SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 8
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
SEKİZİNCİ BÖLÜM
SEMANIN SON HALİNİ
ALMASI
1—SEMA’DA
ZAMAN– MEKÂN – İMKÂN – İHVAN HİKMET VE SIRLARI
2—MEVLEVÎ’LERDE
KIYAFETİN HİKMET VE SIRLARI
3—DERGÂHLARIN
İDARE ŞEKLİ HİKMET VE SIRLARI
4—MATBAH-I
ŞERİF VE ÇİLE HİKMET VE SIRLARI
5—MEVLEVİLERDE
(ZİKİR) VE (EVRAD) HİKMET VE SIRLARI
6—MUKABELE-İ
ŞERİF’İN HİKMET VE SIRLARI
7—MEVLEVİ
ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
Yemek
Sofraları
Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma (Ezan Ve
Kamet)
Dergâhlarda Akika Kurban Merasimi
Dergâhlarda Sünnet Merasimi Ve Mevlidi
Dergâhlarda Bedi besmele Merasimi
Dergâhlarda Düğün Merasimleri
Dergâhlarda Askerlik Merasimi
Dergâhlarda Hilafet Merasimi
Hacıların Hicaz Yolun’ Da Sürre Alay Merasimi
Mevlevi Terimleri Islati Sofiye
Bayram Törenleri
Kurban Bayramı Merasimi
Ramazan Bayramı Merasimi
Kandil Geceleri Merasimi
Aşura Gecesi
Leyle - i Arus
Cenaze Merasimi
Hususi Top1antılar
8—SON
SÖZ VE BİR DİLEK
SEMANIN
SON HALİNİ ALMASI
Mevleviliğin
en önemli esası SEMA’dır.
Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi Hz. Mevlana zamanında SEMA,
bir dost toplantısı, bir yemek meclisi evvelinde veya sonunda, kulağa gelen hoş
ve manalı bir ses veya heyecanlı bir hadise neticesinde ortaya çıkan VECD
hali idi. Bu dönem SEMA ayinlerinde; SEMA yapan Mevleviler, SEMA’da
sıçrar, ayak vurur, kol açar, VECD’i sebebiyle birini kucaklar, halkı SEMA’ya
teşvik ederdi. Bu devirlerde muhtelif hadiselerin tesirleri ile SEMA’nın
yanında, bir musiki heyetinin de refakati ile toplu halde ve çoğu zamanda
tesadüfe bağlı SEMA’da
yapılırdı. Kaynaklarda bu şekilde icra edilen SEMA’nın teferruatına rastlanmaz.
Ancak bazı kayıtlardan bilhassa Mevlana’nın medresesinde yapılan SEMA da
musiki heyetine ayrılan yüksekçe bir yer bulunduğu Mevlana’nın tamamen
erkeklerden müteşekkil olan bu heyetin önünde SEMA ettiği olmuştur. Yine SEMA’nın
sonraki şeklinde görülen selam verme âdetinin izlerine de rastlanmaktadır.
Mevlana
zamanında ve onu takip eden devirde daha önceleri SEMA adabından sayılan ‘zaman,
mekân, imkân ve ihvan’a çok defa ehemmiyet verilmediği görülmektedir.
Mevlana’nın vefatından sonra halefi Hüsameddin Çelebi tarafından Cuma namazını
müteakip, Kur’an okunduktan sonra, toplu bir halde SEMA yapılması bir gelenek haline
getirildi. Bununla beraber belirli bir zaman ve mekâna bağlı kalmaksızın,
muhtelif vesileler ile SEMA yapıldığı da rivayet buyurulmaktadır.
SEMA’nın
bilhassa Mevlevi tekkelerinde adab ve erkâna riayet edilerek bir ayin halinde
icra edildiğinin hangi tarihte başladığı bilinmemektedir.
Mevlevi
Ayini, Hz. Mevlana tarafından tamamen bir VECD halinin ifadesi olarak, bir usul ve merasime
bağlı olmaksızın yapılan SEMA’nın, bir düzene bağlanması ile oluşmuştur.
Hz. Mevlana’nın düşünce, fikir, yaşayış, ilim, aşk ve cezbesinin, bir tasavvuf
ekolü halinde ortaya çıkışı, oğlu Sultan Veled zamanında olmuştur. Sultan
Veled ve hatta oğlu Ulu Arif Çelebi, aynen Hz. Mevlana gibi, belli bir düzen
olmadan, coşkunlukla SEMA ederlerdi. Ancak ayrıca Cuma namazından sonra
Hz. Mevlana’yı anmak maksadı ile tertiplenen toplantılar, ayinin bir düzen
halinde ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiş ve SEMA meclislerine belli bir düzen
verilmeye başlanmıştır. Ayin, önce
Pir Adil Çelebi ve daha sonra da Pir Hüseyin Çelebi tarafından bugünkü şekil
ve düzenine konulmuştur. Pir Adil
Çelebi, Sultan Veled’in (ö.1312) oğlu Şemseddin Emir Abid Çelebi’nin(ö.1338)
oğlu Emir Âlim Çelebi’nin(ö.1388) oğludur. Feridun Ulu Arif Çelebi’nin (ö.1328)
oğlu Muzaffereddin Ekber Emir Adil Çelebi’nin (ö.1368) oğlu olan II. Arif Çelebi’nin
1421’de vefatı ile Çelebilik makamına geçmiş, 1460’da vefatına kadar 39 yıl bu
görevde kalmıştır. SEMA ayinine bugünkü şeklini veren bu zattır. En
son şekillendirme ve teferruat düzenlemesi ise, Afyonkarahisar’lı 3. Arif
Çelebi’nin 1642’de vefatı ile Çelebilik makamına geçen ve Ferruh Çelebi’nin(ö.1591)
oğlu olan Hasan Çelebi’nin oğlu Pir
Hüseyin Çelebi(ö.1666) tarafından yapılmıştır. Konya’daki Asitane’nin
(Pir Evi) 18. postnişini olan Pir Hüseyin Çelebi, Tekke-Medrese kavgasının en
ateşli zamanları olan Sivasiler-Kadızadeler kavgasını görmüş, yaşamış ve bu
tesirle de Mevlevi SEMA ayinini, cahiller ve inatların dışında,
herkesin kabulüne mazhar bir düzenle ortaya koymuştur.
SEMA’DA ZAMAN – MEKÂN– İHVAN
HİKMET VE SIRLARI
Cüneyd
Bağdadi’ye göre SEMA
yapanların üç şeye ihtiyaçları vardır. Zaman-mekân-ihvandır. Bunlar
olmadan SEMA
yapılmamalıdır. SEMA
her zaman, her yerde ve herkesle yapılmaz. SEMA doğru zamanda, doğru mekânda ve doğru
kişilerle yapılır, bunlar isabetle seçilirse feyizli ve bereketli olur. SEMA’da
yabancıların ve muhaliflerin bulunmamasına dikkat edilir. Zira SEMA, SEMA
edenlerin birleştikleri, kaynaştıkları, yekvücut ve tek yürek hale geldikleri
bir meclistir. Zıtlar ve muhalifler bu manevi birlikteliği bozar.
Cüneyd: “Fakirler
/ dervişler üzerine ALLAH’ın rahmeti üç yerde
iner. Bir şey yediklerinde; zira ancak ihtiyaç duyduklarında (ve ihtiyaç
miktarı) yerler. Konuştuklarında; çünkü onlar bir mecburiyet olmadıkça konuşmazlar.
SEMA ettiklerinde; zira ancak VECD’e gediklerinde SEMA
ederler.” [1]
buyurmuştur.
Sohbet
sonunda evliyanın menkıbeleri anlatılır
ve VECD’e
gelip SEMA
yapılırken Hakk’ın feyzi ve bereketi iner.
Cüneyd:
“SEMA, onu talep edene fitne, tesadüfen dinleyene
kalp ferahlığıdır” [2]
der.
Sufiler sırf bedensel bir zevk için SEMA
etmenin, özellikle henüz sülükun başında bulunan müritler için sakıncalı
olabileceğini, müziğe düşkün olmanın Hakk’a giden yollarını kesebileceğini
önemle vurgular. Cüneyd’in; “Bir
müridin SEMA’a düşkün olduğunu görünce bil ki
onda tembelliğin kalıntıları vardır.” [3]
sözü bunu dile getirir.
Şibli, “SEMA’ın dışyüzü fitne, içyüzü ibrettir. İşaretten
anlayana ibrete kulak vermek helaldir. Aksi halde fitneye düşülmüş ve
belaya girilmiş olur.” [4]
Ebu
Ali Ruzbari, “Biz SEMA konusunda bıçağın sırtındayız, azıcık o veya bu
tarafa meyletsek cehenneme düşeriz.” [5]
Demektedir.
ALLAH
Teâlâ’ya giden yolda bir taşıyıcı işlevi yapan SEMA, eğer dikkat edilmezse salikin
yolunu kesebilir, önüne bir engel olarak da çıkabilir. Bundan dolayıdır ki sufiler
din dışı müzikle SEMA’ın birbirinden ayırt edilmesi ve bunların birbirine
karıştırılmaması gerektiği konusunda hassasiyet göstermişler, evliyanın SEMA’ını
melahi denilen ve bedensel / nefsanî zevk veren dünyevi müzik, raks ve eğlenceden
bambaşka bir şey, ruhani, ulvi, manevi, hatta Kutsi ve ilahi bir niteliği
olduğunu önemle vurgulamışlardır. Bu SEMA’ın, o melahi ile karıştırılması tehlikesi
her zaman mevcut olduğundan bu hususta çok dikkatli olmak gerekir.
Abdestin Hikmet ve Sırları
“Ey İman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi,
dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar
ayaklarınızı yıkayın”[6]
Muzaffer
Aşkî (r.a.) abdestin hikmetlerinden şöyle bahsediyor: Abdest almak, suyla ilişki kurmak dirilmek
demektir. Su mai hayattır. İnsan bir damla sudan yaratıldığı için, yaratıldığı
madde ile buluşması tekrar hayat kazanmasıdır. İnsan su vasıtasıyla dirilerek
ve temizlenerek Allah’ın önünde hazır durur. Gönlünde duyduğun bir anlık cezbe
yârin huzuru demektir ve onunla olmak demektir. O cezbe haliyle nefes alıp
vermek visalin ta kendisidir, bayramdır. Çünkü yar ile birleşmektir.
Abdest alacağın vakit, mekruhtan hariç kalmaya çalış. Abdest,
gusül, mest konusunda tertibe sünneti-seniyyeye riayet et. Namazla, SEMA’yla ALLAH’ın
huzuruna çıkacak, mukabele bulunacak kimsenin itina ve dikkat ile aldığı abdest
gibi tamam al. Bu abdest namazı nasıl olursa olsun diye bu abdest için hiç
müsamaha etme. Her bir hareketini, her bir abdest alma uzuvlarını besmele ile
başlat. Ve ellerini terk-i dünya niyetiyle yıka.
Ondan sonra ağzına su verirken kalben zikir tilavet et. Ve ALLAH’ tan manevi ve ruhani olan zikir tilavet etmeye niyet et.
Manevi, ruhani olan kokuları koklamak niyetiyle burna su ver! Ve zilleti
ihtiyar ve kibr-i nefisten ihraç niyetiyle burnunu temizle! Ve yüzünü Hakk’ a ve halka karşı hayâ niyetiyle yıka! Ve kollarını
dirseklerine kadar cemi-i’ umurunda Hakk’a tilavet niyetiyle yıka! Ve kulaklarını Hak kelamı
dinlemek ve dinlediği sözleri en güzeliyle hitabe etmek niyetiyle mesh et! Ve
ayaklarını kesb-i müşahedeyi tay etmek ve çiğnemek niyetiyle yıka! Kesb-i
müşahede küre-i arzdaki Hz. Musa (aleyhisselâm)’a
göre Tur-i Sina’dır. Ümmet-i merhume-i
Muhammediye’ye göre Kâbe-i Muazzama’dır. Ayaklarını yıkadıktan sonra seni taharete muvaffak
eden Hz. ALLAH’u Teâlâ’ya sena ve Hakk’a giden yolu açık tutun Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’e salâvat getir!
Namaz kılmak için Rabbi’nin huzuruna çıktığın zaman, devran ve SEMA’da müşahede-i
cemal yüzünü nasıl Kâbe’ye çevirmekte isen, kalbini de Hakk’a çevir! Ve bu tevcihindeki vücutta O’ndan gayri bir şey yoktur. Yani vücut ve varlık ancak Hakk’ın olup gerek senin, gerek senin içindeki âlemin kalbin ile
müşahedeyi tekbir et! Ve namazın iftitah tekbirini müşahede içinde olduğun
halde al! Ve Kuran- ı Kerim’i tilavet ettiğin
vakit ayet-i kerimenin manayı münisi ile kalbini müstağrak kıl. ALLAH’u Teâlâ’ya hamd-u sena
eder, Hak Subhanehu Hazretlerine kendine hamd senayı talim eder. Selam
vaktinden sonraki akdin üzerine yukarıda zikrolunan tedebbür ve tefekkür
üzerinde sabit kal! Hak Subhanehu ve Teâlâ Hazretlerine lafzı ile selam ver,
zira senin hüviyetin Hak olduğu için selamın nefsine ait olur. Nitekim Hak Teâlâ
Hazretleri; Kur’an- ı Kerim’de “Bir haneye girdiğiniz vakit nefislerinize
selam veriniz” [7]
buyurur. Binaenaleyh her ne vakit mescide, evine, odana girersen iki rekât
tahiyye namazı kılıp nefsine selam ver!
Sufilerin, Dervişlerin ve Semazenlerin abdest almasına ilişkin bu yorumu Sefer Efendi Hazretleri Rahmetullahi
Aleyh Hazretleri getirmiştir.:
Semazen canlar SEMA meydanına çıkacakları
zaman, elleri ayakları ve yüzleri melekler ve hazırun tarafından izlenmektedir. SEMA anında kişi bu
âlemden başka bir âleme geçmektedir. İşte böyle sıhhatli bir abdest alınırsa Semazenin her uzvu nurun ala nur olur.
MEVLEVİLERİN KIYAFETLERİ
HİKMET VE SIRLARI
Çist dünya ez Huda gâfil büden
Niy kumaş-ü nakre vü ferzend-ü zen
—Mevlânâ-—
(Dünya
Allah’tan gafil olmaktır;
Yoksa kumaş, para, evlat ve avrat değil.)
Mevlevilerin kıyafetleri çok kibarâne idi; bu
kıyafetler ile her cemiyette kendilerine karşı hürmet ve riayeti celp
edebilirlerdi; tarz ve tavırları da o nisbette edibâne, konuşmaları da o
derecede arifâne idi.
Öteki tarikat mensupları başlarına giydikleri
külaha Tac adını verdikleri halde, Mevleviler serpuşlarına Sikke derlerdi.
Dü cihanda eğer
altun ola dersen namın
Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânâ’nın
Beyti
sikkeye verilen kıymeti gösterdiği gibi, mevleviler bu serpuşa, kendi
aralarında fahir adı verirler ve bununla iftihar ederlerdi.
Önceleri
sikke, 15-
Arakiye
Ter’emen
anlamlarına gelen bu kelime beyaz ve döğme yünden yapılmış sikke kadar uzun
olmayan bir serpuştu.Sema çıkarmamış matbah canları,arakiye giydikleri gibi
isteyenlerde ve bilhassa çocuklarla kadınlara şeyh tarafından arakiye tekbir
edilirdi.Üstü yukarıya doğru sivrice dar ve iki yandan yassı olup üste adeta
önden arkaya doğru sert ve yüksek bir çizgi teşkil edecek tarzda yapılmış
olanlarına elifi arakiye denilirdi.
En makbul sikkeler Konya’da ve Bursa’da
Arakiyeci esnaf tarafından yapılırdı; kirlendiğinde, şekilleri bozulduğunda
sikkeyi sabunlu sıcak su ile yıkamak ve hususî ağac kalıplarda kurutarak kendi
şeklini vermek kabildi.
Sikke
başa giyilirken ve baştan çıkarılırken, hürmet alemeti olarak ve Veys-el Karanî’ye
verilen Mirac hırkasına rabıta yaparak, kenarı öpülüp çıkarılır, giyilirdi; bu
öpme hareketine “Görüşme” tabir edilirdi ve mevleviler ellerindeki şeye veya
bunu verecekleri zata hürmet ızhar etmek isteyince o şeyi öperdi. Tarikatte
bütün dervişlerin birbirlerinin ellerini öpmekten ibaret bir de hususi merasim
vardı ki, buna da “görüşme” denilirdi. Zaten, neyi öpmek olursa olsun, hepsi bu
tabirle ifade olunurdu; her birinden sırası gelince bahsedeceğiz.
Gece
yatarken sikkeyi çıkarmamak mutaddı; fakat bazıları yatarken arakiye, takke,
arakçin gibi bir şey de giyebilirdi; mevta kabre konulunca kefeninin başucu
açılarak ona da sikke giydirilirdi.
Sikke
ile kahveye, gazinoya ve tiyatro gibi yerlere gidilemezdi; her hangi bir
cürümden dolayı ceza ve tevkif evlerine alınmış olanlar da sikkelerini çıkarmak
ve herkesin serpuşundan giymek mecburiyetinde idiler. Mevlevilerin kendi
aralarında kabahat işleyenlere verdikleri en büyük ceza dahi başından sikkesini
almak olurdu. Sikkesi alınan, kabahati affedilip şeyh tarafından hususi
merasimle, tekrar giymesine müsaade edilmedikçe artık sikke giyemezdi.
Mevleviliği
tesiste ikinci Pir sayılacak derecede tesiri ve hizmeti bulunan Sultan Divani,
daima göğsü açık tennure giyer, kalenderi denilen bir kuşak kuşanır, başında da
bazı vakitler Mevlevi sikkesi, bazı vakitlerde de on iki dilimli Şems Tac’ı
taşırdı; bazı zamanlarda da Seyfi Tac denilen uzun ve yeniçeri başlığı gibi ucu
arkaya doğru kırık ve kıvrık bir serpuş kullanırmış.
Şeyhler ve tekke vazifedarlarından bir kısmı,
sikke üzerine birer sarık da sararlardı; bu sarığa “Destar” adı verilirdi.
Destar sarmak salahiyetine haiz olanlar şeyhler, mesnevihan’lar aşçıbaşılar,
neyzenbaşılar ve kudümzenbaşı lardı; bir de Konya dergâhında bulunan ve Çelebi’nin
vekili mesabesinde olan Tarikatçı, Sertarik, Tarikatî denilen zat ile Mevlâna’nın
türbedarı da destar sararlardı. Konya’daki Tarikatçı’ların her devirde mevcud
olmadığı ve mevcud olduğu zamanlarda da her vakit aynı yetkiye sahip bulunmadığı
anlaşılmaktadır; ancak Sadreddin Çelebi zamanından başlayarak daimi surette
vazife görmüşler ve teşrifatta, şeyhlerden sonra ve aşçıbaşılardan önde
tutulmuşlardır.
Destarlar, sikkeye geçirilmiş içi pamukla
beslenmiş üstü tülbentle kaplı bir halkanın etrafına sarılırdı, ilk sarmaya
başlanınca alt kısmı birbiri üstüne dolayıp genişlettikten sonra şekil vermeyi
başlamak suretiyle saranlarda vardı. cüneyd-i ve kafes destar adı verilirdi.
(Sikkenin yarısı kadar destar sarılmaya başlanmıştı ki buna cüneyd-i
denilirdi.) Destar 5-6 santimetre kalınlığında çuhadandı. Destar sikkeye
dolandırıldıktan sonra ucu serbest olarak yana ve daha çok arkaya
sallandırılırdı, bu uca Taylasan derlerdi. Taylasanı sikkenin tepesinden
geçirmek Kutupluk alameti idi, bunu her şeyh yapamazdı.
Şeker-aviz
destar kafesi tarzda yani sağdan sola, soldan sağa sarılan kısımlar birbirini
kesip adeta bir kafes şekline benzetilerek yahut Hüseyni tarzda yani soldan
sağa ve yukarıya doğru mail olarak sarılan kısımları sağdan sola gelen kesmek
suretiyle sarılırdı.
Düz
sarılan sarığa dolama denilirdi. Mevlerilerde yalnız şeyhler destar sararlardı,
dervişler ve muhibler sarmazlardı. Çelebiler ve halifeler duhani yani bakılınca
siyah denecek kadar koyu yeşil destar sararlardı. Şeyhlerden seyyid yani
Hz.Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) soyundan olanların destarları koyu yeşil,
olmayanların beyazdı. Çelebi destarları alttan sikke görülmeyecek, çelebi
olmıyanlarınsa sikkenin pek az bir kısmı adeta bir zırh gibi görülecek tarzda sarılırdı.
Bütün Mevleviler destarı öne alınca göğsü gecicek kadar bir kısmını sol tarafa bırakırlardı.
Örfi ve cüneyd-i destarlarda bu kısmın daha uzun olduğunu görüyoruz.
Her
vazifelinin destar sarış tarzı farklıydı. Çelebi Efendiler’in destarları resmî günlerde
ve âyinlerde siyah renkteydi ve sikkenin başa giyilen kenarlarını örtecek
tarzdaydı. Tekke şeyhlerinin destarları siyahtı ve sikkenin kenarını görünür
bırakırdı, Çelebi’ninkinin güzel bir konik olmasına mukabil, şeyhlerinki
müdevverdi.
Mesnevihanlar
şeyh olmasalar dahi, destar sarabilirlerdi ve bunlarınki şeyhlerinkinden daha
ince sarılırdı. Destar sarmak hakkını haiz diğer vazifelilerin destar sarmaları
arzularına bağlıydı ve bunlarınki büsbütün ince ve hacimsizdi. Bu vazifelilerin
destar sarmalarına pek de rastlanmazdı.
Dergâhın
imamı, sikke üzerine, alelâde, beyaz imam sarığı sarabilirdi. Bir vazifesi
olsun olmasın, Zükûr çelebiler de, isterlerse, ince siyah bir destar
kullanabilirlerdi.
Her tekkenin türbedarı, tarikatin sayılı
erkânından idi; hususiyle Konya türbedarının mevkii hepsinden de üstündü,
maiyetinde görevliler bulunur, bunlar nöbetleşe Huzur’un hizmetlerini
görürlerdi. Baş Türbedar Dede, türbenin gümüş anahtarını —şimdi müzede mahfuz
bulunan— incili ve gayet kıymetli bir kese içerisinde, cuma ve bayram
günlerinde boynuna asardı; Mukabele günlerinde, gümüş kafes karşısında niyaz
vaziyeti alır, ayinin sonuna kadar ayakta ihtiram vaziyetinde kalırdı. Mevlâna’nın
sandukası yanına girmek ve oranın hizmetini görmek türbedar dedeye aitti, sanduka
yanına Çelebi Efendi bile giremezdi. Huzur’un süpürülmesi ile elde edilen
şeyler hususi bir kuyuya atılırdı. Muayyen zamanlarda, bilhassa ilkbahar ve kış
başlarında olmak üzere, yılda en az iki defa sandukalardaki sikkelerin
destarları özel bir merasimle yıkanır ve değiştirilirdi. Yazın çok defa beyaz
destar sarılırdı.
Bazı
Mevlevi büyüklerinin, hususiyle Mevlanâ ile babası, oğlu ve torununun
kabirlerindeki destarlar Örfi destar denilen gayet kalın kıvrımlıdır. Bazı
türbelerde de, Sultan Divani’nin hayatında kullandığını biraz yukarıda yazdığımız,
Seyfi Külah, yani kılıç tac adlı sikkeler vardı ki, bunlar ikiye
katlanabilirdi. Bu tacın başa gelecek kısmı yuvarlak, lakin tepesi ikiye
bölünmüş, yassı ve iki yolluydu. O iki yola Sır-rı Üstüva denilen siyah bir hat
ta çekilmiş bulunurdu. Sır-ri Ustüva’lı sikkeler, ancak Mutlak hakikate erip
Kutupluk mertebesine vasıl olanlara mahsustu. Son zamanlarda örfi destar veya
seyfi tac kullananlara rastlanılmışsa da, bazı şeyhlerin taylasanlara Ustüva
şekli verdikleri olurmuş, kabir taşlarında da böyle üstüvalı sikke resimleri
çoktur.
Sikke,
kelimenin de delâleti veçhile Mevleviliğin damgasıydı; pek kutsaldı. Destarlı
sikke şeklinde, altından veya gümüşten yapılma yüzük, küpe, kolye, habbe ve muskalık
kullanmak uğurlu sayılırdı; evlerde de sikke şeklinde biblolar, levhalar ve
resimler bulunurdu.
Yalnız
Mukabelelere iştirak edebilip sair zamanlar kendiişleriyle meşgul olan ve Muhib
adını alan, yani, dergâhta yatıp kalmayan ve bir vazifesi bulunmayan
müntesipler diledikleri şekilde giyinirlerdi; fakat dergâh sakinleri ve
vazifedarları ile mukabeleye iştirak etmek isteyen muhibler başlarına sikke ve
arkalarına Hırka giymek mecburiyetindeydiler. Resmi hırka, bol ve genişti;
bedeni ile her iki kolu aynı biçimde ve aynı hacimde olurdu; yakası haydari
modeldeydi ve yaka, uçları göğüs hizasında nihayetlenecek surette ya 12 veya 18
dikişle dikilirdi, bu dikişlerin ense kısmında çapraz bir halde bir taraftan
öbür tarafa geçirilmesi suretile orada (8) şekli de resmolunurdu, bu resme gül
veya Üstüva adı verilirdi. Başta sikke olmadıkça hırka gıyilemezdi.
Tekkede
oturanların iç çamaşırları ve mintanları basit ve sade idi; ilik, düğme
kullanılmaz, yenleri vesair icabeden yerleri bağlarla bağlanırdı; her parçanın
yakası “haydari” idi.
Şeyhler
ve dedeler Elfi şalvar veya Mabeyn biçimi denilen yarım ağlı, bol bir pantolon
ve yelek yerine de bir Destegül giyerlerdi bu Destegül sivil hayatta giyilen
detegüldü. Yakaları yine haydari idi. Resmiyette giyilen Destedül, Tennurenin
üzerine giyilirdi, yakaları düzdü, sağ ucunda da bir kaytan vardı. Ayrıca
Haydari, Haydariye ve Hüseyiniye de giyilirdi, yakaları 18 veya 12 dikişliydi.
Bunun üstüne de, üst kabı olarak kumaştan veya abadan, mevsime göre softan veya
ketenden, yakası haydari, bir cübbe giyerlerdi; bellerine de Elfi - Nemed
denilen,
Mevleviler
arasında, göğüslerine ve kalplerinin tam üzerine ince ve kısa bir zincire
bağlı, fındık hacminde renkli bir taş asanlar da olurdu, buna Habbe denilirdi,
Bektaşilerin Teslim taşı mesabesindeydi.
Matbah
canları’nın günlük kıyafetleri dar etekli ve adeta entariye benzeyen bir
tennure idi, buna ferace de denirdi, yani onlar şalvar ve cübbe giymezlerdi.
Dedeler şalvarlı ve cübbeli kıyafetleriyle her yere gidebildikleri halde,
canlar, harice çıktıklarında tennureleri üzerine resmi hırkalarını da almak
mecburiyetinde idiler.
Bütün
Mevleviler ökçeli veya ökçesiz mest, yemeni, lapçin ve kundura, son zamanlarda
lastikli fotin veya galoş-fotin giyerlerdi. İlk zamanlarda, hususile şeyhlerin,
zahir âlimleri gibi, sarı mest ve sarı papuç giydikleri ve hatta bazı şeyhlerin
demirden veya ağaçtan bir asa taşıdıkları olmuştur. Eskişehir’li Şeyh Hasan
Dede ve daha bazı şeyhler matbah canları gibi, daimi surette tennure
taşırlardı; bir, iki Konya çelebisinin de aynı suretle giyindikleri fotoğraflarında
görülmektedir.
Mevleviler
sakal bırakırlar ve bıyıklarını asla kesmezlerdi. Zaten tarikat ehlinde ve
Ehl-i Beyt muhiplerinde bıyık kesmemek, adeta, birer nişane idi. Dervişlerle
softalar arasında bu yüzden uzun boylu münakaşalar ve mücadeleler olurdu.
Saçlar
mutlaka kısa kestirilirdi, makine ile aldıranlar veya ustura ile kazıtanlar
olurdu. Saç, sakal hususunda Hz. Peygamber’in sünnetini icra ettiklerini söyleyen
dervişler, Hz. Peygamber’in saçlarının kulak memelerine kadar uzun bulunduğunu
rivayet ederler, birçok tarikatlarda mensuplar saçlarını uzatırlardı; lâkin
mevleviler saç uzatmağa müsaade etmezlerdi.
Tıraş
dört vuruştur: Birincisi sakal, sonra bıyık, sonra baş, sonra da kaş. Her
birinin bir manası vardır. Sakal tıraşı dünya sevgisini terk etmeye, bıyığı
tıraş etmek, benlikten geçmeye, kaşı tıraş etmek Allah sevgisinden başka bütün
sevgileri gönülden çıkarmaya, saç tıraşı da erler önünde ayak toprağı olmaya
işarettir.
Peygamber Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) veda haccında,
Bayramın ilk günü Müzdelife’den Mina’ya geldiğinde önce;
- Akabe cemresine taş attı
- Kurban kesti
- Saç tıraşı oldu
Daha sonra Mekke’ye gidip
ziyaret tavafını yaptı ve Mina’ya döndü. İmamı Âzam Hazretleri işte bu tertibi
esas almakta ve bu sırayla yapılmasının vâcip
olduğunu belirtmektedir. Halk arasında bu sıra, “taş, baş, tıraş” diye bilinir.
Sema
tennuresine gelince: bunlar da, matbah canlarınki gibi, esas itibarile kolsuz
ve yakasız bir roptan ibaretti; ancak eteklerinin kenar dairesi gayet geniş
yapılır, bu kenarın içerisine kalın ve ensiz kumaş geçirilerek, dönerken,
eteğin mahruti bir çadır gibi, muntazam ve kıvrıntısız bir şekilde açılması
sağlanırdı. Can’ların hırkaları hemen daima siyah renkte olduğu halde, sema
tennureleri beyaz veya her renk hafif kumaştan yapılabilirdi.
Mevlâna’nın
ve oğlunun kıyafetlerinin, yukarıda anlatılan şekilde olmadığı muhakkaktır.
Mevlâna’nın olduğu söylenilen ve Konya müzesinde saklanan elbise ve serpuşlar,
mevlevilerin son zamanlardaki kıyafetlerinden büsbütün başkadır. Tarikat ayin
ve erkânından her birinin kimler tarafından ve ne suretle tesis ve tesbit
edildiği malûm bulunmadığı için, kıyafetin de son şeklini ne vakit aldığı belli
değildir. Şu var ki, Resmi hırka, müslim ve gayri müslim bütün din
reislerininkinin aynıdır, imamların giyişleri de aynı biçimdeydi.
Peygamberimizin İstanbul’da hususi bir mevkide saklanılmakta olan hırkalarının
da bu şekilde olduğunu görenler söylüyor. Tennureler arapların ve rahiplerin
entarilerini andırırdı.
Konya müzesinde, Tebrizli Şems’e ait olarak
bir Tac-ı Şerîf saklanılmaktadır ki, resminden de anlaşılacağı üzere, Kelime-i
Tevhid yazılıdır; orijinal bir tiptedir; kalenderi tacını andırır; fakat böyle
kelime-i tevhid’li bir Tac-ı Şerîf’in kullanılmasına ve olur olmaz yerlere
girilmesine, elbette, hürmet hissi manidir, belki de, bunu Şems sadece zikir
esnasında giyiyordu. Sultan Divani’nin arasıra giydiğini Menâkib lerin yazdığı
12 dilimli Şems Tac-ı Şerîf’inin nümunesine rastlanılmamıştır. Tac-ı Şerîf’lerdeki
bu dilimlere, bilindiği üzere, Terk adı verilirdi; diğer tarikat mensuplarında
4,6,8 ve 12 Terkli taclar vardı, fakat mevlevilerin sikkesi Terk sizdi.
Konya müzesinde saklı ve Sultan Veled’e ait
olduğu rivayet edilen Deste-güller arasında, üzerine ayet ve hadis yazılmış ve
işlenmiş olanı da vardır, bunun
da resmini sayfalarımızda bulacaksınız; böyle yazılı bir çamaşırın
kullanılmış olmasına ihtimal verilemez; olsa olsa, Sultan Veled’e ait bir
destegül sahibinin ululuğuna ve yüceliğine hürmeten, sonradan yazılarla
süslenmiş ve o suretle saklanılmış olabilir.
Kadınlar
da mevlevi tarikatine intisap edebilirlerdi. Lakin onlar Çileye soyunamadıkları
gibi hususi bir derviş kıyafetleri de yoktu; hatta asla sikke giyemezlerdi.
Gerek kadınlara, gerek sadece teberrük maksadıyla bir şeyhe intisap etmiş
olanlara Arakiye tekbirlenip giydirilirdi, erkek çocuklar da Sikkenin hürmetine
riayet edebilecek yaşa kadar yine arakiye giyerlerdi.
Mevlevi
SEMA
Ayini, musikisinden kıyafetine kadar her alanda, pek çok sembolleri taşır.
Benliğinden
ölü olan Mevlevi dervişinin, başındaki sikkesi nefsinin mezar taşı, giydiği
tennuresi nefsinin kefeni, sırtındaki hırkası nefsinin kabir toprağıdır.
Semahane
kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mana âlemidir.
Posttan sağa doğru hareket, yücelikten düşüklüğe gidiş (ulviden süfliye) hatt-ı
istivanın sonundan posta doğru hareket düşüklükten yüceliğe varıştır ki, ‘seyr-i
suluk’ denen manevi olgunluğa erişme yolculuğunu anlatır.
Kudümün
ilk vuruşu “Ol”
emrinin, anlatımıdır. Ney, ‘İnsan-ı kâmil’dir. Ney’in
üflenmesi, İsrafil’in ‘Sur’u üflemesidir.
Kalkarken yere el vurmak hem ‘Ol’manın, hem Sur’u işitince kabirden kalkmanın
sembolüdür.
Sultan
Veled Devrindeki üç tur, ‘ilm-el yakin’, ‘ayne’l yakin’, ‘hakke’l yakin’ denen
bilme, görme ve olma mertebelerine işarettir. Tecelli rengi olan kırmızı
renkli post üstündeki Şeyh Hz. Mevlana’yı temsil eder. Hakikate varan yolu o
bilir ve bunun için hakikate varan en kısa yolu temsil eden hatt-ı istiva’ya
yalnızca o basabilir.
Sur’un
üflenmesiyle kabirIerinden canlanarak kalkanların şaşkın şaşkın nereye
gideceklerini aramak yerine, insan-ı kâmilin peşine takılıp, onun gittiği
yoldan, adımlarını onun gibi atarak kurtuluşa eren yolu bulmayı, Sultan Veled
Devrindeki yürüyüş temsil eder.
SEMA’daki
selamlar ‘zat’, ‘sıfat’,
‘fiil’, ‘vahdet’ gibi tasavvuf anlamlarını taşırlar.
Dört selam; ‘şeriat’, ‘tarikat’,
‘hakikat’ ve ‘marifet’ kademelerini anlatmaktadır. Dördüncü selamda; ALLAH’ın
tek ve gerçek varlığı ile var oluş olan, vahdet durağından kıpırdamadan, ayak
direyerek duruş, anlatılmaktadır. Ve sonunda: “bütün mana mertebelerini
bilsen de, ulaşsan da, asla kulluktan vazgeçme, en yüce makam ve mertebe
kulluktur, fakat bilenle bilmeyen bir değildir.” denilir.
Kıyafet
(Kisve), dervişleri tanımaya ve birbirinden ayırmaya yaramakla beraber, edebi
ve terbiyeyi istilzam eden resmi üniformalardı. Malum olduğu üzere, eskiden
her sınıf halkın kendine mahsus bir kıyafeti vardı.
Bu
hususi kıyafetlerin eserlerine mezar taşlarında bile rastlanır. Bir kıyafeti,
bir mezar taşını görmekle sahibinin sanatını, meslekini ve içtimai mevkiini
tayin ve teşhis etmek kabil olurdu. Zamanımızda da Adalet ve üniversite
mensuplarının, masonluk gibi bazı teşekküllerin vazife başında taşıdıkları
kostümlerin tesiri ve icat sebepleri her ne ise, tarikat ehlinin
kıyafetlerindeki tesir ve sebep de aynıydı.
Buraya
kadar kısaca bahsettiğimiz Mevlevi kıyafetlerinin patronlarını ve ölçülerini de
kitaba eklemek istiyoruz. Gücümüz yettiği nispette koyacağımız resimlerin kâfi
derecede iş göreceğine inanıyoruz.
Maişeti
Dünyalık için Allah azimü şan iki meslek birden ikram etti. Birincisi terzilik,
ikincisi sanat endüstürü radyo elektrik bölümünden mezun olduğum için hamd olsun
çok radyo imal ettik. Beyoğlun da meşhur terzi Ahmet Ahsen usta’nın
kalfasıydık. Mesleklerin malzemesi birisi iğne iplik birisi tel ve kablo nasıl
bir terzi elindeki malzemenin özelliğine göre ölçü alır ona göre biçer, diker
müşterilerine özel bir giysi hazırlarsa bizde Hz. Mevlana’nın öğretisi üzerine
gücümüz nispetinde sema ile ilgili mesleki mevlevilikle en ince noktasına kadar
öğretmeye çalışıyoruz. Hak erenleri cümlemizin yardımcısı olsun. İnşallah
Rahman
DERGÂHLAR VE İDARELERİ
HİKMET VE SIRLARI
An zi hidmet naz-i mahdümi
bi-yaft
Vin zi
mahdümi zi rah-ı iz bi-taft
-
Mevlana
(Kimi hizmet yüzünden izzet buldu,
kimi de kendine hizmet edildikçe izzetinden kaybetti)
Sultan-ül
Ulema, Mevlana, Hüsamettin Çelebi ve Sultanı Veled müderris bulundukları
medresenin bir odasında, diledikleri vakit zikrederler, başka tekkelerin
ayinlerine katılırlar, evlerde sema, sohbet meclisleri kurarlardı kendilerine
mahsus bir tekkeleri yoktu. İlk defa, Ulu Arif çelebi, dedesinin türbesinde
uzlete çekilmesiyle ilk mevlevihanenin nüvesi meydana atılmış oldu; ilk
Mevlevihane’nin, Sultan Divani’nin eseri olduğunu rivayet edenler var. Konya
mevlevihanesi’nin daha sonra kurulduğu rivayet edilir.
Ulu Arif
çelebinin etrafında toplanan sadık ve fedakâr müridIerin kırk kişiden ibaret
olduklarını bazı eserlerden anlamaktayız; bunlara “Çeltenan” yani kırklar
deniliyormuş. Bu unvanda ve bu sayıda Kutupluk nazariyesinin meşhur kırklarına
bir benzetiş bulunsa gerek! Çeltenan için Konya ve Afyonkarahisar’da birer
yurt, birer ikametgâh yapılmış olduğuna dair de eski eserlerde deliller vardır.
Gitgide Matbah-ı Şerifli Mevlevihaneler kurulmuştur. Tekkeler kapandığı zaman
Mevlevihane sayısı 300 kadardı.
Konya
Mevlevihanesine kaydolunup orada yatıp, kalmak için, ilk devirlerde, medreseden
icazetli olmak, başkasının yardımına muhtaç olmaksızın kendi el emeği ile geçinecek
derecede bir sanat sahibi bulunmak şarttı. Bu vasıflarla ikrar verip çile
çıkarmak sureti ile dedelik mertebesini ve unvanını kazananlar arasında,
liyakat ve ehliyetleriyle temayüz edenler her hangi bir şehirde bir Mevlevihane
açmak vazifesiyle vazifelendirilir ve kendilerine şeyh payesi verilirdi;
şeyhlerin Mesneviyi şerh edebilecek ilmi bir kudrette de olmaları şarttı.
Çile
çıkarmadığı halde, ehliyeti itibarile şeyh olabilmek vasfında bulunanlara da,
Konya tekkesinde hususi bir merasim ile dedelik ünvanı tevcih edilmek sureti ile
şeyhlik ve bir tekke açabilmek hakkı verilebilirdi.
Konya dergâhına
şeyh olabilmek için, mutlaka, Mevlana’nın Ekber ve erşed evladı olmak, yani,
hem Mevlana’nın “zükuf” çelebilerinin en yaşlısı, hem de en âlim ve ehli
bulunmak lazımdı; bu Konya şeyhlerine Çelebi Efendi, Aziz Efendimiz denilirdi,
her çelebi imzasına ve mührüne “İbn-i Mevlana” kaydını koyabilirse de, Çelebi
Efendiler bu kaydı “İbn-i Hazret-i Mevlana şeklinde kullanırlardı; en son
Konya şeyhi Veled Çelebi, mührüne bir de sikke resmi kazdırmış ve adını sikke
içerisine yazdırmıştır.
Hükümetin,
halkın, aileye mensup kimselerin ve nihayet aleyhtarların bunca müdahalelerine
rağmen, tutulan ehliyet, fazilet ve ilim yolu terk edilmez, şeyhliğin ve bilhassa
Konya çelebiliğinin şerafeti ve hürmeti muhafaza edilirdi, fakat sonraları bu
şartlar aranılmaz olmuştu ve bu durum bazı üzücü hadiselerin olmasına sebep
olmuştur. Mesela bu hususta şöyle bir hadise nakledilir:
“1930
Şubatında bir gün Bayezid camiinde, Topkapı mevlevihanesi şeyhi Baki efendiye
tesadüf eder [tesadüf eden Kenan Rifai’ dir]. Ayaküstü konuşmada Baki Efendi
sözü, elden giden şeyhliğinin teessürüne intikal ettirip, yarı gülünç, yarı
acıklı bulduğu vaziyetini nazımla ifade ederek:
Bir zamanlar Nây-i Mevlâna
ile demsaz idik
Şimdi olduk, Maşa-Allah, bir düdük
der,
ve şu cevabı alır:
—
Niçin düdük olalım? Neysek yine, o’yuz, Erenler Evvelce zakir tekkesinde demsaz
idik; şimdi kalb tekkesinde dilsaz olduk. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mademki
ondan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki... Şimdi ten tekke
oldu; gönül de makam; yine kalbler cemâl nurile dolu.”
Şeyhler,
Dedeler den seçilir ve bunlarda ehliyet ve liyakat aranırdı. Hilafet in başka,
Meşihatın başka şeyler olduğunu yazmıştık, Çelebi efendi, sadece meşihat tevcih
edebilirdi ve meşihatnameler hususi bir merasimle okunur, yeni şeyhin posta
oturması bir ayin ile kutlanırdı. İstanbul şeyhlerinin meşihatnameleri İstanbul
Meclis-i Meşayihinden de geçerdi; Şeyhülislamın da haberi olurdu.
Hükümet,
meşihati ihraz eden zata tekke vakfının tevliyetini de vermeği usul tutmuştu.
Mevlevihaneler vakıfları müstesna evkaftandı ve Evkaf-i Celüliye denilirdi;
bunların muhasebesile hükümet ilgilenmez.
Çelebi
Efendi’nin resmi teşrifatta ve protokolde mevkii, Kazaskerlerle bir sayılırdı.
Henüz tahsil çağında bulunan şeyhlere dergâhın ileri gelenlerinden biri vekil,
vasi veya naip tayin olunurdu.
Şeyhlik
edebilmek için, hilâfet sahibi olmak, yani, tarikatın sırlarına vakıf olmak
şart olmamakla beraber, hilafetli şeyhler, tarikatın prensibi icabı, daha
muteberdiler.
Çelebi
Efendilik makamına geçecek olan veliahdler, Manisa mevlevihanesine şeyh tayin
olunurlardı. Son devirlerde teessüs eden bu adet saltanat veliahdı ile
aralarında daha evvelden bir tanışıklık kurulması için yapılırdı.
Mevlevihaneler
iki büyük sınıfa ayrılmıştı; birinci kategoridekilere Asitane ve ikinci
kategoridekilere Zaviye adı verilirdi. Asitane’ler çile çıkarıp dede olmağa
mahsus müesseselerdi; zaviye’lerde bu teşkilat yoktu; yani, asitneler birer “mektep”,
zaviye’ler birer mahfel idi; zikir ve sema ayinleri hepsinde de aynıydı.
“Dergâh” ve “Hanıkah” adları da verilen
Mevlevi tekkelerinin idaresi şeyhlere ait idi, şeyh bu idareyi “zabit” denilen
bazı görevlilerle ifa ederdi. Yalnız Konya tekkesine mahsus olduğunu evvelce de
arzettiğimiz Tarikatçi Dede bir tarafa bırakılırsa, bütün tekkelerde şeyhlerden
sonra en büyük amir Aşçıbaşı, Aşcıbaşı veya Sertabbah denilen dedelerdi;
bunların aşla, mutfakla bir alkaları yoktu, lâkin tekkelerin en kutsal bir
tesisi olan Matbah-i Şerife izafetle bu adı almışlardı; kıdemli, vukuflu,
faziletli ve ekseriyetle âlim zatlardi. Bazı tekkelerde aşçıbaşılık vazifesini
seyhin veliahdı, yani en büyük oğlu görürdü
Asitanelerde
ikinci derecede amir Kazancı Dede ve üçüncü derecede amir Meydancı Dede idi;
büyük tekkelerde Meydancılar iç ve dış meydancı olarak ikişer taneydi.
Tekke
dervişlerini tarikat anane ve erkânına riayetsizliklerinden, şeri ve ahlâki
kabahatlerinden dolayı cezalandırmak Kazancı Dedenin salahiyeti dâhilindeydi:
muayyen bir müddet ayakta tutmak, riyazet vermek, bir kaç gün bir yerde
kapatmak, hatta hususi bir usul altında nasihat etmek Kazancı’nın elindeydi;
adliyeye intikal eden vakıalarda, dervişin başından sikkesini ve arkasından
hırka’sını çıkarıp almak da ona aitti.
Tarikat
suçlarından dolayı verilen en büyük ceza Seyahat vermek ve daha büyüğü de Serpa
etmek idi. Seyahat vermek, o dervişe, bulunduğu tekkeyi terk ederek başka bir
tekkeye gitmesine lüzum göstermek, demekti; Serpa etmek Mevlevilikten, muvakkat
veya ebedi surette, tard etmek manâsına gelirdi. Sikkesi alınmak da bir nevi
serpa etmek idiyse de daha hafif sayılırdı. İlk defa sikke giymesine veya
alınan sikkesinin geri verilmesine şeyh tarafından müsaade edilen zat, boy
abdesti alır ve Meydancı Dede denilen zatın delalet ve refakati ile şeyhin
huzuruna girerek tam karşısında yere diz çöker, Meydancı Dede talibin giyeceği
sikkeyi niyaz ederek şeyhe verir, şeyh yüksek sesle tekbir getirerek ve sikkeyi
öperek talibin başına kendi eliyle koyardı ve bazı nasihatlerde bulunurdu.
Mıtrıbın,
yani musiki heyetinin şefi Kudümzen Başı, ondan sonra da Neyzen başı idi; fakat
mıtrıb dışında, teşrifatta Neyzenbaşılar Aşçıbaşılardan sonra sayılırdı. Türbedarlar
da birer zabitti. Mukabele esnasında Semazenleri idare eden Semazenbaşı
protokolda Neyzenbaşından sonra gelirdi.
Şeyhler,
söz arasında, sadece Efendi diye yâd olunurlardı. Şeyhlerin ayin ve merasim
sırasında kırmızı bir koyun postuna oturmaları usul iktizasından bulunduğundan,
bunlar imzalarını
“…………..
Mevlevihanesi Postnişini”
diye
atarlar; El-Fakir, El-Hakir, El-Mevlevi gibi bir kayıt da ilave ederlerdi.
Şeyh
Hasan Dedenin imzası şöyleydi:
“Hadim-ül
fukara El-Mevlevi Eskişehrî Hasan Hüsni.”
Meşhur
Esrar Dedenin, kendi el yazısıyla imzası şuydu:
“El-Fakir
El-Hakir Derviş El-Seyyid Muhammed Esrâr El-Mevlevi Sâkin-i Hankah-ı Galata.”
Şeyhler
mühür de kullanırlardı; Galatasaray şeyhlerinden Ruhi Dedenin mührü şöyleydi:
“Sır’ri
Mevlâna’ya mahrem ola, Ya Rab, Mehmed Rûhi”
Hasan
Dedenin mührü “El-Mevlevi Hüsni”den ibaretti.
Hilafet
ve icazet veren şeyhlerin yazılı vesikalarında kullandıkları mühürlerde kendi
adlarından evvel —Peygamberin mührüne uyarak — “La ilâhe illa-allah,
El-melik-ül Hak-kül mübin” kaydı da bulunurdu.
Tarikat
müntesipleri başlıca üç sınıfa ayrılırdı:.
1)
Dedeler, 2) Canlar, 3) Muhibler.
Dedeler,
asitanelerin birinde, Matbah’i Şerifte bin bir günlük çilesini ikmal etmiş ve hususi
merasimle bu ünvanı almış olanlardı.
Can,
henüz mutfakta çile çıkarmakta olanlara denilirdi.
Muhibler,
bir şeyhten inabe almış ve sikke tekbirletmiş olan herkesti. Bu üç sınıfın
hepsi derviş ve ihvan sayılırdı.
Muhiblerin
hiç bir mecburiyetleri yoktu; hatta Sema da öğrenmeyebilirlerdi, tekkeye
gelişlerinde isterlerse sikke giyerlerdi, bunlar da inabe alabilirlerdi.
Âlimlerden,
devlet ve ticaret adamlarından, esnaftan, halkın her sınıf ve tabakasından
muhibler çoktu; bunlar, ya sevap kazanmak, ya hakikate ermek, ya musikiden ve
edebiyattan nasibini almak, hâsılı maddi, manevi yararlı büyük bir kapıya
bağlanmış olmak için muhib olurlardı. Mevlevilikte aslolan Mevlâna’ya bağlılık,
tarikat erkânına sadakat idi, işte bu şiara Muhabbet denilmişti.
Ez
mahabbet mürde zinde mişeved
Vez
mahabbet şâh bende mişeved
Ez
mahabbet dürdha safi şeved
Vez
mahabbet derdha şafi şeved
Mevlâna
(Muhabbet
ölüyü diriltir; muhabbet padişahı bende eder; muhabbet kirlilikleri temizler;
muhabbet derdlere şifa verir.)
Ahçıbaşılar,
tekkenin gelirini toplamak, masrafını yapmak, misafirleri kabul edip ağırlamak,
dervişleri pişirip kirlerden kurtarmak vazifelerile görevliydi. Kazancı dede,
ahçıbaşının muavini, fakat sadece canlar üzerindeki salâhiyetinin icracısıydı.
Meydancı dede, vazifesi en çok ve pek karışık olan bir zabitti; doğrudan
doğruya şeyhin emri altında çalışır, adeta onun bir yaveri, bir tebliğ
vasıtasıydı; bu itibarla hem maddi, hem manevi hizmetleri vardı.
Dergâh
zabitlerinin teşrifat sırası şöyleydi:
Şeyh,
aşçıbaşı, türbedar, neyzenbaşı, küdümzenbaşı, kazancı, semazenbaşı, baş dede,
meydancı.
Bütün
dedeler ve canlar, bekâr olmak şartı ile tekkede yatarlar, kalkarlar, yerler ve
içerlerdi, aybaşlarında düzenli bir harçlık da alırlardı.
Çile
çıkarmakta olan canlar, çilede iken, her ne sebeple olursa olsun, bir gece hile
(Matbah) dan dışarıda geceleyemezlerdi; aksi takdirde çileyi kırmış sayılır,
bin bir günlük çileye yeni baştan başlatılırdı.
Şeyhler
ve zabitler, evli dahi olsalar, tekkede şahıslarına mahsus birer hücre sahibi
idiler, bu hücrelerin bütün levazımı tekke gelirinden sağlanırdı.
Dedeler
ve canlar, edebiyat, musiki, tezhib, teclid, resim, oymacılık, tesbihcilik,
hattatlık gibi bedii ve nefis sanatlerle meşgul olurlardı, lâkin vazifelerine
halel getirmemek, bilhassa başkalarını rahatsız etmemek şarttı.
Tekkelerin
mimarî ve inşaat bakımından tesisleri ve tertipleri, hemen hemen, Konya
tekkesininkinin aynıydı; başlıca müştemilatı bir mescid, bir semahane
(bazılarında mescid ile semahane müşterekti), bir türbe, dedelerin ikametine
mahsus hücreler, şeyh dairesi, yemek pişirme ve yeme yerleri, asitanelerde
(Matbah-i Şerif) ve bazı tekkelerde bir kütüphane.
Asitanelerdeki
Matbah-i Şeriflerin Meydan-i Şerif denilen salonunda bazı merasim yapılırdı, aynı
zamanda yemekhane olarak kullanılan bu salonun mutfak kapısı karşısına
rastlayan duvarın orta yerinde kırmızı bir post daimi surette serili dururdu,
bu, şeyh postuydu; bir de siyah post vardı ki, kazancı dedenin, bir de beyaz
post bulunurdu ki, bu da meydancı dedenindi.
Matbah-i
Şerif in, koca koca yemek kazanlarını kaynatmağa müsait ocaklarının bulunduğu
zeminden biraz yüksekçe yapılmış olan bir sahanlığa Ateşbaz Makamı denilirdi,
burası en mukaddes bir noktaydı, buraya kimse ayak basamazdı. Buralarda icra
edilen merasimle ilgili bilgileri başka kısımlarda anlatmaya çalıştık.
Tekke
zabitleri ile hücre nişin dedelere ve canlara dergâhın gelirinden çamaşır,
elbise yaptırılır, muntazam vakitlerde şeker, kahve, kömür vesaire dağıtılır,
her ay vazifeleri ve dereceleri ile mütenasip aylık verilirdi. Tekke sakinleri
sabah ve akşam yemeklerini hep birlikte Meydan-i Şerifte yerlerdi, hastaların
yemekleri hücrelerine gönderilirdi.
Dervişler
aldıkları ve verdikleri hediyelere niyaz dedikleri gibi, tekkeden aldıkları
aynî ve nakdî yardımlara da yine niyaz derlerdi.
İşte
Mevlevîhaneler böyle idare edilirdi.
MATBAH-I ŞERİF VE ÇİLE
HİKMET VE SIRLARI
Ber derem sâkin şev-ü bihâne baş
Da’v,i-i şem’i mekün pervâne baş
Ta bibini çaşni-i zindegi
Saltanat bini nehan der bendegî
Mevlâna
Gel kapımda otur, ev derdinden kurtul!
Şemalık davasından vaz geç, pervâne olmağa
bak!
Ta ki, diriliğin tadını alasın
Ve bendelikteki, sultanlığa eresin!
Çille
demek, eziyet ve zahmet çekmek demekse, Mevlevî çillesi, hiç de öyle, insan
gücü üstünde meşakkatlerle, mahrumiyetlerle dolu, yani “hıdemat-i şakka”lı değildi;
bir evin temizliğinden, yemek pişirmesinden tutunuz da, ta çamaşırına, dikişine
kadar ne gibi işi varsa, Çillede de işte bu hizmetler vardı. Sufi tarikatlerin bazılarında
Çillehaneler mevcud olduğu ve hatta Konya’da Mevlâna’ya ait olarak gösterilen
böyle bir mahal ziyaret edilmekte bulunduğu halde, Mevlevî tekkelerinde nefse
eziyet için kurulmuş tesisler ve ayinler yoktu.
Çille
tabiri, belki de, acemce kırk demek olan “çel = çehl” lafzından gelmedir ve “Erba’in
çıkarma”, yani kırk gün dünyadan el çekme anlamınadır; fakat Mevlevî çillesi,
kırk gün değil, tam bin bir gün sürerdi. Tarikatın kuruluşu bahsinde temas
ettiğimiz “Çeltenan=Kırklar” tabiri de bu çillenin aslı ve kökü olabilir ve
herhalde çok sonraları kullanılmağa başlanmıştır.
Tasavvuf
mensuplarının büyük bir değer verdikleri, hakikate ermek için kestirme
yollardan biri saydıkları “Riyazet”in ve onun çeşitlerinden olan inziva, i’tikaf,
halvet, uzlet, oruç, tecerrüd vesairenin tasavvuf yönünden delâletlerini ve
metotlarını burada anlatmayı mevzu dışı buluyoruz; ancak, Mevlevîlikte esaslı
bir rükün olan ve riyazet çeşitlerinden telakki edilen Çilleden ne
kastedildiğini ve nasıl yapıldığını, objektif olarak, tarif etmekle iktifa
edeceğiz.
Çille
demek, Matbah-i Şerifte, bin bir gün hizmet etmek demekti. Mutfak dediğimiz
tesisten başka bir şey olmayan “Matbah”, Mevlevîlerin mukaddes saydıkları bir
ocaktı; Şeyh Mehmed Hâdim adlı bir zat bu ocağın azizi olarak Hazret-i
Ateş-bâz-ı Velî ünvanı ile hürmet görürdü; bunlardan geçen bahiste bilgi
verilmişti.
Yemek
pişirmeğe mahsus mutfak, tabii, her tekkede vardı; lakin çilleye tahsis olunan
Matbah-i Şerif ancak asitane olan tekkelerde kurulmuştu. Buralara çille çıkarmakta
bulunan ve Can adını alan dervişlerle tekke zabitlerinden başkası giremezdi;
kazanlar ve tencerelerle yemek pişirilen ve en kutsal sayılan kısımdan başkaca,
bir de Kazanlık denilen ve bakır kapların muhafazasına mahsus bir mahal olmakla
beraber, icabında, kusuru görülen Canların ceza çekmek üzere bir kaç gün
kapatıldıkları karanlık ve dar bir oda da vardı. Mutfağın yanındaki geniş bir
salona Meydan-i Şerif adı verilir, burası yemek salonu olarak kullanıldığı gibi
bazı merasimin icrasına da tahsis edilmişti; canlar bu salonda yatıp
kalkarlardı.
Meydanın
biri mutfağa giren, biri harice açılan iki kapısı bulunduğunu, mutfak kapısının
tam karşısına rastlayan duvarın orta yerinde şeyhe mahsus bir kırmızı post’un
daimi surette açılı ve serili tutulduğunu, bu posttan başka kazancı dedeye
mahsus siyah ve meydancı dedeye mahsus beyaz renkte iki postun daha mevcut
olduğunu yine geçen bahislerde arzetmiştik.
Yemek
pişirmeye mahsus bir yer olan mutfakta, manevi eğitim arasında nasıl bir
münasebetin bulunduğu, ilk nazarda merak edilebilir. Dikkat edilmesi gereken
nokta, büyük Mevlevi dergâhlarında - ki bunlara asitane denilmektedir - iki
ayrı mutfağın bulunduğudur.
Bu
mutfaklardan biri Matbah-ı Şerif, diğeri ise günlük mutfaktır. Matbah-ı şerifte
bin bir gün süreyle pişen yemek değil, dervişin kendisidir. Mevlevi dergâhında
yemekler, günlük mutfakta, dervişler veya vazifeli aşçılar tarafından
pişirilirdi.
Matbah-ı
şerifteki büyük ocağa, Ateş Baz-ı Veli ocağı da denmekteydi. Bu ocak manevi bir
sembol olup, günlük yemek pişirmede kullanılmazdı. Her zaman bir can, niyaz
vaziyetinde önünde dururdu. Burada sadece mübarek günlerde, muayyen bir
merasimle ‘lokma pilavı’ denilen hususi bir pilav pişirilirdi.
Matbah-ı
Şerif içindeki davranış adabı ise şöyle anlatılabilir: Matbahta her hareket
besmele ile başlar, hamd ile biterdi. Yemeğin ateşe verilmesi, tuz ve biberinin
konması, pişince tencerenin kapağının açılması, sahana konup ufak pencereden
Somat-ı Şerif’e verilmesi, boşalan sahanın aynı yerden geri alınmasına hep
besmeleyle ve gülbank denen bir duayla başlanırdı. Çeşitli gülbanklar vardı,
mesela yemeği ateşe koyarken okunan gülbank şöyleydi:
“Aşımız tabhı cemil, tabhı leziz, bereketli, mebzül ola.
Yenecek lokmalar feyz-i irfan ola. Demler sefalar ziyade ola. Dem-i Hz. Mevlana,
sırr-ı Şems-i Veled Nur-u Muhammedi, sırr-ı Ateş Baz-ı Veli, hu diyelim hu”
Çille
çıkarmak veya Matbaha soyunmak tabir edilen hizmete talip olan kimse, dergâhın
bir zabiti veya dedelerden her hangi biri tarafından Meydancı dedeye takdim
edilir, meydancı dede bu namzed hakkında, gizli, aşikâr, malumat toplayarak
inceler, rehberiyle görüşür, talipte kabiliyet ve ehliyet görürse, genç
taliplere velisinin veya ailesinin rızasını alma şartı koştuktan sonra,
dervişliğin, çillenin ve Mevlevî erkânının güçlüğünden uzun uzadıya misallerle
bahsederek kendisini daha birkaç gün düşünmeğe ve ondan sonra gelip kararını
bildirmeğe davet ederdi. Aday, bir kaç gün sonra tekrar gelir de arzusunda
ısrar ederse, meydancı dede onu bu sefer kazancı dedeye takdim eder, bu da aynı
şekilde nasihatlerden sonra daha bir kaç gün düşünmesini tavsiye ederdi. Bu
arada meydancı ve kazancı dedeler, gerek doğrudan doğruya, gerek muhtelif
vasıtalarla tahkikatlarını derinleştirirler, hatta talibi, habersizce, içkiye,
kumara, sefahate ve daha buna benzer suçlar işlemeğe teşvik eder mahiyette
tecrübelerden geçirirler ve kesin bir kanaat edinirlerdi. Namzed, üçüncü defa
olarak yine talebinde ısrar ederse ve kabul edilecekse, kendisi ahçıbaşı dedeye
götürülürdi; o da dilinin döndüğü kadar telkinlerde bulunur ve nihayet “Hak ve
erenler yardımcın olsun” dileği ile kararı tebliğ ve kendisini meydancı dedeye
teslim ederdi.
Matbaha
alınacak talibin tahkikattan ve tecrübeden geçirilmesi usulü, tarihteki İslamî
ve gayri-İslamî, hemen her tarikat ve mezhepte vardı.
Taliplerin
bekâr olmaları, sıhhatleri mükemmel, beden teşekkülleri tam olması, hiç bir mahkûmiyeti
ve fena şöhreti bulunmaması şarttı; daha eski devirlerde medreseden icazetli ve
kendisini geçindirebilecek derecede her hangi bir sanat ve meslekte ehliyeti
olması şart koşulurmuş.
Talip
aşçıbaşı dedenin yanından doğruca Meydan-i Şerif e götürülür, abdest aldırılır,
meydanın dış kapısının yanına beyaz bir post serilerek oturtulur, başındaki
sivil serpuş alınarak bir arakiye giydirilir, arkasına da bir resmi hırka
geçirilirdi. Talip bu post üzerinde, üç gün üç gece, diz üstü oturmak, kimse
ile konuşmamak, yalnız tabii ihtiyaçları için yerini terk etmek ve hatta post
üzerinde uyumak mecburiyetinde idi; kendisine yemek de küçük bir tepsi içerisinde
önüne getirilirdi; mevsim kış ise yatak ve yorgan yerine bir kilim getirilirdi.
Talip bu üç gün zarfında, gözleri önünde cereyan eden halleri, işittiği sözleri
tahlil etmekle meşgul olurdu; tekke mensupları da onu tedkikten geçirmiş
olurlardı, bazı denemelerle sebatı, ahlakı ölçülürdü.
Üç
günün sonunda, talip arzusunda ısrar eder ve tekke mensuplarından hiç bir kimse
aşçıbaşıya veya şeyhe gidip de aleyhte bir mütalâada bulunmazsa, meydancı dede
talibi şeyhe veya onun umumi vekili olan aşçıbaşıya götürür, keyfiyeti,
bildirirdi; talibe son bir nasihat daha edildikten sonra kesin karar verilerek
sikkesi tekbirlenip giydirilir ve matbaha gönderilirdi ve artık bu dakikadan
itibaren, talip bir matbah canı sayılırdı.
Tarif
ettiğimiz kabul merasimine İkrar Verme denilirdi. Yeni cana “baş kesmek,
görüşmek, niyaza durmak” gibi basit erkân hemen ilk gününden talim edilir,
zaten Ayak postu denilen postta otururken, talip bu erkânı yüzlerce defa görmüş
olduğundan o da tatbikte güçlük çekmezdi.
Ayak
postundan kaldırılarak öteki canlar arasına karışan yeni can Ayakçı unvanını
alırdı. Evvelden sema çıkarmamış ise, sema öğretildikten sonra ve sema
biliyorduysa hemen can tennuresi giydirilir ve kazancı dedeye teslim edilirdi.
Kazancının ilk tavsiyesi ve emri mutlak bir inkiyat idi, kendisine her ne
teklif edilirse itirazsız, “Eyvallah” diyerek icra etmekti. Mevlevîlerde “hayır,
yok” gibi menfî anlamlı laflar kullanılmazdı, bunların yerine “hak vere” denilirdi;
“ben, sen” zamirleri de kullanılmaz, ben yerine “fakir veya fakiriniz”, “sen”
yerine de “nazarım” tabiri kullanılırdı.
Ayakçılık mutad olarak 18 gün sürerdi ve bu
süre zarfında can geldiği elbise ile ayakçılık yapardı, ancak bu müddetin
sonunda, tennure giymesine ve icabında resmi kıyafetle, yani hırka ve tennure
ile tekke dışarısına çıkmasına müsaade edilirdi; lakin canlar hiç bir sebep ve
bahane ile bir gece bile matbah dışında yatamazlardı, ne maksat ve suretle
olursa olsun bir gece bile dışarıda kalmış ve yatmış olan can’ın çillesi
kırılırdı, o güne kadar geçmiş olan hizmet günleri hiçe sayılarak yeniden bin
bir günlük devreye başlatılırdı.
Matbah’ta
hizmet, yani çille 1001 gün sürerdi; bu müddet, Hz Mevlâna’nın bütün hayatı
boyunca yaptığı halvetlerin ve i’tikafların top yekûn tutarı olarak kabul
edildiği gibi, Allah’ın bin bir isminden her biri için bir günlük zikir olarak
telakki edenler de vardı.
Matbah’taki
hizmetler, başlıca, 18 taneydi; bunlar ayakçı (her denileni yapan ve ayak
hizmetlerine koşan müptedi), süpürgeci, paşmakçı (pabuçluğa bakan), şerbetçi,
saka, pazarcı, somatcı (sofracı), abrizci (helâlara bakan), bulaşıkçı, kahveci,
kandilci, kilerci, hamamcı, aşçı gibi büyük bir konağın veya okulun muhtelif
işlerinden ibaret olup her can çillenin devamı müddetince bu çeşitli işleri
sırası ile ifa etmek mecburiyetindeydi. Canlar, hizmet nevilerine yeter sayıda
değilse, iki üç, hizmet birden bir kişiye verilir, canların sayısı fazla ise
her hizmet görene bir de yamak adıyla refik ve yardımcı verilirdi.
Derviş
namzedi olan canın matbah-ı şerifte başlayan nefis terbiyesi yanı sıra manevi
ve fikri eğitimine de devam edilirdi. Kabiliyetleri ustaca araştırılır, neye
istidadı olduğu tespit edilirdi. Seviyesine göre okuma yazmadan yüksek tahsile
kadar her türlü dersler öğretilirdi. Böylece herkes istidadına göre yönlendirilirdi.
Onlara musiki, hat, oymacılık, marangozluk, aşçılık ve bahçıvanlık yanında
lisan da öğretilirdi. Mevlevi dergâhlarında Türkçe’nin yanı sıra Farsça,
Arapça, Latince ve hatta devrine göre, revaçta olan Fransızca ve Rumca bile
öğretildiği bilinmektedir
Can,
mutfakta başladığı eğitimine Dedelerin hücresinde devam ederek adeta bir sanat
okulu, bir akademi, bir üniversite mezunu bilgisine sahip olurdu. Bundan
sonraki hayatında da bu öğrendiklerini tatbik ve icra eden bir müderris Dede
olurdu. Bu dersler umuma açık olup, muhibler ve halktan kimseler de iştirak
ederdi. Burada öğrendikleriyle, ihtisas sahibi olurlar; dergâh dışında iş kurup
yaşarlardı.
Can
veya nevniyazın Matbah-ı Şerifte binbir gün boyunca onsekiz türlü hizmeti
yapması icab ederdi. Ancak bu hizmetler ve SEMA talimleri canın bütün vaktini almayacağından,
manevi eğitimle beraber, cemiyet ve insanlara faydalı olması için yukarıda
bahsedilen dersler de öğretilirdi. Hülasa dergâhlarda devamlı eğitim, öğretim
ve çalışma vardı. Tembelliğe zaman, fırsat ve imkân bırakılmazdı.
Matbah-ı
Şerif’in onsekiz hizmeti ve bu hizmetleri görenler şunlardı.
1-Kazancı
Dede: Canların inzibatından, edeb ve
terbiyesinden sorumluydu. Aşçı dede’nin başyardımcısı olup, ayrı postu vardı.
2-Halife
Dede: Matbaha yeni girenlere yol, erkân öğretir;
onları yetiştirirdi.
3-Dışarı
Meydancısı: Hücrelerdeki Dedelere Aşçı
Dedenin emirlerini bildirirdi.
4-Çamaşırcı
Dede: Dedelerin ve Canların çamaşırlarını yıkar,
yıkatır; temizliğe nezaret ederdi.
5-Şerbetçi:
Hücreye çıkacak canın şerbetini hazırlar; Dedeler Matbahı ziyarete gelince
onlara şerbet hazırlar sunardı.
6-Bulaşıkçı:
Kab-kacağa bakar; onları yıkar-yıkatırdı.
7-Dolapçı:
Tencere, kazan, kab ve sahanların kalayından mesul olup, onları yerleştirirdi.
8-Pazarcı:
Sabahları zembille pazara gider; alınacak nevaleyi alıp getirirdi.
9-Somatçı:
Sofraları kurar, kaldırır, yemekte hizmet eder, su verir, yerleri süpürür,
süpürtürdü.
10-İç
Meydancısı: Matbahtaki canlara kahve
pişirir; Cuma günleri Dedeler matbahı ziyarete gelince, onlara kahve yapıp
ikram ederdi.
11-İçeri
Kandilcisi: Matbahın kandillerini,
şamdanlarını temizler, hazırlar, “uyandırır”, “dinlendirir”, “sır eserdi”
12-Tahmisçi:
Matbahın ve dedelerin kahvesini kavurur, dibekte döverek hazırlardı.
13-Yatakçı:
Canların yataklarını serer, kaldırırdı.
14-Dışarı
Kandilcisi: dışarıdaki kandillere,
şamdanlara, mumlara bakardı.
15-Süpürgeci:
Bahçeyi ve etrafı süpürür, süpürtür, temizliğe bakardı.
16-Çerağcı:
Matbahın kandil ve şamdanlarına nezaret ederdi. Türbedarın başyardımcısı sayılırdı.
17-Ayakçı:
Ayak hizmetlerinde bulunur; lazım olan şeyleri getirip götürürdü. Soyunup
dervişliğe ikrar verene, ilk olarak bu hizmet verilirdi.
18-Ab-Rizci:
Helâların, şadırvanın, muslukların temizliğine bakardı. Bu hizmet canın
dedeliğe terfi etmeden evvel ifa ettiği, psikolojik bakımdan etkili son
hizmetiydi. Bundan dolayı Ab-rizcilik, çilenin bitmesine yakın bir zamanda
verilirdi. Meydancı Dede bunu, birgün meydanda canlara: “Destur, filan dervişin hizmet
sırası Ab-Rizciliğe gelmiştir” diyerek tebliğ ederdi. Bu söz O dervişin
çilesinin bitmek üzere olduğuna işaret ederdi. Günlerini çoktan unutan ve
matbah usulünü tam bilmeyen derviş bunu anlayamaz, günlerin ne çabuk geçtiğini
bilemezdi.
Dergâhta
can çoksa, hizmet sahiplerine birer ikişer yardımcı verilirdi. Bu yardımcılara “refik”
adı verilirdi. Can azsa, iki-üç hizmeti bir kişi görürdü.
Resmi
kıyafetle tekke dışına çıkma izni alan canlar, kahve ve gazino gibi umumi
yerlerde oturamazlardı. Ayakçı, sema çıkarmadıkça sikke giyemezdi. Sema
çıkardıktan sonra kendisine muvakkat bir sikke verilir ve mübtedi mukabelesi
yapılırdı. Bundan sonra artık mukabelelere katılmaya başlardı. Yeni bir can
gelince ayakçının hizmeti değiştirilir ve ekseriyetle pazarcı olurdu.
Pazarcının vazifesi, her gün yahut lüzum olunca et, sebze ve saireyi,
gösterilen dükkânlardan alıp tekkeye götürmekti. Pazarcının sırtında bir havlu,
belinde de bir zincirle elifi nemedine bağlı ve arasına sokulmuş maşa bulunur
ve bunlar, hizmetinin alâmeti sayılırdı. Pazarcı, gittiği yerde oturmaz,
kahveye filan gidemez, rastladığı muhiblerle uzun boylu konuşamaz, alacağını
alıp doğruca tekkeye gelirdi.
Matbah
canları, kendi üstlerine düşen hizmetleri gördükten sonra, kazancı dedenin
nezareti altında okuyup yazmakla veya zaten bildikleri hattatlık, tezhipcilik,
resim, tesbihçilik, oymacılık gibi mutfak işlerine zarar vermeyen ve
arkadaşlarının huzur ve sükünunu bozmayan sanatlarla meşgul olurlardı.
Matbah-i
Şerife, canlarla amirlerinden başka kimse giremezdi, resmî kıyafetle olmak
şartı ile bütün Mevlevîler bir kere Muharremin onuncu günü aşure pişirilirken,
bir kere de tekkenin Âlem-i Cemâl’e göçen şeyhinin cenazesi yıkanırken, mutfağa
girebilirlerdi.
Mutfağın
tamamlayıcısı olan Meydan-i Şerife de canlardan ve zabitlerden başkası her
vakit giremezdi, ancak yemek zamanlarında herkes girer ve yemeği yer yemez terk
ederdi; ayrıca somathanesi, yemek salonu bulunan tekkelerde Meydan-i Şerife
hususî merasim icrasından başka vesilelerle hiç bir kimse girmeğe izinli ve
yetkili değildi.
Bütün
dervişler, birbirlerine “erenler” diye hitap ederlerdi; bundan başka canlara,
derviş Ahmed, derviş Mehmed gibi adlarının başına derviş sıfatı getirilerek ve
çillesini ikmal edip dede unvanı almış olanlara Ahmed dede, Mehmed dede gibi
adının sonuna dede lafzı getirilerek hitap olunurdu; bununla beraber hepsine
derviş denildiği ve dedeliğin sadece şeyhlere tahsis edildiği de vardı.
Çile
kırmaksızın, yani bir gece bile dışarıda kalmaksızın, ıkrar verdiği asitanede
bin bir günlük hizmeti tamamlamış olanlara, Meydan-i Şerifte hususi bir merasim
ile Dede unvanı tevcih olunurdu, bu merasime kapıdan geçme de denilirdi. Çille
çıkarmamış, fakat ilmi, fazileti tanınmış, tarikata büyük hizmetlerde bulunmuş
bazı nadir kimselerle, şeyhliği babasından miras olarak kalmış olanlara, Konya
tekkesinde, Çelebi Efendi tarafından, Kapıdan geçme merasimi icrası ile dede
unvanı verildiği de çok olmuştur.
Bu
aşamaya gelinceye kadar can yukarıda belirtilen pazarcılık vazifesini itmam
ettikten sonra bulaşıkçı, sofrayı kurup kaldırma hizmetine bakan somatçı, içeri
meydancısı ve saire gibi, ileride sayacağımız hizmetlerde bulunur, hâsılı bin
bir gün süren çilesini, bu suretle hizmetle geçirirdi. Bu müddet zarfında namaz
vakitleri, tekkenin mescidine gider, cemaate iştirak eder, sabahları namazdan sonra
İsm-i Celal okunurken halkaya katılır, İsm-i Celâl’den sonra dedelerle meydana
girer, mukabele günleri de mukabeleye iştirak ederdi. Yalnız mukabeleye
girerken hizmet tennuresini çıkarıp sema tennuresi giyer, üstüne deste-gül
giyip sırtına hırka alırdı, diğer vakitlerde deste-gül giyemez, sırtına hırka
alamazdı.
Çilenin
bittiğini, matbah canı ve çile-keş denen sâlike, meydancı dede haber verirdi:
Bu haber verme keyfiyeti şöyle olurdu:
Ekseriya
meydanda, canlar henüz çıkmadan meydancı dede, ikinci heceyi uzatarak bir “destuuur”
der ve bu kelimeye şu sözleri eklerdi: Derviş filanın hizmeti tamamdır. Haftaya
gelin olacak, şerbetçisi de derviş filandır.
Hemen
daima, hizmetini bitiren dervişe, kendisinden sonra gelen matbah canı şerbetçi
olurdu. Bu tebliğden bir hafta sonra canın hücreye çıkacağı gece, kendisine
hamama gidip gusletmesi söylenirdi. Can, matbaha gelince tennuresini çıkarır,
şalvara nisbetle darca, pantalona nisbetle ağı geniş elifî şalvar, mintan ve
hırkadan ibaret olan derviş kisvesini giyer ve hizmet postuna otururdu. O gece,
yetmişiki, otuzaltı yahut onsekiz kollu şamdan hazırlanır, her kola bir mum
dikilir ve meydana götürülüp mumlar uyandırılırdı.
Akşam,
meydana gidilir, yemek orada yenilirdi. Can da meydana girer, fakat yemek
yemezdi. Şerbetçi, yeni dervişin şerbetini de yapar ve bu şerbet, meydandaki
yemekte içilirdi. Yemekten sonra can, tarikatçi veya aşçı dedeyle görüşür, aşçı
dededen sonra sağda, sonra solda bulunan dedelerle de görüşüp meydanın ortasına
gelir, niyaza dururdu. Can, niyazdayken tarikatçi yahut aşçı dede, şu gülbangi
çekerdi:
“Vakt-i
şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin niyazı
kabul ola, âşiyan-ı Mevlevîyye’de rahatı müzdad ola, demler safalar ziyade ola,
dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i, İmam-ı Ali Hû diyelim”
Canla
beraber bütün dedeler, hep birden niyaz edip uzun bir “Hu” çekerlerdi.
Meydandan önce ser-tarıyk veya aşçı dede, içerdekilere arkasını dönmeden,
kapıda yüzünü içeriye çevirip niyaz ederek sol ayağı ile dışarıya çıkar, o
niyaz ederken ve hep beraber içerdekiler de niyaz ederlerdi. Sonra herkes kıdem
sırası ile birer birer ve aynı tarzda niyaz edip dışarı çıkar, fakat
içerdekiler, çıkanla beraber niyaz etmezlerdi. En sonra meydancı, yeni dervişi
alıp dışarı çıkarır, türbedâra götürür, onunla da görüştürdükten sonra tekrar
matbaha getirirdi. Can, yemeğini yalnız yerdi ve kendisine de şerbet sunulurdu.
Yemekten sonra meydancı, dervişi yine hizmet postuna götürür, oturturdu. Bu
sırada matbahta, sol taraftaki sofada ve Ateş-baz’a karşı “Sultan Veled postu”
denen beyaz bir post açılır, meydancı, aşçı dedeyi getirip bu posta oturtur,
yeni dervişi de elinden tutup aşçı dedenin huzuruna götürürdü. Aşçı dede,
dervişe, yolunda sabit olmasını söyler ve şu gülbangi çekerdi:
“Vakt-i
şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ ola, derviş kardeşimizin
hizmetleri mübarek ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i
İmam-ı Ali Hu diyelim.”
Aşçı
dede, meydancı ve derviş, hep beraber “Hu” derler, bunun üzerine meydancı, aşçı
dedeyi çift şamdanla hücresine götürür, tekrar gelir bir mum yakar ve dikili
olduğu şamdanı eline alıp canın önüne düşer, kendisine ayrılmış olan hücreye
götürür ve hücre kapısında,
“Vakt-i
şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin rahatı
müzdad ola, dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i İmam Ali hu
diyelim.”
gülbangini
çeker ve beraberce “Hu” deyip niyaz ederlerdi. Meydancı dervişi, sağ ayağını
Besmeleyle attırıp hücreye sokar, kendisi de girip şamdanı bir yere koyar, hücrenin
perdelerini kapatır, dervişi yerine oturtup şu gülbangi çekerdi:
“Tebrik-i
mekîn-ü mekân ve safa-yı zemin-u zaman, çerağ-ı ruşen, fahr-i dervîşan, zuhur-i
iman, kanun-i merdan, dem-i Hazret-i Mevlâna, Sırr-ı Şems-i Tebrîzi, kerem-i
İmam Ali Hu diyelim.”
Beraberce
niyaz edip “Hu” derler, sonra meydancı dede, yeni dervişe, üç gün sırolacağını
söyler, onunla görüşüp kapıyı örterek hücreden çıkardı. O gece, dedelerin herbiri,
namazdan sonra kudretleri miktarınca aldığı hediyeyle yeni dervişin hücresine
gider, orada kahve içer ve yeni dervişi tebrik ederdi.
Yemek
vakitleri meydancı, yeni dervişin yemeğini, hücresine götürür, o da lüzum
olmadıkça dışarıya çıkmaz, yalnız namaza çıkar, ab-rize, yani abtestaneye gider
ve dışarı çıkarken mutlaka resmî hırkasını, yani, kolları uzun ve geniş derviş
hırkasını sırtına alırdı.
Üç
gün sonra meydancı, dervişin hücresine gidip “destur” der, içerden “hu sesini
alınca girip “hücren küşad olacak” der, perdeleri açar, Konya’daysa dervişi
çelebiye, başka yerlerde ise tekkenin şeyhine götürürdü.
Ahmed
Eflaki Dede, Mevlana’nın kendisine intisab edenleri traş ettirdiğini, eserinin
birkaç yerinde ve birer münasebetle anlatıyor. (55b., 75b, 99b) Mevlana zamanında
bundan başka bir törene tastlamıyoruz.
Derviş,
Çelebinin yahut şeyhin önünde dizüstü otururdu. İkisinin dizleri birbirine
dokunur, Çelebi, yahut şeyh, dervişin sağ elini, sağ eliyle, başparmaklar,
birbirine uzunlamasına yapışık olmak ve diğer parmaklar eli kavramak üzere
tutup biat telkin eder, yani Hudeybiye’de, sahabenin Peygamberimiz
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e biat ettiklerini anlatan
“İnnelleziyne yübayiûneke innemâ yubayiûnallahe yedullahi fevka
eydiyhim. Femen nekese feinnemâ yenküsü âlâ nefsih. Vemen evfâ bimâ âhede
aleyhullahe feseyü’tîhi ecran azîyma.” [8]
“Muhakkak ki Sana biat edenler ancak Allah’a
biat etmektedirler. Allah’ın eli onların elinin üzerindedir. Kim ahdini
bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa
gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” ayetini okur, kaşının ortasından
ve bıyığından bir kaç kıl keser ve resim hırkasını tekbir edip sırtına
giydirir, çilen bitti, şimdi hücre çilesine gireceksin derdi. Bu merasimi Konya’da
tarikatçi dedenin yaptığı da olurdu.[9]
Son
sınanış, olan hücre çilesi, onsekiz gündü. Derviş, bu müddet zarfında tekkeden
dışarıya çıkamaz, fakat tekke içinde dolaşabilirdi. Konya’daysa onsekiz gün
sonra Şems zaviyesine gider, ziyarette bulunur, ge1ince meydancı, dervişi alıp
çelebiye götürür, derviş, çelebinin dizine başını koyar, meydancı da dizdeki
başı arkadan tutardı. Bu törende, dervişin sikkesi tekbir edilir ve muvakkat
sikke, artık dervişin malı olurdu. Konya’da değilse bu tekbir merasimi, hücre
çilesinden sonra, yine meydancının delaletiyle şeyh tarafından icra edilirdi.
Sikke tekbirinden sonra Konya’da tarikatçi dede, diğer tekkelerde aşçıbaşı,
dervişe evradını ve zikrini öğretirdi.
“Vakt-i
şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri
müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi,
kerem-i imam-ı Ali, gülbang-i Muhammedi hu diyelim Hûûû.”
Derviş,
bu suretle “hücre-nişin” ve “hücre-güzin” adına hak kazanır yani hücre sahibi
olur ve artık kendisine “dede” denirdi. Dilerse o tekkede oturur, dilerse başka
bir tekkeye giderdi. Tekkeden çıkıp bir hizmetle meşgul olanlar ve evlenenler
de bulunurdu. Tekkede oturuyorsa kudretine ve bilgisine göre nev-niyazlarla
sohbet eder, muhibleri terbiyeyle meşgul olur, Mesnevi okutur, müzik öğretir,
ayin meşk ederdi. Bir dergâhta, misafir olmamak sıfatıyla, hücre-nişin olan
dedeye, dergâhın varidatına göre aydan aya muayyen bir para verilir ve zarurî
ihtiyaçlarını bu parayla giderirdi. Dedelere, muhiblerin ve ziyaretçilerin “niyaz”
ve “berk-sebz” adıyla para ve armağan verdikleri de olurdu. Mevlevî dedesi,
verileni reddetmez, fakat kimseden bir şey isteyemezdi.
Sohbet,
dervişin şeyhi tarafından daimi surette talim ve terbiye altında tutulması
demektir. Sohbetlerde ya dervişler hususi olarak bir zümre halinde veya topluca
ilimden, irfandan, tarikat esaslarından, tarikat büyüklerinin menkıbelerinden
bahsederler yahut tarikata ait eserlerden şerhler ve vaizler yaparlardı.
Sohbetlerin
bir de mahrem ve resmi olanları vardı ki, muayyen şartları haiz dervişler bunlara
iştirak edebilirlerdi ve bunlar ‘Meydan-i Şerif’
denilen hususi bir dairede yapılırdı. Meydanda kahve içen, çörek yiyen ve çubuk
içen tarikatlar bulunduğu gibi saz çalan, ney üfleyenlerde vardı. Çok aşklı
şevkli sohbet meclisleri olurdu.
Riyazet,
diye, ‘oruç’, ‘perhiz’, ‘inziva’,
‘halvet’,
‘itikâf
uzlet’, ‘tecerrüt’ gibi usullerle nefsi terbiye etmeğe denilirdi;
bunlardan her birinin muayyen usulü, muayyen zamanı, muayyen şartları vardı.
Hakikate ermenin ancak ilme ve irfana bağlı bir akıl işi olmayıp, nefsi terbiye
sayesinde elde edilecek keşif ve ilham yoluyla da tahsili kabil bir seziş işi
olduğuna inanma, riyazet usullerinin ihdasına amil olmuştur.
SEMA
çalışan Mevlevi, kabiliyet ve istidadına göre Mesnevi dersi alır, ney üflemeyi
öğrenir, ayin ve naat meşk ederek Mevlevilik adab ve erkânını bellemiş olurdu.
Bu bakımdan, gördüğü hizmet itibariyle Mevlevihaneler birer enstitü, hatta
birer üniversite rolü oynamaktaydı.
Ayin
ve naat meşk eden, ney üflemeyi, kudüm vurmayı belleyen ustalık kazanınca mutrib
heyetine alınırdı. Mesnevi okuyup bilgisini arttıranlara, kabiliyetleri el verirse
onu okutma icazeti verilirdi. Mesnevi okutmak ise tefsir, hadis, kelam,
hafızlık, tasavvuf, felsefe, fıkıh, tarih bilmek, hatta dinler ve mezhebler
tarihine vakıf olmak, şiirden anlamak, edebi sanat ve kaideleri bilmek,
tenkid=kritik kabiliyetine sahib olmak demekti.
Mevlevihaneler
böylece okuyup yazma öğretmekten, astronomiye, ilahiyattan tasavvuf yoluyla
psikolojiye kadar çok farklı ve değişik sahalarda faaliyet göstermiştir. Bunun
neticesi olarak, çok sayıda büyük edip, şair mesnevihan, mütefekkir,
musikişinas, ressam, hattat, nakkaş ve el sanatkârları Mevlevihanelerden
yetişmiştir. Fikir ve sanat hayatımızın gelişip şekillenmesinde bundan dolayı
Mevleviliğin katkıları, tahmin edildiğinden daha fazladır.
Hz.
Mevlâna’dan tefekkür sistemindeki aşk sentezi her devirde, her millette daima
insan tefekkürünün üstünde kalacaktır.
Mevlevilik,
tıpkı diğer tarikatlerde olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir
noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı
cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.
Ona
sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek
görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu
şuuruna erişmiş, mükemmel insan (insan-ı kâmil) yetiştirmek hedefini esas alır.
Vakıa,
Mevlana’nın gösterdiği yolu takip edebilmek için lüzumlu yeni yeni vasıtalar
da, eskiden olduğu gibi, yine aşktan doğacaktır; lakin bir garb âliminin dediği
gibi, Mevlana’nın tefekkür sistemindeki aşk sentezi, her devirde, her millette
daima, insan tefekkürürünün üstünde olacaktır.
MEVLEVİLERDE ZİKİR VE EVRAD
HİKMET VE SIRLARI
Ber her cayi
ki ser nihem mescud ost
Der şeş cihet
vü birun şeş cihet ma’bud ost
Bag-ü güI-ü
bülbül-ü sima’ü şahid
İn
cümle
behane-ist-ü maksud ost
Mevlana
“Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim o’ dur; altı yönde ve altı
yönün dışında tapılan o’dur; bağ, gül, bülbül, SEMA, sevgili, hepsi bahanedir,
aranılan o’dur.”
Her
tarikatın hususi bir zikir’i bulunduğunu, Mevlevilerin ‘ALLAH’ adıyla zikrettiklerini
evvelce yazmıştık; bu ayinin tafsilatına girmeden önce, telkin (tevhid)’den bahsetmek
isteriz.
Her
namazdan sonra, herkes bulunduğu yeri muhafaza ettiği halde, şeyh Efendi vakur
bir eda ile Euzü Besmele çektikten sonra yüksek sesle ve heceleri mümkün olduğu
kadar uzatarak;
“Tek Vahid,
Ahad olan ALLAH “Fa’lem ennehu la ilahe illallah”[10] senin sözün ve takva olan bu
ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi
bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla, manasıyla bağla ya Rabbi” ayetini okur, sonra,
iki defa aynı şekilde ve usulde “La ilahe illallah” der.
Birçok
tarikatta rastlanan besteli evrad-ı şerif, Mevlevilikte yoktur. Mevlevi
evrad-ı şerifi yalnız bayram sabahları topluca okunurken, normal günlerde sabah
namazı vakti topluca değil, bireysel olarak okunur. Mevlevihanelerin mescidinde
sabah namazından sonra topluca yapılan bir zikir ayini şekli vardır ki buna ‘İsm-i
celal çekmek’ veya ‘Lafza-i
Celal okumak’ denir.
Namazdan
sonra şeyh, postuna oturur; herkes görev rütbesi ve kıdemine göre yerlerini
alarak tam bir daire oluşturulur. Meydancı, iri taneli ve çok uzun bir tespihi,
imamesi Şeyhe gelecek şekilde bütün halkaya yayar. Herkes iki eli ile tespihi
tutar. Şeyh çok ağır ve uzun hecelerle ve pest perdeden ‘Euzu
besmele’ çeker ve yine uzun hecelerle topluca üç defa
Falem ennehu “Lailaheillallah”, sonra da yine üç defa ağır ağır “ALLAH” denilir. Sonra İsm-i Celal hızlanır
ve perde çok belli edilmeden küçük ses aralıkları ile yükseltilir. Sonunda adeta
harfler belli olmadan iki hecenin sesi duyulur hale gelir.
Bu
sırada baş, elif harfi çizer gibi yukarı aşağı hareket ettirilir. Tespih, sağa
doğru avuç içinden yürütülür. Mevlevi İsm-i Celal zikri, kendine özgü ritmi ve
perde kaldırması ile çok estetik ve çok tesirli bir zikir tarzıdır. Belli bir
adet; ALLAH
isminden sonra, Kur’an okunması, Şeyhin gülbank’i ile biter. Bazen mukabele-i
şerifte namazdan veya Mesnevi okunmasından sonra da İsm-i Celal çekilir. Herhangi
bir sebeple mukabele yapılamadığı zamanlarda da, Aşçıbaşı Dedenin idaresinde ve
Semahanede İsm-i Celal çekilerek o gün veya gecenin dini ayini yapılmış olurdu.
Herkeste
şeyhe uyarak bu tevhid’i tekrarlamak sureti ile zikire başlanırdı. En sonunda,
ayinhan “illallah ve hatem-ennebiyyin-e Muhammed Resulullah hakka-n ve sıdka.
Allahümme salli ve selim ve barik ala eşref-i nur-i cemia-l-enbiya ve-l
mürselin ve-l hamdü lillahi rab-bil-âlemin” der ve Fatiha ile
bitirirdi.
Bilindiği
üzere, Hz. Peygamber Hz. İmam Ali Efendimiz’in kulağına zikri, yukarıdaki
ayetle telkin etmiştir. Bütün tarikatlarda şeyhler inabe verirken talibin
kulağına bu ayeti üç defa okurlardı.
Eskişehir
Mevlevi şeyhi Hasan Dede, bazı defa yatsı namazından sonra, hususi ile Kandil
gecelerinde, Tevhid ayetini anlatılan tarzda ve cemaatle birlikte okuduktan sonra,
yalnız başına, ayetin sonunu, yani “Vestagfir lizenbike
Velmüminine vel müminat. Vallahu ya’lemü mutekallebe küm ve mesvaküm[11]”
ayetlerini de yüksek sesle tilavet eder ve üç defa “Dahilek
ya Cedde-l Haseneyn” (Ey Hasan ve Hüseyin’in dedesi, sana
sığınıyorum) diye münacat ederdi.
Yukarıki
ayetlerin meali şudur:
“Kesin olarak bil ki, ALLAH’tan başka ilah yoktur. Kendi
günahlarının, erkek ve kadın bütün müminlerin günahlarının yarlığanmasını
iste. ALLAH, sizin nereden gelip nerede bulunduğunuzu bilir.”
Zemahşeri’nin
tefsirini esas tutarak Kuran’ı Fransızcaya çevirmiş olan Savary, bu ayete “ALLAH, uyanık bulunduğunuz zaman da, uykuda bulunduğunuz
zaman da sizleri görür” manasını veriyor; başka bazı müfessirler
de “ALLAH sizin dünyanızı da, ahretinizi de bilir”
diye tefsir ediyorlar.
Bu
ayetler ‘Muhammed Suresi’ndedir; bazı selâtin camilerinde de, müezzinler
tarafından yüksek sesle tilavet edilmekte olduğuna göre, sadece dervişlere
mahsus bir (zikir) değildi.
Asıl
Mevlevi zikri olan ‘İsm-i Celal okumak’ ibadetine gelince, bu şöyle yapılırdı:
Sabah
namazından sonra ve ‘İhya geceleri’ denilen pazar ve
perşembe akşamlarının, kandil gecelerinin yatsı namazlarından sonra, mihrabın
önüne, Şeyhin yüzü cemaate, cemaatin yüzü kıbleye gelmek üzere, şeyhin postu,
bu işe memur bir derviş tarafından, serilir.
Şeyh
postuna geçer, sağına ve soluna mertebelerine ve teşrifat sıralarına göre,
dedeler ve canlar sıralanarak kapalı bir halka vücuda getirilir ve hep beraber
diz çökülerek ve yer ile görüşülerek oturulurdu. Bazı dergâhlarda bu halkaların
genişliği ile nispetli ve iri taneli tespihler de kullanılırdı.
Oturulur
oturulmaz, şeyhin tam karşısındaki noktadan kalkan ve halkanın tam ortasından
ilerleyen bir derviş, kollarında taşıdığı tespihin imamesini ve püskülünü öperek
şeyhe verir, tespihi de sağdaki ve soldaki kimselere yayardı, herkes tespihin
kendi önüne gelen kısmını öperek eline alırdı.
Şeyh,
yalnız başına ve yüksek sesle, tecvit kaidelerine uyarak, uzun bir ‘E’uz-ü
Besmele’ çeker, ondan sonra, yine yüksek sesle ve nefesinin tahammülü
nispetinde her heceyi uzatarak “ALLAH”
der ve kısa fasılalarla bu lafzı tekrarlardı.
Halkada
tespih varsa sağdan sola doğru çevrilmeğe başlanır ve üç defa “ALLAH” denilinceye kadar, püskül ve imamenin
bütün halkayı dolaşarak tekrar şeyhin eline gelmesi ayarlanır ve sağlanırdı.
Ondan sonra, gövdeler biraz sağa eğilerek “al...” ve sonra biraz sola eğilerek
“...lah”
demek sureti ile ve yüksek sesle İsm-i celal tekrarlanırdı. Bunun sayısı şeyhin
arzusuna bağlıydı.
Zikrederken,
boyun biraz sağa meyl ettirilerek gözlerin kalb nahiyesine yarı kaplı
çevrilmiş bulunması müstahsen sayılırdı.
Zikre
şeyh ve dervişler resmi kıyafetleri ile iştirak ederlerdi, bununla beraber,
halkaya sivil cemaatten de isteyen dâhil olabilirdi. Zikir sırasında aşka,
şevke gelmek, başka tarikatlarda olduğu gibi VECD ve heyecan göstermek, yani,
açıkçası, bağırıp çağırmak, nara atmak Mevlevi tarikatında yasaktı. Zikir
vekarlı bir eda ile fasih ve vazıh olarak yapılırdı.
Şeyh
efendi artık zikre son vermek isteyince, hazırunu ikaz ve sukuta davet eder
tarzda, yüksek sesle şu duayı okurdu:
“Allah-u ekber azam kebira. Ve-l hamdü lillahi hamden
kesira. Ve sübhan-Allahu bükreten ve asila. Ve sallallahu ala eşref-i nur-i
cemia-l-enbiya ve-l mürselin. Ve-l hamdü lillahi rab-bil-âlemin”
Bunun
üzerine, halkadaki güzel seslilerden biri bir ‘Aşır okur, şeyh efendi şu
gülbangı çekerdi:
“Vakt-i şerifler hayri ve şerler def’i ve niyazlar kabuli ve
muradat husuli ve Padişah-i islam nusreti ve kafe-i ehl-i iman se1ameti için ve
güzeştegan-i müminin ve müminat ervahi için ve hasseten aziz, şerif, latif
cenab-i vacib-ül vücudun rızay-i kerimi için, celle ve alel-Fatiha”
Şeyh
bu gülbangı okurken “ve hasseten” den sonrasını gizli
okur ve açıktan “Fatiha” derdi. Bir de son devirlerde “padişah” yerine “asakir-i
muvahhidin” denilir olmuştu.
Herkes,
içinden fatihayı tamamlayınca ve bir müddet mürakabede kalındıktan sonra, şeyh
şu gülbangı okurdu:
“Sabah-i şerifler -veya akşam-ı şerifler- hayr ola, hayırlar
feth ola, şerler def’ü ref ola, Allah-ü azim-üş şan ism-i zatının nuri ile
kalblerimizi münevver eyleye, demler ve safalar ziyade ola, dem-i Hazret-i
Mevlana Hu diyelim, Hu.”
Hazırun
derhal, şeyhle birlikte ve yüksek sesle uzun bir “Huuu” çekerler ve yeri
öperek ayağa kalkarlardı. Şeyh yerinden hareketle halkanın ta ortasına kadar
gelir, orada niyaz vaziyeti alarak cemaati selamlardı, halkadaki en yüksek
derviş, yüksek sesle “ve aleyküm-üs selam ve rahmet-ullah ve
berakatuhu” der ve bu selamı şeyhin dergâhın veya mescidin dış kapısına
varmasına kadar uzatırdı; bu noktada şeyh yüzünü tekrar halkaya çevirerek
(niyaz ederdi) yani selam verirdi, hazırun da aynı suretle mukabele eder ve
dağılırdı.
Zikir
halkasında büyük tesbih kullanılmış ise, Aşr-ı şerif okunurken, evvelce tesbihi
yaymış olan derviş, oturduğu yerden, sağdan ve soldan çekmek suretiyle, tesbihi
toplar, kollarına alırdı. Şeyh son gülbangı okurken bu derviş kollarında tesbih
olduğu halde yerinden kalkar, halkanın merkezine kadar ilerleyerek orada niyaz
vaziyeti alırdı ve şeyh meydan kapısına giderken umuma selamı bu derviş yanında
verirdi.
Sık
sık tekrarladığımız ve bundan sonra da tekrarlayacağımız bir tabiri burada izah
etmek isteriz.
Mevlevilerce
‘Baş
kesmek’ demek, ‘niyaz vaziyeti’ alarak ve hafifçe
beli bükerek başı öne doğru eğmek, yani hafif bir reverans yapmak demekti ki bu
vaziyet, en yüksek hürmet alameti idi.
‘Niyaz
vaziyeti’, sağ kol üstte olmak üzere her iki kolu çaprazlama göğüs
üstünde birleştirmeğe ve sağ ayağın parmak uçlarıyla sol ayağın başparmağı
üzerine basarak, ayakta, kıyamda durmağa denilirdi. Bu vaziyete frenkler ‘Çoban
selamı’ diyorlar; masonlarda da 18’inci derecenin ‘ihtiram vaziyeti’ olduğu
söyleniyor.
Niyaz
vaziyeti, hem karşısında bulunulan zata karşı hürmet idi, hem de bir tevazu
gösterisi idi. Mevleviler günlük hayatta da karşılaşınca, birbirlerini ve hatta
yabancıları ‘baş keserek’ selamlarlardı ve aynı zamanda sağ ellerini
göğüslerine basarlardı.
İsm-i Celal, bir kandil gecesinde
okunulmuş ise, şeyh efendiler, gecenin şerafeti hakkında, gülbanklara bazı cümleler
ilave ederlerdi.
İşte
Mevlevi zikri böyle yapılırdı. Bununla beraber, bazı tekkelerde, yatsı
zikirlerine tevhid de eklenirdi. Eskişehirli şeyh Hacı Hasan Dede, aynı zamanda
kadiri olduğu için, bazı mübarek gecelerde kadiri zikri de icra ederdi; hususi
hayatında kadiri tacı giydiği olurdu, fakat zikri daima Mevlevi sikkesi ile
yapardı ve her vakit de aynı şekilde zikretmezdi. Burada, bütün çeşitleri
ihtiva eden şeklini tarif edeceğiz.
Zikir
halkası teşekkül edip herkes yerli yerine oturunca, şeyh efendi yüksek sesle
bir kaç defa “Estagfirullah-el azim Yüce ALLAH’tan
yarlığanma dilerim” diyerek ayine başlar, cemaat de buna katılırdı. En
sonunda
“Estağfirullah-el Azim ellezi la ilahe illa
Hu = Öyle yüce ALLAH’tan yarlığanma dilerim ki,
ondan başka ilah yoktur” diyerek istigfara nihayet verir, evvelce
anlatılan tarzda İsm’i Celal okumağa başlardı.
Bu
bitince, gülbank çekmez, “Hasbi rabbi cell-ALLAH.
Ma fi kalbi gayrullah. Nur’i Muhammed sallallah. La ilhe illallah - Bana her
işte ulu ALLAH kâfidir. Kalbimde ALLAH’tan başkası yoktur. ALLAHın
salâtı Muhammed nuru üzerine olsun. ALLAH’tan
başka ilah yoktur” cümlesini, yüksek sesle ve her heceyi uzatarak üç
defa tekrarlar ve sonuncusunda yerle görüşerek ayağa kalkardı veya oturduğu
yerde zikre devam ederdi.
Bazı
ayinlerde, yukarıki istigfar yerine çokça şu duayı tekrarlardı : “Ya
müte-al aslih hali, ya mütecelli irham zülli - Ey yücelerden yüce, benim halimi
ıslah et. Ey her yönden tecelli eden, benim kusurlarıma merhamet et”
Şeyh efendinin bu dua ile zikre başlaması, dervişlerce o gecenin şerafetine
delil veya mevcud içtimai bir beliyenin zevaline işaret sayılırdı.
Ayağa
kalkılmış, yani, hususi bir tahir ile kıyami zikire başlanılmış ise, tevhid
tekrarlana tekrarlana, sağdan sola doğru, büyük tesbih elde, devre başlanır ve
tam şeyh postunun karşısına, yani, cümle kapısı yanına gelinince, bir müddet
tevhide devam olunur, buradan sonra, sadece İllallah
lafzının tekrarı ile yeniden devre başlanarak şeyh kendi postu önüne gelince
yine durulur, zikre devam edilirdi.
İkinci
devir “Hay El-Kayyüm, ALLAH” ismiyle
yapılır, devrin yarısında bütün ismiyle, diğer yarısında sadece “Hay” ismiyle zikredilirdi.
Üçüncü
devrin başında, Şeyh efendi “Hidayet eden sensin, Hak sensin. Ondan başka
hidayet edici yoktur” anlamına gelen “Ente-l
Hadi ente-l Hak. Leyse-l Hadi illa Hû” cümlesini üç defa
tekrarlar ve üçüncü devre başlayarak ilk yarısını “İlla Hû” zikriyle ve
ikinci yarısını “Hû” zikriyle tamamlardı. Postuna gelince, yerle görüşerek
zikire son verirdi, İsm’i celal okumakta olduğu gibi aşirler ve gülbanklarle
ayin tamamlanırdı. Ancak, gülbankta, o gecenin şerafetine, sevinci mucip bir
sosyal hal ve hareket varsa teşekküre dair cümleler ekler ve son gülbangı şöyle
bitirirdi:
“Dem-i Hazret-i Mevlana ve dem-i Abdülkadir Geylani, Sırrı
Şems-ü Veled, nur-i Nebi, kerem-i İmam Ali, Hu diyelim, Huuuu”
Devirler
esnasında, halkada dâhil bulunan, musikiye aşina, güzel sesliler tarafından
gazeller, duraklar, na’tler, tevşihler, mersiyeler ve ilahiler okunması
mutaddı. Bu musiki eserleri zikrin tonuna ve ikaına uygun olarak seçilirdi, ney
çalındığı da olurdu ve isteyen halka ortasına çıkarak SEMA ederdi.
Halkaya
derviş olmayanlar da girebilirdi; lakin bunlardan umumi usul ve ahengi bozanlar
olursa yahut ta başka tarikler ehlinden olup ta kendi usul ve adetlerine göre
yaygaralı cezbeye kapılanlar bulunursa, bu işe memur bir zat ve ekseriyetle
Meydancı Dede, halka dışından dolaşarak o zatın yanına gider, kendisini sükûnete
davet eder, daha olmadı, halka dışına çıkarırdı.
Böyle
mufassal zikir yapıldığı gece, bayram gecesi, kandil gecesi gibi, kutlanması
dini anane halini almış bir gece ise ve şeyh efendi arzu ederse, Umumi görüşme
merasimi de yapılırdı. Şimdiye kadar verilen malumattan anlaşılmış olacağı
üzere, ‘görüşme’ demek, ‘öpüşme’ demektir; umumi görüşmede
bütün cemaat birbirleriyle öpüşürdü; bu merasim şöyle cereyan ederdi:
Birinci
gülbanktan sonra Fatiha okunur okunmaz, şeyh ayağa kalkar ve görüşüleceğini,
yanında bulunan en büyük amire işaret ederdi, bunun üzerine İhvan, mescid kapısının
yanına giderler, maruf bir tabir ile dairevi bir sıra olarak, ard arda,
sırasıyla, şeyhin postu önüne gelirler, baş kesip niyaz vaziyeti alırlar,
şeyhin elini veya hırkasının üstüvasını öperlerdi, şeyh de onların tam ağzı
hizasına gelmiş olan sikkelerinin bir yerinden öperdi.
İlk
öpen zat ki teşrifatta en önde giden zattır, şeyhin sağında mevki alırdı; onu
takip eden zat de şeyhle görüştükten sonra, birinci zatla elele vererek
karşılıklı birbirlerinin ellerini aynı zamanda öperlerdi, bundan sonra bu
ikinci zat da birincinin yanında sıraya girerdi. Üçüncü, dördüncü, en sonuncuya
kadar, bu, böyle devam ederdi. Görüşme sona yaklaşınca veya resmi kıyafeti haiz
olmayanların da merasime katılmaları dolayısıyla büyük bir kalabalık kaynaşınca
merasime son vermek için, şeyhin sağında mevki almış olan zat, yüksek sesle,
uzun bir “Eyvallahhhh” çeker ve bu ses uğuldarken, şeyh mutad olan ikinci
gülbengine başlardı.
Görüşmeye
katılanlar arasında Mevlevi usulünü bilmeyenler kendi adetlerine göre sadece el
sıkışırlardı, fakat kucaklaşma yapılamazdı. Umumi görüşme, bayram ve kandil
gecelerinde yapıldığı gibi, bazen mukabele günlerinde de yapıldığı olurdu. Bu
görüşmelerde, birbirine dargın, hatta düşman dahi olsalar her dervişin
karşılıklı el öpüşmesi mecburi idi; böylelikle Müslümanlık ve dervişlik
kardeşliğinin pekleştirilmesine ve arada mevcut olabilecek herhangi bir muhabbetsizliğin
izalesine çalışılırdı. Sevişmediği ile görüşmek istemeyenin şeyhle ve bütün
ihvanla görüşmemek mahrumiyetine katlanarak merasime katılmaması icap ederdi.
Mevleviliğin
pek demokratik ve pek cazibeli olan bu görüşme usulü, her vakit, hususi ve münferit
şekillerde de cariydi, yani bir müddetten beri birbirlerini görmeyen, yeni
tanışan, seferden gelen, seyahate hazırlanan, tebrik edilmesi gereken bir zata
rastlanıldı mı, hemen oracıkta görüşülürdü. Görüşme, yaşlı ile çocuk, âlimle
cahil, amirle memur, zenginle fakir, hâsılı yaş, sanat, meslek ve rütbe farkı
gözetilmeksizin, istisnasız, herkes arasında aynı şekilde cereyan eder, mutlaka
her ikisi karşılıklı el öpüşürdü.
Mevlevilerde
zikir ayini, işte, bu şekildeydi. Arzu eden kendi başına evinde veya hücresinde
zikretmek için de şeyhten müsaade isteyebilirdi; buna ‘ders almak’ denilirdi.
Ders
almak arzuya bağlı olmakla beraber, bizzat şeyh tarafından da emredilebilirdi.
Ders alacak kimse, bir ihya gecesi, hemen yatsı namazından sonra, Meydancı Dede
refakatinde şeyhin huzuruna götürülür, sikke tekbirleme usulünde olduğu
şekilde, şeyh talibin kulağına:
“Fa’lem ennehu la ilahe ill-ALLAH[12]
- senin sözün
ve takva olan bu ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) efendimizi bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla,
manasıyla bağla ya Rabbi”
Bu
Telkin ve İnabe salahiyeti hilafeti haiz şeyhlerin salahiyeti cümlesindendi.
Zikir sayısı on birden, otuz üçten başlar, yüzlere, binlere çıkabilirdi; fakat
hiç bir vakit Mevlevilerde, başka tarikatlarda misaline tesadüf edildiği veçhile
insanı çileden ve akıldan çıkaracak derecede, yüksek sayılarda ders alınıp
verilmezdi. Sayı tayininde, şeyh, talibin yaşını, mesleğini ve kabiliyetini göz
önünde tutardı.
Ders
alan zat, yatsı namazından sonra, evinde veya hücresinde, kıbleye yönelerek ve
cehri olarak zikrini eder ve umumi şekildeki zikir ayinindeki tarzı güder, aynı
gülbankları çekerdi. Yatsıdan sonra zikrini ifaya imkân bulamayanlar, gecenin
her hangi bir saatinde, dilerse bir de Teheccüd namazı kılarak, ibadetini
yapabilirdi.
Her
tarikatta olduğu gibi, Mevlevilerde de, zikirden başkaca, bir de ‘evrad
okumak’ vardı. Evrad, bazı tarikat büyüklerinin her zaman tilavet
ettikleri rivayet olunan bazı ayetlerden ve bazı dualardan tertip edilmiş olan
En’am-i Şerif gibi mecmualardı. Vakıa, bazı tarikatlarda zikretmeye de Evrad
okumak denildiği varsa da, asıl evrad okumak arz edilen mecmuayı tilavet etmek,
demekti.
Evrad
okumak için, hilafeti ve salahiyeti haiz bir şeyhten, yazılı bir icazet almak
lazımdı. Bu icazet, çok kereler, evradın son sayfasına yazılır ve şeyh
tarafından imzalanıp mühürlenirdi. İcazetlerin Arapça ve Farsça yazılması adet
olmuştu. Evrad, sabah namazından sonra, yalnız olarak ve sessizce okunurdu.
Sofi
tarikatler, evrad okumayı da tarikatın esasından sayarlardı, lakin Mevlevilikte
her müntesibin evrad okumak için mecburiyeti yoktu. Sofi tarikatlardan
bazılarının evradı pek uzundu, hatta her güne mahsus ayrı ayrı evradlar vardı;
bunların en meşhuru ‘Kara Davud’ adıyla dilimize de çevrilmiş
olan ‘Delail-ül Hayrat’dır. Bunu bir tarikate mensup olmayanlardan da
okuyanlar vardı. Mevlevi evradı da dilimize tercüme olunmuştur.
Kadın
Mevlevilerde SEMA
mutad değil idiyse de, onlar da ders alabilirler ve evrad okumak için icazet
isteyebilirlerdi.
Ehl’i
Beyt muhabbeti ile mütehalli olmayan tarikat yoksa da, bu sevgiyi ileri götüren
bazı dervişlerde, Nad-i Ali denilen kısa, bir manzum dua okumak ta mutaddı.
Bu
dua 12 imamın adlarını hürmetle anan ve sonunda ALLAH’tan, Hz. Peygamberden ve Hz.
Ali’den meded uman bir dua idi, sonunda bir kaç da acemce cümleler vardı. Nad-i
Ali’nin her belayı önlediğine inanılırdı, bazıları kefenlerinin içerisine de bu
dua yazılı bir kâğıt koydururlardı.
Ahmed
Eflaki Dede, Mevlana’nın kendisine intisab edenleri traş ettirdiğini, eserinin
birkaç yerinde ve birer münasebetle anlatıyor. (55b, 75b, 99b) Mevlana
zamanında bundan başka bir törene tastlamıyoruz.
Hâsılı Şeyh İsmail Rüsuhi Dede’ye göre
Mevleviliğin mahiyetine eklemlenen her ne kadar farklı tasavvufi meşreb
farklılıkları olsa da yolun tasavvuf yolu olmasına binaen Mevlevilerden
beklenen şey, aşk, marifet, irşad ve hizmetle zahir sufi olmaktır.
Bu
esaslara sahip olmak isteyen talip, ya muhib veya çilekeş can olmak için
Mevlevi Dedesine müracaat eder. Şeyh muhibbin müracaatını kabul ederse, gusül
abdesti alan muhibbin başını şeyh dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir
getirir ve her ikisi de Fatiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı
zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperler (görüşme).
Şeyh
İsmail Rüsuhi Dede’ye ve Ankaravi’ye göre bunun ardından talibin saçından ve
bıyığından Mevlana’nın öğretisi üzere birkaç kıl kesilir (çardarb). Çardarb
uygulandıktan sonra talibe zikir telkin edilir. Sabah namazından sonra, kuşluk
vaktinde, yatsıdan sonra ve teheccüd namazından sonra zikredilmek üzere üç
biner ism-i celal telkin edilir. Zikirde on iki makam bulunmaktadır. İlk yedi
makamda, salik kendi varlığından fani olur. Sekizinci makamda fenaya erişir ve
on ikinci makamda vahdet sırrına arif olarak, sülukunu nihayete erdirir. Şeyh
nevniyaz adını alan muhibbi, dergâhtaki dedelerden birine teslim edip, muhib
dedesinden tarikat adabını öğrenmeye başlar. İsterse Mevlevilikte diğer
tarikatlara nazaran en önde gelen erkândan olan SEMA’ı meşkedip bu merasimi mütaakip
Mevlevi mukabelesine katılır.[13]
“Vakt-i
şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def’ola, derviş kardeşimizin feyz-i âlileri
müzdad ola, hizmetleri mübarek ola, dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı Şems-i Tebrizi,
kerem-i imam-ı Ali, gülbang-i Muhammedi hu diyelim Hûûû.”
MUKABELE-İ ŞERİF’İN
HİKMET VE SIRLARI
Muzaffer Aşki Rahmetullahi aleyh’in mukabele yorumu;
Mukabele-i
Şerif, Cebrail (aleyhisselâm) Kur’an-ı Kerim okur, Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dinlerdi ve camilerimizde de bilhassa ramazan ayında Kur’an-ı
Kerim mukabelesi yapılmaktadır, mukabele ismi buradan gelmektedir. Namaz da bir
mukabeledir. Mümin Kâbe’ye mukabele ediyor, Kıble de Mümin’e mukabelede bulunuyor.
Muzaffer Aşki Hazretleri Fatih Camii’nde ramazan ayında dörtyüz minder
konulduğunu ve her minderin üzerinde bir hafız olmak üzere dörtyüz hafızın Kur’an
Mukabelesi okuduğunu buyurmaktaydı. Vaiz dinlemek, mevlid-i şerif dinlemek,
musiki dinlemek, o halde insanı yaratanına götürmeyen bir musiki ve mukabele
ile dönme SEMA olmuyor.
Sema ehline Sema helaldir; Sema ehli
olmayana Sema haramdır.
Mevlevi
salihinin yolu Kur’an, sünnet, velayet yani tarik-i müstakim ve tarikat-i
Muhammediye’dir.
SEMA
adı ile tanınan Mevlevi Ayininin resmi adı ‘Mukabele-i Şerif’tir.
Mevlevi mukabelesi, tekkenin Semahane denilen bölümünde icra edilir. Semahane,
genellikle etrafı parmaklıklarla çevrili bir ziyaretçi yeri - züvvar maksuresi
-, ayin okuyan ve çalanlara ayrılmış ‘Mutrıb-hane’ ve SEMA edilecek bir alan olan ‘Meydan-ı
Şerif’ten ibarettir. Namaz kılınırken imamın durduğu mihrab ve Mesnevi
okunurken Mesnevihan Dede’nin yer aldığı Mesnevi kürsüsü de Semahaneye
dâhildir. Bazı tekkelerde türbe de Semahane ile aynı çatı altındadır.
Mevlevilikte
mukabele-i şerif, İstanbul dışındaki tekkelerde genellikle Cuma namazından
sonra yapılırdı. İstanbul’daki beş Mevlevihane’de ise belli günlerde mukabele
vardı. Cuma ve Salı Galata, Cumartesi
Üsküdar, Pazar Kasımpaşa, Pazartesi ve Perşembe Yenikapı, Çarşamba Beşiktaş (daha sonra Eyüb Bahariye),
Mevlevihanelerinin ayin günleri idi. Ayrıca ‘İhya Geceleri’ denen
bayram ve kandil gecelerinde ve hilafet merasimlerinde de ayin yapılırdı.
SEMA -Mevlevi Mukabele-i Şerifi- bu düzenlemeye
göre şöyle yapılır:
Mukabele
günü veya gecesi, görevli Meydancı Dede namaz vaktinden biraz önce, Semahaneye
girerek, yere ters olarak yayılı duran kırmızı renkli şeyh postunu alır sol omzuna
koyar ve şeyh dairesine giderek, SEMA izni ister.
Şeyh,
“Eyvallah”
diyerek izin verdiğini belirttikten sonra, Meydancı Dede, dervişlerin
duyabileceği kadar yüksek sesle ve özel okunuşu ile “abdeste tennureye sala”
diye seslenir ve postu Semahaneye götürüp usulünce yayar. Buna müteakip diğer Semazenlerin tersyüz
konulan beyaz postları da görevli [14]canlar
tarafından meydanı şerif’e düz olarak yayılır. Sonra ezan okunur.
Bütün
cihaz-ı tarik öpülerek giyilir. Hz. Pir Mevlana Celaleddin Rumi’nin ve bugüne
kadar geçmiş cümle meşayih, dervişan ve bu meydanlarda hizmet edenlerin ruhuna
üç İhlâs bir Fatiha ve bir Ayet-el Kürsi okunur.
SEMA’a
girecek dervişler, SEMA kıyafetlerini giyerler. İçi dışına dönük
katlanmış olan tennureler koltuklarından tutulur ve öylece kıbleye karşı diz
üstü oturmakta iken tennurenin yakası öpülüp baştan aşağıya geçirilir. Böylece
tennurenin dışı yüze dönmüş
olur.
Sonra
ayağa kalkılıp, bele bağlanan ‘Elifi nemed’ (veya elif-lam bend)
kemer gibi bağlanır ve özel şekilli bir yelek olan ‘deste-gül’ sırta giyilir.
‘Resim
Hırkası’ denen çok geniş kollu, uzun ve geniş hırka da omuza alınır ve
sikke de Veysel Karani’ye verilen Resulullah’ın devetüyü rengindeki Miraç
hırkasını rabıta ederek öpüp başa giyilerek kıyafet tamamlanmış olur.
Meydancı
Dede’nin ‘Buyrun Ya Hu’ hitabı ile davet edilen dedeler ve diğer kişiler
teker teker niyaz ederek selam verip sağ ayakla, eşiğe basmadan Semahaneye
girerler ve görev rütbeleri ve kıdemlerine göre yerlerini alarak, ayakta
beklerler. Ayinin musikisini icra edecek olan Mutrıb Heyeti de Mutrıbhane’de
yerini alır. Mutrıban da ellerindeki neyleri, kudümleri, halileleri ile nefis
cihadına hazırlanan manevi bir ordu gibi meydan-ı şerife geçerler. Semazenbaşı
ve semazenler elleri sinelerinde meydan-ı şerife geçerler. Sağ ayak başparmakları
sol ayak başparmağın üzerinde; yani ‘ayakları mühürpay’ denen durumda ve
sol el parmakları sağ omuz, sağ el parmakları sol omuza konulmak ve sağ el üste
gelmek suretiyle ayakta durarak, Şeyhin gelişini bekler. Bu duruş şekline
kıyam duruşu ‘Niyaz Vaziyeti’ denir.
Şeyh,
sağ arkasındaki Meydancı ile birlikte Semahaneye girip ayak mühürleyerek
hazıruna selam verdiğinde, herkes aynı biçimde sessizce selama cevap verir.
Şeyh, postuna geçer ve namaz başlar. Camideki usulün aynısı olarak kılınan
namaz, Şeyhin Fatiha’sı ile sona erer.
Namazdan sonra ve şayet şeyh efendi mesneviden vaaz edecek ise
vaazını bitirdikten sonra şeyh mihrap önüne gelir, yüzü kıbleye müteveccih olarak oturur,
resmi kıyafetini giymiş olan Mevleviler kıdem sırasına göre şeyhin sağına
soluna teşrifat sırasıyla dizilerek, herkes yerle görüşerek bir halka teşkil
ederdi. Resmi kıyafetleri olmayanlarla ziyaretçiler halka dışında kalırlardı.
Birçok Semahanelerde Semazenlere mahsus kısım
parmaklıklarla çevriliydi. Kapının üstünde muhtelif bir yer yoksa son cemaat
mahalli mutrıba tahsis olunurdu. Şeyh, tesirli sözler söyleyebilmek, yanlışlıkların
bağışlanmasını ve hatta düzeltilmesini dilemek için ALLAH’tan yardım isteyici ve
yakarıcı bazı beyitleri okuduktan sonra Mesnevi beyitlerinin şerhine başlar,
Mesnevi den şerh edilecek beyitler Şeyh kendi okumayacaksa Kar-i Mesnevi denen mesnevi
okumakla görevli dede şerh edilecek beyitleri okurdu. Sonunda “Yüce ALLAH’ın sırlarının keşfedicisi olan Mevlana işte
böyle buyurdu. O’nun bu buyurdukları ne uyku halindeki rüyadır, ne faldır ne
de yıldız bilgisidir. Doğrusunu ALLAH bilir ama
herhalde Hakk’ın bir ilhamı olsa gerekir” ALLAH-ı Âlem bissavab anlamındaki
dörtlük okunarak Mesnevi şerhi bitirilir.
Sonra
Mutrıbhane’de kısa bir Kur’an-ı Kerim
okunur; Fatiha okunmaz. Şeyhin kürsü üzerinden okuduğu ‘Post
Duası’ sonunda Fatiha okunur. Şeyh, kürsüden inerken, herkes yerle
görüşüp ayağa kalkar ve kıbleye göre Semahanenin sağ tarafında yerlerini
alırlar. Çok ender olarak Mesnevi şerhi yapılmamışsa, bu yer alma namazdan
sonra olur. Post duası da posta oturulunca yapılır. (1952 yılından sonra Konya’da
her yıl yapılmakta olan Mevlana İhtifallerindeki SEMA Ayininde bu yer alış ve sonrası
sergilenebilmektedir.)
Bütün
tarikat ayinleri, Hz. Peygamber’e olan sevgi ve saygının ifadesi olarak,
salâvat ile başlar. Mevlevi Ayininde bu ifade, ‘Na’t-ı Mevlana’ ile olur.
Hz.
Mevlana’nın ‘Ya Habib ALLAH, ResuI-i Halik-i yekta
tuyi’ (Ey ALLAH’ın sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının
elçisi sensin) diye başlayan ünlü na’tını, Türk Musikisinin dâhilerinden Mustafa Itri Efendi, Rast makamında
bestelemiştir. Bu şaheser; ‘Nat-ı Mevlana’ olarak iki asırdan
fazla hem Mevlevihanelerde; hem de gerektiğinde başka tekkelerde okunmuştur.
Mustafa
İtri’nin bu bestesi en tanınmış naat bestesidir ve Abdülhalim Çelebi (ö.1679)
veya 2. Bostan Çelebi (ö.1705) tarafından, bir Çelebilik Makamı tavsiyesi
olarak, bütün Mevlevihanelere ayinde ney taksiminden önce okunması
bildirilmiştir.
Na’t
olarak, bu beste ile başka güfteler okunduğu da olmuştur. Ayrıca, bu bestenin
bitişi olan ‘Ya tabib-el kulub, Ya veliyyellah’ sözlerinin yer aldığı
terennüm bölümünde, çok usta birer icracı olan naat-hanlar görevinde bulunduğu
zamanlarda böyle yaptığı anlatılmaktadır.
Mustafa
Itri’nin bu bestesi, İstanbul Belediye Konservatuarı Tasnif Heyeti tarafından,
Yenikapı Mevlevihanesi kudümzenbaşısı bestekâr Ahmed Hüsameddin Dede’nin okuyuş tarzı esas alınarak
notaya alınmış; Zekai-zade Hafız Ahmed Irsoy ve Rauf Yekta Bey, bu eserin
unutulmasını önlemişlerdir. Mustafa Itri’nin bu bestesinden evvelki beste veya
bestelerin İslam dünyasınca segâh makamındaki (tekbir) ile (salâvat)’ın
besteleri onundur. Hz. Mevlana’nın, Hz. Peygamberi öven birçok gazellerinin,
kaside tarzında doğaçlama olarak, okunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
Mustafa
Itri Dede’ye bir saygı nişanesi olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı nefis
gazelin birinci ve beşinci kısmını buraya alıyoruz;
Büyük
Itri’ye eskiler derler.
Bizim
öz musikimizin piri
O
kadar halkı, sevk edip yer yer
O
şafak vaktinin cihangiri
Nice
bayramların sabah erken
Göğü
top sesleriyle gürlerken
Söylemiş
saltanatlı Tekbir ‘i
Kıskanıp
gizlemiş kaza ü kader
Belki
binden ziyade bestesini
Bize
mirası kaldı yirmi eser
Naat
idir en mehibi en derini
Vakı’a
Ney, Kudum gelince
Hızlanan
Mevlevi SEMA
ile
Yedi
kat Arş’a çıkmış ayini
Şeyh
Efendi yere yayılmış bulunan kırmızı makam postu’nun sağ yarım arkasına gelerek
“Ela inne evliyaallahü la havfün aleyhim vela hüm yahzenun”
ayetini okur ve posta geçer. Daha sonra sağ tarafına Semazen başı geçer geçmez
hep birlikte yerle görüşülerek oturulurdu. Şeyh bu esnada gizlice bir dua okur
ve ellerini mutad şekilde yüzüne sürer, mutrıptan güzel sesli hafız-ı Kur’an
ayinhan ayağa kalkar, (Na’t-ı Serif) denilen nefis ve lahuti bir durak okurdu.
O anda Buy-i Muhammedi kokusu tecelli eder, herkes salât-ü selam getirmeye
başlardı.
Bu
na’tin bestesi meşhur Itri Dede’nindir, türki darp usulünde ve rast makaminda
bestelenmiştir mutehassısların teyit ettiklerine göre çok yüksek ve çok sanatlı
bir musiki eseridir. Na’tin güftesi olarak, na’than, Mevlana’nın Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hakkındaki kaside ve gazellerinden herhangi birini intihap
edebilirdi. Bu na’tın notasi İstanbul Belediyesi Konservatuarı tarafından büyük
bir himmetle hazırlanıp bastırılan külliyatta vardır.
Naat’ın
okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme bir kaç darbe vurur,
halile ses verir, keman, tambur, kanun ve bütün sazlar birkaç saniyelik bir
ihtizaz duyururdu. Müteakiben Neyzenbaşı’nın veya onun görevlendirdiği bir
neyzenin ‘post taksimi’ adı verilen taksimi başlardı. Ney sesi ile
birlikte meydana gül kokuları hissedilir. İzleyiciler bu güzel kokudan hayrette
kalırlar.
Post
taksiminde, okunacak ayinin makamını önce dem sesler denen pest perdelerde ve
uzun süreli seslerle gösterip sonra meyan
açarak ve az makam geçkisi yapıp vakur nağmelerle taksimi
tamamlamak, gelenekleşmiş bir haldir. Taksim bittiğinde hiç ara verilmeden
kudümzen başının kudüme ilk darbe vurması ile beraber peşrev çalınmaya
başlanır. Bu ilk ‘zahme’ darbesiyle beraber Şeyh Efendi ve Semazenler ellerini
şiddetli bir şekilde yere vurup ayağa kalkarlar. Buna ‘Darb-ı
Celal’ denir. Neyzenler de ayağa kalkarak icraya katılırlar.
Ayağa
kalkmış bulunan Semazenler hırkalarına çeki düzen verip; sağa doğru
birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada Şeyh, kendi postundan halkanın merkezine doğru
birkaç adım ilerler ‘niyaz edip’ selam vererek hazırunu
selamlar, kendisi de aynı şekilde mukabele görürdü. Sonra Şeyh, sağına doğru dönüp, peşrevin temposuna da
uygun bir şekilde, sağ ayağını atıp solu yanına çekerek, sonra solu ileri atıp
sağı yanına çekerek yürümeye başlar.
Semahanenin
kenarında yüzleri ortaya dönük durmakta olan Semazenlerden sağa dönüp aynı
tarzda yürümeye başlarlar. Peşrevler hemen daima (dörtlük) darbelerle ölçülebilen
usullerde bestelendikleri için, şeyhin adımları da bu darbelere tevafuk ederdi
ve şeyh efendi ve bütün canlar sehven (İsm-i Celal) zikrederlerdi. Şeyhin arkasındaki kişi (aşçıbaşı veya
Semazenbaşı) postun önüne geldiğinde ayak mühürleyip niyaz eder ve hatt-ı istiva denen postun ucu
ile kapı arasında çizili olduğu varsayılan ve Şeyhten başkasının basamayacağı
çizginin sağ ayakla atlayıp solu da attıktan sonra, posta arkasını dönmeden,
cephesini geliş yönüne çevirip yine ayak mühürleyip bekler. Bu sırada
arkasındaki Semazen de postun önüne yaklaşmıştır. O da ayak mühürler ve postun
önünde iki derviş birbirlerinin yüzüne, gözüne ve özellikle iki kaşın arasında
olan hatt-ı istiva çizgisine bakarak ve hırkalarını içindeki sağ ellerini
kalplerini götürerek selamlaşıp niyazlaşmış olurlar.
Postun
sağındaki kişi arkasını Semahaneye dönmeden yine sağa dönerek yürümeye
başladığında, kendisinden sonraki Semazen yine aynı tarzdaki hareketlere devam
eder. Böylece herkes birbiriyle selamlaşmış olur ki buna ‘cemal
seyri’ veya ‘cemal cemale gelmek’
denilir.
Semahaneyi
ikiye böldüğü kabul edilen hatt-ı istivaa post hizasındaki uzantısında gene
ayak mühürlenip niyaz edilir; karşı karşıya geliş olmadan yürümeye devam
edilir. Eğer, türbesi olan bir Semahanede ayin yapılıyorsa, türbenin yanından
geçilirken de niyaz edilip selam verilir. Bunun yanı sıra eğer Şeyh Efendiden
daha kıdemli bir kimse var ise ona da selam verilir.
Şeyh,
birinci devirde postun önüne geldiğinde, karşısında kıdemsiz derviş
bulunmaktadır. Onlarda birbiri ile selamlaşırlar ve ikinci, üçüncü devirlerde
aynen böyle devam eder. Böylece herkesin üç defa Semahanenin etrafını devr-i
dairevi devretmelerine veledi (Sultan Veled Devri) denilir. Mutrıb peşrev
çalmaya devam ediyordur. Peşrev, yürüyüş sırasında bitse bile tekrar başa
dönülerek çalınmaya devam edilir.
Selam,
insanın kendi kulluğunu idrak etmesidir. 1. (Şeriat) Selam, ALLAH’ın büyüklüğü
ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifade eder. 2. (Tarikat) Selam bu hayranlık
duygusunun aşka dönüşmesidir. 3. (Hakikat) Selam insanın yaratılıştaki
vazifesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslam’da en yüce makam, kulluktur. 4.
(Marifet) Selam; Marifet, ALLAH’ın manasını hissettikten sonra bu manayı Kur’an
gibi sırlar içinde halka anlatabilmektir. Mutrıban bir Hafız Efendi tarafından
Aşr-ı Şerif okunur. Sonra Şeyh Efendi Fatiha der.
Şeyhin
sol tarafında uygun bir yerde ‘Duagu Dede’ (Duacı Dede) hırkasının
kollarını giyip ileri geçer ve şeyhe doğru dönüp ellerini açarak özel okuyuş
tarzı ile yüzü şeyhe dönük olduğu halde, yüksek sesle ve vakur bir eda ile (Semazenbaşı
yahut tarikatçı dede, diğer tekkelerde aşçıbaşı yahut da bu hizmetle muvazzaf
duacı dede), Post duası’nı okurdu.
Mukabele
meydanında mukabeleye duran kalplerdir.
Sufi geleneği öğretisi üzerine mukabelenin Hikmet
ve Sırları.
Semahaneye önce mutrip heyeti sağ ayakla girer. Semahanedeki
makam postuna niyaz eder, kendi mevkilerine geçerler. Semahane maydanı denilen
yer nefisle muharebe halinde olduğundan sanki bir muharebe meydanındadır. Nitekim
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cihattan avdet buyurdukları vakit “Biz küçük cihattan büyük cihada avdet ettik.”[15]
buyurdular.
Mutrip
heyetinin elindeki aletler, sancaklar, teberler, topuzlar, kılıçlar ve bir
arada ilahiler, naatlar, tevşihler okuyan zakirlerin birer asker sayılan
semazenlerin semanın nefisle savaş olduğunu buyuran Hz. Mevlana’nın nefis
muharebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları hep insanın Allah’a ve Hz.
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
olan aşkının yol alması içindir. Bu ilahi nağmeler, sesler, sözler ile
bakınız bunlarla Allah diyoruz.
Mutrip heyetine müteakip semazenbaşı ve semazenler
elleri sinelerinde semahanedeki yerlerine geçerken makam postuna niyaz edip
yerlerine geçerek ihtiram vaziyetinde şeyh efendiyi beklerler.
En
sonunda Allah’ın halifesi olan Şeyh-i kâmil teşrif buyururlar. Cümle kapısı
önünde hazirunu selamlar, post makamına doğru yürürler. O arada gönlü yanık,
içinde hicran ırmakları çağlayan, ruhuyla makamın sırrı arasında gidip gelen
Meydan-ı Şerif’teki postun sağ tarafına gelip Şeyh efendi “Ela inne
evliyaallahi la havfün aleyhim velahüm yahzenun” ayet-i kerimesini okuyarak
hazirunu selamlarlar. Hep birlikte hazirunu selamlayıp yerle görüşürler. Şeyh
Efendi o esnada gizlice bir dua okur ve ellerini mutad bir şekilde yüzüne sürer.
Allah’ın halifesi olan Şeyhi kâmil ilm,
aşk, sevgi ve muhabbet ağacının altında hal lisanı ile oturulmasını işaret
buyurur.
Rüsuhi
Dede’ye göre mukabele icra edenler cennet ehli, mukabele meydanı cennet arzı
misalidir. Şeyh Efendi mutriptan güzel
sesli bir hafız efendiye naat-ı şerif-i okumasını işaret buyurur. Hafız efendi
Naa’tı ayakta okur.
‘Naat-ı Şerif’ ile
başlar. Naat-i Peygamberi kâinatın yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların
en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i öven, Hz. Mevlana’nın
bir şiiridir. 17. Yüzyıl bestekârlarından ‘Itri’
adıyla tanınan Buhürizade Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelenen ‘Ya Habib ALLAH,
ResuI-i Halik-i yekta tuyi’ (Ey ALLAH’ın
sevgilisi, tek ve eşsiz yaratıcının elçisi sensin) diye başlayan bu naati,
naathan ayakta ve sessiz okur. Bu edeb anlatır.
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salâvat getirirler. Ey
müminler! Siz de ona salâvat getirin ve tam bir teslimiyet ile selam verin.”[16]
“Ahirette bana en
yakın olan, bana çok Salât-ü Selam getirendir”
Bütün hazirun Salâvat-ı şerife getirirerek
ruh-u rasulullahı selamlar. O anda öyle bir buy-i Muhammedi tecelli eder ki
herkes hayrette kalır. Dünyada bir ruh-u Muhammedi ve buy-i Muhammedi vardır.
Bütün güzel kokular buy-i Muhammedi’den zuhur etmektedir.
Naat’ın okunması sessizce dinlendikten sonra, kudümzenbaşı kudüme
bir kaç darbe vurur, halile ses verir, keman, tambur, kanun ve bütün sazlar
birkaç saniyelik bir ihtizaz duyururdu. Müteakiben Neyzenbaşı’ nın veya onun
görevlendirdiği bir neyzenin ‘post taksimi’
adı verilen taksimi başlardı. Ney sesi ile birlikte hazirûn meşrebine, ameline
ve tabii ki Hz. Peygamber’imiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) besledikleri
muhabbete göre buy-i Muhammedî’den istifade ederler.
Naati, kudüm darbları
izler. Bu yüce yaratıcının kâinata “ol “ emridir. İslam inanışına göre ALLAH, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra
ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Naatden sonra yapılan ney taksimi
işte bu ilahi nefesi temsil eder.
Sema’ya ney taksimi ile başlanır.
Peki, ‘ney’in tasavvufi dilde manası nedir?
Ney, kâmil insandır, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
manasını aksettirir. Adeta Hz. Mevlana anlatılmaktadır. Kamil insan, Hz. Mevlana’nın
dediği gibi: “Ben yaşadıkça Kur’an’ın
bendesiyim, Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.” diyendir.
Ney misali ruhlar âleminden yani sazlıktan koparılmış dünyaya
gelerek, aşırı arzu ve isteklerinden arınması için içi oyulmuş, sonra üzerine
her musiki namesindeki meşrebi anlatan insanların sesini verebilmesi için
delikler açılmış (bu yüzden kâmil insana ters gelen bir ses ve söz olamaz, her
notanın sahibidir o) ve kendisine ait hiçbir sesi kalmayana dek fırında
yakılarak (ALLAH aşkı ile yanarak) sadece
üfleyenin sesini veren bir musiki aleti olmuştur.
Bu yüzden ney kendine ait
bir isteği ve arzusu olmayan ALLAH’ın sesini
veren kâmil insanın sembolüdür. “Benim Habibim nefsinin heveslerinden ve arzularından
söylemez. O’nun sözleri benim vahyimdir”.[17]
Rüsuhi Dede’ye göre
mukabele icra edenler cennet ehli, mukabele meydanı cennet arzı misalidir.
Ayette cennet ehli hakkında
şöyle buyurulur: “Biz onların kalplerinden kin ve hasedi söküp çıkardık. Onlar
birbirlerinin kardeşleri olarak karşılıklı şekilde (mukabil) döşeklerinde
(postlarında) otururlar.” [18] Sühreverdi ayetin tefsirinde der ki: “Mukabele, gizli ve aşikâr her şeyin
karşılıklı birbirini yansıtır mahiyette eşit seviyede olmasıdır. Kardeşine
karşı kalbinde kin barındıran kimse, her ne kadar yüzü onun yüzünün karşısında
olsa da kardeşinin mukabili değildir.” Mukabele, iki kimsenin her türlü
nefsanî kötülükleri def ederek birbirleriyle yüz yüze gelmeleridir. Yüz yüze
gelen baş yüzleri değil kalplerdir (vech). Zira iman eden kalptir ve “mümin mümin
aynasıdır”[19]
hadisince kalp diğer bir kalbi yansıtan ayna mesabesindedir. Gıll u gişdan
tezkiye edilmiş kalpler cilalanmış aynalar misalidir ki, mukabeleye katılanlar
birbirlerine mukabil olan kalp aynalarında tevhid sırlarını müşahede etmek
üzere cennet arzında otururlar. Mukabele kelimesindeki asıl sır budur ve
mukabeleden maksat bu sırrı iyan etmektir.
Mevlevi
mukabelesindeki selamlar Hakk’ın Selam isminin tecellileridir. Şeyh Sadreddin Konevi
Selam isminin şerhinde der ki: “her bir
mertebenin Selam isminden payı vardır” Her bir devrin de Selam isminden
hissesi vardır. Hak her üç selamda onlara Selam ismiyle tecellide bulunduğunda,
Varlığın başlangıcından nihayetine kadarki mertebeleri devr ve seyr ederler.
İlk iki selamda ilme’lyakin ve ayne’l-yakin seviyesindedirler. Hak Selam
isminin lisanıyla bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle seslenir
ve onlar da işitirler SEMA: Hal lisanı ile “Kullarım selam sizin
üzerinize olsun (selamun aleykum). Yakin bilginiz şüphe ve gizli şirk
karanlığından kurtuldu. Mertebeleri ve hakikatleri yakin gözünüzle müşahede ettiniz.
Biliniz ki, selamet benim Selam ismimin tecellisindedir”
ALLAH’ın bilinmesi üzerimize
farz olan Sıfat-ı Subutiyyeleri:
1-Hayat; ALLAH Teâlâ diridir. Bütün mahlûkatı yaratan odur.
2-İlim; ALLAH Teâlâ’nın ilmi vardır, her şeyi bilen odur.
3-Semi; ALLAH Teâlâ işiticidir, her şeyi işitir.
4-Basar; ALLAH Teâlâ görücüdür, her şeyi görür.
5-İrade; ALLAH Teâlâ’nın iradesi, dilemesi vardır.
6-Kudret; ALLAH Teâlâ’nın her şeye gücü yeter.
7-Kelam; ALLAH Teâlâ söz sahibidir.
8-Tekvin;
ALLAH Teâlâ her şeyi yaratandır. Ondan başka
yaratıcı yoktur.
Birinci Devir:
SEMAZENLERİN
SEMAYA HAZIRLIK
Sultan
Veled devrinden ayin sonuna kadar herkes, sessizce ALLAH ismini
(ism-i Celal) zikretmektedir.
Sultan
Veled devri SEMA
mukabele, mukabele meydanındaki Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil’in, dünyadaki
varlık ağacı olan Tuğba ağacının gölgesinde gölgelenen Semazenlere, ölüm öncesi
sur sesiyle dirilmeye ihtiyari ölümden, benlikten, görece varlıktan
sıyrıldıktan sonra gerçek varlıkta hayat bulmaya yönelmenin simgesidir. Hakkın
halifesi olan Şeyh-i Kâmil de içinde hicran ırmakları çağlayan yanık gönlü ile
ruhuyla o makamın sırrı arasında gidip gelen Ruh-u Muhammedi’nin kokusu tecelli
eder. İsm-i Celal sırrını Cemal aynasında seyrettirme gayreti içerisindedir.
Bu
ölüm aşırı istek ve arzulardan sıyrılarak her şeyden malum olma derecesine
ulaşmak, böylece dünyadaki cenneti bularak ALLAH’ın huzurunda olmak cennette sabit kalmaktır.
Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş hali neyin verdiği sur sesiyle başlar.
Neydeki musiki ahengi bir anda insanların bedenlerini dalga dalga sarar.
Sur’a üflendiği gün , - Allahın diledikleri müstesna -, göklerde ve
yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olaraktan O’na gelirler.[20]
ALLAH’ın Hayat
Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlara lisan-ı hal ile ve Hakkın halifesi olan Şeyh
Efendi ve Allah’ın vitrini olan Semazenler içlerinden “ALLAH” diyerek
ellerini kuvvetle yere vurarak darb-ı celal ile ayağa kalkarlar. Devr-i Veledi’ye başlamak üzere
ölümden önce sur sesiyle dirilmeye ihtiyari ölümden, benlikten ve görece
varlıktan sıyrıldıktan sonra gerçek varlıkta hayat bulmaya yönelmenin
simgesidir. Bu ölüm aşırı istek ve arzulardan sıyrılarak her şeyden memnun olma
derecesine ulaşmak, böylece dünyada cenneti bularak, ALLAH’ın huzurunda olmak, cennette
sabit kalmaktır.
Dünyadaki
sur sesini temsil eden ney sesini işiten şaşkın bakışlar içerisindeki
semazenlere Allah’ın halifesi olan Mürşid-i Kamil hal lisanı ile soruyor: “Yolcu nereye gidiyorsun?”
Yolcu
bu hitabı duyar, titrer ve hal lisanı ile der ki: “Şefaat-i Peygamberiye Meydanına yürümek
istiyorum.” Semazen, kendinden daha üstün bir varlığın ona
hükmettiğini hissederek Mürşidin izini takip eder. İmanda derinleşerek,
varlığının kendi hiçliğini idrak eder. Allah da onu sever, hadis-i kudside
denildiği gibi; “Kul
nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşınca Cenab-ı Hak sevgisini başlatır.”
[21]Böylece
kulun zahir ve batını hakkın nuru ile boyanır, onunla işitir, onunla görür,
onunla konuşur. Beşerin insan olma ve sırat-ı müstakim caddesine giriş anıdır
bu. Allah’ın da ondan emrettiği andır. İşte sema bu makamların tamamlanışını
anlatır. O anı izleyen aşıkan da o nurları müşahede edebilir.
Bu
ölüm isteğinin insandaki doğuş hali sur sesiyle başlar. Birinci devrin
devamında şeyh-i kâmil Hakk’ın Selam isminin mertebesinin hükmünce tecellisini
lisan-ı halle söz tennuresine giydirir. Mertebesinin gerektirdiği üzere Hakk’ın
Halifesi Şeyh-i Kamil, duasıyla ALLAH’ın İlmel
Yakın Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhları selamlar.
“ALLAH ilim dairesi içindeki
ilminizi artırsın. Bizi devir ve seyr ettirdiği için ALLAH’a hamdederiz.”
“Allah (c.c.) melekleri, semavat ehli; deliğindeki karıncaya,
denizdeki karıncaya varıncaya kadar arz ehli halka ilmi ve hayrı öğretene
mağfiret duasında bulunur.”[22]
İkinci Devir:
Sultan Veled devri (dairevi devri) ikinci bölümünde SEMA mukabelesinde, mukabele meydanında mukabele eden ruhlara, Hakk’ın
Halifesi Şeyh-i Kamil hal lisanıyla seslenir, suretten manaya muvafık olmaları
için dua eder.
Suretten
manaya intikal artarak devam eder. Bu itibarla ikinci devirde daha bir iştiyak,
yanış, VECD
ve inkişaf vardır. İkinci devrin mertebesi ayne’l-yakin mertebesidir. Devrin
nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kâmil, mertebenin gerektirdiği üzere
Hakk’ın Selam isminin mertebesinin hükmünce tecellisini lisan-ı halle söz tennuresine
giydirir:
“Ey
aşk yolunda seyreden; ALLAH’ın Semi Sıfatıyla
sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı
üzerinize olsun. ALLAH kulaklarınızdan perdeyi
kaldırsın ki, devrin ve hakiki merkezin sırlarını işitesiniz.”
Üçüncü Devir:
Sultan Veled dairevi devrinin üçüncü bölümünde SEMA
mukabelesinde, mekabele meydanındaki Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil’in
duasının sırrıyla suretten manaya intikal artarak
devam eder.
Bu
itibarla üçüncü devirde daha bir iştiyak, yanış, VECD ve inkişaf vardır. Üçüncü
devrin mertebesi hakk’al-yakin mertebesidir. Devrin nihayetinde Hakk’ın
halifesi olan Şeyh-i Kâmil, mertebenin gerektirdiği üzere Hakk’ın Selam
isminin mertebesinin hükmünce tecellisini lisan-ı halle söz tennuresine
giydirir:
“Ey
aşk yolunda seyreden ALLAH’ın Basar Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar; ALLAH’ın
selamı üzerine olsun. ALLAH basiret gözünüzden
perdeyi kaldırsın ki, devrin ve hakiki merkezin sırlarını göresiniz.”
Devrin
sonundaki Semazen, şeyhi beklemeden selamını verip yürümeye devam eder. Onun
sıradaki yerini alması ile beraber şeyh de postuna geçmiş olur. Bu anda kudümzenbaşı
peşrev çalmaya son verilmesini işaret etmek için kudüme hızlıca birkaç defa
vurur ve sadece makamı gösteren bir iki cümlelik çok kısa bir ney taksimi yapılır.
Sultan
Veled Devri sona erince herkes yine halka halinde ayakta ve yüzleri halka
merkezine müteveccih bir vaziyet alır. Şeyh yalnız başına merkeze doğru
hazırunu selamlar, postuna döner, tekrar hep birlikte karşılıklı mukabele
olurdu; solunda duran Semazenbaşı şeyhin önüne gelip niyaz eder ve şeyhle
görüşerek postun sağına geçer ve şeyhe doğru vaziyet alırdı, SEMA’ya
destur için niyaz vaziyeti alırdı.
Sultan
Veled Devri ile Ney taksiminin bitiminde, ayinhan denen mutrıbdaki okuyucular,
yine saz refakatinde, ayini okumaya başlarlar.
Semazen
üzerindeki siyah hırkayı (yokluk) çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar
kollarını bağlayarak bir rakamını temsil eder. Böylece ALLAH’ın birliğine şahadet eder.
Semazenler ALLAH’ın
Halifesi olan Şeyh-i Kamil’e niyaz ederler.
Elleri
sinelerinde, şeyhi tazim edip, zahir âlem olan sağ tarafa geçip zuhur etmeden
önce kendi istidatlarınca izin isterler. Hakk’ın kaimi makamı olan şeyh-i
kâmilden izin alan semazenbaşı şeyhin sağ gerisine doğru çekilir ve ayak
işaretiyle Semazenleri SEMA’ya girmeye yönlendirir.
SEMA,
her birine ‘selam’ adı verilen dört bölümden oluşur ve Semazenbaşı
tarafından idare edilir. Semazenbaşı, Semazenlerin dönüşlerini kontrol ederek
intizamı temin eder.
Şeyh,
postun önüne doğru üç adım atarak ileri çıkar ve niyaz eder, herkes de niyaz
eder. Şeyh, sağ eli üstte olarak ellerini kavuşturmuş durumda dururken,
Semazenbaşı şeyhe doğru ilerler ve şeyhin açıkta duran elini, şeyh de eğilerek
onun sikkesini öper.
Semazenbaşının
sağ ayağını geriye çekerek veya ileri atarak verdiği işarete göre SEMA’ya
girecekler tek tek şeyh efendiye doğru sırayla yürüyerek niyaz vaziyetini
bozmaksızın şeyhin postunun önüne gelip niyaz edip şeyh efendinin elini öper.
Şeyh efendi onların sikkesini öper postun sağına geçerekten üç adım
ilerledikten sonra SEMA’ya başlarlar ve kol açarak dairevi devre
başlar arkadan gelen Semazenler de peşleri sıra aynı suretle hareket ederler.
Semazen, ya ortaya veya kenara doğru üç
adımda yürüyüp SEMA’a
başlar. Omuzları tutmakta olan eller yavaşça aşağıya indirilip, elin dışı vücuda
ve sikkeye temas ettirilip omuz hizasından yukarı kadar kaldırılır ve sağ el
yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde SEMA’ya başlar.
Semazenin
başı hafifçe 25 derece sağa eğik, yüzü biraz sola dönük, gözleri ufuk çizgisi olan
sol elin başparmağına kısık bir şekilde bakar durumdadır. SEMA sırasında baş hareketlerinden
kaçınmakta, ense ve boyun adeleleriyle baş desteklenmektedir. Semazen bu dua haliyle
öksüzlüğünü temsil eder. ALLAH (c.c.)
öksüzlerin duasını kabul edeceğini buyuruyor. Bu şekilde son Semazen de SEMA’a
girdikten sonra, Semazenbaşı şeyhe niyaz edip, SEMA’ı idare etmek üzere Semahanede
hal ve hareketlerini izlemeye başlar. Şeyh de postun gerisine çekilip, kıyamda
durarak SEMA’ı
izler.
Birinci Selam:
SEMA
Mukabele Meydanı Varlık dairesi, Şeyh-i Kâmil Varlık dairesinin başlangıç
noktası, Semazenler bu noktadan zuhur eden ruhlar mesabesindedir.
Mukabele meydanında Şeyh-i Kâmilin post makamı,
başlangıç noktası misalindedir. Bu noktanın soluna düşen taraf batın âlemin
numunesidir. Semazen fukara, bu taraftan zuhura müsta’id olmuş yani hazır hale
gelmiş mücerred ruhlar gibi hareketsiz bir halde, Varlık dairesinin başlangıç
noktasını simgeleyen şeyh-i kâmile yaklaşırlar.
Semazenler
sağ taraftaki yarım dairede Varlık merkezi üzere deveran etmeye başlarlar.
Şeyh-i kâmil sağ tarafa geçip zuhur etmek isteyen âşık ruha hal lisanıyla şöyle
der: “Kendi Varlık merkezinde deveran et ve kendi meşrebinde amelde bulun”
Bunu işiten Semazen ise yine hal lisanıyla cevap verir: “Emrini işittik ve itaat ettik.
Kendi sabit ayn’ımıza göre devre başladık. İşte hakikatimiz ve meşrebimiz olan
Varlık merkezimizin etrafında hareket ediyoruz” der. Semazenlerin kanat
açması ile meydan-ı şerif adeta bir gül bahçesine dönerek güzel kokular saçar.
Bu güzel kokular, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) e olan muhabbet
nispetinde, amelince ve meşrebince hissedilir.
Ayin
bestesinin birinci selamında, beste usulünün değişikliğinden Selam başında,
herkes bulunduğu yerde yüzleri ‘Kutuphane’ denen Semahanenin
merkezine gelecek şekilde durup, niyaz vaziyetinde selam verirler: “Essalamu aleyke ya ehli şeriat”.
Devrin
nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil, postun önüne doğru üç adım
ilerleyip “ve aleykümselâm eylel şeriat” Hakk’ın
Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle,
“Ey
aşk yolunda seyredenler; ALLAH’ın İrade Sıfatıyla
sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı üzerinize olsun” der.
Yine
herkes selamlaşır. Şeyh, sessizce selam duasını yapıp yine postun gerisine
geçtiğinde tekrar beraberce selamlaşırlar.
Şeyh
Efendi’nin üç adım ileri çıkmasına Muzaffer Aşki Rahmetullahi Aleyh
Hazretlerinin getirdiği yorum şöyledir:
Münazele,
sufiye ıstılahında kulun kendi varlığından fena makamına inmesi, Hakk’ın selam
ve rahmetiyle abdiyyet (kulluk) makamına yakınlaşmasıdır. Nitekim kutsi
hadislerde “Bana bir adım yaklaşana ben bir arşın boyu
yaklaşırım”[23], “Gecenin
yarısı veya üçte biri geçtiğinde ALLAH dünya
semasına iner ve “Yok mu beni davet eden davetine
icabet edeyim!” der” buyrulmaktadır. Âşık kendi mertebesinden
çıkıp Hakk’a yani hakikatin merkezine yöneldiğinde, Hak da İzzet ve istiğna mertebesinden
inip Aşıka yaklaşır. İşte bu münazeledir (karşılıklı iniş).
İkinci Selam:
Selamın
ikinci bölümü Semazenbaşı ve Semazenler yine birinci selamdaki gibi SEMA’a
girerler. Yalnız, el ve sikke öpmezler. İkinci selam denen bölüm böylece devam
ederken Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil postuna çekilip lisan-ı hal ile
“Ey âşık
ruhlar olup-biten her şey insanın ve âlemin
yaratılışı ile insanın Hakk’a dönüş kavsinin resmedilmesidir.” Der.
Sufi
büyükler derler ki, varlık dairevidir (vücud-i devriye). Mesela Hakk’ın Zat’ı
olan Zat-ı ahadiyyet bir nokta gibi tahayyül olunursa, bu âlem ve insan
noktadan sudur eden dairenin çizgilerini temsil ederler.
Varlık
dairesinin merkezindeki noktanın sağ tarafı zahir âlem, sol tarafı batın
âlemdir. Merkezin mukabilinde ise insan mertebesi yer alır. Âlem ve insan, Zat
noktasının tecellisinden zuhura gelip, Varlık dairesi üzere seyr-ü süluk kılar.
“İlk yaratılış mebde’i gibi me’ad da bize aittir”
[24]
ayetinin manasınca, “her şey aslına döner”
hükmünce ve “dönüş O’nadır” gerçeği uyarınca
insan, asli madenine ve ayrıldığı nokta canibine dolana dolana varacaktır.
Varlık
dairesinin çemberinde insanlar sefer etmekle birlikte, mebde (başlangıç) ve me’ad
(bitiş) kavsini çizdiklerinin farkında, seyr-ü sefer menzilleri bilgisinden bigânedir.
Ancak bu kısım insanların, batın tarafından kalp ve ruh mertebelerini kat
edip, seyr-ü sülük kıldıktan sonra hakiki başlangıç noktalarını bulma imkânları
vardır. İmkânı tahakkuk ettirdiklerinde Hak, onlara Selam ismiyle tecelli eder
ve ismin diliyle onlara selamda bulunur:
“Kullarım selam sizin üzerinize olsun (selamun aleykum). Artık
bilginiz şüphelerden salim oldu ve idrakleriniz nihai derecelere ulaştı”[25].
Selam
ismiyle tecelli eden Hakk’ı kullar ilm-el yakin, ayn-el yakin ve hakk-el yakin derecelerinde bilirler ve müşahede ederler.
Böylece bazı nebi ve velilerin önceden bildiği meratib bilgisini, seyr-ü süluk
sonunda Hakk’ın Selam ismi tecellisine mazhar oldukları halde tahsil ederler.
Bestedeki
usul değişikliği ile “esselamın aleykum
ehlel tarikat” diye selama dururlar.
Devrin
nihayetinde Hakk’ın halifesi olan şeyh üç adım ileri çıkarak “ve aleykümselâm eylel tarikat” Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin
hükmünce, lisanı hal sözüyle,
“Ey
aşk yolunda seyredenler; ALLAH’ın Kudret Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar, ALLAH’ın selamı üzerinize olsun. Aşkınız ziyade olsun”
der.
Üçüncü Selam:
Semazenler üçüncü devirde istidad ve
kabiliyetlerine göre tam bir istiğrak haline geçerler. Üçüncü selam denen
bölümde, Semazenlerin SEMA’sı böylece VECD halinde devam eder.
Bu
bölüm ‘‘Nereye yönelirseniz yönelin, ALLAH’ın vechiyle
karşı karşıya gelirsiniz” [26]
sırrının zuhur ettiği devirdir. Bu sır mutlak bir sır olup, Semazenlerin
istidadına göre kayda girer. Bazılarında ilm-el yakin, bazılarında ayn-el
yakin bazılarında ise hakk-el yakin şeklinde yüz gösterir.
Hak
selam isminin lisanîyle bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle
seslenir ve onlarda işitirler ‘‘SEMA eden kullarım
selam sizin üzerinize olsun. Yakın
bilginiz şüphe ve şirk karanlığından kurtuldu, mertebeleri ve hakikatleri kendi
gözünüzle müşahede ettiniz. Biliniz ki selamet benim selam ismimin
tecellisindedir.”
Devrin
sonunda da Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i Kamil selama mübadere eder ve kulluk
makamının numunesine gelip üçüncü selamı tebliğ eder:
“Ey âşıklar ve arifler ALLAH’ın selamı üzerinize olsun.
Devirleriniz tamamlandı. ALLAH sizleri yakin hakikatine, kendisini müşahedeye
selametle eriştirsin”
Yine
bestedeki usul değişikliği ile lisanı hal ile “esselamu
aleykum ehlel hakikat” diye selama dururlar, devrin nihayetinde
Hakk’ın halifesi olan Şeyh–İ Kamil üç adım ileri çıkarak kulluk makamına “ve aleykümselâm ehlel hakikat” der ve Hakk’ın
Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle, ey aşk
yolunda seyredenler;
“ALLAH’ın
Kelam Sıfatıyla sıfatlanan âşık ruhlar ALLAH’ın selamı üzerinize olsun”
der.
Hak
selam isminin lisanîyle bu devirlerin nihayetinde devranda bulunanlara şöyle
seslenir ve onlarda işitirler:
“Kullarım sizlere nispet edilen varlık kayıtlarından azad
oldunuz. Varlığınızı terk edip varlık buldunuz. Selam isminin üzerinize
tecellisiyle müşahede selametine erdiniz. Artık hakk - al yakın nazar ediniz.
Daire, devir ve medarı nasıl göreceksiniz?”
Dördüncü Selam
Dördüncü
Selamda Semazenler, Semahanenin ortasına girmezler ve meydana sıralanarak SEMA
ederler; orta yer boş bırakılır. Son Semazenin de SEMA girmesinden sonra, hepsi direk
tutarak SEMA
ederler.
Semazenbaşı
şeyhe niyaz edip Semazenleri de yerleştirdikten sonra Şeyhin solundaki yerine
geçer ve o da post SEMA’a başlar.
Şeyh
ise postundan öne ilerleyip niyaz eder ve o da SEMA’a girer. Şeyh, sol eli ile
hırkasının sağ tarafını bel hizasından, sağ ile yakasından tutarak Hz. Mevlana’nın
SEMA
yapışını temsil eder, hırkanın göğüs kısmını sağ tarafa doğru hafifçe açarak,
kalbini bütün insanlara açtığını temsil ederek SEMA eder. Başı, Semazenler gibi,
hafifçe sağa omzuna yaslanmış ve sol cihetine nazar ederekten İsm-i Celal
enerjisini hazıruna ulaştırma gayreti içerisinde olur. Hatt-ı istiva üzerinden
adım atarak ve SEMA
ederek Semahanenin merkezine kadar gelir. O da orada direk tutar. Bu tarz yaka
tutarak ve ağır tempo ile olan SEMA’a ‘post SEMA’ı
denir.
Perdesiz
tecelliler, yıldızlar, ay, güneş bir bak hepsi ona yönelmiş ayan beyan sema
halinde. Bir bakışta hepsi bunların satın alınabilir, senden beklenen yalnızca
Halik’ına bir hamd’dir. Sema ehli ve arz ehline katımızdan ilim, hikmet,
tefekkür verdik. Verdiklerimizi görürsünüz üzerlerinde.
Bütün varlıklar insan içindir, insanın
istifadesine arz olunmuştur. Ve Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “İnsan
bir incidir.” varlık âleminin kolyesindeki en müstesna inci. SEMA’da
merkezde kâmil insanın oluşu ve diğerlerinin ona benzemek amacıyla etrafında
dönüşü bu yüzdendir. Hz. Ali’nin: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi
sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür.” sözü insanların kulağına
küpe olmalıdır.
Ayin
bestesinin dördüncü selamının sözlü kısmı bittiğinde sazlar hemen saz semaisine
ve takiben son peşreve girerler. Eğer Niyaz İlahisi denen Segâh makamındaki
eser icra edilecekse, semai yerine sazlardan biri Segâh’a geçiş taksimi yapar
ve ilahiye girilir. Saz semaisi veya Niyaz’ın bitmesi ile son taksim başlar.
Semazenbaşı
da bulunduğu yerde post SEMA’ı yapar. Dördüncü selam denen bölüm böylece
devam eder ve yine bestedeki usul değişikliği ve lisanı hal ile “esselamun aleykum ehlel marifet” diye
Semazenler selama dururlar, devrin nihayetinde Hakk’ın halifesi olan Şeyh-i
Kamil kutup makamından Lafza-ı Celal nurunu Cemal aynasından seyrettirme
gayreti içerisinde olur. Taksimin başlaması ile kutuphanede direkt tutmakta
olan Şeyh, yavaş yavaş postuna doğru gitmeye başlar.
Şeyh-i
Kamil “ve aleykümselâm ehlel marifet”
Hakk’ın Selam isminin tecellisinin mertebesinin hükmünce, lisanı hal sözüyle,
“Ey aşk yolunda seyredenler ALLAH’ın selamı üzerinize olsun.”
“ALLAH’ın Tekvin Sıfatıyla yaratılmış âşık ruhlar ALLAH’ın
selamı üzerinize olsun” der. Hz. Pir’in fiilleriyle mutabakat
arz eder, dolayısıyla rivayetteki mana ile devrandaki sırlar şu selamda bir
araya getirilir ki her şey cemi bir selamdır.
Hakkın
halifesi olan Şeyh-i Kâmil de içinde hicran ırmakları çağlayan yanık gönlü ile
Hakkın hitabını işitince vücut iklimi adeta titreyerek ruhuyla makamın sırrı
arasında gidip gelerek postuna yürür. Hz. Pir-i Mevlana’ya ve Ehl-i Beyte
rabıta yaparak Habibullah’a selat ü selam getirir.
Şeyh
posta vardığında taksim bitirilir ve hemen tiz perdeden olmak üzere mutrıbta
görevli hafız efendi tarafından Kur’an
okunmaya başlanır. Bu anda herkes olduğu yerde niyaz edip, yer
öperek bulunduğu yere oturur. Eller omuzlarda ve baş öne eğiktir. Görevli
dervişler, hırkalarını üzerine koyduklarında normal oturma hali alınarak, Kur’an dinlenir.
Dest-i Kudreti Rahman ve Rahim olan
besmelede üç isim vardır ki birisi İsm-i Celali,
birisi Rahmanlığı ve Rahim nurunun hitabıyla Allahüazimüşşanın “Ey âşık ruhlar, dinleyin kelamımı!”
hitabını duyan bütün canlar adeta hareketsiz kalıp dünyadaki cennetin varlık
ağacı olan Tuba ağacının altında oturur gibi gölgelenirler. Allah’ın kelamını huşu içerisinde dinlerler. İsm-i Celal nurunu cemal aynasından seyredenler Allah ve Peygamber
sevdalılarıdır.
Hadis-i
Peygamberi’de “Cennet bahçelerinden birine rastladığınızda,
onun gölgesinde oturunuz ve meyvelerinden yiyiniz. Dünyada ilim ve zikir
ehlinden birisiyle karşılaşırsanız, işte o söz konusu cennet ağaçlarından biridir.”[27]
buyrulmuştur.
Cennet
ağacı misali olan Şeyh-i Kâmilin varlık ağacından olan dört nehir fışkırır.
1—Sudan
nehir ki bu ilimdir,
2—Baldan
nehir ki bu marifet’tir,
3—Sütten
nehir ki bu ruhani zevktir,
4—Şaraptan
nehir ki bu da aşk’tır.
Marifet
meyvelerinden yiyen Semazenler, bu nehirlerden içtikten sonra artık SEMA’dan
lezzetlenmeyi talep ederler.
Kur’an
okunması bittikten sonra şeyh, “Fatiha” der.
Şeyhin sol tarafında uygun bir yerde ‘Duagu
Dede’ (Duacı Dede) hırkasının kollarını giyip ileri geçer ve şeyhe
doğru dönüp ellerini açarak özel okuyuş tarzı ile yüzü şeyhe dönük olduğu
halde, yüksek sesle ve vakur bir eda ile (Semazenbaşı yahut tarikatçı dede,
diğer tekkelerde aşçıbaşı yahut da bu hizmetle muvazzaf duacı dede), Post duası’nı
okurdu. Bu dua şöyledir:
POST DUASI
“Bârekâllâh
ve berekât-ı Kelâmullâhrâ ukala-i millet Ra. Semârâ, safârâ, vefârâ, vecd-ü
hâlât-ı merdan-ı Hudârâ. Evvel azamet-i büzürgî-i Hudâ ve risâlât-ı rûh-ı pâk-i
Hazret-i Muhammed Mustafârâ. Ve Çehâr yâr-ı güzîn-i Hazret-i Habîbullâhrâ.
Aşere-i mübeşşire ve Âl-i evlad ve ezvac-ı tahirat ra. Ve Hazret-i İmam Hasen-i Alî ve Hazret-i İmâm
Huseyn-i Velî ve Şühedâ-yı deşt-i Kerbelârâ. Ve evliyâ-yi âgâh ve ârifân-ı
billâh alelhusûs Hazret-i Sultânel-ulemâ ve Hazret-i Seyyid Burhâneddîn
Muhakkık-ı Tirmizî; kutbül-âşıkıyn, gavsül-vâsılîn Hazret-i Hudâvendgârrâ. Ve
Hazret-i Şeyh Şemsüddîn-i Tebrîzî ve Çelebi Husâmüddîn ve Şeyh Salâhuddîn
Zer-kûb-ı Konevi ve Şeyh Kerîmüddîn, Sultan-ibn-i Sultân Hazret-i Sultan Veled
Efendi ve Valide-i Sultânrâ. Ve Hazret-i Ulu Ârif Efendi ve Âbid Efendi ve
Vâcid Efendi ve Bahâaddîn Âlim Efendi ve Mazhareddîn Âdil Efendi ve Muhammed
Âlim Efendi ve Ârif Efendi ve Pir Âdil Efendi Cemaleddin Efendi ve Hüsrev
Efendi ve Ferruh Efendi ve Sultan-ı Divani Muhammed Efendi ve Bostan Efendi ve
Ebu bekr Efendi ve Arif Efendi ve Pir Huseyn Efendi ve Abdülhalim Efendi ve
Hacı Bostan Efendi ve Muhammed Sadreddin Efendi ve Muhammed Arif Efendi ve Hacı
Ebubekir Efendi ve El-Hac Muhammed Efendi ve Muhammed Said Efendi ve Sadreddin
Efendi ve Fahreddin Efendi ve Mustafa Satvet Efendi ve Abdülvahid Efendi râ. Ve
sair çelebiyân-ı hulefâ ve meşayih-i fukarâ-yı mâzirâ. Ve mezîd-i hayât-ı
çelebiyân-ı hulefâ ve meşâyih-i fukarâ-yı bâkıyr. Ve alel-husûs pîşevâ-yı
erbâb-ı tarîkat ve cedd-i büzürgvâr-ı hakıykat selâmet-i Hazret-i Çelebi
Efendîrâ. Ve devâm-ı ömr-ü devlet-i pâdşâh-ı dîn-i İslâm ve selâmet-i
şehzâdgân-ı cüvân-bahtânrâ. Ve selâmet-i vezir-i â’zam ve şeyhulİslâm Efendîrâ.
Ve selâmet-i vüzerâ-yı ızâm ve ulemâ-yı kirâm ve meşâyih-i zevil-ihtirâmrâ. Ve
mansûr-u muzaffer şüden-ı asâkir-i dîn-i İslâm ve makhûr-u münhezim şüden-i a’dâ-yı
din-i duzâh-encâmrâ. Ve selâmet-i huccâc-ı Beyt-ullâhrâ. Ve rûh-ı revân-ı
bâni-i in dergâh (Burada tekkenin kurucusuyla o zamana dek şeyhlik edenler
anılırdı) dede efendîrâ. Ve safâ-yı vakt-i dervîşân, hâzırân, gaaibân, dostân,
muhibbân, ez şark-ı âlem tâ be garb-i âlem ervâh-ı güzeştegân-ı kâffe-i ehl-i
îmânrâ. Ve rızâ-yı Hudârâ Fatihât-ül-kitâb berhânîm azîzân.”
Sıra,
bilfiil çelebi efendilikte bulunan zata gelince
“ve
selamet-i kaim-i makam-i ced-di büzrükvar-i hakikat Hazret-i Çelebi Efendi Ra”
denildikten
sonra, mukabele yapılan tekkenin geçmişteki şeyhleri anılır ve bilfiil
şeyhlikte bulunan zat için de “ve selamet-i hadim-i in dergâh Dede
Efendi Ra” diye dua edilir.
Fatiha
okunduktan sonra duacı dede, şunları okur:
“Azamet-i
Hudârâ tekbîr: Allâhu ekber Allâhu ekber Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber
Allâhu ekber ve lillâhil hamd. Assalâtu vesselâmu aleyke yâ Rasûlallâh.
Assalâtu vesselâmu aleyke ya Habîballâh. Assalâtu vesselâmu aleyke ya nûre
arşillâh. Assalâtu vesselâmu aleyke ya seyyîdelevvelîne vel âhırîn ve şefi’-al
müznibîn ve selâmün alel mürselîn velhamdü lillâhi rabbil-alemîn.”[28]
Sonra
Şeyhle beraber herkes yer öpüp ayağa kalkar. Şeyh, postunun üzerinde “Hûûûûû diyelim” sözü
ile biten gülbank’i çekerdi:
“İn ayet-i Yezdan, bi himmet-i merdan ber-ma hazır-ü nazır
bad. Kulub-ü aşiyan şad ola ve berat-i Aliyeleri ihsan oluna, Dem-i Hazret-i
Mevlana, sırrı Şems-i Tebrizi, Kerem-i
İmam-ı Ali, Gülbank-ı Muhammedi, Bi Şefaatin Nebi Demine devranına hu diyelim,
Hûûû…….”
Bütün
hazırunun katıldığı uzun ve gür bir ‘Hûûûûû’dan sonra, tıpkı zikir ayinlerinde
olduğu gibi, şeyh selamlarını verir.
Şeyh,
postun üzerinden ayrılıp hazırunu selamlayarak yüksek sesle selam verdiğinde,
Semazenbaşı yüksek sesle ve son ‘Hûûûûû’
hecesini nefesince uzatarak selamı alır, Semazenler de niyaz eder.
Şeyh
bu sırada postun tam karşısındaki kapıya doğru yürümektedir. Tam orta yere
geldiğinde yine selam verir. Bu selamı neyzen başı alır, mutrıbdakiler hazırunu
selamlar Şeyh Semahanenin çıkışına vardığında posta doğru dönerek hazırınu
selamladığında, herkes beraberce mukabelede bulunur.
Şeyh
sağ ayakla girdiği Semahaneden sağ ayakla ayrıldıktan sonra haremine
geçer, mutrıp heyeti ve Semazenler de
posta selam vererek sağ ayakla girdiği Semahaneden sağ ayakla hücresine
çekilir.
Eğer
SEMA
türbeli Semahanede yapılmışsa, ayağa kalktığında önce türbedekiler için Fatiha
okunur sonra gülbank çekilir. Meydancı Dede tarafından Şeyh Postunun usulünce
kaldırılması veya katlanması ile Mevlevi Mukabelesi sırlanmış olur.
Bu
duadan sonra şeyh “Fatiha” der. Fatiha okunduktan sonra Semahanede türbe varsa
o tarafa doğru dönüp niyaz eder ve “Euzü billâhi mineş-şeytânir-racîm Bismillâhir-rahmânir-rahîm
Elâ inne evliyâ’-Allâhi lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenûn[29].
Sadakallâhül azim Sübhâne rabbike rabbil-izzeti ammâ
yasıfûn ve selâmün alel-mürselîn velhamdü lillâhi rabbil-âlemin[30]
el-Fâtiha.”
Yine
Fatiha okunur. Bundan sonra şeyh yüksek, kalın bir sesle ve yavaş yavaş,
metleri çekerek “Ervâh-ı tayyîbeleri şâd-ü handân ve berekât-ı ruhâniyyet-i aliyyeleri
ihsan oluna. Dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i İmam-ı Ali
Hûûûûû diyelim”“ der. Şeyhle beraber bütün canlar niyaz ederek
yüksek sesle ve nefes miktarınca “Hûûûûû” derler ki bu, mukabelenin bitimidir.
NİYAZ MUKABELESİ
Bazan
şeyh yahut canlardan, muhiblerden yahut mukabeleyi seyreden ve tarikat usulünü
bilen ziyaretçilerden birisi, canlara bir niyaz, yani bir miktar para gönderir.
Mevlevîlerde niyaz sayısı dokuz ve dokuzla taksimi kabil olan on sekiz, yirmi
yedi, otuz altı gibi bir sayıdır. Bu sayıya riayetle dokuz, on sekiz, yirmi
yedi ..... lira, yahut kudretine ve zamanın ihtiyacına göre kuruş, mecidiye
gibi bir miktar parayı, semazenbaşıya verir. Bu para, son selam bitmeden
rnutrıba götürülür, kudümzenbaşının kudümü üstüne bırakılır.
Bunun
üzerine mukabelede son peşrev çalınmaz, neyzenbaşı, kısa bir segâh taksimi
yapar ve “niyaz mukabelesi” başlar. “Ey âşıklar, ey âşıklar, ben toprağı inci
yaparım. Ey çalgıcılar, ey çalgıcılar, definizi altınla doldururum” mealindeki
İy âşıkan iy âşıkan men hâkrâ govher kunem
İy mutrıbân iy mutrıbân deff-i şumâ pur zer kunem
beyiti
bulunan huseyni ayini okunduğu vakit de şeyh, mutrıba bir miktar para yollar ve
niyaz mukabelesi yapılır.
Bu
mukabelede niyaz ayini denen ayin okunur ki güftesi şudur, daha doğrusu şu
parçalardan meydana gelmiştir:
Şem’-i ruhuna cismimi
pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâna
düşürdüm
Bir katre iken kendimi
ummâna düşürdüm
Mevlâyı seversen beni
söyletme gamım var
***
Dinle sözümü sana direm
özge edadır
Derviş olana lazım olan
aşk-ı Hüdadır,
Aşıkın nesi varsa maşuka
fedadır,
SEMA safa, cana şifa, ruha
gıdadır
Aşk ile gelin eyleyelim
zevk u safayı,
Göklere değin ir görelim
hu ile hayı,
Mestane olup depretelim
çeng ile nayı,
SEMA safa, cana şifa, ruha
gıdadır
Ey sufi bizim sohbetimiz
cana safadır,
Bir cur’amızı nuş idegör
derde devadır,
Hak ile ezel ettiğimiz
ahde vefadır,
SEMA safa, cana şifa, ruha
gıdadır
Aşk ile gelin talib ü
cuyende olalım,
Şevk ile safalar sürelim
zinde olalım,
Hazret-i Mevlana’ya gelin
bende olalım
SEMA safa, cana şifa, ruha
gıdadır
***
Ben bilmez idim gizli iyan
hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan
hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişân
ister idim ben
Âhır bunu bildim ki cihan
hep sen imişsin
***
Ey ki
hezâr-âferin bû nice sultân olur
Kulu olan kişiler husrev-u hâkan olur
Her ki bu gün Veled’e inanuban yüz süre
Yoksul ise bây olur boy ise sultân olur
Niyaz
mukabelesi, yürük bir semai icra edilerek kısa bir taksimle sırlanır.
Şeyh,
posttan kapıya doğru yürür. Ortadaki avizeye yaklaşınca durup niyaz ederek “Esselâmu
aleyküm” der. Şeyhle beraber herkes niyaz eder ve aşağıdan semazenbaşı yahut
aşçıbaşı veya tarikatçı, “selâm” kelimesinin meddini uzatarak ve sondaki “
Hûûûûû “yu da nefes miktarınca çekerek “ve aleykümüsselâm ve rahmetullâhi ve
berekâtü hûûûû” diye selamı alır. Şeyh, avizeyi geçince kapıya yakın yine aynı
tarzda bir kere daha selam verir. Bu sefer selamı mutrıbtan birisi ve yine aynı
tarzda alır. Semahane kapısına gelince dönüp içeriye doğru niyaz eder. Bütün
canlar da şeyhle beraber niyaz ederler. Şeyh sağ ayakla girdiği meydan-ı şerif’ten
sağ ayakla harem-i şerif’e geçer. Mutrıban ve Semazenler de sağ ayakla
girdikleri meydan-ı şerif’ten sağ ayakla derviş hücrelerine geçerler.
“AYİN-İ
CEM”
Mevlevi
Mukabelesi denen bu resmi ayin şeklinden başka “ayin-i cem” (Aynü’l-cem)
denen bir ayin tarzı daha vardır ki, tekkenin Semahanesinde değil, ‘meydan
odası’ denen özel bölümünde yapılır. Ya bir sohbet meclisinde veya bir
ikram için toplanıldığında na’t okunmadan ney taksimi ile başlar. Ayin okunurken,
herkes değil, sadece arzu edenler hırkalarını kollarını giyip post SEMA’i
tarzında kol açmadan SEMA ederler ve selam başlarında da durmak yoktur.
Yine
Kur’an okunması ve
gülbank ile biter sonra istenirse sohbete ve ikrama devam edilir.
Hz.
Mevlana’nın ahirete göç etmesi hicri takvimle 5 Cemaziyelahir 672’dir. Bu gün
Mevlevilerce sevgiliye kavuşma zamanı, gelin gecesi ‘Şeb-i Arus’ olarak kabul
edilmiştir.
Hicri
takvimin mevsimlere göre dönüşü ile yaz aylarında tekke bahçesinde açık
havada; kışın meydan odasında 5 Cemaziyelahir günü mutlaka ayin-i cem
yapılırdı. Mukabele ve ayin-i cem’den başka bir ayin vardır ki buna da “Müptedi
Mukabelesi” denir.
SEMA
etmeyi artık öğrenmiş olan bir yeni dervişin (nev-niyaz) mukabele-i şerif’e
katılmasına izin verilmesi törenidir. Bu ayine Şeyh katılmaz. Ayini Semahanede
Şeyh Postunun yanında duran Ser-tebbah (Aşçıbaşı Dede) idare eder. Tıpkı ayin-i
cem gibi na’t okunmadan ney taksimi ile başlar. Peşrevle beraber Sultan Veled
Devri yapılır ve SEMA başlar. Müptedi Mukabelesinin özelliği, ayin okunmamasıdır.
Dört bölümlü SEMA
sadece peşrev çalmaya devam edilerek yapılır; yine Kur’an ve gülbank’le biter.
MEVLEVİ ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
Ez
Hüda cuyim tevik-i edeb
Biedeb
mahrum geşt ez lutf -i Rab
Biedeb
tenha ne hodra daşt bed
Belki
ateş der hem afak zed
Mesnevi
“ALLAH’tan edebe başarı dileyelim, edebi olmayan ALLAH’ın lütfünden mahrum kalır. Edebi olmayanın zararı
yalnız kendisinde kalmaz, belki bütün dünyayı ateşe verir”
Mevlevilerde
son demlerine kadar kaybolmayan, bu itibarla her vakit ve her yerde saygıyı
çeken edeb ve terbiyeleri pek orijinal idi. Dinler, hususiyle islamlık ‘mekarim-i
ahlak’tan ibaret bulunuşuna göre, şeriattan da bir adım daha öteye
geçerek, Kemal’e doğru yönelmek isteyen tarikat ehlinde irfan ile birlikte
edebin ön planda tutulması, hele Mevlana prensibine dayanan Mevlevilikte yegâne
esas sayılması pek tabii idi.
Gerçektir
ki, Mevlevilerin bütün usul ve hareketlerinde çok nezaketli, çok ibretli bir
edeb göze çarpardı. Kıyafetlerinden tutunuz da konuşmalarında, oturup kalkmalarında,
yiyip içmelerinde, doğumlarında ve ölümlerinde kendilerine has ve mahsus, içli
ve samimi bir temizlik ve kibarlık vardı. Bütün hareketlerinde müessir ve amil
olan düşünce ve gaye, iyilik, güzellik ve doğruluktu.
Serkiz
asra yakın bir zamandan beri takip edilen bu Mevlevi adab-i muaşeret’i;
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
“ALLAH’ın huylarını huy ediniz” ve “En hakiki Müslüman, insanlara en yararlı olandır”
[31]
gibi
hadislerinden kuvvet almakta; sabır, adalet, hilim, şefkat, tahammül, müsamaha
ve neşe gibi her biri maddi ve manevi değerli birçok esaslara dayanmaktaydı.
Mevlevi
adab ve erkânından bazılarına geçen bahislerde temas etmiş bulunuyoruz; bu
bahiste daha bazılarını arz etmek isteriz.
İki
Mevlevi karşılaşınca ilk hareketleri karşılıklı başkeserek selamlaşmaktı; bu
telaki aradan hayli bir firkat devri geçirmiş bir telaki yahut ilk mülakat ise,
selamlaştıktan sonra yine karşılıklı ‘görüşülür’, yani el öpüşülürdü.
Bazı
tarikatlarda etek öpmek, diz veya omuz öpmek, avuç içi öpmek gibi çeşitli
muhabbet ve hürmet, hareketleri mevcut ve bunlar akran arasında, büyükle küçük
arasında vukua geldiğine göre şekilleri de çeşitli idiyse de, Mevlevilerde bir
tek el öpüşme vardı; bu da âlimle cahil, yaşlı ile genç, fakirle zengin
arasında ayni şekilde cereyan eder, müsavatı gözetirdi.
Bir
Mevlevi, başka bir Mevlevi’nin hücresine gireceği vakit kapıya üç defa hafifçe
vurmak mecburiyetindeydi; içeriden “hu” veya “Eyvallah” sesini alırsa
kapıyı açıp içeriye girer, şayet hiç bir ses alamazsa, hiç de kırılmaksızın ve
üzülmeksizin, çekilir giderdi.
Meselenin
iç yüzünü incelemek sadedinde isek de, şurasını belirtmek yerinde olur ki,
Mevlevi adab ve erkânından her biri ya ayetten, ya hadislerden alınmış telkin
ve ilhamlara dayanmaktaydı. Nitekim selam meselesinde, Nisa suresindeki
“Size herhangi bir tahiyet ile selam verildiğinde daha iyi
tabirlerle, hiç olmazsa aldığınız şekilde selamı tekrarlayınız” [32]
mealindeki
ayete ittiba edilmiş olduğu gibi, bir meskene girerken izin alma meselesinde
de, Nur suresindeki
“Ey müminler, kendi evinizden başkalarının evine ve meskenine
izin almaksızın ve sahibine selam vermeksizin girmeyiniz, bu sizin için
hayırlıdır, umulur ki bununla öğütlenesiniz. Şayet girmek istediğiniz yerde
kimseyi bulmazsanız size izin verilinceye kadar girmeyiniz ve şayet dönünüz
denilirse dönünüz, bu en iyisidir”[33]
Mealindeki
ayete mutabakat olunmuş, yüksek sesle konuşmamak ve kapı dışından bağırmamak,
hiç kimseyi adıyla çağırmamak hususunda da, Hücurat suresinin
“Ey iman edenler sesinizi, peygamberin sesi üzerine
çıkarmayın, aranızda bazılarınızın yaptıkları gibi onunla kaba kaba konuşmayın
ve laubalileşmeyin, bilmezsiniz, sonra işleriniz bozulur. Peygamber yanında
seslerini alçaltanların gönülleri takva için arıtılmıştır, bunlar için
yarlığanma ve büyük sevap vardır”[34]
mealindeki
ayetten ilham alınmıştır.
Bir
yere girmek için, anlatılan tarzda müracaat edip izin alan derviş, içeriye
girerken de “Destur” der, başkeserdi. İçeridekiler, gelenin mevkiine ve
yaşına göre, ya ayağa kalkarlar, ya oturdukları yerde kabul ederlerdi. Gelen
yerle görüşerek oturunca, içeridekilerin herbiri kendisine “Aşk
olsun!” der, o da ya aynı cümle ile veya daha doğru olarak “Aşkın
cemalolsun” diyerek mukabele ederdi. Yani, Mevlevilerde, umumun
kullandığı “merhaba”lar ve selamlar müteamil değildi.
Oturma
vaziyeti, diz çökme veya bir dizi alta alarak ötekini dikme vaziyeti idi;
bağdaş kurulmazdı. Evvelce de yazıldığı üzere, ‘ben’ yerine ‘fakir,
fakiriniz’,
‘sen’
yerine ‘nazarım’ tabirleri kullanılır, dergâhın şeyhinden bahis
geçtikçe ‘Efendi’, Konya çelebisi anılırken ‘Aziz Efendimiz’ ve Hz.
Mevlana yâd olunurken ‘Hazret-i Pir’ denilirdi.
‘Evet,
peki’ karşılığı olarak ‘Eyvallah’ tabiri kullanılır, ‘yok’
kelimesi asla ağza alınmazdı. İcap ettikçe bunun yerine ‘Hak vere, Hak getire’
gibi bir şeyle mukabele edilirdi.
Ölmüş
birinden bahsedilirken ‘ruhu, şaz’ veya ‘ruhu
şad olsun’ cümlesiyle ve şayet kendinden bahsedilen zat manen kıymetli
zevattan ise ‘himmeti var olsun’ diye anılırdı.
Mevleviler
asla zekât ve sadaka alamazlardı;
Mevlana
mesnevisinde bu gibi dilenmelerin aleyhinde bulunmuştur. Bu suçu işleyenler,
evvelce anlatılmış olan ‘serpa edilmek’ cezasına
çarptırılırdı. Bununla beraber, ‘niyaz’ namı altında verilen ve
herhalde tariktaş ve tanış biri tarafından sunulan ayni ve nakdi hediyeyi kabul
ederlerdi. Lakin bu sununun her hangi bir maksat uğrunda verilmemiş olması,
maddi ve manevi hiç bir külfet tahmil etmemesi, alanı da, vereni de hiç bir
borç kaydıyla bağlamaması lazımdı.
Yine
bundan ötürüdür ki, cenaze başlarındaki iskat ve kefaret paralarına da el
süremezler, hatta yeni gömülmüş kimsenin kabri başında yapılan telkin işini de
hoş karşılamadıklarından Mevlevi ölülerinin kabirleri başında bu merasimin
icrasına yanaşmazlardı.
Para
niyazlarında 3 ve emsali ve bilhassa ‘Mevlana nezri’ denilen 18 rakamı
makbul sayılırdı. Şimdiye kadar verilen malumattan anlaşılmış olacağı üzere
Mevlevilikte birçok uğurlu ve kutlu maddeler hep 18 rakamına yaklaştırılmıştır;
bu rakamın şerafeti, Mesnevi’nin özü telakki olunan mesnevi başındaki 18
beyitle başlar.
Tekke
idareleri tarafından zabitlere ve tekke sakinlerine verilen mukannen aylıklara
ve yardımlara da niyaz denilirdi. Bir türbeyi ziyaret esnasında kabir
karşısında geçirilen bir kaç dakikalık ihtiram duruşuna da niyaz adı verilir ve
hemen her türbede bu ihtiram duruşu için bir ‘Niyaz penceresi’
bulundurulurdu.
Bu
gibi hallerde niyaz, dua manasına gelirdi; konuşmalarda ve mektuplarda “rica
ederim” yerine de “niyaz ederim” tabiri kullanılırdı
ki, böyle yerlerde de niyaz, rica manasına idi.
Gülbanklarda
ve alelade konuşmalarda; vaaz esnasında, Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in, Hz. Mevlana’nın, Şemsin ve Sultan Veled’in adı geçtikçe, baş öne
doğru eğilerek hürmet gösterilirdi. Cenab-ı Hak’kın ismi zikredildiği vakit,
umumi Müslümanlık kaidesine uyarak “Celle celaluhu” diyenler olurdu,
fakat bu sırada başkesilmezdi, zaten Mevleviler ALLAH adını yalnız başına
zikretmezlerdi, icab ettikçe “Hak ve Erenler” derlerdi.
Mevleviler
sükûtu severlerdi, pirleri sükûtun kutsiyetine dair, eserlerinde uzun uzadıya
telkinlerde ve tavsiyelerde bulunmuş, kendisi bazı gazellerinde ‘Hamuş’
gibi sükûtu emreden kelimeleri mahlas olarak kullanmıştır.
Bununla
beraber, Mevleviler, Bektaşiler kadar rind ve laubali olamadıkları halde, yine
de şen ve mütebessim idiler. Her şeyi hoş görür ve hoş gösterirlerdi. Hz. Mevlana’nın
prensiplerinden aldıkları ilhamla bütün güzelliklere meclub idiler. Zaten aşk
tarikatlar için bir meslekti. Bu şiarı, insani ve platonik yollardan
saptıranlar tarikattan tardedilirlerdi. Menakib’cıların ‘Melâmet neşesi’, ‘cezbe’,
‘insilah’
gibi tabirlerle maskeledikleri bir takım edeb harici hareketleri evliyalık
sananlar da olmamış değilse de, bu gibiler müstesna idi ve tarikatların
esasında edeb ve namus dışı hiç bir hareket yoktu.
Hz.
Mevlana’daki aşkı ilmin, felsefenin son telakkilerine göre en bariz bir şekilde
izah ve ifade eden, bundan dolayı da ‘Asrımızın Mevlana’sı adına layık
görülen, Hindistanlı ‘Hâkim Muhammed İkbal’in eserlerini
ve şiirlerini okumak, aşk prensibini sezmekte ve kavramakta tereddüt geçirenler,
sağa veya sola saparak yollarını şaşıranlar için kâfi bir iman ve ilham kaynağı
olabilir.
Mevlevi
meclis ve sofralarında içlerinden biri su içerken, hazır olanlar hep birden
başkeserler ve “aşk olsun” niyazında bulunurlardı. Umumi sofrada biri su
içerken yemeğe fasıla verilir ve hep birden başkesilir, ancak “aşk
olsun” niyazı gönülden yapılırdı.
Hangi
şekilde, ne nam altında olursa olsun, dilenciliğin Mevlevilikte kesin olarak
yasak olduğunu, hatta para mukabilinde hatim indirmek, Mevlid okumak, cenaze
evlerinde ve kabir başlarında iskat ve kefaret alış verişi yapmak, cenaze
alaylarında nevvahlık (ağlayıcılık) etmek gibi hallerin de yanlış sayıldığını,
evvelce, arz etmiştik. Mevlevilerce ibadet ve şefaat hasbi bir keyfiyetti.
Mevleviler
yazılarında ve mektuplarında Besmele yerine “Ya Hu” veya “Destur”
kelimelerini yazarlardı.
Fırsat
düşmüşken şunu da söyleyelim ki, Müslüman kitaplarına Besmele, Hamdele ve Salvele
ile yani ALLAH’ın
adı ve ona hamd ederek ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e salâvat
getirerek başlamak terk olunamaz bir kaidedir. Çünkü Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Her hayırlı iş besmeleyle başlamalıdır, yoksa o iş akim kalır”
buyurmuştu. Buna rağmen Mesnevi’de bu usule riayet edilmemiştir, bu keyfiyet
dervişlerle softalar arasında bir dedikodu konusu teşkil etmiştir; buna
karşılık, bazı Mevleviler Mesnevi’nin başladığı ‘Bişnev’ kelimesinin ‘ba’sının
besmeleye, ‘şın’ının şeriata, ‘nun’unun nübüvvete ve ‘vav’ının
velayete işaret olduğuna yorarlar. Hâlbuki Mesnevi’nin Dibacesi (Önsözü) bütün
ilmi ve şer-i şartları haiz nefis bir başlangıçtır.
Mevlevi
mektuplarında, istisnasız herkese ‘Arafetlu’ lakabı ve ‘Ah-i
Fillah’ (ALLAH’ta kardeş) hitabı kullanılırdı. Şeyh Hasan Dede
mektuplarını şu cümleyle bitirirdi:
“Baki,
esadekümullah fiddareyn” (ALLAH sizi her iki cihanda mesud etsin)
Mevlevilerin
kendilerine mahsus bazı tabir ve ıstılahları bulunduğunu geçen bahislerde icab
ettikçe bildirmiş ve istimal yerlerini misallerle göstermiştik. Bu tabirler ve
ıstılahlar sadece yazdıklarımdan ibaret değildi; küçük bir tabirler tertibini
gerektirecek derecede boldu.
Mesela,
helâya ‘abriz’ küçük abdest bozmaya ‘kan almak’ derlerdi;
namaz kılmak yerine ‘namaz okumak’, hamama gitmek yerine ‘sıcağa
gitmek’, uyumak yerine ‘vahdete çekilmek’ tabirlerini
kullanırlardı. Kavunun karpuzun başını kesmeksizin doğrudan doğruya dörde
bölerler ve bu kesmek ameliyesine ‘tığlamak’ derlerdi. Koyun vesaire
kesmeğe de aynı ‘tığlamak’ tabiri kullanılırdı. Mum veya kandili söndürmek
yerine ‘dinlendirmek’ denilir ve ışık üflenip dinlendirilmez, alev iki
parmak veya hususi bir pens arasında sıkıştırılarak dinlendirilirdi.
Mevlana
dergâhlarında çerağ (kandil)’in yakılma (uyandırılması) ve söndürülmesi
(dinlendirilmesi) bile hususi merasimle yapılırdı. Çerağ uyandırılırken ve
türbe kandilleri uyandırılırken”çerağ gülbangi” çekilirdi:
“Vakti şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler def ola,
çerağ-ı Ruşen, fahr-i dervişan, ziya-yı cihan, kanun-u merdan, dem-i hazreti
Mevlana, hu diyelim hu!”
Dergâhlarda
mum üflenerek yani nefesle değil, el hareketiyle dinlendirilirdi.
Vefat
etti yerine ‘göçtü’ veya ‘kalıbı dinlendirdi’ denilir; bravo,
aferin ve teşekkür makamında ‘nur ol’ tabiri kullanılırdı.
Umumi
adaba böylece kısa bir göz attıktan sonra, bazı hususi erkâna geçiyoruz:
Mevlevilik,
tıpkı diğer tarikatlarda olduğu gibi manevi bakımdan insanı ham bulunduğu bir
noktada teslim alır. Onu muhtelif eğitim kademelerinden geçirerek, yaşadığı
cemiyet içerisinde ve dünya üzerindeki vazife ve mesuliyetlerini öğretir.
Ona
sabır, çalışkanlık, insan sevgisi ve engin müsamaha gibi günümüzde pek
görülmeyen değerli hasletler aşılar. İnsanlara hizmetin büyük bir ibadet olduğu
şuuruna erişmiş, mükemmel insan yani ‘insan-ı kâmil’ yetiştirmek hedefini
esas alır.
Osmanlı
devleti payidar iken her biri bir nevi musiki konservatuarı, güzel sanatlar
akademisi veya edebiyat fakültesi gibi yüksek eğitim kurumu fonksiyonunu ifa
eden yüzlerce Mevlevihane, bu tarikatın ilim ve irfan ocaklarını teşkil
etmiştir.
Yemek
sofralarına ‘somat’ denilirdi. Yerden 20-
Yemeğe
başlarken, Mevleviler, sağ ellerinin şahadet parmaklarının ucunu önlerindeki
tuza banarlar, yemeğin en sonunda da yine biraz tuz alırlardı; bu halin
peygamber sünneti olduğu rivayet edilir. Yemekler daima az tuzlu pişirilir,
herkes dilediği kadar tuz ilave ederdi. “Yemeğe tuzla başlayınız, tuzlu
boşayınız, sıhhat bulasınız.” Hadisi mucibince…
Her
somatın bir şeref mevkii ve onun tam karşısında da bir somatcısı bulunurdu.
Yemeklerin değiştirilmesini şeref mevkiindeki zat işaret ve emrederdi. Herkesin
önündeki ekmeğin tükenmemesine dikkat etmek, su isteyenlere su vermek ve sahanları
değiştirmek somatçının vazifesiydi ve bu hizmetleri oturduğu yerden görürdü;
çünkü daha önceden ekmek, su ve yemekler somatçının arka tarafına yerleştirilmiş
ve hazırlanmış olurdu.
Yemek
esnasında pilava başlanana kadar asla konuşulmazdı; ekmek ve su da işaretle
istenilirdi. Kaşıklar sofraya yan vaziyette ve çukur tarafları kapanık olarak
sıralanır ve kullanılırken de her defasında ayni vaziyete getirilirdi
(bilindiği üzere Bektaşiler kaşıklarını ağzı yukarı olarak koyarlar).
Çatal
takımı bulunmadığı gibi tabak takımı da yoktu; herkes ortaya konulan büyük
sahandan yemeği alırdı; sadece üç parmağı kullanmak, ses ve şapırtı çıkarmamak,
dökmemek kirletmemek şarttı; yani eski Türk evlerindeki adetler güdülürdü ve
yine Türkler gibi sofranın etrafını saran uzun ve müşterek bir peşkir de
kullanılırdı.
Sofrada
iki diz üstüne oturulur ve yemeğin sonuna kadar bu vaziyet muhafaza olunurdu.
Su içmek isteyen zat somatçıdan işaretle su isteyince ‘yamak’ tabir olunan büyük
bakır bir maşrapa ile kendisine su verilir ve o su içerken somattakilerin
hepsi yemeğe ara verirlerdi. Suyunu içip bitirince hep birlikte başkeserlerdi
ve pek tabiidir ki su yamağı görüşülerek alınıp verilirdi.
Son
yemek sahanı ortaya gelince, sofraya başkanlık eden ki daima tekke şeyhi veya zabitlerinden
biridir, her iki elinin dört parmağının uçlarını somat kenarına koyar, herkes
de aynı vaziyeti alır, somatçı uzun bir “Eyvallahhh” çeker ve şeyh efendi
gülbanka başlardı; bu gülbank şöyleydi:
“El-hamd-ü
lillah, eş-şükr-ü lillah. Hak berekatını vere, Erenlerin khan ve ni’metleri
ziyade ola. Bu gitti, yenisi,
ganisi gele. Dem-i Hazret-i Mevlana,
sır-ri Sultan Ateşbaz, Veli, kerem-i imam Ali, Hu diyelim, Huuuu”
Akşam
yemeklerinin bir hususiyeti vardı. Meydan-i Şerif’e girilince, herkes
somatların etrafına sıralanır ve ayakta beklerdi. Birinci somatta, başkanlık
edecek zatın önüne bir de yanmış şamdan konulurdu; başkan ayakta mevki alınca
şu gülbankı çekerdi:
“Çerag-i Ruşen, fahr-i dervişan, ziya-yi iman kanun-u merdan
dem-i Hazret-i Mevlana Hu diyelim Huuuu”
Bu
gülbanktan sonra oturulur ve yukarıda anlatılan şekilde yemek devam eder ve
öyle nihayetlenirdi.
Bayramların
ilk günlerine mahsus olarak ‘Elfi somat’ tabir edilen hususi bir yemek merasimi
vardı; bu yemeğe şeyhle şeyhzadeler, tekke zabitleri, dedelerle canlar iştirak
edebilirlerdi, ne muhibler, ne de misafirler bu merasime katılamazlardı. Bu
şöyleydi:
Meydan-i
Şerif’in ortasına ve doğrudan doğruya yere, uzunlamasına bir sofra altı
serilir, karşı karşıya oturacaklar için kilimler uzatılır, ortaya sahanlar,
herkesin önüne gelecek surette ekmekler ve kaşıklar sıralanırdı. Uzun ve
Arapça ‘elif’ harfine benzetilerek ‘elfi’ denilen bu sofrada
yemek, karşılıklı ikişer ikişer yenilirdi ve her şeyi ona göre tertiplenirdi.
Birinci sahan ortada bulundurulur, diğer sahanlar, su kabı ve yemişler karşı
karşıya oturanlardan birinin arkasına sıralanarak hazırlanırdı.
Elfi
somata mutlaka resmi kıyafetle iştirak edilir ve şeyh efendi destarlı
sikkesiyle katılırdı. Bunda da, diğer somatlarda olduğu gibi, sessiz yemek
yenilir, iki diz üstüne oturulur, fazla olarak, sol kol kırılıp kucağa alınır
ve sadece sağ el iş görür, hem de öne doğru eğilinirdi. Şeyh Efendi doğrulunca
herkes doğrulur ve yemek değiştirilirdi.
Elfi
somatlarda hitam gülbankından önce, Mevlana’nın bir gazelindeki:
Ma
sofiyan-i rahim, ma table-khar-i şahim
Payende
dar ya Rab in kâse-ra vii khan-ra
“Biz bu yolun yolcusu safileriz, biz şahımızın nimetlerini
yemekteyiz. Bu kâseyi, bu sofrayı ebedi kıl, Ya Rabbi”
“Kureyş’e
kolaylaştırıldığı, evet, kış ya da yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı
için onlar kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu
evin Rabbine kulluk etsinler.”[35]
Beytini
ve “Li-ilafi Kureyş” suresini okur. Son yemek sahanı
ortaya gelince, sofraya başkanlık eden ki daima tekke şeyhi veya zabitlerinden
biridir, her iki elinin dört parmağının uçlarını somat kenarına koyar, herkes
de aynı vaziyeti alır, somatçı uzun bir “Eyvallahhh” çeker ve şeyh efendi;
“Tek Vahid,
Ahad olan ALLAH “Fa’lem ennehu la ilahe illallah”[36] senin sözün ve takva olan bu
ayetinle sevgilin Rasulün Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizi
bağladığın gibi lütfen bizleri de bu ayetin sırrıyla, manasıyla bağla ya Rabbi” ayetini okur, sonra,
onbir veya onsekiz defa aynı şekilde ve usulde “La ilahe illallah” der.
Dervişanda
bu arada ALLAH zikrinine devam eder.
Müteakiben
şeyh efendi gülbanka başlardı; bu gülbank şöyleydi:
“Man-ı merdan,
himmet-i Yezdan, berakat-i Halil-ür Rahman. Yediğimiz lokmalar nur-u iman ola.
Gönüllerimiz Aşk-ı ilahiyle her dem dola. Hamdimiz şükrümüz ebedi, neş’emiz
daim ola. Dem-i Hz. Mevlana, sırr-ı şems-i Veled, nur-u Muhammedi, sırr-ı Ateş
Baz-ı Veli, hu diyelim huuuu”
Elfi
somat, Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kutlu günlerde ve
yabancılardan mahfuz olarak ‘Ashab-i suffa’ ile birlikte
yedikleri yemeğin hatırası sayılırdı.
Bu
duadan sonra isteyen sofradan kalkar, masadaki ihvana elini kalbine koyarak
selam verirdi. Öbür masalardaki ihvana da, kapıdan çıkarken, yüzü onlara dönük
olarak aynı şekilde selam verirdi. Somat boşalınca canlar sahanları toplar,
matbahtaki bulaşıkçı canlara teslim ederdi. Bundan sonra sofraları siler,
yerleri süpürür ve somattan ayrılırlardı.
Somatlarda
hitam gülbangı okunduktan sonra, konuşulabilir ve dileyen istediği vakit
sofrayı terk edebilirdi.
Bütün
tarikatlarda derviş sabır, metanet ve rıza adamıdır. Derviş kendinden önce
başkalarına hizmet etmeyi bir ibadet ve hayatın gayesi olarak kabul eden
kişidir. Bunda muvaffak olabilmesi için kendisini, zaaf ve menfaatlerinin esiri
yapan benlik duygusundan arındırması gerekir.
Yeni Doğan Çocuğa Güzel İsim Koyma - Ezan
ve Kamet
Vaktiyle
İslam usulüne uygun olarak, dünyaya yeni gelen yavruların dudaklarına, Kuran’a
banmış temiz, pak bir parmak dokunmadan süt verilmezmiş.
Lohusanın
baş tarafına gelen duvarda sırma kese içinde bir Mushaf-ı Şerif asılır. Ebe
hanım çocuğu dizine alır, Mushaf-ı Şerifi açar, parmağını sayfasına değdirip
çocuğun ağzına sürer. Bunlar yapılmadan çocuğa süt vermezler. Çocuğa verilen
ilk ana sütünü Kuran’la mayalamak budur.
Bir
çocuk dünyaya geldiğinde o hafta içinde dergâhın Şeyh Efendi’si çocuğu kucağına
alarak, kıbleye karşı ayakta, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuduktan
sonra, sağ kulağına ismini söyler. “Ete kemiğe büründü, Ahmet, Mehmet, Fatma esması ile diye göründü. Ya Rabbi bunun ismini
levh-i mahfuza kaydettir”, diye dua edilir ki unutulmasın. Güzel ve manalı bir
isim üç kez tekrar edilir.
Çocuklara
verilecek isimler, onların bu dünyalarını da, öte dünyalarını da
etkileyebileceği için, güzel ve anlamlı isimler seçmek önem taşıyor. İyi şeyler
iyi, kötü şeyler kötü yönde etkiler insanı. Bu isimleri mümkün olduğu kadar
ağzı dualı, ehliyetli kimselere koydurulmalı ki dünyası da ahreti de mamur
olsun.
Şeyh
Efendi isim merasimini müteakiben bir Gülbank-ı Şerif okur böylece merasim
ikmal olunur.
Dergâhlarda Akika Kurban Merasimi
Ömer
Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihaline göre; yeni doğan çocuğun
başındaki ana tüyüne akika deniyor. O sebeple, yeni doğan çocuğun şükrünü ifa
için kesilen kurbana akika kurbanı denilmiştir.
Çocuğun
dünyaya “Ingaa!” çektiği an ile bulüğ basamaklarında terlemeye ramak
kaldığı günler arasında kesilebilen, ancak yavrunun doğumunun yedinci gününde
tığlanması daha makbul kabul edilen akika kurbanı, İslam bilginlerinin kimine
göre sadece mübah ve mendub, kimine göre sünnet, kimine göre de vacibtir.
Herkesin mali durumuyla ilgili bir ibadet türüdür bu. Yani kesebilen keser,
kesmeyen de “La Havle Vela Kuvvete İllâ billahil aliyyül azim” çeker ve
rabbine dua niyaz eder.
Dergâhlarda Sünnet Merasimi ve Mevlidi
Mevlevi
Degahlarında sünnet düğünlerinde de çocuklar, bir müddet, ney ve kudüm
çalınarak dolaştırılırdı. Çocuklarımızın sünnet düğünlerinde Mevlid okutmak
güzel bir gelenektir.
Eskiden
sünnet düğünlerinde Meşayih Hazeratı Nevbe icra ederlermiş. Özel gün ve
gecelerde halile kudüm ve mazhar eşliğinde Arapça kaside ve şuul okumaya nevbe
deniyor. Osmanlı tarihinde nevbet mehter anlamında kullanılır. Nevbe, nevbetin
yumuşatılmış şeklidir. Nevbe de bir tür sivil mehterdir: Tasavvuf Mehteri.
Nevbetle,
yani mehterle nasıl ki askere savaş heyecanı yükleniyorsa, nevbe ile de sünnet
olan çocuğa erlik, erkeklik heyecanı yüklenerek cesaret aşısı yapılıyor sanki…
Törenin
sonunda Şeyh Efendi tarafından Gülbank çekilerek merasim ikmal olunur.
Dergâhlarda Bedi-i Besmele Merasimi
Bir
Müslüman için mutlaka gerekli ve kaçınılmaz olan temel bilgilerin bedi-i
besmele il başlaması için 4 yaşlarındaki çocuklara bedi-i besmele merasimi
yapılırdı.
Kuran
okumayı, ibadetlere ilişkin temel bilgileri ve güzel yazıyı öğreten bu sıbyan
mekteplerine çok renkli bir şenlik ve şölenle başlarlardı çocuklar.
Bendir
ve nevbe vurularaktan güzel makamlarda besmele ilahiler okunurdu. Merasimin
sonunda Şeyh Efendi tarafından Gülbank çekilirdi.
“Celil-ül Cebbar, Muin-üs Settar, Halik-ül leyl-i ve-n Nehar!. La yezal,
zül celal birdir Allah. Erin erliğine, Hak’kın birliğine, din-i mübin uğruna,
şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allaaaah!.
Evveli Kur’an, ahiri Kur’an, tebarekellezi nezzezel furkan!.
Cümlesi sağlık ve afiyette daim ola! Füyuzat-ı Rabbaniyene layık
buyurula!, Cümlesi âlimler, ariler zümresine dâhil ola!, İlimleri ile amil,
halleri ile kâmil ola!,ahir ve akıbetleri hayır ola!, Cümlesi, vatana, millete
ve insanlığa hayırlı hizmetlerle taltif buyurula. Din-ü dünyaları mamur ve ahir
akıbetleri hayr ola!.
Din-i mübin-i Ahmediyyeye hadimler, âlimler, arifler, üçler,
yediler, kırklar, gülbank-ı Muhammedi, nur-u nebi, kerem-i İmamı Ali, Pirimizi
Üstadımız Hazreti Osman-ı Zinnureyn-i veli, gerçekler demine devranına hu
diyelim huuuuuuuu!.”
Dergâhlarda Düğün Merasimleri
“Kadın erkeğin şakkıdır”[37] der
Cenab-ı Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Kadın erkeğin, erkek kadının
yarımı… Bu yarımlar, evlilik yoluyla birbirini tamamlar. Bu tamlaşma veya tümleşme
olayının şenlikleri diyebileceğimiz düğünler, insan hayatının önemli düğüm
noktalarından biridir.
Sefer
Efendi Rahmetullahi Aleyh anlatıyor.
“Nikâh
kıyacak hoca efendi veya başka biri, evvela hanımın ismini soy ismini ve
babasının ismi, erkeğin ismi soy ismi ve babasının ismi şahitlerin isimleri ve
soyisimleri (en az iki erkekşahit) mihr-i muaccel, mihr-i müeccel, altın olarak
belirlenir, günün tarihi (miladi ve hicri) yazıldıktan sonra merasime başlarlar.”
“Estağfurullah,
estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah el azim el kerim ellezi la ilahe
illahu. El hayy-el kayyume ve etubi ileyh. Tevbete abdin zalimin –li nefsihi la
yemliku li nefsihi mevten vela hayaten vela nüşura.”
Ya
rabbi bugüne dek bilerek bilmeyerek işlemiş olduğumuz günahların affını zat-ı ulûhiyetinden
niyaz ediyoruz. Günahlarımızı afveyle, bundan böyle cümlemizi günahlardan
muhafaza eyle. (Hep beraber) Amentü Billahi ve melaiketihi ve kutübihi ve
rasulihi vel yevmil ahiri ve bil kaderi hayrihi ve şerrihiminallahi Teâlâ vel
ba’sü ba’del mevt. Hakkun eşhedü enlailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abduhu ve Rasulüh.
Allahü
Teâlâ Hazretlerinin emri, Hz. Resulullah Efendimizin sünneti Hazreti İmam-ı
Azam Efendimizin ictihadı ile şu kadar altın mihr-i muaccel, şu kadar altın
mihr-i müeccel ile nikâhınızı akdediyorum. Kıza dönerek isminle mesela Fatıma
Hanım Ali Bey’i eşliğe kabul ettin mi? Diye üç kere tekrar eder. Hanım da ettim
diye üç kere yüksek sesle cevapta bulunur.
Tekrar
Ali Bey’e dönerek Fatma Hanım’ı eşliğe kabul ettiniz mi diye üç kere sorar. O
da ettim diye yüksek sesle cevapta bulunur. Bunun üzerine nikâh kıyan zat
şahitlerin ismini ve hazırunun şehadeti ile nikâhınızı akdetmiş bulunuyoruz.
Hz. Allah hayırlı uğurlu ve ömürlü kılsın. Âmin diyerek duaya başlar.
Euzü Billahimineşşeytanirracim.
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil âlemin. Es salatü
vesselamü ala seyyidina Muhammedin ve ala cemil enbiya-i vel mürselin ve ala
alihi ve sahbihi ecmain.
Kalallahu Teâlâ i kitabihil kerim.
Bismillahirrahmanirrahim.
Ve enkikihul eyama ves salihine min ibadikum ve imaikum in yekûnu
fukarae yuğnihimullahü min fadlih. Vallahu vasiun âlim.[38]
Sadakallahul
azim
Vessalatü vessalamü ala Seyyidina Muhammed- inillezi Kale i
hadisih. “Ennikahu sünneti feman ragibe an sünneti, feleyse mini” sadaka
Rasulullah. Ya Erhamerrahimin şu nikâhı akdolunan yavruları iki cihanda aziz
eyle, ömürlerine bereket vücutlarına sıhhatü afiyet ihsan eyle. Onları da
bizleri de maddi ve manevi rızıklarınma merzuk eyla.
Ceddimiz
Âdem Aleyhisselamla Havva validemiz arasındaki sevgiyi kendilerine lüteyle.
Sevgili Peygamberimiz, Sultan-ül EnbiyaHz. Muhammed Mustaa (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Efendimizle, Hz. Haticet-ül Kübra validemiz arasında muhabbeti,
meveddeti kendilerine kerem eyle. Hazreti İmam-ı Aliyyel Mürteza Efendimizle
Hz. Fatıma validemiz arasındaki sevgiyi saygıyı kendilerine lüteyle kerem eyle.
Kendilerini hayırlı evlatlar ile merzuk eyle. Dünya ve ahretlerini mamur eyle.
Üzerlerimize teveccüh etmiş ya da edecek kazalardan belalardan musibetlerden
kötü nazarlardan onları da bizleri de muhaaza eyle. Ahir ve akıbetlerimizi
hayır eyle. Cümlemizi ibadet ve taatınla mahkûm eyle. Sırada olan evlatlarımıza
da hayırlı kısmetler nasib eyle. Vatanımıza milletimize selametler ata eyle.
Göçmüşlerimize ve cümle Ümmet-i Muhammed’in gçömüşlerine de rahmet eyle. Şu
naçiz duamızı haremeyn’de kabul olunan dualara ilhak ile müstecab eyle. Ve
salli ala eşrei cemil enbiyai vel murselin velhamdülillahi rabbil âlemin,
Kabuluddua bir hürmeti Sultan-ı Enbiya el Fatiha.”
Merasimin
sonunda her merasimde olduğu gibi Gülbank çekilirdi. Düğünlerde tarikate mensup
güveyi yatsı namazından sonra
camiden evine kadar ney ve kudüm çalınarak, ayin okunularak götürülürdü.
Damat
bey yakınlarına ziyafet de yapabilir. Öyle bir şey yapamaz ise de misafirlerine
şeker ya da çukulata ikram edebilir. Hazırun kendilerini tebrik eder.
Dergâhlarda Askerlik Merasimi
Asker
ocağı öteden beri Peygamber ocağı olarak bilinir bizde. Ordudaki dakik
disiplinin kendine has bir dervişlik tarafı vardır ve Osmanlıda ordu zaten
bizatihi erden padişaha kadar herkes piran himmetiyle nesli olduğu için, askere
gitmenin şerafeti risalet tahtının hurşid-i Mah’ına hizmet kabul edilmiştir.
İşte
o sebeple olsa gerek, askere gidecek gençler ya da yaşlı dinçler için yapılan
uğurlama merasimlerinde genellikle Gülbank ile hem destur alınmış, hem de
şefaat dilenmiş olurdu.
“Celil-ül Cebbar, Muin-üs Settar, Halik-ül leyl-i ve-n Nehar!.
La yezal, zül celal birdir Allah.
Anın birliğine, Resul-ü Kibriya Peygamberimiz Cenab-ı Ahmed-i
Mahmud-u Muhammed Mustafa; al-i evlad-ı Resul-ü mücteba imdad-ı ruhaniyetine;
pitan, mürşidin, aşıkın, karagerin, vasılin, hamele-i Kur’an, güzeştegan-ıehl-i
iman ervahın, avn ü inayetine, haliet-ül İslam Es Sultan İbn-üs Sultan bilcümle
İslamın necat ve saadet ve selametine; pirler, erenler, üçler, yediler,
kırklar, göçenler demine devranına, hu diyelim huuuuu!”
Daha
sonra çocuklar tekbirler, salâvatlar ve dualar ile orduya teslim edilirdi.
Dergâhlarda Hilafet Merasimi
İnsanların
birçoğunun hakkıyla haberdar olamadığı yerince ve yeterince bilgilenemdiği
‘şeriat+tarikat+hakikat+marifet
= İslamiyet’ formülü, yüce ALLAH’ın “Ben yeryüzünde bir
halife tayin edeceğim” [39]
buyruğu doğrultusunda kendisine hilafet verdiği insanın iç uzayını, iç
derinliğini ortaya koyan bir denklemdir.
Ehlullah
Hazeratına göre, bu denklemin:
Şeriat
boyutu, kavl-i Muhammedi,
Tarikat
boyutu, fiil-i Muhammedi
Hakikat
Boyutu, Hal-i Muhammedi
Marifet
boyutu ise Sırr-ı Muhammedi’dir.
İnsanın
iç ve dış dinamiklerinin ana kumanda merkezleri diyebileceğimiz nefsin ‘emmare’, ‘levvame’, ‘mülhime’, ‘mutmaine’,
‘raziye’,
‘marziye’
ve ‘safiye veya bakiye’
mertebelerini bu Kavl-i Muhammedi, Fiili Muhammedi, Hal-i Muhammedi ve Sırr-ı
Muhammedi bütünüyle imar ve ihya ederek fenalillah’a ulaşabilen ırka-i Naciye
erbabı, ezeldeki o hilafet hıl’atını giyinip kuşanma noktasına gelen insandır.
Zira
sofi ile mutasavvıf arasında çok önemli bir fark vardır. Oda şudur: Mutasavvıf,
tasavvuf neşesi içinde sofileri taklid eden insan demektir. Sofi, taklid ehli
değil tahkik ehlidir.
Hacıların Hicaz Yolunda Sürre Alay Merasimi
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hac ibadetinin devlet kontrolünde
yapılmasını uygun görmüştür. “Hac menasıkını
bizden öğreniniz” buyurmuşlardır. İlk hac kafile başkanı Hz.
Ebubekir ( radiya'llâhü anh.) ve Hz.İmam-ı Ali Keremallahuvechedir.
Osmanlı
Devleti zamanında sürre alayı denilen hac kafilesi nakibul eşraf tarafından
organize ediliyordu. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in soyundan
olan nakibul eşrefin başkanlığında yola çıkıyordu. Çünkü İslam’ın beş temel
şartından birisi farz olan hac ibadeti merasimi sarayda buhur tüttürülerek
büyük camilerde, türbelerde ve dergâhlarda karşılama ve uğurlama merasimleri
yapılırdı.
Hacı
adayları üç ay hazırlık yaparlardı. Üç aylık ve altı aylık dilimler halinde
hacca gidilip gelinirdi. Salâvat-ı Şerifeler ve lebbeyk duaları “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyk la şerike leke Lebbeyk.
İnne’l Hamde Ve’n ni’mete Leke ve’l-mülk La şerikelek” Şeyh
Efendi tarafından gülbank okunarak dergâhtan uğurlama merasimi yapılırdı.
Hacı
adayları Kuran hatmi yaparlardı. Kendisi bilmiyorsa okuturdu. Mevlidi Şerif
okuturlar veya Allahın ve Peygamberin davetine icabet ederken hediye ile
gideyim diye hazırlık yaparlar yetmiş bin hatim tevhidi sürerlerdi . Yemek
yedirirler hazırun halkı ile helalleşirlerdi. Tellallar falanca kişi hacca
gidiyor, sizden helallik istiyor diye ilan ederlerdi. Bunlar Hacca giden için maddi ve manevi hazırlık
idi. Hacdan da sağlık sıhhat ile döndüklerinde yemek yedirip aynı merasimi
tekrarlardı.
Mevlevi Terimleri Islati Sofiye
Agâh Ol:
Aklını başına al, kendine gel. Düşün ve anla. Uyuyan kişiyi uyandırmak için de
bu cümle kullanılır.
Allah derdini
arttırsın: Mevleviler de dert aşkın derdidir, gerçeğe
ulaşmadır. Aşka cezbiye denir.
Allah feyzini
arttırsın: Bu da aynı anlama gelen bir dua
cümlesidir.
Allah
Eyvallah:
Bektaşilerle
müşterek olan bu söz, muhatabını temin için kullanılır. “ALLAH Eyvallah bu, böyledir” gibi.
Ana Bacı: Bütün
tasavvuf yollarında müşterek olan bu terim, şeyhin hanımına verilen lakaptır; “
Bacı anne”, yahut sadece “Ana” ve “Anne” de denir.
Asitan: Büyük
dergâh. Zaviye:
Küçük dergâh.
Arakıyye: Terlik,
ter emen anlamına gelen bu söz, başa giyilen ve dövme yün keçeden yapılan beyaz
yahut kahverengi, çok defa yukarı kısmı, aşağıya nisbetle yassı olan ve üstü,
iki tarafın birleşmesinden meydana gelen bir çizgi arzeden boyu kısa serpuşa
denir. Dilde, arakıyye tarzına gelmiştir.
Aşk Olsun ( Aşk vermek aşk almak ): Mevlevilikte,
her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır. “Aşk olmayınca meşk olmaz”
atasözü, Mevlevi’nin her işinde kılavuzudur. Bu bakımdan aşk olsun sözü, birçok
yerlerde kullanılır.
Dergâha
yahut birinin evine giden bir Mevlevi, oturunca, ev sahibi Mevlevi’ ye “ Aşk
olsun” der. Mevlevi, buna karşılık niyaz secdesi eder; yani oturduğu yere
ellerini koyar, yerle görüşür, aşkınız cemal bulsun derdi.
Su,
çay, şerbet gibi bir şey içen kişiye, “aşk olsun,” denir. O da, “eyvallah”
sözü aşkınız cemal bulsun diye karşılık verirdi.
Yemek
yiyene de aynı söz kullanılır.
Aşk
olsun sözüne karşılık aşkın cemel olsun denmesi, bu söze muhatap olanın,
cemalin nur olsun demesi, buna karşılık da, nurun ala nur olsun karşılığını
alması, Bektaşilikte vardır ve bazı Bektaşi meşrepli Mevlevilere de geçmiştir.
Aşk u niyaz: Selam
yerine kullanılır, birisine selam yollanır ya da mektup yazarken selam yerine
geçer. Birisi hatır sorarken aşkı niyaz olsun denir, muatabı da aşkınız cemal
bulsun der. Selam yerine geçer.
Ayak
Mühürlemek:
Sağ
ayağın başparmağını, sol ayağın başparmağı üzerine koymaya mühr-pay durmak
denir. Peygamber Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ilmin şehri benim kapısı Ali buyurmaktadır. Hz. Ali Efendimizde
Huzuru Nebi’de mührü pay durduğu rivayet edilir. Mührü Pay buradan gelmektedir.
Allah’ın birliğini tasdik etmektir.
Ayin, Ayinhan: SEMA
edilirken okunmak üzere güfteleri, bilhassa Mevlana’ nın gazel ve rubailerinden
seçilen ve bestelenen Mevlevi ilahilerine, okuyanlara Ayinhan denir.
Ayn-ı Cem ( Ayn- ül Cem ) : Sufilerde
ayrılık anlamına gelen Tefrika ve Cem sözleri birer terimdir. Tefrika halkı
halktan ayrı bilmek, ayrı görmektir. Bunu fark edene denir. Cem’ in bütün
varlığı ALLAH’ın
zuhuru bilip, görmek. ALLAH’ tan başka bir varlık olmadığını, gerçekten
anlamak. Mevlevi dergâhlarında, diğer tarikatlarla birleşik yapılan
merasimlerde ki ayina Ayn-ül Cemül Cem denir.
Baş kesmek: Niyaz
vaziyeti, başın vücuda doğru daha aşağıya düz olarak eğilmesi bu duruma niyaz
etmek, selamlamak, kıyamda niyaz durumu da denir.
Can: Mevleviliğe
intisap edenlere, birbirine sadece can ya da adının sonuna getirilerek Ali Can
ya da Veli Can diye hitap edilir.
Çark: Farsça
Çerh sözünün anlamı, gök ve dönen şeydir. Terim olarak Mevleviler de “Çark” sol
ayağa denir. Çark atmak dönmek demektir ve SEMA meşki demektir.
Çerağ, Çırağ: Işık,
mum ve kandil anlamına gelir.
Çille, Çile: Kırk
gün az yemek, az içmek, az uyumak, ibadetle vakit geçirmek suretiyle nefsi
teksiye, kalbi tasfiye etmek anlamına gelir.
Çivi: SEMA
meşk yerinde yahut SEMA meşk edilen tahtada, sol ayağın yere
tespitine yarayan ve başparmakla ondan sonra ki parmağın arasına gelen çivi.
Çivi tutmak: Yürümemek
üzere, olduğu yerde, sol ayağını direyip çark atarak SEMA etmek. Durduğu yerden hiç
ayrılmadan SEMA
etmekte maharet sahibi, çivisi sağlam denir.
Dal sikke:
Destarsız sikke denir.
Dal tennure: Üstte
deste-gül olmaksızın, yalnız tennure giymek.
Dem tutmak: Ney
üflenirken taksimin sonuna doğru, diğer bir neyin kalın perden ona refakat
etmesine denir.
Dergâh: Kapı
anlamına gelen Farsça bir söz. Dervişlerin, Şeyhlerin oturduğu kapıların tümüne
denir. Umumi bir terim manasına gelir.
Dede: Binbir
gün hizmetini bitirmiş, dervişlik payesine erişip, Dergâhta hücre sahibi olmuş
kişidir.
Derviş: Yoksul
anlamına gelen bu söz tarikat müntesiplerine denir. Eşik anlamına da gelir.
Umumi bir terimdir.
Destar: Sarık
demektir. Mevleviler de destar sarmak, Şeyhlerin ve Halifeler’ in hakkıdır.
Mevleviler de destar şekilleri şunlardır:
Örfi,
Cüneydi, Şeker-aviz, Hüseyni, Şeker- aviz karesi, Dolama.
Deste-gül: Mevlevi
giyimlerindendir. Tennurenin üstüne giyilen yakasız, kolları düz ve dar, bele
kadar gelen bir gömlektir. Sağ eteğinde, uçta,
Destur: İzin
anlamında kullanılır. “Destur verirseniz söyleyeyim” gibi.
Aynı zamanda, bir Mevlevi hücresine varıldı mı, kapıda, son hece çekilerek,
ahenkli ve mulayim bir sesle, “ Destur” denir. İçeriden “Hu” sesi gelince kapı açılıp
girilir. Cevap verilmezse iki kere daha “Destur” denilir, yine cevap
alınmazsa incinmeden, dönüp gidilir.
Dinlendirmek: Mevlevilerde,
söndürmek sözü çirkin ifade bakımından kullanılmaz. Bunun yerine ocağı, mumu,
çırağı dinlendirmek sözü anlamına gelir.
Direk: SEMA
edenin hiç bükülmemesi, icap eden sol ayağın direk yürümeden olduğu yerde SEMA
etmeye “direk tutma” denir.
Elif labend: Ucu
sivri, Elif’ e benzetilen
Er: Nefsine
hâkim olan kişi, Sufiler de erlik bir makamdır.
Erenler: Gerçeğe
ulaşan, vahdete erenler, umumi tabir yol ulularına hitap olarakta kullanılır.
Eşik: Yapının
temeli, Dervişlik makamı sayılır. Bütün tasuvvu yolların da umumi olarak
kullanılır. Eşiğe katiyan basılmaz ve oturulmaz. Mevleviler asla kapının
eşiğine basmazlardı. Bu adet, Hz. Peygamberimiz’in “Ben ilmin şehriyim, Ali de
kapısıdır” hadisine hürmeten ortaya çıkmıştı.
Eyvallah: “İyi
vallah”tan gelmedir. Bir sözü “evet yaparım” anlamına gelir, sözü tasdik için
kullanılır. Bir kişi çağrınca “mukabeleten” denir.
Gani: İhtiyacı
olmayan, zengin. “Ganisiyim elhamdülillah”
Göçmek: Vefat
etmek anlamında kullanılır. Falan göçtü, falan yılda göçtü, umumi bir terimdir.
Görüşmek: Her
şeyin bir canı vardır. İnsana hizmet eden her şeye, insan da saygı göstermeye
mecburdur. Derviş cami de namaza kalkarken, secde yerini öper, secde yeri ile
görüşür. Namaz bittikten sonrada secde yeri ile görüşüp kalkar. Çünkü secde
miraç makamıdır ve orada Rabbi ile buluştuğu için ona tekrar varmak ister.
Mevlevi yatarken önce yastık ile görüşüp yatar, sonra yorganı üzerine çekerken
onunla görüşür yani ucunu öper. Su, kahve, çay içeceği vakit; bardağı, fincanı,
kadehi öper, niyaz eder içer. Mevlevilik ayıp görmemeye, göstermemeğe
borçludur. Bu yüzden kahvesini yahut fincanını niyaz edip yani onunla görüşüp
onu öpüp bir yere gizler. Toplamaya gelen can, sol elle fincanı yahut kadehin
üstünü kapalı tutarak alır, niyaz ederek kaldırır.
Gül-bang-ı
Muhammedi:
Gülsesi
anlamına gelen bu farsça terkip bülbül çilemesine denir. Bütün tasavvuf yollarında
umumi bir terim ve gulbang tarzında söylene gelmiş tertiplenmiş dualara denir.
Mevlevilikte ve Bektaşilikte her iş için ayrı bir gülbang vardır.
Kadem: Ayak
anlamına gelmekle beraber, uğur yerine kullanılır. Gelen mihmana demler sefalar
getirdiniz diye ağarlanır.
Kafesçi Bacı: Dergâhlarda
mukabele günü ihtiyaç olan bacılardan biri ziyaretçi hanımların kafesine gelen
hanımlardan gönüllerinden ne koparsa alır şeyh efendiye verir . Efendi bir
miktarını alır, çok zamanda kafesci bacıya hepsini verir. Bu kadına kafesçi
bacı denirdi. İhtiyaç erbabı olan bacılar, sırayla kafesçilik ederdi.
Kadeh: Müridin
ve talbin kalbidir.
Meyhane: Yine
sufehanın anladığı gibi içki içilen yer olmayıp, tasavvuta aşk-ı ilahiyyenin
tatatırıldğı yerdir ki; zaviye, mescid ve emsali yerlere verilen isimdir.
Meydan-ı
Şerif: Âlem-i
şuhud ki bu dünya âlemine misal olup ALLAHü Teâlâ ve Resulunun aşkı ile toplanılan
mehaldir.
Meydancı: Mevlevi
dergâhlarında mukabele yapılacağı vakit şeyh postunu Semahaneye seren şeyhi
getiren mukabeden sonra postu kaldıran yemek zamanlarını ve meydan hizmetlerini
yapana denir.
Nazarım,
nazarlarım:
Sen
ve siz yerine kullanılır ve nazar inanacına dayanır tavvuf yolunda umumi
birterimdir.
Saki: Bu
dahi sufehanın anladıkları gibi meyhaneci veya mey sunan demek değildir. Belki
aşk-ı ilahiyyi sunan şeyhe yani mürşidi hakka ıtlak olunan bir isimdir.
Paşmak: Pabuç
ayakkabı aslı paşmaktır, tasavvuf yollarında umumi bir terimdir.
Paşmak
Çevirmek:
Mevlevilikte
ve Bektaşilikte eve hücreye dergâha gelen mihmanların babuçlarını dışrıya doğru
çevirmek yoktur. Çünki bu git birdaha gelme anlamına gelir. Ayakkabılar
muntazam bir şekilde içeriye doğru çevrili bir şekilde kalır. Destur alarak
ayrılan kişi dergâha nasıl girdiyse aynı tarzda ayakkabılarını giyerek şeyh efendiye
veya eve yüzünü dönerek ayrılır.
Post: Post
manavi makama işarettir. Cebrail (aleyhisselâm) Halil İbrahim (aleyhisselâm)
oğlu İsmail (aleyhisselâm) bedel olarak gönderilen koçun postunu İbrahim (aleyhisselâm)
ve İsmail (aleyhisselâm) kullanmış. Diğer Nebiler, Resuller ve Veliler’de
kullanılmaktadır. Makam postuna işaret olarak dede ve şeyh post sahibidir.
Mevlevilikte ve Bektaşilikte, Post iradeyi mürşidi temsil makamına işaret
sayılır.
Postun
yere serilmesi, EBU’T-TURAB olan Haydar-ı Kerrarşah-ı velayet İmam-ı Ali
kerremallahu vechehu ve radıyallahu anhın silsile-i veleyatleri ile gelen
feyz-i ilahi yolunda mahviyetle hak türabı (toprak) olmak, Pir yolunda yanmak,
hak yolunda sabit-kadem bulunmak, aşk yolunda meyledip akmak, iradesini nefsin
hevasından el çekerek mürşid-i hakkın iradesinde (İrade-i Pir’de) bilvasıta
irade-i hakta ina, etmektir.
Birde
saka postu vardır. Su hayata sebeptir. Enbiya suresinin 30.ayetinde[40] her
şey sudan dirilmiş ve su ile diridir. Bu nedenle aşkta suya muhtaçtır. Kendisi
suya kansın ki âşıkları suya kandıracaktır. Bu posta da saka postu denmesi bu
yüzdendir.
Postnişin: Posta
oturana, makam sahibi olan şeyhe denir.Falan dergâhın postnişini gibi.
Resim Hırkası: Resmi
törenlerde giyilen hırkaya denir.
Secde: Hz. Mevlana
buyururdu ki : “Bizim Allahımız: ‘Secde et ki ALLAH’ın yakınlarından
olasın’[41]
Buyurmuştur. Bedenlerimizin secdesi ruhlarımızın Hakka
yaklaşmasına sebep olur. Eğer bu viran hapishaneden kurtulmak isterseniz dosta
isyan edici olmayın, secde edin, yakınlarından olun.”
1.Namaz
secdesi 2.Tilavet secdesi 3.Şükür secdesi 4. Niyaz secdesi; bir dergâha veya
bir topluluğa gelindiği zaman oradaki yetkili kişi aşkolsun der kişi de yerle
görüşerek niyaz eder. Buna secde-i niyaz denir, ibadet secdesi değildir.
Mescitlerde
camilerde yapılan secdeye de Allah’a şükür secdesi denir.
Sülük: Bütün
tasavvuf yollarında umumi bir terimdir. Manevi yolculuğa denir.
Şeb-i Aruz: Gerdek
gecesi demektir. Hz. Mevlana’nın ebediyette doğuş günü olan Cemaziyelahirin 5’i
akşamı Hicri 672 (17 Aralık 1273) Şeb-i Aruz törenleri yapılır.
Kurban Bayramı Merasimi
Kurban
Gülbankı:
“Ferman-ı Celil, tekbir-i Cebrail (aleyhisselâm), Tevhid-i
İbrahim (aleyhisselâm), kurban-ı İsmail (aleyhisselâm); Hamdi İsmail (aleyhisselâm)
Bismillah ALLAHu ekber, ALLAHu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu
ekber ve lillah’il hamd.”
Kurban
yoksula derman, yeryüzüne bayram.
Dergâh’ta
kurban tığlanırken bu gülbank okunur.
Bu
gülbankın şöyle bir açıklaması vardır;
Baba, kurbanı tepeden tırnağa
süzdü!
Göz kamaştırıcı kurban biricik
İsmail!
Ve gözlerini bağlayarak yüzükoyun yatırdı.
Kendini Allah’a ısmarladı, bıçağı
kurbanının boynuna dayadı, bastırdı.
Ama...
Ah! Bu bıçak!
Bu bıçak... Kesmiyor!
İncitiyor,
Bıçağı hınçla taşa çarpar, taş kesilir.
Bıçağı kurbanının boynuna ikinci kez çalar;
bıçak yine kesmez. Üçüncü defa bıçağı çaldı şeyh’in eli titrerken, yer
de titriyordu, semada titriyordu. Evet âlem-i arşta beraber titriyordu. Melekler:
“Şeyh’in halini, masumun halini bize
bağışla diye yalvarıyor. Arş’a niyaza başlıyorlar. Bütün kâinatı dehşet
kaplıyor. Fakat hiçbir İrade-i İlahi tecelli etmiyor, hiçbir emir yok.
Nihayet âlem-i arş’ın verasında, manay-ı
Muhammedi, yani Cenab-ı Ahmedi, Zat-ı Ehadiyyet’e, makam-ı nazdan:
“Cihet-i unsuriyyemde ceddim olacak Cenab-ı
İsmail’i bana bağışla, bedel isterim Ya Rabbi” dedi. İlahi kudret o anda tecelli etti, keskin bıçak çocuğu kesmedi. Tam o
sırada Semadan Allahuekber Allahuekber sesleri işitilir. Bu
ses Cebrail (aleyhisselâm) ın sesiydi. Allah Cebrail’e emir edip cennetten
bedel olmak üzere bir koç halketmiş, Cebrail’e o koçu alıp İbrahim (aleyhisselâm)’a,
İsmail’e bedel olarak götürmesini söylemişti. İşte dilinde tekbir, elinde koç
olduğu halde semada Cebrail görünmüştü.
Birden... Cebrail (aleyhisselâm) bir Koç!.,
ve bir mesaj!
“Ey
İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin! İşte sana oğlunun yerine bir kurbanlık! Al onu kurban et” [42] buyruldu.
Allahu
ekber!
Cebrail
(aleyhisselâm)’ın Allahu ekber Allahu ekber sesini işiten İbrahim (aleyhisselâm)
müşkülünün hallolunduğunu anlayıp şükren Cebrail’e karşı cevap verdi ve Rabbine
tevhidle onu yüceltti. Lâ ilahe illallahu vallahu ekber dedi. Hz. İsmail (aleyhisselâm)
da yattığı yerden Cebrail (aleyhisselâm)’ın tekbirini işittiğinde bildi ki
Râhmanurrahîm’in rahmeti cûş-u huruşa geldi, kendisi de Allahu ekber ve
lillahil hamd diye tekbir tahmid eyledi.
Ramazan Bayramı Merasimi
Ramazan
bayramı tekbirlerle
Allahu
ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe
illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ
Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim
Allahu
ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, illallah ekber, Lâ ilahe
illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ
Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim
Allahu
ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe
illallah; Allahu ekber, Allahu ekber, Lâ ilahe illallah; Allahümme Salli Alâ
Seyyîdina Muhemmedin İn-Nebi İl-Ümmiyü ve Alâ Alihi ve Sahbihi ve Sellim
Tekbirlerden
sonra Şeyh Efendi mihrabının önüne geçer, Salât-i ümmiye eşliğinde, kıdem
sırasına göre dervişanla bayram merasimi devam eder ve sonunda gülbank ile
merasim sırlanır.
Bayram
namazları, bazı asitanelerde tekkenin kendi camiinde, bazılarında dergâha yakın
büyük camilerin birinde kılınırdı ve namaza resmi kıyafetle iştirak edilirdi;
Konyalılar Sultan Selim camiinde, İstanbulun Yenikapı mensupları Merkezefendi
camiinde kılmayı adet edinmişlerdi.
Her
tekkede bayram törenleri, aşağı yukarı, aynı olmakla beraber, mahalli
değişiklikler de gösterirdi. Mesela, Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi ve mensupları
Merkez efendide namazı kıldıktan sonra, her iki tekkenin şeyhi camiin önünde
bayramlaşırlar ve oradan ney ve kudüm çalarak ayin okuyarak Mevlevihaneye dönerlerdi.
Eskişehirde
bu tören şöyle yapılırdı:
Namazdan
çıkılınca, en öne, elinde bir “Teber” taşıyan bir dede düşer, onun arkasından
yine bir dede tekkenin sancağını taşırdı. Bilindiği üzere, her tarikatta ve
hatta esnaftan her meslekte hususi bir sancak bulundurmak mutaddı. Eskişehir
tekkesininkinde, ‘Euz-ü Besmele’, peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve
dört ilk halifenin ve İmam Hasan ile İmam Hüseyn’in adları işlenmişti; “De
ki, sizden hiç bir karşılık istemiyorum, ehl’i beytime muhabbet edin, yetişir”
mealindeki ayet ve Hazret-i Mevlana’nın adı yazılıydı; kumaşı ipekten
ve yazıları sırmadandı.
Sancağın
altında şeyh efendi yürür, onu neyzenler, kudümzenler ve ayinhanlar, ayin
okuyarak takip ederdi, daha arkada bütün müntesipler ve halk kafileye katılırdı.
Bu suretle yola düşen alay (Şeyh Şahabeddin) türbesi önüne varınca durur, ayin
okunması kesilir, güzel sesli biri “iyice
bilin ki, ALLAH
velileri için hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar” mealindeki
ayet i okur, şeyh efendi “Fatiha” der ve sonunda şu gülbankı
çekerdi:
“İnayet-i
Yezdan, himmet-i merdan berma hazır vü nazır bad. Dem-i Hazret-i Mevlana Hu
diyelim, Huuuuuuu”
Kafile
tekrar yola düşer, şehrin umumi mezarlığı olan Tekke önü mevkiine çıkılır,
orada medfun olan Şeyh Edebali türbesine karşı, uzaktan, vaziyet alınarak ayni
şekilde dua edilir ve gülbank çekilirdi.
Buradan
Mevlevihaneye dönülür ve oranın türbesinin niyaz pençeresi önünde de ayni
merasim icra olunduktan sonra tekkeye girilirdi; ya şeyh dairesinde veya büyük
herhangi bir salonda şeyh efendi mevki alır, evvelce arzettiğimiz şekilde,
umumi görüşme ve bayramlaşma yapılırdı.
Bayramlaşmada
her kim varsa, hepsi yemeğe davet olunurdu; ancak Elfi somat’a katılacaklar
umumi somatlara iştirak etmezlerdi.
Erkeklerle
görüştükten sonra şeyh efendi harem kısmına geçer, orada hanımlarla da bir
umumi görüşme yapardı, gülbank okunurdu.
Hususi Toplantılar
Şeyhin
veya tarikat mensuplarından birinin bağında, konağında, evinde ve odasına
hususi toplantılar yapılarak yemek yenildiği, saz ve söz âlemleri tertip
olunduğu sıkça vaki idi. Konya‘dakiler, yazın, Meram bağlarındaki yazlık dergâha
çıkarlardı, tarikatın bütün ayin ve merasimleri orada yapılırdı.
Eskişehir
Mevlevi şeyhi Hasan dedenin ‘Dolma bahçe’ denilen bir bahçede
büyük çadırlar kurdurarak tekkeyi yazlık olarak oraya naklettiği yazlar
olmuştu. Semahane olarak kullanılan iki direkli, gayet büyük yeşil bir çadırın
iç taraflarına ve eteklerine ayetler, levhalar işlenmişti. Hâsılı Mevleviler,
büyük şair Nef’i-nin
Feyz-i
İsttidad-ı zatin gör ki etmiş ta ezel
Cezbesi
hurşid-ü mah-ü asumanı Mevlevi
beytiyle
övdüğü bir cezbeye tutulmuş Pervaneler idiler,
yanıp kül oldular.
Kandil Geceleri Merasimi
Mevlid
gecelerinde, Süleyman dedenin meşhur manzumesi, Mi’raç gecelerinde şayet bilenler
varsa Nayi Osman dedenin Mi’raciye’sinin unutulmamış olan kısmı ve şayet bunu
bilen yoksa yine Süleyman dede mevlidindeki mi’raç kısmı okunur, bahider
arasında ilahiler, tevşihler, ayinlerden parçalar tertil edilirdi. Mevlidhanlar
müteaddid olur, bahirden bahire makam değiştirilir, aradaki parçalar en güzel
eserlerden seçilir, çok halâvetli ve lahuti bir âlem olurdu. .
Cemaate
mevlid gecelerinde şeker ve mi’raç gecelerinde süt dağıtmak mutaddı ve çok
defa İsm’i Celal okunur ve Mukabele’de yapılırdı.
Kadir
gecelerinde zikir uzatılır, Mukabele yapılır ve hatta bazı tekkelerde Tesbih
namazı’da kılınırdı.
Özel
gün ve gecelerde Mevlid okumak veya okutmak dini bir vecibe değil, gelenektir.
Hayatın artıları ve eksileri içinde dağılan, gevşeyen insanları derleyip
toparlayan, uyaran, uyandıran, kendine getiren güzel bir gelenek..
Mevlid,
Ragaib, Mirac, Berat ve Kadir gecelerine Kandil Gecesi denilmesinin sebebi,
vaktiyle, elektriğin olmadığı dönemlerde, dünya ve uhra bütünlüğünü yaşatan
dini yapıların her zamankinden daha çok aydınlatılması, özellikle minarelerin
her zamankinden daha çok aydınlatılması, özellikle minarelerin sadece bu
gecelerde kandillerle donatılmasıdır. Şimdi aynı şey elektrikle yapılıyor.
Regaib
Kandili, Receb-i şerif’in ilk perşembesini Cuma’ya bağlayan gecedir.
Mevlid Kandili
Mevlid
Kandili, malum, evrenin erdemi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünyaya
teşrif buyurdukları gecedir ki, 12 Rebiülevvel, Miladi 20 Nisan 570 Pazartesi
gecesidir.
Özel
gün ve gecelerde Mevlid okumak veya okutmak dini bir vecibe değil, gelenektir.
Hayatın artıları ve eksileri içinde dağılan, gevşeyen insanları derleyip
toparlayan, uyaran, uyandıran, kendine getiren güzel bir gelenek..
Bu
gecenin kadrini kıymetini bilenler bilir. Bilmeyenler bilemez.. Bu gecenin
esrarını kalem ve kelam faş edemez.
Ete
kemiğe büründüm
Âdem
diye göründüm
Esrarının
sıfat değil zat tecellisi bu gece. Aşk aklı, zevk idraki ve marifet mantığı ile
anlaşılır bu ancak. Başka türlü hiçbir yere hiçbir ufka sığmaz bu sancak.
Mirac Kandili
Kur’an-ı
Kerim’de ‘İsra – gece yolculuğu’ kelimesiyle ifade edilen Mirac, Receb-i
Şerif’in 27. gecesi Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
risaletinin dokuzuncu yılında, Mescid-i Haram’dan – Mekke’den – Mescid-i Aksa’ya
– Kudüs’e, oradan da ulvi âleme yaptığı yolculuktur.
Miracın
kıtabî boyutu bu. Gönül boyutu ne kitaba sığar, ne hitaba. Kalem ve kelam,
Hazreti Cibril gibi diz kırar durur orada.
Mirac
mucizesini konu alan şiirlere Miraciye deniyor.
Süleyman
Çelebi’mizin Miraciyesindeki:
Zatıma
mir’at (ayna) edindiğim zatını
Bile
yazdım adım ile adını
Mısraılarında
dile gelen gerçek zevk edebilenler, bu mazhariyetin esrarı gülşeninde, Yunus
Hazretlerinin:
Bir
gece Muhammed’e,
Çalab’tan
geldi Burak:
Seni
okur Zülcelal,
Ne
durursun kıl hazırlık!
Geldi
Cibril Hazreti,
Getirdi
Burak atı,
Nurdan
idi hil’atı;
Gözü
cevher yüzü ak.
Kadem
bir taşa bastı,
Taş
koştu bile vardı:
Dur
ya mübarek, dedi.
Öyle
kaldı muallâk!
Berat Gecesi
Şaban-ı
Şerif’in ondördünü onbeşine bağlayan gece Berat Kandilidir.
Bu
gece Rasul-ü Zişan ve Nebiyy-i Al-i şan efendimize Şefaat beraatı verildiği
için bu adı almıştır.
Aşk
aklına ve zevk idrakine malik insanlar için her gece özel, her gece güzeldir ama
bu tür gecelerin kadri kıymetini daha bir başka tabi.
Yunus
Hazretlerinin gönül göklerinde de dile geldiği gibi:
Taştı
rahmet deryası,
Gark
oldu cümle asi,
Dört
kitabın manası,
La
ilahe İllallah..
Gönül
burcundan doğar,
Âleme
rahmet yağar,
Hakkın
birliğin öğer;
La
İlahe İllallah.
Geceleri
bu geceler. Bu gecelerde verilir halkın beratı.
Regaib Kandili
Regaib,
rağibe kelimesinin çoğuludur. Rağibe, rabet olunan şey demektir. Rağbet,
dilemek, istemek çok çok arzulamak anlamına geldiğine göre, Ragaib çok
arzulanan, aşkla, şevkle çok çok istenen, rağbet gören şeyler demek oluyor ki,
bu gece, gerçekten de bizim anlayabildiğimiz, algılayabildiğimiz, zevk
edebildiğimiz anlamda bir rağbet gecesidir.
Bu
gece kadrini kıymetini, neliğini, niteliğini vasfedemeyeceğimiz lâhut
incilerinin nasut sedefine döküldüğü gecedir.
Receb-i
Şeri’in ilk perşebesini cumaya bağlayan bu geceyi hiç kimse hakkıyla
vasfedemiyor.
Süleyman
Çelebi’mizin Mevlid Mesnevi’sinin “Nur Faslı” bu geceyle ilgili olsa gerek.
Aşura Gecesi
Mevlid
kürsüsünden, Fuzuli’nin ‘Hadika-tüs-Suada’sından, Muhammediye’nin
hususi bahsinden veya Kazım Paşanınki de dâhil olduğu halde her hangi bir
edibin yazdığı mersiyeler okunurdu. Kiyami zikir yapılan tekkelerde
mersiyelere zikir arasında da devam edilirdi, fakat ağlama, inleme, döğünme
gibi taşkınlıklara müsaade edilmezdi. Ta’ziye ayininden sonra Matbah’i Şerif’te
merasimle aşura kaynatılırdı. Resmi kıyafetli olmak şartıyla her derviş bu
merasimeye katılabilirdi.
Ocaklara
büyük aşura - aşure kazanları yerleştirilir, sıra ile ve nöbetleşe herkes
kazanları karıştırırdı. Kepçeler elden ele görüşülerek değiştirilir, derin bir
sükût muhafaza olunurdu. Aşureye sadece ‘Aş’ denilirdi. Artık pişipte ocaktan
indirme zamanı gelince, şeyh efendi veya Aşçıbaşı kazanların başında şu tarzda
bir gülbenk çekerdi:
“Vakt’i
şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ü ref ola. Hak ve Erenler
niyazlarımızı kabul eyleye. Şehid-i Kerbela İmam Hüseyn efendimizin ruh-i
revanı şad ola ve himmeti müzdad ola. Dem-i Hazret-i Mevlana, Hu diyelim, Huuuu”
Pek
tabiidir ki, gülbengi okuyan zat kendi duygusuna ve selikasına göre gülbengin
edasını ve üslubunu değiştirebilirdi. Gülbenkten sonra herkes dağılır ve
evlerine, hücrelerine giderdi. Sabah olunca, erkenden, aşure kazanları tekkenin
avlusuna çıkarılır, elinde kapla gelen herkese dağıtılır, civardaki komşulara,
mekteplere, hatta küçük şehirlerde ceza evlerine, kışlalara imkân nisbetinde
gönderilirdi; öğle yemeğinde de Meydan-i Şerif’e somatlar kurulur, herkese
açık tutulurdu.
Bazı
şehirlerde, aşure günü o kasabadaki bütün tarikatlere mensup şeyhler ve dervişler
Mevlevihanede toplanırlar ve her tarikatin usulünde zikir yaparlardı, bunun
için de her şeyh sıra ile zikri idare ederdi.
Tekke
aşureleri, derviş olsun, olmasın, bütün halk tarafından şifalı sayılırdı.
Hatta Afyon Karahisar Mevlevihanesindeki dokuz kulplu büyük bir kazanın
dibinde ki isler, islam ve hıristiyan bütün sekene tarafından göz ağrısına
derman olarak aranırdı. Rivayete göre bu kazanı Sultan Divani İran
içerilerinden getirmiştir.
Leyle - i Arus
17 Aralık 1273 (5 Cemaziyelahir 672) Hz.
Mevlana’nın vuslat yıl dönümüne rastlayan günde hususi bir merasimle
yapıldığını evvelce arz etmiştik; bu merasim Konya’ya mahsus olmakla beraber,
başka tekkelerde de ona benzer bir ayin yapıldığı olurdu.
Cenaze Merasimi
Peygamber
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
“İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar”
[43]
“Müminler ölmezler, bu dünyadan öte dünyaya göçerler” ve
“Bu dünyada ölmek, öte dünyada doğmak” buyurmuştur.
Ölüm,
Mevleviler tarafından da vuslat gecesi olarak adlandırılır. Şu anda Mezarlık,
ziyaret yeri, ziyaretgâh veya kabir olarak adlandırılan yerlere, vahdete
çekilme yeri; Hamuş hane yahut Hamuşan “sukut diyarı”,”susanlar yurdu” Makber’
denilirdi.
Bir
Mevlevi müntesibi göçünce cenazesi evinden camiye ve camiden kabre kadar, resmi
kıyafetle, hazin ve ağır bir tempo ile İsm-i Celal okunularak götürülürdü.
Cenaze kabre hazır bulunanlardan bir kaçı ve çok defa bizzat şeyh ve bir iki
Mevlevi tarafından indirilir, kefenin başucu açılarak mevtaya sikke
giydirilirdi. Definden sonra, her cenazede olduğu gibi, aşirler ve dualar
okunur ve bunu müteakip mezarın etrafında bir halka çevrilerek, ayakta, (İsm-i
Celal) okunur, rahmetlinin ruhu için hayır dualı bir gülbenk çekilirdi. Evvelce
de işaret edildiği üzre, dervişler telkini lüzumsuz bir bid’at saymakla
beraber, kabr’in başına dikilen imama da ses çıkarmazlardı.
Vuslat
eden zat tarikat büyüklerinden ise, üç gün sıra ile sabah namazından sonra
kabre gidilerek İsm-i Celal okunurdu.
Tabutların
üstüne göçenin resmi hırkası örtülür ve tabutun başına da yine kendi sikkesi
geçirilirdi.
Tekke
şeyhi Vuslat edince kendi tekkesinin matbahında yıkandığından ve bu esnada
ayin okunduğundan evvelce bahsetmiştik; her dervişin cenazesi zikirle
yıkanırdı. Bu anlatılan merasim tarikattan olanlara mahsus iken son zamanlarda
yabancılar hakkında da tatbike başlanıldığına da geçen bahislerde temas
etmiştik. Her hale rağmen, zikirle cenaze gasli yalnız mensuplara münhasır
kalmıştı.
Dua ve Münacaat
Salât
ve selam Allah’ın rahmeti bereketi nebilerin, rasullerinin, ashablarının, Allah’ın
arif, âşık ve Salih kullarının ve bizim üzerimize olsun ey marifet ehli.
Ya
Rabbi! Kur’an ve kendisine Kur’an indirilen zat hakkı için kalplerimizi Kur’an
nuruyla aydınlatan;
Kur’anı
her hastalığa karşı bize şifa, hayatımızda ve ölümümüzden sonra bize Candaş
yap. Onu bizim için dünyada arkadaş, kabirde Candaş, kıyamette şefaatçi, sırat
köprüsünde nur, cehenneme karşı perde ve örtü, cennete girmek için arkadaş ve
bütün hayırlı işlere ulaşmak için önder ve rehber kıl. Bunu fazlın,
cömertliğin, keremin, ihsanın ve rahmetinle ihsan eyle.
AllahüTeâlânın
rehmet ve inamı, bereket ve ihsanı, selam ve senası, Efendimiz Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) in ve diğer bütün nebilerin, rasullerin ve ashablarının, hak
velilerinin, Allah’ın Salih kullarının, dergâh-ı ilahiyyeye yakın bulunan
meleklerin, göklerde ve yerlerde bulunan bütün taat ve ibadet ehlinin üzerine
olsun.
Salât-ü selam, tahiyyat ü ikram, her türlü ihtiram
ona, onun âline, ahbabına, ehl-i beytine, annelerimize, tüm evliyaların ve
rical ehlinin ve Hz. Abdulkadir Geylani (k.s), Hz. Ahmet er-rufai (k.s.), Hz.
Ahmet El-Bedevi (k.s), Hz. İbrahim Dussuki (k.s.), Hz. Behaeddin Nakşibendî
(k.s), Hz. Mevlana (k.s), Hz. Şems-i Tebrizi (k.s.), Selehadin Zerkubi (k.s),
Hüsameddin Çelebi (k.s), Sultan Veled (k.s.),Ulu Arif Çelebi, Çelebiyan,
Ateşbazı Veli (k.s), Mehmet Divani ve Şahidi (k.s), Hz. Nureddin-i Cerrahi
(k.s.), İbrahim Şevkiyyül Fahreddin Efendi, Muzaffer Aşki, Selman Dede Efendi,
Celaleddin Çelebi Efendi ve Safer Efendi Hazretlerinin, Samiül Mevlevi muhibbi
olanlar üzerine olsun.
Ya
Rabbel Beyt! Bu ayetlerin, sözlerin ve esmaların yüzü suyu hürmetine
kazandırıcı bir güç ikram eyle, bizlere bereketli bol rızıklar, huzurlu
yürekler, aydınlanmış kabirler, kolay verilen hesap ve büyük ecirler ikram eyle
ya Rabbi! Ukdemizde bulunan beşeri zafiyetlerimiz, zulmetlerimiz çözülsün,
dertlerimiz yok olsun, gönüllerimiz ferah olsun! Ayrıca dünyada ve ahiretteki
meselelerimiz kolaylıkla çözülsün ya Rabbi!
Bu duanın şamil olduğu bütün ümmet-i Muhammed’in
yakınlarımıza ve kendi ruhumuza Allahümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala
alihi ve sahbihi ve sellim ecmain el-Fatiha. ÂMİN
Ortak
yolumuz burada sona eriyor. Rumi, tüm insanları buraya gelmeye davet ediyor ve
bu davet bu kitapta size iletiliyor.
Size hitap edildiğini düşünüyorsanız, kendi
elde ettiğiniz deneyimleri bize anlatmak istiyorsanız veya bir SEMA ya
da bir sufi okulu ile ilgili sorularınız olursa, bizimle temas kurmaktan
çekinmeyiniz. Bize buraya kadar refakat ettiğiniz için size teşekkür ederiz.
Ey
rahmetinin nihayeti olmayan, iltica eden kullarını kapısından kovmayan Gani,
Latif, Rahim ALLAH! Kur’an-ı Azim hürmetine, Habib-i Edibinin buyurduğu Hadis-i
Şerifte münderiç hakayık ve dekayık keramet hürmetine, bu aciz risalemizi
indinde ve ind-i Resulde makbul ve mergub eyle Ya Rabbi!
Okuyanları,
okutanları, dinleyenleri ve amel edenleri, birbirlerine hediye edenleri, Esma-i
ilahiyyen ve sıfat-ı Kemaliyyen, nazarı İlahiyyende mahbub ve makbul kulların
hürmetine iki cihanda aziz eyle yarabbi.
Nefs-i
Emareden ve nefs-i levvameden kurtulup nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainneye
vasıl olan ehl-i saadetten eyleyerek nefs-i Radiye, nefs-i merdiyye ve nefs-i
safiye neş’esine eren ve bu âlemde iken didar-ı Muhammed Mustafa (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i gören cennet ve Cemal’e erenlerden eyle Ya Rabbi!
İmanlarımızı
yoldaş ve bizi ehl-i derde sırdaş eyle ya Rabbi! Ölenlerimize rahmet,
olanlarımıza terfi-i derecat nasip eyleyerek gönüllerimizi Ruşen eyle ya Rabbi!
Menzillerini ve menzillerimizi mübarek eyle ya Rabbi!
Hadım-ı
Din-ü devlet vatan-ü millet olanları Nasren Aziz sırrı ile teyid eyle ya Rabbi!
Ordularımızı düşmanlarımız üzerine daima galip ve muzaffer eyle ya Rabbi. Evlatlarımızı
din-i Ahmedi ile donatarak, gönüllerini nur-u tevhid ile pür nur eyle ya Rabbi!
Vatanımıza
saadet ve selamet ve milletimize rahmet ve bereket in’am-ı ihsan eyleyerek
afat-ı semaviye ve aradiyyenden masun ve mahfuz eyle ya Rabbi!
Eşrarın
şerlerinden emin eyle ya Rabbi! Akıbetlerimizi hayreyle ya Rabbi! İman ile
göçürerek Salihlerle, âşıklarla haşreyle ya Rabbi!
Bu
eserin hazırlanmasında emeği geçenlerin hizmetlerini sadaka-i cariye olarak
kabul etmesini ALLAH’tan niyaz ediyoruz.
Ya
Sin. Vel Kur’an-il Hâkim. El-Fatiha. ÂMİN
SON SÖZ VE BİR DİLEK
Tarihe
karışan bir tesisin orijinal taraflarını ve organizasyonunu objektif olarak
yazıp, gelecek nesle, dinimiz ve Türklüğümüz üzerinde pek derin izler bırakmış
olan bir ahlak sistemi hakkında, yeter derecede bilgi verebildim mi, bilmem
Mevlevilik,
yaşanarak anlaşılırdı; Mevlana’nın
Hiç
nami bi-hakikat didei
Ya
zi kaf-ü lam-i gül gül çidei
Dediği
gibi, hakikati olmayan hiç bir ad yoktur, fakat adların harflerinden hakikate
erilemez.
Nitekim
‘gül’
kelimesini terkip eden ‘kaf’ ve ‘lam’dan gül derlenemez
Ondan ötürü, benim naçiz yazılarımda sıraladığım şeyler, ancak kelimeler ve
adlardır, hakikatin ta kendisi olamaz; bütün kusurlar ve hatalar bana aittir.
Umulur ki, yetkili bir zat çıkar da bu eksikleri tamamlar.
“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize
öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir,
her işi hikmetle yaparsın.” [44]
1. İrşad,
El-Hac Muzaffer Özak, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul 1974.
2. Kur’an-ı
Kerim, Kral Fahd Hadimü’l Harameyni-ş Şerifeyn, 1427
3. Yakup
Koyuncu, İrşad-ül Hac–Mavi Yolculuk Hac Rehberi, Milsan, 2006.
4. Hak
Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 1992
5. Ahmed
b. Hanbel, Musned; ibn-i Mace Sünen; Ebu Davud Sünen; Müslim, Sahih.
6. İmam
Gazali, İhya-i Ulum’id-Din, Istanbul, 1993.
7. İzzeddin
Belik, Ayet ve Hadislerle İslami Hayat, istanbul, 1992.
8. M.
Asım Köksal, islam Tarihi, istanbul, 1973.
9. Ömer
Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali.
10. Riyazu’s
Salihin ve Tercemesi, Ankara, 1972.
11. Saadete
Ermişlerin Bahçesi (Hadikatüssüeda), Fuzuli, Maarif yayınları.
12. Hazret-i
Mevlana, Mesnevi-i Şerif, Sönmez Yayınları, İstanbul 1967.
13. Envar’ul-
Aşıkin, Ahmed Bican, Huzur Yay. İst.
14. Delail-i
Hayrat, Mehmet Kara Davut, Ülkü Kitapyurdu, İst 1971.
15. Ahmediye,
Muhammediye; Şark Yayınları, 1966
16. Aşk
Yolu Vuslat
Tariki, El-Hac Muzaffer Ozak, Kalem Yayıncılık, 1978
17. İbtidaname, Sultan Veled – Çev: Abdülbaki Gölpınarlı,
Konya ve mülhakatı Eski eserleri sevenler derneği, 2001
18. Yeni
Dünya Dergisi, Yıl 14, Sayı 158
19. Kuşeyri
Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri – Çev: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., 1978
20. Fusus-ûl
Hikem Tercüme ve Şerhi, İbn-i Arabî– Çev:Ahmet Avni Konuk- Dergâh Yay., 1987
21. Tedbirat-ı
İlahiye Tercüme ve şerhi, İbn-i Arabî– Çev: Ahmed Avni Konuk, İz Yay.,1992
22. Hz.
Mevlana ve Yakınları, Ayten Lermioğlu, Redhouse Yay., 1969
23. Mevlana
Şems-i Tebrizi, Osmna Karabulut, Şems Yay., 1994
24. Mesnevi
Gözüyle Mevlana, Midhat Bahari Beytur, Sulhi Garan Matbaası, 1965
25. Ariflerin
Menkıbeleri, Ahmed Eflaki–Çev: Tahsin Yazıcı, Maarif Bas., 1954
26. Divan-ı
Kebirden Seçmeler, Midhat Bahari Beytur, Maarif Basım.,1965
27. Tarihi Simalardan Mevlevi, M.C. Duru, ?
28. Mesnevi-i
Şerif, Hz. Mevlana–Çev: Amil Çelebioğlu, Sönmez Neş., 1967
29. Mesnevi-i
Tahir-ül Mevlevi, Tahir-ül Mevlevi, Selam Yayınları, 1971
30. Gülşen-i
Tevhid, İ. Şahidi– Çev: Midhat Bahari Beytur, İnkilap Yay., 1967
31. Doğumdan
Ölüme Musiki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Yay., 1997
32. Makalat,
Şems-i Tebrizi–Çev: Mehmet Nuri Gençosman, Ataç Yay., 2006
33. Nisab’ül
Mevlevi Tercümesi, Tahirü’l-Mevlevi, Tekin Kitabevi, Konya 2005
34. Minhac’ül-Fukara,
İsmail Ankaravi, İnsan yayınları, İstanbul 2005
35. Kuşeyri
Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri, Yasin Yayınları, İstanbul 2005
36. Mevlevilerin
Tarihi, Sahih Ahmed Dede, İnsan Yayınları, İstanbul 2003
37. Risale-i Usul-i Tarikat, İsmail Ankaravi,
Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Efendi Kütüphanesi 352 no.
38. Gönül Meyveleri- Semeratül Fuad, Sarı Abdullah
Efendi, Neşriyat Yurdu, Yay. 1967
[1] Kelabazi, 161; Serrac, 343
[2] Kuşeyri, 644
[3] Kuşeyri, 649
[4] Kuşeyri, 645
[5] Serrac, 372; Kuşeyri, 655
[6] Maide Suresi, Ayet 6
[7] Nur Suresi\24-61
[8] Fetih suresi 10. ayet
[9] Minhac-ül Fukara; İsmail Ankaravi; sayfa 254
[10] Muhammed 19
[11] Muhammed 19
[12] Muhammed Suresi; Ayet 19
[13] Bu risale Süleymaniye Kütüphanesinde Nafiz Efendi
Kütüphanesinde 352 no. da bir nüsha vardır. Sayfa 3,4.
[15] Ömer Nasuhi Bilmen, 500 Hadis, 379 ve 359
[16] Ahzab Suresi, 56. Ayet
[17] Necm 3,4
[18] Hicr 47
[19] Buhârî, Edebü’l-Müfred, nr.
238; Ebû Davud, Edeb, 49
[20] Neml Suresi Ayet 87
[21] Buhârî. Rekaik, 38; lbn. Mâce. Fiten. 16.38
[22] Tirmizi, İlim, 19
[23] Buharî, Kitabut Tevhid, 2183
[24] Enbiya Sûresi, Ayet 104
[25] Neml Sûresi, Ayet 59
[26] Bakara / 115
[27] Tirmizi: Deavat 82
[28] Mevlevî evradı, hâşiye, s. 34 - 36
[29] Yunus Sûresi, Ayet 62
[30] Saffet Sûresi, Ayet 180-182
[31] Keşfu’l-Hafa:1/472
[32] Nisa suresi Ayet 86
[33] Nur suresi, Ayet 27
[34] Hucurat Suresi, Ayet 2
[35] Kureyş Süresi, 1-4
[36] Muhammed 19
[37] Ebu Davud: Taharet 94, Tirmizi: Taharet 82
[38] Sure-i Nur, Ayet: 32
[39] bakara 30
[40] Enbiya,30
[41] Alak suresi; Ayet 19
[42] Saffat Suresi, Ayet 105.106.107
[43] Hz. Ali kerremâ’llâhü vechenin sözü olarakda rivayet edilmektedir. Bak: Şerhu
Nehcü'l-Belâğa. 20, 226. Durer, 167. Mevduat, 368.Fevâid, 231. Hafâ, 2, 312.
Haberin Nehcü'l-Balâğa'daki şekli şöyledir. "Dünya bir düş'tür.
Âhiret ise, uyanıklıktır. Bizler de, dünya ile âhiret arasında, karma karışık
bir takım hayallerden ibaretiz." Bak: Şerhu Nehcü'l-Belâğa, 20, 226.
[44] Bakara
suresi, ayet 32
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar