­daki gizli temas sesini duyar. Kapkaranlık içindeki siyahı veya suyu suda görür. Karışma veya karanlıklar veya ışık O’nu perdelemez. ‘O her şeyi duyan ve görendir.’

Önceki bir suskunluktan veya mevhum bir sükûttan olmaksızın, Allah Teâlâ, tıpkı bilgisi, iradesi ve kudreti ve benzeri diğer niteliklerinde ol­duğu gibi, ezelî-kadîm bir kelâm ile konuşmuştur. Allah Teâlâ Musa ile ko­nuşmuş, konuşmasını Tenzil (Kur’an), Zebûr, Tevrat ve İncil diye isim­lendirmiştir. Konuşmada harfler, sesler, nağmeler, diller yoktu. Çünkü Allah Teâlâ seslerin, harflerin ve dillerin yaratıcısıdır.

Allah Teâlâ’nın konuşması dilsiz ve damaksız olduğu gibi işitmesi de ku­laksız ve duyma kanalı olmaksızın, görmesi de göz bebeği ve kirpiksiz, irade etmesi kalp ve uzuvsuz, bilgisi de zorunluluk veya kanıtı inceleme olmaksızın vardır. Allah Teâlâ’nın hayatı, unsurların karışımından meydana ge­len kalbin teneffüs etmesine bağlı değildir. O’nun zatı, artma ve eksiklik kabul etmez.

Münezzehtir, münezzeh! Uzaktan yakındır, otoritesi güçlüdür, ih­sanı yaygın, lutfu boldur. O’nun dışındaki her şey cömertliğinden taş­mıştır. O’nun ihsan ve adaleti kendisi için açar ve daraltır.

Alemi örneksiz yaratıp var ettiğinde, onu en güzel ve mükemmel şekilde gerçekleştirdi. Mülkünde ortağı yoktur ve yönetiminde O’nunla beraber bir idareci yoktur.

Bir nimet verir de nimetlendirirse bu O’nun ihsanıdır. Şayet sıkıntı verir ve azap ederse bu da O’nun adaletidir. Allah Teâlâ başkasının mülkünde tasarruf etmemiştir ki, haksızlık ve zulüm yaptığı söylenebilsin. Başkası nedeniyle bir hüküm kendisine yönelmez ki, bu nedenle korkmak ve çekinmekle nitelensin. O’nun dışındaki her şey, kahrının otoritesi altın­dadır. Allah Teâlâ kendi irade ve emrine göre tasarruf eder.

Allah Teâlâ sorumluların nefislerine takva duygusunu ve taşkınlığı ilham edendir. O dilediklerinin günahlarını siler, dilediklerininkini dünyada ve diriliş günü'cezalandırır. O’nun adaleti ihsanında hükümran olmadı­ğı gibi, ihsanı da adaletinde hükümran değildir.

Allah Teâlâ âlemi iki kabza189 olarak ortaya çıkartmış, alenidekiler için iki mertebe yaratmış ve şöyle buyurmuş: ‘Şunlar cennete, onlarla ilgilen­mem ve şunlar cehenneme, onlarla da ilgilenmem.’ Burada: hiç kimse itiraz etmez, çünkü orada Hakkın dışında kimse yoktur. Dolayısıyla her şey Tanrı’nın isimlerinin tasarrufu altındadır. Binaenaleyh birisi azap isimlerinin, diğeri ise nimet isimlerinin altında bulunur.

Allah Teâlâ bütün âlemin mutlu olmasını dilemiş olsaydı, mutlu olur, bütün âlemin bedbaht olmasını dileseydi hiç birisi mutlu olamazdı. Fa­kat Allah Teâlâ öyle bir şey dikmemiştir. Dolayısıyla her şey O’nun istediği gibi olmuş, dünyada ve kıyamet gününde bir kısmı mutlu, bir kısmı bedbaht olmuştur. el-Kadîm’in verdiği hükmün değiştirilmesi imkân­sızdır.

Allah Teâlâ elli vakit mesabesindeki beş vakit olan namaz hakkında şöyle buyurmuş: ‘Benim katımda söz değişmez ve ben kullarıma zulmedici deği­lim:190 Çüıikü ben kendi mülkümde tasarruf etmekteyim ve kendi ira­demi mülkümde uygulamaktayım.

Bunun nedeni, baş gözü ve iç gözün körleştiği, düşünce ve gönül­lerin kavrayamadığı bir gerçektir. Söz konusu gerçek, Tanrı’nın ilgi gösterdiği ve bildirme mertebesinde takdir edildiği kullarına yönelik ilâhı bir vergi ve rahmanî bir cömertlik sayesinde bilinebilir. Böylece o kul, bildirildiğinde, Ulûhiyetin bu taksimi verdiğini ve onun elKadîm’in ince sırlarından birisi olduğunu öğrenir.

Kendisinden başka fail olmayan Allah Teâlâ münezzehtir. O’nun dışın­daki hiçbir şeyin varlığının kaynağı kendisi değildir. ‘Allah Teâlâ sizi ve yaptik. larınızı yaratmıştır.’191 ‘O yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu olacaktır.’192 ‘Kesin kanıt Allah Teâlâ’ya aittir, şayet dileseydi, onların hepsine hida­yet ederdi.’193

ikinci Tanıklık

Allah Teâlâ’yı, meleklerini, bütün yaratıklarını ve sizleri Tanrı’nın birliği konusunda kendime tanık tuttuğum gibi, aynı şekilde Allah Teâlâ’yı, melekle­rini, bütün yaratıklarını ve sizleri seçtiği, ayırdığı ve bütün yaratıkları içinden temyiz ettiği kişiye iman ettiğime de tanık tutuyorum. O Efen­dimiz Muhammed’dir (sav). Allah Teâlâ onu bütün insanlara ‘müjdeleyen, korkutucu194 ve ‘izniyle Allah Teâlâ’ya çağıran ve aydınlatıcı bir kandil olarak195 göndermiştir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Râbbinden kendisine indirilen şeyleri tebliğ etmiş, verilmiş sorumluluğu yerine getirmiş, ümmetine nasihader etmiş ve kendisine uyan herkesin bulunduğu Veda Haccı’nda vakfe yapmış, hut­be okumuş ve hatırlatmış, korkutmuş ve sakındırmış, müjdelemiş, uyarmış, ödül vaat etmiş, tehdide korkutmuş, yağmış ve gürlemiştir. Bu hanrlatmayı bir kişiyi dışlayıp diğerine tahsis etmemiş, tebliğini Bir ve es-Samed’in izniyle yapmış, sonra şöyle buyurmuştur: ‘Dikkat edi­niz, tebliğ ettim mi?’ Orada hazır bulunanlar ‘Tebliğ ettin, Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi!’ diye karşılık verince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’m! Tanık ol’ demiştir.

Ben, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği her şeye bildiklerim ve bilmedik­lerimle beraber iman ediyorum. Onun getirdiği hususlardan birisi, ölümün Allah Teâlâ katında belirlenmiş bir süreden sonra gerçekleşeceğidir. Ölüm geldiğinde artık ertelenmez. Ben de buna hiçbir kuşku ve tered­düt olmaksızın inanıyorum.

Kabirdeki iki sorgu meleğinin sorgusunun gerçek olduğuna inanı­yor ve bunu kabul ediyorum. Kabir azabı ve bedenlerin kabirlerden di­riltilmesi haktır. Allah Teâlâ’ya (amel defterinin) sunulacağı haktır, havuz hak­tır, terazi haktır, defterlerin açılması haktır, sırat haktır, cennet haktır, cehennem haktır. ‘Bir grup cennete ve bir grup cehenneme196 ifadesi hak­tır. Bir grup hakkında o günün güçlükleri haktır, başka bir grup için ise ‘En büyük korku kendilerini üzmez197 denilmesi haktır.

Meleklerin, peygamberlerin, müminlerin şefaat etmesi ve Merha­metlilerin Merhametlisinin şefaatten sonra dilediklerini ateşten çıkart­ması haktır. Müminlerden büyük günah işleyen bir grubun cehenneme gireceği ve ardından şefaat ve ihsan sayesinde oradan çıkacağı haktır. Müminlerin ve birleyenlerin cennederde ebedî nimette kalacakları hak­tır. Cehennemliklerin de ateşte ebedî kalacağı haktır. Peygamberlerin ve kitapların Allah Teâlâ katından getirdiği her şey -anlamı bilinse de bilinmese dehaktır.

İşte bu, kendi nefsim hakkındaki tanıklığımdır. Bu tanıklık, her ne­rede bulunursa bulunsun, kime ulaşırsa sorulduğunda yerine getirmesi gereken bir emanettir.  '

Allah Teâlâ bizlere ve size bu imanla fayda versin ve bu dünyadan ebedî hayat diyarına göçerken onun üzerinde kalmayı nasip etsin! Allah Teâlâ bizi orada ikram ve hoşnutluk diyarına yerleştirsin ve bizim ile ‘içecekleri katran’ olanların bulunduğu yer arasına perde koysun!

Allah Teâlâ bizleri kitaplarını sağ elle alan ve içeceği reyyarı olan Havuz’a gidenlerden ve terazisi ağır gelen ve sırat köprüsünde ayakları kayma­yan kimselerden eylesin. O nimet veren ve ihsan edendir. ‘Bizi buna ulaştıran Allah Teâlâ münezzehtir. Bize hidayet etmemiş olsaydı, biz ona ulaşa­mazdık. Kuşkusuz ki Rabbimizin elçileri doğruyu getirmiştir.’198

, *** " .

İşte bu, özetle ve kısaca, taklitçi ve akılcı (ehl-i nazar) müminlerden avamın inancıdır. Ardından -Allah Teâlâ izin verirseel-îhtisâr fi’l-î’tikad’m içerdiği şâdiye ve nâşiye (eğitimli ve avam) akidesini en veciz bir anla­tımla zikredeceğim. Onda bu dinin delillerinin kaynaklarına dikkat çe­keceğim ve öğrenmek isteyen onu kolayca ezberleyebilsin diye onu Risâletü’l-Ma‘lum min Akaidi Ehli’r-Rüsûm diye isimlendirdim. Ardından Ehlullah’ın seçkinlerinin akidesini zikredeceğim. Onlar, Allah Teâlâ yolunun muhakkikleri ve keşif ve vecd ehlidir. Onu da Marifet diye isimlendirdi­ğim bir risalede özetledim. Onun ile bu kitabın girişi tamamlandı.

Seçkinlerin inancına ise içerdiği kapalılık nedeniyle, müstakil bö­lüm ayırmadım. Bunun yerine kitabın çeşidi bölümlerine yeterli ve açık bir şekilde -fakat dağınıkserpiştirdim. Allah Teâlâ, kimi o inançları anlamay­la rızıklandırırsa seçkinlerin halini anlar ve başkalarından ayırt eder. Çünkü o, ardında varılacak bir hedef bulunmayan gerçek bilgidir ve doğru sözdür. Gören ve kör onda eşittir. O inanç, uzakları yakına katar, düşükleri yükseklere eklemler.

Allah Teâlâ başarıya erdirendir, O’ndan başka Rab yoktur.

VASIL

İnançlar Karşısında Eğitimli ve Sıradan İnsanlar

Eğitimli şöyle demiş: Dört bilgin istiva çizgisinin altındaki Eryen kubbesinde buluşmuş. Birincisi Mağripli, İkincisi doğulu, üçüncüsü

Şamlı, dördüncüsü Yemenli idi. Bilimler hakkmda ve isimler ve betim­ler arasındaki farktan söz etmiş, birbirlerine şöyle demişler: ‘Sahibine ezelî muduluk vermeyen ve taşıyıcısını zamanın etkisinden kurtarmayan bilgi yararsızdır. Geliniz! Sahip olduğumuz ilimler arasından hangisinin istenilenlerin en yücesi, kazanılan ilimlerin en kıymetlisi, öğrenilenlerin en üstünü ve övünülen şeylerin en kıymetlisi olduğunu araştıralım. Ba­tılı şöyle demiş: ‘Bende (arazlarm) taşıyıcısı kendi başına var olan cev­herin bilgisi vardır.’ Doğulu ‘Bendeki ilim, taşıyan-taşınan ve gereklinin bilgisidir’, Şamlı ‘Bende örneksiz yaratma ve bileştirme ilmi’, Yemenli ‘Bende özetleme ve düzenleme ilmi vardır’ demiş. Ardından şöyle de­mişler: ‘Her birimiz sahip olduğu bilgiyi izhar etsin ve ortaya koysun.’

BİRİNCİ FASIL

Batılının Diliyle Kâim Taşıyıcının (Cevherin) İlmi

Batılı imam kalkmış ve şöyle demiştir: ‘ilmimin mertebesi nedeniy­le öncelik benimdir. İlkseller hakkındaki hüküm, benim hükmümdür.’ Toplantıda bulunanlar şöyle demiştir: ‘Anlat ve özede! Doyurucu ve susturucu şekilde konuş.’

Bölüm: Sonradan Var Olanın Sebebi Vardır

Batılı âlim şöyle demiş: Var olmayıp sonradan meydana gelen ve hakkmda zamanların eşit olduğu şey için (var olduğu) o anda bir oluş­turucu (yaratıcı) bulunmalıdır.       '

Bölüm: Sonradan Var Olanlardan Boşta Kalamayanın Hükmü

Ardından şöyle demiştir: ‘Bir durumdan müstağni kalamayan her hangi bir şey, o durumun hükmüne sahiptir. Fakat bu durum, söz ko­nusu şeyin yaratma âleminden olmasına bağlıdır. Dolayısıyla araştırma­cı onu incelemeli ve inceleyen ona güvenmelidir.’

Bölüm: Bekâ ve Kadîm’in Yokluğu

Varlık bir şeyin ayrılmaz özelliği ise o şeyin yokluğu imkânsızdır. Yok iken var olan şeyin de, kadîm olması imkânsızdır. Böyle bir şeyin yokluğu imkânsız olmasaydı, kadimlikte zıddının (hâdislik) kendisine eşlik etmesi gerekirdi. Zıddının yokluğu imkânsız değil ise o zaman kendisinde hâdislik daha yerleşiktir. Zıddı mevcut ise var olmuş olan bu şey için de (yokluk) imkânsızlaşırdı. Şart sahih olduğu ve bağ sağlamca durduğuna göre, onun kendisi nedeniyle yok olması imkânsızdır.

Bölüm: Gizlenme ve Görünme

Dış varlığı ortaya çıkıp hüküm gerektirmeyen bir şeyin zâhir olma­sı imkânsızdır. Çünkü o bir bilgi ifade etmez.

Bölüm: Arazın Yer Değiştirmesi ve Kendisi Nedeniyle Yokluğu

Fikrinin Çürütülmesi

Arazın mekânları doldurması imkânsızdır. Çünkü araz, var olduk­tan sonraki ikinci anda bulunduğu yerden kendisi nedeniyle ayrılamaz. Ayrılabilseydi, kendi başına var olabilir ve bir mahalle muhtaç kalmaz, kendisi yoksunluk ile (hiçlik) nitelendiği için zıddı veya bir fail onu yok etmezdi. Çünkü senin hiçlik yapmiştır demen akıllının söyleyeceği bir söz değildir.

Bölüm: Başlangıcı Olmayan Sonradan Yaratılmış Fikrinin Çürü­tülmesi               .

Varlığı bir şeyin yok olmasına bağlı olan her şey, söz konusu şey yok oluncaya kadar var olamaz. Var olmuşsa o zaman varlığının bağlı olduğu şey yok olmuş ve (varlığı için) sebep gerçekleşmiştir. Bir şeyin öncelediği herhangi bir varlık, önceleyen şeyin aşağısındadır ve orada sınırlanmıştır. Sonsuza dek olsa bile, bu nitelik kendisinden ayrılmaz. Böylece varlık, iki Lâm vasıtasıyla sabit olmuştur.

Bölüm: Kadimlik ...                                                                                                                               

, ‘Bir şeye dayananın hükmüyle dayanılan şeyin hükmü aynı olsaydı, iş teselsüle gider ve var olmak geçerli olmazdı.’

Bölüm: Gevher Değildir / :                                                                      

Sonra şöyle demiştir: Varlığını ispat ettiğimiz şey boşalsa ve dolsaydi (halâ ve mele’), hiç kuşkusuz:, kendisi yok olur, başkasını yok ede­mezdi.                                   

Bölüm: Cisim Değildir

Sonra şöyle demiştir: Bileşimi kabul etse ayrışır, telifi kabul etseydi yok olur, benzerlik olsaydı, (bir şeye dayananın dayanılandan) üstünlük ortadan kalkardı.

Bölüm: Araz Değildir

Sonra şöyle demiştir: ‘Onun varlığı var olmak için başkasını gerektirseydi, bu başka kendisine dayanmazdı. Hâlbuki ona dayandığı orta­dadır. O halde varlığının başka bir şeye dayanması geçersizdir. Kuşku­suz yaratmakla onu sınırlamıştır. Sonra, niteliğin niteliği olması imkân­sızdır. Dolayısıyla bu inanca yol yoktur.

Bölüm: Yönlerin Reddi

Sonra şöyle demiştir: Küre yok olucu bir şey olsa bile, herhangi bir yönü yoktur. Yönler bana doğru, hükümleri benim üzerimde olsa bile, ben onlardanım ve onların dışındayım. O halde, o vardı ve ben yok­tum. O halde tartışma ve didişme hangi konudadır!

Bölüm: îstiva

Sonra şöyle demiştir: Bir yere yerleşen herhangi bir şey oradan ay­rılabilir ve yer değiştirebilir. Bizzat bir şeyin paralelinde olan, oradan uzaklaşabilir. Çünkü üçlü onu sınırlar ve belirler. Bu aklın daha önce ortaya koyduğu hükmüyle çelişir.

Bölüm: Mutlak Birlik

Sonra şöyle demiştir: ‘Bir şey, türdeş ya da farklı iki bağımsız şey­den var olsaydı, varlıkta ayrışma ve bir araya gelmeler görmezdik. Tak­dir edilmiş şeyin hükmü gerçekleşen şeyin hükmüyle aynıdır. Burada itiraz eden için takdir yararlı değildir.’

Bölüm: Görmek

Sonra şöyle demiştir: ‘Bir şey dış varlığında mevcut olduğunda, göz sahibinin yüzüyle ve göz kapaklarıyla sınırlanmış gözüyle onu görmesi mümkündür. Eşarîlerin büyük kısmının görüşüne göre, gör­meyi gerektiren sebep bir yapı ile ya da onsuz varlıktır. Bir yapı bu­lunmalıdır. Görmek, görülende etkin olsaydı, bunu imkânsız görür­dük.’

Kanıdanmak istenilen şeyler, böylece, kanıdariyla birlikte açıklan­mıştır.

Sonra, Allah Teâlâ’ya hamd ve Peygambere salât selâm getirdikten sonra, oturmuş, oradakiler veciz anlatımı ve anlamları ince işaretlere sığdırma­sı nedeniyle kendisine teşekkür etmiştir.  /

İKİNCİ FASIL

A                                                                                                     '                                                            

Doğulu Alimin Diliyle Taşıyıcı-Taşınanın Bilinmesi

Bölüm: Kudret

Doğulu âlim ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: Bir şeyi bir şeyden oluşturmak meyil, onu hiçlikten oluşturmak ise ezelin güç yetirmesidir. Sana karşı koyamayan şey, kudretinin işlediği kimsedir ve bu süreklidir.

Bölüm: ilim

Muhkem bir şeyde sağlamlığı var etmek, sağlam yapanın bilgisini kanıdar.

Bölüm: Hayat

Bilende hayat, ayrılmaz bir şart ve kendisinde bulunan bir nitelik­tir.

Bölüm: İrade

Bir şey önde olmayı ve gecikmeyi kabul ederse özelleşmenin ger­çekleşmesi için bir belirleyici gerekir. İşte bu, akla ve âdete göre, irade­nin ta kendisidir.                 '

Bölüm: Yaratılmış irade

İrade sahibi, olmayan bir şeyi dileseydi, o şey olmaması yönüyle irade edilmiş olurdu.

Bölüm: Bir Mahalde Olmayan İrade

Sonra şöyle demiştir: Manalar, hükümlerini kendisiyle var oldukla­rı şeyin dışında zorunlu kılamaz. Dikkat ediniz!

3ölüm: Kelam

İçinde geçmişi dile getirenin bu konuşması, iradeye bağlı değildir. Delil, kelâm hakkında böyle hüküm ve yargı vermiştir.

Bölüm: ilmin Kadimliği

Kadîm yenilenmeyi kabul etmez, aksini düşünme. Onda kendisin­den olmayan bir şey meydana gelseydi, bu niteliğin olmamasıyla eksik kalırdı. Yetkinliği akıl ve nasla sabit olana eksiklik nispet edilemez.

Bölüm: İşitmek ve Görmek

‘Seni görmese ve duymasaydı, hakkında pek çok şeyi bilemezdi. Bilgisizliğin ona nispeti imkânsızdır. O halde bu iki niteliğin bir şekilde onda yok sayılması imkânsızdır. Duymak ve görmeyi yok sayma güna­hını işleyen kimse büyük bir günah işlemiş demektir.’

Bölüm: Niteliklerin İspatı

Hükmün zorunlu olması, bir anlamın onu gerektirmesi olduğu gi­bi kendi başma var olmayan bir anlamın zorunluluğu da mahalle gerek duymaktır.

Ey cedelci! Daha ne kadar tartışacaksın. Sayıdan korkmaktan başka nedir bu durum? Bu ise Bir ve Mutlak Tek’in hakikatini geçersiz kıl­maz. Saymm bir olduğunu bilseydin, hiç kimseyle tartışmaya ğirişmezdin.          ,

Doğulu şöyle demiştir: ‘İşte size bu bilgilerin taksimine göre’ Taşıyan-taşınan, arız ve lazım olan hakkında gerekli olanı açıkladım.’ .

Sözünü bitirdikten sonra yerine oturmuştur.                                         .

ÜÇÜNCÜ FASIL

Şamlının Diliyle Yaratma ve Bileşimin Bilinmesi

Bölüm: Alem Allah Teâlâ Tarafından Yaratılmıştır

Şamlı bilgin ayağa kalkmış ve şöyle demiştir: ‘Sonradan var olanlar birbirlerine benzeşip, kudretin onlara ilişmesi sadece zattan kaynaklan­mışsa onların içinden mümkünlerin bir kısmının varlığa çıkması hangi delille izah edilebilir?

Bölüm: Kesb

İrade, irade edilen şeye gerçek anlamda ilişip yoldaki bozulma ne­deniyle meydana gelen kudret kendi gibi olmamış ise işte bu, kesptir. Kul kesp eder ve Rab takdir eder. Bunun açıklanması, seçimli harekete ve zorunlu sarsılmaya bağlıdır.

Bölüni: Kesp Allah Teâlâ’nın İrade Ettiği Şeydir

Kudretin şartı, bilgi ve irade imkân verdiğinde, var etmedir. Adet fikrini benimsemekten sakın! Ulûhiyetin eksikliğine sebep olan her şey, reddedilmiştir. Sonradan meydana gelmiş varlıkta Allah Teâlâ’nın irade etme­diği bir şeyin olduğunu kabul eden herkes, bilgiden kovulmuş ve tevhit kapısı yüzüne kapatılmıştır. Bazen emir kast edilir ve emredilen şey amaçlanmaz. Bu doğrudur ve son derece açıktır.

Bölüm: Alemin Yaratılması Zorunlu Değildir

Allah Teâlâ hakkmda bir durumu zorunlu gören kimse O’nun hakkmda zorunlunun tanımım zorunlu saymış demektir. Hâlbuki böyle bir şey, doğru mezheplerde, Allah Teâlâ hakkmda imkânsızdır, ilmin öne geçmesi nedeniyle zorunluluğu benimseyen ise Zorunlu hakkmda bilginlerin bi­le geldiği hükmün dışına çıkmıştır. Hâlbuki o hüküm, doğru bir hü­kümdür.

Bölüm: Yapılamayarak Şeyle Yükümlü Tutma

Kulun yerine getiremeyeceği şeyle yükümlü tutma, akla göre mümkündür. Biz, bunu kendi gözlerimizle gördüğümüz gibi başkaları da bize bu gibi olayları aktarmıştır.

Bölüm: İyiyi Hasta Etmek Ona Zulüm Değildir

Hiçbir şeyingerçekte hükmünün dışına çıkmadığı kimse mülkünde icra ettiği şey nedeniyle haksızlık ve zulüm yapmakla nitelenemez.

Bölüm: İyilik ve Kötülük

Muhtar (seçen), en uygunu gözetmek zorunda değildir. Kuşkusuz bu durum sabit ve geçerlidir. Çirkin ve kötü, sadece şeriata ve gayeye göre sabittir. Bir insan ‘iyilik ve kötülük, iyi ve kötünün zatından kay­naklanır’ diye iddia ederse o bilgisizin tekidir.

Bölüm: Allah Teâlâ’yı Bilmenin Zorunluluğu

Allah Teâlâ’yı ve başka bir şeyi bilmenin şartı, yerine getirilmediğinde ge­lecekteki bir zararın onunla irtibatı ise bu durumda akla göre zorunlu­luk doğru değildir. Çünkü o, bilinemez.

Bölüm: Peygamberler Göndermek

Akıl herhangi bir işi kendi başına biliyor, başka bir işi ise tek başına bilmiyorsa o zaman bağımsız bir şeyin aklı bilmediğine ulaştırması ge­rekir. Dolayısıyla peygamberlerin gönderilmesi imkânsız değildir ve on­lar yaratılmışlar içinde gaye ve yollan en iyi bilen kimselerdir.

Bölüm: Bizzat Bir Peygamberin Peygamberliğini İspat

Bir yalancının dürüstün getirdiği şeyi getirmesi mümkün olsaydı, hiç kuşkusuz hakikatler değişirdi ve kudret acizliğe dönüşürdü. Ayrıca böyle bir durumda yalan, izzet mertebesine dayanmış olurdu. Bunlar, Bir ve Ilk’in bütün yön ve anlamlarda İkinciyi ispat etmesi itibarıyla im­kânsız, son derece anlamsız şeylerdir.

DÖRDÜNCÜ FASIL

Yemenlinin Diliyle Sıralama ve Özetleme ilmi

Bölüm: Yeniden Yaratma

Yemenli bilgin ayağa kalkmış ve şöyle demiş: Bir şeyi yarattıktan sonra bozan kimse onu yarattığı gibi yeniden inşa edebilir.

Bölüm: Kabir Suali ve Azabı

Ruh, insanın herhangi bir parçasında bulunduğunda ona canlı is­mini verebiliriz. Uyuyan yanında bulunan uyanığın görmediğini göre­bilir. Bunun nedeni, bilgi yollarının farklılığıdır. Canlı, haz ve acı duya­bilir. Neden kabul etmiyorsun ki!

Bölüm: Mizan

Bir şeyin bedeli onun yerini alır ve onun hükümleri kendisi için zo­runlu olur.

Bölüm: Sırat

Kuşları havada tutabilen -ki kuşlar cisimdirkimse, bütün cisimleri havada tutabilir.

Bölüm: Cennet ve Cehennemin Yaratılması

Yaratılış tamamlanmış ve daire yerleşmezden önce uçları birleşmiş­tir.

Bölüm: imamlığın Gerekliliği

Dini uygulamak -ki gaye odurancak emniyet altında mümkün olduğuna göre her zamanda bir imam (yönetici, başkan) edinmek şart­tır.           

Bölüm: İmamlığın Şartlan

Sonra şöyle dedi: Şartlar yerine geldiğinde (imam ile halk arasında) sözleşme gerçekleşir ve âlemin ahde vefa göstermesi gerekir. Söz konu­su şartlar: Erkek olmak, yetişkin olmak, akıllı olmak, bilgili olmak, hür olmak, takva sahibi olmak, cesaret, yeterlilik, Kureyşli olmak, duyuların sağlam ve yerinde olması, ilim ehli ve akılcılardan bir kısmı böyle de­miştir,

Bölüm: İki İmamın Birbiriyle Çatışması

‘İki imam çatışırsa daha çok bağlısı bulunan imam olur. Yaygın bir bozgunculuğun ortaya çıkabileceği nedeniyle eksik imamın, görevden alınması mümkün değilse imam bırakılması zorunludur ve görevden alınması caiz değildir.

Eğitimli şöyle demiştir: Böylelikle dört bilginden her birisi kendi­since şart gördüğü şeyleri zikretmiş ve bilgi yoluna katılmış ve bağlan­mıştır.

VASIL

Allah Teâlâ Ehlinden Seçkinlerin Teorik Düşünce ve Keşif Ara­sındaki İnançları

Hamd himmetlerin neticelerinde akılları hayrete düşüren Allah Teâlâ’ya, salât ve selâm Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve O’nun ailesi üzerine olsun.

Akılların alıcı olmak yönünden değil, tefekkür etmeleri yönünden sınırında durduğu bir haddi vardır. Akla göre imkânsız olduğunu söy­lediğimiz bir şey, bazen ilâhî bir nispet bakımından imkânsız olmayabi­leceği gibi akıl açısından mümkün herhangi bir şey de bazen ilâhî nispet yönünden imkânsız olabilir.

Hakk, yani varlığı özü gereği zorunlu olan ile mümkün -ki müm­kün zatın veya bilginin bunu gerektirmiş olması nedeniyle bazı kimsele­re göre zorunludurarasındaki ilişkinin varlığının delili ve kaynağı, var­lık kanıtlarından sahih olarak ortaya konabilir. Delil ile delilli, kanıt ile kanıtlı arasında ilişkiyi gerçekleştiren bir yön bulunmalıdır. Bu yön ile delil ve bu delil ile ulaşılan şey arasında bir bağıntı olmalıdır. Bu yön olmasaydı, delilliye delil ile ulaşılamazdı.

Tanrı ile yaratıkların zat yönünden herhangi bir yönde ortak olma­sı mümkün değildir. Fakat o zatın bir takım niteliklerle nitelenmiş ol­ması yönünden bir ilişki olabilir. Söz konusu şey, akılların kendi başla­rına öğrenebileceği başka bir hükümdür.

(Mesele: Zat ve Ulûhiyet)

Aklın tek başına algılayabileceği her hangi bir şeyi bilmek bize göre onu görmeyi önceleyebilir. Hakkın zatı ise bu hükümden uzaktır. Çün­kü Hakkın zatını müşahede, O’nu bilmeyi önceler, hatta müşahede edi­lir, fakat bilinmez. Nitekim Ulûhiyet bilinir ve görülmez. Zat ise Ulûhiyetin karşıtıdır. Kelâmcı bilginlerden nice akılcı, teorik düşüncesi yö­nünden zatın bilgisine ulaştığını iddia eder, hâlbuki o bu konuda yanı­lır. Çünkü o düşüncesiyle olumsuzlama ve ispat arasında gidip gelir.

İspat sahibine döner: Çünkü akılcı, bilen, güç yetiren, irade eden olması gibi nitelikleriyle Hakka dair neyi ispat etse kendisinin taşıdığı bir niteliği ispat etmiş demektir. Olumsuzlama ise yokluğa ve yok say­maya döner. Yok sayma ise zatî bir nitelik olamaz. Çünkü varlıkların zatî nitelikleri, sübûtî (var sayılan olumlu) niteliklerdir. Şu halde yok sayma ile ispat arasında gidip gelen bu düşünür, Allah Teâlâ’yı bilmek hakkın­da bir şey elde etmemiştir.

(Mesele: Sınırlının Sınırsızı Bilmesi)

Zatı gerektirmediği halde sınırlı, Mutlak’ı nasıl bilebilir ki? Müm­künün sahip olduğu bütün yönler, yokluk ve ihtiyaç özelliğine sahiptir. Bu durumda, kendisi nedeniyle Zorunlu ile mümkün arasında birleşti­rici bir yön bulunsaydı, mümkün hakkmda bu yön dolayısıyla caiz olan muhtaçlık ve yok oluş, Zorunlu hakkında da caiz olurdu. Bu ise Zorun­lu için imkânsızdır.

Binaenaleyh Zorunlu ile mümkün arasında ortak bir yönün tespiti, imkânsızdır. Çünkü mümkünün yönleri kendisine tabidir. Mümkün kendiliğinde yokluktur, dolayısıyla ona tabi şeyler de, bu hükmü alma­ya daha lâyık ve önceliklidir.

Özü gereği Zorunlu ile mümkünü bir yön birleştirseydi, birleştirici yönden mümkün için sabit hüküm, özü gereği Zorunlu için de sabit olurdu. Hâlbuki özü gereği Zorunlu için sabit olup da aynı yönden mümkün için sabit bir şey yoktur. O halde mümkün ve özü gereği Zo­runlu arasmda birleştirici bir yön bulunamaz.

Gerçekte tek hüküm olsalar bile, Uiûhiyetin bir takım hükümleri vardır. Ahiret hayatında tecelli, bu hükümlerin suretinde gerçekleşir. Çünkü daha önce de zikrettiğimiz gibi Peygamberin Rabbini görüp görmediği konusunda görüş ayrılığı vardır. Kuşkusuz ‘inci ve yakut Refrefınde en büyük nur’ vb. hadisler rivayet edilmiştir.

(Tanrı’nın eyleminde) İradenin bulunduğunu benimsiyorum, fakat seçimin bulunabileceğini benimsemiyorum. Çünkü seçim ile hitap, ne­den ve sebebinden soyut olarak, sadece mümküne göre gelmiştir.

Güvenilir keşfin verdiği bilgiyle şöyle derim: ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sözü bitmiştir. Bundan sonra gelen ilâve, hadisin anlamında içkindir. Bu ek, sûfilerin ‘O şimdi de nasıl idiyse öyledir’ ifadeleridir. Hükümde böyle olduğu kastedilir. ‘Şimdi’ ve ‘idi’ bize dönen iki ifadedir. Çünkü ‘şimdi’ ve ‘idi’ ve benzeri şeyler, bizimle ortaya çıkar. Böylece Zorunlu ile mümkün arasında ilişki reddedilmiş oldu.

(Mesele: Ulûhiyet ve Zat)

‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu’ denilen şey, zat değil, Ulûhiyettir. Çünkü zat için İlâhî ilimde sabit her hüküm, Ulûhiyet hakkındadır. Ulûhiyet bir takım bağıntılar, izafetler (tamla­ma) ve olumsuzlamalardır. O halde çokluk hakikatte değil, bağıntılar­daki çokluktur (ki onlar Ulûhiyetin hükümlerindendir).

Burada sıfatlar hakkındaki görüşlerinde, teşbihi kabul eden (ulûhi­yet) ile etmeyeni (zat) ortak kılanların ayaklan kaymıştır. Onlar, bu me­selede birleştirici bir takım meselelere dayanmıştır. Birleştirici meseleler delil, hakikat, neden ve şarttır. Böylece bunlar vasıtasıyla görünen ve görünmeyen hakkında hüküm vermiştir. Bu bağlamda, görülen hak­kında verilen hükmü biz de kabul ediyoruz. Görünmeyen hakkındakini ise kabul etmiyoruz.

Amâ deryası, Hakk ile âlem arasında berzahtır (ara bölge, vâsıta). Bu deryada mümkün, bilen, güç yetiren ve bildiğimiz bütün ilâhî isim­lerle nitelenmiştir. Yine, bu deryada Hakk şaşırma, sevinme, gülme, fe­rahlama, beraberlik ve var olanlara ait niteliklerin büyük kısmıyla nite­lenmiştir. Artık O’na ait olanı bırak, sana ait olanı al! inmek O’na, çık­mak, bize aittir. O’na ulaşmak istediğinde, ancak kendin ve O’nun vası­tasıyla ulaşabilirsin: ‘Kendin ile’, çünkü sen onu talep etmektesin; ‘O’nun ile’, çünkü O, senin yöneliş yerindir. O halde Ulûhiyet, bunu is­ter, zat ise istemez.

(Mesele: Yaratmaya Yönelen Ulûhiyet)

Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyi var etmeye yönelen şey, hükümleri, ba­ğıntıları ve izafederiyle Ulûhiyet’tir. Söz konusu şeyler, eserlerini talep

/

eden şeylerdir. Çünkü kahredilen olmaksızın kahreden, güç yetirilen olmaksızın güç yetiren olamaz. Bu durum, uygunluk, bilkuvve, bilfiil ve varlık olarak böyledir.

Ulûhiyete özgü en özel nitelik, kadir olmaktır. Mümkün, kendisin­den bir güce sahip değildir. Dolayısıyla İlâhî etkinin kendisine ilişmesini kabul etmek özelliğindedir.

Mesele: (Kesb)

Kesb mümkünün iradesinin herhangi bir şeyi, ama sadece onu yapmaya yönelmesidir. Böylece İlâhî iktidar, bu ilişme esnasında onu meydana getirir. İşte bu, mümkün için kesb diye isimlendirilen şeydir.

Muhakkike göre cebr (fiillerde zorunluluk) geçerli değildir. Çünkü cebr, kulun fiil işlemesini ortadan kaldırır. Cebr, direnmesi var iken mümkünü bir şeyi yapmaya zorlamaktır. Cansız varlık ise zorlanamaz. Çünkü ondan bir eylem düşünülemez veya onun bir aklı yoktur.

O halde, mümkün (fiilinde) mecbur değildir. Çünkü eserler kendi­sinden ortaya çıksa bile onun kendisinden kaynaklanan bir eylemi ve gerçek bir düşüncesi olamaz.

(Mesele: Alemdeki Hastalık ve Afiyet)

(Ulûhiyet) âlemde belâ ve afiyet olmasını gerektirir. el-Muntakim (intikam alıcı) isminin varlıktan silinmesi, el-Gafur (mafiret eden) veya Zü’l-afv’ın (affedici) veya el-Mün‘im’in (nimet verenin) kalkmasından" öncelikli değildir. Herhangi bir isim hükümsüz kalsa idi, işlevsiz kalırdı. Hâlbuki ulûhiyette işlevsizlik imkânsızdır. Dolayısıyla isimlerin eserinin olmaması imkânsızdır.

(Mesele: Algılayan ve Algılanan)

Algılayan ve algılanandan her birisi iki durumdadır: Tahayyül gücü olan bilen-algılayan ve tahayyül gücü olmadığı halde bilen-algılayan. Algılanan da iki türlüdür: Surete sahip algılanan. Tahayyül gücü olma­yan kişi onu suretiyle bilir ve onu tasavvur edemez. Tahayyül gücü olan kişi onu tasavvur eder ve bilir. Diğeri ise sureti olmayan algılanandır Bu ise sadece bilinir.    ,

Bilmek, bilinenin tasavvur edilmesi olmadığı gibi aynı zamanda bi­lineni tasavvur eden bir anlam da değildir. Çünkü bilinen her şey tasav­vur edilemediği gibi bilen herkes de tasavvur edemez. Bilenin tasavvur etmesi, tahayyül edici olmasından kaynaklanır. Bilinen için suret ise ha­yalin kendisini tutabileceği bir halde olmasına bağlıdır. Bu bağlamda hayalin asla tutamayacağı bazı bilinenler vardır. Böylelikle onların sureti olmadığı da açıktır.

(Mesele: Mümkünün Fiili)

Mümkünden bir fiil meydana gelmesi geçerli olsaydı, onun kadir olması da mümkün olabilirdi. Hâlbuki mümkünün fiili yoktur, dolayı­sıyla kudreti de yoktur. O halde mümkünün kudreti olduğunu söyle­mek, sağlam kanıtı olmayan bir iddiadır.

Bizim bu konudaki yargımız, kendisinden fiili düşürmekle birlikte kudreti kabul eden Eşarîlere yöneliktir.

(Mesele: Bütün Yönlerden Bir olandan Sadece Bir Çıkar)

Tüm yönlerden Bir olandan, sadece bir meydana gelir. Bu nitelikte olan var mıdır, yok mudur? İnsaf sahibinin bu konuyu incelemesi gere­kir.

Eşarîler, yaratmayı kadir olması açısından, mümkünün varlığını yokluğuna tercih etmesini irade eden olması, âlemi ayakta tutmasını bi­len olması yönünden Hakka izafe etmiştir. Bir şeyin irade eden olması, kadir olmasının aynı değildir. Dolayısıyla Eşarîlerin bunun ardından söylediği ‘Hakk her açıdan birdir’ sözleri, genel bağlamda geçerli değil­dir. Nasıl olabilir ki? Onlar zata ilâve ve O’na dayanan nitelikleri kabul eder. Aynı şekilde, bağıntı ve izafederi kabul edenler de benzer durum­dadır.

Hiçbir fırka, bütün yönlerden birliği kanıdayamamışür. Her fırka, kendi mezhebinden kaynaklanan bir mecburiyede, birliği yok saymakla kabul etmek arasında gider gelir. Birliği ispat, Ulûhiyettedir. Başka bir ifadeyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur5 ifadesidir. Bu doğrudur ve kanıdanabilir bir hükümdür.

Bârî Teâlâ bilen, diri, kadir olmak vb. bir takım niteliklerle nitelen­diğinde, bütün bunlar bağıntı ve izafederdir, onların ilâve bir gerçekliği yoktur; Aksini düşünmek, Bârî’nin eksik olduğunu düşünmeye yol açardı. Çünkü ilâve bir şey sayesinde yetkin olanın özü gereği yetkinli­ği, kazandığı yetkinlikten eksiktir. Hâlbuki Allah Teâlâ, özü gereği yetkindir.

O halde, özü gereği bir şeyin zata ilâve olması imkânsız iken bağın­tı ve izafeder ile ilâve olması imkânsız değildir.                                                                                    . ;

‘Sıfadar O’nun zatının ne aynı ne de ondan başkadır’ diyenin ifade­si ise gerçekten son derece uzaktır. Bu görüşü benimseyen kimse ilâve­nin -ki başka demektirvarlığını kesinlikle delillendirmiş, fakat böyle bir isimlendirmeyi inkâr etmiştir. Sonra tanımda başka hakkında şöyle hüküm vermiştir: İki başka şey, birisinin diğerinden zaman-mekân, varlık-yokluk olarak ayrılması mümkün olan şeydir. Fakat konuyu bilen bütün bilginlere göre bu, iki başka hakkmda gerçek bir tanım değildir.

Bir şeyin farklı şeylere ilişmesi, onun zatında bir olmasına etki et­mez. Sözün bölünmesi (fiil, isim, bağlaç veya geçmiş, gelecek ve şimdi­ki zaman), onun birliğine etki etmez.

Bir şeyin zatî nitelikleri çok olsa bile, bu durum, o şeyin kendisin­deki çokluğu göstermez. Çünkü (akılda ve bilgide) birbirlerinden ayrı bilinseler bile (gerçekte) nitelikler, zatm bütünlüğünden ibarettir.

Âlemdeki he;r suret, cevherdeki bir arazdır. Suret, farklı cevherlere girer ve ayrılır. Cevher ise tektir. Bölünme, cevherde değil, surettedir.

(Mesele: İlk Nedenlideki Çokluk)

Birisi şöyle diyebilir: İlk Nedenlinin kendisi bir olsa bile, içerdiği üç itibar nedeniyle, çokluğun kaynağıdır. Bu üç itibar, nedenini dü­şünmesi, kendisini düşünmesi ve mümkün oluşunu düşünmesidir.

‘ Onlara şöyle deriz: Bu durum, yani bir olduğu hâlde, itibarların onda bulunuşu hakkındaki görüşünüz', İlk Neden’de de sizi bağlar. Pe­ki, niçin İlk Neden’den bir’den başka bir şeyin çıkabileceğini imkânsız gördünüz? Bu durumda, ya çokluğun İlk Neden’den çıktığını zorunlu olarak kabul edersiniz ya da ilk nedenliden de bir’in çıkmasını kabul etmelisiniz. Hâlbuki her iki durumu da kabul etmiyorsunuz. .........................................................

Özü gereği yetkin ve özü gereği zengin olması zorunlu varlık, her­hangi bir şeyin nedeni ölâmaz. Çünkü önün neden olması, nedenliye dayanması anlamına gelir. Zat ise herhangi bir şeye dayanmaktan milnezzehtir. Fakat (buna rağmen Tanrı’nın âlemin nasıl nedeni olduğunu açıklarsak) ulûhiyet izafetleri kabul eder.

Şöyle iddia edilebilir: İlâh, zatı yetkin olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayana denilebilir. Burada bağıntı ve izafeti kast etmiyoruz.

Buna yanıt olarak deriz ki: Lafızda bir sorun yok. Neden ise böyle değildir. Çünkü neden, asıl anlamında ve kullanımında, bir nedenli ge­rektirir. Neden ile ilâh derken kastedilen anlatılmak istenmişse bu kabul edilebilir. O zaman lafızdaki tek sorun, şeriat açısından kalır: Şeriat böyle bir lâfzı kullanmayı yasaklar mı, kabul eder mi veya hakkında su­sar mı?

(Mesele: Ulûhiyet Sim)

Ulûhiyet Zat’a ait bir mertebedir ve sadece Allah Teâlâ o mertebeyi Hakk edebilir. Böylece Ulûhiyet kendisini Hakk edeni talep etmiş -ki o Allah Teâlâ'tır-, Allah Teâlâ onu talep etmemiştir.

İlâhlı, ulûhiyeti talep ettiği gibi ulûhiyet de onu talep eder. Zat ise her şeyden müstağnidir. Zikrettiğimiz bu bağlayıcı sır (Ulûhiyet ve ilâhlı arasındaki sır ve bağ) ‘ortaya çıksaydı’, Ulûhiyet batıl olurdu, (fa­kat) zatın yetkinliği batıl olmazdı. ‘Ortaya çıksaydı (zahere)’, yok ol­saydı ve ayrılsaydı demektir. Nitekim şöyle denilir: Zaharû ani’l-beled, yani şehirden ayrıldılar. Bu ifade, İmam’ın şu sözüdür (Sehl b. Abdul­lah): ‘Ulûhiyetin bir sırrı vardır, ortaya çıksaydı, Ulûhiyet batıl olurdu.’

(Mesele: Bilgi, Bilinen ve İlgi)

Bilgi bilinenin başkalaşmasıyla başkalaşmaz, fakat ilgi başkalaşır. İlgi belirli bir bilinene dönük bir bağıntıdır. Söz gelişi bilgi Ali’nin ola­cağıyla ilgili olur ve o da olur. Bilgi onun şimdiki halde olacağıyla ilgili olmuş ve olmaya başlamasıyla bilginin ilgisi ortadan kalkmıştır.

İlginin başkalaşmasından bilginin başkalaşması lazım gelmez. Aynı şekilde görülen ve duyulan şeyin başkalaşmasıyla görme ve duyma baş­kalaşmaz.

O halde, bilginin başkalaşmayacağı sabittir. Dolayısıyla bilinen de başkalaşmaz. Çünkü bilginin bildiği şey, bilinen iki gerçek duruma ait bir bağıntıdır. Söz gelimi cisim hiçbir zaman başkalaşmayan bir bili­nendir. Ayakta olmak da hiçbir zaman başkalaşmayan bir bilinendir.

Ayakta olmanın cisme bağıntısı, başkalaşmanın eklendiği bilinen bir şeydir. Bağıntı da başkalaşmaz. Bu somut bağıntı ise o şahıstan başka­sına ait değildir ve dolayısıyla başkalaşmaz.

Bu dördün dışında bilinen başka bir şey yoktur. Bunlar gerçekte üç durumdur: bağıntı, bağıntılanan şey ve bağıntının kendisine yapıldığı şey ve de somut-özel bağıntı.

Şöyle denilebilir: Başkalaşmayı bağıntının kendisine yapıldığı şeye kattık. Çünkü onu bazen bir halde, bazen de başka bir halde görüniz.

Herhangi bir durumun nispet edildiği şeye baktığında, ona hakika­ti yönünden bakmış olmazsın ki, hakikati başkalaşmaz. Ya da söz konu­su şeyin ona nispet edilmesi yönünden bakmış değilsin. Bu da onun as­la başkalaşmayan hakikatidir. Sen ona belirli bir halin kendisine mensup olması yönünden bakmışsındır. O halde diğer bilinen, artık yok oldu­ğunu söylediğimiz bu halin nispet edildiği şey değildir. Çünkü o, ken­disine nispet edilen şeyden ayrılmaz. Burada başka bir nispetle yapılan başka bir şey vardır.

Binaenaleyh ne bilgi ne de bilinen başkalaşır. Sadece bilgi için bili­nenlerle ilgiler veya bilinenlerle ilgili olma söz konusudur. Hangisini is­tersen, öyle söyle.

(Mesele: Kavramsal Bilgi)

Kavram bilgisinin herhangi bir kısmı, teorik düşünceyle kazanılmış değildir. Kazanılmış bilgiler, kavramsal bir bilinenin kavramsal bir bili­nene nispet edilmesinden ibarettir. Mutlak anlamda bağıntı da kavram­sal bilgidendir. Kazanmayı kavramsal bilgiye nispet ettiğinde bu du­rum, bir grubun herkesçe bilinen , belirli bir anlam için terimleştirdiği bir lafzı duymuş olman yönünden gerçekleşir. Fakat bü lafzın o anlamı gösterdiğini herkes bilemez. Bu nedenle, lafzın verildiği anlamın hangi anlam olduğu sorulur?

Bu soruya, sorulan kişi bildiği şekilde yanıt verir. Soruyu soran, mana ve o terimle şahsın kast ettiği şey hakkında bilgi sahibi olmasaydı, söyleneni kabul etmez ve anlamazdı. O halde bütün anlamların nefiste kazılı olması gerekir, ardından zamanla peyderpey ortaya çıkar.

Bilginin ‘bilinenleri kuşatıcılık’ ile nitelenmesi, bilinenlerin sonlu olmasını gerektirir. Hâlbuki bilinenlerin sonlu olması imkânsızdır. Şu halde ‘kuşatıcılık’ imkânsızdır.

Fakat şöyle denilir: Bilgi bilinen her şeyin hakikatini içerir. Aksi halde o şey, kuşatıcılık yönünden bilinmiyor demektir. Çünkü bir şeyi bütün yönlerinden değil de sadece bir yönden bilen kişi, o şeyi kuşatmamıştır.

Basiret (iç göz) görmesi bilgidir, göz görmesi ise bilginin meydana gelme yoludur. Buna göre İlâh’ın işiten ve gören olması, ayrıntılı bir il­gidir. Dolayısıyla onlar, ilmin iki hükmüdür.

Burada ilgi konusu -ki onlar işitilen ve görülen şeylerdirnedeniyle ikilik meydana gelmiştir.

(Mesele: Ezel)                                                                                                                                           

Ezel olumsuzlayıcı bir nitelemedir ve başlangıcın olmaması demek­tir. Ulûhiyet hakkında ille dediğimizde, kast edilen sadece mertebedir.

Eşarîler Allah Teâlâ’dan başka her şeyin sonradan meydana gelişine, mekânlıların ve arazlarının meydana gelişiyle kanıt getirmiştir. Bu kanıt­lama, Allah Teâlâ’nın dışındakilerinin zikrettiklerinde sınırlı olduğunu kanıtlayıncaya kadar geçerli olmaz. Biz onların sonradan meydana geldiklerini söyledikleri şeylerin sonradan meydana geldiğini kabul ediyoruz.

(Mesele: Mekansız Mevcut)

Kendi başına var olan her mevcut, mekânsızdır. Zamanlar onun varlığıyla beraber değildir ve mekânlar onu talep etmez.

Eşarîlerin ilk mümkün hakkındaki kanıtlama yöntemleri, o şeyin var olduğu zamandan önce veya sonra olmasının imkânına dayanır. Bu meselede zaman, ona göre, mevcut değil, takdir edilmiştir. Belirlenim, belirleyenin varlığını gösterir. Bu delâlet, zaman olmadığı için, geçer­sizdir. Böylece onun delil olması da anlamsız Hakk gelmiştir.

Bir Eşarî şöyle iddia edebilir: Mümkünlerinbarlığa veya varlığın onlara nispeti, mümkün olması bakımından, değil, nispet oluş bakımın­dan tek nispettir. Binaenaleyh bazı mümkünlerin seçilmiş olması, onla­rın bir seçicisinin olduğunu kanıtlar. Bu da Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin meydana gelişinin ta kendisidir.

(Mesele: Zaman)

Birisi şöyle iddia edebilir: Zaman feleğin hareketinin kat ettiği mevhum bir süredir. Bu çelişik bir düşüncedir. Çünkü mevhum olan gerçekleşmiş bir varlık değildir. Onlar, ilk mümkünde zamanın takdir edilişini Eşarîlere karşı inkâr eder. Buna göre feleğin hareketleri, hiçlik­te gerçekleşir.

, Başka birisi şöyle diyebilir: Zaman feleğin hareketidir, felek ise mekânhdır. O halde hareket ancak mekânlıda gerçekleşir.

(Mesele: Eşarîler ve Mücessime Arasındaki Ortak Lafız)

İki büyük grubun ortak lafız hakkındaki sürçmelerine şaşılır: Eşarîler ve Mücessime. Nasıl olur da onu teşbihe ait sayabilmişler? Hâlbuki dilde iki durum arasında benzetme, misli ifadesiyle ya da (gibi) anlamındaki benzetme edatıyla yapılabilir. Bu, onların teşbih saydığı ayet ve rivayetlerde nadiren bulunur.

Eşarîler, tevil ettikleri zaman teşbihten çıkacaklarını sanmış, hâlbu­ki teşbih kendilerini bırakmamıştır. Şu var ki onlar, cisimlere teşbih yapmaktan mahiyet ve tanımda kadîm niteliklerden farklı olan yaratıl­mış anlamlara teşbihe geçmişlerdir. O halde Eşarîler, (Hakkı) yaratıl­mışlara teşbihten kesinlikle uzaklaşmamıştır.

Onların görüşlerini benimseseydik, söz gelişi, yerleşmek-karar kıl­mak anlamındaki istiva’dan ‘istilâ’ anlamındaki istiva’ya onlar gibi dönmezdik. Özellikle de Arş, bu istiva bağıntısında zikredilmiştir. Serîr’i zikretmekle istilâ anlamı kaybolur ve onun istikrarla çelişecek başka bir anlama çevrilmesi imkânsızlaşır. \

Teşbih, söz gelişi, ya istiva etmek ile gerçekleşir. İstiva -istiva yeri değil, çünkü o bir cisimdirbir anlamdır. Başka bir anlatımla istiva, akıldaki manevî bir hakikattir ve hakikatinin gerektirdiği şekilde bütün zatlara nispet edilebilir. Bu durumda istiva’yı zâhirî anlamından çıkart­mamız gerekmez. Bu, gizlisi saklısı olmayan açık bir yanılgıdır.

Mücessimeye gelince, ‘O’nun benzeri gibi yoktur’ ayetine iman et­tikleri halde onların zikredilen lafızla lafzın anlamlarından birisini aşma­ları uygun değildir.      ;           .

Allah Teâlâ kötülüğü emretmediği gibi, aynı şekilde, onu dikme­miştir. Fakat onun varlığına hükmetmiş ve onu belirlemiştir.

Allah Teâlâ’nın onu dilememiş olmasını şöyle açıklayabiliriz: Bir şeyin kö­tülük olması, o şeyin kendi hakikati değil, Allah Teâlâ’nın ondaki hükmüdür. Allah Teâlâ’nın eşyadaki hükmü, yaratılmış değildir. Üzerinde yaratmanın ger­çekleşmediği şey ise irade edilmiş olamaz.

İtaat hakkında da aynı durum vardır diye karşı görüş ileri sürülürse biz de bu iddiayı kabul ederiz ve şöyle deriz: İtaatin irade edilmesi, ak­len değil vahiyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla siz de, kötülük hakkında aynı durumu kabul ediniz. Biz, araz olmalarına rağmen, amellerin tar­tılmasını ve suretlerinin varlığını kabul ettiğimiz gibi onu inanarak ka­bul etmekteyiz. O halde, delil bunu gerektirdiği için bu durum vardı­ğımız görüşe zarar vermez.

(Mesele: Mümkünün Yokluğu)

Hükümde mümkünün varlığını önceleyen yokluk, irade edilmiş değildir. Fakat var olduğu anda -ki var olmasaydı o zaman yokluk ken­disine işlemiş olacaktıhüküm itibarıyla varlıkla eş zamanlı yokluk, mümkünün varlık anında irade edilmiştir. Mümkünün yokluğu -ki ira­de edilmemiştiözü gereği Zorunlu’nun varlığının karşısındadır. Çün­kü mutlak varlığın mertebesi mümküne ait yokluğun tam karşısında bulunur. Mümkünün bu mertebede var olma imkânı yoktur. Bu ise sa­dece Ulûhiyettedir, başka bir şeyde değil.

(Mesele: Kadimlerin Çoğalması)                                                                .

Akla göre, ilâh olmayan bir Kadîm’in var olması imkânsız değildir. Böyle bir şey mümkün değil ise başka bir bakımdan değil, sadece duy­ma (vahiy) yoluyla böyledir.

(Mesele: Mümkünün Varlığının Yokluğuna Tercihi)

Tercih edenin (Hakk) herhangi bir mümkünün varlığını irade etme­si ve seçmesi, onun varlık olması yönünden değil, başka bir mümküne de nispet edilebilir olan nispeti yönündendir. Belirli bir mümkün bakı­mından değil de, mutlak anlamda mümkün bakımından varlık, irade edilmiş değildir ve herhangi bir mümkün yönünden olmaksızın gerçek­leşmiş değildir. Varlık, herhangi bir mümkün sayesinde irade edilmiş ise o, mahiyeti açısından değil, bir mümküne nispeti yönünden irade edilmiştir.          .

(Mesele: Seçim Sebebi)

Kanıt, özelleştiren bir sebebin bulunduğunu gösterdiği gibi, söz gelişi, bu özelleştirmenin öznesine nispet edilen olumsuzlama ve ispat gibi şeylerde tevkifin (Tanrı tarafından belirlenim) bulunduğunu göste­rir. Aramızdaki bir tartışmada bir kelâmcı bana böyle demişti. Biz de onun zannettiği gibi tevkifîliği kabul ediyorduk. Fakat kanıt, gönderen tarafından bir elçinin varlığını da gösterir. Dolayısıyla ilâhı nispetleri (Tanrı’nın sıfatlarını) peygamberden aldık ve böylece O’nun şöyle ol­duğuna ve böyle olmadığına hükmettik.

Varlığına apaçık kanıt varken ve varlığı zatının aynısı iken, başkası­na muhtaç olmak anlamına geleceği için, özü gereği neden de değildir. O, her yönden yetkindir. Şu halde O, mevcuttur ve varlığı zatının aynı­dır.

Mümkünün özü gereği Zorunlu’ya muhtaç olması ve Zorunlu’nun zatından kaynaklanan müstağniliği, ilâh diye isimlendirilir (Hakkın böyle isimlendirilme yönüdür). Özü gereği Zorunlu’nun kendi nefsine ve ister var ister yok olsun gerçekleşmiş bütün hakikatlere ilişmesi, bilgi diye isimlendirilir; kendiliklerinde bulundukları Hakk göre mümkünlere ilişmesi ihtiyar diye isimlendirilir. Bilginin mümkünün varlığını öncelemesi bakımından zat’ın mümküne ilişmesi, meşiyet diye isimlendirilir, iki olabilirden birisini kesin olarak belirlemesi itibarıyla mümküne iliş­mesi, irade diye isimlendirilir. Alemi yaratmaya ilişmesi kudret diye isimlendirilir. Yaratılana var olmasını işittirmeye ilişmesi emir diye isimlendirilir.

Emir iki türlüdür: Dolaylı ve doğrudan. Vasıtalar ortadan kalktı­ğında emir mutlaka uygulanır. Dolaylı olduğunda ise uygulanması şart değildir ve aslında o bir emir de değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın emrinin karşı­sında hiçbir şey duramaz.

Zorunlu zat’ın, oluşundan veya ondan meydana gelebilecek her­hangi bir şeyden yüz çevirtmek amacıyla oluşana uzaklaşmayı duyur­maya ilişmesi, yasak diye isimlendirilir ki bunun formu, emir tarzında­dır (yapma!). Zorunlu Zatsın bir şeye o şeyi bulunduğu Hakk göre mey­dana getirmek üzere ilişmesi, bildirmek, onun ne olduğuna dair ilişmesi istifham diye isimlendirilir. Emir kipiyle kendisine inerek ona ilişmesi dua diye isimlendirilir. Emrin o şeye ilişmesi yönünden ilişmesi kelâm diye isimlendirilir. Bilmek şart olmaksızın zat’ın söze ilişmesi, duymak diye isimlendirilir; zat söze ilişir ve bu ilişmeyi anlamak takip ederse an­layış diye isimlendirilir. Işığın keyfiyetine ve taşıdığı görülenlere ilişme­si, görmek diye isimlendirilir. Bu ilişmelerden herhangi birisinin kendi­si olmadan gerçekleşemeyeceği algılanan her şeye ilişmesi ise hayat diye isimlendirilir.

Bütün bunlarda hakikat tektir. Sadece ilişilenlerin hakikatleri nede­niyle ilişmeler artmış, isimlendirilenler nedeniyle isimler çoğalmıştır.

(Mesele: Akıl ve İman Nuru)

Aklın özel durumları algılamayı sağlayan bir nuru olduğu gibi imanın da bir engel olmadığı sürece her şeyin algılanmasını sağlayan bir nuru vardır. Akıl nuruyla Ulûhiyetin bilgisine, ona gereken ve hakkında imkânsız olan ve imkânsız olmayıp da mümkün olan şeylerin bilgisine ulaşılır. İman nuruyla ise akıl, zatın ve Hakkın kendisine izafe ettiği ni­teliklerin bilgisine ulaşır.

(Mesele: Zat’ın Hükümlerinin Bilinmesi)

Bize göre, nispet edilen zadar ve onlara nispet edilen şeyler bilin­mediği sürece, zatlara nispet edilen hükümlerin niteliği de bilinemez. Bunlar bilindiğinde ise özel zata nispet edilen özel nispetin niteliği de bilinebilir. Örnek olarak istiva, beraberlik, el, göz vb. şeyleri verebiliriz.

(Mesele: Hakikatlerin Değişmesi)

Varlıklar değişmez ve hakikatler başkalaşmaz. Binaenaleyh ateş su­retiyle değil hakikatiyle yakar. Allah Teâlâ’nınn ‘Ey ateş serin ve selâmetli ol199 hitabı, surete yönelik bir hitaptır. Suret korlardır. Korların cisimle­ri ise ateş vasıtasıyla yakıcıdır ve ateş onlarla var olduğunda ateş diye isimlendirilmiştir. Böylelikle sıcaklığı kabul ettiği gibi soğukluğu da ka­bul etmiştir.

Bekâ, bâki olanda varlığın sürekliliği demektir^ o kadar. Bekâ, baş­ka bir bekâya muhtaç olarak teselsüle giden bir nitelik değildir. Eşarilerin hâdis (sonradan var olan) hakkındaki görüşleri böyle değil­dir. Bekâ arazdır ve bu nedenle başka bir bekâya muhtaç değildir. Bu durum sadece Hakkın bekasında böyledir.

(Mesele: Kelâm)

Kelâm, kelâm oluşu bakımından tektir. Bölünme kelâmda değil, konuşulan şeydedir. Emir, yasaklama, haber verme ve istemek kelâmda tektir.

(Mesele: İsim, İsimlendirilen ve İsimlendirme)

İsim, isimlendirilen ve isimlendirmedeki farklılık lafızdaki farklılık­tır. Bu bağlamda ‘Rabbinin ismi mübarektir’,200 ‘Rabbinin ismini tespih et’201 diyenin sözü, ‘Mushafla düşman bölgesine yolculuğun yasaklanması’ gibidir.

‘Sizin isimlendirdiğiniz isimler’ ifadesiyle ismin isimlenen olduğuna kanıt getirene gelince, ibadet edilen, şahıslardır. Dolayısıyla onlar, Ulû­hiyet nispetine ibadet etmiştir. O halde, ismin isimlendirilenin aynı ol­duğu hakkında kanıt yoktur. Olsaydı, anlamın hükmüne göre değil, sa­dece dil ve konumlama hükmüne göre olabilirdi.

(Mesele: Mümkünlerin Var olması)

Mümkünlerin var olması, varlık ve bilgi mertebelerinin yetkinleş­mesi içindir, başka bir şey için değil.

Her mümkün iki kısımdan birisinde bulunur: Ya gizlidir veya açık­tır. Mümkün, son derece mükemmel ve yetkin bir şekilde var olmuştur, dolayısıyla ondan daha yetkini yoktur. Daha yetkini olsaydı, yetkinliğin yaratılması tasavvur edileceği için, iş sonsuza giderdi. Hâlbuki müm­kün, yetkinlik mertebesindeki durumuyla örtüşerek var olmuş ve dola­yısıyla yetkin olmuştur.

(Mesele: Bilinenlerin Sınırlanması)

Bilinenler, algılanmaları bakımından dış ve iç -ki nefsî algı demek­tirduyuda veya bedihî ve bundan bileşik şeylerle sınırlıdır. Bedihî ve duyu verisinin bileşimi ise bir anlam ise akledilerek, suret ise tahayyül edilerek algılanır. Bu meyanda hayal, bilhassa suretleri birleştirir. Akıl hayalin birleştirdiğini akleder. Hayal aklın aklettiği şeylerin bir kısmına suret vermeyi başaramaz. İlâhî iktidarın ise bütün bunların dışında bir sıirrı vardır ki, akıl o sırrın sınırında durur.

(Mesele: İyi ve Kötü)

İyilik ve kötülük, iyi ve kötü için özlerinden kaynaklanan iki nite­liktir. Fakat bir şeyin iyiliği ve kötülüğü, yetkinlik veya eksiklik veya maksat veya yatkınlık veya doğa veya nefret veya alışkanlığa göre algı­lanır. Bazı şeylerin kötülüğü ve iyiliği sadece Hakkın bildirmesiyle -ki şeriat demektiranlaşılır. Böylece ‘şu kötü’, ‘bu iyidir’ deriz. Bu* şeriat­tan bir bildirimdir, hüküm değildir. Bu nedenle, zamana, şahsa ve hal koşuluna göre iyilik ve kötülükten söz ederiz. ,

Bunu şart koşmamızın nedeni, öldürmeden söz ederken kasten ve­ya had cezası olarak veya kısas gereği öldürme gibi farklr yargılar verdi­ğimizi söyleyenlerdir. Bu konuda başka bir örnek, evlilik ilişkisi veya zina durumunda erkeğin cinsel uzvunun kadının cinsel organına girme­sindeki farklılıktır. Hâlbuki girme yönünden her ikisi de birdir. Biz ise bu görüşte değiliz. Çünkü zaman farklıdır ve evliliğin ayrılmaz özellik­leri zinada bulunmaz. Yasaklanan şey aynı olsa bile, bir şeyin helâl kı­lınma zamanı onun yasaklanma zamanı değildir. Ali’nin bir zamandaki hareketi başka bir zamandaki hareketi olmadığı gibi Mehmet’in hareke­ti de Ali’nin hareketinin aynı değildir. O halde kötü asla iyi olamaz. Çünkü iyilik ve kötülükle nitelenen o hareket, asla yenilenmez. Allah Teâlâ iyi ve kötüyü bilir, biz bilemeyiz.

Bir şey kötü olduğunda eserinin de kötü olması şart değildir. Çün­kü onun eseri bazen iyi olabilir. İyi için de aynı durum söz konusudur. İyinin eseri bazen kötü olabilir. Söz gelişi dürüstiük bazı yerlerde kötü sonuç verebileceği gibi kötü olan yalan da bazı yerlerde iyi sonuç olabi­lir.

Artık dikkatini çektiğimiz meseleyi iyice araştır ki, doğruyu bula­sın.

Delilin geçersiz olmasıyla delillinin ortadan kalkması gerekmez. Bu yaklaşımla, hulûl (Tanrı’nın eşyaya yerleşmesi) fikrini benimseyenlerin şu yargısı doğru değildir: Allah Teâlâ bir şeyde ise İsa’da olduğu gibi, kuşku­suz ölüyü diriltirdi (Yani Allah Teâlâ, bulunduğu yer bir şeyi diriltmezse bile her yerdedir).

(Mesele: Kaza’dan Razı Olmak)

Allah Teâlâ’nın kazasından razı olan kimsenin kazanın gereğinden de razı olması şart değildir. Kaza Allah Teâlâ’nın hükmü ve hoşnut olmamızı emretti­ği şeydir. Onun gereği ise hakkında hüküm verilen şeydir ve dolayısıyla ondan hoşnut olmamız şart değildir.

(Mesele: İhtira, yani, Tasarlayarak Yaratma)

ihtira derken var edilen şeyin Yaratan’ın nefsinde meydana gelmesi kast edilirse -ki esasta anlamı budurbu anlamda ihtira’ Allah Teâlâ hakkında imkânsızdır, ihtira derken yaratılan şeyin varlıkta örneksiz meydana gelmesi kast edilirse kuşkusuz Hakk, bu anlamda ihtira özelliğiyle nite­lenmiştir.

(Mesele: Alemin Allah Teâlâ ile İrtibatı)

Alemin Allah Teâlâ ile irtibatı mümkünün Zorunlu ile yaratılmışın Yara­tan ile irtibatıdır. Âlemin ezelde bir varlık mertebesi yoktu. Çünkü var­lık, özü gereği Zorunlu’ya aittir. Zorunlu ise Allah Teâlâ’dır. Âlem ister mev­cut ister yok olsun, O’nunla beraber başka bir şey yoktur.

Allah Teâlâ ile âlem arasmda bir aralık bulunduğunu vehmedip o aralıkta mümkünün var olmasının öne alındığı veya geciktirildiğini farz etmek, dayanağı olmayan geçersiz bir kuruntudur. Bu nedenle âlemin sonradanlığım kanıdama yönteminde Eşarîlerin yönteminden farklı bir yola gittik. Onu bu açıklamada zikretmiştik.

(Mesele: Bilginin Bilinene ilişmesi)

Bilginin bilinene ilişmesinden, bilinenin veya onun benzerinin bi­lenin'nefsinde meydana gelmesi gerekmez. Bilgi, varlık ve yokluk itiba­rıyla bulundukları Hakk göre, bilinenlere ilişir.

Şöyle bir iddia ileri sürülebilir: ‘Bazı bilinenlerin varlıkta dört mer­tebesi vardır: Zihin, dış, lafız ve yazı mertebesi. Zihin ile kast edilen bilgi değil de hayal ise böyle bir şey olabilir. Fakat her bilinende ve her bilende özel olarak tahayyül edilir. Fakat bu durum bilhassa zihinde ge­çerli olabilir. Çünkü zihin, surette dışla örtüşür.

Lafızdaki ve yazıdaki bilinen ise böyle değildir. Çünkü lafız ve yazı delâlet etmek ve anlatmak için konulmuştur. O halde (lafız veya yazıda­ki bilinen) sureti bakımından dıştaki surete indirgenmez. Lafız ve yazı­da Zeyd, z, y ve d’dir. Onun ne sağı ne solu ve ne yönleri, ne gözü ne kulağı vardır. Bu nedenle şöyle deriz: Suret bakımından ona indirgen­mez, fakat delâlet açısından indirgenir. Bu nedenle delâleti ortadan kal­dıran bir ortaklık gerçekleştiğinde, niteliğin belirtilmesine, aynı anlama gelen başka bir kelimenin zikredilmesine ve bağlaca gerek duyarız. Zi­hinsel bilinene ise hiçbir şekilde ortaklık giremez. Anla!

(Mesele: İlk Akl’a Ait Bilgilerin Yönleri)

Daha önce Mârifetü’l-Ülâ kitabında akim âlemdeki bilgi yönlerini zikretmiş, bu sınıflamayı nereden çıkarttığımıza dikkat çekmemiştik.

Bilinmelidir ki: Akim üç yüz altmış yönü vardır ki, her yön, Yüce Hakkın katından üç yüz altmış yönün tam karşısmda durur: Allah Teâlâ ka­tındaki yönlerden her birisi, yekdiğerinin vermeyeceği bir bilgiyle aklın yönlerine yardım eder. Akün yönleri alma yönleriyle çarpıldığında, or­taya çıkan sonuç, akla ait ve korunmuş Levha’da -ki tümel Nefs’tirya­zılmış ilimlerdir.

İlâhî bir keşif olarak zikrettiğimiz bu bilgileri herhangi bir aklî ka­nıt tahayyül edemez, bu nedenle söyleyenden keşfi kabul ederek alır. Başka bir ifadeyle akıl, İlk Akıl’a ait üç itibarı bir kanıt olmaksızın söy­leyen filozoftan postüla olarak aldığı gibi bunu da keşif sahibinden ka­bul ederek aür. Keşif sahibinin bilgisi bir postüla sayılmaya daha lâyık­tır. Çünkü filozof, İlk Akıl’daki itibarlardan söz ederken kaynağının te­orik düşünce olduğu iddiasında bulunur. Bu nedenle Uyûnü’l-MesâiMc beyaz inci -ki beyaz inci İlk Akıl’dırbahsinde belirttiğimiz gibi düşün­ce onun söylediğine katışır. Bizim bu zikrettiğimiz ise kuşkuya açık de­ğildir. Çünkü biz onu teorik bilgi olarak değil (Hakk yönünden) bildi­rim diye zikrettik.

Dolayısıyla inkâr edenin söyleyeceği son şey şudur: ‘Yalan söylü­yorsun.’ Bu bilgiye inanan da şöyle der: ‘Doğru söyledin.’

İşte bu İlk Akıl’da üç itibarı kabul edenlerle bizim aramızdaki fark­tır.

Gerçeğe ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

(Mesele: Mümkünün Yâratılı; Aleminden İki Yönü)

Yaratılış âlemindeki her mümkünün mutlaka iki yönü vardır. Bi­rinci yönü sebebine, ikinci yönü ise Allah Teâlâ’ya bakar. Her türlü karanlık ve perde, sebebi yönünden, aydınlık ve açıklık işe hakikati yönünden mümküne ilişir.

Emir âleminden olan mümkün hakkında ise perde düşünülemez. Çünkü onun sadece tek yönü vardır, dolayısıyla emir âleminden olan her şey, sırf nurdur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dikkat ediniz! Halis diri Allah Teâlâ’nındır.’

(Mesele: Emir ve Kudretin Konusu)

Akıl delili, kudretin konusunun var etme olduğunu göstermiştir. Allah Teâlâ, varlığın ilâhî emirden meydana geldiğini bildirerek, şöyle buyu­rur: ‘Olmasını istediğimiz bir şeye sözümüz ol’dur ve o şey olur.’202

Vahiy ve akim uzlaşabilmesi için, emrin neye iliştiğine bakmamız gerek: Onun mahiyeti nedir? Kudretin iliştiği şeyin mahiyeti nedir?

Şöyle deriz: Emre uymak, olur ifadesiyle gerçekleşti. Emredilen, olmak’tır. İrade, iki mümkünden birisini seçmeye ilişmiştir ki, o da var olmak’tır. Kudret de mümküne ilişmiş, böylece onda var etmeyi mey­dana getirmiştir. O, yokluk ve varlık arasında akledilir bir haldir. Bina­enaleyh emir hitabı şu seçilmiş hakikate ol şeklinde ilişmiş, söz konusu şey de emre uymuş ve olmuştur.

Mümkünün bir hakikati olmayıp o nedenle varlık ile nitelenmeseydi -ki var olmasıyla ilgili ilâhî emir o hakikate yönelmiştirvarlık mey­dana gelmezdi. Ol ifadesini açıklamada, irade edilen şeyin hazırlanması yorumunu benimseyen doğru düşünmüyor.

(Mesele: Başkası Nedeniyle Varlığı Zorunlu’nun Önceliği)

Başkası nedeniyle varlığı zorunlu için ilk olmanın anlamı, mutlakzorunlu varlık oluştan olumsuzlayıcı bir bağıntıdır. Bu yönüyle, başkası nedeniyle zorunlu varlık, sınırlı her şey için ilktir. Çünkü bu mertebede başka bir şeyin bulunması mümkün değildir. Bulunsaydı, ya zorunlu varlık olurdu. Bu durumda ya kendisi olurdu -ki bu imkânsızdırveya onunla var olan bir şey olurdu. Bu da çeşidi açılardan imkânsızdır. Bi­rincisi, zorunlu-mutlak varlık kendi başına vardır. İkincisi, kendisiyle var olsaydı Mutlak Varlığın muhtaç olması gerekirdi. Bu durumda ise ya kendisini var eden -ki böyle bir şey imkânsızdırveya mertebesini ayakta tutan olması gerekirdi ki, o da imkânsızdır.

Mutlak Zorunlu için ilk olmanın anlamı, vad‘î (konumsal) bir nis­pettir. Onun hakkında akıl, mümkünün kendisine dayanmasından baş­ka bir şey bilemez. Mutlak Zorunlu bu anlamda ilktir. Mümkünün ne bilkuvve ne bilfiil varlığının olmadığı takdir edilmiş olsaydı, Mutlak Zorunlu’dan ilk olmak Özelliği nefyedilirdi. Çünkü bu durumda, ilk olmanın ilişeceği bir şey bulunmazdı.

(Mesele: Allah Teâlâ’yı Bilmemiz)

Mümkünlerin en bilgilisi, Yaratıcısını sadece O’nun açısından bi­lendir: Söz konusu kimse nefsini ve kendisinden var olduğu kimseyi bi­lir. Bundan başka bir şeyi bilmesi geçerli değildir. Çünkü bir şeyi bil­mek, onu kuşatmaya ve onu tüketmeye imkân verir. Böyle bir şey ise ilâhı katta imkânsızdır. O halde O’nu bilmek imkânsızdır. ‘Ondan’ bil­mek de (kısmî bilgi) geçerli değildir, çünkü parçalara bölünemez. Şu halde sadece ‘O’ndan olan şey5 hakkında bilgi söz konusu olabilir. On­dan olan şey ise sensin. O halde, bilinen sensin.

Şöyle bir iddia ileri sürülebilir: ‘O şöyle değildir’ diye bilmemiz de O’nu bilmedir. Şöyle yanıt veririz: Bu tarz bilmede, delil arada bir or­taklık olamayacağına hükmettiği için, sen kendi niteliklerinden O’nu soyudamışsındır. Böylelikle kendinde, kendisine bilindiği tarzda sana bilinmeyen bir zattan farklılaştın. Yoksa kendiliğinde sahip olduğu olumlu nitelikleri bulunmadığı için senden farklılaşmış değildir. O hal­de neyi bildiğini öğren ve şöyle de: ‘Rabbim! Benim ilmimi artır.’203

O’nu bilseydin O olmazdı; O seni bilmeseydi sen olmazdın. Bina­enaleyh Allah Teâlâ, bilgisiyle seni var etmiş, sen de acizliğinle ona ibadet etmişsindir. Dolayısıyla O O’dur, O’na aittir, sana değil. Sen de sensin, kendine aitsin ve O’na aitsin. Şu halde sen, O’nunla irtibatlısın, tersi değil.

Genel anlamda daire noktayla irtibatlıdır ve fakat nokta aynı an­lamda daireyle irtibatlı değildir. Dairenin noktası daireyle irtibatlıdır. Aynı şekilde, mutlak zat da seninle irtibatlı değildir. Zatın Ulûhiyeti ise dairenin noktası örneğinde olduğu gibi, ilâhlı ile irtibatlıdır.

(Mesele: Allah Teâlâ’yı Görmemizin ve Bilmemizin Konusu)

Hakkı görmemiz, O’nun zatıyla ilgilidir. O’nu bilmemiz ise izafet ve olumsuzlamalarla O’nu ilâh olarak ispatlamayla ilgilidir. Böylelikle ilgi konusu değişir. Dolayısıyla görmek hakkında ‘bilgideki açıklık ve seçildiktir’ denilemez. Çünkü bilgiyle görmenin konuları farklı farklıdır. Bununla birlikte Hakkın varlığı mahiyetinin aynıdır. Şu halde zatın an­lamının O’nun mevcut oluşundan ayrı bir anlam olduğunu inkâr etmi­yoruz.

(Mesele: Yokluk Sırf Kötülüktür)

Yokluk mutlak kötülüktür. Bu, gelmiş-geçmiş gerçek bilginlerin görüşüdür. Onlar bu lafzı kullanmış, fakat anlamını açıklayamamıştır.

Hakk yolunun bir yolcusu karanlık ve aydınlıktaki yolculuktaki uzun bir sohbette bize şöyle dedi: ‘İyilik varlıktaj kötülük yokluktadır.’ Böylece Hakkın herhangi bir sınırlanma söz konusu olmadan mutlak varlık sahibi olduğunu öğrendik. Hakk, hiçbir şekilde kötülüğün bulunmadığı mutlak iyiliktir. Zıddı ise hiçbir iyiliğin bulunmadığı sırf kötülük olan mutlak yokluktur.

İşte bu, söz konusu bilginlerin ‘yokluk mutlak kötülüktür’ şeklin­deki görüşlerinin anlamıdır.

(Mesele: Allah Teâlâ Hakkında Olabilirlik Düşünülebilir mi?)

Hakikat bakımından şöyle denilemez: ‘Allah Teâlâ’nın bir şeyi var etmesi veya etmemesi mümkündür.’ Çünkü Hakkın eşyayla ilgili eylemi, ken­disine göre, mümkün veya herhangi bir zorlayanın gerektirmesine bağlı değildir.

Fakat şöyle denilebilir: Şu durumun var olması ve olmaması müm­kündür. Böylece söz konusu şey, bir tercih ediciye muhtaç kalır ki, o da Allah Teâlâ’dır. Şeriatı baştan sona inceledik ve söylediğimizle çelişen bir şey görmedik. Bizim Hakka dair söylediğimiz şey, ‘O’nun için şu zorunlu­dur veya şu imkânsızdır’ şeklindedir. ‘O’nun hakkında şu caizdir’ deme­yiz.        '

İşte bu, Allah Teâlâ ehlinden seçkinlerin inancıdır. Seçkinlerin seçkinleri­nin Allah Teâlâ hakkındaki inancı, bunun üzerindedir ve onu bu kitabın bö­lümlerine serpiştirdik. Çünkü düşünceleriyle perdelenmiş akılların bü­yük kısmı, perdelerinden kurtulamadığı için onu algılayamaz.

Böylece kitabın girişi sona ermiştir. Bu bölüm kitaba bir ilâve gibi­dir. Dileyen onu kitapta yazar, dileyen yazmaz. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

Üçüncü kısım tamamlanmıştır. Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur.


 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar