Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 8


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)

SEKİZİNCİ BÖLÜM

 SEMANIN SON HALİNİ ALMASI

1—SEMA’DA ZAMAN– MEKÂN – İMKÂN – İHVAN HİKMET VE SIRLARI

2—MEVLEVÎ’LERDE KIYAFETİN HİKMET VE SIRLARI

3—DERGÂHLARIN İDARE ŞEKLİ HİKMET VE SIRLARI

4—MATBAH-I ŞERİF VE ÇİLE HİKMET VE SIRLARI

5—MEVLEVİLERDE (ZİKİR) VE (EVRAD)  HİKMET VE SIRLARI

6—MUKABELE-İ ŞERİF’İN HİKMET VE SIRLARI

7—MEVLEVİ ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI

         Yemek Sofraları

  Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma (Ezan Ve Kamet)

  Dergâhlarda Akika Kurban Merasimi

  Dergâhlarda Sünnet Merasimi Ve Mevlidi

  Dergâhlarda Bedi besmele Merasimi

  Dergâhlarda Düğün Merasimleri

  Dergâhlarda Askerlik Merasimi

  Dergâhlarda Hilafet Merasimi

  Hacıların Hicaz Yolun’ Da Sürre Alay Merasimi

  Mevlevi Terimleri Islati Sofiye

  Bayram Törenleri

  Kurban Bayramı Merasimi

  Ramazan Bayramı Merasimi

  Kandil Geceleri Merasimi

  Aşura Gecesi

  Leyle - i Arus

  Cenaze Merasimi

  Hususi Top1antılar

8—SON SÖZ VE BİR DİLEK

SEMANIN SON HALİNİ ALMASI

Mevleviliğin en önemli esası SEMA’dır. Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi Hz. Mevlana zamanında SEMA, bir dost toplantısı, bir yemek meclisi evvelinde veya sonunda, kulağa gelen hoş ve manalı bir ses veya heyecanlı bir hadise neticesinde ortaya çıkan VECD hali idi. Bu dönem SEMA ayinlerinde; SEMA yapan Mevleviler, SEMA’da sıçrar, ayak vurur, kol açar, VECD’i sebebiyle birini kucaklar, halkı SEMA’ya teşvik ederdi. Bu devirlerde muhtelif hadiselerin tesirleri ile SEMA’nın yanında, bir musiki heyetinin de refakati ile toplu halde ve çoğu zamanda tesadüfe bağlı SEMA’da yapılırdı. Kaynaklarda bu şekilde icra edilen SEMA’nın teferruatına rastlanmaz. Ancak bazı kayıtlardan bilhassa Mevlana’nın medresesinde yapılan SEMA da musiki heyetine ayrılan yüksekçe bir yer bulunduğu Mevlana’nın tamamen erkeklerden müteşekkil olan bu heyetin önünde SEMA ettiği olmuştur. Yine SEMA’nın sonraki şeklinde görülen selam verme âdetinin izlerine de rastlanmaktadır.

Mevlana zamanında ve onu takip eden devirde daha önceleri SEMA adabından sayılan ‘zaman, mekân, imkân ve ihvan’a çok defa ehemmiyet verilmediği görülmektedir. Mevlana’nın vefatından sonra halefi Hüsameddin Çelebi tarafından Cuma namazını müteakip, Kur’an okunduktan sonra, toplu bir halde SEMA yapılması bir gelenek haline getirildi. Bununla beraber belirli bir zaman ve mekâna bağlı kalmaksızın, muhtelif vesileler ile SEMA yapıldığı da rivayet buyurulmaktadır.

SEMA’nın bilhassa Mevlevi tekkelerinde adab ve erkâna riayet edilerek bir ayin halinde icra edildiğinin hangi tarihte başladığı bilinmemektedir.

Mevlevi Ayini, Hz. Mevlana tarafından tamamen bir VECD ha­linin ifadesi olarak, bir usul ve merasime bağlı olmaksızın yapılan SEMA’nın, bir düzene bağlanması ile oluşmuştur. Hz. Mevlana’nın düşünce, fikir, yaşayış, ilim, aşk ve cezbesinin, bir tasavvuf ekolü ha­linde ortaya çıkışı, oğlu Sultan Veled za­manında olmuştur. Sultan Veled ve hat­ta oğlu Ulu Arif Çelebi, aynen Hz. Mevlana gibi, belli bir düzen olmadan, coş­kunlukla SEMA ederlerdi. Ancak ayrıca Cuma namazından sonra Hz. Mevlana’yı anmak maksadı ile tertiplenen toplantı­lar, ayinin bir düzen halinde ortaya çık­masına sebep teşkil etmiş ve SEMA mec­lislerine belli bir düzen verilmeye başlan­mıştır. Ayin, önce Pir Adil Çelebi ve da­ha sonra da Pir Hüseyin Çelebi tarafın­dan bugünkü şekil ve düzenine konul­muştur. Pir Adil Çelebi, Sultan Ve­led’in (ö.1312) oğlu Şemseddin Emir Abid Çelebi’nin(ö.1338) oğlu Emir Âlim Çelebi’nin(ö.1388) oğludur. Feridun Ulu Arif Çelebi’nin (ö.1328) oğlu Muzaf­fereddin Ekber Emir Adil Çele­bi’nin (ö.1368) oğlu olan II. Arif Çele­bi’nin 1421’de vefatı ile Çelebilik maka­mına geçmiş, 1460’da vefatına kadar 39 yıl bu görevde kalmıştır. SEMA ayinine bugünkü şeklini veren bu zattır. En son şekillendirme ve teferruat düzenlemesi ise, Afyonkarahisar’lı 3. Arif Çelebi’nin 1642’de vefatı ile Çelebilik makamına geçen ve Ferruh Çelebi’nin(ö.1591) oğlu olan Hasan Çelebi’nin oğlu Pir Hüseyin Çelebi(ö.1666) tarafından yapılmıştır. Konya’daki Asitane’nin (Pir Evi) 18. postnişini olan Pir Hüseyin Çelebi, Tekke-Medrese kavgasının en ateşli zamanları olan Sivasiler-Kadızadeler kavgasını görmüş, yaşamış ve bu tesirle de Mevlevi SEMA ayinini, cahiller ve inatların dışında, herkesin kabulüne mazhar bir düzenle ortaya koymuştur.

SEMA’DA ZAMAN – MEKÂN– İHVAN

HİKMET VE SIRLARI

Cüneyd Bağdadi’ye göre SEMA yapanların üç şeye ihtiyaçları vardır. Zaman-mekân-ihvandır. Bunlar olmadan SEMA yapılmamalıdır. SEMA her zaman, her yerde ve herkesle yapılmaz. SEMA doğru zamanda, doğru mekânda ve doğru kişilerle yapılır, bunlar isabetle seçilirse feyizli ve bereketli olur. SEMA’da yabancıların ve muhaliflerin bulunmamasına dikkat edilir. Zira SEMA, SEMA edenlerin birleştikleri, kaynaştıkları, yekvücut ve tek yürek hale geldikleri bir meclistir. Zıtlar ve muhalifler bu manevi birlikteliği bozar.

Cüneyd: “Fakirler / dervişler üzerine ALLAH’ın rahmeti üç yerde iner. Bir şey yediklerinde; zira ancak ihtiyaç duydukl­arında (ve ihtiyaç miktarı) yerler. Konuş­tuklarında; çünkü onlar bir mecburiyet olmadıkça konuşmazlar. SEMA ettiklerin­de; zira ancak VECD’e gediklerinde SEMA ederler.[1] buyurmuştur.

Soh­bet sonunda evliyanın menkıbeleri an­latılır ve VECD’e gelip SEMA yapılırken Hakk’ın feyzi ve bereketi iner.

Cüneyd: “SEMA, onu talep edene fitne, tesadüfen dinleyene kalp ferahlığıdır” [2] der.

Sufiler sırf bedensel bir zevk için SEMA etmenin, özellikle henüz sülükun başında bulunan müritler için sakıncalı olabileceğini, müziğe düşkün olmanın Hakk’a giden yollarını kesebileceğini önemle vurgular. Cüneyd’in; “Bir müridin SEMA’a düşkün olduğunu görünce bil ki onda tembelliğin kalıntıları vardır.[3] sözü bunu dile getirir.   

Şibli, “SEMA’ın dışyüzü fitne, içyüzü ibrettir. İşaretten anlayana ibrete kulak ver­mek helaldir. Aksi halde fitneye düşülmüş ve belaya girilmiş olur.[4]

Ebu Ali Ruzbari, “Biz SEMA konusunda bıçağın sırtındayız, azıcık o veya bu tarafa meyletsek cehenneme düşeriz.[5] Demektedir.

ALLAH Teâlâ’ya giden yolda bir taşıyıcı işlevi yapan SEMA, eğer dikkat edilmezse salikin yolunu kesebilir, önüne bir engel olarak da çıkabilir. Bundan dolayıdır ki sufiler din dışı müzikle SEMA’ın birbirin­den ayırt edilmesi ve bunların birbirine karıştırılmaması gerektiği konusunda hassasiyet göstermişler, evliyanın SEMA’­ını melahi denilen ve bedensel / nefsanî zevk veren dünyevi müzik, raks ve eğlen­ceden bambaşka bir şey, ruhani, ulvi, manevi, hatta Kutsi ve ilahi bir niteliği olduğunu önemle vurgulamışlardır. Bu SEMA’ın, o melahi ile karıştırılması tehli­kesi her zaman mevcut olduğundan bu hususta çok dikkatli olmak gerekir.

Abdestin Hikmet ve Sırları

Ey İman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın[6]

Muzaffer Aşkî (r.a.) abdestin hikmetlerinden şöyle bahsediyor:  Abdest almak, suyla ilişki kurmak dirilmek demektir. Su mai hayattır. İnsan bir damla sudan yaratıldığı için, yaratıldığı madde ile buluşması tekrar hayat kazanmasıdır. İnsan su vasıtasıyla dirilerek ve temizlenerek Allah’ın önünde hazır durur. Gönlünde duyduğun bir anlık cezbe yârin huzuru demektir ve onunla olmak demektir. O cezbe haliyle nefes alıp vermek visalin ta kendisidir, bayramdır. Çünkü yar ile birleşmektir.

Abdest alacağın vakit, mekruhtan hariç kalmaya çalış. Abdest, gusül, mest konusunda tertibe sünneti-seniyyeye riayet et. Namazla, SEMA’yla ALLAHın huzuruna çıkacak, mukabele bulunacak kimsenin itina ve dikkat ile aldığı abdest gibi tamam al. Bu abdest namazı nasıl olursa olsun diye bu abdest için hiç müsamaha etme. Her bir hareketini, her bir abdest alma uzuvlarını besmele ile başlat. Ve ellerini terk-i dünya niyetiyle yıka.

Ondan sonra ağzına su verirken kalben zikir tilavet et. Ve ALLAH tan manevi ve ruhani olan zikir tilavet etmeye niyet et. Manevi, ruhani olan kokuları koklamak niyetiyle burna su ver! Ve zilleti ihtiyar ve kibr-i nefisten ihraç niyetiyle burnunu temizle! Ve yüzünü Hakk a ve halka karşı hayâ niyetiyle yıka! Ve kollarını dirseklerine kadar cemi-i umurunda Hakka tilavet niyetiyle yıka! Ve kulaklarını Hak kelamı dinlemek ve dinlediği sözleri en güzeliyle hitabe etmek niyetiyle mesh et! Ve ayaklarını kesb-i müşahedeyi tay etmek ve çiğnemek niyetiyle yıka! Kesb-i müşahede küre-i arzdaki Hz. Musa (aleyhisselâm)a göre Tur-i Sinadır. Ümmet-i merhume-i Muhammediyeye göre Kâbe-i Muazzamadır. Ayaklarını yıkadıktan sonra seni taharete muvaffak eden Hz. ALLAH’u Teâlâya sena ve Hakka giden yolu açık tutun Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e salâvat getir!

Namaz kılmak için Rabbi’nin huzuruna çıktığın zaman, devran ve SEMA’da müşahede-i cemal yüzünü nasıl Kâbe’ye çevirmekte isen, kalbini de Hakka çevir! Ve bu tevcihindeki vücutta Ondan gayri bir şey yoktur. Yani vücut ve varlık ancak Hakkın olup gerek senin, gerek senin içindeki âlemin kalbin ile müşahedeyi tekbir et! Ve namazın iftitah tekbirini müşahede içinde olduğun halde al! Ve Kuran- ı Kerimi tilavet ettiğin vakit ayet-i kerimenin manayı münisi ile kalbini müstağrak kıl. ALLAH’u Teâlâya hamd-u sena eder, Hak Subhanehu Hazretlerine kendine hamd senayı talim eder. Selam vaktinden sonraki akdin üzerine yukarıda zikrolunan tedebbür ve tefekkür üzerinde sabit kal! Hak Subhanehu ve Teâlâ Hazretlerine lafzı ile selam ver, zira senin hüviyetin Hak olduğu için selamın nefsine ait olur. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri; Kuran- ı Kerimde “Bir haneye girdiğiniz vakit nefislerinize selam veriniz[7] buyurur. Binaenaleyh her ne vakit mescide, evine, odana girersen iki rekât tahiyye namazı kılıp nefsine selam ver!

Sufilerin, Dervişlerin ve Semazenlerin abdest almasına ilişkin bu yorumu Sefer Efendi Hazretleri Rahmetullahi Aleyh Hazretleri getirmiştir.: Semazen canlar SEMA meydanına çıkacakları zaman, elleri ayakları ve yüzleri melekler ve hazırun tarafından izlenmektedir. SEMA anında kişi bu âlemden başka bir âleme geçmektedir. İşte böyle sıhhatli bir abdest alınırsa Semazenin her uzvu nurun ala nur olur.

MEVLEVİLERİN KIYAFETLERİ

HİKMET VE SIRLARI

          Çist dünya ez Huda gâfil büden

          Niy kumaş-ü nakre vü ferzend-ü zen

                                            —Mevlânâ-—

(Dünya Allah’tan gafil olmaktır;

 Yoksa kumaş, para, evlat ve avrat değil.)

  Mevlevilerin kıyafetleri çok kibarâne idi; bu kıyafetler ile her cemiyette kendilerine karşı hürmet ve riayeti celp edebilirlerdi; tarz ve tavırları da o nisbette edibâne, konuşmaları da o derecede arifâne idi.

  Öteki tarikat mensupları başlarına giydikleri külaha Tac adını verdikleri halde, Mevleviler serpuşlarına Sikke derlerdi.

          Dü cihanda eğer altun ola dersen namın

        Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânâ’nın

Beyti sikkeye verilen kıymeti gösterdiği gibi, mevleviler bu serpuşa, kendi aralarında fahir adı verirler ve bununla iftihar ederlerdi.

Önceleri sikke, 15-20 santimetre uzunluğunda, tek katlı, ekseriyetle gri ve duman renginde keçedendi (fötr), beyaz renklileri de vardı ve bunlar yazın giyilirdi. Hz. Mevlâna sandukasının başı ucundaki ve yine ona ait olmak üzere Konya müzesinde saklanan serpuşlar tepesi sivri, yani konik şekilde olduğu halde son zamandakiler üstüvani bir hal almıştı. Son zamanlarda bu yolun salikleri tarafından, Sultan-ı Enbiya Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Mirac’a çıkarken giydikleri Hz. Veys-el Karani’ye hediye ettikleri devetüyü ve balköpüğü rengindeki hırkanın renginden esinlenerek sikkelerin rengine bu hal uygun görüldüğü rivayet edilmiştir. İki kat olarak yapılmaya başlanmış, çekip uzatılınca 45 - 50 santimetre uzunluğunda, iki tarafı kapalı bir boru, daha doğrusu bir top mermisi şekline girer olmuştu; bununla beraber gayet hafiftiler, 150-250 gramı geçmezlerdi.

Arakiye

Ter’emen anlamlarına gelen bu kelime beyaz ve döğme yünden yapılmış sikke kadar uzun olmayan bir serpuştu.Sema çıkarmamış matbah canları,arakiye giydikleri gibi isteyenlerde ve bilhassa çocuklarla kadınlara şeyh tarafından arakiye tekbir edilirdi.Üstü yukarıya doğru sivrice dar ve iki yandan yassı olup üste adeta önden arkaya doğru sert ve yüksek bir çizgi teşkil edecek tarzda yapılmış olanlarına elifi arakiye denilirdi.

  En makbul sikkeler Konya’da ve Bursa’da Arakiyeci esnaf tarafından yapılırdı; kirlendiğinde, şekilleri bozulduğunda sikkeyi sabunlu sıcak su ile yıkamak ve hususî ağac kalıplarda kurutarak kendi şeklini vermek kabildi.

Sikke başa giyilirken ve baştan çıkarılırken, hürmet alemeti olarak ve Veys-el Karanî’ye verilen Mirac hırkasına rabıta yaparak, kenarı öpülüp çıkarılır, giyilirdi; bu öpme hareketine “Görüşme” tabir edilirdi ve mevleviler ellerindeki şeye veya bunu verecekleri zata hürmet ızhar etmek isteyince o şeyi öperdi. Tarikatte bütün dervişlerin birbirlerinin ellerini öpmekten ibaret bir de hususi merasim vardı ki, buna da “görüşme” denilirdi. Zaten, neyi öpmek olursa olsun, hepsi bu tabirle ifade olunurdu; her birinden sırası gelince bahsedeceğiz.

Gece yatarken sikkeyi çıkarmamak mutaddı; fakat bazıları yatarken arakiye, takke, arakçin gibi bir şey de giyebilirdi; mevta kabre konulunca kefeninin başucu açılarak ona da sikke giydirilirdi.

Sikke ile kahveye, gazinoya ve tiyatro gibi yerlere gidilemezdi; her hangi bir cürümden dolayı ceza ve tevkif evlerine alınmış olanlar da sikkelerini çıkarmak ve herkesin serpuşundan giymek mecburiyetinde idiler. Mevlevilerin kendi aralarında kabahat işleyenlere verdikleri en büyük ceza dahi başından sikkesini almak olurdu. Sikkesi alınan, kabahati affedilip şeyh tarafından hususi merasimle, tekrar giymesine müsaade edilmedikçe artık sikke giyemezdi.

Mevleviliği tesiste ikinci Pir sayılacak derecede tesiri ve hizmeti bulunan Sultan Divani, daima göğsü açık tennure giyer, kalenderi denilen bir kuşak kuşanır, başında da bazı vakitler Mevlevi sikkesi, bazı vakitlerde de on iki dilimli Şems Tac’ı taşırdı; bazı zamanlarda da Seyfi Tac denilen uzun ve yeniçeri başlığı gibi ucu arkaya doğru kırık ve kıvrık bir serpuş kullanırmış.

  Şeyhler ve tekke vazifedarlarından bir kısmı, sikke üzerine birer sarık da sararlardı; bu sarığa “Destar” adı verilirdi. Destar sarmak salahiyetine haiz olanlar şeyhler, mesnevihan’lar aşçıbaşılar, neyzenbaşılar ve kudümzenbaşı lardı; bir de Konya dergâhında bulunan ve Çelebi’nin vekili mesabesinde olan Tarikatçı, Sertarik, Tarikatî denilen zat ile Mevlâna’nın türbedarı da destar sararlardı. Konya’daki Tarikatçı’ların her devirde mevcud olmadığı ve mevcud olduğu zamanlarda da her vakit aynı yetkiye sahip bulunmadığı anlaşılmaktadır; ancak Sadreddin Çelebi zamanından başlayarak daimi surette vazife görmüşler ve teşrifatta, şeyhlerden sonra ve aşçıbaşılardan önde tutulmuşlardır.

  Destarlar, sikkeye geçirilmiş içi pamukla beslenmiş üstü tülbentle kaplı bir halkanın etrafına sarılırdı, ilk sarmaya başlanınca alt kısmı birbiri üstüne dolayıp genişlettikten sonra şekil vermeyi başlamak suretiyle saranlarda vardı. cüneyd-i ve kafes destar adı verilirdi. (Sikkenin yarısı kadar destar sarılmaya başlanmıştı ki buna cüneyd-i denilirdi.) Destar 5-6 santimetre kalınlığında çuhadandı. Destar sikkeye dolandırıldıktan sonra ucu serbest olarak yana ve daha çok arkaya sallandırılırdı, bu uca Taylasan derlerdi. Taylasanı sikkenin tepesinden geçirmek Kutupluk alameti idi, bunu her şeyh yapamazdı.

Şeker-aviz destar kafesi tarzda yani sağdan sola, soldan sağa sarılan kısımlar birbirini kesip adeta bir kafes şekline benzetilerek yahut Hüseyni tarzda yani soldan sağa ve yukarıya doğru mail olarak sarılan kısımları sağdan sola gelen kesmek suretiyle sarılırdı.

Düz sarılan sarığa dolama denilirdi. Mevlerilerde yalnız şeyhler destar sararlardı, dervişler ve muhibler sarmazlardı. Çelebiler ve halifeler duhani yani bakılınca siyah denecek kadar koyu yeşil destar sararlardı. Şeyhlerden seyyid yani Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) soyundan olanların destarları koyu yeşil, olmayanların beyazdı. Çelebi destarları alttan sikke görülmeyecek, çelebi olmıyanlarınsa sikkenin pek az bir kısmı adeta bir zırh gibi görülecek tarzda sarılırdı. Bütün Mevleviler destarı öne alınca göğsü gecicek kadar bir kısmını sol tarafa bırakırlardı. Örfi ve cüneyd-i destarlarda bu kısmın daha uzun olduğunu görüyoruz.

Her vazifelinin destar sarış tarzı farklıydı. Çelebi Efendiler’in destarları resmî günlerde ve âyinlerde siyah renkteydi ve sikkenin başa giyilen kenarlarını örtecek tarzdaydı. Tekke şeyhlerinin destarları siyahtı ve sikkenin kenarını görünür bırakırdı, Çelebi’ninkinin güzel bir konik olmasına mukabil, şeyhlerinki müdevverdi.

Mesnevihanlar şeyh olmasalar dahi, destar sarabilirlerdi ve bunlarınki şeyhlerinkinden daha ince sarılırdı. Destar sarmak hakkını haiz diğer vazifelilerin destar sarmaları arzularına bağlıydı ve bunlarınki büsbütün ince ve hacimsizdi. Bu vazifelilerin destar sarmalarına pek de rastlanmazdı.

Dergâhın imamı, sikke üzerine, alelâde, beyaz imam sarığı sarabilirdi. Bir vazifesi olsun olmasın, Zükûr çelebiler de, isterlerse, ince siyah bir destar kullanabilirlerdi.

  Her tekkenin türbedarı, tarikatin sayılı erkânından idi; hususiyle Konya türbedarının mevkii hepsinden de üstündü, maiyetinde görevliler bulunur, bunlar nöbetleşe Huzur’un hizmetlerini görürlerdi. Baş Türbedar Dede, türbenin gümüş anahtarını —şimdi müzede mahfuz bulunan— incili ve gayet kıymetli bir kese içerisinde, cuma ve bayram günlerinde boynuna asardı; Mukabele günlerinde, gümüş kafes karşısında niyaz vaziyeti alır, ayinin sonuna kadar ayakta ihtiram vaziyetinde kalırdı. Mevlâna’nın sandukası yanına girmek ve oranın hizmetini görmek türbedar dedeye aitti, sanduka yanına Çelebi Efendi bile giremezdi. Huzur’un süpürülmesi ile elde edilen şeyler hususi bir kuyuya atılırdı. Muayyen zamanlarda, bilhassa ilkbahar ve kış başlarında olmak üzere, yılda en az iki defa sandukalardaki sikkelerin destarları özel bir merasimle yıkanır ve değiştirilirdi. Yazın çok defa beyaz destar sarılırdı.

Bazı Mevlevi büyüklerinin, hususiyle Mevlanâ ile babası, oğlu ve torununun kabirlerindeki destarlar Örfi destar denilen gayet kalın kıvrımlıdır. Bazı türbelerde de, Sultan Divani’nin hayatında kullandığını biraz yukarıda yazdığımız, Seyfi Külah, yani kılıç tac adlı sikkeler vardı ki, bunlar ikiye katlanabilirdi. Bu tacın başa gelecek kısmı yuvarlak, lakin tepesi ikiye bölünmüş, yassı ve iki yolluydu. O iki yola Sır-rı Üstüva denilen siyah bir hat ta çekilmiş bulunurdu. Sır-ri Ustüva’lı sikkeler, ancak Mutlak hakikate erip Kutupluk mertebesine vasıl olanlara mahsustu. Son zamanlarda örfi destar veya seyfi tac kullananlara rastlanılmışsa da, bazı şeyhlerin taylasanlara Ustüva şekli verdikleri olurmuş, kabir taşlarında da böyle üstüvalı sikke resimleri çoktur.

Sikke, kelimenin de delâleti veçhile Mevleviliğin damgasıydı; pek kutsaldı. Destarlı sikke şeklinde, altından veya gümüşten yapılma yüzük, küpe, kolye, habbe ve muskalık kullanmak uğurlu sayılırdı; evlerde de sikke şeklinde biblolar, levhalar ve resimler bulunurdu.

Yalnız Mukabelelere iştirak edebilip sair zamanlar kendiişleriyle meşgul olan ve Muhib adını alan, yani, dergâhta yatıp kalmayan ve bir vazifesi bulunmayan müntesipler diledikleri şekilde giyinirlerdi; fakat dergâh sakinleri ve vazifedarları ile mukabeleye iştirak etmek isteyen muhibler başlarına sikke ve arkalarına Hırka giymek mecburiyetindeydiler. Resmi hırka, bol ve genişti; bedeni ile her iki kolu aynı biçimde ve aynı hacimde olurdu; yakası haydari modeldeydi ve yaka, uçları göğüs hizasında nihayetlenecek surette ya 12 veya 18 dikişle dikilirdi, bu dikişlerin ense kısmında çapraz bir halde bir taraftan öbür tarafa geçirilmesi suretile orada (8) şekli de resmolunurdu, bu resme gül veya Üstüva adı verilirdi. Başta sikke olmadıkça hırka gıyilemezdi.

Tekkede oturanların iç çamaşırları ve mintanları basit ve sade idi; ilik, düğme kullanılmaz, yenleri vesair icabeden yerleri bağlarla bağlanırdı; her parçanın yakası “haydari” idi.

Şeyhler ve dedeler Elfi şalvar veya Mabeyn biçimi denilen yarım ağlı, bol bir pantolon ve yelek yerine de bir Destegül giyerlerdi bu Destegül sivil hayatta giyilen detegüldü. Yakaları yine haydari idi. Resmiyette giyilen Destedül, Tennurenin üzerine giyilirdi, yakaları düzdü, sağ ucunda da bir kaytan vardı. Ayrıca Haydari, Haydariye ve Hüseyiniye de giyilirdi, yakaları 18 veya 12 dikişliydi. Bunun üstüne de, üst kabı olarak kumaştan veya abadan, mevsime göre softan veya ketenden, yakası haydari, bir cübbe giyerlerdi; bellerine de Elfi - Nemed denilen, 10 santimetre kadar ende, keçeden veya kumaştan bir kuşak dolarlardı; bunun ucundaki bağ veya kaytan beli bir kaç defa sarardı. Bu kemer tarikatin mühim nişanelerindendi ve her tarikatte buna benzer kuşaklar vardı. Dervişlerin aleyhinde bulunan zümre bunları hıristiyan rahiplerin “Zünnar” ına kıyas ederlerdi.

Mevleviler arasında, göğüslerine ve kalplerinin tam üzerine ince ve kısa bir zincire bağlı, fındık hacminde renkli bir taş asanlar da olurdu, buna Habbe denilirdi, Bektaşilerin Teslim taşı mesabesindeydi.

Matbah canları’nın günlük kıyafetleri dar etekli ve adeta entariye benzeyen bir tennure idi, buna ferace de denirdi, yani onlar şalvar ve cübbe giymezlerdi. Dedeler şalvarlı ve cübbeli kıyafetleriyle her yere gidebildikleri halde, canlar, harice çıktıklarında tennureleri üzerine resmi hırkalarını da almak mecburiyetinde idiler.

Bütün Mevleviler ökçeli veya ökçesiz mest, yemeni, lapçin ve kundura, son zamanlarda lastikli fotin veya galoş-fotin giyerlerdi. İlk zamanlarda, hususile şeyhlerin, zahir âlimleri gibi, sarı mest ve sarı papuç giydikleri ve hatta bazı şeyhlerin demirden veya ağaçtan bir asa taşıdıkları olmuştur. Eskişehir’li Şeyh Hasan Dede ve daha bazı şeyhler matbah canları gibi, daimi surette tennure taşırlardı; bir, iki Konya çelebisinin de aynı suretle giyindikleri fotoğraflarında görülmektedir.

Mevleviler sakal bırakırlar ve bıyıklarını asla kesmezlerdi. Zaten tarikat ehlinde ve Ehl-i Beyt muhiplerinde bıyık kesmemek, adeta, birer nişane idi. Dervişlerle softalar arasında bu yüzden uzun boylu münakaşalar ve mücadeleler olurdu.

Saçlar mutlaka kısa kestirilirdi, makine ile aldıranlar veya ustura ile kazıtanlar olurdu. Saç, sakal hususunda Hz. Peygamber’in sünnetini icra ettiklerini söyleyen dervişler, Hz. Peygamber’in saçlarının kulak memelerine kadar uzun bulunduğunu rivayet ederler, birçok tarikatlarda mensuplar saçlarını uzatırlardı; lâkin mevleviler saç uzatmağa müsaade etmezlerdi.

Tıraş dört vuruştur: Birincisi sakal, sonra bıyık, sonra baş, sonra da kaş. Her birinin bir manası vardır. Sakal tıraşı dünya sevgisini terk etmeye, bıyığı tıraş etmek, benlikten geçmeye, kaşı tıraş etmek Allah sevgisinden başka bütün sevgileri gönülden çıkarmaya, saç tıraşı da erler önünde ayak toprağı olmaya işarettir.

Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) veda haccında, Bayramın ilk günü Müzdelife’den Mina’ya geldiğinde önce;

-   Akabe cemresine taş attı

-   Kurban kesti

-   Saç tıraşı oldu

Daha sonra Mekke’ye gidip ziyaret tavafını yaptı ve Mina’ya döndü. İmamı Âzam Hazretleri işte bu tertibi esas almakta ve bu sırayla yapılmasının vâcip olduğunu belirtmektedir. Halk arasında bu sıra, “taş, baş, tıraş” diye bilinir.

Sema tennuresine gelince: bunlar da, matbah canlarınki gibi, esas itibarile kolsuz ve yakasız bir roptan ibaretti; ancak eteklerinin kenar dairesi gayet geniş yapılır, bu kenarın içerisine kalın ve ensiz kumaş geçirilerek, dönerken, eteğin mahruti bir çadır gibi, muntazam ve kıvrıntısız bir şekilde açılması sağlanırdı. Can’ların hırkaları hemen daima siyah renkte olduğu halde, sema tennureleri beyaz veya her renk hafif kumaştan yapılabilirdi.

Mevlâna’nın ve oğlunun kıyafetlerinin, yukarıda anlatılan şekilde olmadığı muhakkaktır. Mevlâna’nın olduğu söylenilen ve Konya müzesinde saklanan elbise ve serpuşlar, mevlevilerin son zamanlardaki kıyafetlerinden büsbütün başkadır. Tarikat ayin ve erkânından her birinin kimler tarafından ve ne suretle tesis ve tesbit edildiği malûm bulunmadığı için, kıyafetin de son şeklini ne vakit aldığı belli değildir. Şu var ki, Resmi hırka, müslim ve gayri müslim bütün din reislerininkinin aynıdır, imamların giyişleri de aynı biçimdeydi. Peygamberimizin İstanbul’da hususi bir mevkide saklanılmakta olan hırkalarının da bu şekilde olduğunu görenler söylüyor. Tennureler arapların ve rahiplerin entarilerini andırırdı.

  Konya müzesinde, Tebrizli Şems’e ait olarak bir Tac-ı Şerîf saklanılmaktadır ki, resminden de anlaşılacağı üzere, Kelime-i Tevhid yazılıdır; orijinal bir tiptedir; kalenderi tacını andırır; fakat böyle kelime-i tevhid’li bir Tac-ı Şerîf’in kullanılmasına ve olur olmaz yerlere girilmesine, elbette, hürmet hissi manidir, belki de, bunu Şems sadece zikir esnasında giyiyordu. Sultan Divani’nin arasıra giydiğini Menâkib lerin yazdığı 12 dilimli Şems Tac-ı Şerîf’inin nümunesine rastlanılmamıştır. Tac-ı Şerîf’lerdeki bu dilimlere, bilindiği üzere, Terk adı verilirdi; diğer tarikat mensuplarında 4,6,8 ve 12 Terkli taclar vardı, fakat mevlevilerin sikkesi Terk sizdi.

  Konya müzesinde saklı ve Sultan Veled’e ait olduğu rivayet edilen Deste-güller arasında, üzerine ayet ve hadis yazılmış ve işlenmiş olanı da vardır, bunun da resmini sayfalarımızda bulacaksınız; böyle yazılı bir çamaşırın kullanılmış olmasına ihtimal verilemez; olsa olsa, Sultan Veled’e ait bir destegül sahibinin ululuğuna ve yüceliğine hürmeten, sonradan yazılarla süslenmiş ve o suretle saklanılmış olabilir.

Kadınlar da mevlevi tarikatine intisap edebilirlerdi. Lakin onlar Çileye soyunamadıkları gibi hususi bir derviş kıyafetleri de yoktu; hatta asla sikke giyemezlerdi. Gerek kadınlara, gerek sadece teberrük maksadıyla bir şeyhe intisap etmiş olanlara Arakiye tekbirlenip giydirilirdi, erkek çocuklar da Sikkenin hürmetine riayet edebilecek yaşa kadar yine arakiye giyerlerdi.

Mevlevi SEMA Ayini, musikisinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır.

Benliğinden ölü olan Mevlevi dervişinin, başındaki sikkesi nefsinin mezar taşı, giydiği tennuresi nefsinin kefeni, sırtındaki hırkası nefsinin kabir toprağıdır.

Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mana âlemidir. Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulviden süfliye) hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, ‘seyr-i suluk’ denen manevi olgunluğa erişme yolculu­ğunu anlatır.

Kudümün ilk vuruşu “Olemrinin, anlatımıdır. Ney, İnsan-ı kâmil’dir. Ney’in üflenmesi, İsrafil’in Suru üflemesidir. Kalkarken yere el vurmak hem ‘Ol’manın, hem Sur’u işi­tince kabirden kalkmanın sembolüdür.

Sultan Veled Devrindeki üç tur, ilm-el yakin’, ‘ayne’l yakin’, ‘hakke’l yakin denen bilme, görme ve olma mertebele­rine işarettir. Tecelli rengi olan kırmızı renkli post üstündeki Şeyh Hz. Mevla­na’yı temsil eder. Hakikate varan yolu o bilir ve bunun için hakikate varan en kı­sa yolu temsil eden hatt-ı istiva’ya yalnız­ca o basabilir.

Sur’un üflenmesiyle kabir­Ierinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye gideceklerini aramak yeri­ne, insan-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği yoldan, adımlarını onun gibi ata­rak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled Devrindeki yürüyüş temsil eder.

SEMA’daki selamlar ‘zat’, ‘sıfat’, ‘fiil’, ‘vah­det gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar. Dört selam; ‘şeriat’, ‘tarikat’, ‘hakikatve ‘marifet kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selamda; ALLAH’ın tek ve ger­çek varlığı ile var oluş olan, vahdet dura­ğından kıpırdamadan, ayak direyerek duruş, anlatılmaktadır. Ve sonunda: bütün mana mertebelerini bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vaz­geçme, en yüce makam ve mertebe kulluktur, fakat bilenle bilmeyen bir değildir. denilir.

Kıyafet (Kisve), dervişleri tanımaya ve birbirin­den ayırmaya yaramakla beraber, edebi ve terbiyeyi istilzam eden resmi üniformalardı. Malum olduğu üzere, eski­den her sınıf halkın kendine mahsus bir kıyafeti vardı.

Bu hususi kıyafetlerin eserlerine mezar taşlarında bile rastla­nır. Bir kıyafeti, bir mezar taşını görmekle sahibinin sana­tını, meslekini ve içtimai mevkiini tayin ve teşhis etmek kabil olurdu. Zamanımızda da Adalet ve üniversite mensuplarının, masonluk gibi bazı teşekküllerin vazife başında taşıdıkları kostümlerin tesiri ve icat sebepleri her ne ise, tarikat ehlinin kıyafetlerindeki tesir ve sebep de aynıydı.

Buraya kadar kısaca bahsettiğimiz Mevlevi kıyafetlerinin patronlarını ve ölçülerini de kitaba eklemek istiyoruz. Gücümüz yettiği nispette koyacağımız resimlerin kâfi derecede iş göreceğine inanıyoruz.

Maişeti Dünyalık için Allah azimü şan iki meslek birden ikram etti. Birincisi terzilik, ikincisi sanat endüstürü radyo elektrik bölümünden mezun olduğum için hamd olsun çok radyo imal ettik. Beyoğlun da meşhur terzi Ahmet Ahsen usta’nın kalfasıydık. Mesleklerin malzemesi birisi iğne iplik birisi tel ve kablo nasıl bir terzi elindeki malzemenin özelliğine göre ölçü alır ona göre biçer, diker müşterilerine özel bir giysi hazırlarsa bizde Hz. Mevlana’nın öğretisi üzerine gücümüz nispetinde sema ile ilgili mesleki mevlevilikle en ince noktasına kadar öğretmeye çalışıyoruz. Hak erenleri cümlemizin yardımcısı olsun. İnşallah Rahman 

DERGÂHLAR VE İDARELERİ

HİKMET VE SIRLARI

An zi hidmet naz-i mahdümi bi-yaft  

Vin zi mahdümi zi rah-ı iz bi-taft

-   Mevlana

(Kimi hizmet yüzünden izzet buldu,

kimi de kendine hizmet edildikçe izzetinden kaybetti)

Sultan-ül Ulema, Mevlana, Hüsamettin Çelebi ve Sultanı Veled müderris bulundukları medresenin bir odasın­da, diledikleri vakit zikrederler, başka tekkelerin ayinlerine katılırlar, evlerde sema, sohbet meclisleri kurarlardı kendilerine mahsus bir tekkeleri yoktu. İlk defa, Ulu Arif çelebi, dedesinin türbesinde uzlete çekilmesiyle ilk mevlevi­hanenin nüvesi meydana atılmış oldu; ilk Mevlevihane’nin, Sultan Divani’nin eseri olduğunu rivayet edenler var. Konya mevlevihane­si’nin daha sonra kurulduğu rivayet edilir.

Ulu Arif çelebinin etrafında toplanan sadık ve fedakâr müridIerin kırk kişiden ibaret olduklarını bazı eserlerden anlamaktayız; bunlara “Çeltenan” yani kırklar deniliyor­muş. Bu unvanda ve bu sayıda Kutupluk nazariyesinin meşhur kırklarına bir benzetiş bulunsa gerek! Çelte­nan için Konya ve Afyonkarahisar’da birer yurt, birer ikametgâh yapılmış olduğuna dair de eski eserlerde deliller vardır. Gitgide Matbah-ı Şerifli Mevlevihaneler ku­rulmuştur. Tekkeler kapandığı zaman Mevlevihane sayısı 300 kadardı.

Konya Mevlevihanesine kaydolunup orada yatıp, kalmak için, ilk devirlerde, medreseden icazetli olmak, başka­sının yardımına muhtaç olmaksızın kendi el emeği ile geçi­necek derecede bir sanat sahibi bulunmak şarttı. Bu vasıflarla ikrar verip çile çıkarmak sureti ile dedelik mertebesini ve unvanını kazananlar arasında, liyakat ve ehliyetleriyle temayüz edenler her hangi bir şehirde bir Mevlevihane açmak vazifesiyle vazifelendirilir ve kendilerine şeyh payesi verilirdi; şeyhlerin Mesneviyi şerh edebile­cek ilmi bir kudrette de olmaları şarttı.

Çile çıkarmadığı halde, ehliyeti itibarile şeyh olabil­mek vasfında bulunanlara da, Konya tekkesinde hususi bir merasim ile dedelik ünvanı tevcih edilmek sureti ile şeyhlik ve bir tekke açabilmek hakkı verilebilirdi.

Konya dergâhına şeyh olabilmek için, mutlaka, Mevlana’nın Ekber ve erşed evladı olmak, yani, hem Mevla­na’nın “zükuf” çelebilerinin en yaşlısı, hem de en âlim ve ehli bulunmak lazımdı; bu Konya şeyhlerine Çelebi Efendi, Aziz Efendimiz denilirdi, her çelebi imzasına ve müh­rüne “İbn-i Mevlana” kaydını koyabilirse de, Çelebi Efen­diler bu kaydı “İbn-i Hazret-i Mevlana şeklinde kullanır­lardı; en son Konya şeyhi Veled Çelebi, mührüne bir de sik­ke resmi kazdırmış ve adını sikke içerisine yazdırmıştır.

Hükümetin, halkın, aileye mensup kimselerin ve niha­yet aleyhtarların bunca müdahalelerine rağmen, tutulan ehliyet, fazilet ve ilim yolu terk edilmez, şeyhliğin ve bil­hassa Konya çelebiliğinin şerafeti ve hürmeti muhafaza edilirdi, fakat sonraları bu şartlar aranılmaz olmuştu ve bu durum bazı üzücü hadiselerin olmasına sebep olmuştur. Mesela bu hususta şöyle bir hadise nakledilir:

“1930 Şubatında bir gün Bayezid camiinde, Topkapı mevlevihanesi şeyhi Baki efendiye tesadüf eder [tesadüf eden Kenan Rifai’ dir]. Ayaküstü konuşmada Baki Efendi sözü, elden giden şeyhliğinin teessürüne intikal ettirip, yarı gülünç, yarı acıklı bulduğu vaziyetini nazımla ifade ederek:

 

Bir zamanlar Nây-i Mevlâna ile demsaz idik

  Şimdi olduk, Maşa-Allah, bir düdük

der, ve şu cevabı alır:

— Niçin düdük olalım? Neysek yine, o’yuz, Erenler Evvelce zakir tekkesinde demsaz idik; şimdi kalb tekkesinde dilsaz olduk. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mademki ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki... Şimdi ten tekke oldu; gönül de makam; yine kalbler cemâl nurile dolu.”

Şeyhler, Dedeler den seçilir ve bunlarda ehliyet ve liyakat aranırdı. Hilafet in başka, Meşihatın başka şeyler olduğunu yazmıştık, Çelebi efendi, sadece meşihat tevcih edebilirdi ve meşihatnameler hususi bir merasimle okunur, yeni şeyhin posta oturması bir ayin ile kutlanırdı. İstanbul şeyhlerinin meşihatnameleri İstanbul Meclis-i Meşayihinden de geçerdi; Şeyhülislamın da haberi olurdu.

Hükümet, meşihati ihraz eden zata tekke vakfının tevliyetini de vermeği usul tutmuştu. Mevlevihaneler vakıfları müstesna evkaftandı ve Evkaf-i Celüliye denilirdi; bunların muhasebesile hükümet ilgilenmez.

Çelebi Efendi’nin resmi teşrifatta ve protokolde mevkii, Kazaskerlerle bir sayılırdı. Henüz tahsil çağında bulunan şeyhlere dergâhın ileri gelenlerinden biri vekil, vasi veya naip tayin olunurdu.

Şeyhlik edebilmek için, hilâfet sahibi olmak, yani, tarikatın sırlarına vakıf olmak şart olmamakla beraber, hilafetli şeyhler, tarikatın prensibi icabı, daha muteberdiler.

Çelebi Efendilik makamına geçecek olan veliahdler, Manisa mevlevihanesine şeyh tayin olunurlardı. Son devirlerde teessüs eden bu adet saltanat veliahdı ile aralarında daha evvelden bir tanışıklık kurulması için yapılırdı.

Mevlevihaneler iki büyük sınıfa ayrılmıştı; birinci kategoridekilere Asitane ve ikinci kategoridekilere Zaviye adı verilirdi. Asitane’ler çile çıkarıp dede olmağa mahsus müesseselerdi; zaviye’lerde bu teşkilat yoktu; yani, asitneler birer “mektep”, zaviye’ler birer mahfel idi; zikir ve sema ayinleri hepsinde de aynıydı.

 “Dergâh” ve “Hanıkah” adları da verilen Mevlevi tekkelerinin idaresi şeyhlere ait idi, şeyh bu idareyi “zabit” denilen bazı görevlilerle ifa ederdi. Yalnız Konya tekkesine mahsus olduğunu evvelce de arzettiğimiz Tarikatçi Dede bir tarafa bırakılırsa, bütün tekkelerde şeyhlerden sonra en büyük amir Aşçıbaşı, Aşcıbaşı veya Sertabbah denilen dedelerdi; bunların aşla, mutfakla bir alkaları yoktu, lâkin tekkelerin en kutsal bir tesisi olan Matbah-i Şerife izafetle bu adı almışlardı; kıdemli, vukuflu, faziletli ve ekseriyetle âlim zatlardi. Bazı tekkelerde aşçıbaşılık vazifesini seyhin veliahdı, yani en büyük oğlu görürdü

Asitanelerde ikinci derecede amir Kazancı Dede ve üçüncü derecede amir Meydancı Dede idi; büyük tekkelerde Meydancılar iç ve dış meydancı olarak ikişer taneydi.

Tekke dervişlerini tarikat anane ve erkânına riayetsizliklerinden, şeri ve ahlâki kabahatlerinden dolayı cezalandırmak Kazancı Dedenin salahiyeti dâhilindeydi: muayyen bir müddet ayakta tutmak, riyazet vermek, bir kaç gün bir yerde kapatmak, hatta hususi bir usul altında nasihat etmek Kazancı’nın elindeydi; adliyeye intikal eden vakıalarda, dervişin başından sikkesini ve arkasından hırka’sını çıkarıp almak da ona aitti.

Tarikat suçlarından dolayı verilen en büyük ceza Seyahat vermek ve daha büyüğü de Serpa etmek idi. Seyahat vermek, o dervişe, bulunduğu tekkeyi terk ederek başka bir tekkeye gitmesine lüzum göstermek, demekti; Serpa etmek Mevlevilikten, muvakkat veya ebedi surette, tard etmek manâsına gelirdi. Sikkesi alınmak da bir nevi serpa etmek idiyse de daha hafif sayılırdı. İlk defa sikke giymesine veya alınan sikkesinin geri verilmesine şeyh tarafından müsaade edilen zat, boy abdesti alır ve Meydancı Dede denilen zatın delalet ve refakati ile şeyhin huzuruna girerek tam karşısında yere diz çöker, Meydancı Dede talibin giyeceği sikkeyi niyaz ederek şeyhe verir, şeyh yüksek sesle tekbir getirerek ve sikkeyi öperek talibin başına kendi eliyle koyardı ve bazı nasihatlerde bulunurdu.

Mıtrıbın, yani musiki heyetinin şefi Kudümzen Başı, ondan sonra da Neyzen başı idi; fakat mıtrıb dışında, teşrifatta Neyzenbaşılar Aşçıbaşılardan sonra sayılırdı. Türbedarlar da birer zabitti. Mukabele esnasında Semazenleri idare eden Semazenbaşı protokolda Neyzenbaşından sonra gelirdi.

Şeyhler, söz arasında, sadece Efendi diye yâd olunurlardı. Şeyhlerin ayin ve merasim sırasında kırmızı bir koyun postuna oturmaları usul iktizasından bulunduğundan, bunlar imzalarını

“………….. Mevlevihanesi Postnişini

diye atarlar; El-Fakir, El-Hakir, El-Mevlevi gibi bir kayıt da ilave ederlerdi.

Şeyh Hasan Dedenin imzası şöyleydi:

“Hadim-ül fukara El-Mevlevi Eskişehrî Hasan Hüsni.”

Meşhur Esrar Dedenin, kendi el yazısıyla imzası şuydu:

“El-Fakir El-Hakir Derviş El-Seyyid Muhammed Esrâr El-Mevlevi Sâkin-i Hankah-ı Galata.”

Şeyhler mühür de kullanırlardı; Galatasaray şeyhlerinden Ruhi Dedenin mührü şöyleydi:

“Sır’ri Mevlâna’ya mahrem ola, Ya Rab, Mehmed Rûhi”

Hasan Dedenin mührü “El-Mevlevi Hüsni”den ibaretti.

Hilafet ve icazet veren şeyhlerin yazılı vesikalarında kullandıkları mühürlerde kendi adlarından evvel —Peygamberin mührüne uyarak — “La ilâhe illa-allah, El-melik-ül Hak-kül mübin” kaydı da bulunurdu.

Tarikat müntesipleri başlıca üç sınıfa ayrılırdı:.

1) Dedeler, 2) Canlar, 3) Muhibler.

Dedeler, asitanelerin birinde, Matbah’i Şerifte bin bir günlük çilesini ikmal etmiş ve hususi merasimle bu ünvanı almış olanlardı.

Can, henüz mutfakta çile çıkarmakta olanlara denilirdi.

Muhibler, bir şeyhten inabe almış ve sikke tekbirletmiş olan herkesti. Bu üç sınıfın hepsi derviş ve ihvan sayılırdı.

Muhiblerin hiç bir mecburiyetleri yoktu; hatta Sema da öğrenmeyebilirlerdi, tekkeye gelişlerinde isterlerse sikke giyerlerdi, bunlar da inabe alabilirlerdi.

Âlimlerden, devlet ve ticaret adamlarından, esnaftan, halkın her sınıf ve tabakasından muhibler çoktu; bunlar, ya sevap kazanmak, ya hakikate ermek, ya musikiden ve edebiyattan nasibini almak, hâsılı maddi, manevi yararlı büyük bir kapıya bağlanmış olmak için muhib olurlardı. Mevlevilikte aslolan Mevlâna’ya bağlılık, tarikat erkânına sadakat idi, işte bu şiara Muhabbet denilmişti.

           

Ez mahabbet mürde zinde mişeved

Vez mahabbet şâh bende mişeved

Ez mahabbet dürdha safi şeved

Vez mahabbet derdha şafi şeved

                                            Mevlâna

(Muhabbet ölüyü diriltir; muhabbet padişahı bende eder; muhabbet kirlilikleri temizler; muhabbet derdlere şifa verir.)

Ahçıbaşılar, tekkenin gelirini toplamak, masrafını yapmak, misafirleri kabul edip ağırlamak, dervişleri pişirip kirlerden kurtarmak vazifelerile görevliydi. Kazancı dede, ahçıbaşının muavini, fakat sadece canlar üzerindeki salâhiyetinin icracısıydı. Meydancı dede, vazifesi en çok ve pek karışık olan bir zabitti; doğrudan doğruya şeyhin emri altında çalışır, adeta onun bir yaveri, bir tebliğ vasıtasıydı; bu itibarla hem maddi, hem manevi hizmetleri vardı.

Dergâh zabitlerinin teşrifat sırası şöyleydi:

Şeyh, aşçıbaşı, türbedar, neyzenbaşı, küdümzenbaşı, kazancı, semazenbaşı, baş dede, meydancı.

Bütün dedeler ve canlar, bekâr olmak şartı ile tekkede yatarlar, kalkarlar, yerler ve içerlerdi, aybaşlarında düzenli bir harçlık da alırlardı.

Çile çıkarmakta olan canlar, çilede iken, her ne sebeple olursa olsun, bir gece hile (Matbah) dan dışarıda geceleyemezlerdi; aksi takdirde çileyi kırmış sayılır, bin bir günlük çileye yeni baştan başlatılırdı.

Şeyhler ve zabitler, evli dahi olsalar, tekkede şahıslarına mahsus birer hücre sahibi idiler, bu hücrelerin bütün levazımı tekke gelirinden sağlanırdı.

Dedeler ve canlar, edebiyat, musiki, tezhib, teclid, resim, oymacılık, tesbihcilik, hattatlık gibi bedii ve nefis sanatlerle meşgul olurlardı, lâkin vazifelerine halel getirmemek, bilhassa başkalarını rahatsız etmemek şarttı.

Tekkelerin mimarî ve inşaat bakımından tesisleri ve tertipleri, hemen hemen, Konya tekkesininkinin aynıydı; başlıca müştemilatı bir mescid, bir semahane (bazılarında mescid ile semahane müşterekti), bir türbe, dedelerin ikametine mahsus hücreler, şeyh dairesi, yemek pişirme ve yeme yerleri, asitanelerde (Matbah-i Şerif) ve bazı tekkelerde bir kütüphane.

Asitanelerdeki Matbah-i Şeriflerin Meydan-i Şerif denilen salonunda bazı merasim yapılırdı, aynı zamanda yemekhane olarak kullanılan bu salonun mutfak kapısı karşısına rastlayan duvarın orta yerinde kırmızı bir post daimi surette serili dururdu, bu, şeyh postuydu; bir de siyah post vardı ki, kazancı dedenin, bir de beyaz post bulunurdu ki, bu da meydancı dedenindi.

Matbah-i Şerif in, koca koca yemek kazanlarını kaynatmağa müsait ocaklarının bulunduğu zeminden biraz yüksekçe yapılmış olan bir sahanlığa Ateşbaz Makamı denilirdi, burası en mukaddes bir noktaydı, buraya kimse ayak basamazdı. Buralarda icra edilen merasimle ilgili bilgileri başka kısımlarda anlatmaya çalıştık.

Tekke zabitleri ile hücre nişin dedelere ve canlara dergâhın gelirinden çamaşır, elbise yaptırılır, muntazam vakitlerde şeker, kahve, kömür vesaire dağıtılır, her ay vazifeleri ve dereceleri ile mütenasip aylık verilirdi. Tekke sakinleri sabah ve akşam yemeklerini hep birlikte Meydan-i Şerifte yerlerdi, hastaların yemekleri hücrelerine gönderilirdi.

Dervişler aldıkları ve verdikleri hediyelere niyaz dedikleri gibi, tekkeden aldıkları aynî ve nakdî yardımlara da yine niyaz derlerdi.

İşte Mevlevîhaneler böyle idare edilirdi.

MATBAH-I ŞERİF VE ÇİLE

HİKMET VE SIRLARI

           

          Ber derem sâkin şev-ü bihâne baş

        Da’v,i-i şem’i mekün pervâne baş

        Ta bibini çaşni-i zindegi

        Saltanat bini nehan der bendegî

                                                   Mevlâna

  Gel kapımda otur, ev derdinden kurtul!

  Şemalık davasından vaz geç, pervâne olmağa bak!

  Ta ki, diriliğin tadını alasın

  Ve bendelikteki, sultanlığa eresin!

Çille demek, eziyet ve zahmet çekmek demekse, Mevlevî çillesi, hiç de öyle, insan gücü üstünde meşakkatlerle, mahrumiyetlerle dolu, yani “hıdemat-i şakka”lı değildi; bir evin temizliğinden, yemek pişirmesinden tutunuz da, ta çamaşırına, dikişine kadar ne gibi işi varsa, Çillede de işte bu hizmetler vardı. Sufi tarikatlerin bazılarında Çillehaneler mevcud olduğu ve hatta Konya’da Mevlâna’ya ait olarak gösterilen böyle bir mahal ziyaret edilmekte bulunduğu halde, Mevlevî tekkelerinde nefse eziyet için kurulmuş tesisler ve ayinler yoktu.

Çille tabiri, belki de, acemce kırk demek olan “çel = çehl” lafzından gelmedir ve “Erba’in çıkarma”, yani kırk gün dünyadan el çekme anlamınadır; fakat Mevlevî çillesi, kırk gün değil, tam bin bir gün sürerdi. Tarikatın kuruluşu bahsinde temas ettiğimiz “Çeltenan=Kırklar” tabiri de bu çillenin aslı ve kökü olabilir ve herhalde çok sonraları kullanılmağa başlanmıştır.

Tasavvuf mensuplarının büyük bir değer verdikleri, hakikate ermek için kestirme yollardan biri saydıkları “Riyazet”in ve onun çeşitlerinden olan inziva, i’tikaf, halvet, uzlet, oruç, tecerrüd vesairenin tasavvuf yönünden delâletlerini ve metotlarını burada anlatmayı mevzu dışı buluyoruz; ancak, Mevlevîlikte esaslı bir rükün olan ve riyazet çeşitlerinden telakki edilen Çilleden ne kastedildiğini ve nasıl yapıldığını, objektif olarak, tarif etmekle iktifa edeceğiz.

Çille demek, Matbah-i Şerifte, bin bir gün hizmet etmek demekti. Mutfak dediğimiz tesisten başka bir şey olmayan “Matbah”, Mevlevîlerin mukaddes saydıkları bir ocaktı; Şeyh Mehmed Hâdim adlı bir zat bu ocağın azizi olarak Hazret-i Ateş-bâz-ı Velî ünvanı ile hürmet görürdü; bunlardan geçen bahiste bilgi verilmişti.

Yemek pişirmeğe mahsus mutfak, tabii, her tekkede vardı; lakin çilleye tahsis olunan Matbah-i Şerif ancak asitane olan tekkelerde kurulmuştu. Buralara çille çıkarmakta bulunan ve Can adını alan dervişlerle tekke zabitlerinden başkası giremezdi; kazanlar ve tencerelerle yemek pişirilen ve en kutsal sayılan kısımdan başkaca, bir de Kazanlık denilen ve bakır kapların muhafazasına mahsus bir mahal olmakla beraber, icabında, kusuru görülen Canların ceza çekmek üzere bir kaç gün kapatıldıkları karanlık ve dar bir oda da vardı. Mutfağın yanındaki geniş bir salona Meydan-i Şerif adı verilir, burası yemek salonu olarak kullanıldığı gibi bazı merasimin icrasına da tahsis edilmişti; canlar bu salonda yatıp kalkarlardı.

Meydanın biri mutfağa giren, biri harice açılan iki kapısı bulunduğunu, mutfak kapısının tam karşısına rastlayan duvarın orta yerinde şeyhe mahsus bir kırmızı post’un daimi surette açılı ve serili tutulduğunu, bu posttan başka kazancı dedeye mahsus siyah ve meydancı dedeye mahsus beyaz renkte iki postun daha mevcut olduğunu yine geçen bahislerde arzetmiştik.

Yemek pişirmeye mahsus bir yer olan mutfakta, manevi eğitim arasında nasıl bir münasebetin bulunduğu, ilk nazarda merak edilebilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, büyük Mevlevi dergâhlarında - ki bunlara asitane denilmektedir - iki ayrı mutfağın bulunduğudur.

Bu mutfaklardan biri Matbah-ı Şerif, diğeri ise günlük mutfaktır. Matbah-ı şerifte bin bir gün süreyle pişen yemek değil, dervişin kendisidir. Mevlevi dergâhında yemekler, günlük mutfakta, dervişler veya vazifeli aşçılar tarafından pişirilirdi.

Matbah-ı şerifteki büyük ocağa, Ateş Baz-ı Veli ocağı da denmekteydi. Bu ocak manevi bir sembol olup, günlük yemek pişirmede kullanılmazdı. Her zaman bir can, niyaz vaziyetinde önünde dururdu. Burada sadece mübarek günlerde, muayyen bir merasimle ‘lokma pilavı’ denilen hususi bir pilav pişirilirdi.

Matbah-ı Şerif içindeki davranış adabı ise şöyle anlatılabilir: Matbahta her hareket besmele ile başlar, hamd ile biterdi. Yemeğin ateşe verilmesi, tuz ve biberinin konması, pişince tencerenin kapağının açılması, sahana konup ufak pencereden Somat-ı Şerif’e verilmesi, boşalan sahanın aynı yerden geri alınmasına hep besmeleyle ve gülbank denen bir duayla başlanırdı. Çeşitli gülbanklar vardı, mesela yemeği ateşe koyarken okunan gülbank şöyleydi:

Aşımız tabhı cemil, tabhı leziz, bereketli, mebzül ola. Yenecek lokmalar feyz-i irfan ola. Demler sefalar ziyade ola. Dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Veled Nur-u Muhammedi, sırr-ı Ateş Baz-ı Veli, hu diyelim hu

Çille çıkarmak veya Matbaha soyunmak tabir edilen hizmete talip olan kimse, dergâhın bir zabiti veya dedelerden her hangi biri tarafından Meydancı dedeye takdim edilir, meydancı dede bu namzed hakkında, gizli, aşikâr, malumat toplayarak inceler, rehberiyle görüşür, talipte kabiliyet ve ehliyet görürse, genç taliplere velisinin veya ailesinin rızasını alma şartı koştuktan sonra, dervişliğin, çillenin ve Mevlevî erkânının güçlüğünden uzun uzadıya misallerle bahsederek kendisini daha birkaç gün düşünmeğe ve ondan sonra gelip kararını bildirmeğe davet ederdi. Aday, bir kaç gün sonra tekrar gelir de arzusunda ısrar ederse, meydancı dede onu bu sefer kazancı dedeye takdim eder, bu da aynı şekilde nasihatlerden sonra daha bir kaç gün düşünmesini tavsiye ederdi. Bu arada meydancı ve kazancı dedeler, gerek doğrudan doğruya, gerek muhtelif vasıtalarla tahkikatlarını derinleştirirler, hatta talibi, habersizce, içkiye, kumara, sefahate ve daha buna benzer suçlar işlemeğe teşvik eder mahiyette tecrübelerden geçirirler ve kesin bir kanaat edinirlerdi. Namzed, üçüncü defa olarak yine talebinde ısrar ederse ve kabul edilecekse, kendisi ahçıbaşı dedeye götürülürdi; o da dilinin döndüğü kadar telkinlerde bulunur ve nihayet “Hak ve erenler yardımcın olsun” dileği ile kararı tebliğ ve kendisini meydancı dedeye teslim ederdi.

Matbaha alınacak talibin tahkikattan ve tecrübeden geçirilmesi usulü, tarihteki İslamî ve gayri-İslamî, hemen her tarikat ve mezhepte vardı.

Taliplerin bekâr olmaları, sıhhatleri mükemmel, beden teşekkülleri tam olması, hiç bir mahkûmiyeti ve fena şöhreti bulunmaması şarttı; daha eski devirlerde medreseden icazetli ve kendisini geçindirebilecek derecede her hangi bir sanat ve meslekte ehliyeti olması şart koşulurmuş.

Talip aşçıbaşı dedenin yanından doğruca Meydan-i Şerif e götürülür, abdest aldırılır, meydanın dış kapısının yanına beyaz bir post serilerek oturtulur, başındaki sivil serpuş alınarak bir arakiye giydirilir, arkasına da bir resmi hırka geçirilirdi. Talip bu post üzerinde, üç gün üç gece, diz üstü oturmak, kimse ile konuşmamak, yalnız tabii ihtiyaçları için yerini terk etmek ve hatta post üzerinde uyumak mecburiyetinde idi; kendisine yemek de küçük bir tepsi içerisinde önüne getirilirdi; mevsim kış ise yatak ve yorgan yerine bir kilim getirilirdi. Talip bu üç gün zarfında, gözleri önünde cereyan eden halleri, işittiği sözleri tahlil etmekle meşgul olurdu; tekke mensupları da onu tedkikten geçirmiş olurlardı, bazı denemelerle sebatı, ahlakı ölçülürdü.

Üç günün sonunda, talip arzusunda ısrar eder ve tekke mensuplarından hiç bir kimse aşçıbaşıya veya şeyhe gidip de aleyhte bir mütalâada bulunmazsa, meydancı dede talibi şeyhe veya onun umumi vekili olan aşçıbaşıya götürür, keyfiyeti, bildirirdi; talibe son bir nasihat daha edildikten sonra kesin karar verilerek sikkesi tekbirlenip giydirilir ve matbaha gönderilirdi ve artık bu dakikadan itibaren, talip bir matbah canı sayılırdı.

Tarif ettiğimiz kabul merasimine İkrar Verme denilirdi. Yeni cana “baş kesmek, görüşmek, niyaza durmak” gibi basit erkân hemen ilk gününden talim edilir, zaten Ayak postu denilen postta otururken, talip bu erkânı yüzlerce defa görmüş olduğundan o da tatbikte güçlük çekmezdi.

Ayak postundan kaldırılarak öteki canlar arasına karışan yeni can Ayakçı unvanını alırdı. Evvelden sema çıkarmamış ise, sema öğretildikten sonra ve sema biliyorduysa hemen can tennuresi giydirilir ve kazancı dedeye teslim edilirdi. Kazancının ilk tavsiyesi ve emri mutlak bir inkiyat idi, kendisine her ne teklif edilirse itirazsız, “Eyvallah” diyerek icra etmekti. Mevlevîlerde “hayır, yok” gibi menfî anlamlı laflar kullanılmazdı, bunların yerine “hak vere” denilirdi; “ben, sen” zamirleri de kullanılmaz, ben yerine “fakir veya fakiriniz”, “sen” yerine de “nazarım” tabiri kullanılırdı.

 Ayakçılık mutad olarak 18 gün sürerdi ve bu süre zarfında can geldiği elbise ile ayakçılık yapardı, ancak bu müddetin sonunda, tennure giymesine ve icabında resmi kıyafetle, yani hırka ve tennure ile tekke dışarısına çıkmasına müsaade edilirdi; lakin canlar hiç bir sebep ve bahane ile bir gece bile matbah dışında yatamazlardı, ne maksat ve suretle olursa olsun bir gece bile dışarıda kalmış ve yatmış olan can’ın çillesi kırılırdı, o güne kadar geçmiş olan hizmet günleri hiçe sayılarak yeniden bin bir günlük devreye başlatılırdı.

Matbah’ta hizmet, yani çille 1001 gün sürerdi; bu müddet, Hz Mevlâna’nın bütün hayatı boyunca yaptığı halvetlerin ve i’tikafların top yekûn tutarı olarak kabul edildiği gibi, Allah’ın bin bir isminden her biri için bir günlük zikir olarak telakki edenler de vardı.

Matbah’taki hizmetler, başlıca, 18 taneydi; bunlar ayakçı (her denileni yapan ve ayak hizmetlerine koşan müptedi), süpürgeci, paşmakçı (pabuçluğa bakan), şerbetçi, saka, pazarcı, somatcı (sofracı), abrizci (helâlara bakan), bulaşıkçı, kahveci, kandilci, kilerci, hamamcı, aşçı gibi büyük bir konağın veya okulun muhtelif işlerinden ibaret olup her can çillenin devamı müddetince bu çeşitli işleri sırası ile ifa etmek mecburiyetindeydi. Canlar, hizmet nevilerine yeter sayıda değilse, iki üç, hizmet birden bir kişiye verilir, canların sayısı fazla ise her hizmet görene bir de yamak adıyla refik ve yardımcı verilirdi.

Derviş namzedi olan canın matbah-ı şerifte başlayan nefis terbiyesi yanı sıra manevi ve fikri eğitimine de devam edilirdi. Kabiliyetleri ustaca araştırılır, neye istidadı olduğu tespit edilirdi. Seviyesine göre okuma yazmadan yüksek tahsile kadar her türlü dersler öğretilirdi. Böylece herkes istidadına göre yönlendirilirdi. Onlara musiki, hat, oymacılık, marangozluk, aşçılık ve bahçıvanlık yanında lisan da öğretilirdi. Mevlevi dergâhlarında Türkçe’nin yanı sıra Farsça, Arapça, Latince ve hatta devrine göre, revaçta olan Fransızca ve Rumca bile öğretildiği bilinmektedir

Can, mutfakta başladığı eğitimine Dedelerin hücresinde devam ederek adeta bir sanat okulu, bir akademi, bir üniversite mezunu bilgisine sahip olurdu. Bundan sonraki hayatında da bu öğrendiklerini tatbik ve icra eden bir müderris Dede olurdu. Bu dersler umuma açık olup, muhibler ve halktan kimseler de iştirak ederdi. Burada öğrendikleriyle, ihtisas sahibi olurlar; dergâh dışında iş kurup yaşarlardı.

Can veya nevniyazın Matbah-ı Şerifte binbir gün boyunca onsekiz türlü hizmeti yapması icab ederdi. Ancak bu hizmetler ve SEMA talimleri canın bütün vaktini almayacağından, manevi eğitimle beraber, cemiyet ve insanlara faydalı olması için yukarıda bahsedilen dersler de öğretilirdi. Hülasa dergâhlarda devamlı eğitim, öğretim ve çalışma vardı. Tembelliğe zaman, fırsat ve imkân bırakılmazdı.

Matbah-ı Şerif’in onsekiz hizmeti ve bu hizmetleri görenler şunlardı.

1-Kazancı Dede: Canların inzibatından, edeb ve terbiyesinden sorumluydu. Aşçı dede’nin başyardımcısı olup, ayrı postu vardı.

2-Halife Dede: Matbaha yeni girenlere yol, erkân öğretir; onları yetiştirirdi.

3-Dışarı Meydancısı: Hücrelerdeki Dedelere Aşçı Dedenin emirlerini bildirirdi.

4-Çamaşırcı Dede: Dedelerin ve Canların çamaşırlarını yıkar, yıkatır; temizliğe nezaret ederdi.

5-Şerbetçi: Hücreye çıkacak canın şerbetini hazırlar; Dedeler Matbahı ziyarete gelince onlara şerbet hazırlar sunardı.

6-Bulaşıkçı: Kab-kacağa bakar; onları yıkar-yıkatırdı.

7-Dolapçı: Tencere, kazan, kab ve sahanların kalayından mesul olup, onları yerleştirirdi.

8-Pazarcı: Sabahları zembille pazara gider; alınacak nevaleyi alıp getirirdi.

9-Somatçı: Sofraları kurar, kaldırır, yemekte hizmet eder, su verir, yerleri süpürür, süpürtürdü.

10-İç Meydancısı: Matbahtaki canlara kahve pişirir; Cuma günleri Dedeler matbahı ziyarete gelince, onlara kahve yapıp ikram ederdi.

11-İçeri Kandilcisi: Matbahın kandillerini, şamdanlarını temizler, hazırlar, “uyandırır”, “dinlendirir”,  “sır eserdi”

12-Tahmisçi: Matbahın ve dedelerin kahvesini kavurur, dibekte döverek hazırlardı.

13-Yatakçı: Canların yataklarını serer, kaldırırdı.

14-Dışarı Kandilcisi: dışarıdaki kandillere, şamdanlara, mumlara bakardı.

15-Süpürgeci: Bahçeyi ve etrafı süpürür, süpürtür, temizliğe bakardı.

16-Çerağcı: Matbahın kandil ve şamdanlarına nezaret ederdi. Türbedarın başyardımcısı sayılırdı.

17-Ayakçı: Ayak hizmetlerinde bulunur; lazım olan şeyleri getirip götürürdü. Soyunup dervişliğe ikrar verene, ilk olarak bu hizmet verilirdi.

18-Ab-Rizci: Helâların, şadırvanın, muslukların temizliğine bakardı. Bu hizmet canın dedeliğe terfi etmeden evvel ifa ettiği, psikolojik bakımdan etkili son hizmetiydi. Bundan dolayı Ab-rizcilik, çilenin bitmesine yakın bir zamanda verilirdi. Meydancı Dede bunu, birgün meydanda canlara: Destur, filan dervişin hizmet sırası Ab-Rizciliğe gelmiştir” diyerek tebliğ ederdi. Bu söz O dervişin çilesinin bitmek üzere olduğuna işaret ederdi. Günlerini çoktan unutan ve matbah usulünü tam bilmeyen derviş bunu anlayamaz, günlerin ne çabuk geçtiğini bilemezdi.

Dergâhta can çoksa, hizmet sahiplerine birer ikişer yardımcı verilirdi. Bu yardımcılara “refik” adı verilirdi. Can azsa, iki-üç hizmeti bir kişi görürdü.

   

Resmi kıyafetle tekke dışına çıkma izni alan canlar, kahve ve gazino gibi umumi yerlerde oturamazlardı. Ayakçı, sema çıkarmadıkça sikke giyemezdi. Sema çıkardıktan sonra kendisine muvakkat bir sikke verilir ve mübtedi mukabelesi yapılırdı. Bundan sonra artık mukabelelere katılmaya başlardı. Yeni bir can gelince ayakçının hizmeti değiştirilir ve ekseriyetle pazarcı olurdu. Pazarcının vazifesi, her gün yahut lüzum olunca et, sebze ve saireyi, gösterilen dükkânlardan alıp tekkeye götürmekti. Pazarcının sırtında bir havlu, belinde de bir zincirle elifi nemedine bağlı ve arasına sokulmuş maşa bulunur ve bunlar, hizmetinin alâmeti sayılırdı. Pazarcı, gittiği yerde oturmaz, kahveye filan gidemez, rastladığı muhiblerle uzun boylu konuşamaz, alacağını alıp doğruca tekkeye gelirdi.

Matbah canları, kendi üstlerine düşen hizmetleri gördükten sonra, kazancı dedenin nezareti altında okuyup yazmakla veya zaten bildikleri hattatlık, tezhipcilik, resim, tesbihçilik, oymacılık gibi mutfak işlerine zarar vermeyen ve arkadaşlarının huzur ve sükünunu bozmayan sanatlarla meşgul olurlardı.

Matbah-i Şerife, canlarla amirlerinden başka kimse giremezdi, resmî kıyafetle olmak şartı ile bütün Mevlevîler bir kere Muharremin onuncu günü aşure pişirilirken, bir kere de tekkenin Âlem-i Cemâl’e göçen şeyhinin cenazesi yıkanırken, mutfağa girebilirlerdi.

Mutfağın tamamlayıcısı olan Meydan-i Şerife de canlardan ve zabitlerden başkası her vakit giremezdi, ancak yemek zamanlarında herkes girer ve yemeği yer yemez terk ederdi; ayrıca somathanesi, yemek salonu bulunan tekkelerde Meydan-i Şerife hususî merasim icrasından başka vesilelerle hiç bir kimse girmeğe izinli ve yetkili değildi.

Bütün dervişler, birbirlerine “erenler” diye hitap ederlerdi; bundan başka canlara, derviş Ahmed, derviş Mehmed gibi adlarının başına derviş sıfatı getirilerek ve çillesini ikmal edip dede unvanı almış olanlara Ahmed dede, Mehmed dede gibi adının sonuna dede lafzı getirilerek hitap olunurdu; bununla beraber hepsine derviş denildiği ve dedeliğin sadece şeyhlere tahsis edildiği de vardı.

Çile kırmaksızın, yani bir gece bile dışarıda kalmaksızın, ıkrar verdiği asitanede bin bir günlük hizmeti tamamlamış olanlara, Meydan-i Şerifte hususi bir merasim ile Dede unvanı tevcih olunurdu, bu merasime kapıdan geçme de denilirdi. Çille çıkarmamış, fakat ilmi, fazileti tanınmış, tarikata büyük hizmetlerde bulunmuş bazı nadir kimselerle, şeyhliği babasından miras olarak kalmış olanlara, Konya tekkesinde, Çelebi Efendi tarafından, Kapıdan geçme merasimi icrası ile dede unvanı verildiği de çok olmuştur.

Bu aşamaya gelinceye kadar can yukarıda belirtilen pazarcılık vazifesini itmam ettikten sonra bulaşıkçı, sofrayı kurup kaldırma hizmetine bakan somatçı, içeri meydancısı ve saire gibi, ileride sayacağımız hizmetlerde bulunur, hâsılı bin bir gün süren çilesini, bu suretle hizmetle geçirirdi. Bu müddet zarfında namaz vakitleri, tekkenin mescidine gider, cemaate iştirak eder, sabahları namazdan sonra İsm-i Celal okunurken halkaya katılır, İsm-i Celâl’den sonra dedelerle meydana girer, mukabele günleri de mukabeleye iştirak ederdi. Yalnız mukabeleye girerken hizmet tennuresini çıkarıp sema tennuresi giyer, üstüne deste-gül giyip sırtına hırka alırdı, diğer vakitlerde deste-gül giyemez, sırtına hırka alamazdı.

Çilenin bittiğini, matbah canı ve çile-keş denen sâlike, meydancı dede haber verirdi: Bu haber verme keyfiyeti şöyle olurdu:

Ekseriya meydanda, canlar henüz çıkmadan meydancı dede, ikinci heceyi uzatarak bir “destuuur” der ve bu kelimeye şu sözleri eklerdi: Derviş filanın hizmeti tamamdır. Haftaya gelin olacak, şerbetçisi de derviş filandır.

Hemen daima, hizmetini bitiren dervişe, kendisinden sonra gelen matbah canı şerbetçi olurdu. Bu tebliğden bir hafta sonra canın hücreye çıkacağı gece, kendisine hamama gidip gusletmesi söylenirdi. Can, matbaha gelince tennuresini çıkarır, şalvara nisbetle darca, pantalona nisbetle ağı geniş elifî şalvar, mintan ve hırkadan ibaret olan derviş kisvesini giyer ve hizmet postuna otururdu. O gece, yetmişiki, otuzaltı yahut onsekiz kollu şamdan hazırlanır, her kola bir mum dikilir ve meydana götürülüp mumlar uyandırılırdı.

Akşam, meydana gidilir, yemek orada yenilirdi. Can da meydana girer, fakat yemek yemezdi. Şerbetçi, yeni dervişin şerbetini de yapar ve bu şerbet, meydandaki yemekte içilirdi. Yemekten sonra can, tarikatçi veya aşçı dedeyle görüşür, aşçı dededen sonra sağda, sonra solda bulunan dedelerle de görüşüp meydanın ortasına gelir, niyaza dururdu. Can, niyazdayken tarikatçi yahut aşçı dede, şu gülbangi çekerdi:

Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin niyazı kabul ola, âşiyan-ı Mevlevîyye’de rahatı müzdad ola, demler safalar ziyade ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i, İmam-ı Ali Hû diyelim

Canla beraber bütün dedeler, hep birden niyaz edip uzun bir “Hu” çekerlerdi. Meydandan önce ser-tarıyk veya aşçı dede, içerdekilere arkasını dönmeden, kapıda yüzünü içeriye çevirip niyaz ederek sol ayağı ile dışarıya çıkar, o niyaz ederken ve hep beraber içerdekiler de niyaz ederlerdi. Sonra herkes kıdem sırası ile birer birer ve aynı tarzda niyaz edip dışarı çıkar, fakat içerdekiler, çıkanla beraber niyaz etmezlerdi. En sonra meydancı, yeni dervişi alıp dışarı çıkarır, türbedâra götürür, onunla da görüştürdükten sonra tekrar matbaha getirirdi. Can, yemeğini yalnız yerdi ve kendisine de şerbet sunulurdu. Yemekten sonra meydancı, dervişi yine hizmet postuna götürür, oturturdu. Bu sırada matbahta, sol taraftaki sofada ve Ateş-baz’a karşı “Sultan Veled postu” denen beyaz bir post açılır, meydancı, aşçı dedeyi getirip bu posta oturtur, yeni dervişi de elinden tutup aşçı dedenin huzuruna götürürdü. Aşçı dede, dervişe, yolunda sabit olmasını söyler ve şu gülbangi çekerdi:

Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ ola, derviş kardeşimizin hizmetleri mübarek ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i İmam-ı Ali Hu diyelim.

Aşçı dede, meydancı ve derviş, hep beraber “Hu” derler, bunun üzerine meydancı, aşçı dedeyi çift şamdanla hücresine götürür, tekrar gelir bir mum yakar ve dikili olduğu şamdanı eline alıp canın önüne düşer, kendisine ayrılmış olan hücreye götürür ve hücre kapısında,

Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin rahatı müzdad ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i İmam Ali hu diyelim.

gülbangini çeker ve beraberce “Hu” deyip niyaz ederlerdi. Meydancı dervişi, sağ ayağını Besmeleyle attırıp hücreye sokar, kendisi de girip şamdanı bir yere koyar, hücrenin perdelerini kapatır, dervişi yerine oturtup şu gülbangi çekerdi:

Tebrik-i mekîn-ü mekân ve safa-yı zemin-u zaman, çerağ-ı ruşen, fahr-i dervîşan, zuhur-i iman, kanun-i merdan, dem-i Hazret-i Mevlâna, Sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i İmam Ali Hu diyelim.

Beraberce niyaz edip “Hu” derler, sonra meydancı dede, yeni dervişe, üç gün sırolacağını söyler, onunla görüşüp kapıyı örterek hücreden çıkardı. O gece, dedelerin herbiri, namazdan sonra kudretleri miktarınca aldığı hediyeyle yeni dervişin hücresine gider, orada kahve içer ve yeni dervişi tebrik ederdi.

Yemek vakitleri meydancı, yeni dervişin yemeğini, hücresine götürür, o da lüzum olmadıkça dışarıya çıkmaz, yalnız namaza çıkar, ab-rize, yani abtestaneye gider ve dışarı çıkarken mutlaka resmî hırkasını, yani, kolları uzun ve geniş derviş hırkasını sırtına alırdı.

Üç gün sonra meydancı, dervişin hücresine gidip “destur” der, içerden “hu sesini alınca girip “hücren küşad olacak” der, perdeleri açar, Konya’daysa dervişi çelebiye, başka yerlerde ise tekkenin şeyhine götürürdü.

Ahmed Eflaki Dede, Mevlana’nın kendisine intisab edenleri traş ettirdiğini, eserinin birkaç yerinde ve birer münasebetle anlatıyor. (55b., 75b, 99b) Mevlana zamanında bundan başka bir törene tastlamıyoruz.

Derviş, Çelebinin yahut şeyhin önünde dizüstü otururdu. İkisinin dizleri birbirine dokunur, Çelebi, yahut şeyh, dervişin sağ elini, sağ eliyle, başparmaklar, birbirine uzunlamasına yapışık olmak ve diğer parmaklar eli kavramak üzere tutup biat telkin eder, yani Hudeybiye’de, sahabenin Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e biat ettiklerini anlatan

“İnnelleziyne yübayiûneke innemâ yubayiûnallahe yedullahi fevka eydiyhim. Femen nekese feinnemâ yenküsü âlâ nefsih. Vemen evfâ bimâ âhede aleyhullahe feseyü’tîhi ecran azîyma.” [8]  “Muhakkak ki Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların elinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” ayetini okur, kaşının ortasından ve bıyığından bir kaç kıl keser ve resim hırkasını tekbir edip sırtına giydirir, çilen bitti, şimdi hücre çilesine gireceksin derdi. Bu merasimi Konya’da tarikatçi dedenin yaptığı da olurdu.[9]

Son sınanış, olan hücre çilesi, onsekiz gündü. Derviş, bu müddet zarfında tekkeden dışarıya çıkamaz, fakat tekke içinde dolaşabilirdi. Konya’daysa onsekiz gün sonra Şems zaviyesine gider, ziyarette bulunur, ge1ince meydancı, dervişi alıp çelebiye götürür, derviş, çelebinin dizine başını koyar, meydancı da dizdeki başı arkadan tutardı. Bu törende, dervişin sikkesi tekbir edilir ve muvakkat sikke, artık dervişin malı olurdu. Konya’da değilse bu tekbir merasimi, hücre çilesinden sonra, yine meydancının delaletiyle şeyh tarafından icra edilirdi. Sikke tekbirinden sonra Konya’da tarikatçi dede, diğer tekkelerde aşçıbaşı, dervişe evradını ve zikrini öğretirdi.

Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi, kerem-i imam-ı Ali, gülbang-i Muhammedi hu diyelim Hûûû.

Derviş, bu suretle “hücre-nişin” ve “hücre-güzin” adına hak kazanır yani hücre sahibi olur ve artık kendisine “dede” denirdi. Dilerse o tekkede oturur, dilerse başka bir tekkeye giderdi. Tekkeden çıkıp bir hizmetle meşgul olanlar ve evlenenler de bulunurdu. Tekkede oturuyorsa kudretine ve bilgisine göre nev-niyazlarla sohbet eder, muhibleri terbiyeyle meşgul olur, Mesnevi okutur, müzik öğretir, ayin meşk ederdi. Bir dergâhta, misafir olmamak sıfatıyla, hücre-nişin olan dedeye, dergâhın varidatına göre aydan aya muayyen bir para verilir ve zarurî ihtiyaçlarını bu parayla giderirdi. Dedelere, muhiblerin ve ziyaretçilerin “niyaz” ve “berk-sebz” adıyla para ve armağan verdikleri de olurdu. Mevlevî dedesi, verileni reddetmez, fakat kimseden bir şey isteyemezdi.

Sohbet, dervişin şeyhi tarafından daimi surette talim ve terbiye altında tutulması demektir. Sohbetlerde ya dervişler hususi olarak bir zümre halinde veya topluca ilimden, irfandan, tarikat esaslarından, tarikat büyükleri­nin menkıbelerinden bahsederler yahut tarikata ait eserlerden şerhler ve vaizler yaparlardı.

Sohbetlerin bir de mahrem ve resmi olanları vardı ki, muayyen şartları haiz dervişler bunlara iştirak edebilirlerdi ve bunlar ‘Mey­dan-i Şerif’ denilen hususi bir dairede yapılırdı. Meydanda kahve içen, çörek yiyen ve çubuk içen tarikatlar bulun­duğu gibi saz çalan, ney üfleyenlerde vardı. Çok aşklı şevkli sohbet meclisleri olurdu.

Riyazet, diye, oruç’, ‘perhiz’, ‘inziva’, ‘halvet’, ‘itikâf uzlet’, ‘tecerrüt gibi usullerle nefsi terbiye etmeğe denilirdi; bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen zama­nı, muayyen şartları vardı. Hakikate ermenin ancak ilme ve irfana bağlı bir akıl işi olmayıp, nefsi terbiye sayesinde elde edilecek keşif ve ilham yoluyla da tahsili kabil bir seziş işi olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil olmuştur.

SEMA çalışan Mevlevi, kabiliyet ve istidadına göre Mesnevi dersi alır, ney üflemeyi öğrenir, ayin ve naat meşk ederek Mevlevilik adab ve erkânını bellemiş olurdu. Bu bakımdan, gördüğü hizmet itibariyle Mevlevihaneler birer enstitü, hatta birer üniversite rolü oynamaktaydı.

Ayin ve naat meşk eden, ney üflemeyi, kudüm vurmayı belleyen ustalık kazanınca mutrib heyetine alınırdı. Mesnevi okuyup bilgisini arttıranlara, kabiliyetleri el verirse onu okutma icazeti verilirdi. Mesnevi okutmak ise tefsir, hadis, kelam, hafızlık, tasavvuf, felsefe, fıkıh, tarih bilmek, hatta dinler ve mezhebler tarihine vakıf olmak, şiirden anlamak, edebi sanat ve kaideleri bilmek, tenkid=kritik kabiliyetine sahib olmak demekti.

Mevlevihaneler böylece okuyup yazma öğretmekten, astronomiye, ilahiyattan tasavvuf yoluyla psikolojiye kadar çok farklı ve değişik sahalarda faaliyet göstermiştir. Bunun neticesi olarak, çok sayıda büyük edip, şair mesnevihan, mütefekkir, musikişinas, ressam, hattat, nakkaş ve el sanatkârları Mevlevihanelerden yetişmiştir. Fikir ve sanat hayatımızın gelişip şekillenmesinde bundan dolayı Mevleviliğin katkıları, tahmin edildiğinden daha fazladır.

Hz. Mevlâna’dan tefekkür sistemindeki aşk sentezi her devirde, her millette daima insan tefekkürünün üstünde kalacaktır.

Mevlevilik, tıpkı diğer tarikatlerde olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.

Ona sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu şuuruna erişmiş, mükemmel insan (insan-ı kâmil) yetiştirmek hedefini esas alır.

Vakıa, Mevlana’nın gösterdiği yolu takip edebilmek için lüzumlu yeni yeni vasıtalar da, eskiden olduğu gibi, yine aşktan doğacaktır; lakin bir garb âliminin dediği gibi, Mevlana’nın tefekkür sistemindeki aşk sentezi, her devirde, her millette daima, insan tefekkürürünün üstünde olacaktır.

MEVLEVİLERDE ZİKİR VE EVRAD

HİKMET VE SIRLARI

Ber her cayi ki ser nihem mescud ost       

Der şeş cihet vü birun şeş cihet ma’bud ost

Bag-ü güI-ü bülbül-ü sima’ü şahid

İn cümle behane-ist-ü maksud ost

                                                    Mevlana­

Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim o’ dur; altı yönde ve altı yönün dışında tapı­lan o’dur; bağ, gül, bülbül, SEMA, sevgili, hepsi bahanedir, aranılan o’dur.

Her tarikatın hususi bir zikir’i bulunduğunu, Mevlevilerin ‘ALLAH’ adıyla zikrettiklerini evvelce yazmıştık; bu ayinin tafsilatına girmeden önce, telkin (tevhid)’den bahsetmek isteriz.

Her namazdan sonra, herkes bulunduğu yeri muha­faza ettiği halde, şeyh Efendi vakur bir eda ile Euzü Besmele çektikten sonra yüksek sesle ve heceleri mümkün olduğu kadar uzatarak;

Tek Vahid, Ahad olan ALLAH “Fa’lem ennehu la ilahe illallah”[10] senin sözün ve takva olan bu ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla, manasıyla bağla ya Rabbiayetini okur, sonra, iki defa aynı şekilde ve usulde La ilahe illallahder.

Birçok tari­katta rastlanan besteli evrad-ı şerif, Mevlevilikte yoktur. Mevlevi evrad-ı şerifi yalnız bayram sabahları topluca okunurken, normal günlerde sa­bah namazı vakti topluca değil, bireysel olarak okunur. Mevlevihanelerin mesci­dinde sabah namazından sonra topluca yapılan bir zikir ayini şekli vardır ki buna İsm-i celal çekmekveya ‘Lafza-i Celal okumak denir.

Namazdan sonra şeyh, postuna oturur; herkes görev rüt­besi ve kıdemine göre yerlerini alarak tam bir daire oluşturulur. Meydancı, iri taneli ve çok uzun bir tespihi, imamesi Şeyhe gelecek şekilde bütün halkaya ya­yar. Herkes iki eli ile tespihi tutar. Şeyh çok ağır ve uzun hecelerle ve pest per­deden Euzu besmele çeker ve yine uzun hecelerle topluca üç defa Falem ennehu “Lailaheil­lallah”, sonra da yine üç defa ağır ağır ALLAHdenilir. Sonra İsm-i Celal hızla­nır ve perde çok belli edilmeden küçük ses aralıkları ile yükseltilir. Sonunda ade­ta harfler belli olmadan iki hecenin sesi duyulur hale gelir.

Bu sırada baş, elif harfi çizer gibi yukarı aşağı hareket etti­rilir. Tespih, sağa doğru avuç içinden yürütülür. Mevlevi İsm-i Celal zikri, kendine özgü ritmi ve perde kal­dırması ile çok estetik ve çok tesir­li bir zikir tarzıdır. Belli bir adet; ALLAH isminden sonra, Kur’an okunması, Şeyhin gülbank’i ile biter. Bazen mukabele-i şerifte namazdan veya Mesnevi okunmasından sonra da İsm-i Celal çekilir. Herhangi bir sebeple mukabele yapılamadığı zamanlarda da, Aşçıbaşı Dedenin idaresinde ve Semahanede İsm-i Celal çekilerek o gün veya gecenin dini ayini yapılmış olurdu.

Herkeste şeyhe uyarak bu tevhid’i tekrarlamak sureti ile zikire başlanırdı. En sonunda, ayinhan illallah ve hatem-en­nebiyyin-e Muhammed Resulullah hakka-n ve sıdka. Allahümme salli ve selim ve barik ala eşref-i nur-i ce­mia-l-enbiya ve-l mürselin ve-l hamdü lillahi rab-bil-âleminder ve Fatiha ile bitirirdi.

Bilindiği üzere, Hz. Peygamber Hz. İmam Ali Efendimiz’in ku­lağına zikri, yukarıdaki ayetle telkin etmiştir. Bütün tari­katlarda şeyhler inabe verirken talibin kulağına bu ayeti üç defa okurlardı.

Eskişehir Mevlevi şeyhi Hasan Dede, bazı defa yatsı namazından sonra, hususi ile Kandil gecelerinde, Tevhid ayetini anlatılan tarzda ve cemaatle birlikte okuduktan sonra, yalnız başına, ayetin sonunu, yani Vestagfir lizenbike Velmüminine vel müminat. Vallahu ya’lemü mutekallebe küm ve mesvaküm[11]ayetlerini de yüksek ses­le tilavet eder ve üç defa Dahilek ya Cedde-l Haseneyn” (Ey Hasan ve Hüseyin’in dedesi, sana sığınıyorum) diye münacat ederdi.

Yukarıki ayetlerin meali şudur:

Kesin olarak bil ki, ALLAH’tan başka ilah yoktur. Kendi günahlarının, erkek ve kadın bütün müminlerin gü­nahlarının yarlığanmasını iste. ALLAH, sizin nereden gelip nerede bulunduğunuzu bilir.

Zemahşeri’nin tefsirini esas tutarak Kuran’ı Fransızcaya çevirmiş olan Savary, bu ayete “ALLAH, uyanık bulunduğunuz zaman da, uykuda bulunduğunuz zaman da sizleri görür” manasını veriyor; başka bazı müfessirler de “ALLAH sizin dünyanızı da, ahretinizi de bilir” diye tefsir ediyorlar.

Bu ayetler ‘Muhammed Suresi’ndedir; bazı selâtin camilerinde de, müezzinler tarafından yüksek sesle tilavet edilmekte olduğuna göre, sadece dervişlere mahsus bir (zikir) değildi.

Asıl Mevlevi zikri olan ‘İsm-i Celal okumak’ ibadetine gelince, bu şöyle yapılırdı:

Sabah namazından son­ra ve ‘İhya geceleri’ denilen pazar ve perşembe akşam­larının, kandil gecelerinin yatsı namazlarından sonra, mihrabın önüne, Şeyhin yüzü cemaate, cemaatin yüzü kıbleye gelmek üzere, şeyhin pos­tu, bu işe memur bir derviş tarafından, serilir.

Şeyh pos­tuna geçer, sağına ve soluna mertebelerine ve teşrifat sıralarına göre, dedeler ve canlar sıralanarak kapalı bir halka vücuda getirilir ve hep beraber diz çökülerek ve yer ile görüşülerek oturulurdu. Bazı dergâhlarda bu halkaların genişliği ile nispetli ve iri taneli tespihler de kullanılırdı.

Oturulur oturulmaz, şeyhin tam karşısındaki noktadan kalkan ve halkanın tam ortasından ilerleyen bir derviş, kollarında taşıdığı tespihin imamesini ve püskülünü öpe­rek şeyhe verir, tespihi de sağdaki ve soldaki kimselere yayardı, herkes tespihin kendi önüne gelen kısmını öpe­rek eline alırdı.

Şeyh, yalnız başına ve yüksek sesle, tecvit kaidelerine uyarak, uzun bir ‘E’uz-ü Besmele’ çeker, ondan sonra, yine yüksek sesle ve nefesinin tahammülü nispetinde her heceyi uzatarak “ALLAH” der ve kısa fası­lalarla bu lafzı tekrarlardı.

Halkada tespih varsa sağdan sola doğru çevrilmeğe başlanır ve üç defa “ALLAH” de­nilinceye kadar, püskül ve imamenin bütün halkayı dola­şarak tekrar şeyhin eline gelmesi ayarlanır ve sağlanırdı. Ondan sonra, gövdeler biraz sağa eğilerek “al...” ve son­ra biraz sola eğilerek “...lah” demek sureti ile ve yüksek sesle İsm-i celal tekrarlanırdı. Bunun sayısı şeyhin arzu­suna bağlıydı.

Zikrederken, boyun biraz sağa meyl etti­rilerek gözlerin kalb nahiyesine yarı kaplı çevrilmiş bulunması müstahsen sayılırdı.

Zikre şeyh ve dervişler resmi kıyafetleri ile iştirak ederlerdi, bununla beraber, halkaya sivil cemaatten de is­teyen dâhil olabilirdi. Zikir sırasında aşka, şevke gelmek, başka tarikatlarda olduğu gibi VECD ve heyecan gös­termek, yani, açıkçası, bağırıp çağırmak, nara atmak Mevlevi tarikatında yasaktı. Zikir vekarlı bir eda ile fa­sih ve vazıh olarak yapılırdı.

Şeyh efendi artık zikre son vermek isteyince, hazırunu ikaz ve sukuta davet eder tarzda, yüksek sesle şu duayı okurdu:

Allah-u ekber azam kebira. Ve-l hamdü lillahi hamden kesira. Ve sübhan-Allahu bükreten ve asila. Ve sallallahu ala eşref-i nur-i cemia-l-enbiya ve-l mürselin. Ve-l hamdü lillahi rab-bil-âlemin

Bunun üzerine, halkadaki güzel seslilerden biri bir ‘Aşır okur, şeyh efendi şu gülbangı çekerdi:

Vakt-i şerifler hayri ve şerler def’i ve niyazlar kabuli ve muradat husuli ve Padişah-i islam nusreti ve kafe-i ehl-i iman se1ameti için ve güzeştegan-i müminin ve müminat ervahi için ve hasseten aziz, şerif, latif cenab-i vacib-ül vücudun rızay-i kerimi için, celle ve alel-Fatiha

Şeyh bu gülbangı okurken “ve hasseten” den sonrasını gizli okur ve açıktan “Fatiha” derdi. Bir de son devirlerde “padişah” yerine “asakir-i muvahhidin” denilir olmuştu.

Herkes, içinden fatihayı tamamlayınca ve bir müddet mürakabede kalındıktan sonra, şeyh şu gülbangı okurdu:

Sabah-i şerifler -veya akşam-ı şerifler- hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ü ref ola, Allah-ü azim-üş şan ism-i zatının nuri ile kalblerimizi münevver eyleye, demler ve safalar ziyade ola, dem-i Hazret-i Mevlana Hu diyelim, Hu.

Hazırun derhal, şeyhle birlikte ve yüksek sesle uzun bir “Huuu” çekerler ve yeri öperek ayağa kalkarlardı. Şeyh yerinden hareketle halkanın ta ortasına kadar gelir, orada niyaz vaziyeti alarak cemaati selamlardı, halkadaki en yüksek derviş, yüksek sesle “ve aleyküm-üs selam ve rahmet-ullah ve berakatuhu” der ve bu selamı şeyhin dergâhın veya mescidin dış kapısına varmasına kadar uzatırdı; bu noktada şeyh yüzünü tekrar halkaya çevirerek (niyaz ederdi) yani selam verirdi, hazırun da aynı suretle mukabele eder ve dağılırdı.

Zikir halkasında büyük tesbih kullanılmış ise, Aşr-ı şerif okunurken, evvelce tesbihi yaymış olan derviş, oturduğu yerden, sağdan ve soldan çekmek suretiyle, tesbihi toplar, kollarına alırdı. Şeyh son gülbangı okurken bu derviş kollarında tesbih olduğu halde yerinden kalkar, halkanın merkezine kadar ilerleyerek orada niyaz vaziyeti alırdı ve şeyh meydan kapısına giderken umuma selamı bu derviş yanında verirdi.

Sık sık tekrarladığımız ve bundan sonra da tekrarlayacağımız bir tabiri burada izah etmek isteriz.

Mevlevilerce ‘Baş kesmek’ demek, ‘niyaz vaziyeti’ alarak ve hafifçe beli bükerek başı öne doğru eğmek, yani hafif bir reverans yapmak demekti ki bu vaziyet, en yüksek hürmet alameti idi.

Niyaz vaziyeti’, sağ kol üstte olmak üzere her iki kolu çaprazlama göğüs üstünde birleştirmeğe ve sağ ayağın parmak uçlarıyla sol ayağın başparmağı üzerine basarak, ayakta, kıyamda durmağa denilirdi. Bu vaziyete frenkler ‘Çoban selamı’ diyorlar; masonlarda da 18’inci derecenin ‘ihtiram vaziyeti’ olduğu söyleniyor.

Niyaz vaziyeti, hem karşısında bulunulan zata karşı hürmet idi, hem de bir tevazu gösterisi idi. Mevleviler günlük hayatta da karşılaşınca, birbirlerini ve hatta yabancıları ‘baş keserek’ selamlarlardı ve aynı zamanda sağ ellerini göğüslerine basarlardı.

İsm-i Celal, bir kandil gecesinde okunulmuş ise, şeyh efendiler, gecenin şerafeti hakkında, gülbanklara bazı cümleler ilave ederlerdi.

İşte Mevlevi zikri böyle yapılırdı. Bununla beraber, bazı tekkelerde, yatsı zikirlerine tevhid de eklenirdi. Eskişehirli şeyh Hacı Hasan Dede, aynı zamanda kadiri olduğu için, bazı mübarek gecelerde kadiri zikri de icra ederdi; hususi hayatında kadiri tacı giydiği olurdu, fakat zikri daima Mevlevi sikkesi ile yapardı ve her vakit de aynı şekilde zikretmezdi. Burada, bütün çeşitleri ihtiva eden şeklini tarif edeceğiz.

Zikir halkası teşekkül edip herkes yerli yerine oturunca, şeyh efendi yüksek sesle bir kaç defa “Estagfirullah-el azim Yüce ALLAH’tan yarlığanma dilerim” diyerek ayine başlar, cemaat de buna katılırdı. En sonunda

 Estağfirullah-el Azim ellezi la ilahe illa Hu = Öyle yüce ALLAH’tan yarlığanma dilerim ki, ondan başka ilah yoktur” diyerek istigfara nihayet verir, evvelce anlatılan tarzda İsm’i Celal okumağa başlardı.

Bu bitince, gülbank çekmez, “Hasbi rabbi cell-ALLAH. Ma fi kalbi gayrullah. Nur’i Muhammed sallallah. La ilhe illallah - Bana her işte ulu ALLAH kâfidir. Kalbimde ALLAH’tan başkası yoktur. ALLAHın salâtı Muhammed nuru üzerine olsun. ALLAH’tan başka ilah yoktur” cümlesini, yüksek sesle ve her heceyi uzatarak üç defa tekrarlar ve sonuncusunda yerle görüşerek ayağa kalkardı veya oturduğu yerde zikre devam ederdi.

Bazı ayinlerde, yukarıki istigfar yerine çokça şu duayı tekrarlardı : “Ya müte-al aslih hali, ya mütecelli irham zülli - Ey yücelerden yüce, benim halimi ıslah et. Ey her yönden tecelli eden, benim kusurlarıma merhamet et” Şeyh efendinin bu dua ile zikre başlaması, dervişlerce o gecenin şerafetine delil veya mevcud içtimai bir beliyenin zevaline işaret sayılırdı.

Ayağa kalkılmış, yani, hususi bir tahir ile kıyami zikire başlanılmış ise, tevhid tekrarlana tekrarlana, sağdan sola doğru, büyük tesbih elde, devre başlanır ve tam şeyh postunun karşısına, yani, cümle kapısı yanına gelinince, bir müddet tevhide devam olunur, buradan sonra, sadece İllallah lafzının tekrarı ile yeniden devre başlanarak şeyh kendi postu önüne gelince yine durulur, zikre devam edilirdi.

İkinci devir “Hay El-Kayyüm, ALLAH” ismiyle yapılır, devrin yarısında bütün ismiyle, diğer yarısında sadece “Hay” ismiyle zikredilirdi.

Üçüncü devrin başında, Şeyh efendi “Hidayet eden sensin, Hak sensin. Ondan başka hidayet edici yoktur” anlamına gelen “Ente-l Hadi ente-l Hak. Leyse-l Hadi illa Hû” cümlesini üç defa tekrarlar ve üçüncü devre başlayarak ilk yarısını “İlla Hû” zikriyle ve ikinci yarısını “” zikriyle tamamlardı. Postuna gelince, yerle görüşerek zikire son verirdi, İsm’i celal okumakta olduğu gibi aşirler ve gülbanklarle ayin tamamlanırdı. Ancak, gülbankta, o gecenin şerafetine, sevinci mucip bir sosyal hal ve hareket varsa teşekküre dair cümleler ekler ve son gülbangı şöyle bitirirdi:

Dem-i Hazret-i Mevlana ve dem-i Abdülkadir Geylani, Sırrı Şems-ü Veled, nur-i Nebi, kerem-i İmam Ali, Hu diyelim, Huuuu

Devirler esnasında, halkada dâhil bulunan, musikiye aşina, güzel sesliler tarafından gazeller, duraklar, na’tler, tevşihler, mersiyeler ve ilahiler okunması mutaddı. Bu musiki eserleri zikrin tonuna ve ikaına uygun olarak seçilirdi, ney çalındığı da olurdu ve isteyen halka ortasına çıkarak SEMA ederdi.

Halkaya derviş olmayanlar da girebilirdi; lakin bunlardan umumi usul ve ahengi bozanlar olursa yahut ta başka tarikler ehlinden olup ta kendi usul ve adetlerine göre yaygaralı cezbeye kapılanlar bulunursa, bu işe memur bir zat ve ekseriyetle Meydancı Dede, halka dışından dolaşarak o zatın yanına gider, kendisini sükûnete davet eder, daha olmadı, halka dışına çıkarırdı.

Böyle mufassal zikir yapıldığı gece, bayram gecesi, kandil gecesi gibi, kutlanması dini anane halini almış bir gece ise ve şeyh efendi arzu ederse, Umumi görüşme merasimi de yapılırdı. Şimdiye kadar verilen malumattan anlaşılmış olacağı üzere, ‘görüşme’ demek, ‘öpüşme’ demektir; umumi görüşmede bütün cemaat birbirleriyle öpüşürdü; bu merasim şöyle cereyan ederdi:

Birinci gülbanktan sonra Fatiha okunur okunmaz, şeyh ayağa kalkar ve görüşüleceğini, yanında bulunan en büyük amire işaret ederdi, bunun üzerine İhvan, mescid kapısının yanına giderler, maruf bir tabir ile dairevi bir sıra olarak, ard arda, sırasıyla, şeyhin postu önüne gelirler, baş kesip niyaz vaziyeti alırlar, şeyhin elini veya hırkasının üstüvasını öperlerdi, şeyh de onların tam ağzı hizasına gelmiş olan sikkelerinin bir yerinden öperdi.

İlk öpen zat ki teşrifatta en önde giden zattır, şeyhin sağında mevki alırdı; onu takip eden zat de şeyhle görüştükten sonra, birinci zatla elele vererek karşılıklı birbirlerinin ellerini aynı zamanda öperlerdi, bundan sonra bu ikinci zat da birincinin yanında sıraya girerdi. Üçüncü, dördüncü, en sonuncuya kadar, bu, böyle devam ederdi. Görüşme sona yaklaşınca veya resmi kıyafeti haiz olmayanların da merasime katılmaları dolayısıyla büyük bir kalabalık kaynaşınca merasime son vermek için, şeyhin sağında mevki almış olan zat, yüksek sesle, uzun bir “Eyvallahhhh” çeker ve bu ses uğuldarken, şeyh mutad olan ikinci gülbengine başlardı.

Görüşmeye katılanlar arasında Mevlevi usulünü bilmeyenler kendi adetlerine göre sadece el sıkışırlardı, fakat kucaklaşma yapılamazdı. Umumi görüşme, bayram ve kandil gecelerinde yapıldığı gibi, bazen mukabele günlerinde de yapıldığı olurdu. Bu görüşmelerde, birbirine dargın, hatta düşman dahi olsalar her dervişin karşılıklı el öpüşmesi mecburi idi; böylelikle Müslümanlık ve dervişlik kardeşliğinin pekleştirilmesine ve arada mevcut olabilecek herhangi bir muhabbetsizliğin izalesine çalışılırdı. Sevişmediği ile görüşmek istemeyenin şeyhle ve bütün ihvanla görüşmemek mahrumiyetine katlanarak merasime katılmaması icap ederdi.

Mevleviliğin pek demokratik ve pek cazibeli olan bu görüşme usulü, her vakit, hususi ve münferit şekillerde de cariydi, yani bir müddetten beri birbirlerini görmeyen, yeni tanışan, seferden gelen, seyahate hazırlanan, tebrik edilmesi gereken bir zata rastlanıldı mı, hemen oracıkta görüşülürdü. Görüşme, yaşlı ile çocuk, âlimle cahil, amirle memur, zenginle fakir, hâsılı yaş, sanat, meslek ve rütbe farkı gözetilmeksizin, istisnasız, herkes arasında aynı şekilde cereyan eder, mutlaka her ikisi karşılıklı el öpüşürdü.

Mevlevilerde zikir ayini, işte, bu şekildeydi. Arzu eden kendi başına evinde veya hücresinde zikretmek için de şeyhten müsaade isteyebilirdi; buna ‘ders almak’ denilirdi.

Ders almak arzuya bağlı olmakla beraber, bizzat şeyh tarafından da emredilebilirdi. Ders alacak kimse, bir ihya gecesi, hemen yatsı namazından sonra, Meydancı Dede refakatinde şeyhin huzuruna götürülür, sikke tekbirleme usulünde olduğu şekilde, şeyh talibin kulağına:

Fa’lem ennehu la ilahe ill-ALLAH[12] - senin sözün ve takva olan bu ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla, manasıyla bağla ya Rabbi

Bu Telkin ve İnabe salahiyeti hilafeti haiz şeyhlerin salahiyeti cümlesindendi. Zikir sayısı on birden, otuz üçten başlar, yüzlere, binlere çıkabilirdi; fakat hiç bir vakit Mevlevilerde, başka tarikatlarda misaline tesadüf edildiği veçhile insanı çileden ve akıldan çıkaracak derecede, yüksek sayılarda ders alınıp verilmezdi. Sayı tayininde, şeyh, talibin yaşını, mesleğini ve kabiliyetini göz önünde tutardı.

Ders alan zat, yatsı namazından sonra, evinde veya hücresinde, kıbleye yönelerek ve cehri olarak zikrini eder ve umumi şekildeki zikir ayinindeki tarzı güder, aynı gülbankları çekerdi. Yatsıdan sonra zikrini ifaya imkân bulamayanlar, gecenin her hangi bir saatinde, dilerse bir de Teheccüd namazı kılarak, ibadetini yapabilirdi.

Her tarikatta olduğu gibi, Mevlevilerde de, zikirden başkaca, bir de ‘evrad okumak’ vardı. Evrad, bazı tarikat büyüklerinin her zaman tilavet ettikleri rivayet olunan bazı ayetlerden ve bazı dualardan tertip edilmiş olan En’am-i Şerif gibi mecmualardı. Vakıa, bazı tarikatlarda zikretmeye de Evrad okumak denildiği varsa da, asıl evrad okumak arz edilen mecmuayı tilavet etmek, demekti.

Evrad okumak için, hilafeti ve salahiyeti haiz bir şeyhten, yazılı bir icazet almak lazımdı. Bu icazet, çok kereler, evradın son sayfasına yazılır ve şeyh tarafından imzalanıp mühürlenirdi. İcazetlerin Arapça ve Farsça yazılması adet olmuştu. Evrad, sabah namazından sonra, yalnız olarak ve sessizce okunurdu.

Sofi tarikatler, evrad okumayı da tarikatın esasından sayarlardı, lakin Mevlevilikte her müntesibin evrad okumak için mecburiyeti yoktu. Sofi tarikatlardan bazılarının evradı pek uzundu, hatta her güne mahsus ayrı ayrı evradlar vardı; bunların en meşhuru ‘Kara Davud’ adıyla dilimize de çevrilmiş olan ‘Delail-ül Hayrat’dır. Bunu bir tarikate mensup olmayanlardan da okuyanlar vardı. Mevlevi evradı da dilimize tercüme olunmuştur.

Kadın Mevlevilerde SEMA mutad değil idiyse de, onlar da ders alabilirler ve evrad okumak için icazet isteyebilirlerdi.

Ehl’i Beyt muhabbeti ile mütehalli olmayan tarikat yoksa da, bu sevgiyi ileri götüren bazı dervişlerde, Nad-i Ali denilen kısa, bir manzum dua okumak ta mutaddı.

Bu dua 12 imamın adlarını hürmetle anan ve sonunda ALLAH’tan, Hz. Peygamberden ve Hz. Ali’den meded uman bir dua idi, sonunda bir kaç da acemce cümleler vardı. Nad-i Ali’nin her belayı önlediğine inanılırdı, bazıları kefenlerinin içerisine de bu dua yazılı bir kâğıt koydururlardı.

Ahmed Eflaki Dede, Mevlana’nın kendisine intisab edenleri traş ettirdiğini, eserinin birkaç yerinde ve birer münasebetle anlatıyor. (55b, 75b, 99b) Mevlana zamanında bundan başka bir törene tastlamıyoruz.

  Hâsılı Şeyh İsmail Rüsuhi Dede’ye göre Mevleviliğin mahiyetine eklemlenen her ne kadar farklı tasavvufi meşreb farklılıkları olsa da yolun tasavvuf yolu olmasına binaen Mevlevilerden beklenen şey, aşk, marifet, irşad ve hizmetle zahir sufi olmaktır.

Bu esaslara sahip olmak isteyen talip, ya muhib veya çilekeş can olmak için Mevlevi Dedesine müracaat eder. Şeyh muhibbin müracaatını kabul ederse, gusül abdesti alan muhibbin başını şeyh dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve her ikisi de Fatiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperler (görüşme).

Şeyh İsmail Rüsuhi Dede’ye ve Ankaravi’ye göre bunun ardından talibin saçından ve bıyığından Mevlana’nın öğretisi üzere birkaç kıl kesilir (çardarb). Çardarb uygulandıktan sonra talibe zikir telkin edilir. Sabah namazından sonra, kuşluk vaktinde, yatsıdan sonra ve teheccüd namazından sonra zikredilmek üzere üç biner ism-i celal telkin edilir. Zikirde on iki makam bulunmaktadır. İlk yedi makamda, salik kendi varlığından fani olur. Sekizinci makamda fenaya erişir ve on ikinci makamda vahdet sırrına arif olarak, sülukunu nihayete erdirir. Şeyh nevniyaz adını alan muhibbi, dergâhtaki dedelerden birine teslim edip, muhib dedesinden tarikat adabını öğrenmeye başlar. İsterse Mevlevilikte diğer tarikatlara nazaran en önde gelen erkândan olan SEMA’ı meşkedip bu merasimi mütaakip Mevlevi mukabelesine katılır.[13]

Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi, kerem-i imam-ı Ali, gülbang-i Muhammedi hu diyelim Hûûû.

MUKABELE-İ ŞERİF’İN

HİKMET VE SIRLARI

Muzaffer Aşki Rahmetullahi aleyh’in mukabele yorumu;

Mukabele-i Şerif, Cebrail (aleyhisselâm) Kur’an-ı Kerim okur, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dinlerdi ve camilerimizde de bilhassa ramazan ayında Kur’an-ı Kerim mukabelesi yapılmaktadır, mukabele ismi buradan gelmektedir. Namaz da bir mukabeledir. Mümin Kâbe’ye mukabele ediyor, Kıble de Mümin’e mukabelede bulunuyor. Muzaffer Aşki Hazretleri Fatih Camii’nde ramazan ayında dörtyüz minder konulduğunu ve her minderin üzerinde bir hafız olmak üzere dörtyüz hafızın Kur’an Mukabelesi okuduğunu buyurmaktaydı. Vaiz dinlemek, mevlid-i şerif dinlemek, musiki dinlemek, o halde insanı yaratanına götürmeyen bir musiki ve mukabele ile dönme SEMA olmuyor. Sema ehline Sema helaldir; Sema ehli olmayana Sema haramdır.

Mevlevi salihinin yolu Kur’an, sünnet, velayet yani tarik-i müstakim ve tarikat-i Muhammediye’dir.

SEMA adı ile tanınan Mevlevi Ayi­ninin resmi adı ‘Mukabele-i Şerif’tir. Mevlevi mukabelesi, tekkenin Semahane denilen bölümünde icra edilir. Semahane, genellikle etrafı parmaklıklarla çevrili bir ziyaretçi yeri - züvvar maksuresi -, ayin okuyan ve ça­lanlara ayrılmış ‘Mutrıb-hane’ ve SEMA edilecek bir alan olan ‘Meydan-ı Şerif’ten ibarettir. Na­maz kılınırken imamın durduğu mihrab ve Mesnevi okunurken Mesnevihan Dede’nin yer aldığı Mesnevi kürsüsü de Semahaneye dâhildir. Bazı tekkelerde türbe de Semahane ile aynı çatı altındadır.

Mevlevilikte mukabele-i şe­rif, İstanbul dışındaki tekkelerde genellikle Cuma namazından sonra yapılırdı. İstanbul’daki beş Mevlevihane’de ise belli günlerde mukabele vardı. Cuma ve Salı Galata, Cumartesi Üsküdar, Pa­zar Kasımpaşa, Pazartesi ve Per­şembe Yenikapı, Çarşamba Be­şiktaş (daha sonra Eyüb Bahari­ye), Mevlevihanelerinin ayin günle­ri idi. Ayrıca ‘İhya Geceleri’ denen bayram ve kandil gecelerin­de ve hilafet merasimlerinde de ayin yapılırdı.

SEMA -Mevlevi Mukabele-i Şerifi- bu düzenlemeye göre şöyle yapılır:

Mukabele günü veya gecesi, görev­li Meydancı Dede namaz vaktinden biraz önce, Semahaneye girerek, yere ters ola­rak yayılı duran kırmızı renkli şeyh postu­nu alır sol omzuna koyar ve şeyh da­iresine giderek, SEMA izni ister.

Şeyh, “Eyvallah” diyerek izin verdiğini belirt­tikten sonra, Meydancı Dede, dervişlerin duyabileceği kadar yüksek sesle ve özel okunuşu ile “abdeste tennureye sala” diye seslenir ve postu Semahaneye götü­rüp usulünce yayar.       Buna müteakip diğer Semazenlerin tersyüz konulan beyaz postları da görevli [14]canlar tarafından meydanı şerif’e düz olarak yayılır. Sonra ezan okunur.

Bütün cihaz-ı tarik öpülerek giyilir. Hz. Pir Mev­lana Celaleddin Rumi’nin ve bugüne kadar geçmiş cümle meşayih, dervişan ve bu meydanlarda hizmet edenlerin ruhuna üç İhlâs bir Fatiha ve bir Ayet-el Kürsi oku­nur.

SEMA’a girecek dervişler, SEMA kıyafetle­rini giyerler. İçi dışına dönük katlanmış olan ten­nureler koltuklarından tutulur ve öylece kıbleye karşı diz üstü oturmakta iken tennurenin ya­kası öpülüp baştan aşağıya geçirilir. Böy­lece tennurenin dışı yüze dönmüş olur.

Sonra ayağa kalkılıp, bele bağlanan ‘Eli­fi nemed’ (veya elif-lam bend) kemer gi­bi bağlanır ve özel şekilli bir yelek olan ‘deste-gül’ sırta giyilir. ‘Resim Hır­kası’ denen çok geniş kollu, uzun ve geniş hırka da omuza alınır ve sik­ke de Veysel Karani’ye verilen Resulullah’ın devetüyü rengindeki Miraç hırkasını rabıta ederek öpüp başa giyilerek kıyafet tamamlan­mış olur.

Meydancı De­de’nin ‘Buyrun Ya Hu’ hitabı ile davet edilen dedeler ve diğer kişiler teker teker niyaz ederek selam verip sağ ayakla, eşiğe basmadan Semahaneye girerler ve görev rütbeleri ve kıdemlerine göre yerlerini alarak, ayakta beklerler. Ayinin musikisini icra edecek olan Mutrıb Heyeti de Mutrıbhane’de yerini alır. Mutrıban da ellerindeki neyleri, kudümleri, halileleri ile nefis cihadına hazırlanan manevi bir ordu gibi meydan-ı şerife geçerler. Semazenbaşı ve semazenler elleri sinelerinde meydan-ı şerife geçerler. Sağ ayak başparmak­ları sol ayak başparmağın üzerinde; yani ‘ayakları mühürpay’ denen durumda ve sol el parmakları sağ omuz, sağ el parmakları sol omuza konulmak ve sağ el üste gelmek suretiyle ayakta durarak, Şey­hin gelişini bekler. Bu duruş şekline kıyam duruşu ‘Ni­yaz Vaziyeti’ denir.

Şeyh, sağ arkasındaki Meydancı ile birlikte Semahaneye girip ayak mühürle­yerek hazıruna selam ver­diğinde, herkes aynı biçimde sessizce se­lama cevap verir. Şeyh, postuna geçer ve namaz başlar. Camideki usulün aynısı olarak kılınan namaz, Şeyhin Fatiha’sı ile sona erer.

Namazdan sonra ve şayet şeyh efendi mesneviden vaaz edecek ise vaazını bitirdikten sonra şeyh mihrap önüne gelir, yüzü kıbleye müteveccih olarak oturur, resmi kıyafetini giymiş olan Mevleviler kıdem sırasına göre şeyhin sağına soluna teşrifat sırasıyla dizilerek, herkes yerle görüşerek bir halka teşkil ederdi. Resmi kıyafetleri olmayanlarla ziyaretçiler halka dışında kalırlardı.

Birçok Semahanelerde Semazenlere mahsus kısım parmaklıklarla çevriliydi. Kapının üstünde muhtelif bir yer yoksa son cemaat mahalli mutrıba tahsis olunurdu. Şeyh, tesirli sözler söyleyebilmek, yanlış­lıkların bağışlanmasını ve hatta düzeltil­mesini dilemek için ALLAH’tan yardım is­teyici ve yakarıcı bazı beyitleri okuduk­tan sonra Mesnevi beyitlerinin şerhine başlar, Mesnevi den şerh edilecek beyitler Şeyh kendi okumayacaksa Kar-i Mesnevi denen mesnevi okumakla görevli dede şerh edilecek beyitleri okurdu. Sonunda “Yüce ALLAH’ın sırlarının keşfedicisi olan Mevlana işte böyle bu­yurdu. O’nun bu buyurdukları ne uyku halindeki rüyadır, ne faldır ne de yıldız bilgisidir. Doğrusunu ALLAH bilir ama herhalde Hakk’ın bir ilhamı olsa gerekirALLAH-ı Âlem bissavab anlamındaki dörtlük okunarak Mesnevi şerhi bitirilir.

Sonra Mutrıbhane’de kısa bir Kur’an-ı Kerim okunur; Fatiha okunmaz. Şeyhin kürsü üzerinden oku­duğu ‘Post Duası’ sonunda Fatiha oku­nur. Şeyh, kürsüden inerken, herkes yerle görüşüp ayağa kalkar ve kıbleye göre Semahanenin sağ tarafında yerlerini alırlar. Çok ender olarak Mesnevi şerhi yapılma­mışsa, bu yer alma namazdan sonra olur. Post duası da posta oturulunca yapılır. (1952 yılından sonra Konya’da her yıl yapılmakta olan Mevlana İhtifalle­rindeki SEMA Ayininde bu yer alış ve sonrası sergilenebilmektedir.)

Bütün tarikat ayinleri, Hz. Peygam­ber’e olan sevgi ve saygının ifadesi ola­rak, salâvat ile başlar. Mevlevi Ayininde bu ifade, ‘Na’t-ı Mevlana’ ile olur.

Hz. Mevlana’nın ‘Ya Habib ALLAH, ResuI-i Ha­lik-i yekta tuyi’ (Ey ALLAH’ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin) diye baş­layan ünlü na’tını, Türk Musikisinin dâhilerinden Mustafa Itri Efendi, Rast ma­kamında bestelemiştir. Bu şaheser; ‘Nat-ı Mevlana’ olarak iki asırdan fazla hem Mevlevihanelerde; hem de gerekti­ğinde başka tekkelerde okunmuştur.

Mustafa İtri’nin bu bestesi en tanınmış naat bestesidir ve Abdülhalim Çelebi (ö.1679) veya 2. Bostan Çelebi (ö.1705) tarafından, bir Çelebilik Makamı tavsiyesi olarak, bütün Mevlevihanelere ayinde ney taksiminden önce okunması bildirilmiştir.

Na’t olarak, bu beste ile başka güfteler okunduğu da olmuştur. Ayrıca, bu bestenin bitişi olan ‘Ya tabib-el kulub, Ya veliyyellah’ sözle­rinin yer aldığı terennüm bölümünde, çok usta birer icracı olan naat-hanlar gö­revinde bulunduğu zamanlarda böyle yaptığı anlatılmaktadır.

Mustafa Itri’nin bu beste­si, İstanbul Belediye Konservatuarı Tasnif Heyeti tarafından, Yenikapı Mevleviha­nesi kudümzenbaşısı bestekâr Ahmed Hüsameddin Dede’nin okuyuş tarzı esas alınarak notaya alınmış; Zekai-zade Hafız Ahmed Irsoy ve Rauf Yekta Bey, bu eserin unutulmasını önlemişlerdir. Mustafa Itri’nin bu bestesinden evvelki beste veya bestelerin İslam dünyasınca segâh makamındaki (tekbir) ile (salâvat)’ın besteleri onundur. Hz. Mevlana’nın, Hz. Peygamberi öven birçok gazellerinin, kaside tarzında doğaçlama olarak, okunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Mustafa Itri Dede’ye bir saygı nişanesi olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı nefis gazelin birinci ve beşinci kısmını buraya alıyoruz;

Büyük Itri’ye eskiler derler.

Bizim öz musikimizin piri

O kadar halkı, sevk edip yer yer

O şafak vaktinin cihangiri

Nice bayramların sabah erken

Göğü top sesleriyle gürlerken

Söylemiş saltanatlı Tekbir ‘i

Kıskanıp gizlemiş kaza ü kader

Belki binden ziyade bestesini

Bize mirası kaldı yirmi eser

Naat idir en mehibi en derini

Vakı’a Ney, Kudum gelince

Hızlanan Mevlevi SEMA ile

Yedi kat Arş’a çıkmış ayini

Şeyh Efendi yere yayılmış bulunan kırmızı makam postu’nun sağ yarım arkasına gelerek “Ela inne evliyaallahü la havfün aleyhim vela hüm yahzenun” ayetini okur ve posta geçer. Daha sonra sağ tarafına Semazen başı geçer geçmez hep birlikte yerle görüşülerek oturulurdu. Şeyh bu esnada gizlice bir dua okur ve ellerini mutad şekilde yüzüne sürer, mutrıptan güzel sesli hafız-ı Kur’an ayinhan ayağa kalkar, (Na’t-ı Serif) denilen nefis ve lahuti bir durak okurdu. O anda Buy-i Muhammedi kokusu tecelli eder, herkes salât-ü selam getirmeye başlardı.

Bu na’tin bestesi meşhur Itri Dede’nindir, türki darp usulünde ve rast makaminda bestelenmiştir mutehassısların teyit ettiklerine göre çok yüksek ve çok sanatlı bir musiki eseridir. Na’tin güftesi olarak, na’than, Mevlana’nın Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkındaki kaside ve gazellerinden herhangi birini intihap edebilirdi. Bu na’tın notasi İstanbul Belediyesi Konservatuarı tarafından büyük bir himmetle hazırlanıp bastırılan külliyatta vardır.

Naat’ın okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme bir kaç darbe vurur, halile ses verir, keman, tambur, kanun ve bütün sazlar birkaç saniyelik bir ihtizaz duyururdu. Müteakiben Neyzenbaşı’nın veya onun görevlendirdiği bir neyzenin ‘post taksimi’ adı verilen taksimi başlardı. Ney sesi ile birlikte meydana gül kokuları hissedilir. İzleyiciler bu güzel kokudan hayrette kalırlar.

Post taksiminde, okunacak ayinin makamını önce dem sesler denen pest perdelerde ve uzun süreli seslerle gösterip sonra meyan açarak ve az makam geçkisi yapıp vakur nağmelerle taksimi tamamlamak, gelenekleşmiş bir haldir. Taksim bittiğinde hiç ara verilmeden kudümzen başının kudüme ilk darbe vurması ile beraber peşrev çalınmaya başlanır. Bu ilk ‘zahme’ darbesiyle beraber Şeyh Efen­di ve Semazenler ellerini şiddetli bir şekil­de yere vurup ayağa kalkarlar. Buna ‘Darb-ı Celal’ denir. Neyzenler de aya­ğa kalkarak icraya katılırlar.

Ayağa kalkmış bulunan Semazenler hırkalarına çeki düzen verip; sağa doğru birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada Şeyh, kendi postundan halkanın merkezine doğru birkaç adım ilerler ‘niyaz edip’ selam vererek hazırunu selamlar, kendisi de aynı şekilde mukabele görürdü. Sonra Şeyh,  sağına doğru dönüp, peşrevin temposu­na da uygun bir şekilde, sağ ayağını atıp solu yanına çekerek, sonra solu ileri atıp sağı yanına çekerek yürümeye başlar.

Semahanenin kenarında yüzleri ortaya dönük durmakta olan Semazenlerden sağa dönüp aynı tarzda yürümeye başlarlar. Peşrevler hemen daima (dörtlük) darbelerle ölçülebilen usullerde bestelendikleri için, şeyhin adımları da bu darbelere tevafuk ederdi ve şeyh efendi ve bütün canlar sehven (İsm-i Celal) zikrederlerdi.  Şeyhin arkasındaki kişi (aşçıbaşı veya Semazenbaşı) postun önüne geldi­ğinde ayak mühürleyip niyaz eder ve hatt-ı istiva denen postun ucu ile kapı arasında çizili olduğu varsayılan ve Şeyh­ten başkasının basamayacağı çizginin sağ ayakla atlayıp solu da attıktan sonra, posta arkasını dönmeden, cephesini ge­liş yönüne çevirip yine ayak mühürleyip bekler. Bu sırada arkasındaki Semazen de postun önüne yaklaşmıştır. O da ayak mühürler ve postun önünde iki derviş birbirlerinin yüzüne, gözüne ve özellikle iki kaşın arasında olan hatt-ı istiva çizgisine bakarak ve hırkalarını içindeki sağ ellerini kalplerini götürerek selamlaşıp niyazlaşmış olurlar.

Postun sağındaki kişi arkasını Semahaneye dön­meden yine sağa dönerek yürümeye başladığında, kendisinden sonraki Semazen yine aynı tarzdaki hareketlere de­vam eder. Böylece herkes birbiriyle se­lamlaşmış olur ki buna ‘cemal seyri’ ve­ya ‘cemal cemale gelmek’ denilir.

Semahaneyi ikiye böldüğü kabul edilen hatt-ı istivaa post hizasındaki uzantısın­da gene ayak mühürlenip niyaz edilir; karşı karşıya geliş olmadan yürümeye devam edilir. Eğer, türbesi olan bir Semahanede ayin yapılıyorsa, türbenin ya­nından geçilirken de niyaz edilip selam verilir. Bunun yanı sıra eğer Şeyh Efendiden daha kıdemli bir kimse var ise ona da selam verilir.

Şeyh, birinci devirde postun önü­ne geldiğinde, karşısında kıdemsiz derviş bulunmaktadır. Onlarda birbiri ile selam­laşırlar ve ikinci, üçüncü devirlerde aynen böyle devam eder. Böylece herkesin üç defa Semahanenin etrafını devr-i dairevi devretmelerine veledi (Sultan Veled Devri) denilir. Mutrıb peşrev çalmaya devam ediyordur. Peşrev, yürüyüş sırasında bit­se bile tekrar başa dönülerek çalınmaya devam edilir.

Selam, insanın kendi kulluğunu idrak etmesidir. 1. (Şeriat) Selam, ALLAH’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifade eder. 2. (Tarikat) Selam bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir. 3. (Hakikat) Selam insanın yaratılıştaki vazifesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslam’da en yüce makam, kulluktur. 4. (Marifet) Selam; Marifet, ALLAH’ın manasını hissettikten sonra bu manayı Kur’an gibi sırlar içinde halka anlatabilmektir. Mutrıban bir Hafız Efendi tarafından Aşr-ı Şerif okunur. Sonra Şeyh Efendi Fatiha der.

Şeyhin sol tarafında uygun bir yerde ‘Duagu Dede’ (Duacı Dede) hırkasının kollarını giyip ileri geçer ve şeyhe doğru dönüp ellerini açarak özel okuyuş tarzı ile yüzü şeyhe dönük olduğu halde, yüksek sesle ve vakur bir eda ile (Semazenbaşı yahut tarikatçı dede, diğer tekkelerde aşçıbaşı yahut da bu hizmetle muvazzaf duacı dede), Post duası’nı okurdu.

Mukabele meydanında mukabeleye duran kalplerdir.

Sufi geleneği öğretisi üzerine mukabelenin Hikmet ve Sırları.

Semahaneye önce mutrip heyeti sağ ayakla girer. Semahanedeki makam postuna niyaz eder, kendi mevkilerine geçerler. Semahane maydanı denilen yer nefisle muharebe halinde olduğundan sanki bir muharebe meydanındadır. Nitekim Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cihattan avdet buyurdukları vakit “Biz küçük cihattan büyük cihada avdet ettik.[15] buyurdular.

 Mutrip heyetinin elindeki aletler, sancaklar, teberler, topuzlar, kılıçlar ve bir arada ilahiler, naatlar, tevşihler okuyan zakirlerin birer asker sayılan semazenlerin semanın nefisle savaş olduğunu buyuran Hz. Mevlana’nın nefis muharebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları hep insanın Allah’a ve Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  olan aşkının yol alması içindir. Bu ilahi nağmeler, sesler, sözler ile bakınız bunlarla Allah diyoruz.

Mutrip heyetine müteakip semazenbaşı ve semazenler elleri sinelerinde semahanedeki yerlerine geçerken makam postuna niyaz edip yerlerine geçerek ihtiram vaziyetinde şeyh efendiyi beklerler.

En sonunda Allah’ın halifesi olan Şeyh-i kâmil teşrif buyururlar. Cümle kapısı önünde hazirunu selamlar, post makamına doğru yürürler. O arada gönlü yanık, içinde hicran ırmakları çağlayan, ruhuyla makamın sırrı arasında gidip gelen Meydan-ı Şerif’teki postun sağ tarafına gelip Şeyh efendi “Ela inne evliyaallahi la havfün aleyhim velahüm yahzenun” ayet-i kerimesini okuyarak hazirunu selamlarlar. Hep birlikte hazirunu selamlayıp yerle görüşürler. Şeyh Efendi o esnada gizlice bir dua okur ve ellerini mutad bir şekilde yüzüne sürer.    Allah’ın halifesi olan Şeyhi kâmil ilm, aşk, sevgi ve muhabbet ağacının altında hal lisanı ile oturulmasını işaret buyurur.

 Rüsuhi Dede’ye göre mukabele icra eden­ler cennet ehli, mukabele meydanı cen­net arzı misalidir. Şeyh Efendi mutriptan güzel sesli bir hafız efendiye naat-ı şerif-i okumasını işaret buyurur. Hafız efendi Naa’tı ayakta okur.

  Naat-ı Şerif’ ile başlar. Naat-i Peygamberi kâinatın yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i öven, Hz. Mevla­na’nın bir şiiridir. 17. Yüzyıl bestekârlarından ‘Itri’ adıyla tanınan Buhürizade Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelenen ‘Ya Habib ALLAH, ResuI-i Ha­lik-i yekta tuyi’ (Ey ALLAH’ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin) diye başlayan bu naati, naathan ayakta ve sessiz okur. Bu edeb anlatır.

  Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyet ile selam verin.[16]

  Ahirette bana en yakın olan, bana çok Salât-ü Selam getirendir

 

  Bütün hazirun Salâvat-ı şerife getirirerek ruh-u rasulullahı selamlar. O anda öyle bir buy-i Muhammedi tecelli eder ki herkes hayrette kalır. Dünyada bir ruh-u Muhammedi ve buy-i Muhammedi vardır. Bütün güzel kokular buy-i Muhammedi’den zuhur etmektedir.

  Naat’ın okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme bir kaç darbe vurur, halile ses verir, keman, tambur, kanun ve bütün sazlar birkaç saniyelik bir ihtizaz duyururdu. Müteakiben Neyzenbaşı’ nın veya onun görevlendirdiği bir neyzenin ‘post taksimi’ adı verilen taksimi başlardı. Ney sesi ile birlikte hazirûn meşrebine, ameline ve tabii ki Hz. Peygamber’imiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) besledikleri muhabbete göre buy-i Muhammedî’den istifade ederler.

Naati, kudüm darbları izler. Bu yüce yaratıcının kâinata “ol “ emridir. İslam inanı­şına göre ALLAH, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Naatden sonra yapılan ney taksimi işte bu ilahi nefesi temsil eder.

  Sema’ya ney taksimi ile başlanır. Peki, ‘ney’in tasavvufi dilde manası nedir?

  Ney, kâmil insandır, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) manasını aksettirir. Adeta Hz. Mevlana anlatılmaktadır. Kamil insan, Hz. Mevlana’nın dediği gibi: “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.” diyendir.

  Ney misali ruhlar âleminden yani sazlıktan ko­parılmış dünyaya gelerek, aşırı arzu ve isteklerinden arınması için içi oyulmuş, sonra üzerine her musiki namesindeki meşrebi anlatan in­sanların sesini verebilmesi için delikler açılmış (bu yüzden kâmil in­sana ters gelen bir ses ve söz olamaz, her notanın sahibidir o) ve ken­disine ait hiçbir sesi kalmayana dek fırında yakılarak (ALLAH aşkı ile yanarak) sadece üfleyenin sesini veren bir musiki aleti olmuştur.

Bu yüzden ney kendine ait bir isteği ve arzusu olmayan ALLAH’ın sesini veren kâmil insanın sembolüdür. “Benim Habibim nefsinin hevesle­rinden ve arzularından söylemez. O’nun sözleri benim vahyimdir”.[17]

Rüsuhi Dede’ye göre mukabele icra eden­ler cennet ehli, mukabele meydanı cen­net arzı misalidir.

Ayette cennet ehli hak­kında şöyle buyurulur: “Biz onların kalp­lerinden kin ve hasedi söküp çıkardık. Onlar birbirlerinin kardeşleri olarak kar­şılıklı şekilde (mukabil) döşeklerinde (postlarında) otururlar.[18]  Süh­reverdi ayetin tefsirinde der ki: “Mukabe­le, gizli ve aşikâr her şeyin karşılıklı bir­birini yansıtır mahiyette eşit seviyede olmasıdır. Kardeşine karşı kalbinde kin barındıran kimse, her ne kadar yüzü onun yüzünün karşısında olsa da karde­şinin mukabili değildir.” Mukabele, iki kimsenin her türlü nefsanî kötülükleri def ederek birbirleriyle yüz yüze gelme­leridir. Yüz yüze gelen baş yüzleri değil kalplerdir (vech). Zira iman eden kalptir ve “mümin mümin aynasıdır[19] hadisince kalp diğer bir kalbi yansıtan ayna mesa­besindedir. Gıll u gişdan tezkiye edilmiş kalpler cilalanmış aynalar misalidir ki, mukabeleye katılanlar birbirlerine muka­bil olan kalp aynalarında tevhid sırlarını müşahede etmek üzere cennet arzında otururlar. Mukabele kelimesindeki asıl sır budur ve mukabeleden maksat bu sırrı iyan etmektir.

Mevlevi mukabelesindeki selamlar Hakk’ın Selam isminin tecellileridir. Şeyh Sadreddin Konevi Selam isminin şerhinde der ki: “her bir mertebenin Se­lam isminden payı vardır” Her bir dev­rin de Selam isminden hissesi vardır. Hak her üç selamda onlara Selam ismiyle tecellide bulunduğunda, Varlığın başlan­gıcından nihayetine kadarki mertebeleri devr ve seyr ederler. İlk iki selamda ilme’l­yakin ve ayne’l-yakin seviyesindedirler. Hak Selam isminin lisanıyla bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle seslenir ve onlar da işitirler SEMA: Hal lisanı ile “Kullarım selam sizin üzerinize olsun (selamun aleykum). Yakin bilginiz şüphe ve gizli şirk karanlığından kurtuldu. Mertebeleri ve hakikatleri yakin gözü­nüzle müşahede ettiniz. Biliniz ki, sela­met benim Selam ismimin tecellisindedir

ALLAH’ın bilinmesi üzerimize farz olan Sıfat-ı Subutiyyeleri:

1-Hayat; ALLAH Teâlâ diridir. Bütün mahlûkatı yaratan odur.

2-İlim; ALLAH Teâlâ’nın ilmi vardır, her şeyi bilen odur.

3-Semi; ALLAH Teâlâ işiticidir, her şeyi işitir.

4-Basar; ALLAH Teâlâ görücüdür, her şeyi görür.

5-İrade; ALLAH Teâlâ’nın iradesi, dilemesi vardır.

6-Kudret; ALLAH Teâlâ’nın her şeye gücü yeter.

7-Kelam; ALLAH Teâlâ söz sahibidir.

8-Tekvin; ALLAH Teâlâ her şeyi yaratandır. Ondan başka yaratıcı yoktur.

Birinci Devir:

  SEMAZENLERİN SEMAYA HAZIRLIK

 

Sultan Veled devrinden ayin sonuna kadar her­kes, sessizce ALLAH ismini (ism-i Celal) zikretmektedir.

Sultan Veled devri SEMA mukabele, mukabele meydanındaki Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil’in, dünyadaki varlık ağacı olan Tuğba ağacının gölgesinde gölgelenen Semazenlere, ölüm öncesi sur sesiyle dirilmeye ihtiyari ölümden, benlikten, görece varlıktan sıyrıldıktan sonra gerçek varlıkta hayat bulmaya yönelmenin simgesidir. Hakkın halifesi olan Şeyh-i Kâmil de içinde hicran ırmakları çağlayan yanık gönlü ile ruhuyla o makamın sırrı arasında gidip gelen Ruh-u Muhammedi’nin kokusu tecelli eder. İsm-i Celal sırrını Cemal aynasında seyrettirme gayreti içerisindedir.  

Bu ölüm aşırı istek ve arzulardan sıyrılarak her şeyden malum olma derecesine ulaşmak, böylece dünyadaki cenneti bularak ALLAH’ın huzurunda olmak cennette sabit kalmaktır. Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş hali neyin verdiği sur sesiyle başlar. Neydeki musiki ahengi bir anda insanların bedenlerini dalga dalga sarar.

Sur’a üflendiği gün , - Allahın diledikleri müstesna -, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olaraktan O’na gelirler.[20]

  ALLAH’ın Hayat Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlara lisan-ı hal ile ve Hakkın halifesi olan Şeyh Efendi ve Allah’ın vitrini olan Semazenler içlerinden “ALLAHdiyerek ellerini kuvvetle yere vurarak darb-ı celal ile ayağa kalkarlar. Devr-i Veledi’ye başlamak üzere ölümden önce sur sesiyle dirilmeye ihtiyari ölümden, benlikten ve görece varlıktan sıyrıldıktan sonra gerçek varlıkta hayat bulmaya yönelmenin simgesidir. Bu ölüm aşırı istek ve arzulardan sıyrılarak her şeyden memnun olma derecesine ulaşmak, böylece dünyada cenneti bularak, ALLAH’ın huzurunda olmak, cennette sabit kalmaktır.

Dünyadaki sur sesini temsil eden ney sesini işiten şaşkın bakışlar içerisindeki semazenlere Allah’ın halifesi olan Mürşid-i Kamil hal lisanı ile soruyor: “Yolcu nereye gidiyorsun?”

Yolcu bu hitabı duyar, titrer ve hal lisanı ile der ki: “Şefaat-i Peygamberiye Meydanına yürümek istiyorum.” Semazen, kendinden daha üstün bir varlığın ona hükmettiğini hissederek Mürşidin izini takip eder. İmanda derinleşerek, varlığının kendi hiçliğini idrak eder. Allah da onu sever, hadis-i kudside denildiği gibi; “Kul nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşınca Cenab-ı Hak sevgisini başlatır.” [21]Böylece kulun zahir ve batını hakkın nuru ile boyanır, onunla işitir, onunla görür, onunla konuşur. Beşerin insan olma ve sırat-ı müstakim caddesine giriş anıdır bu. Allah’ın da ondan emrettiği andır. İşte sema bu makamların tamamlanışını anlatır. O anı izleyen aşıkan da o nurları müşahede edebilir.

Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş hali sur sesiyle başlar. Birinci devrin devamında şeyh-i kâmil Hakk’ın Selam isminin mertebesinin hükmünce tecellisini lisan-ı halle söz ten­nuresine giydirir. Mertebesinin gerektirdiği üze­re Hakk’ın Halifesi Şeyh-i Kamil, duasıyla ALLAH’ın İlmel Yakın Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhları selamlar.

ALLAH ilim dairesi içindeki ilminizi artırsın. Bizi devir ve seyr ettirdiği için ALLAHa hamdederiz.

“Allah (c.c.) melekleri, semavat ehli; deliğindeki karıncaya, denizdeki karıncaya varıncaya kadar arz ehli halka ilmi ve hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur.”[22]

İkinci Devir:

Sultan Veled devri (dairevi devri) ikinci bölümünde SEMA mukabelesinde, mukabele meydanında mukabele eden ruhlara, Hakk’ın Halifesi Şeyh-i Kamil hal lisanıyla seslenir, suretten manaya muvafık olmaları için dua eder.

Suretten manaya intikal artarak devam eder. Bu itibarla ikinci devirde daha bir iştiyak, yanış, VECD ve inkişaf vardır. İkinci devrin mertebesi ayne’l-yakin mertebesidir. Devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kâmil, mertebenin gerektirdiği üze­re Hakk’ın Selam isminin mertebesinin hükmünce tecellisini lisan-ı halle söz ten­nuresine giydirir:

Ey aşk yolunda seyre­den; ALLAH’ın Semi Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı üzerinize olsun. ALLAH kulaklarınızdan perdeyi kaldırsın ki, devrin ve hakiki merkezin sırlarını işitesiniz.

Üçüncü Devir:

                                     

Sultan Veled dairevi devrinin üçüncü bölümünde SEMA mukabelesinde, mekabele meydanındaki Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil’in duasının sırrıyla suretten manaya intikal artarak devam eder.

Bu itibarla üçüncü devirde daha bir iştiyak, yanış, VECD ve inkişaf vardır. Üçüncü devrin mertebesi hakk’al-yakin mertebesidir. Devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kâmil, mertebenin gerektirdiği üze­re Hakk’ın Selam isminin mertebesinin hükmünce tecellisini lisan-ı halle söz ten­nuresine giydirir:

Ey aşk yolunda seyre­den ALLAH’ın Basar Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar; ALLAH’ın selamı üzerine olsun. ALLAH basiret gözünüzden perdeyi kaldırsın ki, devrin ve hakiki merkezin sırlarını göresiniz.

Devrin sonundaki Semazen, şeyhi beklemeden selamını ve­rip yürümeye devam eder. Onun sırada­ki yerini alması ile beraber şeyh de pos­tuna geçmiş olur. Bu anda kudümzen­başı peşrev çalmaya son verilmesini işa­ret etmek için kudüme hızlıca birkaç de­fa vurur ve sadece makamı gösteren bir iki cümlelik çok kısa bir ney taksimi yapı­lır.

Sultan Veled Devri sona erince herkes yine halka halinde ayakta ve yüzleri halka merkezine müteveccih bir vaziyet alır. Şeyh yalnız başına merkeze doğru hazırunu selamlar, postuna döner, tekrar hep birlikte karşılıklı mukabele olurdu; solunda duran Semazenbaşı şeyhin önüne gelip niyaz eder ve şeyhle görüşerek postun sağına geçer ve şeyhe doğru vaziyet alırdı, SEMA’ya destur için niyaz vaziyeti alırdı.

Sultan Veled Devri ile Ney taksiminin bitiminde, ayinhan denen mutrıbdaki okuyucular, yine saz refakatinde, ayini okumaya başlarlar.

Semazen üzerindeki siyah hırkayı (yokluk) çıkararak, sembolik ola­rak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakamını temsil eder. Böylece ALLAH’ın birliğine şahadet eder. Semazenler ALLAH’ın Halifesi olan Şeyh-i Kamil’e niyaz ederler.

Elleri sinelerinde, şeyhi tazim edip, zahir âlem olan sağ tarafa geçip zuhur etmeden önce kendi istidatlarınca izin isterler. Hakk’ın kaim­i makamı olan şeyh-i kâmilden izin alan semazenbaşı şeyhin sağ gerisine doğru çekilir ve ayak işaretiyle Semazenleri SEMA’ya girmeye yönlendirir. 

SEMA, her birine ‘selam’ adı verilen dört bölümden oluşur ve Semazenbaşı tarafından idare edi­lir. Semazenbaşı, Semazenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizamı temin eder.

Şeyh, postun önüne doğru üç adım atarak ileri çıkar ve niyaz eder, herkes de niyaz eder. Şeyh, sağ eli üstte olarak elle­rini kavuşturmuş durumda dururken, Semazenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek onun sikkesini öper.

Semazenbaşının sağ aya­ğını geriye çekerek veya ileri atarak ver­diği işarete göre SEMA’ya girecekler tek tek şeyh efendiye doğru sırayla yürüyerek niyaz vaziyetini bozmaksızın şeyhin postunun önüne gelip niyaz edip şeyh efendinin elini öper. Şeyh efendi onların sikkesini öper postun sağına geçerekten üç adım ilerledikten sonra SEMA’ya başlarlar ve kol açarak dairevi devre başlar arkadan gelen Semazenler de peşleri sıra aynı suretle hareket ederler.

 Semazen, ya ortaya ve­ya kenara doğru üç adımda yürüyüp SEMA’a başlar. Omuzları tutmakta olan el­ler yavaşça aşağıya indirilip, elin dışı vü­cuda ve sikkeye temas ettirilip omuz hi­zasından yukarı kadar kaldırılır ve sağ el yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde SEMA’ya başlar.

Semazenin başı hafifçe 25 derece sağa eğik, yüzü biraz sola dönük, gözleri ufuk çizgisi olan sol elin başparmağına kısık bir şekilde bakar durumdadır. SEMA sırasında baş hareketlerinden kaçınmakta, ense ve boyun adeleleriyle baş desteklenmektedir. Semazen bu dua haliyle öksüzlüğünü temsil eder. ALLAH (c.c.)  öksüzlerin duasını kabul edeceğini buyuruyor. Bu şekilde son Semazen de SEMA’a girdikten sonra, Semazenbaşı şeyhe niyaz edip, SEMA’ı idare etmek üze­re Semahanede hal ve hareketlerini izlemeye başlar. Şeyh de postun gerisine çekilip, kıyamda dura­rak SEMA’ı izler.

Birinci Selam:

SEMA Mukabele Meydanı Varlık dairesi, Şeyh-i Kâmil Varlık dairesinin başlangıç noktası, Semazenler bu nok­tadan zuhur eden ruhlar mesabesindedir.

 Mukabele meydanında Şeyh-i Kâmilin post makamı, başlangıç noktası misalindedir. Bu noktanın soluna düşen taraf batın âlemin numunesidir. Semazen fukara, bu taraftan zuhura müsta’id olmuş yani hazır hale gelmiş mücerred ruhlar gibi hareketsiz bir halde, Varlık dairesinin başlangıç noktasını simgeleyen şeyh-i kâmile yaklaşırlar.

Semazenler sağ taraftaki yarım dairede Varlık merkezi üzere deveran etmeye başlarlar. Şeyh-i kâmil sağ tarafa geçip zuhur etmek isteyen âşık ruha hal lisanıyla şöyle der: “Kendi Varlık merkezinde deveran et ve kendi meşrebinde amelde bulun” Bunu işiten Semazen ise yine hal lisanıyla cevap verir: “Emrini işittik ve itaat ettik. Kendi sabit ayn’ımıza göre devre başladık. İşte hakikatimiz ve meşrebimiz olan Varlık merkezimizin etrafında hareket ediyoruz” der. Semazenlerin kanat açması ile meydan-ı şerif adeta bir gül bahçesine dönerek güzel kokular saçar. Bu güzel kokular, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) e olan muhabbet nispetinde, amelince ve meşrebince hissedilir.

Ayin bestesinin birinci selamında, beste usulünün değişikliğinden Selam başında, herkes bulunduğu yerde yüzleri ‘Kutup­hane’ denen Semahanenin merkezine gelecek şekilde durup, niyaz vaziyetinde selam verirler: Essalamu aleyke ya ehli şeriat”.

Devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil, postun önüne doğru üç adım ilerleyip “ve aleykümselâm eylel şeriat Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle,

Ey aşk yolunda seyredenler; ALLAH’ın İrade Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı üzerinize olsun” der.

Yi­ne herkes selamlaşır. Şeyh, sessizce se­lam duasını yapıp yine postun gerisine geçtiğinde tekrar beraberce selamlaşırlar.

Şeyh Efendi’nin üç adım ileri çıkmasına Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh Hazretlerinin getirdiği yorum şöyledir:

Münazele, sufiye ıstılahında kulun ken­di varlığından fena makamına inmesi, Hakk’ın selam ve rahmetiyle abdiyyet (kulluk) makamına yakınlaşmasıdır. Nite­kim kutsi hadislerde “Bana bir adım yaklaşana ben bir arşın boyu yaklaşırım[23], “Gecenin yarısı veya üçte biri geçtiğinde ALLAH dün­ya semasına iner ve “Yok mu beni davet eden davetine icabet edeyim!” der” buyrulmaktadır. Âşık kendi mertebesinden çıkıp Hakk’a yani hakikatin merkezine yöneldiğinde, Hak da İzzet ve istiğna mer­tebesinden inip Aşıka yaklaşır. İşte bu münazeledir (karşılıklı iniş).

İkinci Selam:

Selamın ikinci bölümü Semazenbaşı ve Semazenler yine birinci selamdaki gibi SEMA’a girerler. Yalnız, el ve sikke öpmezler. İkinci selam denen bölüm böylece devam ederken Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil postuna çekilip lisan-ı hal ile

Ey âşık ruhlar olup-biten her şey insanın ve âlemin yaratılışı ile insanın Hakk’a dönüş kavsinin resmedilmesidir.” Der.

Sufi büyükler derler ki, varlık dairevidir (vücud-i devriye). Mesela Hakk’ın Zat’ı olan Zat-ı ahadiyyet bir nokta gibi tahayyül olunursa, bu âlem ve insan noktadan sudur eden dairenin çizgilerini temsil ederler.

Varlık dairesinin merkezindeki noktanın sağ tarafı zahir âlem, sol tarafı batın âlemdir. Merkezin mukabilinde ise insan mertebesi yer alır. Âlem ve in­san, Zat noktasının tecellisinden zuhura gelip, Varlık dairesi üzere seyr-ü süluk kılar.

İlk yaratılış mebde’i gibi me’ad da bize aittir[24] ayetinin ma­nasınca, “her şey aslına döner” hükmün­ce ve “dönüş O’nadır” gerçeği uyarınca insan, asli madenine ve ayrıldığı nokta canibine dolana dolana varacaktır.

Varlık dairesinin çemberinde insanlar sefer et­mekle birlikte, mebde (başlangıç) ve me’ad (bitiş) kavsini çizdiklerinin farkında, seyr-ü sefer menzilleri bilgi­sinden bigânedir. Ancak bu kısım insan­ların, batın tarafından kalp ve ruh merte­belerini kat edip, seyr-ü sülük kıldıktan sonra hakiki başlangıç noktalarını bulma imkânları vardır. İmkânı tahakkuk ettirdikle­rinde Hak, onlara Selam ismiyle tecelli eder ve ismin diliyle onlara selamda bu­lunur:

Kullarım selam sizin üzerinize olsun (selamun aleykum). Artık bilginiz şüphelerden salim oldu ve idrakleriniz nihai derecelere ulaştı[25].

Selam ismiyle tecelli eden Hakk’ı kullar ilm-el yakin, ayn-el yakin ve hakk-el yakin derecelerinde bilirler ve müşahede ederler. Böylece bazı nebi ve velilerin önceden bildiği meratib bilgisini, seyr-ü süluk sonunda Hakk’ın Selam ismi tecellisine mazhar ol­dukları halde tahsil ederler.

Bes­tedeki usul değişikliği ile  esselamın aleykum ehlel tarikat” diye selama dururlar.

Devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan şeyh üç adım ileri çıkarak “ve aleykümselâm eylel tarikat Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle,

Ey aşk yolunda seyredenler; ALLAH’ın Kudret Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı üzerinize olsun. Aşkınız ziyade olsun” der.

Üçüncü Selam:

Semazenler üçüncü devirde istidad ve kabiliyetlerine göre tam bir istiğrak haline geçerler. Üçüncü selam denen bölümde, Semazenlerin SEMA’sı böylece VECD halinde devam eder.

Bu bölüm ‘‘Nereye yönelirseniz yönelin, ALLAH’ın vechiyle karşı karşıya gelirsiniz[26] sırrının zuhur ettiği devirdir. Bu sır mutlak bir sır olup, Semazenlerin istidadına göre kay­da girer. Bazılarında ilm-el yakin, bazıların­da ayn-el yakin bazılarında ise hakk-el yakin şeklinde yüz gösterir.

Hak selam isminin lisanîyle bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle seslenir ve onlarda işitirler ‘‘SEMA eden kullarım selam sizin üzerinize olsun. Yakın bilginiz şüphe ve şirk karanlığından kurtuldu, mertebeleri ve hakikatleri kendi gözünüzle müşahede ettiniz. Biliniz ki selamet benim selam ismimin tecellisindedir.

Devrin sonun­da da Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil selama mübadere eder ve kulluk makamının numunesine gelip üçüncü selamı tebliğ eder:

Ey âşıklar ve arifler ALLAH’ın selamı üzerinize olsun. Devirleriniz tamamlandı. ALLAH sizleri yakin hakikatine, kendisini müşahedeye selametle eriştirsin

Yine bes­tedeki usul değişikliği ile lisanı hal ile “esselamu aleykum ehlel hakikat” diye selama dururlar, devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh–İ Kamil üç adım ileri çıkarak kulluk makamına “ve aleykümselâm ehlel hakikat” der ve Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle, ey aşk yolunda seyredenler;

ALLAH’ın Kelam Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar ALLAH’ın selamı üzerinize olsun” der.

Hak selam isminin lisanîyle bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle seslenir ve onlarda işitirler:

Kullarım sizlere nispet edilen varlık kayıtlarından azad oldunuz. Varlığınızı terk edip varlık buldunuz. Selam isminin üzerinize tecellisiyle müşahede selametine erdiniz. Artık hakk - al yakın nazar ediniz. Daire, devir ve medarı nasıl göreceksiniz?

Dördüncü Selam

Dördüncü Selamda Semazenler, Semahanenin ortasına girmezler ve meydana sıralanarak SEMA ederler; orta yer boş bırakılır. Son Semazenin de SEMA girmesinden sonra, hepsi direk tutarak SEMA ederler.

Semazenbaşı şeyhe niyaz edip Semazenleri de yerleştirdikten sonra Şeyhin solundaki yerine geçer ve o da post SEMA’a başlar.

Şeyh ise postundan öne ilerleyip niyaz eder ve o da SEMA’a girer. Şeyh, sol eli ile hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ ile yakasından tutarak Hz. Mevlana’nın SEMA yapışını temsil eder, hırkanın göğüs kısmını sağ tarafa doğru hafifçe açarak, kalbini bütün insanlara açtığını temsil ederek SEMA eder. Başı, Semazenler gibi, hafifçe sağa omzuna yaslanmış ve sol cihetine nazar ederekten İsm-i Celal enerjisini hazıruna ulaştırma gayreti içerisinde olur. Hatt-ı istiva üzerinden adım atarak ve SEMA ederek Semahanenin merkezine kadar gelir. O da orada direk tutar. Bu tarz yaka tutarak ve ağır tempo ile olan SEMA’a ‘post SEMA’ı denir.

Perdesiz tecelliler, yıldızlar, ay, güneş bir bak hepsi ona yönelmiş ayan beyan sema halinde. Bir bakışta hepsi bunların satın alınabilir, senden beklenen yalnızca Halik’ına bir hamd’dir. Sema ehli ve arz ehline katımızdan ilim, hikmet, tefekkür verdik. Verdiklerimizi görürsünüz üzerlerinde.

  Bütün varlıklar insan içindir, insanın istifadesine arz olunmuş­tur. Ve Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “İnsan bir incidir.” varlık âleminin kolyesindeki en müstesna inci. SEMA’da merkezde kâmil insa­nın oluşu ve diğerlerinin ona benzemek amacıyla etrafında dönüşü bu yüzdendir. Hz. Ali’nin: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür.” sözü insanların ku­lağına küpe olmalıdır.

Ayin bestesinin dördüncü selamının sözlü kısmı bittiğinde sazlar hemen saz semaisine ve takiben son peşreve girerler. Eğer Niyaz İlahisi denen Segâh makamındaki eser icra edilecekse, semai yerine sazlardan biri Segâh’a geçiş taksimi yapar ve ilahiye girilir. Saz semaisi veya Niyaz’ın bitmesi ile son taksim başlar.

Semazenbaşı da bulunduğu yerde post SEMA’ı yapar. Dördüncü selam denen bölüm böylece devam eder ve yine bes­tedeki usul değişikliği ve lisanı hal ile “esselamun aleykum ehlel marifet” diye Semazenler selama dururlar, devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil kutup makamından Lafza-ı Celal nurunu Cemal aynasından seyrettirme gayreti içerisinde olur. Taksimin başlaması ile kutuphanede direkt tutmakta olan Şeyh, yavaş yavaş postuna doğru gitmeye başlar.

Şeyh-i Kamil “ve aleykümselâm ehlel marifet” Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle,

Ey aşk yolunda seyredenler ALLAH’ın selamı üzerinize olsun.

ALLAH’ın Tekvin Sıfatıyla yaratılmış âşık ruhlar ALLAH’ın selamı üzerinize olsun” der. Hz. Pir’in fiilleriyle mutabakat arz eder, dolayısıyla rivayetteki mana ile devrandaki sırlar şu selamda bir araya getirilir ki her şey cemi bir selamdır.

Hakkın halifesi olan Şeyh-i Kâmil de içinde hicran ırmakları çağlayan yanık gönlü ile Hakkın hitabını işitince vücut iklimi adeta titreyerek ruhuyla makamın sırrı arasında gidip gelerek postuna yürür. Hz. Pir-i Mevlana’ya ve Ehl-i Beyte rabıta yaparak Habibullah’a selat ü selam getirir.

Şeyh posta vardığında taksim bitirilir ve hemen tiz perdeden olmak üzere mutrıbta görevli hafız efendi tarafından Kur’an okunmaya başlanır. Bu anda herkes olduğu yerde niyaz edip, yer öperek bulunduğu yere oturur. Eller omuzlarda ve baş öne eğiktir. Görevli dervişler, hırkalarını üzerine koyduklarında normal oturma hali alınarak, Kur’an dinlenir.

Dest-i Kudreti Rahman ve Rahim olan besmelede üç isim vardır ki birisi İsm-i Celali, birisi Rahmanlığı ve Rahim nurunun hitabıyla Allahüazimüşşanın “Ey âşık ruhlar, dinleyin kelamımı!” hitabını duyan bütün canlar adeta hareketsiz kalıp dünyadaki cennetin varlık ağacı olan Tuba ağacının altında oturur gibi gölgelenirler. Allah’ın kelamını huşu içerisinde dinlerler. İsm-i Celal nurunu cemal aynasından seyredenler Allah ve Peygamber sevdalılarıdır.

Hadis-i Peygamberi’de “Cennet bahçelerinden birine rastla­dığınızda, onun gölgesinde oturunuz ve meyvelerinden yiyiniz. Dünyada ilim ve zikir ehlinden birisiyle karşılaşırsanız, işte o söz konusu cennet ağaçlarından biri­dir.[27] buyrulmuştur.

Cennet ağacı misali olan Şeyh-i Kâmilin varlık ağacından olan dört nehir fışkırır.

1—Sudan nehir ki bu ilimdir,

2—Baldan nehir ki bu marifet’tir,

3—Sütten nehir ki bu ruhani zevktir,

4—Şaraptan nehir ki bu da aşk’tır.

Marifet meyvelerinden yiyen Semazenler, bu nehirlerden içtikten sonra artık SEMA’dan lezzetlenmeyi talep ederler.

Kur’an okunması bittikten sonra şeyh, “Fatiha” der.

 Şeyhin sol tarafında uygun bir yerde ‘Duagu Dede’ (Duacı Dede) hırkasının kollarını giyip ileri geçer ve şeyhe doğru dönüp ellerini açarak özel okuyuş tarzı ile yüzü şeyhe dönük olduğu halde, yüksek sesle ve vakur bir eda ile (Semazenbaşı yahut tarikatçı dede, diğer tekkelerde aşçıbaşı yahut da bu hizmetle muvazzaf duacı dede), Post duası’nı okurdu. Bu dua şöyledir:

POST DUASI

“Bârekâllâh ve berekât-ı Kelâmullâhrâ ukala-i millet Ra. Semârâ, safârâ, vefârâ, vecd-ü hâlât-ı merdan-ı Hudârâ. Evvel azamet-i büzürgî-i Hudâ ve risâlât-ı rûh-ı pâk-i Hazret-i Muhammed Mustafârâ. Ve Çehâr yâr-ı güzîn-i Hazret-i Habîbullâhrâ. Aşere-i mübeşşire ve Âl-i evlad ve ezvac-ı tahirat ra.  Ve Hazret-i İmam Hasen-i Alî ve Hazret-i İmâm Huseyn-i Velî ve Şühedâ-yı deşt-i Kerbelârâ. Ve evliyâ-yi âgâh ve ârifân-ı billâh alelhusûs Hazret-i Sultânel-ulemâ ve Hazret-i Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî; kutbül-âşıkıyn, gavsül-vâsılîn Hazret-i Hudâvendgârrâ. Ve Hazret-i Şeyh Şemsüddîn-i Tebrîzî ve Çelebi Husâmüddîn ve Şeyh Salâhuddîn Zer-kûb-ı Konevi ve Şeyh Kerîmüddîn, Sultan-ibn-i Sultân Hazret-i Sultan Veled Efendi ve Valide-i Sultânrâ. Ve Hazret-i Ulu Ârif Efendi ve Âbid Efendi ve Vâcid Efendi ve Bahâaddîn Âlim Efendi ve Mazhareddîn Âdil Efendi ve Muhammed Âlim Efendi ve Ârif Efendi ve Pir Âdil Efendi Cemaleddin Efendi ve Hüsrev Efendi ve Ferruh Efendi ve Sultan-ı Divani Muhammed Efendi ve Bostan Efendi ve Ebu bekr Efendi ve Arif Efendi ve Pir Huseyn Efendi ve Abdülhalim Efendi ve Hacı Bostan Efendi ve Muhammed Sadreddin Efendi ve Muhammed Arif Efendi ve Hacı Ebubekir Efendi ve El-Hac Muhammed Efendi ve Muhammed Said Efendi ve Sadreddin Efendi ve Fahreddin Efendi ve Mustafa Satvet Efendi ve Abdülvahid Efendi râ. Ve sair çelebiyân-ı hulefâ ve meşayih-i fukarâ-yı mâzirâ. Ve mezîd-i hayât-ı çelebiyân-ı hulefâ ve meşâyih-i fukarâ-yı bâkıyr. Ve alel-husûs pîşevâ-yı erbâb-ı tarîkat ve cedd-i büzürgvâr-ı hakıykat selâmet-i Hazret-i Çelebi Efendîrâ. Ve devâm-ı ömr-ü devlet-i pâdşâh-ı dîn-i İslâm ve selâmet-i şehzâdgân-ı cüvân-bahtânrâ. Ve selâmet-i vezir-i â’zam ve şeyhulİslâm Efendîrâ. Ve selâmet-i vüzerâ-yı ızâm ve ulemâ-yı kirâm ve meşâyih-i zevil-ihtirâmrâ. Ve mansûr-u muzaffer şüden-ı asâkir-i dîn-i İslâm ve makhûr-u münhezim şüden-i a’dâ-yı din-i duzâh-encâmrâ. Ve selâmet-i huccâc-ı Beyt-ullâhrâ. Ve rûh-ı revân-ı bâni-i in dergâh (Burada tekkenin kurucusuyla o zamana dek şeyhlik edenler anılırdı) dede efendîrâ. Ve safâ-yı vakt-i dervîşân, hâzırân, gaaibân, dostân, muhibbân, ez şark-ı âlem tâ be garb-i âlem ervâh-ı güzeştegân-ı kâffe-i ehl-i îmânrâ. Ve rızâ-yı Hudârâ Fatihât-ül-kitâb berhânîm azîzân.”

Sıra, bilfiil çelebi efendilikte bulunan zata ge­lince

ve selamet-i kaim-i makam-i ced-di büzrükvar-i ha­kikat Hazret-i Çelebi Efendi Radenildikten sonra, mukabele yapılan tekkenin geçmişteki şeyhleri anılır ve bilfiil şeyhlikte bulunan zat için de ve selamet-i hadim-i in dergâh Dede Efendi Radiye dua edilir.

Fatiha okunduktan sonra duacı dede, şunları okur:

“Azamet-i Hudârâ tekbîr: Allâhu ekber Allâhu ekber Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber Allâhu ekber ve lillâhil hamd. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasûlallâh. Assalâtu vesselâmu aleyke ya Habîballâh. Assalâtu vesselâmu aleyke ya nûre arşillâh. Assalâtu vesselâmu aleyke ya seyyîdelevvelîne vel âhırîn ve şefi’-al müznibîn ve selâmün alel mürselîn velhamdü lillâhi rabbil-alemîn.”[28]

Sonra Şeyhle beraber herkes yer öpüp ayağa kalkar. Şeyh, postunun üzerinde Hûûûûû diyelim sözü ile bi­ten gülbank’i çekerdi:

İn ayet-i Yezdan, bi himmet-i merdan ber-ma hazır-ü nazır bad. Kulub-ü aşiyan şad ola ve berat-i Aliyeleri ihsan oluna, Dem-i Hazret-i Mevlana, sırrı Şems-i Tebrizi,  Kerem-i İmam-ı Ali, Gülbank-ı Muhammedi, Bi Şefaatin Nebi Demine devranına hu diyelim, Hûûû…….

Bütün hazırunun katıldığı uzun ve gür bir ‘Hûûûûû’dan sonra, tıpkı zikir ayinlerinde olduğu gibi, şeyh selamlarını verir.

Şeyh, postun üzerin­den ayrılıp hazırunu selamlayarak yüksek sesle se­lam verdiğinde, Semazenbaşı yüksek sesle ve son ‘Hûûûûû hecesini nefesince uza­tarak selamı alır, Semazenler de niyaz eder.

Şeyh bu sırada postun tam karşısın­daki kapıya doğru yürümektedir. Tam orta yere geldiğinde yine selam verir. Bu selamı neyzen başı alır, mutrıbdakiler hazırunu selamlar Şeyh Semahanenin çıkışına vardı­ğında posta doğru dönerek hazırınu selamladığında, herkes beraberce mukabelede bulunur.

Şeyh sağ ayakla girdiği Semahaneden sağ ayakla ayrıldıktan sonra haremine geçer,  mutrıp heyeti ve Semazenler de posta selam vererek sağ ayakla girdiği Semahaneden sağ ayakla hücresine çekilir.

Eğer SEMA türbeli Semahanede yapılmışsa, ayağa kalktığında önce türbedekiler için Fatiha okunur sonra gülbank çekilir. Meydancı Dede tarafından Şeyh Postunun usulünce kal­dırılması veya katlanması ile Mevlevi Mu­kabelesi sırlanmış olur.

Bu duadan sonra şeyh “Fatiha” der. Fatiha okunduktan sonra Semahanede türbe varsa o tarafa doğru dönüp niyaz eder ve Euzü billâhi mineş-şeytânir-racîm Bismillâhir-rahmânir-rahîm Elâ inne evliyâ’-Allâhi lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenûn[29]. Sadakallâhül azim Sübhâne rabbike rabbil-izzeti ammâ yasıfûn ve selâmün alel-mürselîn velhamdü lillâhi rabbil-âlemin[30] el-Fâtiha.

Yine Fatiha okunur. Bundan sonra şeyh yüksek, kalın bir sesle ve yavaş yavaş, metleri çekerek Ervâh-ı tayyîbeleri şâd-ü handân ve berekât-ı ruhâniyyet-i aliyyeleri ihsan oluna. Dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i İmam-ı Ali Hûûûûû diyelim”“ der. Şeyhle beraber bütün canlar niyaz ederek yüksek sesle ve nefes miktarınca “Hûûûûû” derler ki bu, mukabelenin bitimidir.

NİYAZ MUKABELESİ

Bazan şeyh yahut canlardan, muhiblerden yahut mukabeleyi seyreden ve tarikat usulünü bilen ziyaretçilerden birisi, canlara bir niyaz, yani bir miktar para gönderir. Mevlevîlerde niyaz sayısı dokuz ve dokuzla taksimi kabil olan on sekiz, yirmi yedi, otuz altı gibi bir sayıdır. Bu sayıya riayetle dokuz, on sekiz, yirmi yedi ..... lira, yahut kudretine ve zamanın ihtiyacına göre kuruş, mecidiye gibi bir miktar parayı, semazenbaşıya verir. Bu para, son selam bitmeden rnutrıba götürülür, kudümzenbaşının kudümü üstüne bırakılır.

Bunun üzerine mukabelede son peşrev çalınmaz, neyzenbaşı, kısa bir segâh taksimi yapar ve “niyaz mukabelesi” başlar. “Ey âşıklar, ey âşıklar, ben toprağı inci yaparım. Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar, definizi altınla doldururum” mealindeki

  İy âşıkan iy âşıkan men hâkrâ govher kunem

  İy mutrıbân iy mutrıbân deff-i şumâ pur zer kunem

beyiti bulunan huseyni ayini okunduğu vakit de şeyh, mutrıba bir miktar para yollar ve niyaz mukabelesi yapılır.

Bu mukabelede niyaz ayini denen ayin okunur ki güftesi şudur, daha doğrusu şu parçalardan meydana gelmiştir:

           

Şem’-i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm

Evrâk-ı dili âteş-i sûzâna düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm

Mevlâyı seversen beni söyletme gamım var

                     

                      ***

Dinle sözümü sana direm özge edadır

Derviş olana lazım olan aşk-ı Hüdadır,

Aşıkın nesi varsa maşuka fedadır,

SEMA safa, cana şifa, ruha gıdadır

Aşk ile gelin eyleyelim zevk u safayı,

Göklere değin ir görelim hu ile hayı,

Mestane olup depretelim çeng ile nayı,

SEMA safa, cana şifa, ruha gıdadır

Ey sufi bizim sohbetimiz cana safadır,

Bir cur’amızı nuş idegör derde devadır,

Hak ile ezel ettiğimiz ahde vefadır,

SEMA safa, cana şifa, ruha gıdadır

Aşk ile gelin talib ü cuyende olalım,

Şevk ile safalar sürelim zinde olalım,

Hazret-i Mevlana’ya gelin bende olalım

SEMA safa, cana şifa, ruha gıdadır

                      ***

Ben bilmez idim gizli iyan hep sen imişsin

Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin

Senden bu cihân içre nişân ister idim ben

Âhır bunu bildim ki cihan hep sen imişsin

                     

                      ***

  Ey ki hezâr-âferin bû nice sultân olur

  Kulu olan kişiler husrev-u hâkan olur

  Her ki bu gün Veled’e inanuban yüz süre

  Yoksul ise bây olur boy ise sultân olur

Niyaz mukabelesi, yürük bir semai icra edilerek kısa bir taksimle sırlanır.

Şeyh, posttan kapıya doğru yürür. Ortadaki avizeye yaklaşınca durup niyaz ederek “Esselâmu aleyküm” der. Şeyhle beraber herkes niyaz eder ve aşağıdan semazenbaşı yahut aşçıbaşı veya tarikatçı, “selâm” kelimesinin meddini uzatarak ve sondaki “ Hûûûûû “yu da nefes miktarınca çekerek “ve aleykümüsselâm ve rahmetullâhi ve berekâtü hûûûû” diye selamı alır. Şeyh, avizeyi geçince kapıya yakın yine aynı tarzda bir kere daha selam verir. Bu sefer selamı mutrıbtan birisi ve yine aynı tarzda alır. Semahane kapısına gelince dönüp içeriye doğru niyaz eder. Bütün canlar da şeyhle beraber niyaz ederler. Şeyh sağ ayakla girdiği meydan-ı şerif’ten sağ ayakla harem-i şerif’e geçer. Mutrıban ve Semazenler de sağ ayakla girdikleri meydan-ı şerif’ten sağ ayakla derviş hücrelerine geçerler.

AYİN-İ CEM

Mevlevi Mukabelesi denen bu resmi ayin şeklinden başka ayin-i cem (Aynü’l-cem) denen bir ayin tarzı daha vardır ki, tekkenin Semahanesinde değil, ‘meydan odası’ denen özel bölümünde yapılır. Ya bir sohbet meclisinde veya bir ikram için toplanıldığında na’t okunma­dan ney taksimi ile başlar. Ayin okunur­ken, herkes değil, sadece arzu edenler hırkalarını kollarını giyip post SEMA’i tarzında kol açmadan SEMA ederler ve selam başlarında da durmak yoktur.

Yine Kur’an okunması ve gülbank ile biter sonra istenirse sohbete ve ikrama devam edilir.

Hz. Mevlana’nın ahirete göç etme­si hicri takvimle 5 Cemaziyelahir 672’dir. Bu gün Mevlevilerce sevgiliye kavuşma zamanı, gelin gecesi ‘Şeb-i Arus’ olarak kabul edilmiştir.

Hicri takvimin mevsim­lere göre dönüşü ile yaz aylarında tekke bahçesinde açık havada; kışın meydan odasında 5 Cemaziyelahir günü mutlaka ayin-i cem yapılırdı. Mukabele ve ayin-i cem’den başka bir ayin vardır ki buna da Müptedi Mukabelesi denir.

SEMA etmeyi artık öğrenmiş olan bir yeni der­vişin (nev-niyaz) mukabele-i şerif’e katılmasına izin verilmesi törenidir. Bu ayine Şeyh katılmaz. Ayini Semahanede Şeyh Postunun yanında duran Ser-tebbah (Aşçıbaşı Dede) idare eder. Tıpkı ayin-i cem gibi na’t okunmadan ney taksimi ile başlar. Peşrevle beraber Sultan Veled Devri yapılır ve SEMA başlar. Müptedi Mukabelesinin özelliği, ayin okunmama­sıdır. Dört bölümlü SEMA sadece peşrev çalmaya devam edilerek yapılır; yine Kur’an ve gülbank’le biter.

MEVLEVİ ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI

Ez Hüda cuyim tevik-i edeb

Biedeb mahrum geşt ez lutf -i Rab

Biedeb tenha ne hodra daşt bed

Belki ateş der hem afak zed

                                                   Mesnevi ­

ALLAH’tan edebe başarı dileyelim, edebi olmayan ALLAH’ın lütfünden mahrum kalır. Edebi olmayanın zararı yalnız kendisinde kalmaz, belki bütün dünyayı ateşe verir

Mevlevilerde son demlerine kadar kaybol­mayan, bu itibarla her vakit ve her yerde saygıyı çeken edeb ve terbiyeleri pek orijinal idi. Dinler, hususiyle islam­lık ‘mekarim-i ahlak’tan ibaret bulunuşuna göre, şeriat­tan da bir adım daha öteye geçerek, Kemal’e doğru yöne­lmek isteyen tarikat ehlinde irfan ile birlikte edebin ön planda tutulması, hele Mevlana prensibine dayanan Mevlevilikte yegâne esas sayılması pek tabii idi.

Gerçektir ki, Mevlevilerin bütün usul ve hareketlerin­de çok nezaketli, çok ibretli bir edeb göze çarpardı. Kıyafetlerinden tutunuz da konuşmalarında, oturup kalkmala­rında, yiyip içmelerinde, doğumlarında ve ölümlerinde kendilerine has ve mahsus, içli ve samimi bir temizlik ve ki­barlık vardı. Bütün hareketlerinde müessir ve amil olan düşünce ve gaye, iyilik, güzellik ve doğruluktu.

Serkiz asra yakın bir zamandan beri takip edilen bu Mevlevi adab-i muaşeret’i; Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in

ALLAH’ın huylarını huy edi­niz” ve “En hakiki Müslüman, insanlara en yararlı olan­dır[31]

gibi hadislerinden kuvvet almakta; sabır, adalet, hilim, şefkat, tahammül, müsamaha ve neşe gibi her biri maddi ve manevi değerli birçok esaslara dayanmaktaydı.

Mevlevi adab ve erkânından bazılarına geçen bahisler­de temas etmiş bulunuyoruz; bu bahiste daha bazılarını ar­z etmek isteriz.

İki Mevlevi karşılaşınca ilk hareketleri karşılıklı başkeserek selamlaşmaktı; bu telaki aradan hayli bir firkat devri geçirmiş bir telaki yahut ilk mülakat ise, selamlaş­tıktan sonra yine karşılıklı ‘görüşülür’, yani el öpüşülür­dü.

Bazı tarikatlarda etek öpmek, diz veya omuz öpmek, avuç içi öpmek gibi çeşitli muhabbet ve hürmet, hareketleri mevcut ve bunlar akran arasında, büyükle küçük ara­sında vukua geldiğine göre şekilleri de çeşitli idiyse de, Mevlevilerde bir tek el öpüşme vardı; bu da âlimle cahil, yaşlı ile genç, fakirle zengin arasında ayni şekilde cereyan eder, müsava­tı gözetirdi.

Bir Mevlevi, başka bir Mevlevi’nin hücresine gireceği vakit kapıya üç defa hafifçe vurmak mecburiyetindeydi; içeriden “hu” veya “Eyvallah” sesini alırsa kapıyı açıp içe­riye girer, şayet hiç bir ses alamazsa, hiç de kırılmaksızın ve üzülmeksizin, çekilir giderdi.

Meselenin iç yüzünü incele­mek sadedinde isek de, şurasını belirtmek yerinde olur ki, Mevlevi adab ve erkânından her biri ya ayetten, ya ha­dislerden alınmış telkin ve ilhamlara dayanmaktaydı. Nitekim selam meselesinde, Nisa suresindeki

Size her­hangi bir tahiyet ile selam verildiğinde daha iyi tabirlerle, hiç olmazsa aldığınız şekilde selamı tekrarlayınız[32]

mealin­deki ayete ittiba edilmiş olduğu gibi, bir meskene girerken izin alma meselesinde de, Nur suresindeki

Ey müminler, kendi evinizden başkalarının evine ve meskenine izin almaksızın ve sahibine selam vermeksizin girmeyiniz, bu sizin için hayırlıdır, umulur ki bununla öğütlenesiniz. Şayet girmek istediğiniz yerde kimseyi bulmazsanız size izin verilinceye kadar girmeyiniz ve şayet dönünüz deni­lirse dönünüz, bu en iyisidir[33]

Mealindeki ayete mutabakat olunmuş, yüksek sesle konuşmamak ve kapı dışından ba­ğırmamak, hiç kimseyi adıyla çağırmamak hususunda da, Hücurat suresinin

Ey iman edenler sesinizi, peygambe­rin sesi üzerine çıkarmayın, aranızda bazılarınızın yaptık­ları gibi onunla kaba kaba konuşmayın ve laubalileşmeyin, bilmezsiniz, sonra işleriniz bozulur. Peygamber yanında seslerini alçaltanların gönülleri takva için arıtılmıştır, bunlar için yarlığanma ve büyük sevap vardır[34] mealindeki ayetten ilham alınmıştır.

Bir yere girmek için, anlatılan tarzda müracaat edip izin alan derviş, içeriye girerken de “Destur” der, başke­serdi. İçeridekiler, gelenin mevkiine ve yaşına göre, ya ayağa kalkarlar, ya oturdukları yerde kabul ederlerdi. Ge­len yerle görüşerek oturunca, içeridekilerin herbiri ken­disine “Aşk olsun!” der, o da ya aynı cümle ile veya daha doğru olarak “Aşkın cemalolsun” diyerek mukabele eder­di. Yani, Mevlevilerde, umumun kullandığı “merhaba”lar ve selamlar müteamil değildi.

Oturma vaziyeti, diz çökme veya bir dizi alta alarak öteki­ni dikme vaziyeti idi; bağdaş kurulmazdı. Evvelce de ya­zıldığı üzere, ‘ben’ yerine ‘fakir, fakiriniz’, ‘sen’ yerine ‘nazarım’ tabirleri kullanılır, dergâhın şeyhinden bahis geçtikçe ‘Efendi’, Konya çelebisi anılırken ‘Aziz Efendi­miz’ ve Hz. Mevlana yâd olunurken ‘Hazret-i Pir’ denilirdi.

Evet, peki’ karşılığı olarak ‘Eyvallah’ tabiri kullanılır, ‘yok’ kelimesi asla ağza alınmazdı. İcap ettikçe bunun ye­rine ‘Hak vere, Hak getire’ gibi bir şeyle mukabele edilir­di.

Ölmüş birinden bahsedilirken ‘ruhu, şaz’ veya ‘ruhu şad olsun’ cümlesiyle ve şayet kendinden bahsedilen zat manen kıymetli zevattan ise ‘himmeti var olsun’ diye anılırdı.

Mevleviler asla zekât ve sadaka alamazlardı;

Mevlana mesnevisinde bu gibi dilenmelerin aleyhinde bu­lunmuştur. Bu suçu işleyenler, evvelce anlatılmış olan ‘serpa edilmek’ cezasına çarptırılırdı. Bununla beraber, ‘niyaz’ namı altında verilen ve herhalde tariktaş ve tanış biri tarafından sunulan ayni ve nakdi hediyeyi kabul ederlerdi. Lakin bu sununun her hangi bir maksat uğrun­da verilmemiş olması, maddi ve manevi hiç bir külfet tah­mil etmemesi, alanı da, vereni de hiç bir borç kaydıyla bağ­lamaması lazımdı.

Yine bundan ötürüdür ki, cenaze başla­rındaki iskat ve kefaret paralarına da el süremezler, hatta yeni gömülmüş kimsenin kabri başında yapılan telkin işini de hoş karşı­lamadıklarından Mevlevi ölülerinin kabirleri başında bu merasimin icrasına yanaşmazlardı.

Para niyazlarında 3 ve emsali ve bilhassa ‘Mevlana nezri’ denilen 18 rakamı makbul sayılırdı. Şimdiye kadar verilen malumattan anlaşılmış olacağı üzere Mevlevilikte birçok uğurlu ve kutlu maddeler hep 18 rakamına yaklaştırılmıştır; bu rakamın şerafeti, Mesnevi’nin özü telak­ki olunan mesnevi başındaki 18 beyitle başlar.

Tekke idareleri tarafından zabitlere ve tekke sakinle­rine verilen mukannen aylıklara ve yardımlara da niyaz denilirdi. Bir türbeyi ziyaret esnasında kabir karşısında geçirilen bir kaç dakikalık ihtiram duruşuna da niyaz adı verilir ve hemen her türbede bu ihtiram duruşu için bir ‘Niyaz penceresi’ bulundurulurdu.

Bu gibi hallerde niyaz, dua manasına gelirdi; konuşmalarda ve mektuplarda “rica ederim” yerine de “niyaz ederim” tabiri kullanılırdı ki, böyle yerlerde de niyaz, rica manasına idi.

Gülbanklarda ve alelade konuşmalarda; vaaz esnasın­da, Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, Hz. Mevlana’nın, Şemsin ve Sultan Veled’in adı geçtikçe, baş öne doğru eğilerek hürmet gösteri­lirdi. Cenab-ı Hak’kın ismi zikredildiği vakit, umumi Müslümanlık kaidesine uyarak “Celle celaluhu” diyenler olur­du, fakat bu sırada başkesilmezdi, zaten Mevleviler ALLAH adını yalnız başına zikretmezlerdi, icab ettikçe “Hak ve Erenler” derlerdi.

Mevleviler sükûtu severlerdi, pirleri sükûtun kutsiyetine dair, eserlerinde uzun uzadıya telkinlerde ve tavsiye­lerde bulunmuş, kendisi bazı gazellerinde ‘Hamuş’ gibi sükûtu emreden kelimeleri mahlas olarak kullanmıştır.

Bununla beraber, Mevleviler, Bektaşiler kadar rind ve laubali olamadıkları halde, yine de şen ve müte­bessim idiler. Her şeyi hoş görür ve hoş gösterirlerdi. Hz. Mev­lana’nın prensiplerinden aldıkları ilhamla bütün güzelliklere meclub idiler. Zaten aşk tarikatlar için bir meslek­ti. Bu şiarı, insani ve platonik yollardan saptıranlar tarikattan tardedilirlerdi. Menakib’cıların ‘Melâmet neşesi’, ‘cezbe’, ‘insilah’ gibi tabirlerle maskeledikleri bir takım edeb harici hareketleri evliyalık sananlar da olmamış de­ğilse de, bu gibiler müstesna idi ve tarikatların esasında edeb ve namus dışı hiç bir hareket yoktu.

Hz. Mevlana’daki aşkı ilmin, felsefenin son telakkilerine göre en bariz bir şekilde izah ve ifade eden, bundan dolayı da ‘Asrımızın Mevlana’sı adına layık görülen, Hindistanlı ‘Hâkim Muhammed İkbal’in eserlerini ve şiirlerini okumak, aşk prensibini sezmekte ve kavramakta tereddüt geçiren­ler, sağa veya sola saparak yollarını şaşıranlar için kâfi bir iman ve ilham kaynağı olabilir.

Mevlevi meclis ve sofralarında içlerinden biri su içer­ken, hazır olanlar hep birden başkeserler ve “aşk olsun” niyazında bulunurlardı. Umumi sofrada biri su içerken ye­meğe fasıla verilir ve hep birden başkesilir, ancak “aşk ol­sun” niyazı gönülden yapılırdı.

Hangi şekilde, ne nam altında olursa olsun, dilenciliğin Mevlevilikte kesin olarak yasak olduğunu, hatta para mu­kabilinde hatim indirmek, Mevlid okumak, cenaze ev­lerinde ve kabir başlarında iskat ve kefaret alış verişi yapmak, cenaze alaylarında nevvahlık (ağlayıcılık) et­mek gibi hallerin de yanlış sayıldığını, evvelce, arz et­miştik. Mevlevilerce ibadet ve şefaat hasbi bir keyfiyetti.

Mevleviler yazılarında ve mektuplarında Besmele yerine “Ya Hu” veya “Destur” kelimelerini yazarlardı.

Fırsat düşmüşken şunu da söyleyelim ki, Müslüman kitap­larına Besmele, Hamdele ve Salvele ile yani ALLAH’ın adı ve ona hamd ederek ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e salâvat getirerek baş­lamak terk olunamaz bir kaidedir. Çünkü Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Her hayırlı iş besmeleyle başlamalıdır, yoksa o iş akim kalır” buyurmuştu. Buna rağmen Mesnevi’de bu usule riayet edil­memiştir, bu keyfiyet dervişlerle softalar arasında bir de­dikodu konusu teşkil etmiştir; buna karşılık, bazı Mevleviler Mesnevi’nin başladığı ‘Bişnev’ kelimesinin ‘ba’sının besmeleye, ‘şın’ının şeriata, ‘nun’unun nübüvvete ve ‘vav’ının velayete işaret olduğuna yorarlar. Hâlbuki Mesnevi’nin Dibacesi (Önsözü) bütün ilmi ve şer-i şartları haiz nefis bir başlan­gıçtır.

Mevlevi mektuplarında, istisnasız herkese ‘Arafetlu’ lakabı ve ‘Ah-i Fillah’ (ALLAH’ta kardeş) hitabı kullanılır­dı. Şeyh Hasan Dede mektuplarını şu cümleyle bitirirdi:

Baki, esadekümullah fiddareyn” (ALLAH sizi her iki cihanda mesud etsin)

Mevlevilerin kendilerine mahsus bazı tabir ve ıstılah­ları bulunduğunu geçen bahislerde icab ettikçe bildirmiş ve istimal yerlerini misallerle göstermiştik. Bu tabirler ve ıs­tılahlar sadece yazdıklarımdan ibaret değildi; küçük bir tabirler tertibini gerektirecek derecede boldu.

Mesela, helâya ‘abriz’ küçük abdest bozmaya ‘kan almak’ derler­di; namaz kılmak yerine ‘namaz okumak’, hamama gitmek yerine ‘sıcağa gitmek’, uyumak yerine ‘vahdete çekilmek’ ta­birlerini kullanırlardı. Kavunun karpuzun başını kesmek­sizin doğrudan doğruya dörde bölerler ve bu kesmek ame­liyesine ‘tığlamak’ derlerdi. Koyun vesaire kesmeğe de aynı ‘tığlamak’ tabiri kullanılırdı. Mum veya kandili söndürmek yerine ‘dinlendirmek’ denilir ve ışık üflenip dinlendirilmez, alev iki parmak veya hususi bir pens arasında sıkıştırıla­rak dinlendirilirdi.

Mevlana dergâhlarında çerağ (kandil)’in yakılma (uyandırılması) ve söndürülmesi (dinlendirilmesi) bile hususi merasimle yapılırdı. Çerağ uyandırılırken ve türbe kandilleri uyandırılırken”çerağ gülbangi” çekilirdi:

Vakti şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def ola, çerağ-ı Ruşen, fahr-i dervişan, ziya-yı cihan, kanun-u merdan, dem-i hazreti Mevlana, hu diyelim hu!

Dergâhlarda mum üflenerek yani nefesle değil, el hareketiyle dinlendirilirdi.

Vefat etti yerine ‘göçtü’ veya ‘kalıbı dinlendirdi’ denilir; bravo, aferin ve teşekkür makamında ‘nur ol’ ta­biri kullanılırdı.

Umumi adaba böylece kısa bir göz attıktan sonra, ba­zı hususi erkâna geçiyoruz:

Mevlevilik, tıpkı diğer tarikatlarda olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.

Ona sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu şuuruna erişmiş, mükemmel insan yani ‘insan-ı kâmil’ yetiştirmek hedefini esas alır.

Osmanlı devleti payidar iken her biri bir nevi musiki konservatuarı, güzel sanatlar akademisi veya edebiyat fakültesi gibi yüksek eğitim kurumu fonksiyonunu ifa eden yüzlerce Mevlevihane, bu tarikatın ilim ve irfan ocaklarını teşkil etmiştir.

Yemek sofraları:

Yemek sofralarına ‘so­mat’ denilirdi. Yerden 20-25 santimetre yükseklikte, değir­mi büyük tahta sofralardı. Somatlar, Meydan-i Şerif’e veya hususi yemekhanelere kurulurdu; ekmekler ve kaşık­lar önceden sıralanır ve herkesin önüne birer fiske de tuz konulurdu; somatlarda çatal adet değildi. Öğle yemeği vakti geldiğinde matbah canlarından biri tekkenin avlusu ortasında, kıbleye karşı niyaz vaziyeti alarak, yüksek ses­le (Huuu, Salaa) diye nida etmek suretile herkesi yemeğe çağırırdı. Akşam yemekleri daima akşam namazından çı­kılınca yenildiği için, hususi bir nidaya ve ihbara luzum görülmezdi.

Yemeğe başlarken, Mevleviler, sağ ellerinin şahadet parmaklarının ucunu önlerindeki tuza banarlar, yemeğin en sonunda da yine biraz tuz alırlardı; bu halin peygamber sünneti olduğu rivayet edilir. Yemekler daima az tuzlu pi­şirilir, herkes dilediği kadar tuz ilave ederdi. “Yemeğe tuzla başlayınız, tuzlu boşayınız, sıhhat bulasınız.” Hadisi mucibince…

Her somatın bir şeref mevkii ve onun tam karşısında da bir somatcısı bulunurdu. Yemeklerin değiştirilmesini şeref mevkiindeki zat işaret ve emrederdi. Herkesin önün­deki ekmeğin tükenmemesine dikkat etmek, su isteyenlere su vermek ve sahanları değiştirmek somatçının vazifesiy­di ve bu hizmetleri oturduğu yerden görürdü; çünkü daha önceden ekmek, su ve yemekler somatçının arka tarafına yerleştirilmiş ve hazırlanmış olurdu.

Yemek esnasında pilava başlanana kadar asla konuşulmazdı; ekmek ve su da işaretle istenilirdi. Kaşıklar sofraya yan vaziyette ve çu­kur tarafları kapanık olarak sıralanır ve kullanılırken de her defasında ayni vaziyete getirilirdi (bilindiği üzere Bek­taşiler kaşıklarını ağzı yukarı olarak koyarlar).

Çatal ta­kımı bulunmadığı gibi tabak takımı da yoktu; herkes or­taya konulan büyük sahandan yemeği alırdı; sadece üç parmağı kullanmak, ses ve şapırtı çıkarmamak, dökmemek kirletmemek şarttı; yani eski Türk evlerindeki adetler gü­dülürdü ve yine Türkler gibi sofranın etrafını saran uzun ve müşterek bir peşkir de kullanılırdı.

Sofrada iki diz üstüne oturulur ve yemeğin sonuna kadar bu vaziyet muhafaza olunurdu. Su içmek isteyen zat somatçıdan işaretle su isteyince ‘yamak’ tabir olunan büyük bakır bir maşrapa ile kendi­sine su verilir ve o su içerken somattakilerin hepsi yemeğe ara verirlerdi. Suyunu içip bitirince hep birlikte başkeserlerdi ve pek tabiidir ki su yamağı görüşülerek alınıp verilirdi.

Son yemek sahanı ortaya gelince, sofraya başkanlık eden ki daima tekke şeyhi veya zabitlerinden biridir, her iki elinin dört parmağının uçlarını somat kenarına koyar, herkes de aynı vaziyeti alır, somatçı uzun bir “Eyvallahhh” çeker ve şeyh efendi gülbanka başlardı; bu gülbank şöyleydi:

  El-hamd-ü lillah, eş-şükr-ü lillah. Hak berekatını vere, Erenlerin khan ve ni’metleri ziyade ola. Bu gitti, yenisi, ganisi gele. Dem-i Hazret-i Mevlana, sır-ri Sultan Ateşbaz, Veli, kerem-i imam Ali, Hu diyelim, Huuuu

Akşam yemeklerinin bir hususiyeti vardı. Meydan-i Şerif’e girilince, herkes somatların etrafına sıralanır ve ayakta beklerdi. Birinci somatta, başkanlık edecek zatın önüne bir de yanmış şamdan konulurdu; başkan ayakta mevki alınca şu gülbankı çekerdi:

Çerag-i Ruşen, fahr-i dervişan, ziya-yi iman kanun-u merdan dem-i Hazret-i Mevlana Hu diyelim Huuuu

Bu gülbanktan sonra oturulur ve yukarıda anlatılan şekilde yemek devam eder ve öyle nihayetlenirdi.

Bayramların ilk günlerine mahsus olarak ‘Elfi somat’ tabir edilen hususi bir yemek merasimi vardı; bu ye­meğe şeyhle şeyhzadeler, tekke zabitleri, dedelerle canlar iştirak edebilirlerdi, ne muhibler, ne de misafirler bu merasime katılamazlardı. Bu şöyleydi:

Meydan-i Şerif’in ortasına ve doğrudan doğruya ye­re, uzunlamasına bir sofra altı serilir, karşı karşıya otura­caklar için kilimler uzatılır, ortaya sahanlar, herkesin önü­ne gelecek surette ekmekler ve kaşıklar sıralanırdı. Uzun ve Arapça ‘elif’ harfine benzetilerek ‘elfi’ denilen bu sof­rada yemek, karşılıklı ikişer ikişer yenilirdi ve her şeyi ona göre tertiplenirdi. Birinci sahan ortada bulundurulur, diğer sahanlar, su kabı ve yemişler karşı karşıya oturan­lardan birinin arkasına sıralanarak hazırlanırdı.

Elfi somata mutlaka resmi kıyafetle iştirak edilir ve şeyh efendi destarlı sikkesiyle katılırdı. Bunda da, diğer so­matlarda olduğu gibi, sessiz yemek yenilir, iki diz üstüne oturulur, fazla olarak, sol kol kırılıp kucağa alınır ve sa­dece sağ el iş görür, hem de öne doğru eğilinirdi. Şeyh Efendi doğ­rulunca herkes doğrulur ve yemek değiştirilirdi.

Elfi somatlarda hitam gülbankından önce, Mevlana’nın bir gazelindeki:

 

Ma sofiyan-i rahim, ma table-khar-i şahim

Payende dar ya Rab in kâse-ra vii khan-ra

Biz bu yolun yolcusu safileriz, biz şahımızın nimetlerini yemekteyiz. Bu kâseyi, bu sofrayı ebedi kıl, Ya Rabbi

“Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ya da yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.”[35]

Beytini ve “Li-ilafi Kureyş” suresini okur. Son yemek sahanı ortaya gelince, sofraya başkanlık eden ki daima tekke şeyhi veya zabitlerinden biridir, her iki elinin dört parmağının uçlarını somat kenarına koyar, herkes de aynı vaziyeti alır, somatçı uzun bir “Eyvallahhh” çeker ve şeyh efendi;

Tek Vahid, Ahad olan ALLAH “Fa’lem ennehu la ilahe illallah”[36] senin sözün ve takva olan bu ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla, manasıyla bağla ya Rabbiayetini okur, sonra, onbir veya onsekiz defa aynı şekilde ve usulde La ilahe illallahder.

Dervişanda bu arada ALLAH zikrinine devam eder.

Müteakiben şeyh efendi gülbanka başlardı; bu gülbank şöyleydi:

 Man-ı merdan, himmet-i Yezdan, berakat-i Halil-ür Rahman. Yediğimiz lokmalar nur-u iman ola. Gönüllerimiz Aşk-ı ilahiyle her dem dola. Hamdimiz şükrümüz ebedi, neş’emiz daim ola. Dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı şems-i Veled, nur-u Muhammedi, sırr-ı Ateş Baz-ı Veli, hu diyelim huuuu

Elfi somat, Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kutlu günlerde ve yabancılardan mahfuz olarak ‘Ashab-i suffa’ ile birlikte yedikleri yemeğin hatı­rası sayılırdı.

Bu duadan sonra isteyen sofradan kalkar, masadaki ihvana elini kalbine koyarak selam verirdi. Öbür masalardaki ihvana da, kapıdan çıkarken, yüzü onlara dönük olarak aynı şekilde selam verirdi. Somat boşalınca canlar sahanları toplar, matbahtaki bulaşıkçı canlara teslim ederdi. Bundan sonra sofraları siler, yerleri süpürür ve somattan ayrılırlardı.

Somatlarda hitam gülbangı okunduktan sonra, konu­şulabilir ve dileyen istediği vakit sofrayı terk edebilirdi.

Bütün tarikatlarda derviş sabır, metanet ve rıza adamıdır. Derviş kendinden önce başkalarına hizmet etmeyi bir ibadet ve hayatın gayesi olarak kabul eden kişidir. Bunda muvaffak olabilmesi için kendisini, zaaf ve menfaatlerinin esiri yapan benlik duygusundan arındırması gerekir.

Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma - Ezan ve Kamet

Vaktiyle İslam usulüne uygun olarak, dünyaya yeni gelen yavruların dudaklarına, Kuran’a banmış temiz, pak bir parmak dokunmadan süt verilmezmiş.

Lohusanın baş tarafına gelen duvarda sırma kese içinde bir Mushaf-ı Şerif asılır. Ebe hanım çocuğu dizine alır, Mushaf-ı Şerifi açar, parmağını sayfasına değdirip çocuğun ağzına sürer. Bunlar yapılmadan çocuğa süt vermezler. Çocuğa verilen ilk ana sütünü Kuran’la mayalamak budur.

Bir çocuk dünyaya geldiğinde o hafta içinde dergâhın Şeyh Efendi’si çocuğu kucağına alarak, kıbleye karşı ayakta, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuduktan sonra, sağ kulağına ismini söyler. “Ete kemiğe büründü, Ahmet, Mehmet, Fatma esması ile diye göründü. Ya Rabbi bunun ismini levh-i mahfuza kaydettir”, diye dua edilir ki unutulmasın. Güzel ve manalı bir isim üç kez tekrar edilir.

Çocuklara verilecek isimler, onların bu dünyalarını da, öte dünyalarını da etkileyebileceği için, güzel ve anlamlı isimler seçmek önem taşıyor. İyi şeyler iyi, kötü şeyler kötü yönde etkiler insanı. Bu isimleri mümkün olduğu kadar ağzı dualı, ehliyetli kimselere koydurulmalı ki dünyası da ahreti de mamur olsun.

Şeyh Efendi isim merasimini müteakiben bir Gülbank-ı Şerif okur böylece merasim ikmal olunur.

Dergâhlarda Akika Kurban Merasimi

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihaline göre; yeni doğan çocuğun başındaki ana tüyüne akika deniyor. O sebeple, yeni doğan çocuğun şükrünü ifa için kesilen kurbana akika kurbanı denilmiştir.

Çocuğun dünyaya “Ingaa!” çektiği an ile bulüğ basamaklarında terlemeye ramak kaldığı günler arasında kesilebilen, ancak yavrunun doğumunun yedinci gününde tığlanması daha makbul kabul edilen akika kurbanı, İslam bilginlerinin kimine göre sadece mübah ve mendub, kimine göre sünnet, kimine göre de vacibtir. Herkesin mali durumuyla ilgili bir ibadet türüdür bu. Yani kesebilen keser, kesmeyen de “La Havle Vela Kuvvete İllâ billahil aliyyül azim” çeker ve rabbine dua niyaz eder.

Dergâhlarda Sünnet Merasimi ve Mevlidi

Mevlevi Degahlarında sünnet düğünlerinde de çocuklar, bir müddet, ney ve kudüm çalınarak dolaştırılırdı. Çocuklarımızın sünnet düğünlerinde Mevlid okutmak güzel bir gelenektir.

Eskiden sünnet düğünlerinde Meşayih Hazeratı Nevbe icra ederlermiş. Özel gün ve gecelerde halile kudüm ve mazhar eşliğinde Arapça kaside ve şuul okumaya nevbe deniyor. Osmanlı tarihinde nevbet mehter anlamında kullanılır. Nevbe, nevbetin yumuşatılmış şeklidir. Nevbe de bir tür sivil mehterdir: Tasavvuf Mehteri.

Nevbetle, yani mehterle nasıl ki askere savaş heyecanı yükleniyorsa, nevbe ile de sünnet olan çocuğa erlik, erkeklik heyecanı yüklenerek cesaret aşısı yapılıyor sanki…

Törenin sonunda Şeyh Efendi tarafından Gülbank çekilerek merasim ikmal olunur.

Dergâhlarda Bedi-i Besmele Merasimi

Bir Müslüman için mutlaka gerekli ve kaçınılmaz olan temel bilgilerin bedi-i besmele il başlaması için 4 yaşlarındaki çocuklara bedi-i besmele merasimi yapılırdı.

Kuran okumayı, ibadetlere ilişkin temel bilgileri ve güzel yazıyı öğreten bu sıbyan mekteplerine çok renkli bir şenlik ve şölenle başlarlardı çocuklar.

Bendir ve nevbe vurularaktan güzel makamlarda besmele ilahiler okunurdu. Merasimin sonunda Şeyh Efendi tarafından Gülbank çekilirdi.

Celil-ül Cebbar, Muin-üs Settar, Halik-ül leyl-i ve-n Nehar!. La yezal, zül celal birdir Allah. Erin erliğine, Hak’kın birliğine, din-i mübin uğruna, şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allaaaah!.

Evveli Kur’an, ahiri Kur’an, tebarekellezi nezzezel furkan!.

Cümlesi sağlık ve afiyette daim ola! Füyuzat-ı Rabbaniyene layık buyurula!, Cümlesi âlimler, ariler zümresine dâhil ola!, İlimleri ile amil, halleri ile kâmil ola!,ahir ve akıbetleri hayır ola!, Cümlesi, vatana, millete ve insanlığa hayırlı hizmetlerle taltif buyurula. Din-ü dünyaları mamur ve ahir akıbetleri hayr ola!.

Din-i mübin-i Ahmediyyeye hadimler, âlimler, arifler, üçler, yediler, kırklar, gülbank-ı Muhammedi, nur-u nebi, kerem-i İmamı Ali, Pirimizi Üstadımız Hazreti Osman-ı Zinnureyn-i veli, gerçekler demine devranına hu diyelim huuuuuuuu!.

Dergâhlarda Düğün Merasimleri

Kadın erkeğin şakkıdır[37] der Cenab-ı Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Kadın erkeğin, erkek kadının yarımı… Bu yarımlar, evlilik yoluyla birbirini tamamlar. Bu tamlaşma veya tümleşme olayının şenlikleri diyebileceğimiz düğünler, insan hayatının önemli düğüm noktalarından biridir.

Sefer Efendi Rahmetullahi Aleyh anlatıyor.

Nikâh kıyacak hoca efendi veya başka biri, evvela hanımın ismini soy ismini ve babasının ismi, erkeğin ismi soy ismi ve babasının ismi şahitlerin isimleri ve soyisimleri (en az iki erkekşahit) mihr-i muaccel, mihr-i müeccel, altın olarak belirlenir, günün tarihi (miladi ve hicri) yazıldıktan sonra merasime başlarlar.”

Estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah el azim el kerim ellezi la ilahe illahu. El hayy-el kayyume ve etubi ileyh. Tevbete abdin zalimin –li nefsihi la yemliku li nefsihi mevten vela hayaten vela nüşura.”

Ya rabbi bugüne dek bilerek bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahların affını zat-ı ulûhiyetinden niyaz ediyoruz. Günahlarımızı afveyle, bundan böyle cümlemizi günahlardan muhafaza eyle. (Hep beraber) Amentü Billahi ve melaiketihi ve kutübihi ve rasulihi vel yevmil ahiri ve bil kaderi hayrihi ve şerrihiminallahi Teâlâ vel ba’sü ba’del mevt. Hakkun eşhedü enlailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasulüh.

Allahü Teâlâ Hazretlerinin emri, Hz. Resulullah Efendimizin sünneti Hazreti İmam-ı Azam Efendimizin ictihadı ile şu kadar altın mihr-i muaccel, şu kadar altın mihr-i müeccel ile nikâhınızı akdediyorum. Kıza dönerek isminle mesela Fatıma Hanım Ali Bey’i eşliğe kabul ettin mi? Diye üç kere tekrar eder. Hanım da ettim diye üç kere yüksek sesle cevapta bulunur.

Tekrar Ali Bey’e dönerek Fatma Hanım’ı eşliğe kabul ettiniz mi diye üç kere sorar. O da ettim diye yüksek sesle cevapta bulunur. Bunun üzerine nikâh kıyan zat şahitlerin ismini ve hazırunun şehadeti ile nikâhınızı akdetmiş bulunuyoruz. Hz. Allah hayırlı uğurlu ve ömürlü kılsın. Âmin diyerek duaya başlar.

Euzü Billahimineşşeytanirracim.

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Es salatü vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala cemil enbiya-i vel mürselin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.

Kalallahu Teâlâ i kitabihil kerim.

Bismillahirrahmanirrahim.

Ve enkikihul eyama ves salihine min ibadikum ve imaikum in yekûnu fukarae yuğnihimullahü min fadlih. Vallahu vasiun âlim.[38]

Sadakallahul azim

Vessalatü vessalamü ala Seyyidina Muhammed- inillezi Kale i hadisih. “Ennikahu sünneti feman ragibe an sünneti, feleyse mini” sadaka Rasulullah. Ya Erhamerrahimin şu nikâhı akdolunan yavruları iki cihanda aziz eyle, ömürlerine bereket vücutlarına sıhhatü afiyet ihsan eyle. Onları da bizleri de maddi ve manevi rızıklarınma merzuk eyla.

Ceddimiz Âdem Aleyhisselamla Havva validemiz arasındaki sevgiyi kendilerine lüteyle. Sevgili Peygamberimiz, Sultan-ül EnbiyaHz. Muhammed Mustaa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizle, Hz. Haticet-ül Kübra validemiz arasında muhabbeti, meveddeti kendilerine kerem eyle. Hazreti İmam-ı Aliyyel Mürteza Efendimizle Hz. Fatıma validemiz arasındaki sevgiyi saygıyı kendilerine lüteyle kerem eyle. Kendilerini hayırlı evlatlar ile merzuk eyle. Dünya ve ahretlerini mamur eyle. Üzerlerimize teveccüh etmiş ya da edecek kazalardan belalardan musibetlerden kötü nazarlardan onları da bizleri de muhaaza eyle. Ahir ve akıbetlerimizi hayır eyle. Cümlemizi ibadet ve taatınla mahkûm eyle. Sırada olan evlatlarımıza da hayırlı kısmetler nasib eyle. Vatanımıza milletimize selametler ata eyle. Göçmüşlerimize ve cümle Ümmet-i Muhammed’in gçömüşlerine de rahmet eyle. Şu naçiz duamızı haremeyn’de kabul olunan dualara ilhak ile müstecab eyle. Ve salli ala eşrei cemil enbiyai vel murselin velhamdülillahi rabbil âlemin, Kabuluddua bir hürmeti Sultan-ı Enbiya el Fatiha.”

Merasimin sonunda her merasimde olduğu gibi Gülbank çekilirdi. Düğünlerde tarikate mensup güveyi yatsı namazından sonra camiden evine kadar ney ve ku­düm çalınarak, ayin okunularak götürülürdü.

Damat bey yakınlarına ziyafet de yapabilir. Öyle bir şey yapamaz ise de misafirlerine şeker ya da çukulata ikram edebilir. Hazırun kendilerini tebrik eder.

Dergâhlarda Askerlik Merasimi

Asker ocağı öteden beri Peygamber ocağı olarak bilinir bizde. Ordudaki dakik disiplinin kendine has bir dervişlik tarafı vardır ve Osmanlıda ordu zaten bizatihi erden padişaha kadar herkes piran himmetiyle nesli olduğu için, askere gitmenin şerafeti risalet tahtının hurşid-i Mah’ına hizmet kabul edilmiştir.

İşte o sebeple olsa gerek, askere gidecek gençler ya da yaşlı dinçler için yapılan uğurlama merasimlerinde genellikle Gülbank ile hem destur alınmış, hem de şefaat dilenmiş olurdu.

Celil-ül Cebbar, Muin-üs Settar, Halik-ül leyl-i ve-n Nehar!. La yezal, zül celal birdir Allah.

Anın birliğine, Resul-ü Kibriya Peygamberimiz Cenab-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa; al-i evlad-ı Resul-ü mücteba imdad-ı ruhaniyetine; pitan, mürşidin, aşıkın, karagerin, vasılin, hamele-i Kur’an, güzeştegan-ıehl-i iman ervahın, avn ü inayetine, haliet-ül İslam Es Sultan İbn-üs Sultan bilcümle İslamın necat ve saadet ve selametine; pirler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devranına, hu diyelim huuuuu!

Daha sonra çocuklar tekbirler, salâvatlar ve dualar ile orduya teslim edilirdi.

Dergâhlarda Hilafet Merasimi

İnsanların birçoğunun hakkıyla haberdar olamadığı yerince ve yeterince bilgilenemdiği

şeriat+tarikat+hakikat+marifet = İslamiyet’ formülü, yüce ALLAH’ın “Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim[39] buyruğu doğrultusunda kendisine hilafet verdiği insanın iç uzayını, iç derinliğini ortaya koyan bir denklemdir.

Ehlullah Hazeratına göre, bu denklemin:

Şeriat boyutu, kavl-i Muhammedi,

Tarikat boyutu, fiil-i Muhammedi

Hakikat Boyutu, Hal-i Muhammedi

Marifet boyutu ise Sırr-ı Muhammedi’dir.

İnsanın iç ve dış dinamiklerinin ana kumanda merkezleri diyebileceğimiz nefsin emmare’, ‘levvame’, ‘mülhime’, ‘mutmaine’, ‘raziye’, ‘marziye ve safiye veya bakiye mertebelerini bu Kavl-i Muhammedi, Fiili Muhammedi, Hal-i Muhammedi ve Sırr-ı Muhammedi bütünüyle imar ve ihya ederek fenalillah’a ulaşabilen ırka-i Naciye erbabı, ezeldeki o hilafet hıl’atını giyinip kuşanma noktasına gelen insandır.

Zira sofi ile mutasavvıf arasında çok önemli bir fark vardır. Oda şudur: Mutasavvıf, tasavvuf neşesi içinde sofileri taklid eden insan demektir. Sofi, taklid ehli değil tahkik ehlidir.

Hacıların Hicaz Yolunda Sürre Alay Merasimi

Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hac ibadetinin devlet kontrolünde yapılmasını uygun görmüştür. “Hac menasıkını bizden öğreniniz” buyurmuşlardır. İlk hac kafile başkanı Hz. Ebubekir ( radiya'llâhü anh.) ve Hz.İmam-ı Ali Keremallahuvechedir.

Osmanlı Devleti zamanında sürre alayı denilen hac kafilesi nakibul eşraf tarafından organize ediliyordu. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in soyundan olan nakibul eşrefin başkanlığında yola çıkıyordu. Çünkü İslam’ın beş temel şartından birisi farz olan hac ibadeti merasimi sarayda buhur tüttürülerek büyük camilerde, türbelerde ve dergâhlarda karşılama ve uğurlama merasimleri yapılırdı.

        

Hacı adayları üç ay hazırlık yaparlardı. Üç aylık ve altı aylık dilimler halinde hacca gidilip gelinirdi. Salâvat-ı Şerifeler ve lebbeyk duaları “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyk la şerike leke Lebbeyk. İnne’l Hamde Ve’n ni’mete Leke ve’l-mülk La şerikelek” Şeyh Efendi tarafından gülbank okunarak dergâhtan uğurlama merasimi yapılırdı. 

Hacı adayları Kuran hatmi yaparlardı. Kendisi bilmiyorsa okuturdu. Mevlidi Şerif okuturlar veya Allahın ve Peygamberin davetine icabet ederken hediye ile gideyim diye hazırlık yaparlar yetmiş bin hatim tevhidi sürerlerdi . Yemek yedirirler hazırun halkı ile helalleşirlerdi. Tellallar falanca kişi hacca gidiyor, sizden helallik istiyor diye ilan ederlerdi.  Bunlar Hacca giden için maddi ve manevi hazırlık idi. Hacdan da sağlık sıhhat ile döndüklerinde yemek yedirip aynı merasimi tekrarlardı.

Mevlevi Terimleri Islati Sofiye

Agâh Ol: Aklını başına al, kendine gel. Düşün ve anla. Uyuyan kişiyi uyandırmak için de bu cümle kullanılır.

Allah derdini arttırsın: Mevleviler de dert aşkın derdidir, gerçeğe ulaşmadır. Aşka cezbiye denir.

Allah feyzini arttırsın: Bu da aynı anlama gelen bir dua cümlesidir.

Allah Eyvallah: Bektaşilerle müşterek olan bu söz, muhatabını temin için kullanılır.  ALLAH Eyvallah bu, böyledir” gibi.

Ana Bacı: Bütün tasavvuf yollarında müşterek olan bu terim, şeyhin hanımına verilen lakaptır; “ Bacı anne”, yahut sadece “Ana” ve “Anne” de denir.

Asitan: Büyük dergâh. Zaviye: Küçük dergâh.

Arakıyye: Terlik, ter emen anlamına gelen bu söz, başa giyilen ve dövme yün keçeden yapılan beyaz yahut kahverengi, çok defa yukarı kısmı, aşağıya nisbetle yassı olan ve üstü, iki tarafın birleşmesinden meydana gelen bir çizgi arzeden boyu kısa serpuşa denir. Dilde, arakıyye tarzına gelmiştir.

Aşk Olsun ( Aşk vermek aşk almak ): Mevlevilikte, her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır. “Aşk olmayınca meşk olmaz” atasözü, Mevlevi’nin her işinde kılavuzudur. Bu bakımdan aşk olsun sözü, birçok yerlerde kullanılır.

Dergâha yahut birinin evine giden bir Mevlevi, oturunca, ev sahibi Mevlevi’ ye “ Aşk olsun” der. Mevlevi, buna karşılık niyaz secdesi eder; yani oturduğu yere ellerini koyar, yerle görüşür, aşkınız cemal bulsun derdi.

Su, çay, şerbet gibi bir şey içen kişiye, “aşk olsun,” denir. O da, “eyvallah” sözü aşkınız cemal bulsun diye karşılık verirdi.

Yemek yiyene de aynı söz kullanılır.

Aşk olsun sözüne karşılık aşkın cemel olsun denmesi, bu söze muhatap olanın, cemalin nur olsun demesi, buna karşılık da, nurun ala nur olsun karşılığını alması, Bektaşilikte vardır ve bazı Bektaşi meşrepli Mevlevilere de geçmiştir.

Aşk u niyaz: Selam yerine kullanılır, birisine selam yollanır ya da mektup yazarken selam yerine geçer. Birisi hatır sorarken aşkı niyaz olsun denir, muatabı da aşkınız cemal bulsun der. Selam yerine geçer.

Ayak Mühürlemek: Sağ ayağın başparmağını, sol ayağın başparmağı üzerine koymaya mühr-pay durmak denir. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ilmin şehri benim kapısı Ali buyurmaktadır. Hz. Ali Efendimizde Huzuru Nebi’de mührü pay durduğu rivayet edilir. Mührü Pay buradan gelmektedir. Allah’ın birliğini tasdik etmektir.

Ayin, Ayinhan: SEMA edilirken okunmak üzere güfteleri, bilhassa Mevlana’ nın gazel ve rubailerinden seçilen ve bestelenen Mevlevi ilahilerine, okuyanlara Ayinhan denir.

Ayn-ı Cem ( Ayn- ül Cem ) : Sufilerde ayrılık anlamına gelen Tefrika ve Cem sözleri birer terimdir. Tefrika halkı halktan ayrı bilmek, ayrı görmektir. Bunu fark edene denir. Cem’ in bütün varlığı ALLAH’ın zuhuru bilip, görmek. ALLAH’ tan başka bir varlık olmadığını, gerçekten anlamak. Mevlevi dergâhlarında, diğer tarikatlarla birleşik yapılan merasimlerde ki ayina Ayn-ül Cemül Cem denir.

Baş kesmek: Niyaz vaziyeti, başın vücuda doğru daha aşağıya düz olarak eğilmesi bu duruma niyaz etmek, selamlamak, kıyamda niyaz durumu da denir.

Can: Mevleviliğe intisap edenlere, birbirine sadece can ya da adının sonuna getirilerek Ali Can ya da Veli Can diye hitap edilir.

Çark: Farsça Çerh sözünün anlamı, gök ve dönen şeydir. Terim olarak Mevleviler de “Çark” sol ayağa denir. Çark atmak dönmek demektir ve SEMA meşki demektir.

Çerağ, Çırağ: Işık, mum ve kandil anlamına gelir.

Çille, Çile: Kırk gün az yemek, az içmek, az uyumak, ibadetle vakit geçirmek suretiyle nefsi teksiye, kalbi tasfiye etmek anlamına gelir.

Çivi: SEMA meşk yerinde yahut SEMA meşk edilen tahtada, sol ayağın yere tespitine yarayan ve başparmakla ondan sonra ki parmağın arasına gelen çivi.

Çivi tutmak: Yürümemek üzere, olduğu yerde, sol ayağını direyip çark atarak SEMA etmek. Durduğu yerden hiç ayrılmadan SEMA etmekte maharet sahibi, çivisi sağlam denir.

Dal sikke: Destarsız sikke denir.

Dal tennure: Üstte deste-gül olmaksızın, yalnız tennure giymek.

Dem tutmak: Ney üflenirken taksimin sonuna doğru, diğer bir neyin kalın perden ona refakat etmesine denir.

Dergâh: Kapı anlamına gelen Farsça bir söz. Dervişlerin, Şeyhlerin oturduğu kapıların tümüne denir. Umumi bir terim manasına gelir.

Dede: Binbir gün hizmetini bitirmiş, dervişlik payesine erişip, Dergâhta hücre sahibi olmuş kişidir.

Derviş: Yoksul anlamına gelen bu söz tarikat müntesiplerine denir. Eşik anlamına da gelir. Umumi bir terimdir.

Destar: Sarık demektir. Mevleviler de destar sarmak, Şeyhlerin ve Halifeler’ in hakkıdır. Mevleviler de destar şekilleri şunlardır:

Örfi, Cüneydi, Şeker-aviz, Hüseyni, Şeker- aviz karesi, Dolama.

Deste-gül: Mevlevi giyimlerindendir. Tennurenin üstüne giyilen yakasız, kolları düz ve dar, bele kadar gelen bir gömlektir. Sağ eteğinde, uçta, 18 cm uzunluğunda bir şerit bulunur, Elif-labente takılır.

Destur: İzin anlamında kullanılır. “Destur verirseniz söyleyeyim” gibi. Aynı zamanda, bir Mevlevi hücresine varıldı mı, kapıda, son hece çekilerek, ahenkli ve mulayim bir sesle, “ Destur” denir. İçeriden “Hu” sesi gelince kapı açılıp girilir. Cevap verilmezse iki kere daha “Destur” denilir, yine cevap alınmazsa incinmeden, dönüp gidilir.

Dinlendirmek: Mevlevilerde, söndürmek sözü çirkin ifade bakımından kullanılmaz. Bunun yerine ocağı, mumu, çırağı dinlendirmek sözü anlamına gelir.

Direk: SEMA edenin hiç bükülmemesi, icap eden sol ayağın direk yürümeden olduğu yerde SEMA etmeye “direk tutma” denir.

Elif labend: Ucu sivri, Elif’ e benzetilen 12 cm genişliğinde yün bir kuşaktır, kemer gibi. Tennurenin üzerine, bele sarılır.

Er: Nefsine hâkim olan kişi, Sufiler de erlik bir makamdır.

Erenler: Gerçeğe ulaşan, vahdete erenler, umumi tabir yol ulularına hitap olarakta kullanılır.

Eşik: Yapının temeli, Dervişlik makamı sayılır. Bütün tasuvvu yolların da umumi olarak kullanılır. Eşiğe katiyan basılmaz ve oturulmaz. Mevleviler asla kapının eşiğine basmazlardı. Bu adet, Hz. Peygamberimiz’in “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” hadisine hürmeten ortaya çıkmıştı.

Eyvallah: “İyi vallah”tan gelmedir. Bir sözü “evet yaparım” anlamına gelir, sözü tasdik için kullanılır. Bir kişi çağrınca “mukabeleten” denir.

Gani: İhtiyacı olmayan, zengin. “Ganisiyim elhamdülillah”

Göçmek: Vefat etmek anlamında kullanılır. Falan göçtü, falan yılda göçtü, umumi bir terimdir.

Görüşmek: Her şeyin bir canı vardır. İnsana hizmet eden her şeye, insan da saygı göstermeye mecburdur. Derviş cami de namaza kalkarken, secde yerini öper, secde yeri ile görüşür. Namaz bittikten sonrada secde yeri ile görüşüp kalkar. Çünkü secde miraç makamıdır ve orada Rabbi ile buluştuğu için ona tekrar varmak ister. Mevlevi yatarken önce yastık ile görüşüp yatar, sonra yorganı üzerine çekerken onunla görüşür yani ucunu öper. Su, kahve, çay içeceği vakit; bardağı, fincanı, kadehi öper, niyaz eder içer. Mevlevilik ayıp görmemeye, göstermemeğe borçludur. Bu yüzden kahvesini yahut fincanını niyaz edip yani onunla görüşüp onu öpüp bir yere gizler. Toplamaya gelen can, sol elle fincanı yahut kadehin üstünü kapalı tutarak alır, niyaz ederek kaldırır.

Gül-bang-ı Muhammedi: Gülsesi anlamına gelen bu farsça terkip bülbül çilemesine denir. Bütün tasavvuf yollarında umumi bir terim ve gulbang tarzında söylene gelmiş tertiplenmiş dualara denir. Mevlevilikte ve Bektaşilikte her iş için ayrı bir gülbang vardır.

Kadem: Ayak anlamına gelmekle beraber, uğur yerine kullanılır. Gelen mihmana demler sefalar getirdiniz diye ağarlanır.

Kafesçi Bacı: Dergâhlarda mukabele günü ihtiyaç olan bacılardan biri ziyaretçi hanımların kafesine gelen hanımlardan gönüllerinden ne koparsa alır şeyh efendiye verir . Efendi bir miktarını alır, çok zamanda kafesci bacıya hepsini verir. Bu kadına kafesçi bacı denirdi. İhtiyaç erbabı olan bacılar, sırayla kafesçilik ederdi.

Kadeh: Müridin ve talbin kalbidir.

Meyhane: Yine sufehanın anladığı gibi içki içilen yer olmayıp, tasavvuta aşk-ı ilahiyyenin tatatırıldğı yerdir ki; zaviye, mescid ve emsali yerlere verilen isimdir.

Meydan-ı Şerif: Âlem-i şuhud ki bu dünya âlemine misal olup ALLAHü Teâlâ ve Resulunun aşkı ile toplanılan mehaldir.

Meydancı: Mevlevi dergâhlarında mukabele yapılacağı vakit şeyh postunu Semahaneye seren şeyhi getiren mukabeden sonra postu kaldıran yemek zamanlarını ve meydan hizmetlerini yapana denir.

Nazarım, nazarlarım: Sen ve siz yerine kullanılır ve nazar inanacına dayanır tavvuf yolunda umumi birterimdir.

Saki: Bu dahi sufehanın anladıkları gibi meyhaneci veya mey sunan demek değildir. Belki aşk-ı ilahiyyi sunan şeyhe yani mürşidi hakka ıtlak olunan bir isimdir.

Paşmak: Pabuç ayakkabı aslı paşmaktır, tasavvuf yollarında umumi bir terimdir.

Paşmak Çevirmek: Mevlevilikte ve Bektaşilikte eve hücreye dergâha gelen mihmanların babuçlarını dışrıya doğru çevirmek yoktur. Çünki bu git birdaha gelme anlamına gelir. Ayakkabılar muntazam bir şekilde içeriye doğru çevrili bir şekilde kalır. Destur alarak ayrılan kişi dergâha nasıl girdiyse aynı tarzda ayakkabılarını giyerek şeyh efendiye veya eve yüzünü dönerek ayrılır.

Post: Post manavi makama işarettir. Cebrail (aleyhisselâm) Halil İbrahim (aleyhisselâm) oğlu İsmail (aleyhisselâm) bedel olarak gönderilen koçun postunu İbrahim (aleyhisselâm) ve İsmail (aleyhisselâm) kullanmış. Diğer Nebiler, Resuller ve Veliler’de kullanılmaktadır. Makam postuna işaret olarak dede ve şeyh post sahibidir. Mevlevilikte ve Bektaşilikte, Post iradeyi mürşidi temsil makamına işaret sayılır.

Postun yere serilmesi, EBU’T-TURAB olan Haydar-ı Kerrarşah-ı velayet İmam-ı Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anhın silsile-i veleyatleri ile gelen feyz-i ilahi yolunda mahviyetle hak türabı (toprak) olmak, Pir yolunda yanmak, hak yolunda sabit-kadem bulunmak, aşk yolunda meyledip akmak, iradesini nefsin hevasından el çekerek mürşid-i hakkın iradesinde (İrade-i Pir’de) bilvasıta irade-i hakta ina, etmektir.

Birde saka postu vardır. Su hayata sebeptir. Enbiya suresinin 30.ayetinde[40] her şey sudan dirilmiş ve su ile diridir. Bu nedenle aşkta suya muhtaçtır. Kendisi suya kansın ki âşıkları suya kandıracaktır. Bu posta da saka postu denmesi bu yüzdendir.

Postnişin: Posta oturana, makam sahibi olan şeyhe denir.Falan dergâhın postnişini gibi.

Resim Hırkası: Resmi törenlerde giyilen hırkaya denir.

Secde: Hz. Mevlana buyururdu ki : “Bizim Allahımız: ‘Secde et ki ALLAH’ın yakınlarından olasın[41] Buyurmuştur. Bedenlerimizin secdesi ruhlarımızın Hakka yaklaşmasına sebep olur. Eğer bu viran hapishaneden kurtulmak isterseniz dosta isyan edici olmayın, secde edin, yakınlarından olun.

1.Namaz secdesi 2.Tilavet secdesi 3.Şükür secdesi 4. Niyaz secdesi; bir dergâha veya bir topluluğa gelindiği zaman oradaki yetkili kişi aşkolsun der kişi de yerle görüşerek niyaz eder. Buna secde-i niyaz denir, ibadet secdesi değildir.

Mescitlerde camilerde yapılan secdeye de Allah’a şükür secdesi denir.

Sülük: Bütün tasavvuf yollarında umumi bir terimdir. Manevi yolculuğa denir.

Şeb-i Aruz: Gerdek gecesi demektir. Hz. Mevlana’nın ebediyette doğuş günü olan Cemaziyelahirin 5’i akşamı Hicri 672 (17 Aralık 1273) Şeb-i Aruz törenleri yapılır.

Kurban Bayramı Merasimi

Kurban Gülbankı:

Ferman-ı Celil, tekbir-i Cebrail (aleyhisselâm), Tevhid-i İbrahim (aleyhisselâm), kurban-ı İsmail (aleyhisselâm); Hamdi İsmail (aleyhisselâm) Bismillah ALLAHu ekber, ALLAHu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillah’il hamd.

Kurban yoksula derman, yeryüzüne bayram.

Dergâh’ta kurban tığlanırken bu gülbank okunur.

Bu gülbankın şöyle bir açıklaması vardır;

Baba, kurbanı tepeden tırnağa süzdü!

Göz kamaştırıcı kurban biricik İsmail!

Ve gözlerini bağlayarak yüzükoyun yatırdı.

Kendini Allah’a ıs­marladı, bıçağı kurbanının boynuna dayadı, bastırdı.

Ama...

Ah! Bu bıçak!

Bu bıçak... Kesmiyor!

İncitiyor,

Bıçağı hınçla taşa çarpar, taş kesilir. Bıçağı kurbanının boynuna ikinci kez çalar;  bıçak yine kesmez. Üçüncü defa bıçağı çaldı şeyh’in eli titrerken, yer de titriyordu, semada titriyordu. Evet âlem-i arşta beraber titriyordu. Melekler:

“Şeyh’in halini, masumun halini bize bağışla diye yalvarıyor. Arş’a niyaza başlıyorlar. Bütün kâinatı dehşet kaplıyor. Fakat hiçbir İrade-i İlahi tecelli etmiyor, hiçbir emir yok.

Nihayet âlem-i arş’ın verasında, manay-ı Muhammedi, yani Cenab-ı Ahmedi, Zat-ı Ehadiyyet’e, makam-ı nazdan:

“Cihet-i unsuriyyemde ceddim olacak Cenab-ı İsmail’i bana bağışla, bedel isterim Ya Rabbi” dedi. İlahi kudret o anda tecelli etti, keskin bıçak çocu­ğu kesmedi. Tam o sırada Semadan Allahuekber Allahuekber sesleri işitilir. Bu ses Cebrail (aleyhisselâm) ın sesiydi. Allah Cebrail’e emir edip cennetten bedel olmak üzere bir koç halketmiş, Cebrail’e o koçu alıp İbrahim (aleyhisselâm)’a, İsmail’e bedel olarak götürmesini söylemişti. İşte dilinde tekbir, elinde koç olduğu halde semada Cebrail görünmüştü.

Birden... Cebrail (aleyhisselâm) bir Koç!., ve bir mesaj!

“Ey İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin! İşte sana oğlunun yerine bir kurbanlık! Al onu kurban et” [42] buyruldu.

Allahu ekber!

Cebrail (aleyhisselâm)’ın Allahu ekber Allahu ekber sesini işiten İbrahim (aleyhisselâm) müşkülünün hallolunduğunu anlayıp şükren Cebrail’e karşı cevap verdi ve Rabbine tevhidle onu yüceltti. Lâ ilahe illallahu vallahu ekber dedi. Hz. İsmail (aleyhisselâm) da yattığı yerden Cebrail (aleyhisselâm)’ın tekbirini işittiğinde bildi ki Râhmanurrahîm’in rahmeti cûş-u huruşa geldi, kendisi de Allahu ekber ve lillahil hamd diye tekbir tahmid eyledi.

Ramazan Bayramı Merasimi

Ramazan bayramı tekbirlerle

Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim

Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, illallah ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim

Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim

Tekbirlerden sonra Şeyh Efendi mihrabının önüne geçer, Salât-i ümmiye eşliğinde, kıdem sırasına göre dervişanla bayram merasimi devam eder ve sonunda gülbank ile merasim sırlanır.

Bayram namazları, bazı asitanelerde tekkenin kendi camiinde, bazılarında dergâha yakın büyük camilerin birinde kılınırdı ve namaza resmi kıyafetle iştirak edilirdi; Konyalılar Sultan Selim camiin­de, İstanbulun Yenikapı mensupları Merkezefendi camiin­de kılmayı adet edinmişlerdi.

Her tekkede bayram törenleri, aşağı yukarı, aynı ol­makla beraber, mahalli değişiklikler de gösterirdi. Mesela, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi ve mensupları Merkez efen­dide namazı kıldıktan sonra, her iki tekkenin şeyhi camiin önünde bayramlaşırlar ve oradan ney ve kudüm çalarak ayin okuyarak Mevlevihaneye dönerlerdi.

Eskişehirde bu tören şöyle yapılırdı:

Namazdan çıkılınca, en öne, elinde bir “Teber” taşıyan bir dede düşer, onun arkasından yine bir dede tekke­nin sancağını taşırdı. Bilindiği üzere, her tarikatta ve hat­ta esnaftan her meslekte hususi bir sancak bulundurmak mutaddı. Eskişehir tekkesininkinde, ‘Euz-ü Besmele’, peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve dört ilk halifenin ve İmam Hasan ile İmam Hüseyn’in adları işlenmişti; De ki, sizden hiç bir karşılık istemiyorum, ehl’i beytime muhabbet edin, yetişirmea­lindeki ayet ve Hazret-i Mevlana’nın adı yazılıydı; kumaşı ipekten ve yazıları sırmadandı.

Sancağın altında şeyh efendi yürür, onu neyzenler, kudümzenler ve ayinhanlar, ayin okuyarak takip ederdi, daha arkada bütün müntesipler ve halk kafileye katılır­dı. Bu suretle yola düşen alay (Şeyh Şahabeddin) türbesi önüne varınca durur, ayin okunması kesilir, güzel sesli bi­ri “iyice bilin ki, ALLAH velileri için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar” mealindeki ayet i okur, şeyh efen­di “Fatiha” der ve sonunda şu gülbankı çekerdi:

İnayet-i Yezdan, himmet-i merdan berma hazır vü nazır bad. Dem-i Hazret-i Mevlana Hu diyelim, Huuuuuuu

Kafile tekrar yola düşer, şehrin umumi mezarlığı olan Tekke önü mevkiine çıkılır, orada medfun olan Şeyh Edebali türbesine karşı, uzaktan, vaziyet alınarak ayni şekilde dua edilir ve gülbank çekilirdi.

Buradan Mevleviha­neye dönülür ve oranın türbesinin niyaz pençeresi önünde de ayni merasim icra olunduktan sonra tekkeye girilirdi; ya şeyh dairesinde veya büyük herhangi bir salonda şeyh efendi mevki alır, evvelce arzettiğimiz şekilde, umumi gö­rüşme ve bayramlaşma yapılırdı.

Bayramlaşmada her kim varsa, hepsi yemeğe davet olunurdu; ancak Elfi somat’a katılacaklar umumi so­matlara iştirak etmezlerdi.

Erkeklerle görüştükten sonra şeyh efendi harem kısmına geçer, orada hanımlarla da bir umumi görüşme yapardı, gülbank okunurdu.

Hususi Toplantılar

Şeyhin veya tarikat mensuplarından birinin bağında, konağında, evinde ve odasına hususi toplantılar yapılarak yemek yenildiği, saz ve söz âlemleri tertip olunduğu sıkça vaki idi. Konya­‘dakiler, yazın, Meram bağlarındaki yazlık dergâha çıkar­lardı, tarikatın bütün ayin ve merasimleri orada yapılırdı.

Eskişehir Mevlevi şeyhi Hasan dedenin ‘Dolma bahçe’ denilen bir bahçede büyük çadırlar kurdurarak tekkeyi yazlık olarak oraya naklettiği yazlar olmuştu. Semahane olarak kullanılan iki direkli, gayet büyük yeşil bir çadırın iç taraflarına ve eteklerine ayetler, levhalar işlenmişti. Hâsılı Mevleviler, büyük şair Nef’i-nin

Feyz-i İsttidad-ı zatin gör ki etmiş ta ezel

Cezbesi hurşid-ü mah-ü asumanı Mevlevi

beytiyle övdüğü bir cezbeye tutulmuş Pervaneler idiler,  yanıp kül oldular.

Kandil Geceleri Merasimi

Mevlid ge­celerinde, Süleyman dedenin meşhur manzumesi, Mi’raç gecelerinde şayet bilenler varsa Nayi Osman dedenin Mi’raciye’sinin unutulmamış olan kısmı ve şayet bunu bilen yoksa yine Süleyman dede mevlidindeki mi’raç kısmı okunur, bahider arasında ilahiler, tevşihler, ayinlerden parçalar tertil edilirdi. Mevlidhanlar müteaddid olur, ba­hirden bahire makam değiştirilir, aradaki parçalar en gü­zel eserlerden seçilir, çok halâvetli ve lahuti bir âlem olur­du. .

Cemaate mevlid gecelerinde şeker ve mi’raç gecelerin­de süt dağıtmak mutaddı ve çok defa İsm’i Celal okunur ve Mukabele’de yapılırdı.

Kadir gecelerinde zikir uzatılır, Mukabele yapılır ve hatta bazı tekkelerde Tesbih namazı’da kılınırdı.

Özel gün ve gecelerde Mevlid okumak veya okutmak dini bir vecibe değil, gelenektir. Hayatın artıları ve eksileri içinde dağılan, gevşeyen insanları derleyip toparlayan, uyaran, uyandıran, kendine getiren güzel bir gelenek..

Mevlid, Ragaib, Mirac, Berat ve Kadir gecelerine Kandil Gecesi denilmesinin sebebi, vaktiyle, elektriğin olmadığı dönemlerde, dünya ve uhra bütünlüğünü yaşatan dini yapıların her zamankinden daha çok aydınlatılması, özellikle minarelerin her zamankinden daha çok aydınlatılması, özellikle minarelerin sadece bu gecelerde kandillerle donatılmasıdır. Şimdi aynı şey elektrikle yapılıyor.

Regaib Kandili, Receb-i şerif’in ilk perşembesini Cuma’ya bağlayan gecedir.

Mevlid Kandili

Mevlid Kandili, malum, evrenin erdemi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyaya teşrif buyurdukları gecedir ki, 12 Rebiülevvel, Miladi 20 Nisan 570 Pazartesi gecesidir.

Özel gün ve gecelerde Mevlid okumak veya okutmak dini bir vecibe değil, gelenektir. Hayatın artıları ve eksileri içinde dağılan, gevşeyen insanları derleyip toparlayan, uyaran, uyandıran, kendine getiren güzel bir gelenek..

Bu gecenin kadrini kıymetini bilenler bilir. Bilmeyenler bilemez.. Bu gecenin esrarını kalem ve kelam faş edemez.

Ete kemiğe büründüm

Âdem diye göründüm

Esrarının sıfat değil zat tecellisi bu gece. Aşk aklı, zevk idraki ve marifet mantığı ile anlaşılır bu ancak. Başka türlü hiçbir yere hiçbir ufka sığmaz bu sancak.

Mirac Kandili

Kur’an-ı Kerim’de ‘İsra – gece yolculuğu’ kelimesiyle ifade edilen Mirac, Receb-i Şerif’in 27. gecesi Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in risaletinin dokuzuncu yılında, Mescid-i Haram’dan – Mekke’den – Mescid-i Aksa’ya – Kudüs’e, oradan da ulvi âleme yaptığı yolculuktur.

Miracın kıtabî boyutu bu. Gönül boyutu ne kitaba sığar, ne hitaba. Kalem ve kelam, Hazreti Cibril gibi diz kırar durur orada.

Mirac mucizesini konu alan şiirlere Miraciye deniyor.

Süleyman Çelebi’mizin Miraciyesindeki:

Zatıma mir’at (ayna) edindiğim zatını

Bile yazdım adım ile adını

Mısraılarında dile gelen gerçek zevk edebilenler, bu mazhariyetin esrarı gülşeninde, Yunus Hazretlerinin:

Bir gece Muhammed’e,

Çalab’tan geldi Burak:

Seni okur Zülcelal,

Ne durursun kıl hazırlık!

Geldi Cibril Hazreti,

Getirdi Burak atı,

Nurdan idi hil’atı;

Gözü cevher yüzü ak.

Kadem bir taşa bastı,

Taş koştu bile vardı:

Dur ya mübarek, dedi.

Öyle kaldı muallâk!

Berat Gecesi

Şaban-ı Şerif’in ondördünü onbeşine bağlayan gece Berat Kandilidir.

Bu gece Rasul-ü Zişan ve Nebiyy-i Al-i şan efendimize Şefaat beraatı verildiği için bu adı almıştır.

Aşk aklına ve zevk idrakine malik insanlar için her gece özel, her gece güzeldir ama bu tür gecelerin kadri kıymetini daha bir başka tabi.

Yunus Hazretlerinin gönül göklerinde de dile geldiği gibi:

Taştı rahmet deryası,

Gark oldu cümle asi,

Dört kitabın manası,

La ilahe İllallah..

Gönül burcundan doğar,

Âleme rahmet yağar,

Hakkın birliğin öğer;

La İlahe İllallah.

Geceleri bu geceler. Bu gecelerde verilir halkın beratı.

Regaib Kandili

Regaib, rağibe kelimesinin çoğuludur. Rağibe, rabet olunan şey demektir. Rağbet, dilemek, istemek çok çok arzulamak anlamına geldiğine göre, Ragaib çok arzulanan, aşkla, şevkle çok çok istenen, rağbet gören şeyler demek oluyor ki, bu gece, gerçekten de bizim anlayabildiğimiz, algılayabildiğimiz, zevk edebildiğimiz anlamda bir rağbet gecesidir.

Bu gece kadrini kıymetini, neliğini, niteliğini vasfedemeyeceğimiz lâhut incilerinin nasut sedefine döküldüğü gecedir.

Receb-i Şeri’in ilk perşebesini cumaya bağlayan bu geceyi hiç kimse hakkıyla vasfedemiyor.

Süleyman Çelebi’mizin Mevlid Mesnevi’sinin “Nur Faslı” bu geceyle ilgili olsa gerek.

Aşura Gecesi

Mevlid kürsüsünden, Fuzuli’nin ‘Hadika-tüs-Suada’sından, Muhammediye’nin hususi bahsinden veya Kazım Paşanınki de dâhil olduğu halde her hangi bir edibin yazdığı mersiyeler okunurdu. Kiyami zi­kir yapılan tekkelerde mersiyelere zikir arasında da devam edilirdi, fakat ağlama, inleme, döğünme gibi taşkınlıklara müsaade edilmezdi. Ta’ziye ayininden sonra Matbah’i Şerif’te merasimle aşura kaynatılırdı. Resmi kıyafetli ol­mak şartıyla her derviş bu merasimeye katılabilirdi.

Ocaklara büyük aşura - aşure kazanları yerleştiri­lir, sıra ile ve nöbetleşe herkes kazanları karıştı­rırdı. Kepçeler elden ele görüşülerek değiştirilir, derin bir sükût muhafaza olunurdu. Aşureye sadece ‘’ denilirdi. Artık pişipte ocaktan indirme zamanı gelince, şeyh efendi veya Aşçıbaşı kazanların başında şu tarzda bir gül­benk çekerdi:

Vakt’i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ü ref ola. Hak ve Erenler niyazlarımızı kabul eyleye. Şehid-i Kerbela İmam Hüseyn efendimizin ruh-i revanı şad ola ve himmeti müzdad ola. Dem-i Hazret-i Mevlana, Hu diyelim, Huuuu

Pek tabiidir ki, gülbengi okuyan zat kendi duygusuna ve selikasına göre gülbengin edasını ve üslubunu değiştire­bilirdi. Gülbenkten sonra herkes dağılır ve evlerine, hücre­lerine giderdi. Sabah olunca, erkenden, aşure kazanları tekkenin avlusuna çıkarılır, elinde kapla gelen herkese da­ğıtılır, civardaki komşulara, mekteplere, hatta küçük şe­hirlerde ceza evlerine, kışlalara imkân nisbetinde gönderilirdi; öğle yemeğinde de Meydan-i Şerif’e somatlar ku­rulur, herkese açık tutulurdu.

Bazı şehirlerde, aşure günü o kasabadaki bütün tari­katlere mensup şeyhler ve dervişler Mevlevihanede topla­nırlar ve her tarikatin usulünde zikir yaparlardı, bunun için de her şeyh sıra ile zikri idare ederdi.

Tekke aşureleri, derviş olsun, olmasın, bütün halk ta­rafından şifalı sayılırdı. Hatta Afyon Karahisar Mevlevi­hanesindeki dokuz kulplu büyük bir kazanın dibinde ki is­ler, islam ve hıristiyan bütün sekene tarafından göz ağrı­sına derman olarak aranırdı. Rivayete göre bu kazanı Sul­tan Divani İran içerilerinden getirmiştir.

                                    

Leyle - i Arus

17 Aralık 1273 (5 Cemaziyelahir 672) Hz. Mevlana’nın vuslat yıl dönümüne rastlayan günde hususi bir merasimle yapıldığını evvelce arz ­etmiştik; bu merasim Konya’ya mahsus olmakla beraber, başka tekkelerde de ona benzer bir ayin yapıldığı olurdu.

Cenaze Merasimi

Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)

İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar[43]

Müminler ölmezler, bu dünyadan öte dünyaya göçerler  ve

Bu dünyada ölmek, öte dünyada doğmak” buyurmuştur.

Ölüm, Mevleviler tarafından da vuslat gecesi olarak adlandırılır. Şu anda Mezarlık, ziyaret yeri, ziyaretgâh veya kabir olarak adlandırılan yerlere, vahdete çekilme yeri; Hamuş hane yahut Hamuşan “sukut diyarı”,”susanlar yurdu” Makber’ denilirdi.

Bir Mevlevi müntesibi göçünce cenazesi evinden camiye ve camiden kabre kadar, resmi kıyafetle, hazin ve ağır bir tempo ile İsm-i Celal okunularak götürülürdü. Cenaze kabre hazır bulunanlar­dan bir kaçı ve çok defa bizzat şeyh ve bir iki Mevlevi ta­rafından indirilir, kefenin başucu açılarak mevtaya sikke giydirilirdi. Definden sonra, her cenazede olduğu gibi, aşirler ve dualar okunur ve bunu müteakip mezarın etra­fında bir halka çevrilerek, ayakta, (İsm-i Celal) okunur, rahmetlinin ruhu için hayır dualı bir gülbenk çekilirdi. Ev­velce de işaret edildiği üzre, dervişler telkini lüzumsuz bir bid’at saymakla beraber, kabr’in başına dikilen imama da ses çıkarmazlardı.

Vuslat eden zat tarikat büyüklerinden ise, üç gün sıra ile sabah namazından sonra kabre gidilerek İsm-i Celal okunurdu.

Tabutların üstüne göçenin resmi hırkası örtülür ve ta­butun başına da yine kendi sikkesi geçirilirdi.

Tekke şeyhi Vuslat edince kendi tekkesinin matbahında yı­kandığından ve bu esnada ayin okunduğundan evvelce bahsetmiştik; her dervişin cenazesi zikirle yıkanırdı. Bu anlatılan merasim tarikattan olanlara mahsus iken son zamanlarda yabancılar hakkında da tatbike başlanıldı­ğına da geçen bahislerde temas etmiştik. Her hale rağ­men, zikirle cenaze gasli yalnız mensuplara münhasır kalmıştı.

Dua ve Münacaat

Salât ve selam Allah’ın rahmeti bereketi nebilerin, rasullerinin, ashablarının, Allah’ın arif, âşık ve Salih kullarının ve bizim üzerimize olsun ey marifet ehli.

Ya Rabbi! Kur’an ve kendisine Kur’an indirilen zat hakkı için kalplerimizi Kur’an nuruyla aydınlatan;

Kur’anı her hastalığa karşı bize şifa, hayatımızda ve ölümümüzden sonra bize Candaş yap. Onu bizim için dünyada arkadaş, kabirde Candaş, kıyamette şefaatçi, sırat köprüsünde nur, cehenneme karşı perde ve örtü, cennete girmek için arkadaş ve bütün hayırlı işlere ulaşmak için önder ve rehber kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin, ihsanın ve rahmetinle ihsan eyle.

AllahüTeâlânın rehmet ve inamı, bereket ve ihsanı, selam ve senası, Efendimiz Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in ve diğer bütün nebilerin, rasullerin ve ashablarının, hak velilerinin, Allah’ın Salih kullarının, dergâh-ı ilahiyyeye yakın bulunan meleklerin, göklerde ve yerlerde bulunan bütün taat ve ibadet ehlinin üzerine olsun.

Salât-ü selam, tahiyyat ü ikram, her türlü ihtiram ona, onun âline, ahbabına, ehl-i beytine, annelerimize, tüm evliyaların ve rical ehlinin ve Hz. Abdulkadir Geylani (k.s), Hz. Ahmet er-rufai (k.s.), Hz. Ahmet El-Bedevi (k.s), Hz. İbrahim Dussuki (k.s.), Hz. Behaeddin Nakşibendî (k.s), Hz. Mevlana (k.s), Hz. Şems-i Tebrizi (k.s.), Selehadin Zerkubi (k.s), Hüsameddin Çelebi (k.s), Sultan Veled (k.s.),Ulu Arif Çelebi, Çelebiyan, Ateşbazı Veli (k.s), Mehmet Divani ve Şahidi (k.s), Hz. Nureddin-i Cerrahi (k.s.), İbrahim Şevkiyyül Fahreddin Efendi, Muzaffer Aşki, Selman Dede Efendi, Celaleddin Çelebi Efendi ve Safer Efendi Hazretlerinin, Samiül Mevlevi muhibbi olanlar üzerine olsun.

Ya Rabbel Beyt! Bu ayetlerin, sözlerin ve esmaların yüzü suyu hürmetine kazandırıcı bir güç ikram eyle, bizlere bereketli bol rızıklar, huzurlu yürekler, aydınlanmış kabirler, kolay verilen hesap ve büyük ecirler ikram eyle ya Rabbi! Ukdemizde bulunan beşeri zafiyetlerimiz, zulmetlerimiz çözülsün, dertlerimiz yok olsun, gönüllerimiz ferah olsun! Ayrıca dünyada ve ahiretteki meselelerimiz kolaylıkla çözülsün ya Rabbi!

Bu duanın şamil olduğu bütün ümmet-i Muhammed’in yakınlarımıza ve kendi ruhumuza Allahümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ve sellim ecmain el-Fatiha. ÂMİN

Ortak yolumuz burada sona eriyor. Rumi, tüm insanları buraya gelmeye davet ediyor ve bu davet bu kitapta size iletiliyor.

 Size hitap edildiğini düşünüyorsanız, kendi elde ettiğiniz deneyimleri bize anlatmak istiyorsanız veya bir SEMA ya da bir sufi okulu ile ilgili sorularınız olursa, bizimle temas kurmaktan çekinmeyiniz. Bize buraya kadar refakat ettiğiniz için size teşekkür ederiz.

Ey rahmetinin nihayeti olmayan, iltica eden kullarını kapısından kovmayan Gani, Latif, Rahim ALLAH! Kur’an-ı Azim hürmetine, Habib-i Edibinin buyurduğu Hadis-i Şerifte münderiç hakayık ve dekayık keramet hürmetine, bu aciz risalemizi indinde ve ind-i Resulde makbul ve mergub eyle Ya Rabbi!

Okuyanları, okutanları, dinleyenleri ve amel edenleri, birbirlerine hediye edenleri, Esma-i ilahiyyen ve sıfat-ı Kemaliyyen, nazarı İlahiyyende mahbub ve makbul kulların hürmetine iki cihanda aziz eyle yarabbi.

Nefs-i Emareden ve nefs-i levvameden kurtulup nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainneye vasıl olan ehl-i saadetten eyleyerek nefs-i Radiye, nefs-i merdiyye ve nefs-i safiye neş’esine eren ve bu âlemde iken didar-ı Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i gören cennet ve Cemal’e erenlerden eyle Ya Rabbi!

İmanlarımızı yoldaş ve bizi ehl-i derde sırdaş eyle ya Rabbi! Ölenlerimize rahmet, olanlarımıza terfi-i derecat nasip eyleyerek gönüllerimizi Ruşen eyle ya Rabbi! Menzillerini ve menzillerimizi mübarek eyle ya Rabbi!

Hadım-ı Din-ü devlet vatan-ü millet olanları Nasren Aziz sırrı ile teyid eyle ya Rabbi! Ordularımızı düşmanlarımız üzerine daima galip ve muzaffer eyle ya Rabbi. Evlatlarımızı din-i Ahmedi ile donatarak, gönüllerini nur-u tevhid ile pür nur eyle ya Rabbi!

Vatanımıza saadet ve selamet ve milletimize rahmet ve bereket in’am-ı ihsan eyleyerek afat-ı semaviye ve aradiyyenden masun ve mahfuz eyle ya Rabbi!

Eşrarın şerlerinden emin eyle ya Rabbi! Akıbetlerimizi hayreyle ya Rabbi! İman ile göçürerek Salihlerle, âşıklarla haşreyle ya Rabbi!

Bu eserin hazırlanmasında emeği geçenlerin hizmetlerini sadaka-i cariye olarak kabul etmesini ALLAH’tan niyaz ediyoruz.

Ya Sin. Vel Kur’an-il Hâkim. El-Fatiha. ÂMİN

SON SÖZ VE BİR DİLEK

Tarihe karışan bir tesisin orijinal taraflarını ve organizasyonunu objektif olarak yazıp, gelecek nesle, dinimiz ve Türklüğümüz üzerinde pek derin izler bırakmış olan bir ahlak sistemi hakkında, yeter derecede bilgi verebildim mi, bilmem

Mevlevilik, yaşanarak anlaşılırdı; Mevlana’nın

Hiç nami bi-hakikat didei

Ya zi kaf-ü lam-i gül gül çidei

Dediği gibi, hakikati olmayan hiç bir ad yoktur, fakat ad­ların harflerinden hakikate erilemez.

Nitekim ‘gül’ keli­mesini terkip eden ‘kaf’ ve ‘lam’dan gül derlenemez Ondan ötürü, benim naçiz yazılarımda sıraladığım şeyler, ancak kelimeler ve adlardır, hakikatin ta kendisi olamaz; bütün kusurlar ve hatalar bana aittir. Umulur ki, yetkili bir zat çıkar da bu eksikleri tamamlar.

Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.[44]

BİBLİYOGRAFYA

1.     İrşad, El-Hac Muzaffer Özak, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul 1974.

2.     Kur’an-ı Kerim, Kral Fahd Hadimü’l Harameyni-ş Şerifeyn, 1427

3.     Yakup Koyuncu, İrşad-ül Hac–Mavi Yolculuk Hac Rehberi, Milsan, 2006.

4.     Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 1992

5.     Ahmed b. Hanbel, Musned; ibn-i Mace Sünen; Ebu Davud Sünen; Müslim, Sahih.

6.     İmam Gazali, İhya-i Ulum’id-Din, Istanbul, 1993.

7.     İzzeddin Belik, Ayet ve Hadislerle İslami Hayat, istanbul, 1992.

8.     M. Asım Köksal, islam Tarihi, istanbul, 1973.

9.     Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali.

10.  Riyazu’s Salihin ve Tercemesi, Ankara, 1972.

11.  Saadete Ermişlerin Bahçesi (Hadikatüssüeda), Fuzuli, Maarif yayınları.

12.  Hazret-i Mevlana, Mesnevi-i Şerif, Sönmez Yayınları, İstanbul 1967.

13.  Envar’ul- Aşıkin, Ahmed Bican, Huzur Yay. İst.

14.  Delail-i Hayrat, Mehmet Kara Davut, Ülkü Kitapyurdu, İst 1971.

15.  Ahmediye, Muhammediye; Şark Yayınları, 1966

16.  Aşk Yolu Vuslat Tariki, El-Hac Muzaffer Ozak, Kalem Yayıncılık, 1978

17.  İbtidaname,  Sultan Veled – Çev: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya ve mülhakatı Eski eserleri sevenler derneği, 2001

18.  Yeni Dünya Dergisi, Yıl 14, Sayı 158

19.  Kuşeyri Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri – Çev: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., 1978

20.  Fusus-ûl Hikem Tercüme ve Şerhi, İbn-i Arabî– Çev:Ahmet Avni Konuk- Dergâh Yay., 1987

21.  Tedbirat-ı İlahiye Tercüme ve şerhi, İbn-i Arabî– Çev: Ahmed Avni Konuk, İz Yay.,1992

22.  Hz. Mevlana ve Yakınları, Ayten Lermioğlu, Redhouse Yay., 1969

23.  Mevlana Şems-i Tebrizi, Osmna Karabulut, Şems Yay., 1994

24.  Mesnevi Gözüyle Mevlana, Midhat Bahari Beytur, Sulhi Garan Matbaası, 1965

25.  Ariflerin Menkıbeleri, Ahmed Eflaki–Çev: Tahsin Yazıcı, Maarif Bas., 1954

26.  Divan-ı Kebirden Seçmeler, Midhat Bahari Beytur, Maarif Basım.,1965

27.   Tarihi Simalardan Mevlevi, M.C. Duru, ?

28.  Mesnevi-i Şerif, Hz. Mevlana–Çev: Amil Çelebioğlu, Sönmez Neş., 1967

29.  Mesnevi-i Tahir-ül Mevlevi, Tahir-ül Mevlevi, Selam Yayınları, 1971

30.  Gülşen-i Tevhid, İ. Şahidi– Çev: Midhat Bahari Beytur, İnkilap Yay., 1967

31.  Doğumdan Ölüme Musiki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Yay., 1997

32.  Makalat, Şems-i Tebrizi–Çev: Mehmet Nuri Gençosman, Ataç Yay., 2006

33.  Nisab’ül Mevlevi Tercümesi, Tahirü’l-Mevlevi, Tekin Kitabevi, Konya 2005

34.  Minhac’ül-Fukara, İsmail Ankaravi, İnsan yayınları, İstanbul 2005

35.  Kuşeyri Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri, Yasin Yayınları, İstanbul 2005

36.  Mevlevilerin Tarihi, Sahih Ahmed Dede, İnsan Yayınları, İstanbul 2003

37.   Risale-i Usul-i Tarikat, İsmail Ankaravi, Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Efendi Kütüphanesi 352 no.

38.   Gönül Meyveleri- Semeratül Fuad, Sarı Abdullah Efendi, Neşriyat Yurdu, Yay. 1967

 



[1] Kelabazi, 161; Serrac, 343

[2] Kuşeyri, 644

[3] Kuşeyri, 649

[4] Kuşeyri, 645

[5] Serrac, 372; Kuşeyri, 655

[6] Maide Suresi, Ayet 6

[7] Nur Suresi\24-61

[8] Fetih suresi 10. ayet

[9] Minhac-ül Fukara; İsmail Ankaravi; sayfa 254

[10] Muhammed 19

[11] Muhammed 19

[12] Muhammed Suresi; Ayet 19

[13] Bu risale Süleymaniye Kütüphanesinde Nafiz Efendi Kütüphanesinde 352 no. da bir nüsha vardır. Sayfa 3,4.

 

[15] Ömer Nasuhi Bilmen, 500 Hadis, 379 ve 359

[16] Ahzab Suresi, 56. Ayet

[17] Necm 3,4

[18] Hicr 47

[19] Buhârî, Edebü’l-Müfred, nr. 238; Ebû Davud, Edeb, 49

[20] Neml Suresi Ayet 87

[21] Buhârî. Rekaik, 38; lbn. Mâce. Fiten. 16.38

[22] Tirmizi, İlim, 19

[23] Buharî, Kitabut Tevhid, 2183

[24] Enbiya Sûresi, Ayet 104

[25] Neml Sûresi, Ayet 59

[26] Bakara / 115

[27] Tirmizi: Deavat 82

[28] Mevlevî evradı, hâşiye, s. 34 - 36

[29] Yunus Sûresi, Ayet 62

[30] Saffet Sûresi, Ayet 180-182

[31] Keşfu’l-Hafa:1/472

[32] Nisa suresi Ayet 86

[33] Nur suresi, Ayet 27

[34] Hucurat Suresi, Ayet 2

[35] Kureyş Süresi, 1-4

[36] Muhammed 19

[37] Ebu Davud: Taharet 94, Tirmizi: Taharet 82

[38] Sure-i Nur, Ayet: 32

[39] bakara 30

[40] Enbiya,30

[41] Alak suresi; Ayet 19

[42] Saffat Suresi, Ayet 105.106.107

[43] Hz. Ali kerremâ’llâhü vechenin sözü olarakda rivayet edilmektedir. Bak: Şerhu Nehcü'l-Belâğa. 20, 226. Durer, 167. Mevduat, 368.Fevâid, 231. Hafâ, 2, 312. Haberin Nehcü'l-Balâğa'daki şekli şöyledir. "Dünya bir düş'tür. Âhiret ise, uyanıklıktır. Bizler de, dünya ile âhiret arasında, karma karışık bir takım hayallerden ibaretiz." Bak: Şerhu Nehcü'l-Belâğa, 20, 226.

[44] Bakara suresi, ayet 32


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar