ŞEYTANLA KONUŞMALAR- Hilmi Ziya ÜLKEN
— Size kendimi takdim
edeyim: Ben, mukaddes kitapların cennetten tardettiği, Allah’ın en menfur
mahlûku, insanları baştan çıkarıp, kötü yollara sevkeden, bu dünyada hastalık,
fenalık, delilik, aşağılık namına ne varsa onlara musallat etmeyi kendine
başabaş iş edinmiş olan kimseyim. Bu saatte sizi rahatsız ettim diye kusura
bakmayın. Çünkü benim için erken veya geç, gece ve gündüz, çalışma ve dinlenme
zamanı yoktur. Ömrümde bir dakika gözüme uyku girmedi. Şu kuru kafamın
ortasında iki soğuk fener gibi parlıyan gözlere bakın! Bunların bütün işi gücü,
işte böyle her zaman fal taşı gibi açık durmak ve aydınlıkta, karanlıkta etrafı
gözetlemektir.»
Tabiin kesesine,
heveskâr ve çabuk usanan okuyucumun zevkine, günün ihtiyacına, sansürün
müsaadesine uygun yeni bir mevzu bulmak ümidile masamın başında kâğıtlar
arasında kaybolmuştum ki, birden pencereden mi, kapıdan mı girdiğini
ferketmediğim bu, paçavralar içinde, kupkuru, fakat inadına parlak ve keskin
bakışlı adam çıkıverdi. İnsan geceleyin, yapayalnız bir odada çalışırken,
ummadığı bir zamanda tanımadığı hattâ sevimli bir yüzle bile karşılaşsa
soğukkanlılığını muhafaza edemez. Nerede kaldı ki bu hakikaten çirkin denecek
kadar lânet suratlı bir adamdı. Gözlerinde parlıyan ışık İnsanî zekâdan ziyade
karanlıkları delen bir projektöre benziyordu. Fakat nedense bu adamdan
korkmadım. Zaten kendini takdim etmemiş olsaydı onu yine tanıyacaktım. Ne
üzerinde kızıl esvabı, ne tepesinde boynuzları, ne arkasında kuyruğu vardı. Ne
gelirken yerden ateşler çıkmış, ne etrafımda korkunç oyunlar oynıyarak beni
ürkütmeye çalışmıştı. Kapıda atı arabası, arkada - kendi cinsinden et’bâı
yoktu. Bununla beraber onu gözlerinden tanıdım: O Şeytandı! Kur’an’ın her sure
başında şerrinden korununuz, dediği Şeytan; Faust’a «insanın öteki yarısı benim!» diyen Şeytan; Isa çarmıhta iken
gözlerine görünen, Musa’nın kavmini Sina yolunda çeviren, Altın buzağıyı mabut
yaptıran, Nemrudu göklere çıkaracak kuleyi kurmak için zincirli esirlere
kırbaçla taş taşıtan; Âdemi cennetten kovduran; ve Hallacın ruhuna aşk, aziz
Augustinus’un kalbine şüphe olarak giren, katolik kilisesinde endüljans
biletlerinin ortağı, sultanların gizli şeriki, Le Sage’ın «Topal Şeytanı»;
Voltaire’in kalem arkadaşı, dindarların ürktüğü, dinsizlerin inkâr ettiği;
Karamasov’un dışında gördüğü, Freud’un içten çıkardığı; kimine şerir, kimine
mültefit, kimine hasis, kimine cömert olan; kiminin gözlerini bağlıyan ve
kiminin karanlıkta yolunu aydınlatan Şeytan!
— Hayır ola? Bu vakitsiz ziyaretin sebebi de nedir?
Diyerek kalemi bıraktım.
O buradayken artık çalışmıya imkân yoktu. Yine kimbilir nelerden bahsedecekti!
bu kış gecesinde paçavralar içinde titrerken onu koğamazdım. Ne diyecekse bir
an önce söyleyip gitmesi için lâfı kısa kesmeye çalışıyordum.
— Mukaddemeye lüzum yok.
— Hayır, öyle uzun mukaddemeler filân yapacak değilim. Hülâsa
karnım aç. Biraz da boğazım kurumuş.
Şaraptan başka şey
içmediğini bildiğim halde ona ıhlamur pişirdim. Şaraptan başka şey diyorum:
Yanılıyorum. O pek âlâ rakı da içer. Bu hususta hiç müşkülpesent değildir.
Geçtiği bütün memleketlerin içkisine alışıktır. Bir dostunun dolabında likör,
konyak, votka veya viski bulursa onları biribirine karıştırmaktan, ve bu
suretle zihnindeki bütün mevzuları sarhoş edip Diyonizos âyininde rakseden
satirler gibi bi-edep ortaya çıkarmaktan zevk alır. Cizvitlerin mahzeninde
Porto ve Malaka şaraplar ile kafasını dumanlar; Benedikten ve Şartröz
rahiplerinin fıçıları dibinden ayrılmaz. Bu sırada durmadan dinlenmeden
dedikodu yapar. En çok sevdiği, ve en çok bildiği şey budur. Bütün ömrü yani
dünya kurulalı beri bir yerden aldığını öteye nakletmek, insanları çekiştirmek,
biribirine düşürmekle geçmiştir.
Bazı halleri doğrusu -
hoşuma gitmiyor değildi: Bilhassa sarhoş olduğu zaman! Hiç bir şaklaban, insanı
ondan iyi güldüremez. Kralların maskaraları, canbazhane kapılarında halkı
çıngırakla toplayan palyaçolar, bu sırada onun kadar gülünç değildir. Asıl
meziyeti bu işe hiç bir tasannu karıştırmamasıdır. O sanatı sanat için yapar.
Kahkahalarla güldüğü zaman, âşık olduğu zaman, havladığı zaman, hüngür hüngür
ağladığı zaman, «Bimehâba» birinin silsilesine, ecdadına küfrettiği ve sonra
onun hizmetine girdiği zaman, bütün bunları yaptığı ve reddettiği zaman, kendi
kendini nakşettiği, her an sözünden caymayı bir iftihar alâmeti gibi ilân
ettiği zaman, büyük bir şairi zemmettiği ve sonra ayaklarına kapandığı; kariin
(okuyucu) sabrını, çocukların gafletini, mütefekkirlerin müsamahasını son
haddine kadar suiistimal ettiği, cemiyeti kendine maskara ettiğini zannettiği
sırada cemiyete maskara olduğu ve ipliğini pazara çıkarmayı bir meziyet
gördüğü, oyuncağını kıran çocuk gibi huysuzlandığı, dam aktaran adam gibi
insanları küçük gördüğü için kendini bir mal zannettiği zaman o daima
samimidir.
Fakat çekiştirme faslı
geldi mi, dayanamaz. O dünyada insanların icat edebilecekleri nakil
vasıtalarının en mükemmeli ve en ucuzudur. Bu çenesi düşük kocakarı ağzında
neler taşınmaz! Ayağına kapanılan sultanların zulmünden, eteği öpülen
nazırların alçaklığından, huzurunda «kemali edeble» oturulan âlimlerin
cehlinden bahsedebilmek için bundan güzel vasıta var mıdır? Dedikodu en tatlı
bir kumar gibi Şeytanı mı sarar. Hiç bir oyun onun kadar Şeytanı mı sersem
etmez. Bir kere ona daldı mı, artık kendini tamamen kaybeder: Bazan fassalliğin
[Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse
] verdiği sarhoşluk içinde kendi kendini tehlikeye koyduğunu bile unutur.
Bununla beraber benim topal ve ihtiyar Şeytanımın asıl kuvvetli tarafı - bütün
şöhretine rağmen - zekâsı değil insiyakıdır. İçki ve kumarda olduğu gibi lâf
ebeliğinde de o kadar kendini kaybeder ki, etrafa saçtığı zehirler nihayet
harap etmiye başlar. Kaç kere bir vebalıdan çekinir gibi insanların ondan
kaçtığını, ve bucak bucak zehirini dökecek bil yer, içini boşaltacak bir kulak
arıyarak gezdiğini gördüm! Zavallı Şeytanın bu hali yürekler acısıdır. Delilik
ve hastalığın verdiği humma nöbeti içinde daima alev saçan gözleri insana zekâ
gibi görünür; fakat zavallı Şeytan, bazan yoruldu mu, bacağını sürüyerek köyden
köye dolaşırken zehrini dökecek bir yer bulamadı mı hali yamandır. Birden bu
parlak gözler donuklaşır; sanki içinde her zaman Vestal rahibelerinin yaktığı
İlâhi bir alev yanar gibi duran kafa birden bire boşalır; kap karanlık,
tamtakır, kuru kafa, mânâsız, aptal bakışlarla içi rutubetten romatizma saçan
boş bir mahzen halini alır. Onu kaç kere bu halinde köyden köye bacağını
sürüyerek giderken gördüm.
Ben onu ne tasdik
ederim, ne red! Yalnızca bir bakteri faaliyetine bakan hekim gibi ona bakmaktan
zevk alırım. İçinde insanlığımızın reziletleri kaynıyan bir kazanı görmek
meraklı değil midir? Mikropların sirayetine karşı bizde bir nevi mukavemet
vardır. Onu kaybettiğimiz zaman okkanın altına gideriz. Şeytanı seyretmek ve
dinlemek - fakat kabul ve reddetmeden - bizi kendi kendimize karşı hâkim kılmaz
mı? Bilmem, ben hep böyle düşünürüm; ve bunun için olacak, bir çoklarının
ürktüğü, nefret ettiği veya tuzağına düştüğü Şeytanı uzun uzun dinledim ve
zarar görmedim.
Evet, Şeytanın asıl
kuvveti insiyakıdır, demiştim. Zaten böyle olmasa, o sarhoş kafası, kör gözü,
topal bacağile içinde bu kadar düşmanı olan insan nevine karşı kendini nasıl
korurdu? Kuvvetliyi medheder, şöhreti alkışlar, bayağı bulduğu yükselince
arkasından koşar, eteğine yapışır, arkasında yumurta küfesi yoktur: Onun için
cebîne kahraman, ve âdiye asîl demek kadar kolay bir şey olamaz. Bu kadar anî
değişmeyi idare eden ne karmakarışık kafası, ne ömründe hiç nasip olmıyan
iradesidir. Bunu yapan yalnız köpekler gibi pek uzaktan koku alan, ve yalnız
tehlikenin kokusunu alan insiyakıdır- Tehlike, «silâh başına!» işareti gibi
bütün hayatî kuvvetlerini harekete getirir. Kör, topal, kötürüm, sarsak aklı, yıldırım
hızile giden bir lokomotif arkasına takılmış kırık araba gibi sarsılarak,
yuvarlanarak gider; fakat gider. O hele sırtını sağlam bir duvara verdi mi,
keyfine payân yoktur! Eski dostlarını bir anda inkâr etmek, artık çekinmediği
insanlara kahramanlık göstermek, âcizlere ve miskinlere hücum etmek, zaten
beğenilmeyeni beğenmemek, zaten tekme yiyene bir tekme daha vurmak, piyasada ne
varsa onu satmak, ve piyasayla beraber malı değiştirmek, fırıldağın ucunu
rüzgâra vererek onunla beraber dönmek, günün ihtiyacına en uygun bir fırıldak,
tam bir fırıldak olmak işten bile değildir.
Bu huylarını bildiğim
için ona yüz vermek istemem. Kim bilir yine kaç kapının mandalını çalarak
gelmiştir diye onu ıhlamurla savuşturmaya çalışıyordum. Fakat öyle pek
gideceklerden görünmüyordu. Bilâkis yerleşiyor, gelişiyor, hattâ oturduğu yerde
bağdaş kurup cebinden bir şeyler çıkarıyordu: Bu bir topaçla, hacıyatmazdı.
Masamın üzerinde hızla topacı çevirmeğe başladı. Bu sırada kahkahayı atıyor,
muvaffakiyetinden pek memnun görünüyordu. Bir taraftan da hacıyatmazı ileri
sürdü.
— Görüyor musun? dedi, bu hiç bir yerde durmuyor. İstediğin
tarafa doğru dönüyor.
— Ya hızı bitince?
— Baştan çevirirsin. Bu sefer istediğin tarafa doğru: sağdan
sola, soldan sağa! Kâh ağır kâh çabuk.. Topaç dönüşünden mesul değildir. Bütün
âlem gibi o da dönüyor. Sehabeler, sistemler, yıldızlar, dünya, ay, güneş,
bütün âlem. Vaktile mevlevîler de dönerdi. Yalnız onların bir kusuru var:
Ayakları yerden kesilinceye kadar hep bir tarafa dönüyorlar. Bu suretle başları
dönüyor, Allaha yükseldik diyorlar. Halbuki benim topaç istediğim tarafa döner,
istediğim yerde durur. İstediğim zaman geri döner. Ayağı yerdedir: yer yüzü
böyle istiyor.
Ben hacıyatmazı
göstererek :
— Ya bu ne oluyor? dedim.
— O da benim ikinci marifetim. Görüyor musun şu haspayı? Ne
yapsan ayaktadır. Tepesi aşağı yere at, yine ayakta. Sırtını yere getir: yine
ayakta. Nerede olsa, hangi devirde gelse yine ayakta. Bu hacıyatmazı çok
eskiden aldım. Bitpazarında satıyorlardı. Yok pahasına ele geçirdim. Halbuki
bence dünyalar değer. Bak! Ne yüksekten fırlatıyorum. Hop!..
Tepe taklak geldi.. -
Zannedersin değil mi? - Yağma yok! Yine ayak üzerindedir. Sultan Mecit devrinde
Kuleli vakasından sonra bunu yere attım: herkes devrildi, o ayaktaydı. Sultan Aziz zamanında yine öyle. Adamcağızı kestiler mi,
kendini mi vurdu, ortalık karmakarışık oldu. Düşenin, devrilenin
sayısını Allah bilir: Bizim hacıyatmaz yine ayakta. Ali Suavi vakasında da
hacıyatmazım oynadı.
Sultan Hamit geldi,
işler değişti: Ahmet Vefik paşa falakayla «Meclisi Mebusan» ı idare etti.
Derken Sultan Azizin katilleri aranmıya başlandı; mahkeme kuruldu: Süruri
Efendi reis, hafiyeler etrafı sardı. Meşrutiyet budalaları yere serildi. Bizim
hacıyatmaz yine ayakta! Genç Osmanlılar Avrupaya kaçtı: «jön Türk» oldular.
Mısırda, Pariste gazete çıkardılar. «Hürriyet» fedaileri Resneden Manastıra
indi. Beyazkulede bayraklar asıldı. Zincirlere bağlı meşrutiyet perisi baştan
tahta çıkarıldı. Hafiyeler zindanlara doldu. Fakat onların içinden bizim
hacıyatmaz sıyrılarak yine ayakta kaldı. Cihan harbi geldi: Kıtlık başladı.
Millet açlıktan kırıldı. Hacıyatmaz «Enverland» vagonlar ile gelen şekerleri
yedi, zincirleme, menbai ihtikâr, millî iktisat., bizim hacıyatmaz yine
ayaktaydı. Mütareke geldi çattı: Düşmanlar baskın etti. Hazreti Meryem cami
avlularında İngiliz mandası için ağlıyarak miting yaptı. Koca kavuklar
gangsterlerle bağdaştı. Kırk yıllık hesaplar soruldu, sehpalar kuruldu: fakat
bizim hacıyatmaz yine ayakta kaldı!.. Sen böyle oyuncağı nerede bulabilirsin?
Bunlar bende oldukça dünyanın sonuna kadar can sıkıntısı nedir bilmiyeceğim.
Kimin böyle marifetleri var, kimin?..
Ve Şeytan bir elile
topacını çevirip öbürile hacıyatmazı fırlatarak masanın üzerinde - aklı sıra -
marifetler yapyor, gözünden yaşlar gelecek kadar kahkahalarla gülüyordu. Artık
canım sıkılmağa başlamıştı. Kâğıtlarım dağılmıştı. «Yarın benden yazı
bekliyorlar, diye düşündüm, bu münasebetsizi bir an evvel defetmenin çaresine
bakmalı!»
— Anlaşıldı, dedim. Haydi artık beni rahat bırak!
O yerinden - biraz
kızgın ve mahcup - kalktı; kapıya doğru geriledi. Boynunu bir tarafa bükmüş,
ellerini göğsüne kavuşturmuş, yalvarır gibi duruyordu.
— Ne var, bir şey mi diyeceksin?
— Hayır, şey.. Ben asıl size bazı havadisler getirmiştim de..
Onun ne mel’un bir müfteri,
ne şerir bir riyakâr olduğunu herkesten iyi bildiğim için sözünü bitirmesine
meydan vermedim :
— Havadislerin senin olsun! Haydi bakalım, çek arabanı.
O, bu kat’î kararım
üzerine gitmeden başka çare olmadığını anlamış gibiydi. Kapının tokmağını çevirirken
tekrar geri döndü, parmağını söz ister gibi uzattı :
— Bir kelime..
— Söyle bakalım, fakat bu son defa.
Sonra birdenbire Şeytana
kızmakla - kendi hesabıma - hiç de iyi hareket etmediğimi düşünerek ilâve ettim
:
— Yani böyle çalıştığım zamanlarda demek istiyorum..
— Bana karşı nihayetsiz iltifatınızı bilirim. Kimse sizin kadar
beni dinlemeye tahammül etmemiştir. Bir şey itiraf etmeme müsaade ediniz: Ne
beni sevenleri, ne de benden korkanları sizin kadar seviyorum. Bu haliniz ilk
önce - ne yalan söyliyeyim - biraz beni çileden çıkarıyordu. Fakat mağlûp
olma-dığınızı gördükçe size karşı hürmetim arttı. Ve bilirsiniz ki çalıştığınız
zamanlar sizi rahatsız etmemişimdir. Bu sefer de, şüphesiz.. Çalışmak
istediğinizi hattâ bir mevzu aradığınızı biliyordum. Benden korkmayan, beni
sevmiyen; ne hilelerime kapılan, ne benden kaçan bir kimse için sözlerimin
faydalı olacağını zannediyorum. Neler yazmak istediğinizi tahmin ediyorum.
Bırakın duyduklarımı, bildiklerimi söyliyeyim. Siz yine dilediğiniz gibi
hareket edin. İhtimal bunlardan hiç birine inanmazsınız. Yahut belki de bu
kadar boş söz arasında bir kaç hakikat tanesi bulup çıkarırsınız. Bunu sizin
dirayetinize bırakıyorum. İkimiz de biribirimizi kâfi derecede tanırız.»
Bu sözler üzerine
düşündüm: Şeytanın - galiba - hakkı vardı. Cidden ben bazı şeyler yazacaktım.
Mevzularım az çok muayyendi. Fakat henüz nelerden bahsedeceğimi pek iyi
bilmiyordum. Bu sahtekâr ve bunak mahlûku dinlemede ne zarar olabilirdi?
Saçmalıyorsa onu kovmak elimde değil miydi? Kabul etmediğim yerleri pek âlâ
hazfedebilirdim. Böylelikle yavaş yavaş yumuşadım. Onun tekrar odaya girmesine,
sobanın kenarında ısınmasına müsaade ettim. İçecek başka hiç bir şey olmadığına
inanmamakla beraber, nezaketen ıhlamura razı oldu. Ona pasta yerine yulaf ekmeğinden
tirit yaptım. Üstü başı içime dokunuyordu. Neredeyse dolaptan, eski
ceketlerimden birini verecektim.
— Bunca maharetine rağmen, nedir şendeki bu hal? diye sordum.
Dişlerinin kesebildiği tiritle karnı doymuş taklidi yaparak yerine yerleşti:
— Soyumuz sopumuz çoktur bilirsiniz dedi. Akrabamdan bir çok
zengin şeytanlar var: Çift çubuk sahibidirler. Kapılarında uşaklar, arabalar
durur.
— E!.. Sen niye böyle kaldın?
— Onlar ortalığı soyup soğana çevirmek için benden çok akıl
kullandıklarımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Hepimiz ayni kumaştanız. Yalnız
benim bir kusurum var: Gevezeliğim! Bilirsiniz, lüzumlu lüzumsuz her yerde
söylerim. Bir yerde yaptığımı ötede bozarım. Bin bir hile çeviririm, insanları
biribirine katarım, bir de bakarsınız tam çatı kurulacakken bir sözle bütün
yaptıklarım bozulur. İşte bu da benim zaafım! Ne yaparsınız elde değil. Bu
yüzden diyar diyar, kapı kapı dolaşıyorum. Dünya kurulalı hâlâ bir dikili
ağacım yok. Bir taraftan yapıp bir taraftan yıkıyorum...
Dalgın dalgın durdu.
Meyus görünüyordu. Fakat hakikatte bu onun gevezeliği ve sarhoşluğu tükendiği
zamanki tabii haliydi.
— Şu elimdeki marifetler de benim tesellîm! diye oyuncaklar ile
oynamıya başlayınca yeniden gözleri parladı. Artık makaraları çözülecek hale
gelmişti. Onu söyletmek için ufak bir işaret kâfiydi. Kâğıda bazı hareket
noktalarını kaydederek ona sormak istedim: İşin doğrusu, kendim düşünüyordum:
«Ben istediğim kadar müstakil olduğumu iddia edeyim, arzuma rağmen yine
maharetle içeri girdi ve kendini dinletmeye muvaffak oldu ya! demek ki onun
hilesinden korunmak kabil değil. Fakat ne olursa olsun, mademki bu dakika ona
ihtiyacım var, varsın öyle olsun!»
— Neden bahsedeyim? Önümde bir yığın dokunulmamış mevzu var.
Hiç birine yaklaşmıya cesaretim yok. Bir bakımdan didik didik olmuş, tutulur
yeri kalmamış; bir bakımdan her biri Betul gibi bakir duruyor: İşte dil bahsi,
terceme bahsi, işte nesrimiz, şiirimiz, hikâyemiz, romanımız; işte resmimiz,
heykelimiz, musikimiz, nihayet işte hepsinin bir nevi hülâsası veya posası
demek olan tenkidimiz...
Şeytan sözümü kesti :
— Müsaadenizle, bunlardan ne suretle bahsetmek istiyorsunuz?
— Yani bizde neler olup bitiyor; sanat hayatımızın bir
plânçosu; yahut krokisi.
— Doğru bulduğunuz bir sanata göre bu kopyeleri hivic mı
edeceksiniz? Yoksa dostlarınızın koltuklarını mı kabartacaksınız, kötü yolda
daha rahat yürüyebilmeleri için onlara cür’et mi vereceksiniz, çürük malların
üzerini boyayıp damping mi yapacaksınız? Ben kendi hesabıma bu İkincisini
tercih ederim.
— Allah belânı versin! Bütün işin bu değil mi zaten. Fakat dur
bakalım; zihnimi bulandırıyorsun. Hiciv etmeye hiç de niyetim yok; esasen bu
benim yolum değil. Sonra, canım!
- kendim de dahil - kimi hicvedeyim? Emekliyen bir hareke-tin
içindeyiz. Kabahat bizde mi? Sen de bilirsin. Şu eski Yunanlılar - tarihin
cilvesi - hepimize hocalık edip duruyor. İnsafla düşünülse bizim çektiğimizi
bir Allah bilir. Onlar Homeros’u okuyup bir de jimnastik yaptılar mı
kendilerini âlim zannederlerdi. Talih bu! Bir kere hocalık kürsüsüne
oturmuşlar. Acemi kavimler bu kapıdan girdiler mi, mutlaka önlerinde diz
çökmeye kendilerini mecbur görüyorlar. Hâdiseleri tersine çevirmek kimin
elinde! Dünyada bir ihtilâl kopsa ve bütün çocuklar öğretmenler ile, erler
subaylar ile rollerini değiştirse, yine bu mirasyedi ve şımarık üstadı
kürsüsünden indirmek kabil değil-
— Neden mirasyedi oluyormuş?
— On binlerce yıllık eski medeniyetlerin mirasına konduğu
halde, hiç birisini tanımıya tenezzül etmediği için. Bize gelince, biz
Lâtinler, Cermenler, İslâvlar, Türkler Homeros’tan veya Eflûtundan icazet
alacağız diye uğraşıp duralım!
Şeytan bu noktada derin
derin düşündü. Can alacak bir yerine dokunmuş olmalıydım. Belki de mütemadiyen
söze başlamak istediği sırada fırsat bulamadığı için somurtuyordu. Artık
gülmüyor, şaklabanlık etmiyor, yaradılışının asıl hikmeti olan âlemi
maskaralıklar ile güldürmek - bazan taklit yaparak, bazan hicvederek, bazan
ağlıyarak ve bazan yaş ile baş ile nisbetsiz melodramatik ahmaklıklara düşerek
- daima güldürmek elinde değilmiş gibi ciddî ve mütefekkir görünüyordu. Onun bu
haline hiç alışkın değildim. Beş dakika bir mevzu üzerinde duramıyacak kadar
hoplayıp zıplamayı âdet edinmiş olan bu ihtiyar hokkabazdan ağır başlı şeyler
dinlemek - doğrusu - tuhafıma gitti. Hiç Beberihuyi Romans çalarken, ve
palyaçoyu
fikirlerin menşeine dair
nutuk verirken dinlediniz mi? Kahkahalarla gülersiniz. Fakat bu sırada gülünç
olan fikirler değil zavallı palyaçodur. Bununla beraber bizim Şeytanı - ne
olursa olsun - söyletmeye karar verdim.
— Sen ne dersin bu işe?
— Doğrusu pek de sizinle beraber değilim. Ben o çıplak
tepelerde zeytin yetiştiren fakir balıkçı kavmini çok iyi tanırım. Atik
sırtları eskiden de kayalıktı. Altın babası şehirler, onları kapılarından
dilenci gibi koğmuştu. Eli bayraklı filozofları gücendirmemek için hepsini
birden kabul eden basiretli ve korkak Taine, bu Yunan mucizesini anlatırken
torbasından neler çıkarıyordu? Kan! Kırmızı kürreciklerimi saydınız? Zaman! bu,
herşeyi elinde yoğuran mabut, Elenlerin Chronos’u mudur? Hani yeryüzünde yüz
binlerce sene dolap beygiri gibi aynı yerde dönen kavimler? Mekân! Güzel
toprak.. Bol nehirler, yeşil vadiler, mavi gök ve şairane hülyalar... Coğrafya
insanları ne kadar da çabuk sersemletiyor. Bırakın efendim! Bu Yunanda eskiden de
çıplak fakir, balıkçı köyleri vardı.
Fakat hepiniz ona
çıraklık etmeye mecbursunuz. Zeus’in elinden ateşi çalan ve insanlara can veren
bendim. Dionysos’u sarhoş eden ve Aphrodite’e emsalsiz cazibesini veren,
peşinden Pan’lar ve Satyre’leri deli gibi koşturan, Athena’ya vekarı, Apollon’a
cesareti, Hermes’e sürati, Eros’a kalpleri yaralıyan oku, ve Plüton’a
altınları, Junon’a bereket ve bolluğu; ve nihayet insanlara bütün bunlara karşı
bitmez tükenmez hırsı, iştihayı, hasedi bahşeden bendim. Bir külçe altın yüzünden
onları boğazlaştıran, alçaklığın, ihanetin, kuvvetin, zaferin ve şöhretin
tadını onlara tattıran bendim. Bu küçük balıkçı köylerinden bir hayal dünyası
yaratan, rüyayı hakikatten daha büyük ve daha kudretli yapan; dilencileri,
fakirleri, işsizleri, hastaları onunla teselli eden bendim. Beni orada kimse
hor görmedi. Cinayette bile benim maharetimi alkışladılar. Ve sizler, benim ilk
yetiştirdiğim bu usta evlâdımın çırakları, ondan başka ne yaptınız? Bu fakir
balıkçıların kurduğu hayal dünyasını meydana çıkarmak için, onlara zihnin
göklerinde oynattığım dramı yeryüzüne indirmek için, gerçekten sarhoş olmak,
alüfteler peşinde koşmak, sür’ati cinnet haline getirmek, altın yüzünden
caniliği kahramanlık saymak, hamakatinizin bütün mahsullerini vitrinlerde sefalete
seyrettirmek için varınızı yoğunuzu sarfettiniz. Ve sonra o riyakâr İsrail
Nebî’lerinin sahte vaazlerini milyonlarca nüsha çoğaltarak halka afyon diye
dağıttınız!
— Yine edepsizliği ele aldın. Artık bu kadarını çekemem!
— Hakkınız var, çok ileri gittim. Bunaklığıma bağışlayın.
Sizden başka, zaten beni kim çeker! Arada bir saçmaladığıma bakmayın. Gençliğim
hatırıma geldi de.. Ah, neydi o zamanlar! İşte hakikaten yüzüm buruştu,
dişlerim döküldü, âlemi güldürmek için cambazhanelerde kendimi teşhir etmeden
başka yapacak şeyim kalmadı... (Bir müddet durdu, sonra birinden çekinir gibi
etrafına bakınıp alçak sesle ilâve etti) Şu İsrail Nebî’lerine riyakâr dediğime
cidden kızdınız mı?
— Mesele bu değil a canım! dedim, bana ne onlardan.. Dünyada
mürai istatistiği mi yapacağız- Başka şeylerden bahsediyorduk-
— Şu halde iş değişiyor! Demek insanların hırsını takbih
ettiğim için kızdınız. Bu belki doğrudur. İhtimal bundan beni mesul
tutacaksınız. Varsın öyle olsun. Fakat - şunu itiraf etmenizi isterim - Bütün
kötülüklerin menbaı ben olsam bile, hiç olmazsa bir meziyetim var: Samimiyim!
İnsanlara şehveti ben öğrettim, aşkın, içkinin, kumarın, altının, debdebe ve
tantananın, şöhretin, hiç bir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedî
olmak rüyasının sarhoşluğunu ben tattırdım. Eğer bu yüzden onlar
boğazlaştılarsa, ve tımarhaneler, hapishaneler, menfalar bu yüzden dolduysa;
eğer bu yüzden sefalet sokaklarda çırılçıplak dolaştıysa kabahat bendedir.
Ama gel gelelim,
hakikatte ben mesul değilim: Eski Yunana çıplaklığı ben öğrettim. Güzelliğe,
doğruluğa, iyiliğe ibadeti ben gösterdim. Orada benim namıma âyinler
yapıyorlardı. Mabutlar bana kızıyor, fakat insanlar beni seviyordu. Hattâ
mabutların bile bir kısmı benim dostumdu. Bu dünyada canlılık, yaratıcılık,
neşe ve saadet namına ne varsa benden geliyordu. Sonra karanlık devir geldi.
Riyakâr İsrail Nebî’leri güzel vücutları örttüler. Neşe ve saadet yasak edildi.
Abus, kasvetli yüzler insanlara dünyayı zindan etti. Davut, çeşme başında su
dolduran kadına haris olduğu için kocasını harbe yolladı ve cebhede vurdurdu.
Süleyman ın cariyeleri yıldızlar kadar sayısızdı. Alnıma Şeytan damgasını
vurarak beni şehirlerin kapısında taşlattıktan sonra kendileri neler
yapmadılar!
«Bir yanağına tokat
vururlarsa ötekini çevir!» diyen İsa, eline biraz kuvvet geçer geçmez mabedin
kapısında esnafın tezgâhlarını devirdi, çocuk denecek bir yaşta Roma kanunlar
ile çarmıha gerilmeseydi kimbilir daha neler yapacaktı! Ve papaslar, bu Allah
koyunlarının çobanları, hakikî çoban olmak için neler yapmadılar! Saraylar
kurmak için salhaneye sürükler gibi sürülerini Haçlı Seferlerine şevkettiler.
Firavunlara taş çıkarttılar. Endüljans biletlerile ahretten arsa sattılar. Esir
ticareti yaptılar. Müstemlekelerde halkı boğazlamak için fetvalar çıkardılar.
Hindistanda mücevher ticareti yapmak için topukları altında elmas taşıdılar, ve
«Avrupanın servetini ayaklar altına alıyoruz» dediler. Mağmum suratları ve
kapkara esvapları içinde şehvetin, hırsın, kinin, ihanetin, canavarlığın
yılanlarını sakladılar. Alnıma sürdükleri lekeyi kendi alınlarındaki başlıkla
gizlediler. Cinayetin en korkuncunu işlerken kendilerine melek süsü verdiler.
Ya ben biçare Şeytana iftiraların en feciini ettiler. Beni sahtekârlıkla itham
ettiler! (Sesi gittikçe yükseliyordu. Heyecandan şakaklarında terler
birikmişti. Bitkin bir halde koltuğa çöktü. Sonra yavaş yavaş yine sözüne devam
etti:) Evet, insanlara fenalık etmiş olabilirim. Şehvetin olduğu kadar aczin,
servet kadar sefaletin, güzellik kadar çirkinliğin, ilim kadar cehlin de babası
benim. Kâşanelerinde zevk süren zenginler namıma neşideler okurken,
mezbelelerde sürünen sefiller bana lânet yağdırır. Fakat riyakâr, asla!.. Bu
ünvanı Nebî’lere ve rahiplere bağışlıyorum. Allah’ın ve insanların lânet için
verdikleri Unvanlar bana kâfidir.
Boccacio’nun
Decameiron’unu okuyun; Diderot nun «Rahibe» sini okuyun; Hasan Sabbah’m
hayatını okuyun; bektaşi âyinlerini okuyun; zulme fetva veren yobazları okuyun;
Cinci Hoca’ları, Ebülhüda’ları, Sebil-ür-Reşat’ları, hilâfeti ilga eden fıkıh
müderrislerini, piçlere miras kazandıran kavukluları okuyun; saçının bir kılını
gösterene yetmiş bin yıl cehennem ateşi tehdidi savuran vâizleri okuyun;
cerrarları, hüllecileri, faizcileri, yalancı şahitleri, Sait Molla’ları okuyun.
Din, ahlâk ve fazilet namına yapılan bu reziletlere takılacak en güzel isim
riyakâr değil de nedir?
«Fazilet! Meğer, ne boş
bir sözden ibaretmişsin!» diyen Caton ne kadar haklıymış. Yer yüzüne kötülüğü,
hastalığı ve cinneti indiren ben Şeytan, bunu size öğretiyorum. Bu sahte
kahramanların yüzlerinden maskeleri indirmek vazifesi bana düşüyor: Onların iç
yüzünü hepinizden iyi ben bilirim. (Tekrar cebinden topacını çıkardı. Bütün
kuvvet ile masanın üzerinde çevirmeye başladı. O dönerken gözleri bir deli
neşesile parlıyordu) Bak, bak!.. Nasıl da dönüyor. Şimdi gelin de sizinle bunun
gibi dönen insanları gözden geçirelim.
Asabi, ayağa kalktım :
— Alay edecek vaktim yok, dedim. Görüyorsun a, yarma bir yığın
işim var.
— Ben de zaten onun için söylüyorum ya! Bir takım mevzularınız
vardı değil mi? Dil, tercüme, şiir, roman, resim tenkit... Bunları yazmak
istiyorsunuz, ve bir türlü başlıyamıyorsunuz. Çünkü bu meseleler daha doğmadan
ihtiyarlamış, foetus olmuş. Sebebi? İşte bu topaç!.. Bütün bunları konuşmak
için evvelâ karakter üzerinde durmalıyız. Diyelim ki, güzel fikirleriniz var,
fakat onları tatbik edecek kimdir? Öyle veya böyle.. Mesele orada, değil,
yapacak adam kimdir, ona bakın! Şarap veya su getirmek istiyorsunuz, ama
destiniz delikse! Şu halde mesele ne şarapta, ne de suda. Her şeyden evvel
destidedir.
— Biz şarabı inkâr edip suyu kabul ediyorsak, ona ne dersin?
— Kırık testi ile suyu dökersiniz derim.
— Bu su nedir biliyor musun?
— Şüphe mi var? Bütün İçtimaî kanaatiniz, imanınız.. Bütün
felsefeniz. Ben size suyu şarapla karıştırın demiyorum. Bu hilekâr satıcılardan
kendinizi koruyun. Fakat halis şarap satanlara daima inanabilir misiniz?
— Mademki halistir, neden inanmıyayım?
— Evet. Fakat onu avucunda vermiyecektir.. Demek istiyorum ki
fikirler havada durmaz. İş içinde insanlara dayanılır. Sizin gibi düşünen, veya
böyle söyliyen insanların arasında sizi yarı yolda bırakacaklar, sözünden
dönecekler, bir pula satacaklar yok mudur?
— Eğer düşüncelerinde samimi iseler?..
— Görüyormusunuz! Demek ki mühim olan düşünmek değil, düşüncede
samimî olmaktır. Affedersiniz ukalalık ediyorum- Size yeni şeylerden bahseder
gibi konuştum. Bunlar zaten hep malûm değil mi? Şüphesiz!-. Fakat -
müsaadenizle - tatbikatta hiç de öyle değil. Biraz önce bu besbelli
gözüküyordu. Şu halde meselemize geliyoruz: Demek ki mühim olan düşünce değil,
düşünendir. Düşünen kimdir? Bizim gibi etten kemikten yapılmış insan.. Onu
hangi şartlar yetiştirmiş, hangi kalıplarda dökülmüşse ona göre kabiliyetli
oluyor. O zaman ayni düşünce bu kuklalarımızdan birinde parlıyor, birinde yanıp
sönüyor. Birinde mütemadiyen renk değiştiriyor. O zaman bizim için mühim olan
düşünen insanı bütün bir varlık olarak tetkik etmektir. İsterseniz -sizin İlmî
tâbirlerinizle- onu meydana getiren biyolojik ve sosyolojik âmilleri
araştırmaktır. Fakat siz bu araştırmayı yapadurun. Aksiyon karar ister. Onun
istatistik toplamıya vakti yoktur. Ve aksiyon hüküm verir. Onun uzvî, ruhî,
İçtimaî sebeplere irca eden deterministin iradesizliğine tahammülü yoktur.
— Ya sen, determinist değil misin?
— Elbette! Hem de ne kadar!.. Fakat bu bizi karardan
alıkoyamaz. İş başında bu testi işe yarar, bu testi yaramaz hükmünü derhal
vermeye, ve yaramıyanları bir tarafa atarak ötekilerle işe girişmiye
mecbursunuz. Sonra vaktiniz varsa yaramıyan testileri tamir edebilir, veya ileride
yapılacak testilerin daima işe yarar olmasını temin için eskilerin işe yaramaz
olmasındaki âmilleri hesaba katabilirsiniz. Fakat bu, sonraki iş.
— Şu halde sence, her şeyden evvel düşünce ile değil, düşünenle
işe başlamalı, ve düşünenin karakteri hakkında aksiyon zaruretine göre karar
vermelidir.
— Tamamile!
— Ve demek ki, karakteri tayin eden ölçü aksiyondaki
dayanıklılık olacaktır.
— Bundan iyi ifade edilemez.
— Fakat bu dayanıklılığı temin etmenin çarelerini araştırmada
da bir mahzur yoktur.
— Şüphesiz! Hattâ zarurîdir demelisiniz. Determinizm ancak
aksiyon içinde verdiğimiz hükümleri kolaylaştırmak için bize ışık vazifesini
görecektir.
— Şu halde, demek oluyor ki sence ahlâk meselesini ilim
meselesinden ayırmıya imkân yoktur.
— Çok güzel söylüyorsunuz! Ancak bu noktayı sarihleştirmek
şartile. (Şeytanın bu ciddî tonu o kadar tuhafıma gitti ki, gülmeden kendimi
alamadım- Bununla beraber, o mevzuuna tamamen dalmış görünüyordu. Ayni tonda
devam etti:)
— Eflâtun ahlâkı ilme bağlıyordu. Kant ilmi ahlâka bağlamak
istedi. Sizin şu yeni Amerikan filozoflarınız ilmi doğrudan doğruya Aksiyondan
çıkarmak istiyorlar. İki bin senedir; görüyorum, insanlar bu çıkmazın içinde
dolaşıp duruyorlar: Nazariye mi ameliyeden çıkar, ameliye mi nazariyeden?
Halbuki, bence, meseleyi bu şekilde koymak yanlıştır. Nazariye ve ameliye,
isterseniz ilim ve ahlâk yine biribirinden müstakil kalırlar. Ancak ameliye,
düsturlarının bütün unsurlarını nazariyeden çıkardığı gibi, nazariye de daima
ameliye sayesinde yürür ve kontrol edilir. Ben âdeta ameliyeyi şöyle tarif
edeceğim: O, karanlıkta kullandığınız el fenerleri gibidir ki nerede iseniz
orayı aydınlatır; zaman dediğiniz güzergâh üzerinde bu noktanın yeri
mütemadiyen değişecek ve onunla beraber aydınlanan saha da genişliyecek ve
değişecektir, işte aksiyon budur. Bizzat yürümenin mekanik, ruhî veya İçtimaî
kanunlarını arıyabilirsiniz. Fakat bu yürüyüşün o kanunları bulma üzerinde
oynadığı rolu değiştiremezsiniz.»
Şeytanın aksiyon
hakkında söyledikleri bana biraz mübhem görünmekle beraber, hayli cazip geldi.
Eskidenberi zihnimde çözülemiyen en büyük düğümlerden birine, hürriyet
meselesine temas ediyordu. Onu cennetten tardedildiği vakittenberi bu metafizik
meselelere kimse sürüklememiş olmalıydı.
— İnsan bu aksiyonda hür müdür?
— Ne demek istiyorsunuz?
— Yani insan aksiyonu esnasında ondan evvelki sebeplerden
müstakil olarak dilediği yolu seçmek iktidarında mıdır?
— Hayır! Bu şekilde hürriyetin mânasını anlamam. Ne ben Âdemi
iğva ederken, ne Allah beni cennetten tardederken, ne insan günahının cezasını
çekerken - bu sizin anladığınız manada - hür değillerdir. Ancak aksiyon
mütemadi bir terkip, ve her terkip bir yaratıştır. Ve zamanın seyrinde aksiyon
bir yaratış olmak bakımından - isterseniz - hürdür diyebiliriz.
— Fakat bu yaratış halindeki aksiyondan ayrı bir realite var
mı?
— Hayır! Bütün realite ondan ibaret. Yalnız biz bu cereyan
halindeki âlemi daima iki zaviyeden görüyoruz: Ya onu mütemadi yeni terkibi ve
yaratışları esnasında kavrıyoruz. Bu aksiyonun kendisidir. Yahut bir an için bu
cereyanın, maktamı görüyoruz. Bu da nazariyedir. İş e fazilet bu içtima?
fikirlerin aksiyon bakımından görülmesidir.
—Eflâtun Menon’da
fazileti târif eder. Çiftçinin, hâkimin, kadının, esirin faziletleri üstünde
değişmeyen mutlak bir fazilet olduğunu söyler. Protagoras da bu faziletin
terbiye ile öğrenilebileceğini ifade eder. Bunlara ne dersin?
— Ben Eflâtunu tanırım. Söz aramızda onun bu hususta çok
kurnazlığı vardır. Daima kaçamaklı lisan kullanır. Kâh Sokratı haklı çıkarır
kâh Sofistleri. Hakimin maksadı bana anlattığına göre - ideal bir fazilet
imanını talim etmekti. Herkes kabiliyetine göre az çok una yaklaşır. O daima
bulutların üze-rinde erişilmez bir gaye olarak kalır. Kendisile bu meselede çok
münakaşa ettik. Ona Heraclite’den delil getirdim. «Zaten dayandığın bir direk
de o değil mi?» dedim. Üstad bana hak verdi; fakat başı sıkıştıkça Parmenide’e
başvuruyordu. O iki katlı bir bina kuruyordu. Fakat birinden ötekine geçecek
merdiveni unutmuştu. Aşağıdakiler yukarıya hayranlıkla bakacaklar ve yukarıdakiler
aşağıya inemiyecekler.
— Hegel bu iki katı birleştirmedi
mi?
— Haklısınız! Yalnız onun da kendine göre hilesi var. Tereciye
tere satılmaz. Kendisine bunu açtım: «Bir yüzü madde bir yüzü fikir olan bu iki yüzlü âlem de
ne oluyor?» dedim.
Kulağıma eğildi:
Birbirimizi ele vermiyelim, senin de ne marifetlerini biliriz, dedi. Şunu doğru
dürüst söylese iş düzelecek: Temeli yaradış halinde fikir olan âlem; yahut
temeli yaradış halinde madde olan âlem.
— Eee!... Topal şeytan! Sen hangi taraftasın bakalım, diye
sordum.
— Pek sıkıştırmayın, dedi, birazı da bana kalsın. Yalnız şu
kadarını söyliyeyim. Hayli zaman var ki, bu yaradış halinde fikir olan âlemi
tecrübe edip duruyorum. Bir neticeye varamadım. Durduğum yeri âlemin merkezi
zannediyorum. Örümcek ağına düşen sinek gibi bocalayıp duruyorum: eğer âlem
fikirden ibaretse, fikir de bende varsa âlem benden ibarettir. Hiç olmazsa
kabul etmek lâzımdır ki başka insanlar da vardır (fakat bunu neyle isbat
edebilirim!) O zaman ne kadar insan varsa o kadar âlem olması icap eder ve bu
âlemlerden hiç biri diğerine merkez olamaz. Böyle bir kâinatta bilginin ve
isbat etmenin mânası nedir? Size bir şey itiraf etmeliyim: - Fakat bunu yalnız
size söylüyorum - Eflâtun idealizmi icat ettikten sonra beni yere vurmuştu.
Ondan intikam almak için papasları bu ağa ben düşürdüm. Haydi bakalım uğraşıp
dursunlar!..
— Demek sen maddecisin! Pekâlâ., ya bu fazilet nazari- yenle
bunu nasıl uzlaştırıyorsun?
— Bence fazilet bir put değildir. Hele insanların müşterek
rüyası hiç değil. Bununla beraber o Caton’un dediği gibi isimden de ibaret
değildir. Pyrenes’lerin aşağısında doğru, yukarısında yanlış diyen Pascal’a
inanmayın! İnsanları birbirine düşürmek istediğim zaman kullandığım silâhı size
karşı kullanmıyacağım. Fazilet aksiyonun sıhhatidir. İyi işleyen bir makine,
meyve veren bir ağaç, sağlam bir vücud gibi sağlam bir aksiyon da mutlaka kendi
dünyası için faziletlidir.
— Machiavelisme’e ne buyurulur?
— Machiavel kendi adamlarını
kandırmaya kalktığı gün okkanın altına gider, kimse tek başına peygamber
olamaz. Ve kendi fikrine ihanet eden mahvolmuştur.
— Şu halde sen yalanı takbih ediyorsun?
— Bana tuhaf şeyler söyleteceksiniz dostum! Şeytan bu, hiç
yalanı takbih eder mi? Daha açık mı söyliyeyim istiyorsunuz? Pekâlâ, öyle
olsun!. Sözün kısası: ben şu insanlara üç şey hediye ettim: delilik, yalan ve
fazilet. Yeni bir yalan söylediğimi zannederek gülüyorsunuz değil mi? Yaradılış
ve mahvoluşun üzerine kasem ederim ki doğrudur! Gerçekten üç hediyem var,
birbirini tahrip eden üç kuvvet, ayni babanın üç düşman oğlu. Bir tohumun üç
zıd meyvesi!
Ben tabiate tezadı
getirdim. Allah’la nizaımız buradan çıktı. O istiyordu ki her şey süt liman
olsun. İşler onun dediği gibi gitseydi ne hareket, ne çarpışma, ne hastalık, ne
ölüm, ne şuur, ne ıztırap, ne saadet, ne çoğalma, ne eksilme olacaktı! Her şey
Zenon’un rüyasında olduğu gibi hareketsiz, mutlak bir sükûndan ibaret..
îstemiyen, değişmiyen, kendi kendini bilmeyen, ne kabul, ne red, ne de şüphe
eden bir sükûndan ibaret.. Buna varlık demek caizse, mutlak bir varlık! Fakat
ben tabiate tezadı getirdim; çarpışmalar başladı. Oradan hareket, tahavvül,
yaradış, şuur ve şüphe uyandı. Oradan ıztırap, rüya ve saadet doğdu, oradan
hatıra, tahassür ve zaman çıktı. İnsanda bu tezadı büyülttüm: açlık ve şehveti
onları tutuşturan iki meş’ale gibi kullandım. Zümreleri çarpıştırdım. Sınıfları
doğurdum. Sınıf iradeleri yaptım- İsteklerle iradeleri karşı karşıya getirdim.
Bu çatışmadan türlü
türlü insanlar çıktı: İstekler ve iradeler birbirini ezdi: delilik doğdu.
İstekler iradelerin altında gizlendi yalan doğdu. İradeyle istekler kavuştu:
fazilet doğdu. Her zümrenin, her sınıfın kendi deliliği, kendi yalanı ve kendi
fazileti var. Fakat bu koskoca âlemde çekicimle örsüm arasında dövülen insanlar
bir tohumdan geliyor: tezadın tohumundan. Toprağına, havasına, gübresine,
gününe göre kimisi deli, kimi yalancı, kimi faziletli oluyor. Elinde fenerle bu
karanlık yolda gidecek kimse, adamını seçmeye mecburdur. Ona düşen, aksiyonun
sağlam olmasıdır. Ben bu kadarını yapabilirim, ötesi sizin bileceğiniz..
— Anlaşılıyor dedim, bu seçme işinde de bir şeyler söyli-
yebilir misin?
— Aman dostum, onu da anlatırsam, sonra size ne kalacak? diye
güldü. Oyuncaklarını koydu. Pertavsızla tetkik eder gibi masaya doğru eğildi;
ve sözüne devam etti:
— Metamorfoz!.. Hindlilerin tenasühü değil, Darwin’in tekâmülü
değil, Ovide’in anlattığına benzer bir şey, insanların şu beş günlük dünyada
kalıptan kalıba girişi, karakter değiştirmesi! Bu işin aleyhinde değilim- Çünkü
onun üstadı zaten benim. Kendim kalıptan kalıba girerim, ve insanları kalıptan
kalıba sokmak için de onlara neler öğretmedim! Metamorfoz iki türlüdür: birinde
insan durur, kalıbı değişir. Ötekinde kalıbı durur, insan değişir. Bakarsın dün
sarıklı sakallıdır, medreseler kalkar sarık sakal gider, yarın bıyık düşer,
frak giyilir, camiden çıkmayan adam balolardan eksik olmaz; Halifeye,
Hükümdara, Mebusana, Reisicumhura sadakat yeminleri edilir. Fakat kalıbın
içinde insan yine o insandır. Pususunda bekliyen aç, haris, alçak, müraî,
hilekâr, sinsi ve ahmak insan! Her devre göre fetva verilir, her kalıba göre
dua edilir, eski dostlar bir pula satılır. Bir cemiyet bir lokma için alçakça
düşmana teslim edilir, bu Allah’ın yarattığı en kötü çamurdan, benim yuğurduğum
maskara ve rezil insan! Bazan da kalıb durur, insan değişir. İçerdeki
pandomimadan haberiniz yoktur. Ayni fikir, ayni dava gidiyor zannedersiniz.
Öteki çoktan sizi satmıştır. Birlikte yola çıkarsınız; ona güvenir, tehlikeli
işlere girişirsiniz. Birdenbire bakarsınız ki bir taraf çöküvermiş. Bu yıkılış
hepsinden fecidir! Ölümlerden ölüm beğenin, işte size iki metamorfoz! Burada
iktisat âlimi ile sarraf arasındaki farka benzer bir fark meydana çıkıyor. Kalp
akçeyi sağlamından ayırmak için iktisat âlimi olmak yetmez; adam sarrafı
olmalı. Size insanın iç oluşundan, hakikî tekâmülünden bahsetmiyorum. Size
yalnız çapraşık ve kötü çamurlardan yapılmış insanların metamorfozunu
söylüyorum. Öyle somurtup durmayın! Haliniz benimle birlik değilsiniz gibi
gösteriyor, yani demek istiyorsunuz ki: ben deterministim, kötü insanları bu
hale koyan sebepleri biliyorum. Vesaire vesaire... Pekâlâ efendim, öyle olsun.
Haydi bakalım, şu bizim sarraflık işinden vazgeçin de Ulemalığınızla meseleyi
halledin görelim! Yahut diyeceksiniz ki: bir kuvvetli adam çıkar; kırbaçla,
yalanla, dolanla, telkinle insanları bildiği yola götürür. Önce ona kızanlar
sonunda hep onunla birlik olurlar. Kötü diyenler onu alkışlarlar. Hani kötülük
nerede kaldı? Bugünlük epeyce kafanızı şişirdim. Size işin başından bahsettim.
Ötekine gelince, onu da ayrıca konuşuruz. Şimdilik şu kadarını söyliyeyim ki:
şu sizin levhaları tersine çeviren (F. Nietzsche.) ve eşeği boyayıp pazarda
satan Kayserili kahramanınızın ipliği pek çabuk pazara çıkacaktır. Yağma yok!
kimseye levha yazdırmıyoruz. Levhalar kendiliğinden yazılıyor, ve birbirine
çarparak kınlıyor, yerine yenileri, daha büyük daha geniş ve kuntları çıkıyor.
Orkestra şeflerine aldanıp konseri unutmayın!
Şeytan kapıdan mı,
pencereden mi, bilmem nereden, birdenbire sırlara karıştı
Bu gece, çok şükür
kendimle baş başayım. İstediğim gibi, dilediğin mevzu üzerinde düşünebilirim.
Artık kimseden akıl danışmaya ihtiyacım yok. Asırların fitnesini kafasında
taşıyan şeytan, zihnimi alt üst etmeyecek; şuracıkta tesbit ettiğim bir kaç
meseleyi sırasile ele alacağım. Diyorum ki, ilk önce, bizim telif ve tercüme
işinden başlayayım. Sabık Maarif Nezareti zamanından beri hepimizi en çok
meşgul eden bir mesele. Bâbıâli yokuşu oradan çıkmadı mı? Tanzimatta kuvvet
Divanı hümayundan Bâbıâliye geçtiği zaman, «Gülhane hattı» nın bir haşiyesi
gibi bu yokuş da meydana çıkıverdi. Basiret, İbret, Tasviri Efkâr yeni
fikirlerin bayraktarlığını yaparken Osmanlı saltanatında üçüncü bir kuvvet
beliriyordu: sokak! Fransız ihtilâlinde Tiers etat’nın oynadığı büyük rolü acemi
bir aktör gibi üzerine alan kuvvet.
Mütevazı mi? orası
şüpheli! Şinasinin iddiası Littre’den aşağı değildi. Nâmık Kemalin tonu Danton
ve Hugo ile bir perdeden çıkıyordu.
Çekildik izzet ü ikbal
ile babı hükümetten
Yahya Kemalin dediği
gibi, bu mısra insana Bâbıâlide ta-kip ettiği işleri yolunda gitmiyen celalli
bir memurun, karşı kahveye çekilip hiciv yazmasını hatırlatıyor. Sokak henüz
pek küçüktü. Ne Nâmık Kemal, arkasında Anadolu ve Rumeliyle koca bir vatanı
alan bütün halkı temsil ediyor; ne de sokak Balzac’ın romanlarındaki kadar
köklü, onlar kadar sağlam bir burjuvaziye dayanıyordu. Bu, henüz bir taslaktı.
Bununla beraber azlıkların Avrupa yardımıyla kımlıdanmasından sonra onları
takip eden ve günden güne, «Hayriye esnafı» namile eski gediklerin, loncaların
yerini tutmaya başlayan bir kuvvet vardı. Ne vazih bir burjuvazi teşekkülü, ne
köylü hareketi, ne sosyalizm cereyanı, hiç birşey kapitalizme doğru giden
Türkiyenin İçtimaî kımıldanışını açıktan açığa ifade edemiyordu. Fakat ortada
yine bir şey vardı. Kırıkdökük matbaasına, çoğu azlıklardan üç beş dükkânına,
iki yapraklı heveskâr mecmuaları gibi imzalı imzasız fıkralarına rağmen bu
küçük sokak bir kımıldanışın başlangıcı idi! Biz hâlâ Nâmık Kemalleri, Ziya
Paşaları fikirlerine ihanet etmek, devletten memuriyet kabul etmekle
lekeliydim. Hâlâ onları ahlâk zâafı ile, cehaletle, kuvvetsizlikle itham
edelim. Onlar, koskoca bir feodal imparatorluğun içinde bin senelik dünyaya
karşı yeni kıpırdayan hareketin tecrübesiz, zayıf öncüleridir. Karşısında bütün
bir hilâfet âlemi, bir İslâm dünyası, bir kapalıçarşı; tekkeleri, medreseleri,
imaretleri, Cevdet Paşaları, Ahmet Vefik Paşaları, Hoca Zihni Efendileri ile
bütün bir âlem varken, bir küçük sokağın kenarına ilişmiş, iğreti bir matbaası
ve iki yaprak gazetesile, bütün güvendiği «dünyanın değişmesi» olan sokaktan
yetişme iki Bâbıâli genci daha ne yapabilirdi! Luther kiliseye meydan okurken
sırtını Teuton şövalyelerine vermişti. İhtilâlciler, sarayı gırtlağına kadar
borca sokan zengin burjuvalara dayanıyordu. Bizde kitap hayatın kenarına
dokunarak duruyor; yoksa bütün hayatın üzerinden fışkırmıyordu. Bize Avrupa
kapılarını açmak istiyen kitap, bir mucize ile ayağa kalkıp dev adımlar ile
gitmedi. Emekleye emekleye yürüdü. Her şey, onun yürümesine mâni olurken, yine
ayakta kaldı. Kıymetli olan eser değil, cidâldir! Bâbıâli yokuşu, bütün
sakatlıkları, acizleri, çolaklıklar ile, mütemadiyen kendi karnını deşen acayip
bir mahlûk gibi buhranlar ile, bütün biçareliği, hiçliği ile mühim bir
varlıktır: o bizim cidalimizdir; biz onun emeklemelerinden doğuyoruz.
Birdenbire şeytan çıktı
ve kulağımın dibine gelerek şöyle fısıldadı:
— O bir foetus doğuruyor!
— Cehennem ol karşımdan, uğursuz mahlûk! yine mi geldin? Bir
gün de şöyle rahat rahat düşünmek kısmet olmayacak mı? Sana soran var mı ki
söze karışıyorsun?
Hiddetimi teskin için
yerlere kadar eğildi; geniş reveranslar yaptı; bir müddet sükûnet bulmamı
bekledikten sonra yavaş yavaş yaklaşarak en hafif tonile yine başladı:
— Telif ve tercümeden bahsediyordunuz. Düşüncelerinizi
ortasından kesmeyi aklımdan bile geçirmedim. Buyurun, devam edin. Size ufak bir
yardımda bulunmak benim için ne saadet! Sorulmadıkça hiç bir şey
söylemiyeceğim. Sizi dinlememde bir mahzur görür müsünüz? Zannetmem, pekâlâ,
öyleyse.. Ne diyordunuz? Evet.. Garblaşma yolunda Bâbıâlinin medhiyesini
yapıyordunuz değil mi?
— Evet, tamamiyle.
— Hürriyet istiyen Nâmık Kemal Bâbıâlide miydi?
— Şüphesiz.
— O ayni zamanda Müslüman bankası kurmak ve İttihadı İslâm
yapmak istemiyor muydu?
— Olabilir. Hürriyeti Monarka karşı istiyordu, ittihadı devlet
için teklif ediyordu.
— Ya Sıratı müstakim, ya Sebilürreşad, ya Turan Bağları, ya
Kızıl elmalar?
— Bunlar hep ayni cidalin safhalarıdır.
— Ya Diyarbekirli Ziya? Dicle mecmuasından Selâniğe geç-tikten
sonra..
— Bâbıâliye geldiği zaman bütün bu kuvvetleri topladı.
— Bu dağınık kuvvetleri değil mi? Renk renk, parça parça.. Kürd
elifbasını yazmaktan vazgeçtiği için Ziya Beyi tebrik ettim. Bâbıâliye geldi,
şimdi doğru yolu buldu, dediler. «Gökalp» olunca işler değişti. Bütün mesele
bir şeyin esasını bulmada. Siz hiç esas kurdunuz mu? Benim san’atım çatı
çıkmaktır. Başlanan binaları tamamlarım. «Gokalp» hep esasa merak ediyor:
İslâmcıları, Türkçüleri, Turancıları, Osmanlıcıları, Avrupacıları topladı.
«Türkçülüğün esasları» nı kurdu. Bu küçük küçük kuvvetler eskiden mühim bir şey
değildi. Bilirim, hepsi aşağı kalitedendi. Onları birleştirince yüksek kalite
meydana çıktı. Sıfırları cem edince ne olur? Muazzam bir sıfır değil mi? İşte
öyle bir şey..
— Yani ne demek istiyorsun?
— Demek istiyorum ki, bu Ziya Gökalp bir dehâydı. Emsalsiz,
asırların görmediği bir dehâ! Merkezi Umumiden tahsisat alıyordu. Kâğıdı vardı.
Birbirine hiç bir hususta benzemiyen çoluk çocuk bir yığın muharriri vardı:
Beş, elma, dokuz ceviz, on mandayı cem et. Ne eder? Çocuklar bu yüzden ekseri
dayak yerler. Halbuki Ziya Gökalp dehâsı sayesinde iltifat gördü, millî
Ebussuud oldu.
— Beğen miyor musun?
— Estağfirullah! Ne münasebet. Böyle muazzam işleri tenkide kim
cesaret eder? Hüseyinzade Alinin 1905 de Bakû’da yazdığı Türkleşmek,
İslâmlaşmak, Muasırlaşmak fikirlerini ondan daha iyi kim benimseyebilirdi.
Vak’aların arkasından koşarak tam zamanında kim yetişebilir, ve olan işleri
olacak şeylerin en mükemmeli diye ondan iyi kim gösterebilirdi? Şuradan buradan
toplanmış biçare muharrirlerin ağzını tıkayıp miraslarını ondan iyi kim
toplayabilirdi? Sarıkamış ve Bulgurpalas zaferleri için ondan iyi kasideler kim
yazabilirdi? Sözün gümüş ve sükûtun altın sayıldığı bir yerde ondan iyi kim
susabilirdi?.
— Halt etme! Söyleyince de tam söylüyordu ya!
— Bunda zerre kadar şüphem yok. Evet, o peygamberler gibi telif
ve tercümeye tenezzül etmedi. Ayet gibi söyledi, ve fetvâ gibi yazdı. Cebrail
Merkezi umumiden yanlış haber ge-tirdiği zaman âyetler ibresini değiştiriyordu:
büyük Türkçülük, küçük Türkçülük, Teslisi İçtimaî, Hükümeti müsennâ...
— Bunlar da ne oluyor?
— İttihad ve Terakkinin siyasî fırıldağı ne tarafa dönerse
orada yeni bir levha çıkıyordu. Fakat Ziya Beyin sarsılmaz kaya gibi duran bir
tarafı vardı: millî cephesi. Dünya değişebilir; fakat o değişmezdi. Fetvânın
başına Besmele yazılır ve arkadan millî sıfatı gelirdi: millî iktisat, millî
banka, millî din, millî yobaz, millî zengin, millî muhtekir, millî dolap, millî
yağma...
— Yine hezeyana başladın!
— Yanlışsa fetvâlarına bakın! Harikulâde bir kafa, Ebul- hevl
gibi duruşuna bakmayın. Müthiş ve kıvrak bir intibak kabiliyeti vardı.
Mütarekede yazdığı manzumeyi unuttunuz mu?
Sevin çoban sevin! Elin
sâf kaldı Öğün çoban öğün! Dilin sâf kaldı.
— Kimbilir bununla ne demek istemiştir! Böyle evliya gibi
adamlara ne diye dil uzatırsın. Seni buraya kim çağırdı, yine zihnimi
karıştırmaya başladın!
— Hayır efendim, mevzuunuz telif ve tercüme değil miydi?
Müşarünileyh böyle ufak tefek şeylere hiç tenezzül etmediği için hatırıma geldi
de., isterseniz bahsi değiştirelim: Telif ve tercüme bahsinde yektâ kimselere
geçelim. Meselâ.. Zatı âliniz!
— Haydi oradan! Dalkavukluğu bırak. Keyfim yerimde değil,
bozuşuruz. Ciddî konuşacaksan.
— Ciddî.. Evet ciddî. Telife dair değil mi? Öyleleri var ki emsali
nâdir bulunur. Fakat düşünüyorum da, bir türlü aklıma gelmiyor, tuhaf değil mi?
— Canım, şu Gazalî, Farabî hakkında eserlerimiz..
— Ha.. Onlar telif mi ya? Carra de Vaux’nun kitapları değil mi?
— Kamusu felsefe?
— Baldwin’in Vocabulaire philosophique’ine biraz çeşni
katılmış.
— Ya Küçük Muztaripler?
— Büyük Muztaripler diyeceksiniz galiba? Kitap küçük amma
içindekiler büyük. Suarez’in Trois hommes’ini okudunuz mu?
— Ricali İhtilâl?
— Onun da hikâyesini anlatırım
— «Terakki» fikri?
— Henri Delvelle.
— Örhon kitabeleri?
— Aslını Şemseddin Saminin kızından sorun.
— Ya Kant.
— Ruyssen’den.
— İnsaf et canım! iç sahifesini okumadın mı?
— Ona bakarsan, telifleriniz epeyce azalacak galiba! «Ruhiyat
Dersleri» nin iç sahifesini açtım: bir köşede Cuvillier’nin adı yazılıydı.
Mülâzimin romanını okudum. Son sahifenin dibinde pertavsızla görülen Madam
falanın adını buldum. Nezaketle adaptasyon denmiş. Böyle hiç itiraf edilmemiş,
yarı itiraf edilmiş, baş sahifede iki puntoyla adapte denerek müellifi meçhul
bırakılmış, bâzen çalakalem yazılıp meçhul bir müellifin telkin ile karie kabul
ettirilmiş nice eser var. Bunların hepsi telif değil mi?
— Bire habis ruhlu şeytan! Aleme iftira etmek ve dil uzatmaktan
başka san’atın yok. Şurada bir dakika rahat düşünmek nasip olmayacak mı?
Herkesi kötülüyorsun. Muhalled eserlerimizi ne çabuk unuttun! Hüseyin Cahit
amcasının göklere çıkardığı ve frenkçeye çevrilen bir «Tereddüd» ün romanını,
«Tarih din İslâm» ı, «İlk mutasavvıflar» ı, «Mukadderatı tarihiye» yi bilmiyor
musun? Daha sayayım mı?
— Kâfi! kâfi!... Bilmez olur muyum. Kendi «zadei fikrim» olan
bu eserlerle iki cihanda iftihar edip duruyorum. «Bir Tereddüd» ü bilâ tereddüd
frenkçeye çevirdiler: Mariez - vous mon enfant parçasını Fransızlar ne çabuk
tanıdı. Henri Ardel Le Coeur d’un sceptique’ini oradan almış diye iddia
ettiler. Andre Terives’in iftiralarına elbette kulak asacak değiliz. Hangi
Frenkçe eserin bu «Tarih dini İslâm» dan çevrildiğini bulamadım. Fakat
içerisinde «İbadiler » faslının «İbadiler» diye geçmesi bu işte şüphe
bırakmıyor. «İlk mutasavvıflar» muazzam bir kitap! Kalın kâğıtla dört yüz
sahife. Dörtte üçü haşiye, geri kalanının yarısı nota. Haşiyeler kitap ismi ve
Nefehat, Bosnavî şerhi gibi kitaplardan nakille dolu; bu tebahhur başka şeydir
azizim.
— Mütebahhirleri beğeniyorsun demek!
-— Hem de ne kadar!
Dünya öküzün boynuzunda durduğu gibi ilim de onların üzerinde duruyor. Haşiye
mühim iştir azizim. Bir mesele hakkında yazılmış bütün kitapları saymak ve
arada bir onları paylamak!.. Kürsüden müsteşriklere «Eşek herif» gibi - haşa -
bazı ince tâbirlerle İlmî harfendazlıkta bulunmak. Fransızca, İngilizce,
Almanca, Rusça, Fince, Danois’ca bildiği, bilmediği, ilerde bileceği, bilmiş
olsaydı iyi olacağı kitaplardan bahsetmek. Hattâ bilmediği dilden koskoca bir
eser tercüme etmek, ve haşiyesinde bu eseri bilmediği dillerdeki kitaplara
dayanarak yere sermek! Bazı eserlerin dilinize nakli - bu hususta - işe
yarıyor: Hüseyin Cahidin Deguignes tercümesi, bu kâfirin «Türk tarihi» ne ait
hangi yeni eserimizden kopye ettiğini meydana çıkarmadı mı?
— Kötü ruhlu, kötü dilli şeytan! Sana kalsa tutulacak eserimiz
yoktur değil mi? «Mavi ve siyah» muharririni ne yapıyorsun? «Şekaveti edebiye»,
«Ben Deli miyim?» muharriri ne güne duruyor? «Roman», «Yaban» muharrirleri,
«Milliyet nazariyeleri» muharriri, «Açık deniz» muharriri, «Piyale» muharriri,
835 satır, «Bedreddin destanı», «Kafatası», «Maarif projesi» (1926 da Maarif
Vekâleti mecmuasında imzasız olarak neşredilen Sadreddin Celâl’in raporudur.),
gözüne gözükmüyor mu? Daha sayayım mı?...
— Bunları kim inkâr eder! Âcizlerinin maksadı bildiklerimizi
tekrar etmek değil, fakat bazı noktaları aydınlatmaktı. «Mukadderatı tarihiye»
muharririnin bazı hikâyelerini Vells’ den kopye ettiğini bilir misiniz? Haşimin
şiirleri hakkında da bu söylendi. Plagiat yani
«edebî sirkat» in «kitap hırsızlığı» gibi mübah olup olmadığını münakaşa
edenler var. İntihal de intihar gibidir:
ortada bir cürüm var, fakat tecavüze uğrayan, mahvolan mücrimin kendisidir.
Bence intihal, bir edebî nevidir. Şiir gibi, tiyatro ve nesir gibi onun
da kendine mahsus incelikleri ve mahareti olmalı. İntihali medhedenler, hiç
olmazsa mazur görenler Plaute’un Aristophane’den, Moliere’in Plaute’den,
Sheakespeare’in Lope de Vega’dan, Ramon Marti’nin Gazalî’den, Pascal’in Ramon Marti’den
aşırdığını delil olarak gösterirler. Fakat mesele biraz âlimane ve mürekkeptir.
Üzerinde durulmaya değer. Klâsiklerde bir eseri taklid etmek sirkat değil,
vazifeydi. Yeni san’atkâr üstadların çığırından yetişir. Onu kopye eder ve
sonra eğer gücü yeterse, yavaş yavaş onu aşmaya çalışırdı. Bu misallerden hiç
birisi zamanımızın ince san’atı ile kıyas edilemez. Moliere «Zor nikâhı» ndaki
meşhur muhavereyi Rabelais’den çıkarmıştı. Fakat öyle güzel bir yere
yerleştirmiş ki onu mazur görmemek kabil değil. Haşimin makalelerini Remy de
gourmont’dan, şiirlerini Regneir’den mülhem olduğu söylenir. Hâmidin Makber- de
Hugo’dan hayli şeyler aldığını kendi dostu ilân etmişti. Eğer hakikaten yeni
bir eser meydana getirmişlerse, varsın yapsınlar. Ortada cinayet yok a!
— Üstadı taklidden ibaret olmıyan Plagiat hakkında ne
düşünüyorsun?
— Yassıya kadar yanan mum hakkında ne düşüneyim! Bu, başkasının
sarayında saltanat sürmektir. Sultanahmedde dilenip Ayasofyada sadaka
vermektir. Babaları debdebeyle yaşamış bütün müflislerin âkıbeti budur. Sahte
burjuvazi gücünden büyük görünmek için gırtlağına kadar borca girer; başkasının
fermanlariyle öğünür, ve başkasının nişanlarını takınarak, başkasının
koltuklarında, yarın iflâs edeceğini bildiği kısa bir saltanat zevki sürmek için
kurulur. Hakikî emek meydana çıksın diye sahtelerin maskesini düşürmelidir.
Dayandığınız toprağı bilmeli, sağlamı kalbdan ayırmalıdır ki dayanıklı ve emin
iş göresiniz! Bana kalsa, en büyük eğlencem onları kandırmaktır. Neme gerek!
Varsın sahte mal kullansınlar.
— Seni müfsid seni Bundan kendine ne kârlar çıkardığını
bilmiyor muyum zannedersin! Muharriri kolay şöhret için kandırır, bu eserleri
yazdırırsın. Sonra gidip kariin (okuyanın) kulağına fısıldarsın. Hem muharririn
kanına girersin hem kariin! Yeni doğan bir sınıfın içine fesad sokarsın. Zayıf
buldun mu, çekinmeden yere vurursun. Kuvvetlinin önünde köpeklenirsin!
Rousseau’nun Nietzsche’nin, Dostoiewsky’nin, J. Carlyle’in, Selliere’in,
Dukheim’in Hugo’nun, Kipling’in müdafiiliğini yaptığı vahşî ve çıplak
burjuvaziye dişin geçiyor mu? Marx’m, Engels’in, Plekhanov’m Barbusse’un, Jules
Romain’in Upton Sincler’in, Maıakowsky’nin, Malraux’nun bayrağını taşıdığı
haşin ve dişli sosyalizme ne yapıyorsun? Ah.. Bilirim ben seni, sen ne malsın!
Kuvvetlinin dostu, zayıfın düşmanısın. Mahşer gününde İsrafil sûru çalındığı,
ve Bâbil kulesinin bütün kavimleri, Nemrudun zincirli esirleri, Ehramlara taş
taşıyanlar, Allah’ın kuzularını soyan çobanlar, Amerikanın altınlarile gözü
kamaşan papaslar, Rousseau’nun faizcileri, inkılâbdan doyanlar, Babeuf’in
katilleri, Gangsterler, fraklı ve pırlantalı eşkıyalar bir meydanda toplandığı
zaman bütün hesaplar görülürken, senin hesabın da görülecektir!
— O bütün tezadların çözüldüğü gün, duman olup havaya
savrulacağım.
— Demek o gün bütün âlem şeytandan kurtulacak?
— Bir müddet için! diye ellerini uğuşturmuş, başını bükmüş,
yine her zamanki gibi sahte tevazuu ile yerlere kadar eğilmiş, cevap verdi:
«Sonra tekrar başka bir taraftan yeni tezadlar yaratarak meydana çıkacağım. Her
nihayet yeni bir başlangıç olacak!
Neş’em birden
kırılmıştı. O kahkahalarla gülüyor ve elile uzakları, çok uzakları gösterir
gibi işaret ederek duruyordu. Bu haline içerlememek kabil değildi. O yalnız
bizimle, kendi dünyamızla, bugünün insanlarile değil, bütün insanlıkla
eğleniyor gibiydi. «Yüz vermeye gelmez!» diye düşündüm, ve somurtmağa başladım.
— Affedersiniz amma, siz bir kadehde fırtına yapıyorsunuz. Uç
kişi yazmış, beş kişi dinlemiş, okkalarla kâğıtçıya satılmış, ayaklar altında
sürünmüş, her sene yüzlercesi çıkıp unu-tulmuş olan bu hokkabaz oyununu
seyreden kim? Dünya zannettiğinizden daha ihtiyardır.
— Yanılıyorsun. Biz zaten sınırları aşmıyan şöhretlere kıymet
vermiyoruz.
— Sınırları aşmak!... Bu da ne demek? diye şeytan çene-sini
avucuna alarak düşündü. Buna siz «Beynelmilel» olmak diyorsunuz, evet,
işidiyorum. Aranızda pek moda bir kelime. Beynelmilel sporcu, beynelmilel
gazeteci, beynelmilel şair, beynelmilel romancı, beynelmilel âlim. Ölçünüz çok
keskin. Bir a- dam kendini başka milletlere kabul ettirdi mi? önünde
eğiliyorsunuz. Falan kongreden elinde bir kâğıtla gelirse çehreniz değişiyor;
yerden selâmlar, iltifatlar. Fakat aranızda kaldı mı onun değeri yok, değil mi?
Bu ne biçarelik, ne düşkünlük! Kendinize itimadınız yok. Sizden çıkanın mutlaka
sakat olacağından şüpheleniyorsunuz. Hele gitsin de kendini büyük meclislere
tasdik ettirsin. Sorbonne’da ücretle en ufak bir iş görsün, yeter ki oradan
olsun: sonra döndü mü istediğini söyliyebilir.
Aziz dostum, beynelmilel
olmanın hangi çeşidini istersiniz: bu iş için mahsus seçtiğim, çekirdekten
yetişme bezirgânlarım var. Bir adamı tanıtmak mı istiyorsunuz, onları harekete
getireyim. Değersiz bir muharriri büyük bir şöhret haline getirmek mi
istiyorsunuz, bütün dillere tercüme ettireyim. Hakkında
makaleler yazdırayım; duvar ilânları yaptırayım; İngiliz dostlarımla anlaştığım
ve Hindistanı tutmak istediğim zaman Tagore’u Goethe haline getiririm.
Gandhi’yi Isa yaparım. Ve büyük istidatları okkanın altına atarım. Bütün
ağızları kapatırım, üzerinden unutmanın korkunç örtüsünü geçiririm. Göklere
çıkardığım bir adamı artık bırakmak mı lâzımdır? Bana haber verin! Herkes elini
ondan çekecektir. Komisyoncularım, yahudilerim, Mason localarım, büyük ilân
şirketlerim, fabrikatörlerim, faizcilerim, gazetecilerim, devlet adamlarım,
şarlatan ve gürültücü reklâmcıların bu iş için emrinize hazırdır. Sihirbaz
değneği ile dokunulmuş gibi her şeyi değiştiririm. Ol! derim, olur.
(Künfeyekûn) çünkü şöhret, benim zengin atlı arabalı soyumun elinde bayraktır.
— Ben o şöhreti kasdetmiyorum. Senin çıngırağınla duyulmayan ve
senin dolaplarınla unutulmayan şöhretler yok mu? Eflâtunu sen mi reklâm ettin?
Muhammedin bayrağını sen mi taşıdın? Marx’ın eserlerini sen mi dağıttın? Ve
bunların çoğuyla boş yere pençeleşmedin mi? Onları unutturmak için bütün
hilelerini kullanmadın mı?
Şeytan ellerini
uğuşturarak kulağıma eğildi;
— Onlarda bile biraz., dedi, bununla beraber nerede o
kabadayılar? (Biran durdu; düşündü ve ilâve etti) Eh!.,. Sizdekiler de pek
yabana atılmaz a!.. Les prosateurs turcs sayesinde ne gizli hazineler
keşfedildi! Gabriel’in sizden ettiği istifadeler sayesinde ne allâmeler sahneye
çıktı! Doktora tezleri sayesinde nice talebeler allâme kesildi! Alafranga Reşad
Nuri sayesinde nice meçhuller malûm oldu. Amma diyeceksiniz ki bunları
yeryüzünde kaç kişi biliyor, dinliyor? Nenize gerek! Kimse kendi şehrinde
peygamber olamaz. Ellerine liyakat beratını aldıktan sonra kendi çöplüklerinde
pekâlâ ötebiliyorlar a! Şimdilik bu kadarı kâfi.
— Aksi şeytan! Telif meselesinde seninle anlaşamıyacağız,
bırakalım da şu tercüme meselesine geçelim. Mademki telifleri beğenmedin,
şöhretleri kıskandın, allâmeleri hiçe saydın; öyleyse, gel de bari şu tercüme
yapanların değerini tasdik et.
— Affınızı niyaz ederim, son derecede müteessirim.
— Neden icap etti.
— Bu meselede de sizi kızdıracağımı hissettiğimden.. İsterseniz
şimdiden susayım.
— Hayır, söyle! dedim. Mademki bir kere başlamıştık, her ne
olursa olsun onu dinlemeye karar vermiştim. Zaten bu meselede kim şeytanla
beraber değildir? Orta mektep çocuklarına kadar bir sürü muharrir türedi: en az
yorulup, en çok gürültü çıkaran saha.
— Niye kızıyorsunuz? Kuyruk acısı mı var?
— Yok canım! dedim, o itibarla söylemiyorum. İnsan olur da
kusuru olmaz mı? Yalnız - dikkat ederseniz - yazanlarla saldıranlar iki ayrı
tip oldu. Yazanlar - az çok kusurla - dağ gibi cildleri deviriyorlar. Fakat
saldıranlar yorulmuyor, ve en küçük gayretle çomak oynamaya kalkıyorlar.
— Bu cildlerî devirirken galiba çam da devirenler oluyor.
— Bununla beraber dedim, ne de olsa bu tenkidler mütercimi
uyandıracak ve ilerisi için daha mükemmel işlerin çıkmasına yardım edecektir.
— Bu kadar iyi niyete şükür etmemek kabil mi?
— Bana kalırsa dedim, tercümenin adabı olduğu kadar tenkidin de
adabı olmak gerek. Goethe, Fransızcasından evvel «Rameau’nun yeğeni» ni tercüme
etmişti. Asliyle karşılaştırınca bazı yanlışlar ve bir çok eksiklere
rastlanıyor. Aristo Fransızcaya Cousin, B. St. Hilaire ve daha sonra birçokları
tarafından tercüme edildi. Hiç birinin ötekine küfür ettiği görülmemiştir. Yeni
tercümeler çok defa eskilerin kusurunu tamamlamak, yanlışlarını düzeltmek için
yapılır. Abbasîler zamanında bir Tercüme humması oldu: ayni eser tekrar tekrar
tercüme ve şerh edildi. Fakat kimse kimseye hakaret etmedi.
— Efendim, bunu zamanın zarafetine bağışlayın diye şey-tan yine
dil uzatmıya başladı. Vaktile sizin Hüseyin Cahit tercümeleri hakkındaki
yazılarınızı okudukdu (1925-26 M. V. mecmuasında.). Mehmet Ali Aynî’nin
yazılarını da hatırlıyorum- Bilmem bunları unuttunuz mu? Yine bu zatın M. İzzet
tarafından yapılan içtimaiyat tercümesine ait tenkidini, bu münasebetle iki
eski müderris arasındaki münakaşayı hatırlıyorum. Hakkı Bahanın M. Şekip
hakkındaki makalesini hatırlıyorum: Ribot tercümelerine hücum ediyordu. Köprülü
Fuad’ın Gustave Le Bon’dan tercümesini Selim Sâbit tenkid etmişti. Mehmed Emin
ve Baha Tevfiğin Boirac tercümelerine evvelce hücum edilmişti. Nurullah Ataç,
bir gazetede roman tefrikası halinde Mehmed Eminin Bergson tercümesine
hücumlarını neşretti. Peyami Safa ve Agâh Sırrı Nurullah Ataç’ın Madam Vovary
tercümesini tenkit ettiler. Mehmed Ali Aynî Nasuhi Baydar’ın «Görünmeyen adam»
tercümesini tenkit etti; bunun etrafında bir çokları konuştu. Ziya Paşanın
yarım bıraktığı Emile tercümesini son zamanlarda İhsan Sungu tenkit etti. Bunca
tercüme ve tenkidi ve daha şimdi hatırımda olmıyan bir çoklarını (Meselâ Kerim
Sadi adiyle yazan Nevzad Mahmudun size ve Sadi Irmağa hücumunu) zikretmemin
sebebi bu meselenin oynadığı rol üzerine dikkatinizi çekmek içindir: tercümenin
bol olduğu devirde tenkidin de bol olması - şüphe yok ki - en faydalı iştir. Bu
ten-kitlerden bir kısmı ciddî bir alâkadan doğuyor, mütercimleri mühim bazı
noktalar üzerinde uyandırıyor. Bir kısmı hafif dargınlığın, biraz küskünlüğün,
yahut belki daha derin bir husu-metin neticesinde yapılıyor. Bir kısmı bedava
şöhret merakiyle büyük gayretlere çarparak akranlar içinde «Bravo be!... Bak
kime de çatıyor!» tahsinini kazanmak için yapılıyor- Bir kısmı çocuklukla, bir
kısmı şaşkınlıkla, bir kısmı intikam ve kin sevkile yapılıyor. Bunca gayeyle
yapılan sokak gürültüleri ve Bâbıâli şamatalarını tek bir kadroya sığdırmak
kabil mi? Hesapta kaidedir: aynı cinsten olmayan şeyler cem edilemez.
— Azizim şeytan efendi! Sen bunamaya başladın. Neden
bahsediyorduk, nereye geldik! Bu bir yığın lüzumsuz havadisi nakletmenin ne
mânası var?
— Hiç!. Aklıma gelmişken söyliyeyim dedim, belki işinize yarar
diye.. Bu tercüme vadisinde siz ne buyuruyorsunuz, kimleri beğeniyorsunuz?
— Şekip Tuncun tercümelerini pek severim. Hüseyin Cahit
yamandır. Hele Nurullah Ataca bayılırım.
— Yanılıyorsunuz! Şekip Tuncun değil asıl Baltacıoğlu’nun
tercümeleri mühimdir. Ondan sonra Mülkrimin Halilin tercümeleri gelir.
— Doğrusu ben bu zatların tercümeyle uğraştıklarını duymadım.
— Bir geyi duymamak onun olmadığını isbat etmez. Nitekim bir
şeyi duymak da onun olduğunu isbat etmez. Mükrimın Halil Fransızca tercümeleri
okur, ermeniceden tercümeler yaptırır, Osmanlıcadan tercüme öğretir. Daha ne
istiyorsunuz?
— Ötekileri beğenmeyişine hayret ettim.
— Hâşâ! Öyle bir şey söylemedim. Yalnız ehemmiyet sırasına
koydum. Şekip Tuncun Türkçesi tatlıdır; fakat «Yaratıcı Tekâmül» ün başlarında
bir cümleye şöyle diyor: «O tarih bize anlamak melekesinde hareket etmek
melekesinin bir devamını, gittikçe daha sarih, daha mudil bir intibakım, canlı
varlıkların kendilerine has yaşamak şartlarının şuurunu gösteriyor. Halbuki o
şöyle olacak: «O tarih bize anlamak melekesinde işlemek melekesinin bir
lâhikasını, canlı varlıklardaki şuurun kendilerine ait mevcudiyet şartlarına
gittikçe daha sarih, gittikçe daha mudil intibakını gösteriyor.
Daha ileride şöyle
diyor: «İçinden çıktığı, yahut sadece bir parçasını teşkil ettiği: — Halbuki
şöyle olacak; yalnızca bir tecellisi veya bir manzarasından ibaret olan...»
Bir kaç satır ileride
gaiyet diyor «şuurlu gaiyet» olacak. «Fakat yapılacak bir fiil ile bundan
gelecek mukabil bir tesire doğru uzanmış olan ve her an harekete getirecek bir
intiba almak için eşyayı yoklıyan bir zekâ herhalde mutlak bir şeye «dokunuyordu.»
diyor. (S: 4). Halbuki şöyle olacak: «Fakat her an müteharrik intibaını almak
için, mevzuunu yoklayarak, vaki olacak aksiyona ve ondan çıkacak reaksiyona
doğru teveccüh eden bir zekâ, mutlak bir şeye temas eden bir zekâdır.» «Ve ona
göre kadroları teşekkül etmemiş canlı varlıklara» (S: 4). Halbuki şöyle olacak:
«Ve binaenaleyh kendileri için kadrolarımız teşekkül etmiş olmayan
mevzulara-••»
«İşte mevcudiyetimin
uğradığı değişiklikler, ve vakit vakit boyandığı renkler bunlardır. (S: 9).
Halbuki şöyle olacak: «İşte mevcudiyetimin bölündüğü ve zaman zaman ona renk
veren değişiklikler bunlardır.»
— Bütün söyliyeceğin bu kadar mı?
— Baştan bir kaç sahife okudum. İleride kimbilir neler var.
— Haltetme topal şeytan! Bunlara yanlış denmez. Sen böyle
demişsin, o öyle demiş. Ufak tefek şeyler. Ömründe dünyayı gezmemiş, başka
milletlerin kütüphanesini karıştırmamış gibi konuşuyorsun da hayret ediyorum.
Biz bir Aristo semineri yaptık; Almanca, İngilizce, Fransızca ve Türkçeden bir
çok tercümeleri Von Aster yunanca asliyle karşılaştırdı. Her birinde ne büyük
farklar meydana çıktı. Kelime atlaması, cümle kırması, mefhum ilâvesi, bazan
düpedüz yanlışlar gözüküyordu. Bu milletler asırlardanberi bu işe devam
ederler; bir gün de «mahvolduk!» diye bağırdıklarını duymadık. İtalyanlar:
«Traduttore, traditore» derler: Her tercüme bir ameliyattır. Öldürmese bile bir
parça zedeler. Buna katlanmak lâzım. Abdullah Cevdete Sheakespeare’i katletti
diye bağırdılar. Şimdi de aynı iftirayı Şehir tiyatrosuna atıyorlar. İş bu
kadar kolay olsaydı, bu garp milletleri bir eseri beş on defa tercüme zahmetine
katlanmazlardı.
— Öyle görünüyor ki siz hep mütercimlerin tarafından
çıkıcaksınız. Bu işte alâkanız var anlıyorum. Pekâlâ ya Türkçe bahsine ne
buyurulur? «Kırmızı ve siyah» tercümesinde Bay Nurullah Ataç Türkçede örnek
olacak işler yapıyor.
Tercüme demek yeni
elbise dikmek demektir. Hem çevirecek, hem de ekini belli etmiyeceksin! «Bu
halim selim hanımcağızın» diyeceksin; meydan isimlerini, sokak isimlerini
çevireceksin.
— Yine mi cümle dersine başladık?
— Hayır bir misal diye söyledim. Maksadım Türkçeye ait parlak
nümuneler vermek. İlk sahifede; «Hakikat, şu buruk buruk hakikat».
— Muşmuladan mı bahsediliyor?
— Acı, haşin, sert demek istiyor. — Üstü başı kurşunîdir.»: Bu
üst baş tâbirini biz yalnız muayyen yerlerde kullanırız: üstü başı perişan;
üstüne başına bakmıyor gibi. Elbise yerine geçer mi?
Türkçede fâil cansız ise
cemide «ler» gelmez. Halbuki «Yirmi çekiç inerler» dediği halde.. Güzel ve teni
parlak kızlar... koyar» diyor.
— Ya «Küçük para
çıkarları havasını» necedir?
Şu cümleyi ibret gözüyle
dinleyin: «Ehemmiyeti Bayım, ne beğenmiyorsunuz. Ahmakların saygısını,
çocukların ağız açık hayranlığını, Arif kimsenin de hafifsemesini hiç
sanırsınız.» Aslını karıştırmaya lüzum yok!
Bazan şöhrete ün,
muhtereme saygı değer, tarafa yön dediği halde; bazan da Belediye meclisinin
muhalefetine bakmı- yarak.., «Mütedahil tekaüt maaşlarını», diyecek kadar eski
ifadeye sadıktır. Dil, bazan öz türkce, bazan lâubali, bazan resmîdir.
Fransızca sokak ve nişan isimleri bazan tercüme ediliyor; bazan aynen
saklanıyor. Ayni cümlede hapis evi derken yanı- başında hastahane denebiliyor.
Zaman zaman Bay ve Bayan, Mösyö ve Madam yer bulabiliyor. Hekime tabib deyecek
kadar gevşek bir ifade içinde «İlçebayı» nın yeri var mıdır? İkide bir
medreseden bahsediliyor. İnsan kendini bir müslüman şeyrinde zannedecek. Çok
şükür ki ben bir lâhzada kıt’aları kat- ettiğim için bunu o kadar
yadırgamıyorum.
— İllâllah senden! Adam beğendiremedik gitti. Evlenecek olsan
şimdiye kadar bekâr kalırdın. Bir İspanyol komedisine göre adam yaratılınca
uzun bir dua okumuş. Allah da: «Bu kadar geveze bir kulu yarattığım için
pişmanım!» demiş. Bu kul sen olacaksın. Bari şiir okumasını bilir misin!
Bazılarını susturmak için yegâne çare budur.«
Gevezeyi cehenneme
atmışlar; «Odunlar yaş!» diye bağırmış.
Bilmediğini bilmeyenlere
Şeyh Sa’dî’nin şu beytini oku:
.An kes ki ne daned ve ne daned ki ne daned
Der cehli mürekkeb ebedüddehr bimaned.
Muhterem Şekip Tunca,
saygı değer Nurullaha, gayretli Hüseyin Cahide ağız açtırmam. Telif ve tercüme
hakkında karma karışık şeyler söyledin, bir yığın sözle zihnimi bulandırdın.
Goethe’nin dediği gibi: «her nazariye
bulanıktır, yalnız hayatın altın ağacı renklidir.»
Sh:
5-49
SIHHATE VE AŞKA DAİR- Şeytanla Konuşmalar- Hilmi Ziya ÜLKEN
İnsan sıhhatte olunca,
bütün yelkenleri rüzgârla kabaran bir gemi gibi bütün ihtiraslarile yaşar;
fakat hastalanınca tek ihtiras kalır: iyileşmek arzusu. O zaman ne aşkın, ne
hırscahın, ne san’atın, ne ilmin mânası vardır. Onu rüya âleminde, ayağı yerden
kesilmiş gibi yaşatan bu kanatlar kırılınca birden acı hakikatin toprağına
düşer. Fakat bu sukut, en kötü mânasile realisttir. Orada insan kendi
derdlerile baş başadır; onların tuzağına girer; dünyası küçülür, küçülür. En
dar manasile egoizm, insanın kahraman tarafını katleder. Spor meraklısı
Veliefendi yarışları kumarına düşer, kitap meraklısı reçeteleri okur, ilâç
ilânlarından dosya yapar. İşi gücü yalnız hastalıktır. Öksürük, ter, diz
kesikliği, baş ağrısı, bir diziyem ateş, yüz kilogram onun gözünde bir kıt’anın
fethinden, bir kavmin ıztıraptan, büyük bir keşiften daha mühimdir.
Hastalıklarına rağmen kendine düşmiyen ve dünyayı unutmayan insan ne azdır!
Bu sabah yataktan her
tarafım kırıklık içinde kalktım. Göğsüm katlanılamıyacak kadar şiddetli
ağrıyordu. Günlerdir süren bir öksürüğün başıma iş açacağından korktum. Bu
tehlikeli bir ağrı olabilirdi. Artık yazılarımı düşünecek halde değilim. Beni
erkenden hastahaneye kaldırdılar. Burası Çamlı- canın yüksek bir sırtında
Marmaraya bakan güzel bir binaydı. Genç, yaşlı, çocuk bir hasta bölüğü ve
onlara kumanda eden doktorlar, hemşireler. Orada yalnız derdden ve dermandan
bahsediliyordu. Parmağımdan, kolumdan kan aldılar. Türkrüğümü muayene ettiler.
Göğsüme X şuaı ile baktılar. Güneşe karşı yatılan bir balkonda sabahtan akşama
kadar dinlenmeye mecbur ettiler. Teneffüs zamanları üç beş kişi bir araya
gelince hastalıktan, yalnız hastalıktan konuşuluyordu. Bir kaç gün sonra ben de
bu muhitin âdetlerine alıştım. Bütün kıymetlerin ölçüsü artık kilo olmuştu.
Tiryakisi olduğum kâğıt kalemden uzak düştüm diye üzülüyordum. Rahatım tamamen
yerindeydi. Önümüze uzanan geniş bir vadinin sonunda Haydarpaşa ve Kadıköyün
silueti büyük Amerikan şehirlerini andırı-yordu. Marmaranm üzerinde Hayırsız
adalar; mavi, beyaz, kızıl ve turuncu renklerle yağlıboya tabloya benziyen gök
ve deniz. Bu şehirden uzak ve münzevî köşe insana yunan üsture- lerine yakın,
Shelly’in şiirlerindeki hayal dünyasını yaşatıyordu. Elimde olsaydı bu güzel
dünyada senelerce kalmayı, bir afyonkeşin rüyası gibi onunla kendimi avutarak
yaşadığımız buhranlı âlemin azaplarına dönmemeyi çok isterdim. Fakat ne
hafızamda devam eden cemiyet, ne içinde yaşadığım hastalık muhiti buna imkân
bırakıyordu. Termometreler, nabız saymaları, doktor muayenesi, bizim gibi içine
katlanmış evhamlı ve hodkâm insanların telkin havası; bu radyolar, havadisler,
gazeteler, uzaklardan büyüyerek, şeklini değiştirerek gelen haberlerin kâbusu
beni bir an için daldığım rüyalardan uyandırıyordu.
İnsan ancak kendine düştüğü
zaman, saadetin kendini terketmeden başka yerde olmadığını anlıyor; bir insan
için, bir heyet için, bir ideal için, en yüksek hattâ en mütevazi maksatlar
için kendini terketmede! Yalnız kendi derdine düşen, ve nabız saymaktan başka
endişesi olmayan insanın mes’ut olmasına imkân var mı? Voltaire’in dediğine
göre heyetciler yıldızları rasad ediyorlardı. Bir köylü: «Boşuna uğraşıyorlar,
onlar hiç bir zaman bize daha yakın olmıyacaklar...» dedi, saadet hakkında
muhakeme yürütenlerin hali de asıl saadetin yanında bundan farksızdır. Saadeti
arayan insanlar, evlerini bulamıyan, fakat bir evleri olduğunu bilen sarhoşlar
gibidir. Ulysse’in önünden daima kaçan Ithaque adasma benzer. Böyle düşünerek,
bu boş muhakemeleri zihnimden koğmaya çalıştım. Yavaş yavaş kendime geldikçe
kâğıt kaleme el uzatmaya başladım. Yine mevzularımı hatırlayınca ilham perisini
çağırdım, fakat her zamanki gibi onun yerine aksi şeytan karşıma çıktı.
— Çoktandır ziyaretinize gelemiyordum. Okuma yazmanın
menedildiğini duyduğum zaman şükür bu derdden kurtuldu diye sevinmiştim. Nenize
gerek! başka işler yok mu Allah aşkına? Bir kavim vardı; mürekkeplerini
kuruttuğum için, kalemlerini gözyaşına batırarak yazdılar. Yüz deve yükü
şikâyetname ile Allah’ın huzuruna bana iftiraya çıktılar. Ağızlarını kapasın
diye dünyanın bütün eğlencesini vadettim, ziyafetler çekerek patlaymcaya kadar
yedirdim. Bu kavmin farelerinde bile mütalea zevki vardı. Kütüphaneler didik
didik olmuştu- Ciddiyat- dan kurtarmak için kurd masalları anlattım. Yine bir
türlü maden suyu şişelerinin üzerindeki ilânları okumadan, salçayla peçetelere
yazmadan menedemedim. Ellerini bağlattım, çeneleri işledi. Hiddetimden arzın en
soğuk memleketlerine sürdüğüm zaman, yine durmak bilmediler. O kadar soğuk
vardı ki ağızlarından çıkan kelimeler donuyordu.
Fakat bir kavim vardı,
ciddiyi şakayla mezcederek Allahı da beni de memnun etmesini bilirdi. Kalemleri
istihza kadar keskin ve zekâ kadar parlaktı. Kitapları meyhane gibiydi: içinde
gönle ferah veren tatlı şaraplar, baş döndüren keskinler, ve deli divane eden
müskirler vardı. Kitaplarında boş yerler bırakip mânâsız şeyler yazacak yerde,
Homeros gibi güzel söz-leri ikide bir tekrarı tercih ediyorlardı. Bunlar da
deve yükle- rile dünyayı doldurdular; fakat kahkahalarla güldürdüler, hiç- kırıklarla
ağlattılar. Zevki, neş’eyi, ıztırabı ve aşkı öğrettiler. Zengin bir cemaat
hasedinden bu kavme hücum etti. «Gürültülerinden durulmuyor, dünyada bize huzur
kalmadı!» diye Allaha şikâyet etti. Kendilerini şöyle müdafaa ettiler: «Onların
kitabında altın gürültüsü, bizim kitabımızda buse gürültüsü işi- dilir.» Bu
kibirli ve boş kavmin kütüphaneleri başkalarına ait eserlerle doludur. Bir şey
yaratamamakla ve onlara hayran olmakla iftihar ederler. Eflâtun ve Kant’ın
heykelini salonlarında bulundurmak ve etajerleri yanında Descartes’in büstünü
cehle karşı nöbetçi gibi tutmak onlar için kemal alâmetidir. Bu ülkeyi
terkettim: orada hamakat kürsilerde vâzeder, ve meclislerinde köleler parmak
kaldırır. Ben o şehirde ne yapayım? Kötü bir eser okunduğu zaman yalan söylemesini
bilmiyorum. Ne onu takdir ediyorum, ne kopyesini çıkarıyorum. Ben bu
şeytanlığımla onların yanında yalanı, müdahaneyi, yerlere eğilmeyi unuttum.
Zaman onların ülkesinde bunak bir cadi karısıdır. Bütün eski yaptıklarım
bozuyor; ve mütemadiyen saçma şeyler söyleniyor. Zannederim yeryüzünde bir
zaman Hi- cab oturmuştu. Fakat bu kavmin şerrinden o şimdi başka seyyarelerde
seyahate çıkmıştır. Bu insanlarla ülfet etme de ne yaparsan yap! Varsın sana
rağbet etmesinler. Yaşamak için az şey kâfidir. Bu da olmayınca köpeklere
atılan ekmekleri yiyerek köprü başlarında dilenemez misin? Bu asır, fuhuş ve
sefa- hetle bunamış bir ihtiyar sultandır. Gazabımdan o diyarı terkettim. O
memleket halkına ekmek ve kundura yerine yüz da-ğıtmalı; çünkü hepsi yüzsüzdür.
Sizlerse biçare ve perişan bir hale gelmişsiniz. Şikâyete gücünüz yetmiyor.
Hastalıktan, meskenetten derdinize düşmüşsünüz. Zuâfanın zalimlere karşı
kullanacak tek dişi bile kalmamış. Bilseniz ki bu altın bunak-ları sefahatten
tahtlarına göçmüşlerdir; tefahür ve içkinin sarhoşluğu başlarında derman
bırakmamıştır; ateş saçan kaleminiz yüreklerine Neptune’un oku gibi
saplanacaktır. Delilik Plutus’- un oğludur, Plutus ise zenginlik ilâhıdır. Âdi
bir kalem harbinde korkudan ölen bu insanlar, kılıcı ellerine aldıkları zaman
ne yapacaklardır? Hasta veya sağ demeyin, kalkın; o güzel ve ahmak ilham
perisini koğun! Ne de olsa eski dostunuz, ben topal şeytanla baş başa düşünüp
taşınarak bu rezalete nihayet veımek için yeniden kalemi elimize alalım.
Şeytan dehşetli taşkındı.
Her zamanki haline benzemiyordu, o kadar hiddete alışmıştı ki, sakinleştiği
zamanlar, insan kızmaya başlıyor zannederdi.
— Tefahürün sarhoş ettiği bu adamlara hücum edin! diye tekrar
başladı. Allah hiddetli bir zamanında, bu adamları te-bessümden mahrum
yaratmıştır. İnce sözler, nükte, zarafet bir dev uykusunda sivrisinek vızıltısı
gibidir. Önlerinden davul zurnalarla geçmeli, rezaletlerini âleme ilân
etmelisiniz. Bu adamlar altın için karılarını, hattâ öküzlerini vermekten
çekinmezler. Zaafın karşısında Nemrud kesilir; kudretin önünde yerlere
kapanırlar. Küpler dolusu para biriktirir ve açlıklarından ölürler; o- ğulları
bu serveti fuhuş ve rezaletle israf ederken, bir başka kavmi açlıktan
öldürürler. En büyük küçüklükleri budur! Sultanları sefahatten bunamış bir
müstebiddir. Bizde şahane demek med- hiyeydi. Onlarda bu kelimenin büsbütün
başka mânası var: Şahane sarfetmek, iflâs etmek; şahane yaşamak, sefalet
çekmektir. Bu kavmi levm etmek şeytanın şerefi olacaktır?
Öyle coşkun söylüyordu
ki, hastalığımı unuttum. Yatağımdan fırlayarak eski halim gibi heyecanla odada
dolaşmıya başladım. Artık kendimden, kurtuluyordum. Nihayet saadetin kadehini
ele geçirdim; fakat yazık ki dolamıyacak; çünkü çat-laktır. Çünkü dizlerimde
eski derman yok. Parmaklarım satırların üzerinde eskisi gibi yürümüyor. Bu iş
benim kârım değil! diye tekrar yeisle koltuğa çöktüm.
Şeytan acı kahkahalarla
gülüyordu: beni derin derin süzüşünde; renksiz tenimi, çökük ağzımı, pörsük
derimi tetkik edişinde beni çileden çıkaran bir hali vardı. Bir müstehaseye
bakar gibi mi bakıyordu? Dişleri sökülmüş vahşî bir hayvanın etrafını saran
aptal bakışlı köylüler gibi mi bakıyordu? Asırlardır elinde yuğurduğu binlerce
insan hamurundan bir tanesi gibi evirip çevirdikten sonra bir başkasını
yuğurmak için beni fırlatmıya mı hazırlanıyordu? İnsan nevinin yıpranışmdaki
acıyı ona duyurmak kabil değildi. Iztırabımızda, yesimizde, düşkün zamanımızda,
ölüm döşeğimizde o her zaman bizi böyle soğuk gözlerle karşılamış; anlamanın
verdiği büyük sürurıı hiç bir zaman tadamamıştır. Ona dehşetli gazabım olduğu
halde, bu zâafını düşünerek sevindim.
— Haydi bakalım! daha içecek suyunuz var. Ne çabuk da kendinizi
bıraktınız! Alın elinize kalemi, ha!... Şöyle, pilâvdan dönenin kaşığı
kırılsın. Ben de sizinle beraberim, bu mel’un taifeyi hicvetmek mi; sizinle
beraberim; aşktan, eğlenceden, ilimden, kitaplardan bahsetmekmi? sizinle
beraberim; tâ dizleriniz sizi çekemiyecek hale gelip te, perişan yatıncıya
kadar, gözünüzdeki son ışık parlayıncıya kadar beraberim.
— Boş yere kalemi oynatıyordum.
— İhtiraslarım beni sürüklemiyor! dedim. Yelkeni şişirecek bir
rüzgâr buldummu, hedefim ne olursa olsun giderim:
— Ya şimdi Okyanusta rüzgârsız mı kaldınız? Hakikî mevzu
olmadığı zaman ben dostlarıma sahtelerini tavsiye ederim. Tâ ki gemi pupayelken
olsun! Bu mel’un taifeyi hiciv edemezsen çocukları haşla; genç şairlere çıkış;
şehir tiyatrosuna hücum et! Bu da olmazsa gölgenle güreş; hiç bir müdafii
olmayan bir kimse de bulamaz mısın, git ona çat! Hakikî aşkı yaşayamazsan,
hayalinde sevgililer uydur, git onları tavaf et! Hakikî şiiri yazamazsan bütün
divanları, destanları oku! Onları öyle coşarak, öyle kendinden geçerek oku ki,
senin zannetsinler! Hakikî fikre erişemezsen, zarar yok, kelimeleri yan yana
getir; aklından geçenleri söyle; korkmadan her şeyden bahset; ilim, felsefe,
tasavvuf dediğin nedir? Düşünürsen buna benzer şeyleri bulamaz mısın? Mahalle
kahvesinde herkesin kendi «felsefesi» yok mu? Senin neden olmasın? Varsın
omuzun çökmüş, yüzün buruşmuş olsun; elinde kalem yok mu? Kelimeler, kelimeler
ne güne duruyor? Hançereden, boğazdan, damaktan, dilden yirmi sekiz ses çıkaran
o saksağan gibi tadsız, gürültücü; musikilerin en feciini veren kelimeler ne
güne duruyor?
— Ben bu işe razı değilim.
-— Beğenemediniz mi
beyim! Bu yaştan böyle düşkünlükten sonra nenize yetmez! Aç tavuk kendini arpa
ambarında sanır.
— Yok!.. Böyle bir iddiam yok. Yalnız sıhhatin hasretini
çekiyorum. Hakikî ihtirasları yaşamayınca, sahtelerine razı olamam: hiç yoktan
mesele çıkarmak; bir bardak suda fırtına yapmak; büyük, parlak sözler söyleyip
hiç bir şey ifade etmemek! Eski zamanların bir hatibi san’atini şöyle tarif
ediyordu: küçük şeyleri büyük göstermek ve bulmak. Montaigne’in dediği gibi, bu
küçük bir ayağa koca kunduralar ısmarlamaktır. Demagojinin azdığı devirler bu
san’at revacdadır. Demosthene’den Ciceron’a, Gambetta’dan Jaures’e kadar halkı
sürüklemenin mucizesine erişen en büyük hatipler bile bana boş geliyor!
— Beceremediğiniz şeylere karşı ne güzel tavrınız var! La-
fontaine’in tilkisi gibi..
— De ki öyle olsun! Bazı şeyler vardır ki seyri hoşa gider;
fakat bir an için onu tekrara tahammül edilemez. Soytarının maskaralıklarına
gülersin! Fakat... Meselâ sen, pekâlâ hoşuma gitmiyor değilsin. Fakat yerinde
olmak, maazallah!-..
— Ya!., demek hatipleri beğenmiyorsunuz. Ya fıkracılar, ya
güzel buluş sahipleri, ya asrî meddahlar, ya fikir fantezileri ve his
denemeleri?...
— Anlatamadık vesselâm! Hiç de gününü iyi intihap etmedin
şeytan. Şaka edecek halim yok. Hülâsa beni eğlendiren her şey hoşuma gider.
Yalnız bu asrî meddahlarını? asrî karagözler, orta oyunları, artık sokaklarda
rastlıyamadığımız için üzüldüğüm çingenelerin ayı ve maymun oyunları, şehir
şehir dolaşan sirklarda soytarılar, ve palyaçolar... Heine’nin Atta Trol’ünü
bilmiyor musun?
— Unutmuşum.
— Bak sana hatırlatayım: bir çingene ayısiyle bütün Avrupayı
dolaşıyor. Herkes ona gülüyor; kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar onu kahkahalarla
karşılamak için kapılara, pencerelere üşüşüyor. Fakat bütün kıt’ayı eğlendiren,
bu çingeneyle ayısına kimse kapısını açmıyor: kimse ona selâm vermiyor; ona en
küçük iltifat eden hakarete uğruyor.
— Demek siz de Heine’nin ayısını tahkir ediyorsunuz?
— Bilâkis! ona acıyorum, hattâ seviyorum. Fakat onu gizli gizli
seviyorum. Henüz sesimi yükseltecek kuvvetim yok. Fakat elbet sırası gelecek!..
Onu seviyorum, fakat bu hale düşmek istemem.
Şeytan sözü değiştirmek
için sabırsızlanıyordu. Bir cümle sonu bulunca atıldı:
— Hicvi ne yapacağız?
— Sırası gelince söylerim.
— Öyleyse aşktan bahsedelim.
— Ne hatıralarımı nakledecek kadar yaşlıyım, ne de harekete
geçecek kadar dermanlı.. Aşk oyunların en tehlikelisi, fedayı nefislerin en
cür’etkârıdır. Bir insan için her şeyi feda edebilmek, ve yalnız bu fedayı
nefsin değil, bu fedaya mevzu olan insanın sevildiğini bilmek, fakat bunu öğrendiği
anda sukuta başlamamak; içinde istiğrak ve cezbe namına ne varsa bütün hızıyla
sarfedebileceği şahikaya ulaştıktan sonra birlikte orada kalmak ve sukuta
başlamamak; bu istiğrakın süruru içinde ebediyeti bir ane sıkıştırabilmek için
ölmeyi hazların en büyüğü haline getirmek.. İşte hissettiğime göre, aşk bu
olacak!
— Güzel!., ama Aristokratik bir tarif. Bu tehlikeli oyunun
şampiyonlarını sevindirir. Fakat benim gibi fakir şeytanları düşünün! Herkes ip
cambazlığında tehlikeyi göze alsa da, yükseklere kadar çıkabilir mi? Yarı yolda
düşenler, aşağıda hayranlıkla seyreden, coşan ve bir türlü girişemiyenler yok
mu?
— Gayeden bahsettim. Oraya varmak, orada kalabilmek başka
mesele. O kadar bitkinim ki, bu muazzam mevzuun bahsi bile başımı döndürüyor:
alâkalar, sempatiler, heyecanlar, ü- midler, vâidler, takipler, buluşmalar;
tehlikeler, rakipler, tehditler, kıskançlıklar, şüpheler, tereddütler, yeisler;
tekrar ümidler, hava boşluklarında anî sukutlar ve alçalıp tekrar tekrar
yükselmeler, nihayet istiğrak ve vecd içinde kendinden geçmeler, ebedîlik
hisleri, iman derecesinde bağlanışlar, zaferler.. Her macera kavsini böyle
tamamlamış olsa dünya şampiyonlarla dolardı. Kıt’aları keşfe çıkan seyyahlar
gibi kaç yolcu yollarda kalır, kaçı kurban gider! Bu perişan halimde seferlere
girişmek değil, onun merhalelerini düşünmek bile başımı döndürüyor.
Bilirsin Stendhal aşkı
dörde ayırır. Onu tekrar yaşamak kuvvetini kendimde bulamıyorum, bari
hasbihalini yapayım — Birincisi, Portekizli rahibede (Diderot, La religieuse.)
Abelard’a karşı Heloise’de yahut bizde Leylâya karşı Mecnunda görüldüğü gibi
ihtiras - aşk; İkincisi 1760 a doğru Pariste hüküm süren ve bu devrin
hatıraları ve romanlarında, meselâ Crebillon’da, Lau- zun’da, Duclos’da,
Marmontel’de, Chamfort’da Madam d’Epi- nay’da görülen zevk - aşk - ki bu her
şeyin gölgelere kadar gül penbe renginde olması lâzımgelen, ve ne bahane ile
olursa olsun hoş olmıyan hiç bir şeyin karışmadığı bir tablodur. İhtiras - aşk
bizi bütün menfaatlerimizi fedaya sevkettiği halde, zevk aşk onlarla pekâlâ
uyuşuyor. Bu zavallı aşktan tefahürü kaldıracak olursanız geriye pek az şey
kalır; o bu tefahürden mahrum kalınca, neredeyse sürünecek hale gelen bitkin
bir nekahat hastasıdır. Uçüncüsü maddî aşktır. Avda ormandan kaçan güzel ve
taze bir köylü kızı bulmak. Bu nevi haz üzerine dayanan aşkı herkes bilir.
İnsanın karakteri ne kadar kuru olursa olsun, on altı yaşında bununla başlanır.
Dördüncüsü, tefahür aşkıdır. İnsanların en büyük kısmı, tıpkı güzel bir
beygire, genç bir adamın ziyneti için lüzumlu bir şey gibi alamod bir kadına
sahip olmak ister. Az çok koltuklanan, az çok pique edilen tefahür münasebetler
doğurur. Bâzan işe maddî aşk da karışır, fakat daima değil; ekseri maddî aşkdan
eser bile yoktur.
Bu münasebetlerin en
mesudu maddî hazzın itiyadla yerleşen ve artanıdır. Hatıraları onu aşka benzer
bir hale getirirler. Terkedilince izzeti nefsi kırılır ve keder başlar. Ve
romanlardan kalma fikirler zihne hücum ederek insan kendinin âşık ve melânkolik
olduğunu zanneder, zira tefahür kendinin büyük bir ihtiras olduğu vehmindedir.
Muhakkak olan cihet, insan hangi nevi aşktan haz duyuyorsa, ruh kendinden
geçtiği zamandan beri, bu, hazzın canlı ve hatırasının sürükleyici olmasıdır;
halbuki bu ihtirasta, diğerlerinin aksine olarak, kaybedilen şeyin hatırası
istikbalde beklenen şeyden daima üstün görünür. Bazan, tefahür aşkında itiyad
veya daha iyisini bulmaktan meyus olmak, bir nevi dostluk doğurur ki bu, bütün
nevilerin en sevimsizidir.
Maddî haz, tabiatta
mevcut olduğu için herkesçe malûmdur, fakat müşfik ve muhteris ruhlar nazarında
aşağı bir derecesi vardır. Bu ihtiraslı ruhlar her ne kadar salonda gülünç bir
mevkie düşerler, ve ekseriya kibar kimseler entrikalarile onları biçare bir
hale koyarsa da, tefahür veya para için çarpan kalblerin duyamıyacağı hazları
yalnız onlar duyarlar. Bazı faziletli ve müşfik kadınlarda maddî hazlara dair
hemen hiç bir fikir yoktur. Eğer demek caizse, onlar kendilerini bu hazza
nadiren bırakırlar, ve o zamanda bile ihtiras - aşkın münasebetleri beden
hazlarını hemen hemen unutturur. Cehennemi bir gururun, bir Alfieri gururunun
kurbanı ve âleti olan adamlar vardır. İhtimal Neron gibi bütün insanları
kendilerine kıyas ederek titerdikleri için zalim olan bu kimseler, mümkün olan
en büyük gurur tatmini ile beraber bulundukça, yani haz arkadaşları üzerinde
vahşetler yaptıkça ancak maddî hazza ulaşabilirler. Justine’in dehşetleri gibi.
Aşk ruhda nasıl başlar:
1— Hayranlık,
2— Öpüşmek arzusu,
3— Ümid,
4— Aşk doğar,
5— İlk tebellür (Cristallisation): insan
aşkından emin olduğu bir kadını, bin bir kemal ile tezyin eder. Salzbourg tuzu
madenlerinde, madenin derinlerine, kışın yeşermiş bir ağaç dalı bırakılır. İki
üç ay sonra, o kuyudan parlak billûrlarla kaplı bir halde çıkarılır: en küçük
dallan, bir arı kuşu pençesinden daha kalın olmayanları müteharrik ve göz
kamaştırıcı namütenahi elmaslarla müzeyyendir. Artık evvelki dal tanılamaz bir
hale gelir. Burada Stendhal’in tebellür (billûrlaşma) dediği şey zihnin sevilen
mevzuda işliyerek, ona mütemadiyen kattığı en mükemmel vasıflardır.
6— Şüphe doğar. On on iki bakıştan sonra
evvelâ ümidler belirmiş ve kuvvetlenmiş, ilk hayretinden uyanan ve saadetine
alışan, yahut - ekseri - yalnız elde edilen kolay kadınlarla meşgul olmak
lâzımgeldiği nazariyesinin rehberliğinden istifade eden âşık, daha müsbet
teminat ister ve saadetini ileri götürmeye kalkar. Karşısına alâkasızlık,
soğukluk, hattâ fazla emniyet gösterirse hiddet çıkar; âşık umduğu saadetten
şüphelenmiye başlar. Hayatın diğer hazlarına kendini vermek ister. Onları
tükenmiş bulur. Müthiş bir felâket ve ayni zamanda derin bir dikkat onu kaplar.
7— İkinci billûrlaşma. O zaman şu fikri teyid
eden elmaslarla müzeyyen ikinci billûrlaşma başlar: beni seviyor. Şüphelerin
dördüncüsünü takip eden gece her çeyrek saatte bir, müthiş bir felâket anından
sonra âşık kendi kendine şöyle der: evet, beni seviyor: ve billûrlaşma yeni
sihirler keşfetmeye doğru çevrilir. Sonra şaşkın bakışlı şüphe onu ansızın
yakalar. Göğsü şiddetle solur. O zaman da: fakat beni seviyor mu? diye sorar.
Bu birbiri arkasından bir harap edici ve bir tatlı heyecan ortasında zavallı
âşık kuvvetle şunu hisseder: dünyada yalnız kendisinin bana verebileceği hazlan
verecektir, ikinci billûrlaşmanın birincisine bu kadar faik olmasını temin eden
bu hakikatin bedihiliğidir, bir taraftan korkunç uçurumun yanıbaşından giden ve
diğer elile tam saadeti tutan bu kanaattir. Âşık şu üç fikir arasında
mütemadiyen dolaşır durur:
1—Bütün mükemmellikler
ondadır.
2—O beni seviyor.
3—Aşkın en büyük
delilini ondan elde edebilmek için ne yapmalı? Henüz genç olan aşkın en harap
edici anı, yanlış bir muhakemede bulunduğunu ve bütün bir billûrlaşma pan’ını
yıkmak lâzım geldiğini farkettiği andır. O zaman billûrlaşmadan da şüphe
edilir, ve her şey biter.
Şeytan bu uzun ve ciddî
bendi nasıl dinledi, şaşıyorum. Yalnız sözümü bitirir bitirmez, sanki bunları
hiç duymamış gibi yine bana döndü:
—Boşuna kendinizi
üzüyorsunuz, bir şeyiniz yok! Biraz silkinin bakalım. Doktor Coue’leri,
Gason’ları okumadınız mı? Bir şeyim yok, iyiyim deyin. Kalkın, yürüyün; iyi
olursunuz.
Ve bunları tatbik için
elimden tuttu, beni ayağa kaldırdı. Bir an, irademi ona terketmiş gibi beraber
yürüdüm, bahçeye kadar çıktık. Bana yeşil tepeleri, ve kır çiçeklerini, mavi
gök ve denizi gösterdi, iyileşmek için her şey hazırdı. Sanki bir an kuvvetlerim
geri dönmüş gibi oldu. Fakat birden kesildiğimi hisset' tim; bir taşın üstüne
çöktüm.
—Nafile şeytan!
yapamıyacağım. Bütün iyi niyetlerimize rağmen daha fazla yapamıyacağım, dedim.
Sıhhat telkinle kazanılır diyorsun. Yüz metre kuyuların dibinde çalışanlar yüz
metre yukarıda olduklarını telkin edebilir mi? Sefalet çekenler, sürünenler,
zekâsı olan ve bağrında acı duyanlar bu acıyı telkinle sökebilir mi? Açlıktan
ölenler, kurşuna dizilenler, taunların, dampinglerin ve istilâların kemirdiği
insanlar; ekmeği elinden giden ve bir zafer için midelerini satan
komisyoncular, muhtekirler, tok haydutların elinde sıtma ve trahomdan kıvranan;
sefaletle veremi mâşerî bir vazife diye kabul eden insanlar telkinle şifa bulur
mu? Hayır! nasihatlerin hoşuma gitmedi. Bugün sen pek mülâyimsin, ve ben pek
haşinim. Dostluğuna teşekkür ederim, fakat beni -insan arasına çıkabileceğim
zamana kadar- kendi derdimle yapayalnız bırak.
Nekahat zamanımı
seyahatte geçirdim: Anadolu şehirleri insanı tedavi etmese de gözünü açıyor.
Gördüklerim Evliya Çelebi’nin anlattıklarına hiç benzemiyordu. Amerikanın
keşfinden, hele Süveyş kanalı açıldıktan sonra büyük kervan yolları
terkedilmiş, eski mamur çarşılar harap olmuş, zengin şehirler pej rişan
kasabalara dönmüştü. İnsan yakın şarkın bugünkü halini görünce, eskilerin Acem
mübalâğası ettiklerini zannediyor. Halbuki bir zamanlar gerçekten dünyanın
cenneti, üç kıt’anın birleştiği bu ülkelerdi. Arazi İmam Müsliminindi. Ahali
«Gaile» sini, hükümet hasılattan hissesini alırdı. Fatih çocuklarına arazi
mukataa suretile verilmişti. Sonraları kısmen mukataa, kısmen satılık, kısmen
vakıf oldu. Memleket kendi hasılatile bol bol geçiniyordu. Mücevherler,
ipekliler, halılar, baharat Hindden garba bu yoldan geçiyor, kervanların uğradığı
yerler mamureye dönüyordu.
Şimdi bu rüyasını
gördüğüm şehirlerin yerinde kerpiçten evler, iğri büğrü sokaklar, bataklık
dereler var; sıtmanın, trahomun, frenginin alev gibi kavurduğu insan vücutları!
Yirmi sene çalıştık: açları doyurmak, çıplakları giydirmek istedik. Hasta
benizlere can katmak istedik. İnsan iradesi usul ve ilimle birleşirse nelere
kâdir değildir! Aşılacak büyük menziller var. İyi iş görmek için gözü açık
yürümelidir. Bu seyahat gözlerimi fal taşı gibi açtı. Ne kadar yol aldık, önümüzde
kaç konak var; gereği gibi görüyorum. Afyonkeşin rüyasında gördüğü dünya
herhalde bu değildir. Bu bizim baobab (ağacı) gibi binbir kökle bağlandığımız,
acı ve sevgili dünyadır.
Dönüşümde şeytan beni
evde hazır buldu.
— Yeni bir hasbihale mi geldin!
— Seyahat intihalarınızı dinlemeye.
— Katı şeyler söyliyeceğim.
— Zaten buna hazırdım. Hikmet yalnız hakikattedir. Ahlâkın
bütün kanunları tek bir kelimeye irca edilir: hakikat.
— Yalanlarınla âlemi baştan çıkarırken, bunu söylemeye nasıl
cür’et ediyorsun?
— Bütün fenalıkların menbaı olabilirim. Fakat yalan, asla!
Hakikati söylediğim için Allah beni melekleri arasından tardetti. Doğru
söyliyeni dokuz köyden kovarlar. İnsanların benden ürkmesi de bundan değil mi?
Hata aksiyonda mütemadiyen kendini gösterir. Onunla mücadele için, her türlü
tard ve teb’idlere, menfalara, hapislere katlanarak hakikati bıkmadan,
yorulmadan tekrar etmelidir. Eski dostum Goethe şöyle diyor: «Zararlı hakikati
faydalı hataya tercih ederim. Zararlı bir hakikat bir müddet için zarar vereceği,
ve derhal daha faydalı olacak hakikatlere sevkettiği için faydalıdır. Halbuki
faydalı bir hata zararlıdır: çünkü ancak bir an işe yarayabilir, ve daima daha
zararlı olacak diğer hataları davet eder; hakikat çok basit, fakat yakıcı
olduğu için insanlar kızarlar. Hakikat bir meşale, fakat muazzam bir meşaledir.
Bunun içindir ki ona yaklaşınca yanmak tehlikesi vardır.» — En büyük
düşmanlarım cizvitler ve pragmatistlerdir. Bu hilekâr ve dar beyinli filozoflar
sizi değil, beni bile uçuruma sürükliyebilir. Papaslar, dindarlar ve bazı
filozoflar bunun için bana iftira eder ve halkı aleyhime sürüklerler.
Şeytanın bu ciddî
tavrına, hele sıkıntılı zamanımda hiç katlanamıyordum.
— Yoksa dünyayı ıslaha mı kalktın? dedim.
— Doğru söylemek, âleme nizam vermek değildir. Yol göstermek
benden, yapmak sizden! (Gülerek ilâve etti): «Nizamı âlem» başka iştir. Onun
ayrı mütehassısları var.
— Bu nasıl bir iş?
— Ya, demek «nizam» taifesini bilmiyorsunuz? Hayret! Nazmi
Acarla Mükrimin Halil bunu âleme ilân edeli yıllar oluyor.
— Şöyle biraz bahset bakalım.
— Efendim, insanlar «hükemayı kadîme» ye göre dört tarifeye
ayrılıyormuş: Ehli ırz, Nizamı âlem, Esafili şark, Şiş.
— Olur şey değil! Bunlar da nedir öyle?
— Sırası geldikçe tafsil ederim. Bu nizam taifesi, ekseriya
«Mazanna» dan olur (Eskiden Evliyaya «Mazanna», ve eşkiyaya «mazannei su’»
derlerdi.). Cezbeli ve celâllidirler; ehli muvazeneden değildirler. Keşifleri
akıl ve hikmete dayanmaz, şöyle bir eseceği tutar. İlhamları benden olmadığı
için şeytanî denemez; birinden sordum, Rabbanî de değildir dediler. Bu sebepten
ona ilhamı cezbanî demek muvafıktır. Nizamın bazısı ayni zamanda ehli
ırzdandır; fakat çoğu Esafil şark ile karışır. Bu eski tarikatlar zamanla
birbirine girmiş, şimdi tefriki bir hayli müşkül oluyor.
— Bu nizam taifesinden kimleri tanırsın?
— Eskiden mi, yeniden mi?
— Her ikisinden.
— Evliyaullahdan nice niceleri var. Baba İshak, Baba Ilyas,
Burak Baba, Geyikli Baba, Bedreddin mensuplarından Torlak Hokmal, Börklüce
Mustafa, zaman zaman imarethane, şifahane, bimarhane gibi yerlerde konak veren
nice nice meczublar.. Bazıları Hasan-üI-Kâfî’nin «Usulülhikem fi Niza-
mülâlem»inde olduğu gibi makul görünür; bazıları Enderuna lâyihalar takdim
eder, cihanı islâh eden bin bir tedbir gösterir. Bilseniz hasıraltı edilen bu lâyihalar
içinde ne dâhiler kaybolmuştur! Size tavsiye ederim, tarih meraklılarını teşvik
edin, arşivlerden bu lâyihaları bulup çıkarsınlar, neşretsinler. Gelecek
nesillere ibret olacak ne garibeler bulursunuz!
— Artık bu taifeden kimse yetişmiyor mu?
— Nerede o eski günler! Bu sahada da kıtlık başladı. Binde bir
yetişecek diye dörtgözle bekliyoruz.
— Buna sebep nedir acaba?
— Buna sebep gafletinizdir. Tarikatler kalkalı bu taife halkın
arasına karıştı; frenkçe öğrendi; diyarı küfrü gezip geldi; alafranga terimlerle
milletin gözünü kamaştırdı. Makineden, teknikten, endüstriden, kapitalden,
otarşiden, randımandan, marjdan, krizden, diktatörden, regülâsyondan, ve daha
bunun gibi ilim boyasile boyanmış ve cilâlanmış kelimelerden bir elbise giydi.
Meydanlarda çıngırakla kalabalık toplayan, ve henüz bu kelimelerin dünyasına
alışmamışları ağzı açık bırakan, lâyihalarını Enderunda kapatmayıp top top
kâğıt ve Gütemberg’in cinayeti sayesinde menenjit mikrobu gibi tütüncü
dük-kânları ve safdil ülema evlerine yayan; ve sizin gibi setre pantalon bazı
terbiyeli, bazı küstah, bazı nazik, bazı mültefit; bazı mağrur, bazı hain
hepinizin içine karışan bu taife, cezbeyle hileyi meczeden yeni nizam tarifesi,
artık eskisi gibi kolay kolay tanılamıyor.
— Şöyle bir hatırla bakalım?
— Nerede eski hafızam! Dün gördüğümü unutuyorum. Adı olanı
adiyle, adı olmayanı sıfatı ile anlatmaya çalışayım. Bir kısmı lâboratuvarda
kan tahlili ile meşgul: rivayete göre saf kam karışık kandan ayırınca işler
düzelecekmiş! Saf Türk kanını bulmak için kimyevî teamüller kâfi gelmemiş;
şecere, tomar, ensab, yemin, rivayet, vallahi, billâhi.. gibi teamüllere baş
vurulmuş. Yakında bu tetkikler bitince herkes kendi haddini bilecek ve âlem
intizama girecekmiş. İş böyle himmet erbabına düştükten sonra, istikbalinizden
emin olabilirsiniz.
— Lâboratuvarda çalışanlar kim?
— Gönülsüz bir kaç fedakâr canım. Kendilerini düşündükleri yok:
derdleri günleri milletin kanını saymak. Fedakârlıkta o kadar ileri gitmişler
ki, bazısı Kürd, bazısı Arab aslından olduğu halde - pîr aşkına - Türk kanını
saymadan üşenmiyorlar. Böyle giderse kıpırdamanıza bile lüzum kalmıyacak. Her
şey kendiliğinden yoluna girecek..
— Ya bu tomarları falan bulamazsak?
— Biraz geriye kalırsınız... Rivayet mi yok canım efendim? Bu
taife çalışadursun ötede pîr aşkına başka bir taife de kafataslarımızı ölçmekle
meşgul.
— Ya bunlar nedir?
— Ayni soydan. Başka yollardan hep bir kapıya çıkıyorlar.
Bunların ölçüsü berikilerden daha geniş. Daha doğrusu ellerinde lâstikli bir
metre var: istenildiği kadar uzanıp kısalıyor- Bazan bütün dünya bir kalıba
giriyor; bazan ortada beş on kişi kalıyor. Zamanına, ihtiyacına, havasına
göre...
— Ya başka, başka?
— İsa’ya dayanıp İsa yı çarmıha gerenler; Marx’a dayanıp Marx’ı
taşa tutanlar; bulanık suda balık avlayanlar; dumanlı havada pusu kuranlar;
teneke takırdısiyle mahalleyi uyandırır gibi kelime hercü merci ile huzur ve
refahı kaçıranlar; daha ister misin?
— Anlıyamadım: hani bunlar âleme nizam verecekti.
— Şüphe yok! Onlarda hâkim olan samimî bir hile veya hilekâr bir
samimiyetdir. Bütün düşündükleri evvelâ kendilerini, sonra kendilerini, nihayet
yine kendilerini selâmet kıyısına çıkarmaktır. Bir kere bu oldu mu, ötesi çorap
söküğü gibi gelir: vatanperverlik, insaniyet, mefkûre ve arkalarından soluk
soluğa hedefe varmak için onları takip edenler...
— Mutlaka sen bu taifenin beynine girmiş olmalısın! Yoksa bu
kadar zıd kuvvetleri böyle maharetle nasıl olur da birleştirebilirler.
Şaşılacak şey! Zıdları birleştirmek Allaha mahsustur (Allah camii azdaddır,
derler).
Şeytan:
— İnanmayın! dedi. Bu söz, mutasavvıfların icadıdır. Zıdları
yaratan ve insanda onları birleştiren benim! Cinnetle hikmeti, kurnazlıkla
hamakati, saflıkla hayasızlığı, samimiyetle riyakârlığı benim kadar kimse bir
araya getiremez ve bir kalıpta dökemez.
— Kimse onları tenkit etmedi mi?
— Öyle bir meydanda çıngırak çalıyorlardı ki, insanlar uzun bir
rüyaya dalmış gibi ses seda çıkmıyordu. Bu meydan teselli kadar boşdu, orda
uyananlar bu rezaletin parlaklığından gözleri kamaştığı için etrafı göremez
olmuştu. Bir kaç münekkidin attığı taş, müstehzi bir kahkaha gibi çınladı.
Fakat onlarda kulaklar işitmek, gözler görebilmek ve burun koku almak gayesile
yaratılmamıştı. Bu cemaat, tabiatte «illeti gaiye» nin olmadığını isbat için
uzuvlarının vazifesini terkettiler. Hakim, aralarından pertavsuziyle insan
aradı; ve «bulamıyorum!» diye feryad etti. Vahdet şarabile sarhoş bir sofî
Allah sanarak ona hitap etti:
«— Bizim
gözümüzden gören şendin, bizim kulağımızdan işiden şendin. Şimdi artık duymuyor
ve görmüyoruz. O halde sen de yoksun!
Sen
namütenahisin, yani hiç birşeysin! Sen bizde zuhur ettin; biz sende fena
bulduk. O halde sen de bizimle beraber yok oldun.»
Hakim ona bir tokat
aşkederek vahdetin sarhoşluğundan uyandırdı. Ve gözleri faltaşı gibi açılan
sofî bu körleri, burunsuzları, sağırları, dilsizleri, bunlar arasında çıngırak
çalan ve bir kaç sarsağı sürükliyen nizam taifesini gördü.
«Meğer hakikat bu fâni
dünyadaymış. Tabiat ne büyük şeydir! Bir sineğin vızıltısı ve bir pirenin
ayakları onun büyüklüğünü göstermeğe kâfi! 'Bütün bu adamlar delimidir ki
değirmen gıcırtısı dinliyen beygirler gibi etrafına toplanmışlar? Sofî
akıllanalı beri nizam taifesinden fersah fersah kaçıyor ve elinde çıngırakla
kürsilere çıkıp davalarının iç yüzünü şerhe çalışıyor. Nizam taifesi el birliği
edip sofinin elini ayağını bağladılar. Onu bir kafese tıktılar. Sırtında
gömleği olmıyan hakim onun imdadına koşamadı. Bırakıyorum, zıdlar son haddine
gelsin; o zaman cemaatin gözlerini, kulaklarım ve dilini açacağım. Elbette
içlerinde görenler, işidenler ve feryad edenler olur.. Bu buhran devirlerinden
sonra, yeni bir buhran devrini doğuracak sükûn ve refah devirleri gelir.
— Hepsi bu kadar mı? diye sordum.
— Seni uzun saçlı, uzun tırnaklı, dağlarda gezen felsefe
meraklısına benzeten bir ilköğretmen kaçkını vardı: Marx’a çömezlik ederken
Türk inkılâbının çığırtkanlığını yapmak için esvabını tersine çevirdi.
Dostlarını bir pula satan omuzdaşile beraber sağa sola küfürler savurdu.
Marxiste nazariyesile faşizm yapmanın bu safdil şekli onu dostlarile ayni kadro
içine kapattı.
— Bu geçmiş şeyleri bırak! Sana el âlemin faziletini rezaletini
kim soruyor.
— «Değişen dünya» yı gördünüz mü?
— Filim mi?
— Yok canım kitap .
— Mutlaka roman olacak.
—Onun gibi bir şey. Ayni
şeyleri evirip çevirip güzel söyliyen bir kalem: gurub oluyor, dünya batıyor.
Ortada fecirle beraber yeni bir dünya doğuyor. Şâirane imajlar.. İfade müthiş
peygamberane!.
— Demek tavsiye ediyorsun?
— Ne demek! Derhal okumalısınız. Dünya iki devre ayrılıyor:
biri peygamberin bu yeni hakikati tebşir etmeden evvelki cehalet ve karanlık
devri; diğeri onu ilân ettikten sonraki aydınlık ve kurtuluş devri. Birincinin
arkasından gidecekler için cennet şimdiden tebşir edilmiştir.
— Seni müzevir şeytan seni! Yine mübalâğaya başladın- Elinde
bir damla tufan ve bir kıvılcım yangın oluyor. Neredeyse «Aserei mübeşşere»
diyip çıkacaksın. Bu romanın müellifi kimdir bakalım?
— Hamdi Başar.
— Ne!.. Şu bizim limancı Hamdi mı? Dostumuz, ahbabımız.. Bana
bak! Sana öyle, ulu orta sözler söyletmem anlıyor musun? Kimseye dil uzatmaya
hakkın yok.
— Efendim bir kere okuyun da, ondan sonra konuşuruz; ben dilimi
tuttum, diyerek çekildi. Şeytanın zoruyla bu kitabı okudum. Tam zamanında,
bilmiş gibi, yine yetişti.
— Nasıl buldunuz?
— Nesi var? Pekâlâ kitap. İfadesi yerinde, cümlesinde düşüklük
yok. Muntazam bablara, fasıllara ayrılmış; okuyucuya kolaylık olsun diye ayni
cümleyi evirip çevirip söylüyor. Muharrir dediğin en kalın kafalı okuyucusuna
göre yazmalı: Ettekrar ahsen velev kâne yüz seksen. Bir kusurcuğu var: başı sonunu
tutmuyor. Bunun da ne ehemmiyeti var efendim, ilimlerin iflâs ettiği devirde
böyle derin ilham eserlerine ihtiyacımız ne kadar büyük! İlham akıldan gelmez,
menbaı başka menbadır. Kalkıp bu gibi peygamberane eserlerde bir de tenakus
ararsın! O senin tenakus dediğin mantıkta olur azizim, burada muharrir haline,
ihtiyacına, mevsimine göre tefsir edecek. Bunu sen anlayamazsın!
— Demek siz bu kitabı beğendiniz?
— Bundan şüphe mi ediyorsun? Baksan a, tam oturduğum sırada
postadan bir risale çıktı: hani şu meşhur Ferid Arbil (necidir, sen bizden iyi
bileceksin) Hamdi Başarın kitapları hakkında bir koca destan yazmış. Kimler de
neler söylememiş a canım! Sende yüz olsa bu imzaların önünde hürmetle eğilir ve
ağzını açmazdın. «İktisadî devletçiliğin bu dört kitabı fikir hayatımızda başlı
başına bir hâdise teşkil eder» diyor.
— Eser de bir şey mi, müessirin kendisi ne hâdisedir bilseniz?
insan insanın hem şeyhidir, hem şeytanı. Benim beceremediğimi o çapkın yapmış
desenize! Damarınıza öyle bir giriş girmiş ki: bu adamda sevi tüyü mü şar nedir
anlayamadım; ne yapsa etse yine herkesi memnun eder.
— Peki, ya sana ne oluyor aksi şeytan? Bir türlü şöhretleri
hazmedemezsin, istersin ki yalnız senden bahsedilsin. Senin medhü senanda
bulunulsun.
— Hakkımda böyle bir fikir hasıl olmuşsa kusur bendedir,
affedersiniz. Mademki siz beğendiniz, bana ne oluyor! Pek âlâ, münasip, Allah
daha âlâsını versin; yeni yeni kerametler nasip etsin.
— Bu keramet de ne oluyor?
— Mademki sordunuz, işte size bir tane: hem de tarihin seyrini
değiştiren bir mucize! Ölüleri diriltmek, cüzamlıları iyi etmek, ayı ortasından
bölmek bunun yanında çocuk oyuncağıdır: okuyorum «İnsanlığın asıl yapacağı
inkılâp yalnız insanların tabiî kuvvetlere tahakkümü değil, bu kuvvetlerin
insan cemiyetine tahakküm etmemesidir diyor. Nasıl ki bütün dünyayı tanıdıktan
sonra insanlık bugünkü tabiî kuvvetlere en çok tahakküm ettiği yüksek dereceyi
bulmuşsa, tarihin - yukarıda işaret ettiğimiz veçhile - iki ayrı devreden
ibaret olduğunu ve bunların ayrı ayrı dünyalardan ibaret bulunduğunu anlamak,
bu iki âlemin kanunlarını, kıymet hükümlerini, hattâ lisanını ve ahlâkını ayrı
ayrı şeyler diye kabul etmek suretile de tarihe ve bizzat tabiata tahakküm
edilmiş olur.»
— ?
— Görüyor musunuz? İnsanlık iki büyük devreye ayrılıyor: Biri
Limancı Hamdiye kadar olan devir, diğeri Limancı Hamdi- den sonraki devir.
Artık takvimi ona göre hesaplamak lâzım, insanlar bugüne kadar tabiata tahakküm
etmesini öğretmişler; yeni peygamber şimdi de tarihe tahakküm etmesini
öğretiyor! Bundan büyük mucize mi istersiniz? Eğer gafil beşeriyetin bu büyük
keşiften haberi olsaydı bunca felâkete mahal kalırmıydı? Bakın sizin sempatik
Hamdiniz ne diyor: «Tarihin bir buhran ve intikal devresinde bulunduğu bu
milletlerce farkedilmiş ve o devrenin ayrı dünya görüşü, ayrı rejimi olduğu
anlaşılmış olsaydı, bu harp yapılmaz, insanlar ve milletler böyle harcanmazdı.»
— Demek bizim dostumuz Lumiere devrinin filozofları gibi
hâdiseleri tanzim eden kuvvetin akıl olduğuna kani?
— Haydi canım; kitabı baştan savma okumuşsunuz galiba! Ya bu
mucize nasıl meydana çıkıyor? Büyük bir keşifle: «Tarihin biri sükûn ve refah,
diğeri buhran ve intikal diye iki devreye ayrıldığını» duymadınız mı? Öyleyse
vay halinize!.
— İki devreye mi, yoksa birbirini takip eden devirler serisine
mi demek istiyorsun?
— Canım işte öyle olacak, siz hocanın dediğine değil demek
istediğine bakın. Bunlardan birincisinde hürriyet, İkincisinde diktatörlük
idareleri varmış. «Diktatörlüklerden sonra hürriyet esasına dayanacak yeni
rejimler teessüs edecekmiş. Fakat yine bu Limancı peygambere göre bugün
kapitalizmin batışını, yani bir diktatörlük devrini idrâk ediyoruz. Halbuki
kapitalizm, liberalizm, sosyalizm ayni devrin muhtelif isimleridir. Gelecek
devir bunların hepsini tasfiye edecektir.
— Ne yapacaktır?-••
— Yani «temizliyecektir» demenin nazikcesi. Liberalizmi
temizliyecek, fakat yeni bir hürriyet devri bağlıyacak, anlıyor musunuz ne
derin mânalar! Limancı peygamber hürriyeti tarif ediyor: bu dünya cennetinde
sakın hürriyeti insanların istediklerini diledikleri gibi yapmaları
zannetmeyin. Bu hürriyet, nizamlı ve ana prensipler içinde tahdit edilmiş bir
hürriyettir. Anarşistlere, Cynique’lere ne güzel hücum ediyor! Eski
yunandanberi hukukçuların, mukavelecilerin, sosyalistlerin, sosyologların
doğrusu bu hiç de aklına gelmemişti. Siz Amerikanın yeniden keşfedilmesindeki
sevinci tasavvur edebilir misiniz? İnsan her gün eski hakikatlerden birini
yeniden bulsa, her gün yeni bir keşfin sarhoşluğu ile sokağa fırlasa, - varsın
bunların malûm olduğunu sonradan öğrensin! - böyle bir hayat ne kadar neş’eli,
ne heyecanlı bir hayattır! Bütün düşündüklerinizin zaten malûm olduğunu bilmek
ve heyecansız yaşamak mı iyi; yoksa! Uyanmanın nedametlerini yeni rüyalarla
tamamlamak için rüya içinde yaşamak mı?
— Ey kırk kapının mandalını çalarak gelen, asırların sefahet ve
sefaleti ile bunamış müzevir şeytan! Yine haddini aşmaya başladın!
— Emredin. Şimdi susayım! Fakat bahsin mühim yerindeyiz.
Kimsenin şöhretinde, servetinde gözüm yok; bahusus Hamdi Beyiniz gibi
kanâatkâr, mütevazi küçük sermaye ve hürriyet taraftarlarının: Bakınız âdeta
Nâmık Kemal konuşuyor: «Hürriyet o kadar tatlı bir şeydir ki, uğrunda hayat
dahi feda edilir» — «Bir kere küçük mülkiyetin muhafazası hususunda hiç
tereddüt caiz değildir; çocuklarına kalabilecek bir ev, bir bahçe, bir köşk,
bir ailenin kiralık bir iki dairesi, hattâ apartımanları, bir iki dükkânı,
bankada bir miktar parası, hisse senetleri, mücevherleri, menkul eşyası,
otomobili, hattâ kotrası, ilh.,» — Dehşet! Memleketin umumî ölçüsüne göre bu
mülkiyet küçük müdür, orta mıdır, büyük müdür? Artık siz hüküm verin. —
Dostunuza bakılırsa «mutlak surette mülkiyet aleyhindeki doktrinler kadar,
mutlak surette mülkiyet lehindeki doktrinler de yanlıştır». Çünkü onun eski
pirî Marx’cılardan öğrendiği ana fikir, her şeyin değişmekte olduğu fikri bunu
emreder. Ona şu noktayı hatırlatınız ki, her şey değişir, fakat değişme
değişmez. Ve her şeyin değiştiğini kabul eden maddeci felsefenin esas tezi,
tıpkı idealizmin esas tezi gibi değişmez.
— Yanılıyorsun! Benim bildiğim Hamdi Marxiste değildir; hattâ
bu kitabında uzun uzadıya Marx’ı reddediyor: «Dünya ihtilâli, iktidarın amele
eline geçmesi gibi lâflar profesyonel politikacıların ve amele sırtından
geçinen, sözde ihtilâlci avantüryelerin, işsizlerin davasıdır. Bütün dünyada-Birçok
sosyalistler, Marxiste’ler, şunlar ve bunlar dayandıkları amele teşkilâtları
tarafından terkedilmiş, sürülmüş, hakaret görmüştür.»
— Vakıa ifadesine bakılırsa, biraz hakkınız var. Fakat
hatırımda kaldığına göre yukarda da Marx, kendi zamanında mümkün olabilen her
şeyi yapmıştı diyordu. Sizin şu Hamdi Beyiniz, bir teviye «İçtimaî tezadlar»
diye bir şey tutturmuş gidiyor. Bunlar ne imiş: sınıf tezadı, farklılık tezadı,
müstemleke- Metropol tezadı! İnsaf ile söyle Allah aşkına! Bu İçtimaî tezadlar
fikri nereden geliyor. Bu üç nevi tezad arasında mahiyet farkı var mı?
Marx’ın
müfessirlerinden olan Lenine «kapitalizmin son merhalesi emperyalizm» de
müstemleke - metropol tezadını izah etmiyor mu? Hattâ bunu sınıf
tezadının en son ve en aktüel şekli olarak göstermiyor mu? Farklılık tezadı da
bizzat büyük temerküzler arasındaki rekabetten doğmuyor mu?
— Canım efendim Hamdi Bey bunları duymamış olabilir!
— O başka! duymamışsa keyfini kaçırmayın, varsın söylesin.
Elbet bir gün duyar. Esasen devir açan büyük eserlerde âdet hiç kimseye istinad
etmemek değil midir? Baksanıza, bütün kitabında bir menba bile zikredilmiş mi?
— Elbette! Şevket Süreyyanın «Kadro ve İnkılâb» mı görmedin mi?
Ya kendi eserini.
— Peygamberler ancak birbirlerile konuşabilirler. Dostunuz
böyle usullere çok riayet eder. Bununla beraber 1932 felsefe cemiyetinde
iktisat Müderrisi Münir Beyin verdiği makine konferansını hatırlarsınız? O
zaman Ağaoğlu İktisadî müsavatsızlık fikrini demokrasilerdeki hukukî müsavilik
fikrine dayanarak tenkit etmiş ve hatırımda kaldığına göre Ahmed Hamdi de
«Hükmen bir adam ameleyken patron olabilir. Kanun bunu men etmez. Fakat filen
bu mümkün değildir!» diye mukabele etmişti. Bakınız, bu kitabın 104 üncü
sahifesinde ne diyor: «Bir kere hakikî mânasında kapitalizmde sınıf yoktur.
Bugün amele olan bir adam yarın patron olabilir. Bir amele, bir piyango isabeti
ile kâşanelere malik olabilir, ilh...»
— Ne diye bunları sayıp döküyorsun? O zaman öyle, şimdi de
böyle düşünür a! Benim anladığım, Ahmed Hamdi bu İçtimaî tezadlar fikrini uzvî
dinamizmden çıkarıyor. Hattâ bunun için bir yığın da misal vermiş ( Bazen sınıf
fikrini şevki tabiye bağlamak istiyor ; hayvanlarda da ayni halin bulunduğunu
kasdediyor: «Beş parmak bir olur mu?» Delinin yeni bir şekli, halbuki bazen eski
bildikleri aklına gelerek hayvan cemiyetleri tabiî bir ahenk bulduğu halde,
insan cemiyetlerinin boğazlaştıklarını söylüyor: Bu suretle sınıfın tarihi bir
vetire olduğunu hatırlıyor.).
— Bir kaç sahife ilerde de madde âleminin tezadlarından
bahsediyor. Şu halde «organik dinamizm» işe başlamak için kullanılan bir nevi
tâbiyedir: sınıflar arasında ihtilâl, milletler arasında harp, müstemleke -
metropol tezadı, sermaye terakümü, bütün bu tâbirler Marxiste edebiyattan
doğrudan doğruya aktarma! ve bunlar, beynelmilel yeni bir nizamı, (millî
inkılâbımızı da şöyle arasıra hatırlamak şartiyle) yeni emperyalizmi, küçük
burjuvaziyi, rahatını, huzurunu, refahını, istikbalini tefsir için kullanılan
silâhlardır.
—Defol git oradan bunak
şeytan! Herzelerinle kafamı dolduramam. Anlaşıldı, seni ben ikna edemiyeceğim.
Ona göndereyim de anlaşın.
— Emredersiniz efendim! diye reveranslarla geri geri çekildi.
İş ona kalsın, biz çabuk anlaşırız. Bende Marxiste metodla İngiliz
emperyalizmine hücum edenler, fakat başka herhangi bir emperyalizmin
müdafaasını yapmak istiyenler için türlü türlü reçete var. Ayni metodla
isterseniz büyük sermayenin, isterseniz küçük sermayenin, isterseniz mili
înkılâbın, isterseniz beynelmilel hareketlerin müdafiiliğini yapabilirim.
İsterseniz bunlardan ikisini veya üçünü birbirile barıştırabilirim. Bu şekilde
daha ihtiyacı olanlar varsa onlara da haber vermenizi rica ederim. Fıkarayım,
hem ben, hem onlar için faydası olur, Bu sefer hatırınızı kırdım, bir dahaya -
inşaallah ı- gönlünüzü alırım. Hoşça kalın.
Sh:50-78
NESRE DAİR- Şeytanla Konuşmalar- Hilmi Ziya ÜLKEN
İyiliğe yüz tuttuğumu
görünce, şeytan ziyaretime geldi. Bu sefer çehrelerinden en sevimlisiyle,
Thais’de Paphnus’a görünen, reziletlerini güzelliğin himayesinde huzura
çıkarmış Lucifer şeklindeydi. Cildinde öyle bir tatlılık, ve rahatlık vardı ki
insan ona baktıkça ferahladığını, içinde bütün düğümlerin çözüldüğünü, huzurun
sonsuz lezzetine kavuştuğunu hissederdd. Deniz rengi gözlerinde endişeden,
ihanetten, içi kıvrantı ile harap olmuş insanlarda görüldüğü gibi mağmum,
dumanlı bakıştan eser yoktu. Zaten bir azabınız, içinizde dağılamamış bir
üzüntünüz, yahut pek eski zamanlara ait silinmiye başlıyan bir hatıranın bulutu
ile tehdit edilmiş fikir ufkunuz varsa, o teninizi okşıyan sessiz saba rüzgârı
gibi usul usul bütün duygularınızın, düşüncelerinizin âlemini doldurarak bu
azabı siler, bu üzüntüleri dağıtır, bu müphem bulutları ufkunuzdan alır
götürür. Size öyle bir çehre tasvir ettim ki, gözlerinde tefekkür temaşa
halindedir. O bütün genişliğile kâinatı görüyor; ve sanki bu görüşte görünen,
görünmeyen bütün varlık, Vatican tavanlarındaki insan ve ilâhlar dünyası gibi;
renkleri mesafeleri, sonsuzluklarile toplanarak bir küçük âlem, varlığın
keyfiyetleri ve tezatlarının imtizaç ve ahenk içinde eridiği sırf mâna ve
tasavvurdan ibaret bir büyük nüsha oluyordu. Cennet, eğer varsa, o gözlerde;
saadet, eğer tadılması mümkünse, yalnız o bakışta karar kılabilirdi. Ona müphem
bir hayranlıkla kanmadığım için, ancak küçük bir zerresine sahip olduğum
hayalen yaşamak kudretini, yine hayalen bütün mevcudiyetimize yaymadan, ve
böylelikle nihayet ondan ibaretmişiz gibi bir his içinde aldanmadan zevk
alabilirdik. Bu âlemde Phidiasların, de Vinci’lerin, Goya’Iarın,
Velasquez’lerin, Raphael’lerin, Murillo’ların; ilâhlar sofrasındaki leziz
şaraplardan masum çocukların tebessümüne kadar sükûn ve safiyetin vecdini veren
her şey vardı. Şayet bu anda beni biri gelip de bu mâna âleminden uyandırmış
olsaydı, hemen onları ellerinden tutarak birlikte seyahate davet eder, «Bütün
gördüklerin rüyadan ibarettir, hakikat buradadır!» diye gözlerinin önünde ayni
hayali canlandırmıya çalışırdım. Bir gözde veya sihirli bi: aynada âlemi
aksettiren ve intihalarının hatırasını saklıyanlar, Hoffmann yollu hayal
fantezilerinde en güzel mevsimlerini, en mes’ut günlerini en lâtif anlarını
kaydetmişlerdir. Bu lezzet bütün lezzetlerden üstündür. Orada afyon tiryakileri
gibi bu dünyadan ayağınız kesiliverir. Gördüğünüz bulutlar bu bulutlar
değildir; gök bu gök, deniz bu deniz, yıldızlar bu yıldızlar değildir; orada
parlak tenli periler süzgün gözlerile bakarlar. Güzeller aşkı gurursuz,
ihanetsiz kabul eder, ve siz hırsı, kıskançlığı, ve nedameti tanımadan onlarla
tanışırsınız; orada şehvet zehir değil, istiğrak, orada sitem hançer değil,
İlâhidir. İstemek vasıl olmaktır, ve vasıl olanlar nihayetsiz visal için yeniden
yola çıkarlar. Ölüm şehvetlerin en ulvîsi, ve şehvet varlığın sırrıdır. Kapanan
gözler bitmiyecek bir âleme kavuşmak için açılır; ruhlarda birbirile kavuşmak,
bir varlık içinde tek bir ruh olmak iştiyakı yanar. Bu rüya âleminde etrafımı
periler sarmıştı. «Ormanda uyuyan güzel kız» ı gördüm. Başımın üzerinden parlak
kanatlı medar kuşları uçuyordu. Mevzun bacaklı, ince belli, taze ve dolgun
göğüslü, dudakları alev gibi kızıl, közleri yosun rengi bir kız baş ucumda
yelpazeleniyordu. Önünde meyveler, içkiler ve kadehler vardı. Mest olmadan
gözleri yarı kapalıydı; ve şehvetten dudakları yarı açıktı. Kolları davetle
uzanmıştı. Alem bu sofradan, bu arzudan, bu sarhoşluktan, bu visalden başka
neydi! Zihnim Lucifer’in gözleri içindeki âleme öyle dalmıştı ki, bu huzurun,
vecdin, ahengin, bu İlâhî ve nihayetsiz temaşanın dışında bir şey olabileceğini
tasavvur etmeme imkân kalmamıştı.
Şeytan kaşlarını çattı:
Birden bu âlem değişti; göklerden yere ani bir sukut ile düştüm. Kendimi eski
yerimde tahta masam, penceremden görünen yıkık bir dam, gübrelikler ve ötede
çekişen, bağrışan insanlar arasında buldum. Lucifer artık lâtif değildi.
Gittikçe yüzündeki güzel hatlar siliniyor, yine her zamanki lânet suratı ile
karşıma çıkıyordu. Yüksek bir yerden atılmış gibi her tarafım ağrıyordu.
Kendime geldikçe onu daha iyi tetkike fırsat buldum. Acaba ben mi aldanmıştım?
— Gözüme niye böyle göründün mel’un mahlûk? Niye tekrar beni
yerlere attın?
O parlak gözler, o sivri
burun, o müstehzi ve ince dudaklar, o yuvarlak baş yine her şey eski yerinde
idi; fakat manası değişmişti. Hâlâ bana ayni gözler hürmetkâr, nazik, hilekâr,
çekingen ve hain bakışlarile, o her zamanki bakışlarile bakıyordu.
— Yanılıyorsunuz! dedi, ne göklere çıktınız, ne yere düştünüz.
Hep eski yerinizde ve toprağın üzerindesiniz.
— Ya gördüklerim neydi, o cennet âlemi, o temaşa, o vecd, o
istiğrak, o arzu, o şehvet ve hırs, nihayet lezzet ve sarhoşluğun son haddinde
o birdenbire sukut?
— Anlatacağım, telâş etmeyin. Sırasile.. Hepsi bu dünya
sahnesinin levhaları. Size küçük bir kaleidoskop içinde neler gösterdim!
Sabredin, bunların ardında ne âlemler var!
— Bütün kötülüğünle beraber, bugün beni memnun ettin. Söyle,
dinliyorum.
— Önce gözünüzle renkler ve şekiller dünyasını yaşadınız. Bu
temaşa sizi cezbetti. Sonra kulağınızla sesler dünyasına girdiniz. Bu temaşa
sizi yükseltti. Burnunuzla rayihalar âlemine daldınız, ayağınız ve elinizle
eşyaya dokundunuz; mesafeler âlemini gördünüz. Uzaktan şarıltısını işittiğiniz
ve pembe, kızıl, mavi akislerine hayran olduğunuz içkileri tattınız. Size
kadınları, bütün hassalarınızın kavradığı bu dünya gıdalarını verdim. Size
ziynetleri, sofraları, ziyafetleri, size bunların menbaı olan hâzineleri açtım.
İçinizde, nihayetsiz arzular uyandı. O temaşa vecd, ve o vecd hırs ve şehvet
oldu. Artık âlemi seyretmiyordunuz, yaşıyordunuz. «Ne leziz âlem!»
diyemiyordunuz; o apsent kadar keskin ve cin gibi çarpıcıydı. Hırslarınız
birbirile çarpıştı, onu kıskançlıklar, yeisler, kinler, husumetler, intikamlar,
ihanetler takip etti. İşte dram başladı! Siz o dıramın içindeydiniz; bütün
perdeleri indirmiştim. Onlar birer birer kalktıkça âlem gözünüzde canlanıyordu.
Perdelerden çoğunu kaldırdım: Şimdi artık görüyorsunuz. Sahne yine eski
sahnedir. Rüyası, cenneti, sükûnu, temaşası, refah ve saadeti perde perde
açılan ve son perdede dramatik aksiyonla biten sahne!
— Hassalarımın cennetinden, hayatın acı lokmasına beni niye
düşürdün?
— Nesrin ne olduğunu söylemek için! Bu sefer, hiç
düşünmediğiniz bir mevzua sizi ben götürüyorum. Bourgeois gentill’homme’da «Meğerse
bilmeden nesir söylüyormuşum» diyen
Moliere hayatın bu acı
lokmasını ifade etmişti. Nesir bize lâtinlerin hediyesidir. O Yunanda öyle
zannettiğiniz kadar zengin değildi: Fakat tarihi, hatıratı, hikâyesi,
tiyatrosu, felsefesi, tenkidi, kanunu, belâgati, nutku, hicvi ve methiyesile
nesir, insan cemiyetinin bütün inceliklerini, bütün derinliğile kuşatan bu
büyük sanat size asıl lâtinlerin mirasıdır. Rönesansda İtalyanlar bu örnekler
üzerinde meşkettiler: Dante, Petrarca, Boccacio, Bruno, de Cusa bu suretle
yetişti. Şimalde Erasme, Reuchlin, Luther, Zwingli, Melanchton, Calvin;
İspanyada Calderon, Lope de Vega, Cervantes bu nesrin üzerinde işliyerek üstat
oldular. Ya Fransada Chanson de geste’lerle başlıyan ilk tecrübeler Roman de la
Rose’da gittikçe gelişmiş, Rabelais- de, Montaingne’de, Le Sage’da, nihayet
Descartes ve Pascal- da kemale gelmişti. Britanyada trajedi ile komedinin
yanında ona dram katıldı. Nihayet son çocuğu roman, en büyük hazinesile kervana
girdi.
— Batırınca yerin dibine geçirirsin; çıkarınca da göklere
yükseltirsin. Bu da ne oluyor?.. Dünyada varsa yoksa nesir deyip çıktın.
Kasidenin bu kadarı da olur mu?
— Durunuz! Daha bir şey demedim. Maksadım sadece mevzuumu
takdim etmekti. Nesir, bu bizim her gün çarşıda pazarda, mal memuruna yalvarırken,
karımızla kavga ederken, yerden selâm verirken, kumarda küfür savurur,
dostlarımızın arkasından çekiştirip yüzlerine gülerken, ve kirli çamaşrlarımızı
gazete sütunlarına sererken ve pokerdeki borcumuzu kapatmak için gündelik fıkra
yetiştirirken; sonra da - büyük kütleleri coşturmak için nutuklar, inkılâpları
mühürlemek için kanunlar, mahkeme salonlarını doldurmak için hicivler, masum
kızları kandırmak için işveler, ricalar ve niyazlar halinde söylediğimiz,
okuduğumuz, yazdığımız sayısız sahifeleri olan bü yük destan; sade gözümüzle
veya dilimiz ve kulağımızla lezzetini tattığımız bir rüya âlemini değil, bu
hassaların bütün verdiklerini bize tefekkürün adesesinde büyülterek aksettiren
üç buutlu ve facialı dünyanın ta kendisidir.
— Mübalâğada o kadar ileri gittin ki, neredeyse başka sanatlara
lüzum kalmıyacak.
— Bir bakımdan öyle görünüyor. Bir bakımdan da bu halinden
dolayı onu sanat saymıyanlar var. Asıl sanatkâr, meselâ şair veya bestekâr
kendi sanatının rahibidir: Ona âdeta ibadet edecek ve bu rüyadan
uyanmıyacaktır. Halbuki biz öyle miyiz? Rubens’in, Rodin’in, Beaudelaire’in
yarattığı bir sam içinde yaşadıktan sonra tekrar arzımıza dönmez miyiz? Sanatın
büyük tesellisinden sonra yine eski kavga kıyametimize kapanmaz mıyız?. Ve bu
temaşaların vecdini çok defa unutup hayatın acı yemişini kabuğile ısırırken
dişlerimizi kırmaz mıyız? Sanatkârın bize seyrettirdiği âlemlerin içinde
kaynıyan gayri meş’ur hırsı, buhranı duymuş olsaydık kendi dünyamızın dramını
daha iyi duymıyacak mıydık? Ve Sanatın mabetlerine (profane) yabancı gibi
girerek hassaların mucizesini anlayan, bu mabetlerden müminin bütün
ustalıklarile çıkan için artık dünya dıramını en büyük adese içinde görmek
mümkün olmıyacak mıdır? Ve bu suretle rüya dediklerimiz birer hakikat
manzarasından başka bir şey olmadığı ve asıl hakikatin bu rüyalarla daha
derinden, daha canlı görüleceği anlaşılmıyacak mıdır?
— Söylediklerine göre, öyle görünüyor.
— O halde nesir sanatların tefekkürle birleştiği nokta, hayatın
adeseden görülüşü ve bunun için büyüktür. Böyle düşününce kendi birsaminin
dünyasında uyanık olduğunu zanneden sanatkârın «prosaıque» demesi insafa sığar
mı?
— Daima bersam içinde ise haklıdır; bazan diğer mabetlere
giriyor ve arza iniyorsa hakikî sanatkârın böyle düşünmesine zaten imkân yok?
— Bir de sanatkâra sorun: Agora’ya çıkmıya tenezzül eder mi?
«Böyle konuşmuş olsaydım ciltler doldururdum» diyeceği muhakkaktır. Acele
etmeyin, onların hepsini biz Agorada yakalıyacağız.
— Kaç türlü nesir bilirsin?
— içinde dünyayı aksettiren kaç türlü ayna varsa.. Eflâtun gibi
mi konuşursun? Üstadı evvel gibi mi konuşursun? İsa gibi mi konuşursun? Seneque
gibi mi konuşursun? Montaingne, Pascal, Voltaire, Chateaubriand, Goethe veya
Baudelaire, Proust veya Gide gibi mi konuşursun? Üzerinde buğulu çiğdemi renk
ve ziya içinde yüzen yeşil sırtlarda katır tırnaklarının parladığı; fundalardan
yaban çiçekleri halinde hayat fışkırdığı; ağıllardan boşalmış davar sürülerinin
köpüren dalgalan ovayı doldurduğu; ve ağızların taze vücutlara iştiha ile
açıldığı, çağlıyandan akan suların ummana karışması gibi bitecek ruhların
varlık hasretine karıştığı: yok olup gitmenin kıvrantısı içinde ölümün şehvet
olduğu; kâşanelerin yıkıldığı; lortların, papasların, «mefkûre» simsarlarının,
tahta kılıçlı kahramanların, tufanda boğulduğu gün hangi dille istersen konuş!
O zaman ne Kayser kalır, ne İsa; ihtilâllerin bayrağım elinde taşıyan coşkun
bir lisan kalır.
_— Benim ihtiyatkâr ve
kibar dostum! Zarif kalemine bu halk ağzı gürültüleri yakıştırmam. İsterim ki
her zaman Marlowe’la konuştuğun kadar hakim, Goethe’ye söylediğin gibi zeki,
Lenau’a göründüğün derecede hilekâr olasın. Bunca hikmet yumurtlamış maharetli
lisanına böyle başıbozuk edebiyatını sokmak, altın ve gümüş vazolara süprüntü
doldurmaktan başka nedir? Sana ne âlemden! Varsın dilediği gibi çalkansın. Yine
sen desise kazanını karıştır; buhurdanlarından hırs ve ihanet cazuları çıksın!
Yine her zamanki ilim, hikmet, samimiyet, şefkat, insanlık, sanat maskelerini
tak; yine her zamanki canavar yüzünü melek gibi göster. «Şeytan yer yüzünden
kalktı, fakat şeytanlar çoğaldı» dedikleri zaman aldırma! Mademki herkesin
içinde varsın, seni tanıyamazlar; ve eğer bir kaç hane harap bu nizamı bozmak
için sağdan soldan feryat edip durursa yol ver geçsinler: Sarhoşlara yol veren
saman arabası gibi. Zaten seslerini kimse dinlemiyecek, biraz ileride kıvrılıp
kalacaklardır! Dünyadan sana ne! Sen nesre bak, nesre: Bir prose metrique, bir
de prose rythmique vardır. Sen bunların hangisini seversin?
— Zamanına göre, bazan coştuğum sırada birinden ötekine
geçtiğim olur.
— Nesrimiz hakkında ne düşünüyorsun?
— Nazmın gölgesinde kurumuş ota benziyor. Bahri tavil, müsecca
nesir, «tetabuu izafat», haşiv, itnap, tekrar, mefhum kıtlığı, sıfat bolluğu,
fikirsizlik, gıdasızlık, kansızlık-.
— Neredeyse ölüm diyeceksin! Acele etme. Sınan Paşaya ne
dersin?
— Ummî konuşması derim.
— Ya Fuzuli?
— İstid’ası mı? Nüktelerini ka'dırırsanız, içi boş kelime
zinciri kalacak.
— Kınalı Zade?
— Asıl fikrini bulayım dedim; beş yüz sahife beş sahifeye
indi.
— Mücelleye de bir şey diyemezsin a!
— Atalar sözüne nesir derseniz, mesele kalmaz.
— Anlaşıldı! Bizi beğenmiyorsun. Daha yenilere gelince,
alafranga taklidi deyip geçeceksin. Kimi tekke ağzı, kimi medrese kokuyor; kimi
kanun maddesi, kiminde Bâbıâli edası; kimisi lâübali, kimi fazla ciddi; kimi
kelime canbazı, kimi belâgat budalası; kimi tekrar meraklısı, kimi İncil
kopyası; kimi tersine çevrilmiş frenk elbisesi, kimi külhani, kimi mahalle
ağızı, kimi burjuva taklidi, kimi proletarya! Sana bir türlü adam
beğendiremiyecek miyiz ?
— Canım efendim, niçin kızıyorsunuz? Ortada bir şey yoksa
kabahat bende mi?
— Neden olmasın, pek âlâ var. Kulağın sağırsa gözünü aç da
etrafına bak. Gazeteler bangır bangır bağırıyorlar. Daha duymuyor musun?
— Meselâ?
— Meselâ.. Meselâ.. Bir kısmına göre Yakub Kadri, Falih Rıfkı;
bir kısmına göre varsa yoksa Peyami Safa; Nurullah Ataç’a göre evvelâ Abdülhak
Şinasi sonra kendisi..
— Hakkı var.
— Neden?
— Kozu oynıyanın bir rol bulması lâzım! Bence en iyisi onun
yolu; nesrinin mükemmel olduğunu ispat için kapı kapı dolaşıp ziyafet çekmeden,
her dilde reklâm yaptırmadan, sokak ortasında tokat atmadan, cümleleri tersine
çevirmeden, bayat mallan işportaya çıkarmadan, tereciye tere satmadan sa;
köşeşine çekilip kendine inanmak ve rahat etmek elbette bin kere hayırlıdır.
— Sözlerinde ufacık bir sitem edası var amma, demek onu
beğeniyorsun?
— Ona ne şüphe! Saadetlerin en büyüğü, «saadeti uzma» veya
«tuba» değil midir? Oda Serenite ile elde edilir; bu mertebeye vasıl olmak için
kendine inanmalıdır. Vasıl illallah olanlar Enelhak dedikleri gibi bu mes’ut
adamlar da Ene edebiyat derlerse hakları yok mu? Bir istifham burgusile
içlerini deşen insanların yanında burguyu mütemadiyen başkalarının karnına
batıran ve kendileri Serenite koltuğunda manevi göbeklerini şişiren mes’ut
adamlara hak vermez misiniz?
— Şunu bunu bırak amma, bu Nurullah’ın eserini ben cidden
beğeniyorum.
— Nesini beğeniyorsunuz?
— Samimidir, tabiîdir, aklına gelen şeyi istediği kadar
genişletmesini bilir; şairanedir, âşıkanedir, tefelsüf eder; hülâsa, zaten
nesir ne demek, maksadını doğru dürüst ifade değil mi? Serbest tedai ile bir
sözden ötekine geçerek bunu ne güzel de yapıyor. Sırf şu belâgat düşmanı olması
bile sempatik olmasına kâfi değil mi?
— Doğru söze ne denir! Yerden göğe kadar hakkınız var. Yahut
daha doğrusu onun da hakkı var, sizin de! İbrahim bütün putları kırarak baltayı
en büyük putun boynuna astığı gibi, ben de baltayı birinizin boynuna mı asayım?
Haydi isterseniz asayım? Galiba o daha hevesli.. Fakat bana bakm aziz dostum,
ben şeytanlığımı unutup size çıplak hakikati göstermiye mecbur olacağım! Eğer
herkes haklı olsaydı, herkesin kendi komşusuna hâkimlik etmesi lâzım gelirdi; o
zaman arz üzerinde ne iktidar olurdu, ne otorite, ne de umumî nizam; zira bir
adam başka birinin hata yaptığına hükmeder etmez onu bizzat cezalandırmıya
kalkardı. Bu hakkı size ne Allah vermiştir, ne cemiyet! Ben bu Şeytanlığımla,
buna bir türlü razı olamam. Hayır, ne sizin hakkınız var, ne onun! Bir çıkmazın
içindesiniz. Ressam, şair, bestekâr ve mimar nasıl coşuyorlarsa naşir de öyle
coşmalıdır; onun da buhranları, fırtınaları, tezatları ve feryatları olmalıdır.
Onun da sesi bütün bir meydanı doldur- malı, halkı ardından cûşu huruşla
sürüklemelidir! Kelâm yerleri, gökleri, bütün âlemi yaratmışsa; sözünüz bâri
kendinizi yaşatmalıdır. Elinde balta olmıyan ve putlara hücum etmiyenin sesi
çıkar mı? Bir dava için coşmıyan ve bir iman uğruna kütleleri coşturmıyan ses
duyulur mu? Kirli çamaşırlarınızı kim seyreder? Mehtaba, guruba, Boğaziçine ve
Yenicami aptest- hanesine hayranlığınızı kim dinler? içinizde dıram yoksa,
gözünüzü fal taşı gibi açın da şu dışarıdaki dıramı seyredin! Onu da görmüyor musunuz?
Kulağınıza sesler gelmiyor mu? Bu hümmalı âlemde bütün hassaları tıkanmış;
Ebülhevl gibi mi duruyorsunuz? Hâlâ kitap sizi yiyecek mi? Hâlâ hayata baliğ
olmamış bir çocuk saflığı ile bakacak mısınız? Hâlâ tereddüdünüz çikolata ile
şeker arasındaki tereddüt, hâlâ husumetiniz kaydırak oyunlarının darılışı, hâlâ
muhabbetiniz köşe başı sohbetini geçmiyecek mi?
— Eyvah!.. Bizden ümidi kesmiş gibi söylüyorsun, dostum!
— Şeytan yeis demektir. Ben yalnız fenalıkları görür ve
gösteririm. Fakat - bilirsiniz - sizi severim; beni inkâr edin, reddedin.
Haksız olduğumu delillerile ispat edin. Acı söylenmesine katlanamıyorsunuz;
yalandan olsun, alkış, medih, takdir ve riya istiyorsunuz! Kafanıza girdiğim,
şüphe ve azap olduğum, içinizi kemirdiğim zaman kendinize inanmak ve şairane
kulenize çekilmekle beni yendiğinizi zannediyorsunuz. Benim küçük sempatik
kuklalarım! En büyük haileniz beğenilmemek korkusudur. En büyük saadetiniz kendinize
inanmak ve bir kaç budalayı inandırmak olacaktır. Her büyük sanatkârın kendi
cihanı var, kaçak eşya gibi huduttan soktuğunuz bu tersine çevrilmiş elbiseler
hiç bir vücuda uymıyacaktır. Sıska vücudunuzla Achille’in mantosuna bürünür
gibi kumaşın bol zamanında kesilmiş bu kat kat cümlelerin içinde cılız
duygularımız kaybolacaktır. Siz mazide yaşamayın, mazi sizde yaşasın. Fosil
olmaktan kendinizi koruyun! Gözünüzü faltaşı gibi açın; önünüzde hummalı bir
âlem var. Fırtınalı bir denizin ortasında yelkenleriniz uçmuş, ve kürekleriniz
kırılmıştır. İnci dizecek vaktiniz yoktur! Bu kıyamet gününde yapacak hiç bir
şeyiniz yoksa, kaleminizi kırın ve ağzınızı kapayın!!
Şeytan, elinde bir
lyre’le geldi. Çirkin sesler çıkarıyor, tatsız şarkılar söylüyordu. Üstü başı
perişan ve saçları karmakarışıktı. Bir sarhoş sofrasından yeni çıkmışa
benziyordu. Sabahçı kahvesinde iskambilden sistem kuran genç filozoflar,
üstünden dökülen mısraları kapışmak için ciğer bekliyen aç kediler gibi
etrafını sardılar. Ağzından çıkanı mutlaka kulağı işitmiyordu: İçlerinde buz
gibi titretenleri, alev gibi yakanları, şarap gibi mest edenleri, biber gibi
acıları, çürük kestane gibi iç bulandıranları, ağlatanları, güldürenleri,
merhamete, hiddete, nefrete, can sıkıntısına, rehavete, aptallaştırmıya,
cevaptan âciz bırak- mıya sebep olanları, isyan ve hiddete bile lüzum kalmıyan
bir boşluk içinde uyuşturanları, beşik gıcırtısı gibi muttarit bir ses
dalgasından sonra afyon tesiri yapanları vardı. Bir alev parladıkça zaman zaman
yerimden fırladığım olurdu; ağzı açık ve gözleri kapalı hayranların ortasında
gitgide ağırlaşan bu gıcırtıya nihayet alıştım- Artık onları görmez, işitmez
oldum. Yine kahve duvarlarına asılı Şah Meran ve Hazreti Ali tasvirlerini, koca
sakallı Namık Kemal çıkartmasını, «Yedi gün» den kesilmiş Hollywood
yıldızlarının tavandan aşağı istilâsını, Vatikan kubbesindeki meleklerin 1941
yılında fukara muhayyelesine yaptığı bu müthiş istilâyı, sinemanın kuru ekmeğe
katık olduğu bir devirde cazuların ve cinlerin damarlarımızdaki kanı
emdiklerini seyrediyordum ve sokakta bir tefeciyi polis kovalıyor, iki namuslu
zengin geçiyor, ve üç murdar dilenci sürünüyordu. Şeytanın ninnisinden insanı
uyandırmak için kazma dişli ayyaş kocakarı ağzına benziyen sokakta, satıcılar,
araba tekerlekleri ve belediye memurunun kulak zarını yırtan musikisi kâfiydi.
Kırk katırla kırk satır arasında bir muvazene bulmak için yerimden kalktım.
Şeytan :
— Buyurun! Dinlemez misiniz? diye davet etti.
— Söylediklerin o kadar zayif ki bazısı beynime, bazısı ancak
kulağıma kadar geliyor. Fakat hiç biri kalbime giremiyor dedim.
— Size tonlarla kömür getirdim. İçinden elmas çıkarmak bizim
işimizi
— Mehdiyi bekler, yağmur duasına çıkar gibi Dâhiyi aramiya
sabrım yok. Bir dirhem bal için bir çeki
oduna katlanamam (Sultan Azizin Keçiboynuzu için söylediği.). Şöyle
işlenmiş mücevherlerin varsa onları göster.
— Hangi cinsten isterseniz; müşterisine göre malım var. Kimini
kapılardan çıngırakla çağırıyoruz. Kimine işporta malı veriyoruz. Kimine
reklâmlar gönderiyoruz. Kimi de geliyor, bizi antikacı dükkânımızda bin
minnetle arıyor. Böylesine kendimizi ağıra satıyoruz. Yüksek fiyatlı alüfteler
gibi naz ve istiğna gösteriyoruz. Yalvartıyoruz, rica ve istirhamlardan sonra
şöyle bir köşecikten iki tozlu mısraı ceketimizin yeni ile parlatarak ve önce
kendimiz bu parıltıya hayran olarak okuyoruz.
— Böyle edebî ziyafetlerinde ben hiç akima gelmez miyim?
— Estağfurullah siz aklıma gelmezsiniz, aklım size gelir. İşte
huzurunuzda bu marifetlerimi göstermeye hazır, duruyorum. Bırakın şu gençler
iskambilden şato kurmaya gitsinler; biz yine sizinle baş başa güzeli çirkinden
ayıracak bir elfeneri buluruz. Herkesin elinde o kadar çok meşale var ki
ışıktan gözlerimiz kamaşıyor; sizinle doğru dürüst bir iki kelime konuşmak için
biraz karanlığa çekilelim.
— Yeni şiir için ne dersin?
— Çocuk kafalarının dumanından çıkan bütün bu hokkabazlıkları
bir tarafa bırakalım. Sizinle konuşacak daha ciddî şeylerimiz yok mu? insan
hislerinin derin kaynağı, bunların hayal ve rüya dünyası haline gelişi, kelimelerin
musikisile bu dünyanın izdivacı, ressam ve bestekârın şâirin kaleminde
birleşmesi. Şâirin Agora’daki yeri...
— Bir yığın felsefî mesele... Bunların halli için cildler
devirmeli. Buna ne senin, ne benim vaktimiz elverir. Gel de seninle biraz havadan
sudan bahsedelim. Sence şiirle fikrin münasebeti nedir?
— Bence şâirin en mühim vasfı rüya halinde olmasıdır. Şâir
zekâsını, iradesini, bütün şahsiyetini bir telkin havası yaratmak ve kendini bu
hava içinde uyanık rüya görmek için kullanacaktır. Rüyasını yazması için son
derecede uyanık olması lâzım! Afyonun verdiği sarhoşluk gibi rüya onu
uyuşturmaz (Baudelaire, Les Paradis artifieiels.). Fan teziler âleminde yeni
keşifler yapmak için son derecede canlı bulunduracaktır. Fikri bu bakımdan onu
loş dünyasına götürmek için geçtiği lâbirentlerde bir fener gibi kullanacak,
fakat yolu bulunca onu bırakacaktır. Ressamın malzemesi boya ve insanın
değiştirdiği tabiat olduğu gibi, şâirin malzemesi de kelimeler ve insanın
değiştirdiği tabiattır. İşte bu Quincey’in, Poe’nin, Bandelarie’in şe’niyeti
tamamlayan rüya âlemi dedikleri şeydir. Fakat hakikatte bu rüya da şe’niyetin
kendisidir. Çünkü şâirin rüyası insanın değiştirdiği ve kendine göre gördüğü
tabiattir. Şâir için birsamlar, illusion’lar, uyanık rüyalar, muhayyile
oyunları, ma’şerî rüyalar asıl idrâkler kadar hakikidir ve asıl idrâkleri
tamamlayarak âlimin ve filozofun dünyasından çok farklı bir dünya haline gelir.
Fakat şâir bu fildişi kulesinde mahpus değildir. Oraya bir el merdivenile
çıkar, renkli fenerlerini yakar, bersamlarını yaşar; stratosphere tabakasına
yükselen bir heyetci gibi bu âlemden uzakken bile ayağı yerden kesilmemiştir.
Tekrar kulesine iner; ve prosa'ique dünyada acıların ortasında eserini bu dünya
için hazırlar.
— Dediğine bakılırsa, şâirin iki ayrı hayatı var. Bu marazı
çift şahsiyetle sağlam eser nasıl meydana gelir.
— İfade edemedim, çift şahsiyet.. Asla! şe’niyet ve rüya,
yalnız şâire mi mahsustur. Onu hepiniz yaşarsınız. Arzularla zaruretlerin
çarpışması şuuru doğurmadı mı? ve şuur - isterseniz gayri şuur - rüyayı
yaratmadı mı? Rüya, insiyakların dolduramadığı boşluğu kapatmak için tabiatın
size bahşettiği lütuf değil mi? Öyleyse herkesin kendi rüyası var; ve herkes bu
uyanık rüyayı şe’niyetin sırtında taşıyor. Şâir, onu herkesten iyi tanıyacak;
bir rahip imanile o âleme girecek, zekâ ve iradenin bütün âletlerile onu
işliyecektir.
Şâirin Agora’ya borcu
nedir? diyeceksiniz, değil mi? Bu borç büyüktür. Çünkü yalnız o zekâsını ve
malzemesini değil, «kendine göre gördüğü tabiat» yani en fazla şahsî olan tarafını - oradan
almıştır. Rüyalarınız sizin değil, uzviyetin ve cemiyetindir. Hangi cemiyetin?
- onu siz bilirsiniz - Her halde birinindir! Eflâtunun mythe’leri, Homeros’un
destanları, Dan- te’nin «Cehennem» i, Baudelaire’in Sokağı, Şarabı, Kadını,
Buhranı, Claudel’in Gotik mâbedleri ve Maiakowsky’nin Dumanları, Rayları ve
Tayfaları kendilerinin değil, kendi dünyalarınındır.
— Öyleyse şair bir fikrin kahramanı mıdır?
— Hayır; bir dünyanın kahramanıdır! Bu mukadder vazifesini
bazan müphem olarak, bazan açıkça bilir. Bu onun değerini düşürmez. Fırka
programları yapan siyasiler, kaideler getiren ahlâkçılar, sistemler kuran
filozoflar, keşifler yapan âlimler gibi değil; fakat eserile bütün bir âlemin
şe’niyet ve rüyasını yaşayarak, bizi o âlemin birsamı içinde kendimizden
geçirterek mukadder vazifesini yapar.
— Ya eserinde uzun uzun fikir müdafaaları yapan şâirlere ne
dersin? Lâtinlerde Ceorgiques ve Eneide, Rönesansta Divine Comedie, yeni
devirde Faust, bizde Mesnevi gibi büyük eserler asıl san’atın yanında yeni bir
fikir ve hikmet de getirmiyor mu?
— Şüphesiz, bu büyük dehâları hürmetle hatırlıyorum. A-
sırların üzerinde âbideler gibi duran eserleri insana Ehramlar ve Süleymaniye
karşısındaki san’at huşuunu verir. Fakat nesir bu yükü gittikçe şiirin
üzerinden almaktadır. Faust bu nevi eserlerin sonuncusudur. Onu Goethe’ye ben
tavsiye etmiştim; fakat altmış seneye mal olan zahmetten sonra yine eksik kaldı
ve - doğrusu - itiraf edeyim ki ben de hem kendisine, hem de Almanlara karşı bu
İsrarımdan dolayı mahcup oldum. Bu hikmeti felsefe, ve bu tasviri roman pek âlâ
yapıyor. Görmüyor musunuz ki o zamandanberi bütün dünyada şiir gittikçe rüya ve
şe’niyet dünyasına ait bir kelimeler musikisi olmuştur. Ingilterede Milton’dan
sonra kimse bir daha böyle bir zahmete girmedi. Shelly Byron, Keats,
Woodsworth; Almanyada Stephan George,
Rilke; Fransada
Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Valery asıl vazifesini kavramış olan şiirin
şaheserlerini verdiler (Geçen asrın birbirine pek az benzeyen bu individüalist
şairleri devirlerinin hastalığını ifadede birleşerek yeni dünyanın sosyal
şiirini hazırladılar.).
— Ya bizim için ne düşünüyorsun?
— Ooo!... Bu hususta bak, sizin cidden bir imtiyazınız var.
İranın Firdevsî’si ve sizin Mesnevî’nizden başka böyle büyük fikir davasına kalkanlar
görülmüyor. Hafız, Kaânî, Şevket Buharı, Mütenebbî, İbni Fârid, Fuzulî, Bâkî,
Nef’î, Nedim, Galip bu san’at şahikaları size vazetmeyen kaside ve ga-
zellerile kendi dünyalarım en keskin vaizlerden daha iyi telkin ederler.
— Ya bugün?
-— Bugün de, bundan
sonra da öyle. Galipten sonra şiirinizde büyük çöküntü vardı. Sanki Beyoğlu
sarrafları İstanbul’a hüküm edince onunla beraber bütün bir san’at da
yıkılmıştı. Bir asırdır etrafı bir yığın tatlısu edebiyatçıları kaplamıştı.
Fakat şükr edin, bu çöküntüyü dolduran bir köprü kuruldu. Yeni dünyanızın
maymun ve mukallid olmaması için bu köprü size çok şeyler getirmiştir.
— Hangi köprüden bahsediyorsun?
— Yahya Kemal.
— O!-.. Bizim üstad mı? Yok canım, sence hakikaten o kadar
mühim mi?
— Hem de ne kadar! Ben onu sayısı pek mahdut eserile, kendi
dünyanızın yetiştirdiği bu dağlar zincirinin son zirvesi gibi görüyorum.
— Affedersin amma, doğrusu anlıyamadım. Üstada hepimiz hürmet
ederiz; fakat neden işi bu kadar büyütüyorsun? Zannımca onun şeytanla bir alış
verişi olamaz.
— Orasını ben bilirim. Fakat müsaade ederseniz, bu noktayı
aydınlatayım: san’at, en inkılâpçı şeklinde bile her şeyden evvel an’anedir.
San’at bir ustalık ve çıraklık zinciridir. Çırak ustasını yenebilir, günün
birinde inkâr edebilir. Fakat bütün maharetleri oradan almıştır. Çin
fağfurlarını yapan ustalar, eserlerini işledikleri lüleci hamurunu bir asır
evvelki dedelerinin koyduğu kuyulardan çıkarır ve onlar üzerinde çalışırlardı.
San’at bu şe’niyetle rüyadan örülen âlemi duymak için kulağını ona vermek,
asırların inkılâplarla süze süze getirdiği en saf ve halis sesleri dinlemektir.
Kulağını bu sese vermeyen, bir dilin dehâsını keşfedecek kadar hassalarım
işletecek çıraklık sabrından mahrum olan, san’atkâr olamaz. Galipten sonra
yıkılış vardı; çünkü Beyoğlu sarraflarının cemiyeti, dilin dehâsına karşı
kulakları sağır ve gözleri kör etmişti. Şükür edin ki garbı tanıdıkça,
kendinizi tanımanın yollarını öğrendiniz. Dalaleti bir asır sonra fark
edebildiniz, fakat ettiniz: Yahya Kemal geldi. Kulağını asırların yuğurduğu bir
lisanın derunî rythme’ine vererek, oradan garbın size öğrettiği poeme
mimarîsini çıkarmaya muvaffak oldu. Arkasından nesiller yetişti, ve
yetişecektir. Onu aşmak istiyecekler, kendi kendilerine istiklâllerini
inandırmak için onu inkâr edeceklerdir. Varsın etsinler. Zaten bu böyle olur.
Hele inkılâp devirlerinde zamanın her anı dörtyol ağzıdır. Akıp giden
vak’aların tek hatlı oku üzerinde o bütün rüzgârlara açık durur. Fakat zincir
kırılmamalıdır. Varsın ihtilâl olsun, varsın çırak ustasını inkâr etsin;
şekilleri kırsın, şahsiyeti mutlak yeni şekillerde zannetsin. Bu vehme kapılan
yâlnız sizinkiler mi? Şimdi san’atkâr şahsiyeti yeni şekilde arıyor.
— Her büyük artistin kendi şeklini yarattığını söylüyorlar,
buna ne dersin!
— Her devrin yeni ihtiyaçlarla yeni kalıplar getirdiği
muhakkak! Fakat o iddiada ben bir hakikat hissesi göremiyordur Sheakespeare
kalıpları kırmıştır derler. Halbuki müşarünileyh eski tiyatroları az çok
değiştirerek oynamakla işe başlamıştı. O- nun kökleri Şofocle’e, Lope de
Vega’ya, seyyar tiyatro truplarına, folklor ve halkta kökünü muhafaza eden bu
her devrin tulûatçılarına kadar gider. Teknik zaruretler, yeni keşifler,
icadlar, yeni sosyal ihtiyaçlar yeni sanat nevileri doğuruyor. Bunlar bazan bir
nevi iflâsa götürürken bir yenisini canlandırıyor Büyük san’atkâr bu
değişiklikler içinde gelmişse, onlarla beraber teşekkül eder. Fakat onu dilin
dehâsına bağlıyan rabıtalar kırılmamıştır.
— Yahya Kemalde yeni şekil var mı?
— Ona ne şüphe! Asıl şekil Türk şiirini mısradan poeme’e
yükseltmektedir.. Serbest nazım, kafiyesiz nazım, müstezad gibi anarşik
şekiller eskidenberi vardı: Bunları Hâmid, Fikret, Fecri Âti bol bol tecrübe
etti; fakat muvaffak olamadı. Çünkü mühim olan anarşik veya muntazam vezin
tarzları değil, şiirin construction’udur.
— Ya Haşim’e ne dersin?
— İyi şâir derim. Birçok safhaları var: önce Fecri Âtinin
tasannulu ve köksüz lisanile başladı. Sonra çöl ortasından yenilikler getirdi;
ince ve güzel şiirleri vardı. Hâleti ruhiyeleri avlamasını ve fırça darbelerile
psikolojik peyzajlar çizmesini biliyordu. Fakat henüz lisanı çetrefil, ve
souffle’u kifayetsizdi.
Yahya Kemalle temastan
sonra büyük değişiklikler oldu. Son yazıları bu merhaleyi gösterir.
— Ya Nâzım Hikmet?
— İhtilâlci şâir; fakat sesi Kemalden gelir, nazmın ihtilâline,
makineye, yeni hamleye, Maiakowsky aşısına rağmen divan ve halk şiirinin derunî
rythme’ine kulağını vermesi onu yaratmıştır.
Bin
atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin
atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Diyen Kemalin heroi’que
sesi Nazımda başka bir tarzda devam ediyor.
Atlılar,
atlılar kızıl atlılar Atları rüzgâr kanatlılar.
«Deniz» in, «açık deniz»
in, «ses» in, bu gittikçe yükselen, kesilmiyen ve bütün bir manzumeyi dolduran
nefhasi, mısra mahareti, belâğat ve küçük haleti ruhiye şiirinde kalan
nesilleri birdenbire toplayıp arkasından sürükledi. Herkes gücü yettiği kadar,
onu takip etti. Kimi kötü kopyesini yaptı. Kimi taklid etti, kimi ondan kuvvet
aldı ve kendi şahsiyetini kazanmıya başladı. Yahya Kemal baştan başa bir
edadır.
— Eda da ne demek?
— Söyleyiş tarzı? Sesin. yükselişi, lirizm, iç hayatının taşma
kuvveti.. İşte şiirin asıl kökü budur. İmajlar, fanteziler, fikirler, buluşlar
bu büyük temelin üzerine işlenen nakışlardır. Asıl kök olmadıkça havaya
çizilmiş nakışlar neye yarar?
— Nakışa kıymet vermiyor musun?
— Biraz mübalâğa ederek, hattâ evet bile diyeceğim. Siz hiç
askerî müzenin önünde duran eski toplan gördünüz mü? Üzerlerinde nasıl bu
âletin göreceği işle alâkasız bin bir nakış vardır. Bir de yeni toplara bakın:
namlular dümdüz çelikten ve tezyinata tenezzül etmiyecek kadar sade! Sebebi:
çünkü asıl maksadını hakkile yapamadığını gören topçu ustası eserini bir yığın
lüzumsuz nakışla doldurmuş. Bu, psikolojik bir haldir. Plândan, vahdetten
mahrum olan Endülüs binalarına bakın! tezyinat içinde kaybolmuştur. Fakat ya
Mısır mâbedleri, Partenon, Süleymaniye! Mimar maksadına o kadar emniyetle
ulaşmış ki, ziynet onun eserinde imza kadar yer tutar. Yahya Kemalde imaj,
san’atkârın psikolojik buhranından doğan bir didinme değil; eserin plâstik
kemalini tamamlayan ziynet; ses en yüksek merhalesine çıkarken onu perçinleyen
bir çividir.
— Demek oluyor ki, sence san’at her şeyden evvel İçtimaîdir.
— Bu kelimeden neyi kasdettiğimi eğer iyi anlatabildimse,
muhakkak!
— Yeni şâirlere ne dersin?
— Şu edebiyatımızda «inkılâp» yapanlara mı? Gül ve mehtabı
bırakıp nasır ve çamaşırı almakla bir mahalleden ötekine taşınıyorlar. Canları
sıkılmış olacak.
— Ya Hiyeroglifden alnmış cümleler, tepeden inme buluşlar, ya
sokakla ev arasındaki gündelik vak’alar? Bunlar hep yenilik değil mi? Unutma ki
bunları yapanlar eskiyi yapmasını pekâlâ beceriyorlar. Zaten bunu isbat için
ikisini ayni zamanda neşretmiyorlar mı? Önlerinde koskoca bir üstad, Picasso
var: o da resimde De Vinci’lere yaklaşan klâsik çizgiler çizerek sonradan bu
pergel ve mingale resmine geçmedi mi?
— Resim ayrı bahis; onu başka bir gün konuşuruz- Şimdilik
şiirde kalalım: Oyuncaklarım kırmak, taşların yerini değiştirmek, bir
mahalleden ötekine taşınmak inkılâp değildir. Eğer eski edebiyatın kusuru bir
kaç hayal içinde mahpus kalmaksa, bunlar da başka bir yoldan ayni hataya
düşüyorlar. Fakat, bu yeni edebiyat eskiden alınacak kuvvetli tarafı, yüksek
nefhayı, coşkun sesi, lirizmi, kaybetmiştir. Aramak fena şey değil; yalnız,
karanlıkta el yordamile giderken elindekileri kaybetmek ol-masa! Yeni şiir, bir
kaşık suda fırtına yapan ve aklına geleni kâğıda geçiren şiir değildir. Yeni
şiir, eskinin içinden doğan, o- nu aşmak için yeni cemiyetin davalarını duyan,
onların rüyasını gören, ıztırabını çeken, onların buhranını kendi buhranı
haline getiren şiirdir. Geçen gün konuşurken, dediklerimi tekrar edeceğim.
Kusura bakmayın! Yeni bir şey söylemek dünyayı yeniden yaratmaktır. İncil
«İptida her şey kelâm idi» diyor. Faust,
«iptidada her şey Aksiyondu» demiş. Biz de diyelim ki: «İptidada her şey
tezad idi.» Bu tezadlar arzı kaplıyan bir tufan haline gelmiştir. Fırtınalı bir
denizin ortasındayız. Yelkenlerimiz uçmuş ve küreklerimiz kırılmıştır. Belâ
kayalarına çarpıp kırılmak belki de mukadderdir. İnci dizecek vaktiniz yoktur!
Bütün hassalarınızla arzın üzerinde kopan kıyametlere bakın, şe’niyeti ve
rüyasile onun şiirini yazın!
— Kafa buhranlarını asıl derinleştiren, vahimleştiren, bu
buhrana düşenin içinde bulunduğu haldir. 1941 yılında dünyanın içinde bulunduğu
hali tarife ne kuvvetim, ne de zamanım var. Maziyle hesabı kesmek, istikbali
kurmak, fakat birçok malzemesini yine maziden alarak! maziyi inkâr ve kabul
etmek. Uçurum önünde durur gibi ileriden ürkmek, fakat gözlerini kapatarak ona atılmak!
Bu dünya Arenasında artık seyirci kalmadı. Sheakespeare diyordu ki: «Dünya bir
tiyatrodur ve biz onun aktörleriyiz.» Zaman zaman sahneden inmeye ve seyir
etmeye imkân kalmadı. Bütün âlem artık hem aktör hem seyircidir.
Mücrimiz, cezayı biz
veriyoruz; kahramanız, alnımıza defneler koyuyoruz. Namuslu haydutlarız,
kendimizi biz hicv ediyoruz. Sefilleriz; bize biz acıyoruz. İntikamı
kendimizden alıyoruz; ve kendi cehennemimizin odununu sırtımızda taşıyoruz.
Dünya, haçıyla Golgotaya çıkan bir İsa’dır. Hayır, dünya kendini inkâr ve
tasdik eden bir şeytan!
—-
Yahudiler niçin Yüksek kaldırımda oturur?
— Her gün bu yokuşu tırmanarak İsanın kefaretini çekmek için.
— Demek dünya bir şeytandır, diyorsun?
— Evet, İsa ile şeytan ayni şeydir. Çadmıhta «Beni niye terkettin?»
dediği zaman, gözüne görünen şeytan kendisiydi. Şeytan İsa suretine girdi ve
insanlara ayni zamanda hem canî hem mazlum olmasını öğretti. Geçmişteki
facialar gelecekteki facialara gebedir. Müverrih ve peygamber ayni torbadadır.
— Bu facialar kasırgasında bir selâmet kıyısı bulamadın mı?
Hangi devirde kalmak isterdin?
— Hiç birinde! Bu ebedî seyahatim durunca her şey bitmişdir.
Her devirde sofraları deviren ve sarhoş kadınlarla divanlarda yuvarlanan;
çelengin, hançerin ve ölümün şehvetini tadan; Nemrud’un huzurunda sürü sürü
gözlerine mil çekilen; Ehramlara kırbaçla taş taşıyan; haydut Oedi- pe’ken kral
diye alkışlanan, kendi gözlerini kendi oyan ve Antigone’le sahralara düşen;
kilise kapılarında dilenen; Borgia’ların hâzinesine giren; Jean Husse’de isyan,
Luther’de ihtilâl olan; 89 da hürriyet için insanları boğazlıyan; Babeuf’in
katili. Blanqui’nin mahkeme reisi, fakat açların ağzında feryad, mazlûmların
kafasında intikam; 1941 de bütün Kabillerin elinde hançer, bütün Habillerin
sırtında yara halinde görünen bendim.
— Yeter artık şom ağızlı şeytan!
—- Keyfinizi kaçırdım,
affinizi istirham ederim. İsterseniz size levhanın tersini çevireyim. Bakın
nasıl yüzünüz gülecek, gözleriniz parlayacak; orada yalnız sizi eğlendiren ve
mesut eden şeyler göreceksiniz. Bu sihirbazın aynasıdır; onu Kafdağındaki
mağarasından aşırdım. İşte bakın! Ne maharetle her şey değişti: Şu Karnak
sütunlarındaki azameti seyredin; şu Ba- bil bahçesinin ihtişamını; şu
Parnasse’in heybetini; şu Parthenon’un kemalini; şu Dannae’nin zarafetini; şu
Eflâtunun hikmetini; şu Alcibiades’in şeytanî güzelliğini; şu Caligula’nın
sofrasındaki zevki; şu İskenderiye rakkaselerini; şu gotik mâ- bedlerin Allaha
yükselişini, şu Papaların debdebe ve kuvvetini, şu Apollon’un halefi İsa ve
Afrodit’in hicabla örtündüğü Meryem tasvirlerini; bu mucizeler devrinin
âbidelerini seyredin. Şu Rus baletlerinin, Hollywood yıldızlarının, elektriğin,
radyonun, operanın, cazbandın ve koca fanfarlı marşların aydınlattığı, ses
dalgalariyle doldurduğu dünyayı seyredin. İşte size iki âlem!
— Benimle alay mı ediyorsun?
— Ne münasebet! Sünnet çocuğunu avutan çıngırak seslerini
dinletiyorum.
— Var olmak veya yok olmak! İşte mesele burada. Hamlet’in
meşhur şüphesi. Tolstoi’de bu şüphe çözülüyor: harp ve sulh; olmak ve olmamak;
başka tâbirle her an ölüp yeniden doğmak, bu akıp giden âlemin içinde her lâhza
parlayıp sönen bir vak’a olmak; bir vak’a ki oluşun içinde ebediyet fakat kendi
başına yokluk.
— Yine Hamlet’in kafasındaki düğüme döndün. Sopocles bir
trajedisinin monologunda «Var olmak!» diye başlıyordu. Shakespeare buna yalnız
tek kelime ilâve etmiş. Bütün yaptığı bundan ibaret. Sanki mühim bir şeymiş
gibi kıyamet bunun etrafında dönüyor.
— Mühim olmasa Şehir tiyatrosuyla gazeteciler birbirine girer
miydi?
— Ya! demek sizde muharrirler metafizik uğruna kurban
oluyorlar. Ne şerefli iş! Benim bildiğim - usuldendir - insanlar körü körüne
boğazlanır. Gözlerine mendil bağlanır. Sürülerle sirka sürülür. Niçin ve kimin
için olduğunu bilmeden vahşî hayvanlara parçalatılır. Atların altında ezilir,
birbirini boğarlar. Nâdiren metafizik şehitleri de olduğu vardır. Hatırlarım; mahşerde ruhlar Beytullaha
toplandığı zaman, o daracık yere nasıl sığacak diye bir mesele doğmuş ve
papaslar iki felsefî mezhebe ayrılmıştı. Bir
kısmı ruhların üst üste çıkarak göğe yükseleceğini iddia etmiş; bir kısmı
ruhlarda ademi tenafüz yoktur, iç içe girebilirler, diye itiraz etmişti. Bu
akide ihtilâfından aralarında ne kanlı döğüşmeler oldu! Hamlet davası da böyle
bir metafizik ihtilâfdan doğuyorsa, beşeriyet tarihine altın kalemle
yazılmalıdır.
— Altın kalemi ilerde başka davalara sakla da, şunu biz gel
gümüş kalemle yazalım. Bizim varlık - yokluk davamız daha beşerî, daha hakikî,
daha makul. Mesele bazı aktörler ve muharrirler arasında geçiyor. İşin metafizik
cephesi «kendimizi göstermek için bir vesile lâzım mı değil mi?» davasıdır. Biz
var mıyız, yok muyuz? Eğer varsak, kendimizi göstermeliyiz. Kendimizi göstermek
için her vesileden istifade etmeliyiz. Eğer kendimizi gösteremezsek yokuz
demektir. O zaman vay halimize! Asıl mesele, bu «varlık - yokluk» davası
gülmek, ağlamak gibi dehşetli sarî: herkeste bir şüphe uyandı: «Acaba ben var
mıyım? yok muyum? Varsam kendimi göstermeliyim, yoksa vay halime!» ve eline
kalemi alan meydana çıktı; kalemlerini mızrak, yüzlerini kalkan gibi
kullananlar kavga meydanına koştu. Çok şükür yaralılar falân, pek az. Çünkü
herkesin kab kanı sağlam, kalemlerin ucu çabuk bükülüyor.
— Bu meseleye çok merak ettim.
— Sana Hamlet kahramanlarından Muhsin Ertuğrul’un müdafaasından
bir kaç satır okuyayım belki işine yarar:
(Aslını tahkik etmedim,
günah söyleyenin boynuna).
«Ben Celâleddin Ezineyi
ticaret âleminde müseccel bir yazıhanede Müsevi bir bankerin ortağı olarak
faizcilik ederken tanıdım. Uzun seneler kendisi bu işte, bu meslekte kaldı. Bu
bakımdan san’at meselelerinde kalem oynatmağa ve söz söylemeğe salâhiyetli
olduğunu kabulde mazurum. Hele bir tek neşredilmiş romanı olduğunu bilmiyorum.
Günün birinde Celâleddin şöhret merakına düştü ve basamak olarak Şehir
tiyatrosunu hatırlamış olacak ki elinde bir piyesle bana geldi. Piyesin o
aralık hazırlamakta olduğum bir ecnebi eseri her bakımdan hatırlattığını
söylediğim zaman Celâleddin Ezine bu ecnebi piyesin temsilinden vazgeçmemi
istedi. Tercüme ettirmiş, hazırlatmıştım. Oynatmağa mecburdum. Nitekim evvelâ
eserin aslı, sonra da Ezinenin ki oynandı. Birincisini seve seve seyreden halk
İkincisine rağbet etmedi ve dostumuz Celâleddin o gündenberi düşmanımız oldu.»
— Ya bu aslın adını niçin vermiyor?
— Söyliyeyim: Asmodee (Le sage’in «Topal şeytan»ına verdiği
isim.). Devam edeyim mi?
— Kâfi. Dedikodudan ne de hoşlanırsın! Herkesin hususiyetine
karışmıya ne hakkın var?
— Canım efendim, bütün gazeteler, mecmualar bu mesele için
haftalardır sahifeler doldurdular. Mısırdaki Sağır sultan duydu! Garp
matbuatında da akisleri olmuş diyorlar.
— Varsın olsun: uzaktan davulun sesi hoş gelir. Dostluk nedir
bilmez misin ayol! Dünya yerinden oynasa kulaklarını tıkayacaksın. «Duymadım,
bilmiyorum, ne üstüme vazife!» diyeceksin. Ortada bir müellif var: üç yüz sene
evvel ölmüş. Bir dünya var: böyle davalara küs dinlemiş. Bir mahkeme var: işi
başından aşmış. Geri kalanlar da, bırak heveslerini alsınlar. Ya şu tiyatro
hakkında ne dersin?
— Hangisi, Hamlet mi? Kitabın lisanı eskidir diyorlar.
Baştan biraz okudum:
eskidenberi gayretle okumaya alışmamışım, bir kitabı bitirmek için tırnaklarımı
yiyemiyorum. İlle de zevkime gitmeli! Esat Mahmudun bir hikâyesile beraber
başlamıştım. Ötekini bıraktım, bunu bitirdim.
— Ya temsil?
— Görmedim; mademki aktörle muharriri beğeniyor, o halde
iyidir. Mademki otoriteler böyle diyor, o halde doğrudur.
— Ne o, ne o!.. Otoritelere hürmetsizlik mi?
— Haşa! Böyle bir şey kimin aklından geçer. Otorite ya
Avrupa’dan gelir, ya orda tasdik edilir, yahut hususî ziyafetlerde birbirini
tasdik eder. Şehir tiyatrosuna gelince, orası çöplükte bir güldü. Belediye onu
saksıya koydu. Şimşir tarak gibi sağlam, sapasağlam bir müessese. Eskileri bir
görseydiniz, çoktan buna rahmet okurdunuz.
— Gedikpaşadaki Güllü Agobu mu söylüyorsun? Feyziye kıraathanesindeki
Abdürrazzakı mı söylüyorsun? Tiyatromuzu ıslaha gelen Bernard’ı, Manakyan
taifesini, Kel Haşanı, Dava- laciro kahramanı Burhanettini, Kuşdili yârânını,
Naşidi ve tulûatçılarını, hem gülen hem ağlayan Fahimi, Ermeniceden tulumbacı
ağzına, frenkceye kadar bu birbirinin nihayetsiz çıkartması orijinal tek
nüshayı mı söylüyorsun?
— Şüphe mi var? Bir alay tulûatçı süpürüldü de fena mı oldu?
Neydi o sayın azlıklar gibi konuşmalar, o kocakarı ağızları, o külhanbeyi
cakaları? Çok şükür memleket sahne gördü. Bedava gidilmiyor, insan dram
seyretti mi ağlamalıdır. Ses -melodramatik - titremeli, her cümle mutlaka inler
gibi çıkmalıdır. Kat’iyyen müptezel olmamaya dikkat etmeli, ve insan kızdığı,
hayret ettiği, yese düştüğü zaman nasıl söylerse onlardan hiç birine benzemiyen
tamamen orijinal bir tarzda söylemeye dikkat etmelidir. Cümleleri yanlış
okumadan, edebî eserlere uydurma cümleler katmadan çekinmemelidir çünkü aktör
lâyuhtîdir. Mademki oyun öyle icap etmiş, öyle oynanacaktır. Ne çabuk
unuttunuz! «Tiyatro bir mektebi edebdir» orada aktörler muallim ve halk
talebedir. O sıraları neye koymuş farkında değil misiniz? Şaheserlerin
gölgesinde millete medeniyet dersi vermek için. Bu mektebin tek sınıfı ve
falakalı bir hocası olacaktır; çocuklar söz dinlemedi mi tokat inecek; ve bir
yanağına tokat yiyenler Hazreti İsanın emrini yerine getirmek için derhal öbür
yanağını uzatacaktır. Bir ağızdan çıkan ses en kıdemli talebeden kapı yanındaki
afacana kadar ayni perdeden tekrar edilecektir: bu mektepte Standard eşya gibi
yalnız bir ton, bir ses, bir eda, bir hareket olacaktır; bu eda, mutlaka hassas
olduğunu isbat için sesini titretecek, inleyecek, orijinal olacak, herkes gibi
konuşmayacak, ve dehâsını bu suretle isbat edecektir.
— Amma da yaptın ha! Tiyatro da diğer san’atlar gibi bir san’at
şubesi değil mi canım?
— Evet, tiyatronun kendisi öyle! Fakat oyuncuları.. Onların
cemiyetteki rolü sahnedeki rollerinden çok büyüktür. Bir san’at eseri
alkışlanır, beğenilmez, sükûnla karşılanır, hücuma uğrar. Oyuncularsa - öyle mi
ya? - halkımıza neler öğretiyorlar: Sphocles’den Musahipzadeye kadar! İşlerinin
ciddiliğile mütenasip tam bir itaat lâzım.
— Kötü bir şarkıcıyı ıslıkla indirirsek, ikide bir falso yapan
bir kemancıyı zorla susturursak, kulağımızı yırtan bir sesi, soğuk bir aktörü,
rolünü ezberlememiş, oynadığı eserin farkında olmayan şımarık bir aktirisi,
nihayet sahneyi terketmeye mecbur edecek kadar şiddetli hücuma uğratırsak fena
mı yapmış oluruz?
— Elbette! Hürmetsizlik, haddini bilmemek, çizmeden yukarı
çıkmak! Sizin vazifeniz öğrenmek, onlarınki öğretmek! Elinizde bir seyahat
bavulu, göğsünüzde madalyalar, ve cebinizde belediye cüzdanı varken kim size
ferman okuyabilir? Shakespeare ve Moliere gibi dühatın (Şeytan bir türlü ölü
kelimelerden kurtulamıyor.) postlarını sırtına geçirdikten sonra haddiniz varsa
ağzınızı açın!
— Bu zorbalık daha ne vakte kadar sürecek?
— Müellif aktöre hükmedinciye kadar. Ona da hayli uzaksınız.
Garbın büyük cedleri 2500 yıl evvel Arenalarda Diyonizos oyunlarını maskeyle
sahneye koyarlardı. Eshylos’dan- beri bu sahne ne kahramanlar gördü! Lâtin
filozofu Seneca büyük dramlar oynatmıştı. Lope de Vega iki bin eserle geldi.
İspanyolları meşkeden Fransızlar ve İngilizler artık sahneye tamamen
hükmettiler. Yunan temsilleri, kasaba trupları, Miracle’ler, Passion’lar
(İsâ’nın şehadetine dair açıkta temsiller.), tulûatlar birleşerek İngilterede
Shakespeare ve Almanyada Goethe oldu. Dram muharriri sahneye o kadar hükmeder
ki, bazan Moliere ve Shakespe.are’deki gibi bizzat aktör olur; bazan Goethe,
Wagner’de olduğu gibi rejisör, ressam ve bestekârdır. Büyük dram müellifi
sahnesini kendisi yaratır. Perdelere kendisi şekil verir; aktörlerini kendi
seçer; eserini istediği tarzda oynatır. Arslanlar sahneden çekildiği vakit
elbette çakallar ortalığı kaplıyacaktır.
— Demek tiyatronun bir çok kökü olduğunu söylüyorsun?
— Evet, bir kaç., klâsik tiyatro ile gelen Yunan kökü,
ortaçağın Mirakl ve Martirlerile gelen dinî kökü; halk oyunları, tulûatlar...
Garbın büyük eserleri bu köklerden geliyor.
— Öyleyse bizde de büyük eserler doğması için bu kökleri
aramalı! Meselâ Orta oyunu; Kavuklu, Pişekâr ve Zenne, daha neler vardır...
Sonra Karagözün Hacivat’la Beberuhisi, alafrangadan geçen kukla. İşte sana
tiyatromuzun falklor kökleri! İstersen «Vak’ai Kerbelâ» yı da al, ver bunları
ülemamıza, tetkik etsinler. Elbet günün birinde dühattan bir ehli merak çıkar,
bunları birbirine katar ve yeni Türk tiyatrosunu yaratır.
— Olmaz!
— Neden olmasın. Mademki frenklerin bu işi nasıl yaptıklarını
öğrendik, biz de ayni şeyleri yaparız, olur biter. Mademki Wagner’i meydana
getiren âmilleri öğrendik, bu âmilleri bir araya getiririz, kendiliğinden
Wagner meydana çıkar.
— Çıkar amma, bu istediğiniz Richard Wagner değil; Faust’un
budala ve küçük Wagner’idir. O halk motiflerini toplar; Karagöz oynatır, parça
bohçası yapar, fakat ortaya eser çıkmaz, humunculus çıkar. Aziz dostum! Zamanı
tersine akıtmak elinizde değildir. Bir defa olan bir daha olmıyacaktır. Bugün
yeni şartlar, yeni tezadlar içindesiniz. Sahneniz olsa olsa bunların evlâdı
olacaktır. Hiç bir san’at, hayatı kısaltılmış bir zaman içinde onun kadar canlı
olarak karşımıza koyamıyor. Shakespeare’in dediği gibi eğer dünya bir sahne
ise, sahne de bir küçük dünyadır. Orada oynanan, dışardaki dramın zübdesi ola
çaktır. Dışarda dünya hâlâ Karagöz mü oynatıyor? Orada hâlâ kavuklu mu geziyor?
Dışarda insanın bağrını deşen büyük meseleler yok mu? Dışarda kaltaban
muharrirler, dalkavuklar, bezirgânlar, namuslu haydutlar; dışarda arzularla
mânilerin dramı, ümidlerin, yeislerin çarpışması; açlık, riyakâr merhamet, acı,
acıların hafızası ve kudret yok mu? Dışarda kurtların devler gibi boğuşması,
şuur aynalarında ümid, ıztirap, yeis, nedamet, kin, intikam, tekrar ümid,
tekrar ıztırab olarak bin bir akisler yapan benim şeytanî oyunum yok mu? İşte!
sahneye bunları aksettireceksiniz. Eski oyuncular geçtiler, bize büyük adeseler
bıraktılar. Shakespeare’den (bilmem kime) kadar bütün üstadların oyunlarını
seyrettik. Hepsinin sahnesinde ipleri ben çekiyordum; kader oluyordum, ihtiras
oluyordum, iblis oluyordum, şüphe oluyordum, istibdad oluyordum, taassup ve
cehalet oluyordum; şimdi dünyada kana susamış bir sırtlan olarak locaları,
borsaları, esir pazarları; bir lokma için arzı kana boğan bütün keşifleri ve
icadlariyle dev gibi kapital oluyorum.Nemrud’un zulmü bunun yanında şefkattir;
Firavunlar kapitalimin elinde birer köşe bakkalıdır. Roma saraylarının sefahati
açlıktan boğazı kokan kapitalimin masrafı yanında çocuk harçlığıdır. Martirler
onun kurbanları yanında hafif nezleliler, Pascal’ın girdabı onun açtığı uçurum
yanında bulaşık çukurudur. Metafizik buhran, bu muazzam buhrana göre iç
bulantısıdır. Bir kaşık suda fırtına yapan ahmakları ve «metafizik buhran»
afyonunu kütlelere bedava dağıtan kalpazanları bir yana bırakın! Sophocles’den
bilmem kime kadar bütün sahne üstadlarımın size verdiği adeseyle gözünüz önünde
oynayan büyük faciaya bakın! Yeni sahnenin şaheserlerini oradan çıkaracaksınız.
Sh: 79-111
TEFAHÜR VE ACZE DAİR - Şeytanla Konuşmalar- Hilmi Ziya ÜLKEN
«Tefahür faziletleri
büsbütün yıkmasa bile, hepsini sarsar. Başkalarının tefahürünü çekemiyeşimiz,
onun bizi kırmasındandır. Müdahene, ancak tefahürümüzle revaç bulan bir kalb
akçedir. İzzeti nefs ise müdahinlerin en büyüğüdür...» Aşkı bir nevi tefahür
diye tarif eden — La Rochefoucauld’de okuduğum bu satırlar, insanı insan
hakkında ne kara görüşlü yapmaya sevkediyor! Pascal da böyle demiyor mu?:
«Tefahür insan kalbine o kadar kök salmıştır ki, bir silâhşor, bir haydut, bir
aşçı, bir hammal kendi kendisile öğünür ve hayranlar kazanmak ister; filozoflar
da bunu isterler; ve tefahür aleyhine yazanlar da iyi yazdıkları için şeref
kazanmak isterler; onu okuyanlar da okumuş olmaktan dolayı şeref kazanmak
isterler; ve ben bu satırları yazmakla ve ihtimal onu okuyanlar da okumakla
aynı zâa- fa kapılırlar.»
Kumar, av, san’at, aşk,
siyaset, şöhret, para, ilim, fazilet, fedayı nefs, her şey tefahüre vesiledir.
Eğer bu muharrirlere, ve onları takip eden Balzac’a inanılırsa ihtirasların hiç
bir nevi yoktur ki insanlığın bu müthiş tuzağından kendini kurtarabilmiş olsun.
Takma dişleri düşmüş,
boyaları dökülmüş bu acuze suratı, dünya mıdır? Gerçek buysa, kafaları
tütsüliyelim; esrarkeşin rüyasını görelim; diyelim ki biz hayatın
sarhoşlarıyız; avın,
san’atın, aşkın
cezbesine tutulmuşuz. Varsın sabahın humarı (Sarhoşluğun mahmurluğu.) acı
hakikati yüzlerimize çarpsın, her şeyin aslını varsın sonradan anlıyalım;
mademki bu seyahati böyle geçiriyoruz, çirkin hakikati görmemek için, gelin
dostlar, sonuna kadar çekelim.
Sevgilinin pis kokusu,
taze vücudların çürümesi bizi sarhoşluktan uyandırmıyacak mı? Yüzümüze çarpan
şamar, hayal fenerinin batağa düşmesi, acı acı bağıran içimizdeki canavar bizi
uyandırmıyacak mı? Varsın uyandırsın! Kabrimizi ve nahvetimizi beslemek için
ahmaklığımızın mahzeninde eskiyen öğünme şarabı bize ömrümüzce yeter. Uyanış
saatleri geçip gider! Sofrayı yeni baştan kurmada, gün ağarıncaya kadar cünbüşü
uzatmada ne mâni var!
Böyle düşünürken,
şeytan, bildiğim çehrelerinin en riyakârile yerlere kadar reveranslar yaparak
karşıma çıktı:
— insanlığa iftira ediyorsunuz! Size ilk günahı öğrettiğim
zamandanberi, tefahürünüzle acziniz boğaz boğaza! Vakıa kendinizi Allah
zannettiniz; hayalinize secde ettiniz; eşyayı unutup isimlere taptınız;
kasrınıza hırsın kartallarını bağladınız; erişemiyecekleri bir yere taze
ceylânlar asarak onları kanatlandırdım.; Allahla yarılmak istediniz; vakıa
elinizdeki dev aynasında hılkattan beri kendinizi seyrettiniz; bu karanlık
zindan içinde her yandan geri dönen sesinizi âlem zannettiniz; «bütün varlıkta
kendimi görüyorum» dediniz. Pascal diyordu ki: «Beni en çok hayrete düşüren
herkesin kendi zaafından hayrete düşmemesidir.!» Hâdiseler kötü gidince kusuru
kendinizde bulacak yerde; kadere, Allaha, talihe yumruk sıkarsınız. Fakat -
şükür! - kafanız demirlere çarpar; zaman zaman rüyadan uyanırsınız. Bu acıyla
delirmiş gibi zindanınızdan fırlarsınız, meydanlarda hakikati halka ilân
edersiniz; aklı tahtından indirmek için seller gibi saraya hücum edersiniz! Ona
tac giydiren sizdiniz; başınıza müstebid sultan yapan da siz! Şimdi kralın
sarayında travesti balo var. Aczinizin bütün cüceleri yüzlerine dev maskeleri
takmış: hased, rekabet olmuş; iftira kahramanlık; korkaklık ihtiyat ve hikmet;
pintilik saltanat; mürailik nezaket; hayvanlık aşk; sarhoşluk vecd; ahmaklık
tefahür; gevezelik belâğat; kabiliyetsizlik tenkid ve cahillik felsefe kılığına
girmişler. Kabul salonunda muhteşem kadriller, polkalar, valslar, trivio’larda
bütün maskeler birbirinin yüzüne gülüyor. Şerefine kadehler yükseliyor, yerlere
kadar eğiliyorlar. Fakat bu merasimin alt üst olması için ufak bir işaretiniz
kâfi. Birden, camlar kırılır, kapılar ardına kadar açılır; meydanlarda biriken
muazzam kütle uğultuyla içeri dolar. Balo mahşere döner; maskeler düşer;
kanbur, iğri, büğrü, soytarı ve maskara bütün cüceler çirkin suratlarile ortada
kalır. O zaman tacı devrilen, ve tahtının altında kalan akıl meydanı yalnız
size bırakır: her biri çil yavrusu gibi dağılmış, miskin ve ürkek cücelerinize!
Müdahinler sultana öyle bir saray yaptılar ve duvarlarını o tarzda kurdular ki,
hakikat feryad etse sesi kaybolur, hile fısıldasa bin aksi seda
gelir-Demirlerini kıran kalabalığınız bu duvarları yıktığı zaman, ortada
fırtınalara karşı burun buruna sokulmuş titreşen cüceleriniz kalır. «İnsan
tabiatın en zayıf bir sazıdır; fakat düşünen bir sazı. Bütün âlem onu ezmek
için silâha sarılmamalı. Bir duman, bir su damlası onu öldürmeye kâfidir. Şayet
âlem onu öldürürse, o kendini öldürenden daha asildir; çünkü öldüğünü biliyor,
âlemse hiç bir şey bilmiyor.» (*)
* Tefekkür
âlemin eseri olacak yerde, sazın öğün- mesi yüzünden nerdeyse âlem tefekkürün
eseri oluyor! Pascal’dan sonra bu yeni öğünüşde ileri gidenler dünyayı insan
etrafında döndüren bir atlı karınca buldular. Bir kısım saçlı sakallı felsefe
çocukları hâlâ bu oyuncağın üzerinde dönüp duruyor.
İşte cücelerinizin tesellisi! Bu fırtınanın
ortasında çırıl çıplak titredikleri zaman bile bu teselli onları ısıtır. Hiç
bir güneş ışığı onun kadar sıcak değildir; hiç bir kalorifer onun kadar rahat
değildir. «Düşünen saz» olmak! Haydi bakalım yeni bir maske daha! Bu
kargaşalığı fırsat bilen cüceler köşelere sinerler, nokta olurlar; yüzlerine
yeni maskelerini takarlar: vicdan maskesini! Sokratın, Gazalinin, Abelard’ın,
Saint Augustin’in, Pascal’ın Kant’ı takıp çıkardığını! Onu Sokrata kendi Demon’u,
yani ben vermiştim; ötekilere ondan miras kaldı. Her biri yeniden keşfederek
işine göre kullanıyor: Bu bir maske, ve ayni zamanda bir iptir. Hem
cücelerinizi yeni bir dev haline getirir; hem de onunla bir çok şeyleri bağlar,
bir çok şeyleri asarlar: tenbelleri, dalkavukları, tufeylileri, papasları,
yobazları, apartımanları, locaları, bulanık suda balık avlayanları, Allah
namına kıtal yapanları ve ahmak kadınları bağlar. Fakat - aynı zamanda -
çıplakları ve aczini bağırmadan utanmıyanları; bu sefaletle ıztırabın teşhir
hastalarını; bu yamru yumru kanbur, kötürüm, ve kekeme insanlığı; bu bütün
ayıbına rağmen hâlâ âsi insanlığı asarlar! işte size bir maske ve bir ip.
Bununla cüceleriniz yeniden dev olur; sirktan boşanmış arslanlara döner;
hepiniz bir yana kaçarsınız; o türlü türlü kahramanların yerine şimdi bir
kahraman bin bir çeşid faziletiniz yerine ortada bir fazilet at oynatır:
vicdan! O zaman, kaçan kurtulsun!... Kapılardan boşalan meydanlara dolar, ve
«Dev geliyor! Bin bir başlı dev geliyor!... Bütün cücelerin bir tek maskesi
var. Kaçınız! Hepinizi yere vurmak için bu sefer en büyük maskesile
geliyor!...» diye bağrışarak kaçarlar. Sırtlarında kocaman maskeyi taşıyan
cüceler meydan meydan peşinize düşerler: sizi bağlamak ve asmak için!
Şükür! Her zehrin
panzehirini ben veririm: bu maskeninkini de yine ben hazırladım; vicdanlarının
sesini dinliyerek kıtal yapanlar, Luther, Calvin ve o yoldan gidenler kimsenin
görmediği şeyleri görür, işitmediği sesleri işidir, ve duymadığı kokulan
duyarlar. Ve bu yüzden hakikî gözleri kördür, hakikî kulakları sağırdır, ve
hakikî burunları koku almaz. İçlerinden gelen büyük sesin gürültüsünde eşyanın
ehemmiyetsiz, fakat hakikî yerlerini unuturlar; karanlıkta kördövüşü yaparlar.
Bu koskoca maske bin bir başlı devimin üstüne yıkılır; cüceler altında
kalırlar. O zaman meydanlarda bağrışarak kaçan sizler, ey insanlar! geri
dönünüz, toplanınız! Bu yamru yumru, kanbur, kötürüm ve âciz insanlar!
bırakınız ki cüceler koca maskelerinin altında ezilsin. Bırakınız maskeler
yırtılsın, ayaklar altına alınsın! Maskeleri yırtan, tahtı deviren, cücelerin
ipi ile bağlanmıyan ve onların ipi ile asılmıyan, kaçıp kurtulan, toplanan;
yamru yumru, kanbur, kötürüm bütün insanlığı, işte bu hakikati gören sizler,
elbet bir kuvvetsiniz! Artık bu kuvveti hiç bir cüce maskesi yere vuramaz! O
bir inilti nehri değil, biı isyan seli değil; o güneşe doğru akan, çağlayan,
nehirleri kucaklaya kucaklaya; ıztırabı hiddete, hiddeti kudrete kalbeden
ışıktan bir deniz olacaktır!
Lekad hâleknalinsane fî ahsenüttakvim
Sümme rededrıâhü esfelüssâfilîn.
[Yemin ederim ki, biz
insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” Tin
süresi 4-5)]
Bu sabah erkenden
damladı. Daha yazı yazmak için derlenip toparlanmamışım; zihnimde fikre dair
müphem, şöyle böyle bir şeyler vardı. Evet, yeni mevzuum fikirdi. Fikirden ve
ona bağlı olan hareketlerden bahsetmek istiyordum. Fakat onu ne sıfatle ele
almalı: psikoloğ gibi mi? İçtimaiyatçı gibi mi? Filozof gibi mi? Yoksa sadece
«fikir» den bahsedenler gibi mi? Bu hususta eskiler ne demişler, şimdi neler
biliniyor karıştırmadan; önce kalemi ele alıp «fikir» den bahsetmeye karar
vermek ve aklına geleni yazmak şüphesiz en doğru yoldu. Çünkü bu suretle aklıma
geleni, istediğim gibi söyliyebilirim. Dilin kemiği yok a, fikre dair neler
söylenmez!
Malûm ferasetile, ne
yapmak istediğimi hemen anlayıverdi:
— İsterseniz, yardım edeyim diye karıştı.
— Şimdilik lüzum yok, dedim, cümlelerim pek âlâ birbirini
kovalıyor. İhtiyaç olursa haber veririm- Bak meselâ! Aklımıza birçok şey
geliyor, fakat yapmıyoruz. Bir tanesi etrafın pek fenasına gitmezse, hâdiselere
de uygunsa kalkıp yapıyoruz: işte fikir hareket halini aldı!' Aksini yaparsak
deli divane diyorlar; öteki beriki ilişiyor.
— Demek her aklınıza gelene fikir mi diyorsunuz ve bunu
yapabilirseniz fikirle hareket arasında uyuşma olduğunu mu söylemek
istiyorsunuz?
— Onun gibi bir şey.
— Meselâ aklınıza boza içmek geldi: fikir. Mideniz bo-
zulmıyacağı ve kimseye zararı olmıyacağı için bunu yaptınız: hareket. Öyle mi?
— Yok canım; o kadar değil. Daha umumî meselelere dair demek
istiyorum.
— Meselâ bayram yerlerinde gezinti yapmayı düşünmek ve sonra...
— Hayır efendim, öyle değil: umumî olduğu kadar da mücerred
olması lâzım.
— At yarışlarında beğendiğiniz bir sürücünün hakkında medhiye
yazmayı düşünüyorsunuz ve bunda bir mahzur olmadığı için yazıyorsunuz; yahut
enginarlara bayıldığını, ve pencerede yırtık çorapları asılı durduğunu söyleyen
bir şairi medhetmek istiyorsunuz ve bir mahzur olmadığı için kalkıp yapıyorsunuz.
— İlâhi şeytan! Bugün muzibliğin üzerinde. Bu sırf beni
alâkadar eden bir mesele. Düşündüğüm aynı zamanda bir kaide olabilecek: yani
her zaman için müdafaa edebileceğim umumî ve mücerred bir görüş tarzı olacak.
— Anlayamadım.
— Her zaman için müdafaa edebileceğim..
— Canım ne diye kendinizi yoruyorsunuz! Her zaman için
müdafaaya ne lüzum var. Şimdi aklınıza böyle gelir, kaidedir dersiniz
yaparsınız. Yarın hoşunuza şöyle gider, yine kaidedir der bozarsınız: bunda ne
mahzur var anlıyamadım. Maksat fikirle hareketin uyması değil mi?
— iyi ama, benim anladığım bir andaki fikirle o andaki
hareketin uyması değildir. Iş böyle olsa sansörün, kanunun, âdabin, nezaketin,
nezaketsizliğin, aklı selimin, cür’etin, şımarıklığın, gazete sahibinin,
akşamki borcun, sarhoşluğun, kinin, husumetin, hasedin, boşboğazlığın, her
şeyin müsaade veya emrettiği her şeyi düşünmek ve hemen arkasından yapmak
tarife uyardı. Hareketin fikre uygun olması, yani consequent olmak demek
muhtelif fikirlerinin birbirini nakzetmemesi, ve devamlı bir fikrin
neticelerine katlanmak demektir.
— Adam sizde!.. Ne kadar kılı kırk yarıyorsunuz. İnsanın
arkasında yumurta küfesi yok a! Bugün böyle düşünür, yarın başka türlü. Burda
kime karşı mes’ul olabilir?
— Kendine karşı! insan bir fikirden diğerine geçerken âleme ve
kendi kendine hesap vermeye mecburdur. Bu geçiş hangi sebeplerden doğmuştur?
Eski fikirlerini niçin tâdil etmeye lüzum görmüş; bu değişme kendini tashih
midir, tekâmül müdür, ilâve midir? Fikir adamı bütün okuyuculara ve kendi kendisine
karşı bunun cevabım vermekle mükelleftir.
— İşi amma da ciddiye aldınız ha! Ben böyle adam ve böyle
cemiyet görmedim. Fikir dediğin iğreti elbise gibi giyip çıkarılır. Ne soran
olur, ne karışan! Ne derler, ne diyecekler diye etrafına bakanlar zaten hiç bir
şey yapamaz! Evet, herkesin nesine gerek! Ben nasıl istersem, öyle düşünürüm.
Aldırmayın efendim! Cemiyetin hafızası, öyle zannettiğiniz kadar sağlam
değildir. Cemiyet insanlar gibi genç olmadığı için hayli bunamıştır. Gündelik
hayu huy içerisinde neler güme gitmez! İstediğinizi söyleyin, kim farkına
varacak!
— Haltetmişsin oradan! Sen herkesi kör, âlemi sersem mi
zannettin? Okuyanları hiçe saymak sana yakışmaz. O susup da sineye çekenlerin
arasında neleri vardır neleri! «Tabiatta hiç bir şey kaybolmaz, ve hiç bir şey
yaratılmaz» günün birinde meydana çıkıverir.
— Müsaadenizle! Bu kanun
«münevverler» dünyasında cari değildir. Size ben mi öğreteyim? Kuvvayı
milliyenin aleyhinde yazanlar, sonra lehine dönmediler mi? İnkılâbın aleyhinde
bulunanlar, sonra onun en hararetli taraftarı kesilmediler mi? Once Dil
inkılâbını medheden, sonra zemmeden, daha sonra tekrar medhedenler görülmedi
ki? Bir şairi medheden, sonra aleyhinde yazan, sonra göklere çıkaran, sonra
medihle zem arasında karma karışık şeyler söyleyenler olmadı mı? Başka bir
şairin bir ay önce aleyhinde bir ay sonra lehinde yazanlar, ve her ikisini -
maharetle - tevil edenler olmadı mı? Ayni delillerle dün Marksizmi müdafaa eden
ve bugün ona hücum edenler, ayni adamı bazan şayanı hayret, bazan mübtezel
bulanlar olmadı mı?
—Olabilir. Esasen ben de
bunlara fikir sahibi demedim ya! Aklına geleni yazan adam dedim. Fikir adamı
muhtelif sözleri arasında irtibat kurar; fikirlerinde ısrar eder; ve onun
neticelerine katlanır.
— O halde - bana kalırsa - yanılıyorsunuz. Târifinize göre
bunlardan bir çoğunu hakikî fikir adamı saymak lâzım. Kuvvayı Milliyenin
lehinde ve aleyhinde yazanlarda sabit bir taraf var: menfaatlerinin emrettiğini
yapmak, Dil inkılâbı hakkında söyleyenlerde sabit bir taraf var: Türk dili hakkında
orijinal bir mütalea ileri sürmek, bu esas kat’iyyen değişmez; dün orijinal
mütalea o tarzda söylenirdi; bugün bu tarzda. Büyük bir şairle nasır ve çamaşır
meraklılarını medhedenlerde de sabit iki taraf vardır: reklâma ve gürültüye
hayran olmak; herkesin beğenmediğini beğenmemek. Daha izah edeyim mi?..
— Yeter, yeter... Anlaşıldı! Demek sen de rüzgâra göre değişen
bu hava fırıldaklarında sabit bir taraf görüyorsun. Fırıldağın durduğu demir;
hakikaten o hiç kımıldamıyor. Bak, burasını düşünmemiştim. Ya mübtezele hatır
için, para için, korku için güzel diyen; ya kendi yazdığı mübtezeli güzel
zanneden; kendi hayranlığı ile mestolanlara ne dersin?
— Sözümü teyit ediyorsunuz. İşte size bir sebat nümunesi daha.
— Anlayamadım.
— İzah edeyim: insanda iki esaslı temayül vardır. Biri kendini
sevmek, İkincisi kendini sevenleri sevmek. Birinin büyük adamlardaki tezahürüne
kendine karşı aptallık derecesinde hayranlık, İkincisinin yine bu nevi
zevattaki tezahürüne de gösterilen muhabbetin derecesine, zamanına, şiddetine,
müddetine göre değişmek üzere, muhtelif nisbetlerden bazı kimselere karşı
aptallık derecesine varan hayranlık denir. Mesele anlaşılıyor değil mi?
— Evet, şöyle böyle..
— Bu nevi zevat fikirlerini değiştirmekten dolayı mes’ul
değildirler..
— Neden? anlayamadım.
— Bunda anlaşılmıyacak ne var! Adlî tıb nazarında «gayri
mes’ul» kimseler yok mudur?
— Ey iblis! Bunları bırak da bize esrar âleminden fikre dair
haberler ver.
— Fikir kelimeyle ifade edilir. Bunun için fikir kelâm demektir
- eşyanın kendi başına mânası yoktur, ona sihrini veren isimlerdir - Fikirler
de bu isimlerden doğar. Meselâ masanın adı masa olmayıp ta kasa olsaydı, her
şey alt üst olurdu.
— Öyle şey olur mu canım?
— Farzedin ki olur. İşte fikrin esası bu kelâm olunca, bütün
âlem de kelâmdan yaratılmış olur. Kelâm = Logos, Verbe ayni şeydir. Kelâm iki
türlüdür: Kelâmı melfuz, kelâmı mahfuz.
— Ne farkı var?
— Birincisi o büyük zevatın düşünüp söylediği şeyler ki hiç bir
değeri yoktur. İkincisi henüz düşünmediği, söylemediği ve belki de söylemiyeceği
şeyler ki asıl dehâ eseri onlardır.
— Ya bu kelimelerden en mühimmi İncil değil mi?
— Şüphesiz! Orada söylenmiş, söylenecek ve söylenemiyecek, yaş
ve kuru her şey vardır.
— Demek büyük fikirler?
— Elbette! Meselâ bak ne diyor: İki gömleğin varsa birini ver.
Bir yanağına tokat vurulursa öbürünü çevir. Frenklerin şark için yaptıkları
ihracat eşyasından- Bunlar kendi memle ketlerinde geçmez.
— Ya orada?
— «Bir gömleği olan buldun mu? sırtındakini al, birine tokat
vururlarsa sen de bir tekme vur.
-— Şurada burada dağınık
pek çok fikre rastlıyorum. Eflâtunu açıyorsun, bir şeyler diyor. Aristo ondan
ayrılıyor. Derken bilgiler büsbütün dal budak salmış; bir kısmı İncille
Kur’anın arkasından gidiyor. Bu karışıklığa ne dersin?
— Sizin gafletiniz! Fikirlerde ayrılık yok ama, size öyle
görünüyor. İhtimal tabılar, kâğıtlar, mürekkepler değişiyor. Biraz da
söyliyenlerin cakası. Böyle ufak tefek farkları bir tarafa bırakırsanız hepsi
bir kapıya çıkar.
— Nasıl çıkar canım? Birinin kara dediğine öteki ak diyor.
Birinin cennetlik dediğine öbürü cehennemlik.
— Ha!.. Bak, orası biraz karışık. Vakıa böyle şeyler de olmuyor
değil. Şu dünya yüzü kuruldu kurulalı bir harp meydanıdır, İki taraf birbirini
boğazlıyor. Birinin ak dediğine öbürünün kara dememesine imkân var mı? Aç tokun
halinden anlar mı? Ama bunun da bir kolayını buldum.
— Ne gibi?
— Bir takım fikir hülâsaları yaptım: âdeta reçeteler. Soldan
sağa okunursa demokrasi, sağdan sola aristokrasi; yukarıdan aşağı okunursa
komünizm, aşağıdan yukarı okunursa anarşizm müdafaası çıkıyor. Kelimelerin
yerini değiştirmiyorsun; fikir hep ayni fikir! Ne taraftan baksan başka türlü
görünüyor. Böyle resimler vardır, bilmem gördünüz mü?.. Hah!.. İşte o- nun
gibi.. Bu hülâsaları satışa çıkardım. Dehşetli müşteri buldum: kapışan
kapışana. Asıl kavga oladursun, bizim Münevverlerin ihtiyaçlarını pekâlâ
görüyorum. Maksat da - zaten - uzlaştırmak değil mi?
— Vaktile Ziya Gökalp de böyle uzlaştırır dururdu: hiç
müşarünileyhin makalelerini okudun mu?
— Hem de ne kadar! Siyasî havadislerle makaleleri beraber
okurdum. Tıpa tıp uyardı! Mütefekkir diye buna derler! Hâdiseler ne tarafa
dönerse o da dönerdi: Diyarbakırda bilmem necilik, Türkocağında Türkçülük, Musa
Kâzım Efendi: İslâmcılık, Avdullah Cevdet: Garpçılık; Merkezi Umumî İttihadcılık;
Rus Çarlığı yıkılır; Turancılık; Sovyet devleti çıkar; küçük Türkçülük;
Arablarla anlaşırız; Hükümeti müsennâ (Avusturya- Macaristan taklidi); Enver
Paşa Sarıkamışa yürüyor: Hakancılık, Mütarekede gidenin arkasından ağlanmaz
(Parçalanmanın medhiyesi); Kuvvayı Milliyede: Ufak bir şaşkınlık, tekrar
intibak: önce İslâm kongresi, sonra lâiklik ve Cumhuriyetçilik. Çok şükür ki
hazret son günleri görmedi: yoksa dinamiko - elâstik nazariye intibaktan
intibaka geçe geçe bugünlere kadar gelir; Dünya borsasının telden tele atlayan
cambazına ayak uydurur, ve bunların hepsini kuşanırdı. Fikrin bu cevvalliği
nerede görülmüştür düşün bir kere?
— İntibak fena şey mi?
— Şüphe mi var? Müşarünileyhe, hayatında bir eser telifi kısmet
olsaydı da fikirlerini oraya toplasaydı. Yirmi senelik vekayiin yıldırım hızile
değişen bütün metamorfozlarını kavrayacağı muhakkaktı. İnsanın değeri eserile
ölçülürse, bu zatın da kendine benzer yarattığı irili ufaklı mahlûklar cidden
kıymetini isbata kâfidir.
— Bana öyle geliyor ki, fikir dediğin sistematik olmalı;
hâdiselerle eğilip bükülmemeli. Flattâ hâdiselere karşı mukavemet etmelidir.
Büyük fikir adamlarının kahraman ve martir olmaları da bundan değil mi?
— Kahramanlık başka! Fakat martirliği anlamam. İnsan fikir için
ölmez; fikir için öldürür. Veya icap ederse fikri öldürür. Görmüyor musun?
Lokantalar kapanıyor, yerine her cinsten fikir ve doktrin hülâsaları, hazır
şahadetnameler satan İlmî ticarethaneler açılıyor. Zamanın bir müellifi, asri
temayülleri şöyle hülüsa edebilirdi: «Kanaatlerimiz üzerimizde gömlektir;
kirlenince çıkarır yerine yenisini giyeriz.» Eskileri dinleyin, bakın Montaigne
ne diyor: «İnsanların hareketleri birbirini o kadar nakzeder ki neredeyse layni
dükkânda satıldığını anlamak imkânsızdır. Genç Marius bazan Mars’ın oğlu, bazan
Venüs’ün oğlu olur. Papa Sekizinci Bonifas işe bir tilki gibi başladı, arslan
gibi gitti ve köpek gibi öldü. Vahşet timsali olan Neron’a bir zamanlar bir
caninin idam hükmü imza için getirildiği zaman, «keşke yazı yazmak
bilmeseydim!» demesi inanılacak şeylerden midir. Örf ve âdetlerimizin
mütemadiyen değiştiğini fark- etmeyen müelliflerin insanda sabit ve metin bir
bünye aramalarına şaşarım. Ben insanların en güç sabitliğine, en ziyade
kararsızlığına inanırım. Kudemadan biri hayatımızın bütün kaidelerini bir
cümlede hülâsa için şöyle söylüyordu: O daima ayni şeyi istemek ve
istememektir. İnsan yalnız rezilette karar kılabilir, o ise kaidesizlik ve
ölçüsüzlüktür ve bundan dolayı onda sabit kalmak bile mümkün değildir. Her
zamanki halimiz zevkimizin temayüllerine bağlanmak ve rüzgâr nereye giderse
oraya gitmektir. Ancak istediğimiz anda istediğimiz şeyi düşünürüz, ve
bukelemon gibi rengimizi değiştiririz. Her gün yeni bir fantazı; ve zamanın
hareketlerile intihablarımiz ve mizacımız da oynar.
Yalnız vak’aların
rüzgârı beni meyline göre çevirmekle kalmaz; ayrıca ben kendi tavrımın
kararsızlığı ile de mütemadiyen değişirim. Oraya bakan iki defa ayni hali
bulamaz. Kendimden türlü türlü bahsedersem, bu kendime türlü türlü bak-
tığımdandır. Mahcub; küstah; geveze; sessiz; çalışkan; nazik; yalancı; doğru
sözlü; bütün bu halleri kendimde bir görür bir kaybederim. Ve her kim kendini
iyice tetkik ederse, kendinde bu değişiklik ve dalgalanmadı bulacaktır.»
— Eyvah! rehberin buysa halimiz yamandır. Sokrat fikri
uğruna ölümü kabul ettiği için, Eflâtun servetini mahvettiği ve esir pazarında
satıldığı için, Aristo İskenderin sofrasını terkettiği ve inzivaya çekildiği
için, Jean Husse mahkûm edildiği, Galilee ve Campanalla hapse atıldığı, Luther,
Augsbourg da kiliseye meydan okuduğu, Babeuf, Condorcet idam edildiği ve
Marx açlıktan öldüğü için, budaladırlar değil mi? Bu fırıldak kafalı rehberinin
yanında yaşasın budalalar!
— Tarihin büyük fenerlerine hürmetim var! Lâtifeyi bırakalım;
bulutlara baktığı için burnunun ucunu göremiyen ve çukura düşenlere
kahkahalarla güldüm. Fakat tepeye bayrağı asmak için göğsünü kurşuna açanları
başımda taşırım. Kahraman bir fikirde kaybolurken yaşar; küçük adam fikri
kendinde yaşatırken kaybolur. Benim gayzım buz tutmuş kafalaradır! Gözlerini
hayata açmıyan ve kitap içinde kalıblaşan yobazlaradır! Benim gayzım dindar,
dinsiz, şarklı ve garplı her cinsten pa- paslaradır! Montaigne de papaslara
kızıyor, ve papasa kızıp oruç bozuyor. Koca bir kitapla her cinsten yobazlara
hitap eden; şifa verici şüpheyi iman haline koyan, bozulmuş ve bozulacak bütün
oruçlar için muazzam doktrin! Mollanın okuduğu «Metali’» şerhine (Molla okusun
medresede Şerhi Metali, — Ruhîi Bağdadî —), Rabelais’nin ve Moliere’in doğmatik
üstadına; bugünün gözleri kör, kulakları sağır, saksağan gibi öten yeni
ezbercilerine karşı şüphe ve tenkidin palasını sıyırmış muazzam doktrin! Bu
fikir yobazları güneşin yalnız kendileri için parlayıp Mısırın karanlıklarda
kaldığına inanan yahudilere benzerler. Mahzenin rütubeti kendileri için halk
edildiğine inanan farelere benzerler. Efendilerinin
öğrettiği tek cümleyi bütün lisan zanneden papağanlara; satırları arasına
soktukları arabca, lâtince ibareleri hakikat zanneden mütebahhirlere benzerler.
Muhteşem dramları seyreden Sainte Beuve’in yanında Hamlet’i gördüm
diyebilen ahmaklara benzerler. Shakespeare’le ayni sudan içtiği, Goetheyle aynı
güneşde ısındığı ve Rembrandt’la aynı sokaklarda gezdiği için bu suyun, bu
güneşin bu soka'kların hakkını istiyen öküzlere benzerler.
— Sözün hülâsası şeytan! Sen doğmatik misin, septik mi?
— Gündelik dehalara dair (her gün
yanıp sönen) şüphe bulutlarım dağıttığım zaman doğmatik; sizin samimiyetinize
inanmak istediğim zaman septiğim!
— Demek bana karşı itimadın yok.
— Bilâkis.. Sizde konuşan iki şahsiyetten hangisinin ben
olduğumu hâlâ seçemediğim için kararsızım. Ben bu dünya kadar ihtiyarım, ve siz
benim bir nefesim kadar kısa! Bu dünya her bahar allanıp pullanarak yaşını
saklayan ihtiyar bir kadındır. Onun dedikodularını ben gördüm, ve benim ağzımdan
siz konuşuyorsunuz. Fikir kahramanlarını tebcil ettiniz; fikir şehitlerine
güldünüz; fikir yobazlarını levmettiniz. Kudretliyi alkışlıyor ve zayıfa bir
tekme de siz vuruyorsunuz.
— Evet! cürüm yapan yalnız zayıflardır. Kudretlinin ve mes’udun
ona ihtiyacı yok. Ben sana mücrimin kafasındaki örümcek yuvasından değil;
kudretlinin ve mes’udun fikir sarayından bahsediyorum. Fikir, içinde nedimleri
ve uşaklarile saltanat sürülen dörtbaşı mamur bir saray olmalıdır. Orada
Firavunlar için ibadet edilmeli, orada lord çocukları tenis ve briç partisinden
sonra sahabeler sistemine ve mes’utlar cemiyetine dair hayal oyunları
kurmalıdır. Fikrin sofraları zengin sauce’lar ve lüks garnitürlerle müzeyyen
olmalı; insan huzurunda doymak için değil, seyretmek hazzı için bulunmalıdır.
Orda papaslar bu ziyafete çağırılanlara esrarlı şaraplar vermeli; Feodaller ve
zenginler bu sofralarda mukaveleler kurmalı, Avrupayı Hindistana köprülerle
bağlamlar, kızıl, siyah, beyaz, sarı bütün insanları bu fikirlerden örülmüş
zincirlere bağlayarak dünya tarlalarım onlara sürdürmelidir! Fikrin mâbedleri
Karnak gibi Vatikan gibi, British Muzeum ve Nevyork Borsası gibi yükselmelidir.
Boğazı açlıktan kokan mücrim fikrin orda yeri yoktur; hapishaneleri dolduran,
köprü altlarında sürünen, meydanlardan taşan, kıt’aları tehdit eden fikrin orda
yeri yoktur. Metreslerin saçındaki pırlantalar dururken, biz açların dişini
döken katı ekmeği ne yapalım!
— Tantana ve ziynet değil, bize ekmek lâzım. Ekmeğin verdiği
hazzı hiç bir şey veremez. İştaha yanında köpek açlığı neyse; zevkin yanında
ekmek hırsı da o kadar büyüktür. Hikmetin vadettiğini haz veriyor; hikmetin
ümid ettiğini ekmek buluyor, biz vadeden ve muktedir olamıyan hikmeti değil;
açlığın, ıztırabın ve kudretin fikrini istiyoruz.
— Muhammed Kur’anda böyle demiyor mu?
Ya eyyühellezine âmenu
lime tekulune malâ tefalûn Kebüre makten indallahe en tekulû mala tefâlûn.
[Ey iman edenler!
Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz,
Allah katında büyük gazaba sebep olur.” Saff, 2-3]
Fikir kahramanları ve
şehidleri büyük çığların ortasında ezilip gidecek; fakat feryadları asırların
sedlerinde aksederek dünyayı baştan başa kaplayan muazzam bir seda olacaktır.
Kimse insandan bahsetmedi: bu kelimeyle kimi Bâdiye halkını, kimi Roma
hemşehrisini, kimi Fransız vatandaşını; kimi Hint esirini, kimi Rus işçisini
anlıyordu. Fakat dalga büyüyor, kabarıyor, tufan oluyor: insandan bahsedilecek
zaman yakındır!
— Kelimelerin büyüsünden bahsettin;
mesleğine ait bir sırrı ağzından kaçırdın; gel de bunu eski dostuna bir parça
izah et. Kelimeler fikirleri doğurur, fikirler de vak’aları ve âlemi yaratırsa,
demek kelimelerle sen âlemi yaratıyorsun?
— Aramızda
kalsın; bunu kimseye faş etmeyin. Ben bil sihirbazın mağarasında bu oyunları
öğrendim: kelimeleri yaratan heceler, heceleri yaratan harflerdir. «Cavidanı
Kebir» de Fazlullah Esterabâdî bunun mükemmelini yapmış. Onlara eski
mutasavvıflar ve Harran medresesi mensupları, bunlara da Yahudi cabbaliste’leri
öğretmiş. Aslı Pythagore’e ve Mısır rahiplerine kadar gider. İşin marifeti
heceleri yan yana getirmektir: onlardan bin bir şekil çıkar. Her birinden ayrı
bir âlem görünür. Dağıtın tekrar birleştirin, üst üste yığın. Sırayla dizin,
küme yapın, halkalar, haçlar, zincirler, kordonlar, eklentiler, kesik parçalar
yapın; bir avuç çakıl taşı kadar harften dünyalar çıkar. Kimi ıslık gibi, kimi
gıcırtı gibi, kimi yumurta çal-kalar, kimi tavuk boğazlar, kimi bir torba ceviz
sallar gibi sesler çıkarır. Birbirini anlamaz ve kıyametler koparırlar. Halbuki
ben hepsini ayni taşlardan yanyana, üst üste, ayrı ayrı dizerek dağıtarak
yaptım. Söz aramızda: âlem vak’aları yapar, vak’alar fikirleri, fikirler
kelimeleri, ve kelimeler harfleri. Zavallı harfler, tekne kazıntısı oldukları
halde okkanın altına giderler. Varlık denen bu büyük cinayette bir mes’ul
lâzım! Kimin dili yoksa o yakalanır. Yahudiler harfleri ele vermiş: çeke
dursunlar. Allah hiç bir ahi yerinde bırakmaz derler; yahudiler de bunun
acısını çekiyor a! Hıristiyanlığın babası, Müslümanlığın büyük babası
oldukları halde ahrete kadar oğullarından ve torunlarından dayak yiyorlar.
— Gelelim kelime bahsine! Hele şu
marifetini anlat bakalım.
— Basit şey canım! Hiç domino oynamadınız
mı? Vaktile «ilmi iştikak» ilimlerin en asiliydi. İş ayağa düşünce onu
tahtından indirdiler. Eski bir konağın bir köşesinde, inzivaya çekildi.
Kimsecikler hatırını sormaz oldu. Felsefe, hikmet, kimya, tarih, riyaziyat ve
tabiiyat onun torunları yerinde dünkü çocuklar, kapı uşakları, emektarları,
yetiştirmeleri şimdi burunları Kaf dağında eski velinimetlerine kafa tutuyor,
bir lokma ekmeği ondan esirgiyordu. Bu hali yürekler acısıydı! Dayanamadım
kurtarmaya çalıştım. Bazı ehli himmet kimselere tavsiye ettim. Elinden
tuttular, yavaş yavaş sahneye çıkardılar. Şöyle böyle yine eski rolünü oynamaya
başladı. Dokuzuncu Şarl’e bütün dünyanın aslı Fransız olduğunu isbat için ne
marifetler yaptı. Mes’udî’ye «Müruc üz-Zeheb» de ustalık etti. Ebulgazi Bahadır
Hana Türk şeceresinde neler öğretti. Son günlerde insan kadri bilir, gayretli
oğullarımın zekâsile kendini âleme gösterdi. Şipka kahramanı Süleyman Paşa
«Tarihi Cihan» da Türklüğün şerefini yükseltmek için gayrete geldiği, Ahmet
Vefik Paşa, Ali Suavi ve Şemsettin Sami Türke dair ciltler dolusu yazı yazdığı
halde onun ustalığından istifadeyi unuttular. Eserleri bu yüzden ihmale uğradı.
Ancak Zekâi
Paşa benim irşadımla «İlmi celil İştikak» a hürmet etti; hecelerden mâna
çıkardı ve dünyanın aslını göstermeye kalktı. O nesilden gelen Ferik Enver Paşa
bu altın anahtarla nice açmazları açtı: meğerse Tevrat’taki Tugarmanın aslı
Turgarma imiş. O da Turgar yani «Türk er» den geliyormuş. Plini kadîm eserinde
Turcaque diye, Herodote «Tourgious» diye Türklerden bahsetmişler. Türkün aslı
Tourk imiş, ve K türkcede nisbet ifade ettiği tour da kule ve dağ demek olduğu
için Tourk dağlı demekmiş. Touran aslında
Tourank imiş; ve dağlık yer demekmiş. Nitekim Irak veya İran ovalık yere
delâlet ediyormuş. Uygurca kut ve Almanca Goth, Farisi Hûda ayni mânaya
geliyormuş. Mademki hepsinin mânası kudsilikmiş, ve mademki bütün bu milletler
şarktan gelmişler, öyleyse Coth ve hüda kut tan çıktığı gibi, Almanlar ve
İranlılar da Türklerden çıkmışlar. Üngâr (Un- gar) şark adamları ve Sungar garp
adamları demekmiş. Burg türkcede kale ve şehir demek olduğu için Hamburg yani
Almanların meşhur şehri Han kalesi mânasına gelirmiş. Man türkcede adam demek
olduğu için (Kocaman, Karaman gibi) Ala-man da Al (Kırmızı yüzlü) adam
demekmiş. Hukant, yüksek şehir mânasına gelirmiş. Çünkü türkcede aynen
fransızcada olduğu gibi Ho = haut yüksek demekmiş. Almancada padişah mânasına
gelen König kelimesinin aslı Han imiş. Muharrir bir makalesini şöyle bitiriyor:
«Bu tafsilâttan anlaşılır ki yalnız Türk kelimesine istinaden Türk ırkına
mensup akvam ve kaba- ili taharri ve tayin eylemek bir hatayı azimdir»
(Edebiyatı umumiye mecmuası 1917 — Numara 31-32-36-39.) Yani Türkleri Türklerin
içinde değil, bütün dünyada aramalıdır.
Bu
esasa göre Irandaki Kerman, ve Almanların asıl adı olan Germen kelimelerinin
Türkçe «Girman» kelimesinden geldiği muhakkaktır. Alman kelimesi asker ve
leşker manasına halis Türkçe lügattir. Merkez Türkleri olan Turan ahalisinin
adı «yüksek yer çocuğu» mânasına Altay ve Hatay veya Çıgataydır. Al, ha ve hu
yahut çığa yüksek demektir; tay da çocuk demektir (atların yavrusuna da tay
denmiyor mu!)
İlmi
iştikakın değerli hâmisi Enver Paşa şöyle söylüyor: «Şu kadar ki bu meseleyi asıl ve esası olmayan bir takım farazî ve
itibarî nazariyeleri terk ile bitarafane hal ve fasl eylemek iktiza eder. Eğer
bu suretle hareket olunacak olur ise bu barbarların bilâ istisna ırkan eski
Türklerden gayri kimseler olmadığı tezahür eder.»
Nitekim
bu feyyaz usule göre Gaulois kelimesinin aslı olan Gal ve Galatların Kalac ve
Halaclardan başka bir şey olmadığı gün gibi aşikâr olur. Bu münasebetle türkce
kel kelimesile fransızca gale kelimesinin münasebetini de zikredebiliriz ve
böylelikle makalenin başlığı olan «Eski Türkler Avrupalıların ecdadı olduğu»
riyazi bir kat’iyetle isbat edilir.
O
biçare ihtiyar ve bakımsız iştikak ilmini insan arasına çıkarmak için - bütün
hüsnü niyetine, samimiyetine rağmen - tek bir Enver Paşa kâfi midir? Şımarık
kapı uşakları, sonradan görmüş ilim taslakları onu hâlâ alaya almadan
vazgeçmiyor, halksa hakikat fecrinin aydınlanması için bir iki kör kandil da-
ha bekliyordu. Çok şükür, bunları yetiştirmede gecikmedim! Hüseyin Hüsameddin
Efendi hazretleri doğduğu şehrin tarihini yazarken içinde bütün dünyayı
karıştırmak lûtfunu esirgemedi (Hüseyin Hüsameddin, Amasya tarihi, 2 nci cild).
Fennî iştikak sayesinde yakası açılmamış nice kavim ve kabile isimlerinin soyu
sopu belli oldu. Şarkta ve garpta ilişiğimiz olmayan cemaat kalmadı. Şu bizim
eskidenberi bildiğimiz ve kısmen Lâtinlerden kısmen Asûrîlerden gelen takvimin
aslı keşfedildi: Martın barmak = varmak (vasıl olmak) dan barıt, nisanın,
ısınmadan isan, temmuzun cehennem gibi sıcak olduğu için tamuz, ağustosun
Oğuzun doğduğu ay olduğu için Oğu- zit aslından geldiği bütün dillerile meydana
çıkarıldı.
Bir gün
efendi hazretlerini Gökalpın kapısında makale vermek için sıra beklerken
gördüm. Ziya Bey ve yaranı «Frenkâ- ne usule muvafık değildir» diye
reddettiler. Hocanın kusuru iştikak fennine «tarzı cedid» de külâh giydirmesini
bilmemesindeydi. Nitekim merhum Gökalp «Kale imamı Muhammed» yerine «Kale
Dürkhayım» ı getirdiği için bu davada muvaffak oldu: Türklerin Totemci olduğunu
isbat için ilmi iştikak imdadına yetişti. Eskidenberi Asya ortasında, kolordu
nizamında oturduğumuzu isbat için Totem adları aradı. Şimalde Tonguz (domuz)
buldu. Çınde Tsin Hanedanını görünce bunun «Tosun» dan geldiğini bir zekâ
şimşeği ile keşfetti. «Skit» leri gördü; bu kelimeyi sek + it olarak ikiye
ayırdı. Cenupta Çinlilerin Kouei- chouang dedikleri Yuechi’leri buldu: bu
kelimenin «kuşan» dan bozma olduğuna ve İranlıların kuşun cem’i olarak kuşan
dediklerine kemali dirayetle hükmetti. Bu kadar mahirane alafranga bir iştikak
üstadı dururken küflü kafaların yaptığı eski tarzda iştikakları kim dinlerdi?
Devir
geçti, yeni yeni tefsirlere ihtiyaç doğdu. Türk, Tatar, Moğol, Mançu bütün Asya
saltanatlarının mirasına konanlar iflâs etti. Bozkırların serveti çabuk
tükendiği için, garbın cedle- rinde yeni hazineler keşfine çıktılar. Müderris
Yusuf Ziya Bey usulü muhakemat kaidelerine göre yunan esatirinin Türkçe
olduğunu isbat etti: Apollon’un Ap oğlan = Ak oğlandan; Aphrodite’in avrattan
başka bir şey olmadığı açıkça meydana çıktı.
İskenderin
harp yaptığı Gordion’un «kördüğüm» olduğu, Adriatique’in «deryayı atik» ve
Touareg’lerin Tevarik = Türkler olduğunda; bizzat «Tevrat» in «tür» cezrinden
Türke delâlet ettiğinde; Amerika kabilelerinden birçoğunda Türk adlarının
bulunduğuna zerre kadar şüpheye mahal kalmamıştı. Vakıa bu iştikak keşiflerinin
nuru ile gözleri kamaştığı için, doğruyu görmeden gafil olan bazı muannidler
bunca hakikati reddettilerse de zaman ve mekân hakikat güneşinin her şeyi
aydınlatmasına ve Jüpiter gibi ışıklarını aç mahkûmların zindanlarına kadar
uzatmasına hizmet etti. Tahtından indirilen «ilmi iştikak» yine eski debdebe ve
saltanatına kavuştu. Ben de insanlara yapabileceğim hizmetlerin en büyüğünü
yaptım. İşin iç yüzünü biliyorsunuz. Dünya her şeyden önce yaldız ve çıngırak
istiyor.
Asmodee, İçtimaî
problemlerinden yorulduğum sıralarda bana uzun uzadıya başından geçenleri
anlatırdı. Bunlar, gerçekten gördükleri mi, yoksa yalnızca rüyada gördüğü,
tahayyül ettiği, hattâ başından geçmiş gibi göstermek için uydurduğu ve bu
suretle belki de kendini inandırdığı şeyler mi bilmiyorum. Şu muhakkak ki,
anlattıkları birbirine çok uygundu, içlerinde vak’alarin mantıkına ihanet eden aklın
almıyacağı garabetler yoktu, insanlar, ihtimal gördüklerimden daha keskin, daha
soluk veya daha karışıktı: bir yüzde birçok hatıraları birleştirmek, bir
harekette bir çok karakterleri toplamak mümkündü. Bazan da ayni insan bir çok
şekillere bürünüyordu. Dev maskesi gibi mübalâğayla büyütülmüş bir yüzde,
kendimizi görmek bizi ilk önce şaşırtıyor; hattâ isyana benzer bir reaksiyon
uyandırıyordu. Nisbetleri bozulmuş bir çehre bize acemilik ve iptidailik tesiri
veriyordu. Bununla beraber, ne o büyütülmüş insanda, ne bu çarpık yüzde, ne bu
gölge kadar soluk bakışta bizden başka bir şey bulunurdu. Asmodee mutlaka bu
sırada adesesini vak’aların ve insanların bir tarafına çevirmiştir: gerçek,
rüya ve fantazinin birbirine o kadar iyi karıştığı ve gerçeğin mantıki içinde o
kadar kaynaştığı bu hikâyeleri her gün gördüğüm, işittiğim dünyadan daha
parlak, daha cazib renklerile sevmemek, hattâ yaşadığım dünyayı feda edip onu
dinlememek kabil değildi.
— Topal şeytan! yaşadığım eşyanın lezzetini feda edecek kadar
tatlı bana neler anlatıyorsun? Bunlar dev masalı değil, peri hikâyesi değil,
rüya oyunu değil, bütün mübalâğalarınla beraber bana gerçekten bir şeyler
getiriyorsun sana inanıyorum. Sözlerin eşyayı eskisinden daha iyi görüyormuşum
gibi bana yardım ediyir, bu çarpık suratlarla, dev maskelerile, bu bir kısmı
silinmiş, bir kısmı keskinleştirilmiş vak’alarla dünya bana eskisinden daha
hakikî görünüyor. Bu anlattıkların nedir? diye sordum.
— Roman!.. Kilise
lâtincesi yanında eski Fransızcanın konuşulduğu devirde buna «Roman» dili
derlerdi. Bu dille yazılan hikâyelere de «Roman» adı buradan kalmıştır:
Amadis’- ler, Chanson de geste’ler, Roman de la Rose’ler, Tristan et İseult
hikâyeleri..
— Desene bizim Leylâ ve Mecnunlar, Ferhadla Şirinler, Âşık
Garipler de bir nevi roman?
— Ona şüphe mi var. Mümkün olsaydı bizim dünyanın romanı da bu
köklerden çıkacaktı. Amma dalın birisi büyümüş çiçekler vermiş, öteki kavrulmuş
kalmış. Ölüyü diriltmek elimizde olsa bu dalı yeniden canlandırırdık.
— O halde ne yapalım?
— Gözlerinizi dört açıp öbür dala atlayın: Amadis hikâyeleri,
Şövalye masalları 16 ıncı asrı kasıp kavurduğu zaman, bir Cervantes çıktı;
keskin kalemile sivrisinek yakalar gibi her taraftan bunları sürdü çıkardı.
Ukalâ şâirlerin, sırtı cildler dolu mütebahhirlerin, mutasallıfların,
mütekebbirlerin kökünü kurutmak için bir Rabelais onu takip etti. Jngenioso
hidalgo don Quixoto de la Manche romanın ilk şaheseri ise, Gargantua ve
Pantagruel ikinci şaheseridir. Sorbonne’u ve parlâmentoyu yerin dibine geçiren,
papasları küplere bindiren, Kalvinistlere lanet! fetvaları okutan bu eser insan
zihninin ferahladığı ilk büyük merhaledir. Reaksiyonun beslediği Pastoral
hikâyelere, dinî masallara, Scudery’nin fakir hayalli fantazilerine rağmen
tenkid koca kampanasile ortalığı kaplamada gecikmedi: Scarron, «Roman komik» le
ve eskilerin amansız bir hicvi olan Virgile travesti ile meydana çıktı.
Furetiere Roman bourgeois’sile ardından geldi. Artık İspanyolların yolundan
giden yeni muharrirler bitmez tükenmez saray tasvirleri, Babil, Roma ve
Ortaçağa ait zamanların birbirine karıştığı çorba gibi hikâyeleri yığmaktan
vazgeçiyorlar; vak’alarını burjuva hayatından, gözleri önünde açılıp giden
âlemden alıyorlardı.
Bu kuvvetli tenkidi
Lesage tamamladı: «Topal şeytan»la, «Gil Blas» Cervantes’den gelen keskin
tenkit an’anesini alevledi. Vakıa Voltaire bu eseri Ispanyollardan aşırdığını
iddia etmişse de bunu «c’est un vol terre â terre» espirisinin intikamını almak
için söylediği ve Gil Blas’ın aslını hiç bir yerde bulamadığını pek âlâ
biliyoruz.
— Peki Voltaire’i ihmal mi ediyorsun?
— Ne Voltaire’i, ne de onun büyük selefleri olan Marivaux’yu,
Prevost’yu, Bcaumarche’yi ihmal edebilirim. Abbe Prevost’nun «Manonlesko» sile
Richardson’dan tercümeleri Rousseau’ya Julie’yi ilham etmedi mi? Ve yine bunlar
Dide- rot’nun «Rahibe» sindeki kiliseye isyanı ve ihtiraslı aşkı hazırlamadı
mı? Romanın asıl üstadları bu suretle meydana çıktı. Bu dünyanın ne boş şey
olduğunu söyleyen, ve her «doğme»a düşman Voltaire bile Candide’de, Zadig’de,
«Babil Prensesi» inde keskin kalemile felsefî romanın şaheserlerini meydana
getirdi.
— Yine şeytanlığını ele aldın! Görüyorum, yapıcı eserlere
değil, sen daha çok yıkıcı olanlara kıymet veriyorsun. Bu kitaplar hiç bir şey
kurmuyor, daima yıkıyorlar!
— Şüphesiz! Ben daima yeni bir bina kurmak için eskinin
enkazını temizlerim. Yıkmak oğlumsa, kurmak torunlarımdır. Voltaire yıktıysa
Rousseau ve Diderot korudular. Mme. du Stael yıkdıysa; Chateaubriand ve Hugo
şato kurdular. La Roch- foucauld ve Flaubert yıkdıysa Balzac, Stendhal bütün realizmi
kurdu. Natüralizm yıkdıysa bütün yeni realizm kurmaktadır. Anatole France, Gide
yıkdılarsa, Proust, Malraux ve J. Martin du Gard kuruyorlar.
— Plânı çok geniş tuttun. Nereden başlayıp nerede bitirdiğini
takip edemiyorum. Bir nutukla bütün romanın resmi geçidini yaptırmak
istiyorsun. Bu dediklerin doğru mu değil mi? Şüpye götürür meseleler. Bunlardan
hangisi büyük, hangisi devamlı? Tefsire bakar.
— Zaten böyle bir şey demedim! Edebiyatın biçare şehitlerinden
değil, kalbur üstünde kalanlardan bahsediyorum. Bu hususta ekol münakaşası
yaparak kafanızı şişirmek istemem. Bunun için edebiyat münekkitlerine müracaat
edin: size bol bol söz söylesinler, bir kutuptan bir kutba atlasınlar; zamana,
zevke, barometreye, hiddete göre bir kutbu göklere çıkarıp ötekini batırsınlar;
ve sersem kari’ bu büyük ahmakların elinde oyuncağa dönsün; kafasını fırıldağın
ucuna taksın, rüzgârla beraber dönsün dursun. Benim işim bu değildir! Ben size
gördüğüm ve göreceğim iki hizmetten bahsediyorum: yıkmak ve yapmak; bazan yıkarken
yapmak, bazan yaparken yıkmak. Bunlardan hangisi mühimdir, onu bilmem. Bu işi
zevkinize bırakıyorum. Benim vazifem size insanlığın büyük masalını
anlatanların sahnede yaptığı temizliği göstermektir. Bir Rabelais, bir
Montaigne, bir Voltaire ve bir France’in tenkit süpürgesi olmasa, bir Rousseau,
bir Balzac ve bir Proust binasını kurmaya imkân olmazdı. La Rochfoucauld’nun şu
meşhur Maxime’ini dinleyin: «Bizim için kıymetli bir şahsı kaybettiğimize ağlamak
bahanesile, kendi kendimize ağlarız; hakkımızdaki iyi kanaatin-den dolayı ona
esef ederiz, insan müşfik desinler diye ağlar; acısınlar diye ağlar; haline
ağlatmak için ağlar; nihayet ağlamamak hicabından kurtulmak için ağlar.» — Madam Bovary’yi, «Hissî terbiye» yi, Julien
Sorel’i, Madam Renal’ı, Balzac’m büyük bir kısmını buradan çıkarmak mümkün
değil mi? O romancıların eline keskin bir pertavsız verdi; insanın sahtekâr ve
hakikî tarafını ayırmak için bundan güzel vasıta mı olur!
— Öyle görünüyor, sen romanın gittikçe kuvvetlendiğine kanisin!
— Şüphe mi var! O nesir san’atlarının en yenisi ve en
bereketlisidir; aylandoz gibi, kavak gibi yetişenleri, çam gibi kök salanları,
baobab gibi etrafı kuşatanları var. Şiir fildişi kulesine çekildikten ve destan
tarihe karıştıktan sonra ortada hükmeden romandır; nesrin bütün maharetleri
orada kendini gösterir. Orası bir şehir panayırıdır. Bir harp meydanıdır;
salonlar, düğünler cenaze merasimleri, bayramlar, grevler, mitingler; şeytanın
palyaço kılığında çıngırakla halkı topladığı bütün matem ve şenlik yerleri;
insanın içinde bir mahşer olan kendi dünyasile, bütün insanlardan uzak
yapyalnız kaldığı ölüm anını, topluluğun en taşkınından yalnızlığın en feciine
kadar her şeyi kuşatan, kuşatmak iddiasında olan roman! Onu bu iddiasından vaz-
geçirtmek için tenkit palasını alıp üstüne yürümek mümkün değil; çünkü bizzat
tenkid de romanın bir parçası, o sihirbaz gibi her kılıkta karşımıza çıkar:
hikâye, hatıra, masal, tarihî zaman, seyahat romanı, exotique roman, pastoral
roman, fantastik roman, hakikî roman, sosyal roman, psikolojik roman, fikir ve
tahayyül romanı, romantik roman, tezli roman, tezsiz roman, macera romanı,
metafizik roman; bir insanın, bir ailenin, bir sınıfın, beşeriyetin romanı-..
Bütün nevileri saymaya gücüm yetmiyor: sadece roman! İç ve dış âlemlerin med ve
cezrini bütün kompleksleri ve tezadlarile veren yeni destan!
— Sen böyle diyorsun amma, bak başkaları da ne söylüyor: roman
kriz geçiriyormuş. Hattâ asıl roman iflâs etmiş; çünkü romancının işi insanları
tezad halinde kavramakmış. Allahla insanın tezadı, erkekle kadının tezadı,
insanın kendi nefsile tezadı onun mevzuu imiş. Halbuki son nesillerin ruhunda
bu tezadlar kaybolmuş. Bugünün insanında artık bir vicdan mücadelesi, bir ahlâk
meselesi kalmamış. Bir kenç kadın bunları söyleyen Mouriac’a şu itirafta bulunmuş:
«Ben doğrusu Racine’in Phedre’inden bir şey anlamıyorum. Phedre övey oğluna
âşık olur, onu kandırır ve These de buna göz yumarsa ne çıkar!.. Şu Kaide
mesele kalmıyor: en müstehcen sahneleri yaşamaktan ne çıkar! En çirkin sayılan
şeyleri yapmaktan ne çıkar! Allah’ın ve vicdanın rol oynamadığı, tezadsız bir
cemiyette romancı ne yapacak? Hayatı aksettirmek değil mi? O zaman roman
buhransız, cidalsiz, vicdan azabıyla faziletin rol oynamadığı bir cemiyetin
aynası olacak: Paul Morand’ın kafasız, endişesiz, o boş nesli romanı nereye
kadar götürebilir. Bir Proust’un iç hayatımıza ait lâubaliliklere ve
çirkinliklere kadar sokulan aynası, bir Gide’in hiç bir ahlâk kaidesi tanımayan
pervasızlığı, bir Celine’in (Vayage au bout de la Nuit.) bir Joyce’un (Ulysse)
umumhanelere kadar giren hayasız kalemi, bir Lawrence’in (L’amant de Lady
Chatterlay.) zinayı ilahileştirecek kadar küstah estetiği romanın kriz değil
inkıraz halinde olduğunu göstermeye kâfi değil mi? Zinanın, fuhuşun,
tabiata zıd duyguların, rezalet ve deboşun, tantana ve zulmün, vefasızlığın,
ihanetin, yalanın ve cinayetin ekmek gibi yendiği ve su gibi içildiği bu âlemde
romanın vazifesi nedir?
— Lucilius gibi romanın hicviyesini yapıyorsunuz! O yalnız
şairler ve muharrirlere değil, Roma’nın birinci sınıf adamlarına hücum ederdi.
Bana diyeceksiniz ki Lucilius bu tarzda lâubaliliklere cevaz verilen bir
devirde yaşıyordu. Nitekim Horace gülmenin en büyük tehlike olduğu bir devirde
geldiği halde ve sohbetcilerin şahı Fabius’e, fantanskların şahı Tigilius’e, komiklerin
şahı Nasidienus’e, sefihlerin şahı Nomentanus’a kalemini batırmadı mı? Her
devrin kendi gerginliği (tension) vardır: gururu, imanı, fazileti, cidali ve
buhranı vardır. Bu gerginliğin son haddinde, yay kırılır; zaıflar ve şüpheleri
maskeler örter; ve tenkit kırbacını bu sahte suratlara indirdiği zaman nihayet
maskeler de düşer; sınıf inkıraz eder; rezalet meydanlarda kendini teşhir eder.
Tâ ki yeni bir sınıf setlerini yıkarak sel gibi meydanları kaplasın; ve hicvin
ağır gürzü rezalet sofralarının enkazını dağıtsın! Virgile Roma’nın şerefiydi,
Horace tenkit oldu. Ovide rezalet sofrasını kurdu, Juvenal ve Perse hicvin
kırbacile bu yağma sofrasının köpeklerini dağıttılar. Racine ve Corneille
krallığın şerefiydi; Moliere ve Marivaux tenkit oldu.
Brantome rezalet
sofrasını kurdu ve Voltaire hiciv kalemile soytarıları dağıttı. Hugo
cumhuriyetin şerefiydi, Balzac tenkit oldu, Gide ve Proust rezalet sofrasını
kurdular; şimdi dünya Fransayla beraber yeni bir Juvenal ve Voltaire bekliyor.
San’at her devirde kendi rolünü gördü. Bugün roman onu her devirden daha keskin
ve etraflı görecektir. Her devir bir destanla açıldığı gibi, yeni dünya da
kendi romanile açılacaktır! Yoksa bir sersemin mürekkeb haline koyduğu
küstahlıklarını her devir alkışlıyacak mıdır? Ve kötü muharrirler yazdıklarını
dillerile silmeye mahkûm edilecek yerde, yoksa kitaplar bütün ahmaklıkların
vatandaş hakkına sahip olduğu taarruzdan mâsun bir sığınak mı olacaktır? Yoksa
sırtını bir maaşa ve kendi cinsinden iki kalleşe dayayanlar ortalığı yüksek
perdeden velveleye verecek, ve cehennem ateşini halka cennet yemişleri diye
ilân etmelerine meydan verilecek midir? Hayır! ben yeryüzünde kaldıkça, ve
kılıktan kılığa geçerek ölümün görülmez elinden kurtuldukça hangi sınıf göçse
ve yerini hangisi tutmuş olsa şerefiniz, imanınız, faziletiniz, reziletiniz,
inkırazınız ve can çekişmeniz benim elimden geçecek ve romanın ezelî mevzuu
olacaktır. Görüyorsunuz ki romanda tezad hiç bir zaman eksik değildir: o bazan
idealin zaferi, bazan çirkinleşen realitenin meydana çıkması, bazan bu
realiteyle idealin boğuşması, bazan idealin büsbütün alt edilmesidir. Romancı
rezaleti tebcil ettiği zaman bile eserime başka yoldan yardım ediyor: yıkılan
cemiyetin hicviyesini yapmak için bana bol bol madde veriyor. Dante’nin Cehenneminde
tenkit olan kalem, Decameron’da rezaleti meydana vurduğu zaman yıkılacak
cemiyete en büyük darbeyi indirmiştir.
Bu iddiada doğru bir
taraf var: romanın asıl mevzuu insanlığın tezadıdır. Bu Allahla insanın tezadı
olabilirdi. Eskiden «Fransa kralsız duramaz» itikadı vardı. 16 ıncı Louis
kaçtığı sırada Fransanın yıkılmadığını görenler önce hayrete düştü, sonra yavaş
yavaş buna alıştı: demek Fransa kralsız durabiliyormuş! Allahı âlemlerin direği
sananlar için de mesele böyledir. Onu çektiğiniz zaman binanın hâlâ durduğunu
görenler buna isyan edecek, hayret edecek, ve nihayet alışacaklardır. Biz
Allahsız rezaletler kadar, Allahlı rezaletleri de biliyoruz. Bu tezad
insanlığın içindedir. Allah, vicdan, sultan ve insan onun icadıdır. Biri
tahtını öbürüne bıraktığı zaman eskisinden daha büyük yeni tezad başlar; bu
tezad kıt’alar, sınıflar, insanlar arasında, insanın içinde büyük faciasını
oynayıp duruyor. Onu görmeyen romanda kriz görür, Cholokhov’un bahsettiği dram
yanında Phedre’in hailesi sinek vızıltısıdır.
— Mauriac’a bakılırsa,
bütün kabahat Rousseau’da ve şu hilekâr Freud’de imiş. İnsanlığın ismetini
bozmuşlar; samimiyet ve ilim namına günahlarını deşmişler.
— Günah varsa ismet yok demektir; onların kusuru maskeleri
düşürmektir. Bu kabahat çok eskiden başlıyor: Aristophane ve Ovide, Rabelais ve
La Roschefoucauld onu vaktile yapmadılar mı? Riyakârın yüzüne kırbaç indirenler
ahlâk vaazları verenlerden daha değerli değil midir? (*)
(*)
Tobouyu kırmak sanatı mahveder kanaati, «çıplak» resim yapmanın günah olduğunu
zannetmek kadar hezeyandır Sanatkâr istediği kadar gayrişuuru aydınlatsın. Yine
onu sevkeden insiyakların ve gayri şuurun hükmünden kurtulmaya çaktır. İlim
gibi sanatın da bütün ihtirası gözünü daima daha derinlere, daha ince
mikyaslara kadar uzatmaktır. Her devir daha
keskin âletleri ve daha derin görüşlerile geliyor; her devrin eskilerine
katılan yeni b ir mikyası var. Tabouyu kırmak cidali kaldırmıyor; dramı
kulisten sahneye çıkarıyor.
— Mauriac romanı insan kompleksinde görüyor. Ve bunun için kendine
üstad olarak değişmez cemiyet tiplerini alan Balzac’ı değil, fakat bütün
tezadlarile insanı gören Dostoyevski’yi tanıyor.
— Bu mesele mühim! Balzac veya Dostoyevski’yi intihap etmek
güçtür. Şurası muhakkak ki ne Balzac’ın tipleri zannedildiği kadar sabit, ne
Dostoîewsky’ninkiler söylendiği kadar derin ve komplekstir. «İnsanî komedya»
nın kahramanlarını kırk cildin içinde bütün çeşitlerile beraber görmelidir.
Orada Vautrin’ler, Birotteau’lar, Nucingen’ler, Popinot’lar, Gaudis sart’lar,
Bette’ler ve Pons’lar bütün bir burjuvazi dramının cehenneminde, kaynaşan,
değişen, kavrulan, kurtulan ve mahvolan tiplerdir. Bette teyze aynı eserde kaç
istihale geçirir? Birotteau yalnızca iyi, saf ve haris veya ikbalperest midir?
Madam Marneff’in muhtelif âşıklara ve dostlara karşı kaç ayrı cephesi vardır!
Balzac hakkında verilen bu toptan hüküm ne kadar yersizdir! Ya buna karşı
Dostoyevski, polis vak’aları ve hasta tiplerile her zaman ayni yüksekliği
muhafaza eder mi? Onun iki merhalesi var: «Cürüm ve ceza» da Nietzsche ve
Standhal’a dayanarak romancı, kahramanının hasta ihtirasını lîsa ile tedavi
etmek istiyor. Bu kitapla bütün hayatmca vereceği esere giriş yaptığını ilân
ediyor. Fakat Siberya’ya gidince «Ölüler evinin hatıraları» nda İsanın
kurtardığı ruhları değil; ıztırap çeken lânetleme insanları buldu; onların
eskisinden daha kötü, halledilememiş cemiyetine döndü. İkinci merhalede
Dostoyevski küçük burjuva cemiyetinin, anarşistlerin, kararsızların,
kozmopolitizm ile Rus milliyetperverliği arasında şaşkın bir neslin içine
düştü: «Budala» ve «Cin çarpmışlar» bu merhalenin eserleridir. Biz orada aşkta
ve fedayı nefste, idealde, imanda, dinde kararsızlığın, bütün buhranlarını
görüyoruz. Orada insanlar bir cephelerile müşfik, hayırhâh, ve saf; öbür
cephelerile, vahşî, honhar, müraîdirler: küçük burjuva cemiyetinin bütün
buhranı gibi. Rus romancısı Emilie Bronte’den, Tackeray ve Dikens’denberi gelen
bu sentimental buhran içinde, yukarısına karşı mazlûm ve masum, aşağısına karşı
vahşî ve zalim olan insanlık tasvirinin en son- merhalesidir. Romancı bir
sınıfın kahramanlığını, idealini, fedayı nefsini, yine aynı sınıfın vahşetini,
zulmünü ve hilekârlığını ne kadar iyi gösterirse o kadar büyüktür. İnsan
sınıflarının birbirile en açık cidale girdiği bu devirde romanın en büyüğü
bütün genişliğile bu tezadı kuşatacak olan eserdir.
— Bu eser hangisidir?
— Henüz daha ondan uzağız.. Fakat Balzac ve Tolstoy denberi
Proust, Cholokhov, Martin du Gard, Jules Romain, Malraux ve daha bir çokları bu
teşebbüste büyük adımlar attılar. Mauriac endişe etmesin!.. Dünya romanı ruh
heveskârlarının, yeni Pascal’ların hatırat defteri; pornografiyi ve sigara
içmeyi, çiçekler koklamayı hayatın yegâne işi zanneden derbeder kayıtsızların
oyuncağı değildir. Dünya romanı asıl eserini henüz vermemekle beraber, o yolda
büyük adımlar atmaya çoktan başlamıştır.
— Romanımız hakkında ne düşünüyorsun?
— Emekleme devrinde; ama gitgide kalkıp yürüyecektir. «Leylâ ve
Mecnun» a, «Hüsnü aşk» a eski şiirlerinizin romanı diyebilirsiniz. Halk
hikâyeleriniz sizde de bunu hazırlamıştır. «Köroğlu» nun kalelibey’le
mücadelesi, «Tahirle Zühre» de tabaka farkının doğurduğu hal ile, «Âşık Garip»
de sevgilisinin reddettiği fıkara çocuğun para kazanacağım diye yaptığı gayret,
«Keremle Asli» de Ermeni ile Türkün, zenginle fakirin tezadı halk masallarında
sınıf tezadının ne büyük rol oynadığını göstermez mi? Nâmık Kemal ve Safvet
Nezihi ile başlayan yeni romanlara da Türk burjuvazisinin «hürriyet» telâkkisi
yanında sınıf şuurunun nasıl barizleştiği farkediliyor
Son romanlarınız - hakikî
manasile - bir kriz geçiriyor, «Ankara»da Yakup Kadri determinizmden ütopiye
geçmek suretile eseri - zorla - tatlıya bağlıyor. «Sinekli Bakkal» da
alaturkayla alafrangayı evlendiren Halide Edib başka türlü bir Compromis’ye
eseri kurban ediyor. Kabahat romancı da mı? Kısmen evet, çünkü hayatta bu
hayalî cemiyet ve bu izdivaç yoktur. Romancı kariine acı bir lokma vererek
eseri bitirebilirdi. Kısmen hayır! çünkü, romancı küçük burjuvazinin emeklediği
bir devirde yetişiyor. Romancı yıkılan mazinin içinde yaşamıştır, ve bir hayale
muhtaçtır. Mauriac’ın hakkı var. Eserinde Allahı kaldıran san’atkâr ya onun
yerine başka bir mutlakı, me-selâ tabiatı, insanlığı, hakikati koymalıdır.
Yahut bu değişen dünya içinde hayatın acılığına katlanmasını bilmelidir.
— Yeni roman nasıl yazılabilir dersin?
— İç dünya ile cemiyet arasındaki daimî meddü cezrin üzerinde
durarak bütün mesleklerin ve mekteplerin getirdiği unsurlara dayanmak; vatan
içinde kaynaşan vak’alara basarak insanlığın destanını yapan cidallere kadar
çıkmakla!
Boileau’nun roman kahramanları
için söylediklerine bir kaç satır da ben katayım: roman kahramanlarınızı Allah
önce günahsız ve masum oldukları için cennete göndereyim demiş. Fakat cennetin
bütün sakinleri buna isyan etmiş: «Yarabbi! kullarının yarattığı bu çarpık
çurpuk kuklaları aramıza sokma. Bir kuklanın fedakârlık taklidi yanında, bizim
fedakârlığımızın ne kıymeti kalır!» demişler; Allah da onları
cehenneme göndermiş. Fakat cehennemin bütün sakinleri bir ağızdan şikâyet
etmişler: «Yarabbi!
demişler, bunlar yalan söylemesini, günah işlemesini, cinayet yapmasını
bilmezler. Hiç bir şahsiyetleri olmayanları aramıza koyarak bize hakaret etme!»
Allah, nihayet bunları Â’raf’a atmak istemiş; fakat â’rafın bütün
sakinleri: «Yarabbi!
demişler, muharrir ipleri çekildiği zaman bunlar ağızlarını ve ellerini
oynatırlar. Hepsinin dilinden aynı adam konuşur. Bu biçare gölgelerin ne kusuru
var ki aramızda süründürüyorsun? Mahkûm etmek istersen muharrirlerini gönder!»
— Bana kalırsa çok ileri gidiyorsun dostum! Aralarında
muharririnin elinden kurtulup konuşanlar da yok mu? Sinekli- bakkal’ın imamı,
Selim ‘Paşanın karıları, Bahçıvanın oğlu, Kuklacı Tevfik zaman zaman asıl
kendileri, kendi hüviyetlerile sahneye çıkmıyorlar mı? İffet’te, Mürebbiye’de,
Gulyabani’de, Kesikbaş’ta bütün şahsiyetlerile gözükmeseler bile, halkın birçok
tipleri sokakta, mahallede, mezarlıkta, konakta kendi ağızlarile konuşmuyorlar
mı? Tanzimat sonunda alafranga ve sun’î cemiyetteki tipler «Mavi ve Siyah» m,
«Aşk memnu» un kahramanları değil midir? Roman henüz beşerî mikyasa
yükselmediyse, eser bütün halini alamıyor, tipler yalnız tablolarda görülüp
kayboluyorsa kusur yalnız muharrirlerde mi? Emekleme devrindeyiz diyen sensin.
Sh:
112-148
KİTABA ve HAYATA DAİR- Şeytanla Konuşmalar- Hilmi Ziya ÜLKEN
Büyük
bir seyahatten dönüşte şeytan kütüphaneme uğradı. Hayli
vakittir görüşmek kısmen olmadığı için, yine her zamanki iptilâma dalmıştım:
faydalı faydasız bir yığın şey okuyordum. Kafam kazana dönmüştü. Kitap faresi
gibi yaşamadansa, dünyada işe yarar her hangi bir adam olmayı bin defa tercih
ederdim. Ne bende Faust gibi sakalını kesip meyhaneye gidecek kudret vardı,
ne de şeytanımda beni bu yoldan çevirecek derman! Dünya eskidikçe o da
galiba kitapların esiri oluyordu. Ben onu görür görmez gözlerim parlar; «Hah!
işte geldi, bu sefer beni mutlaka kurtarır. Elimden tutar, dünyaya çıkarır»
diye sevinirdim. Fakat o, etrafımı saran bu dağ gibi kâğıt yığınlarına
tiksinerek bakar; «Bırak bunları canım! Biraz kafanı dinle, gidip şöyle bir
dolaşalım» diyecek olur; derken şuracıkta iskemleye ilişiverir; nefretle
baktığı bu ciltlere dokunur; bazılarına el atar, birinin yapraklarını
karıştırmaya başlar, meraklı bir yere gelince neredeyse saatlerce dalıp
gideceği tutardı. O sırada bir daha aynı teklifi yapmak şöyle dursun, benim
şikâyetimden korkarak bahsi yalnız kitaba, kitaplara çevirirdi. Bu sefer, her
zamankinden daha merakla - sanki aylardır ayrı kaldığı bir sevgiliye kavuşmuş
gibi - benimle konuş, maya bile vakit kalmadan kitapların içine dalmış; kiminin
resimlerini karıştırarak, kiminin yapraklarını çevirerek, bu âleme doğru
çevrilen parlak, donuk, keskin, zayıf binlerce gözlükle eşyaya bakıyordu,
nihayet dayanamadım:
— Hastalığımı biliyorsun! dedim. Bir türlü kendimi
kurtaramıyorum. Bütün ümidim şendeydi. Bırak onları da, dışarı çıkalım.
O rehavetle kitaplar
arasına yerleşerek dizinde koca bir Rübens kataloğu olduğu halde:
— Vazgeçin! Dışarda ne yapacaksınız? İşte pekâlâ rahat
oturuyoruz, dedi. Hayatın kendisinden beklediğiniz kadar size vereceği şey
yoktur. Arzularınız öyle keskin ki, onun donuk sathında binbir renk oyunu
yapıyorsunuz. Bu fantezilere tutuluyor, arkalarından koşuyorsunuz. Tam elinize
geçecekken uçup gidiyor; bu ağaçlar, bu çiçekler, bu kadınlar, bu altınlar
mefhumlardır. Onları dışarda kovaladığınız zaman Sphinx oluyorlar. Her yerde
görünüp kayboluyorlar, size cevap vermiyorlar, size binbir sual soruyor ve
mütemadiyen önünüzden kaçıyorlar. Denizlerin kesilmiş ve başınız harap, bir
çölün ortasında kalıyorsunuz. Bırakın onları! Bu kâğıtların arasından
ayrılmayın. Ben artık sual sormadan ve dünya gıdalarının peşinde koşmadan
yoruldum. Burada bir parça rahat bulurum diye dinlenmeye geldim.
— Delimi oldun? diye bağırdım. Kitaplar!.. Bunlar mı seni
kurtaracak? Fıçısına lânet eden sarhoş gibi onlara lânet ediyorum. Bütün
kıtallerin başında onlar yok mu? Abbasî halifeleri onları boş yere yaktırmamış!
Papalar onları boş yere, denizlere döktürmemiş, boş yere on binlercesi Unter
den Linden meydanlarında tahrip edilmemiş! İnsanlığın kafasını temizlemek için
bu kitapları yer yüzünden kaldırmalıdır. Şeytan! ya sen bunadın veya benimle
lâtife ediyorsun.
— Emrinize amadeyim! Sizinle istediğiniz yere gidebiliriz,
dedi, fakat müsaade ediniz de şu kitapları mahkûm etmeden vazgeçmenizi rica
edeyim. En büyüklerinden deli saçmalarına kadar insanlığın beş bin yıllık bütün
eserini bir yere toplamış olsanız ancak bir bina dolusu kâğıttan fazla yer
tutamaz. Bir bina dolusu kâğıt, yani öldürdüğünüz insanların, tahrip ettiğiniz
şehirlerin yanında damla gibi küçük bir küme. Bırakın, bunca canavarlık ve
rezalet olurken bu damlacık yerinde dursun. Orada binlerce pencereden âleme
ayrı renklerle bakmak istiyen, dışarda boğuşan ahmak beşeriyetten daha hakîm
beş on kişi vardır. Bu sun’î, fakat masum dünyanın içinde..
— Masum mu? Bu kitaplar mı?.. Asıl cinayet onların eseri.. Bir
kitap binlerce mü’mini ardından sürükliyor; milyonlarca insanı sahneye
götürüyor.. îman namına insanlar birbirini yiyor.
— Hah hah! diye şeytan kahkaha attı. Onu bu kadar müstehzi
görmemiştim. Tıpkı Hugo’nun Sefillerindeki Gavroche’e benziyorsunuz! Fransız
ihtilâlinde bir ağaç dalma çıkıp:
Kabahat Voltair’in
şarkısını söylerken,
ihtilâlin bütün yükünü Voltaire’in omuzuna atmak istiyen budala halk hikmetinin
tercümanı olan külhaniye!.. Siz de şimdi tıpkı o külhaniye benziyorsunuz.
Kabahat Muhammed’in
Kabahat Marx’ın
diye bir nakarat
tutturarak bu âlemin kanunlarını bir insanın idare ettiğini zannedecek kadar
gaflete düşüyorsunuz. Kitaplar, gözlükler, dürbünler, hurdabinler, isterseniz -
en büyükleri - rasadhanelerdir. Fakat o kadar! Eşyayı ancak doğru, yanlış,
açık, bulanık, küçük, orta, büyük veya çok büyük göstermeye yararlar. Oradan
bakan eşyayı görür; fakat ona hükmetmez. Siz onlarda bu mucize kudretini
nereden çıkardınız? Siz tıpkı annesine kızan ve oyuncaklarını kıran çocuğa
benziyorsunuz- Hâdiselere kızıp kitaplan yakmak istiyorsunuz. Ve bütün bu
tahribatı yapan gafil koca çocuklar gibi.. Kitapları seviniz! Sarhoşun içkiden
nefret ettiği gibi ondan kurtulmaya çalışmayın. Ben Aristo’yu, Ciceron’u,
Eflâtun’u ve Lucrece’i okurum. Onların hepsini ayrı ayrı yaşarım; hiç biri bana
hükmedemez. Beni ne çileden çıkarır, ne sarhoş eder, ne de hiddetime sebep
olurlar. Bir şarap degustateur’ü gibi hepsinin lezzetine bakarım; bana her biri
ayrı bir zevk verir; ayrı bir dünyanın kapısını açarlar. Neş’esiz hiç bir şey
yapmam. Eğer bir kitap beni kızdırırsa, elime başkasını alırım. Eskiler
dururken yenilere tenezzül etmem, fakat eskilerden bıkıp yenileri de tercih
ettiğim olur. Onlar bana Bazilik sütunları gibi yekpâre ve bütün sistemleri
anlattıkları zaman kendilerinden kaçarım. Bu büyük bir mimar elinden çıkmış
âbidelere benzeyen mantıkî binalardan ürkerim, içlerinde soğuk bir mâbedin
haşyeti ile dolaşırım; onlar bana hiç de yakın gelmezler. Sağlamlıklarında
gurur ve azamet duyduğum için onlara tahammül edemem. Sanki her biri içlerinde
dolaşırken dik başlarile beni istihfaf ediyorlarmış gibi gelir. Onları toptan
inkâr etsem ne çıkar. Bütün parçaları birbirine o kadar iyi kenedlenmiştir ki,
toptan kabul veya red edebilirim. Şu halde bu soğuk binaların azametine niçin
katlanacakmışım: onları elbette reddederim. Bana munis gelenler küçük, sevimli
köşkler ve ağaçlar arasına serpilmiş kır evleri gibi dağınık fikirlerdir. Çünkü
onlardan her parçayı ayrıca beğenebilirim; tadına bakar ve benimseyebilirim.
Hoşlanmadıklarımı atabilirim. Bir kere bana senpatik göründüler mi, artık yavaş
yavaş fenalarına da katlanmaya başlarım; bir günüm bir günüme uymadığı için
zevkime göre bugün bana mânâsız gelen bir köşesi başka bir gün harika görünebilir.
O halde o binaların her odasında ayrı ayrı oturarak, kâh takdir kâh reddederek,
her tarafını hayatımın muhtelif anlarına göre ayrı bir zevkle yaşar ve severim.
Plutarque’ı bunun için severim, Martial’ı bunun için severim, La
Rochafoucauld’u, Beaumarche’yi, Mertaigneyi, Chamfort’u, Shakespeare’i, Saint
Simon’u, Sainte Beuve’ü, Emerson’u, John Ruskin’i bunun için severim.
— O halde sen kitapta yalnız eğlenceye bakıyorsun. Onların
hayatına tesir eden bir kuvvet olduğunu kabul etmiyorsun. Dünyayı değiştirmeseler
bile hâdiseleri keşfederek onlara istika* met verdiklerini de kabul etmez
misin?
— Yaşım bu işlere hüküm verecek kadar büyüktür. Müsaadenizle,
bunu reddedeyim: Mısırda Harpedonaptes rahiplerinin Adetler ibadetine dair
kitaplarını gördünüz mü? Pytha- gore’un ondan öğrendiklerini ve yahudilerin
Zohar’ını bilir misiniz? Sabiî’lerin kütüphanesini, Heramise’yi ve Harran
mektebini Asûrîlerin
ilmi nümucunu, Hindin cifrini, garba aynı ilimleri öğreten Ahmedülmecritî’nin
«Gayetülhakim» ini, Paracelse’i, Nostradamus’u Swedenborg’u, Theosophe’ları,
Anthroposophe’ları, Parapsychologie’yi, Metapsychique’i, gaibden haber
verenleri, fala bakanlan, esrar âlemile konuşanları, ispirtizmacıları,
büyücüleri, asrî müneccimleri, sihirbazları, hokkabazları bilir misiniz? Bütün
bu kitapların arasından geçtim; hepsinin içindeki rüyaya girdim. Muhiddin
Arabi’den Ch. Richet’ye kadar hepsi eşyaya tasarruf etmek ve ruhlara hükmetmek
iddiasındadır.
— Netice?
— Sıfır! Eşyaya değil, kendi nefislerine, hattâ en küçük
heveslerine bile hükmedemediler. Bunun için, kitaplardan korkmayın, onları
sevin ve içlerinde gezin diyorum.
— Bana öyle geliyor ki, sen bu hayal binalarile fikir
binalarını birbirine karıştırıyorsun. Hayal binaları dünyaya hükmetmek
iddiasındadır. Fikir binaları dünyayı görmeye, tahayyül etmeye ve göstermeye
gayret eder. Azizim şeytan, arada küçük bir fark var zannediyorum, ve bu fark
senin gafletini doğuruyor. Kitaplar hayata hükmetmiyor, fakat onu aksettirerek
yeni hızlar veriyor; bu yüzden biz kitapların, hem de perişan olmayan
kitapların ardından gidiyoruz.
— Siz iddiaların kurbanısınız. Ben düşüncelerin meftunuyum.
Bütün iddialar yüzde elli doğru, yüzde elli yalandır.
— Rakı derecesini söyliyen meyhaneciye benziyorsun. (Bu sözün
de bir iddiaya benziyor). Öyleyse o da % 50 doğru ve % 50 yanlıştır. Benim bu
sözüm de % 50 doğru ve yanlıştır. Ve bu ilânihaye.. giderse sözlerimiz ancak %
Δ doğru % Δ yanlış olur; yani doğruluk ve yanlışlık nisbeti asgar namütenahiye
iner. Cepheyi dağıtmak için bizim hesabımıza bu hoşuna gidiyor değil mi? Fakat
kendi hesabına yüzde yüz doğrudan bir grada inemezsin.
— Kat’iyyen! reddederim.
— Reddederken bile tonun yüzde yüz hükmediyor. Değiş, mene bir
şey demem; fakat her anına ayrı ayrı hükmeden keyiflerinin eserisin:
reddederken, kabul ederken, hakaret eder, tezellül eder, hayran olur ve inkâr
ederken daima dogmatiksin! Ömründe bir defa cinayet yapan ve onun nedameti ile
selâmete erişenlere lânet ediyorsun halbuki fikirleri her an katlediyor ve heı
an sürünüyorsun. Şeytanın nasibi, şüphenin ihtiyatı ile doğru yolu aramak
değil; bir an yaptığını ötekinde bozarak mütemadiyen sürünmektir.
Odam tavana kadar
levhayla doluydu: Hacı Kâmil Efendinin, İsmail Çavuşun, Haydarın, Galibin,
Yesarînin sülüs, tâlik, nestâlik, kırma, divanî, kûfî türlü türlü hattı, büyük
babalarımdan beri birikmiş ne kadar âyet, hadîs, kelâmı kibar varsa dört duvarı
doldururdu. Bu odaya melekler girmez diye Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere’den başka tabiat resmi bile asılamazmış. Çocukken kibrit kutularının
üzerindeki terazi resmine bakardım. Bir gün paket kâğıtlarını devşirirken Ahmet
Refikin okkaya verilmiş bir kitabındaki yunan ilâhelerini gördüm. Zihnim onlara
takıldı. Artık gözüm satırların üzerinde yürümez oldu. Elime geçirdiğim bir
kalemle her tarafa insan vücudları resmetmeye başladım. Gözlerin canlılığı, yüz
çizgilerinin mânası, omuzlar ve bacakların kıvrılışı; bütün bu hayatı, kuvveti
ve arzuyu ifade eden hatlar iç hayatımı o kadar doldurdu ki, odamdaki kara
çizgiler onların hücumu karşısında karınca yığını gibi bir kenara siniverdi.
Yazım fena değildi.
Beceremeyenleri hazırlamaya hocam beni memur etmişti. Rıkkadan tâlika atladım.
Bu inhinalar, bu kıvrılışlar, bu baygın serilmiş çizgiler, bu narin elifler ve
rılar; bu büyük kavislerle dönen lâmlar, nunlar; bu bir rakkase gibi göğsünü
kabartan ve eteklerini havalandıran şatlar galiba gayri şuurumda bana insan
vücudlarının bitmez tükenmez sırrını ifşa etmiş olacak ki; yazı benim için
yalnız bir vazife, bir eğlence, bir süs değil, hayatın kaynağı ve gizli
şehvetiydi. Büyük hattatların levhalarına dalarak duyduğum vecd içinde gezip
dolaştıkça havaya parmağımla kavisler çizer ve zihnimde levhalar yazardım.
Küçük tecrübelerle başlayan bu hararet gittikçe alevlenerek mektep camiinin
duvarlarını dolduran tezhipli âyetlere kadar yükseldi. Dindar bir arkadaşım
beni coşturan bu san’at zevkini kendi imanile karıştırarak bütün kalbile bana
bağlanıyordu
Harflerle
kelimelerin yerini insanlar ve eşya aldı. Dostumla aramızdaki mesafe de
gittikçe büyüyordu. O bir tarikat şeyhinin kapısında rahmanı aradı; bense
şeytanı rehber edinmiştim. Nuh’un gemisinde
«günahkâr olanı atınca fırtına durur!» demişler. Fırtına gemiyi karaya vurdu.
Kimin günahkâr olduğu belli değil. Şeytanın talim ettiği hak yolu imiş. Zamanla
güneş her tarafı aydınlatınca, kafesler, perdeler, çarşaflar kalkınca; eşya ve
insanlar tabiatın bahşettiği bütün güzelliklerile meydana çıkınca maddenin,
hayatın ruhun ve insanlığın hakikati birleşti. Şeytanla rahman ayni yola çıktı.
Aradan seneler geçti;
resmi unutmuştum. Bir gün ansızın şeytan ziyaretime geldi.
— Çoktandır sizi arayamadım, nelerle meşgulsünüz?
Önümde bir mantık
kitabının müsveddeleri yığılıydı: bir taraftan Organon’dan ihtimaliyet lojiğine
kadar bir sürü eser, bir tarafta ilim tarihleri, yeni fizikler ve Osmanlı
devrine dair irili ufaklı mantık risaleleri.
— Atın bunları bir yana! Benimle beraber gelin; size ışık ve
renk dünyasının güzelliklerini göstereyim, dedi.
Ne vakittir kapanıp
kaldığım tozlu rafların arasından kurtuldum. Birlikte galerileri gezdik.
Louvre’u, Berlin müzesini, British Museum’u, Vatican’ı gördük. Primitiflerden
başladık. Henüz prespektivin iyice sezilmediği ve resmin dekorasyon halinde
göründüğü bu saf, temiz şaheserlerden rönesansa yükseldik. Giotto ve
çıraklarının san’ati resmin terakkisinde ilk büyük adımdı. 15 inci asrın
Floransa üstadlarına geçtik: ressamlar tabiatı tetkik etmişler, hattâ
san’atlarmın temelini tabiat kanunlarında aramışlar. Şekillerin mekân içindeki
görünüşünü anlamak için prespektivi, insan vücudunu doğru resmetmek için
teşrihi incelemişler. Tunç ve mermeri yontan heykeltıraşlar ressamlara bu yolda
rehberlik etmiş. Masolino ve Castagno kudretli netüralisttirler. Fra Lippi ve
Fra Angelico hissi ifadede daha büyük incelik göstermişler. 15 inci asrın
sonlarında büyük ressamlar çoğalıyor: Boticelli, Verocchio ve nihayet en büyük
üstad Leonard de Vinci vücud çizgilerinde dehaya yükselmiş. Bütün bu
ressamların kendilerine mahsus şahsî üslûpları olmakla beraber resmin tekemmülü
için elbirliği ile çalışmışlar; asrın sonunda Leonard de Vinci’nin eserinde, bu
san’at düşüncenin inceliklerini ifade edebilecek oldukça souple, ifade
itibarile çok zengin bir hale gelmiş.
On beşinci asırda
Floransa en canlı resim kaynağı olduğu halde, yegâne değildi. Milânoda,
Padova’da, Venedik’te yeni mektepler doğuyor. Ombria ressamları Floransa
tesirile yetiştiler. Padoua dâhi bir artist çıkardı: Mantegna. Üslûbu yukarı
İtalyada uzun müddet hüküm sürdü. Floransanm ilmine tarih ve arkeoloji
alâkasını kattı. Onun tesirile Venedikte Bellini’ler yetişti. Rönesansın
İstanbul’daki biricik aksi sedası olan bu ressamları nasıl tanımayız! Giorgione
renklerin ateşli şehvetini keşfetti.
16 ıncı asırda Floransa
mektebi de Vinci ile zirvesine ulaştıktan sonra Andre del Sarto’da çok ince bir
zarafet, ve Michel Ange’ın kudretli çehrelerinde «dev gibi» bir san’at halini
aldı. Papalar Raphael’i ve Michel Ange’i çağırtarak Vatikanın duvarları ve
tavanlarını dolduran muazzam eserleri yaptırdılar. Vatikanın dekorasyonlarında
Raphael Italyan san’a- tının en güzel vasıflarını kendi dehasına mahsus bir
ahenk ve cadence ile terkibe muvaffak oldu.
Floransa mektebi son
sözünü söylerken Venedikte yeni bir dünya keşfediliyordu. Onlar ışığı ve
renkleri şiir haline getirdiler. Titien, Tintoret ve Veronese bu mektebin üç büyük
dehasıydı. Bu mektebin harareti uzaklara kadar yayıldı. Parme’de Correge onun
tesirini hissetti.
İtalya resmin fecri
oldu. Fakat güneş doğarken başka diyarlara da akisler yaparak büyük bir yelpaze
halinde açıldı. Şimalde Gotik san’atı resmi camcılık ve minyatür haline
indirmişti. 15 inci asırda şimal denizi kıyılarında yeni ışıklar belirdi:
Flaman mektebi uyanıyordu. İlerde yetişecek büyük ressamların ilk üstadları Van
Eyck, Memling hıristiyan imajlarına mem. leketlerinin ve zamanlarının
projelerini soktular. Yine 15 inci asırda Fransada Froment, Almanyada
Schongauer, İspanyada Dalman gibi primitifler yetişti.
16 ıncı asırda Flaman
resminin büyük bir hamlesi daha var: bunların içerisinde en çok ihtiyar
Brueghel üzerinde durmak lâzım. Resmin Balzac’ı olan bu büyük terkipçinin
tablolarına bütün bir cemiyeti en ince teferrüatile beraber nasıl sokabildiğini
görmek için «Kasaba düğünü», «Beytüllahm», «Körler», «Masunların kitabı» gibi
levhalarını hatırlamak kâfidir.
16 ıncı asırda büyük
Alman ressamları da yetişmeğe başladı: Albrecht Dürer hakkâk resmi ile,
tahlilci natüralizmi ile, buhranlı ve kudretli san’atı ile Alman mistisizmine
mahsus en bariz vasıfları taşımaktadır. Fakat o aynı zamanda İtalyan eserlerini
tetkik etti, onların asudelik ve güzelliğine ulaşmaya çalıştı. Ötekinden daha
souple bir deha olan Holbein Alman san’atının tahlilci tarafı ile Floransanın
zarafetini mezcetmeye muvaffak oldu.
16 ıncı asırda Fransada
büyük bir şey görülmüyor. Bu asrın sonlarına doğru Bologne mektebinde şimal ve
cenup hemen hemen birleştiler. Bu devirde bütün Avrupa Italyan resmini taklid
ediyordu. Bu devirde bir taraftan isimlerinden ziyade müşterek gayretleri
unutulmaz olan bir yığın Bulonya ressamı ve bilhassa Caravage modern resmin
başlangıcı sayılmalıdır.
17 inci asırda İspanyada
bulutlar dağıldı. Ateşini yine İtal- yadan alan bu cereyan yeni resmin ilk
büyük üstadlarını yetiş, tirdi: Tolede (Tuleytule) nin büyük ressamı Greco,
katolikliğin ateşli ve kanlı mistisizmi içinden göğe doğru yükselen çizgiler
dünyasını çıkardı. Caravage’in natüralizmi Ribera ve Zurbaran’m eserinde
kabalığa kadar giden sağlam bir eda aldı. Bütün yabancı tesirlerden sıyrılan
ilk üstad Velasquez’dir. İspanyol mektebinin kemali sayılmakla beraber büyük
eserinde büsbütün yeni bir şey bulmak güçtür. Murillo bütün eski resmin izle
rini taşırken tablolarına yemişleri ve neş’eli, obur çocukları sokarak lezzet
dolu bir realizme girdi, fakat İspanyol dehasının büyük kudreti tükenmemişti. O
en büyük hamlelerinden birini, yeni resme atlayan cür’etli teşebbüslerinden
birini Goya’da buldu.
Artık güneş doğmuştu.
Garp resmi dört taraftan elbirliği yapan mekteplerin eserlerile Fransaya doğru
yürüyordu. Fransız krallarının himaye ettiği Flaman zadeganında Rubens
masalları dünyasında yaşadığı halde bütün canlılığı ve şehveti ile saf bir
natüralist kalmaya muvaffak oldu. Kudretli bir kanat dar. besile şe’niyeti
masallar dünyasına bağladı. Bologne mektebinin sislerini dağıttı. Işık dolu
olan Kermesse’leri, efsanelerin çıplak kadınları; şehvetle, bereketle, canlılıkla
kaynayan sayısız levhaları Rubens’in arkasından bütün yeni resmi sürükledi.
İzleri Renoir’de, Cezanne’de bile canlanan bu hayat kaynağının içinden Jordans,
Van Dyck gibi üstadlar doğdu.
17 inci asırda Hollanda
mektebi Flamanların uzanan bir dalı halinde başlayarak nihayet garp resminin en
güzel meyvelerini vermekte gecikmedi. Bu mektebin yetiştirdiği sayısız
peyzajcı- ların harikalarını burada saymaya imkân yok. Suyu, bulutları, denizi,
ormanı tabloya sokanlar; şimalin mağmum havasını, müphem pespektivlerini klâsik
peyzajların en hâkim temi haline getirenler; kumsalları, kanalları,
değirmenleri, tutulmaz grup renklerini, sürüleri ve atları ile bütün bu yarı
sisli ve güneşe hasret çeken şimal havasının dehasını ifade edenler hakikaten
sayısızdır. Hollandalı köylü kadınlar, portreler ve enteriyörler resmin ufkunu
gittikçe açıyordu. Hollanda mektebine yapılacak biricik sitem ilhamının
cidalsiz ve sakin bir gamlı hava içinde kalmasıdır. Nitekim bu mektebin en
büyük üstadı Rembrandt rüya ile şe’niyetin birbirine nüfuz ettiği, dramatik ve
esrarlı şimal dünyasile ışıklar âleminin karşı karşıya geldiği bir «gölge -
ışık» harikası olduğu için, mektebin monoton havasının ortasında bir şahika
gibi durmaktadır.
17 inci asırda Fransa
yeni cereyanlara geniş kapılar açtı; dindar ressam Le Sueur; Hollandalılar
kadar sadık natüralist olan Le Nain; Garavage’in iyi bir talebesi olan
Valentin, tarih zevki ile natüralizmi mezceden üstad Poussin’i bunlar arasında
hatırlamamak kabil değildir.
18 inci asırda, resim
Ingilterede de Hollanda, Flaman ve Fransız mekteplerinin tesirile belirmeye
başlaidı. Reynold, Lavvrence, Constable Ingilterede tabiatin yeşil serinliğini,
sisli suları, ve müphem güneşleri yaşattılar. 19 uncu asır ortalarına kadar
yaşamış olan Tumer cenubun parlak güneşi ile şimalin sisli havasını
birleştirmeye muvaffak oldu. Bu yeni peyzajlar 19 uncu asır içerisinde doğacak
empresyonist resmin, Monet’nin, Pissaro’nun üzerine tesir etti.
18 inci asırda Fransada
burjuvazinin inkişafı ve sarayın tantanası yeni bir ufuk açtı; Papaların himaye
ettiği eski dinî resim yerine şimdi kralların himaye ettiği zengin bir burjuva
resmi doğuyordu. Vatteau zamanının müsrif ve şehvetli cemiyeti ile ahenkli
spiritüel san’atmda resimle şiiri karıştırmaya doğru gidiyordu. Boucher’nin
dekorasyonlarında, La Tour’un pastel portrelerinde devrinin keskin akislerini
görmemek mümkün mü? Chardin, küçük burjuvazinin hayatını tasvir ediyor. Asrın
ikinci yarısında ve inkılâba yakın san’at gittikçe daha «hassas» olmaya
başlıyor: Greuze’de, Fragonard’da, Madam Vigee-Lebrun’de bu hassasiyet
burjuvazinin refahı ile mütenasip çok ince bir zarafet halini aldı.
İnkılâp ve imparatorluk
devrinde David’in resmi hüküm sürmektedir. Eski dünyaya karşı muhabbeti ve
Rönesans resmine hayranlığına rağmen David büyük kompozisyonlarında devrinin
aynası olmaktan geri kalmadı. Onu takip eden birçok ressamdan sonra Prudhon ve
Gros gibi tesirinden kurtulmuş iki kudretli san’atkâra rastlıyoruz. Prudhon
melankoli ve şehvet şairidir. Gros Napolyon destanının hakikaten destanî şairi idi.
Bu iddialı ve haris üstadların aşağısında, zamanlarının eğlenceli imajlarını
yapmış olan Boilly gibi Hollanda mektebi tar. zında küçük natüralistler vardır.
Devrin en büyük ressamı olan David’in hayatını keskin hatlarla iki kısma
ayırmak mümkündür: birincisi inkılâbın ressamı olan ve Marat’nm ölümünü tasvir
eden ressam; İkincisi Napolyona intisap ettikten sonra debdebe ve haşmetin
hayranı statique ressam: imparatorun tac giyişini tasvir eden kompozisyonu
çıkartma insanlarla dolu büyük bir dalkavuklar sahnesidir.
Romantizmin hissî
inkılâbı edebiyat ve musikiyi olduğu gibi şiiri de alt üst etti. San’ata
idealist iddealar, bir yığın belâğat ve edebiyat vermiş olan David resmin
esasını çok fakirleştirmişti. Onun çığrından gidenlere karşı reaksiyon şiddetli
oldu. Gericault şiddetli bir natüralistti. Sonra, resimde romantizmin büyük
üstadı Delacroix, bu san’ata taşkın hassasiyetini ilâve etti. Renklerinde
ihtiraslı bir lirizm vardı. Romantikler millî tarihi, Ortaçağı seviyorlardı.
Napolyon harpleri onların en mühim mevzuu idi. Romantizme karşı yükselen tek
ses Ingres idi. O, lirik ve şahsî san’at doktrinine karşı ideal ve asude
güzellik telâkkisini müdafaa ediyordu. Kompozisyonları biraz karanlık olmakla
beraber üslûbu çok kat’î bir safiyet gösteren portreler ve insan vücudları
bırakmıştır. Talebelerinin en iyisi Flandrin’dir. Bu suretle resim iki esaslı
cepheye ayrılmıştı. Bununla beraber bazı ressamlar iki cephe arasında kararsız,
kâh ona kâh buna gidip geliyorlardı.
Klâsiğe doğru dönüşle
romantizmin arasında yeni bir ta. biat resmi doğmaya başladı: artık Hollanda
mektebi gibi münzevî ve sakin tabiatı tercih eden san’atkârlar çoğalıyordu. Co-
rot’nun, Rousseau’nun Daubigny’nin ormanları, vadileri, yeşillikleri, nihayet
Millet’nin çoban hayatı ve sürüleri. Şehirden köye dönüş filozof
Rousseau’danberi edebiyatta inkişaf eden bu «tabiata dönüş» temayülünün resimde
biraz gecikmiş akisleri olarak görünüyor. Courbet ve Manet ile beraber saf
natüralizmin başladığını söyleyebiliriz ki, bunlar «empresyonist» resmin hazırlayıcıları
olmuştur.
19 uncu asrın sonunda bu
yeni cereyan alıp yürürken, Fransız resminde iki büyük artist zümresi vücud
buluyordu: bir kısmı eski san’atın, müze resminin tesiri altında idi. ikinci
İmparatorluk devrinde bile büyük binalar kuran mimarinin tesiri altında,
Rönesansta olduğu gibi dekoratif resme doğru dönüş sezilmektedir. Delaunay,
Paul Baudry ve diğerleri de Ingres va- sıtasile İtalyan freskcilerine
bağlananlardı. Bunlardan en büyüğü Fransız resminde bir devir başı
sayabileceğimiz Puvis de Chavannes’dir. Nihayet Moreau, Meissonnier ve Fantin -
Latour gibi bir çok mühim ressamlar eski İtalyan, İspanyol ve hattâ Hollanda
resminden kendilerine kökler aradılar. Bu devir ressamlarında hâkim olan vasıf
yaratıcılık ve yenilikten ziyade araştırmalar yapması ve eclectique olmasıdır.
Empresyonist mektep
natüralist hareketin son merhalesini teşkil eder. Resim nihayet «Tabiatın bize
verdiğini» her şeyin üstünde görüyorsa, eski zamanın büyük natüralistleri
şe’ni- yetin en mühim taraflarından birini unuttuğunu söylememiz lâzımdır.
Resim eskidenberi az çok bir atölye işi idi. Halbuki gündüz ışığını açıkta
resmetmek doğru olacaktı. Resim bu yeni meselede büyük müşküllerle karşılaştı:
bu yeni ihtiyaçlara göre an’anevî tekniği değiştirmek lâzımdı. Empresyonist telâkki
ile an’anevî görüş arasındaki esaslı fark «olmak» ve «görünmek» arasındaki
farktan geliyor. Empresyonist asıl mevzuunu tarif etmeye çalışmaz, yalnızca
ondan aldığı «intiba»ı tesbitle iktifa eder. O halde ortada ışığın tesirleri
kalıyor. Bu yeni âlem, tabiatı görüş tarzımızı yenileştiren bir tasvir
zenginliği verdi. Empresyonistler bilhassa peyzaj yaparlar. Çehreler de
tabiatın diğer unsurları gibi ârızî şeylerdir. Bu resmin en büyük üstadları
Claude Monet, Sisley, Pissaro ve Renoir’dir. Degas dahi dessin itibarile değil,
fakat ışık araştırması bakımından empresyonisttir.
Fizikte Helmoltz’un
mevce nazariyesinin tecrübî akisleri ve Fransada Chevreul tarafından bu
meselenin incelenmesi empresyonistlere cesaret verdi: yeni empresyonistler
fikirlerini sistemleştirirlerken bu ilim hareketinden istifade ettiler. Bu
husus" ta Seurat’nın, Signac’ın, Bonnard’ın mühim rolleri oldu. Fakat bu
cereyan aslından İlmî hareketin neticesi değildir. Yukarıdan, beri gördüğümüz
resim tekâmülünün neticesi olarak doğmuştur.
19 uncu asır sonlarında
idealist ve millî resmin aksülâmeli olmuştur. Müfrit fertçilik, tabiatcilik
ressamı cemiyetten uzaklaştırıyordu. Ressam, kendi inzivasında yaşıyor; yalnız
cemiyetten değil, müzeler ve galerilerden bile kaçıyordu. Şimdi onun biricik üstadı
«Güneş» di.
Empresyonist resim de
kendi antitezini meydana çıkarmada gecikmedi: bu da expressionisme’dir. Aynı
prensiplerden hareket eden expressionisme, artık bize görünen tabiatı değil,
fakat hislerimiz ve heyecanlarımız arasından bizim gördüğümüz tabiatı vermeye
çalıştı. Ona göre ressamın vazifesi tabiatı taklit etmek değil, insanın
gördüğünü göstermektir. «Mizacın arasından görülen tabiat» (Homo additus
naturae) onun prensipidir. Hal. buki biz eşyayı hiç bir zaman olduğu gibi
göremeyiz. İdrâklerimiz daima heyecanların, temayüllerin ve ihtirasların
tesirile az çok değişik bir haldedir. Bundan dolayı ressam eşyanın sadık
kopyelerini değil fakat karikatürlerini görecektir: resmin esas kaidesi
deformation’dur. Bu eğer deformation subjective ise ona biz «ifade» diyoruz.
Eğer deformation objective ise «dekorasyon» diyoruz. Bernard dekorasyon
kanunlarını, Seurat da ışık bahsi ve sübjektif tarafı tetkike çalıştılar.
Expressioniste’ler her
şeyden evvel eşyanın teferrüatını değil bütününü görmek iddiasında idiler. Bu
suretle ışık - gölge oyunlarından ziyade keskin hatlara ve contour’lara
ehemmiyet verdiler. Onların kökünü Puvis de Chavaunes’e kadar çıkarmak
mümkündür. Manet’nin Olympia’sı bu mektebin ilk büyük adımlarından biri
sayıldı. Ondan sonra Cezanne, Van Gogh, Gau- guin, Matisse bu mektebin en
cür’etli ve temiz eserlerini verdiler. Evini barkını bırakıp Martinik adalarına
giden, Antiller- de yaşayan Gauguin «Sarı İsa» sı ile yeni bir dünyaya
giriyordu. Resimde exotisme, beyaz ırka nazaran nisbetleri değişen yüzlerin ve
vücudların güzelliği bu mektebin iddiasına uygun mevzular veriyordu. Fakat
resmin Pierre Loti’si renklerin tezadı ile bir nevi resim musikisi yaparken Van
Gogh da peyzajda harikalar veriyordu. Matisse’in «Odalık» ı ve «Çıplak kadın» ı
hafif boyaları ve renklerile dekorasyona doğru gidiyordu. Expressi- onisme’in
esas prensibinin ileri götürülmesinden, yeni resme ilk bakanlar için garabet
görünen bir çok cereyanlar meydana çıktı: cubisme, pointisme, surrealisme her
gün bir tanesi doğup sönmekte olan daha bir çok cereyanlar.
Cubisme evvelâ Braque ve
arkadaşları tarafından yalnız objektif deformasyon olarak alındı. Fakat sonra
münhanilerin yerine münkesirleri koyan bu mektebin en cür’etli mümessili
Picasso ortaya sübjektif deformasyonlardan ibaret muammalar çıkardı.
Metempsychose’i anlamak için bizzat Picasso’nun kafasına girmek veya her
seyirciye bir konferans vermek lâzım gelecektir. Edebiyatta Marinetti’nin
ortaya attığı futurisme davası ile ekra- ba olan bu cereyanın eserleri eski
resimlerle tesbit edilemiyecek kadar kısa zamanlarda eskiyerek «passeisme»
haline geliyordu: Marinetti’nin kendisi de zaten Akademiye âza seçildikten
sonra artık maziye karışmadı mı?
Bu cereyanı en iyi ifade
eden Theodor Daübler Der Neue Standpunkt adlı eserinde (1919) anarşizme kadar
giden bu müfrit ferdiyetçi san’atı dağınık İçtimaî atomlar san atı olarak tarif
ediyor: «Âlemin
merkez noktası her bende, ve her benin eserindedir.» Böyle bir görüşle içine katlanmış bir telâkkiye
ve mistisizme kadar gidileceği meydandadır. Felsefede idealizmin buhranından
her ferdi ayrı bir âlem farzeden Solipsisme doğduğu gibi, resimde de aynı
buhran bu müfrit expressionisme’i meydana çıkarmıştır.
Galeriler ve devirler
arasından yaptığımız bu uzun seyahatten sonra şeytana bazı noktaları sormayı
düşündüm:
— Resmin ihtilâli, kendi tâbirlerile «sol» ve «ileri» denen bu
hareketler hakikaten eskiden geleni yıkıyor mu?
— Şüphesiz onlar güneşi keşfettiklerini iddia edeceklerdir.
Halbuki Rönesansa gidin; Giovanni de Paolo’da atölyeden taşan güneş iştiyakını
bulursunuz. Deformasyonları keşfettiklerini zannederler: Delacrok’nın şark
hamamında kadınların fıkra kemikleri hakikaten fazladır. Michelange’da adaleler
şe’niyetle nisbetsiz derecede şişkindir. Primitifler perspektivi ihmal ederlerdi.
Yeni resim bu güzel ihmalleri sadece sistemleştirdi. Fotoğraf resmin yerini
aldıktan sonra artık tabiatı taklidin manasız bir şey olduğu besbelli. Fakat
herkes kendi başına giderse bu karışıklıkta kimse kimseyi dinlemiyecektir.
— Öyleyse resmin âkıbetinden şüphe mi ediyorsun?
— Bilâkis! Resmin ihtilâli yeni bir ahenk kurulması içindir.
Bir Van Gogh’un veya Gauguin’in barbarlığı ve safiyeti galerilerin küflenmiş
havasını temizledi. Fakat bu âsi ruhlar muvazeneyi bulmak için yine asırların
içinden bir şeyler çıkarıyor. Mallarme’nin Herodiade’i Racine’in Berenice’ine
ne kadar şey borçlu ise Cezanne de Veronese’e o kadar borçludur.
— Şu halde resimde bir nevi irticaın hâkim olacağına kanisin?
— Kat’iyyen! bazı yeni klâsikler işi buraya kadar
götüre-bilirler. Fakat onlarda bile galerilerin resmi ile yeni nazariyeler
arasında ne kanlı mücadelelerden doğan kaynaşmalar var! Pi- casso’dan sonra bir
Andre Loth veya Maurice Deniş bize irtica gibi görünüyor. Fakat onları doğrudan
doğruya eskilerle; hattâ o kadar geriye gitmeyin, empresyonistlerle veya
Ingres’le mukayese edin: deformasyonla ahengin nasıl birleştiklerini
görürsünüz.
Çocuğun, hastanın,
delinin, anormal anların gördüğü dünyadaki deformasyonları, sırf fantezi olsun
diye yaptığımız deformasyonları herkese nasıl kabul ettiririz? Eşyayı bir çok
ruhî haller tesirile olduğundan başka gördüğümüz muhakkak. Fakat mesele bunun
müşterek noktalarını bulmaktadır. Ressam cemiyetin gözündeki falan deformasyonu
keşfedecektir.
— Güzel! ya resmin İçtimaî gayeye hizmet etmesini ıstiyenlere
ne dersin?
— Onlara hücum mu edeyim istiyorsunuz? Resmi reklâm vasıtası ve ilâncılık haline
getirdikleri için onlara güleyim mi? Allahı medhettikleri ve meleklere hayran
oldukları için, kralların ayağına kapandıkları, metreslerini Allah gibi tasvir
ettikleri, zalim hükümdarların zaferini tebcil ettikleri, sefahat sofralarını
göklere çıkardıkları için onları âleme teşhir mi edeyim? Paletlerine
muzahrafat dolduğu ve resimlerine yaklaşmak için esanslar sürünmek lâzım
olduğu, fahişeler gibi rezaletin ve inhitatın yüzünü boyadıkları için onların
yüzlerine mi tüküreyim?
Bıraksam kimbilir daha
neler söyliyecekti!
— Haltetmişsin, dedim. Sana kalsa, san’atı gün görmez
mahzenlerde küflendirirsin. Demokrasiyle müzeler salon, salon sokak, çarşı,
hattâ dünya oldu. Soluk benizli Eros’un yüzüne güneş yanığı, gözlerine hayat
parıltısı geldi. Aradığın «Resim bizatihi» yi şimdiye kadar kimse bulamadı ve
bundan sonra da «bilinemez» olarak kalacaktır.
Eskiden
dinî merasim vardı: cemiyetin sembolleri olan ilâhlar ve onların yerini tutan
İsa ve Meryeme hayranlığını göstermek için en güzel erkek ve en güzel kadın
tasavvur edilirdi. Fakat bu ideal örneklerin içinde insan hırsları
söndürülmemişti- Bütün vücudları kini, öfkeyi, hasedi, şehveti, gurur ve
azameti, hüznü ve merhameti ifşa ederdi. Onlar hayalî bir cemiyetin sabit
örnekleri değil, fakat sınıflarının örnekleriydi. Bizansın durgun
minyatürlerinden sonra Apollon kadar güzel ve kuvvetli İsâ, Venüs veya
Lucrece Borgia kadar haris ve şehvetli soyunmuş Meryem çıktı. Savonarole’lerin,
Luther’lerin hiddetine sebep olan papalar kadar, onların bu gökteki cürüm
ortaklarıydı.
İnkılâpların sonuna
erdiği, kütlelerin uyuştuğu devirlerde resim ılık banyo haline gelir.
Sixtine’in kubbesini örten yaradılış hikâyeieri yerine, saray duvarlarını
hanedan ve kuklaların çıkartmaları doldurur. Goya ve Velasques ahmak kralları,
şımarık ve bayağı prensesleri, dejenere kumandanları, cüceleri resmeder. David
bir hokkabaz oyuncusu gibi tablosunu tac giyen cellâdların dalkavuklarile
doldurur. Nattier odalıklara varıncıya kadar Fransız sarayını; Boucher
yataklıkların müstehcen güzelliğini tasvir eder. Ve bu sırada uyuşan kütlelere
ninni söylemek için Corot ormanları, Greuse masum güzellikleri, Millet
çobanları ve Rüstik şiiri fırçasına katar.
Fakat kütleler
kaynaşmaya başlayınca resimde de ihtilâller kopar: El Greco’da Toledo’nun din’
ıztırabı, Goya’da Napolyon istilâsına karşı nefret, o ölmez «Harp faciaları»,
Rembrandt’da gölge - ışıkların arasından görülen sefaletle mücadele ve
inzivanın melânkolisi, Breughel’de körlerin, topalların, fıkara hacıların
sırtından geçinen madrabazların, Babil kulesini yükselten Nem- rudların ve
küçük balıkları yutan büyük balıkların dramı ne kadar açıktır! David bile - o
Sultanlara tac giydiren büyük dalkavuk! . Marat’nın ölümünde ne kadar canlıdır!
Delacroix ve Turner, emperyalizmin bu iki büyük çıngırakçısı, kafalarında
romantizmin dumanlı şiiri Deniz harplerinde, Şark zaferlerinde, Sardanapal ve
Odalık rüyalarında kapitalizm istilâsının akislerini bulurlar. Ve onlara karşı
nefret sedaları yükselmede gecikmez: Van
Gogh deliren muhayyilesine şifayı kırlarda bulur. Daumier «ikinci ve üçüncü
mevki yolcuları» nda, «1834 Transnonain sokağı» nda, o karikatürü, hicvi ve
realizmi toplayan harika resimlerinde; Forain, Crotz ve Ensor hicve kaçan
dessin’lerinde, Go- guin kolonilerin hüznü ve ıztırabına sığınan buhranlı
ruhunda; Dubout’nun Balzac’ı hatırlatan burjuvaziye ait mahşer gibi kalabalık
karikatürlerinde, ve kütle hareketlerini, büyük kaynaşmaları gösteren daha bir
çoklarında isyanı duymak mümkündür!
Söyledikçe söyliyeceğim
geliyordu. Bu mevzu beni hicvin en keskinine götüreceği için sustum. Hele mevzu
bir heykel bahsine geçse daha kimbilir neler konuşacaktık. Phidias’dan,
Praxitele’- den başlayarak Rodin’e ve Aristide Maillot’ya kadar bütün heykel
galerilerini gözümüzden geçirecektik. Yunanın sükûn içindede ilâhlarını,
Michelange’ın kudret ve hareketli kahramanlarını, Puget’nin mânasını,
Canova’nın imparatorluk devrine ait zarafetini, Rodin’in «Cehennem kapısı»
ve «Gand burjuvalarında, «Balzac» da ve «Düşünen adam» ındaki ruhî buhranı,
kadınlarındaki cinsiyet taşkınlığını ve hırsı, taşı cemiyet ve ruh haline
getiren dehasını deşmeye gelmezdi. Bu ayrı bahse kapı açmadan şeytanı
savdım ve çoktandır hasretini çektiğim bir tembelliğe daldım.
Tembelliğe bayılırım.
Derin derin düşündüğünü zannederek bir yığın saçma karıştırmadansa bütün bir
günü bomboş, hiç bir şey yapmadan, bir şey düşünmeden, sırt üstü yatıp geçirmek
ne güzeldir. Hele bu boş geçen günler başkalarının sırtından rahat yaşamayı
temin ederse!.. Sefalet içinde geçen tembelliğe acırım. Ya çalışamadıkları
için, yahut çalışsalar da bir şey kazanamıyacaklarnı bildikleri için boş duran
adamların halinde acı bir hikmet vardır. Çalışmış olsalardı ne yapacaklardı.
Dolap beygiri gibi döndükleri halde bir damla su taşımaya güçleri yetmeden, her
gün yeni bir ümidle uyanıp her gece yeni bir yeisle uyumak için mi? Belki de
hiç bir şey yapamıyacağını anladığından bu dolap beygirinin sersemliği içinde
ömrü doldurarak, nihayet ahmakça gözlerini açtığı bu dünyadan ahmakça ayrılmak
için mi? Güzel zannettikleri bir iki mısraı bulmak için cildlerle kitabı
fareler gibi kemirmek ve kahve kahve gecelere kadar bunlarla aşır okumak için
mi?
«Bu
dünya kime kalmış ki sana da kalsın!» diye bir halk hikmetine kulak
verip rahat yaşamadan nefret eden ve sade suya bolluk zamanında oruç tutanlara
acırım. Fakat bu yaz güneşinde kırlara uzanmada, bol bol yiyip içmede, bol bol
uyumada, zihninden geçen fikir sineklerini kayıdsızlığın yelpazesile koğarak
tertemiz, bomboş bir hava içinde hatıraların yarı hüzünlü zevkine bile
kapılmamada; her an içinde bulunduğu anı yaşama ve geç- iniş, gelecek hiçbir
şeye bağlanmamada, sonra bu boşluk içindeki dünyaya metelik vermeden rahatça
göç edebilmek için arasıra bazı maharetler tasarlamada hakikî zevk yok mudur?
Yaşamak, eğer ölü hatıralara bağlanmak, henüz olmamış şeylerin tehlikeli
girdabı kenarında titremek değilse; yaşamak eğer iki ölüm arasında her an
yenileşmekte olan bu anı duymak demekse, hakikaten yaşayabilmek için
tembellikten başka çare var mıdır? Kitabın, radyonun, gazetenin, ahbabın,
dostun, düşmanın kafalarını şişiren bütün tasalarından kurtularak istediğim
gibi, keyfime göre şöyle rahat rahat yaşamak için..
Bunları düşününce
şeytanı hatırladım. Bu eski kurddan daha iyi bana kim rehber olabilir? Ne
dostlarım - ki onlar derdimi tazeleyeceklerdir - ne düşmanlarım ki bütün
zevkleri düştükleri çukura beni daha çok çekmektir - ne de kendim - ki zaten
dünya denen bu muammanın içinde kaybolmamak için bir tahta parçası arıyorum. -
Şeytan geldi; düşüncemi
tebrik etti; bana tembellik yolunda rehber olmaya çalıştı:
— Dünyaya hükmedenler âni yaşayanlardır! dedi. Bu fikir -
galiba pek hoşuna gitmiş olacak ikide
bir tekrar ediyordu:
— Sırt üstü yatmak ve başkasının sırtından geçinmek.. En az
çalışıp en çok kazanmak; o kadar ki çalışma sıfıra indiği zaman kazanç
namütenahi olur. Bu iki imkânsızın arasında herhalde şu mümkündür: çalışmayı
mümkün olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak ve kazancı en yüksek rakama çıkarmak.
Bir riyazî gibi
konuşuyordu, işçinin iş saatini indirmek için gayretini, patronun oturduğu
yerden milyonları kıvırmasını, âlimin çömezleri çalıştırıp cildler çıkarmasını,
san’atkârın bir kalem darbesine «şaheser» dedirtmek için tenkit denen ahmak
devin kulağından tutup sürüklemesini, ve siyasînin oturduğu yerden dün- yayı
ayağına getirmek için efkân umumiye denen heyulanın iplerini oynatmasını izah
edecek Laplace’ın «Dünya sistemi» yolunda muazzam bir izaha girer gibiydi.
Bense ciddiden usanmıştım. Onu her zamanki halile görmek istiyordum.
— Şu hesaplarım bırak da tembelliğin çarelerini söyle bakalım!
dedim.
Çenesini avucuna alarak
düşünceye daldı. Sonra birden, bir şey keşfetmiş gibi yerinden sıçrayarak
masanın kenarına geldi. Elile büyük daireler çizerken âdeta muhayyel bir binayı
görüyordu.
— Şuna bakın! dedi, görüyor musunuz? İşte bu hayatın kâşanesi.
Yaşamak ve tembellik birbirinin aynı iki kelime, fakat o- raya girmek lâzım.
Bakınız: bütün kapılar kapalı! burası servet kapısı: üzerine miras, yorgunluk
ve talih anahtarları asılmış. Şurası sıhhat kapısı: üzerinde bünye ve zaman
anahtarları takılı. Uzakta - bakın - başka kapılar da görüyorum: galiba şöhret,
ikbal ve hikmet olacak. Fakat hepsinin üzeri sıkıca mühürlü ve kilidli..
Şeytan ellerini
uğuşturarak bu muhayyel kâşanesinin etrafında dolaştı. Âdeta girilecek bir
küçük menfez arıyordu.
— Her halde oraya girmek lâzım! dedi. Bana kalırsa, bunun yolu
yine bir nevi çalışmadır. Dolap beygiri gibi ömür boyunca dönmedense bir an
büyük bir gayret sarfedip sonradan dinlenmenin yolunu aramalı. Bütün
gayretinizi hileye vereceksiniz. Bununla beraber en çok itimat edilir ve en
samimî görünmeye çalışacaksınız. Şeytan olduğunuzu kat’iyyen
hissettirmiyeceksiniz. Daima «sureti hak» dan görüneceksiniz. Hacının yanında
hacı, hocanın yanında hoca olacaksınız. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir
olacaksınız. Fıkaraya sadaka verecek, evde teravihlere kadar namaz kılacak ve
teşbihi elden bırakmıyacaksınız. Fakat bayram sabahı hafızlarla rakıdan
mestolacaksmız- Fahişeleri kapatıp müteahhitlere ziyafet çekeceksiniz. «Koyunun
geldiği yerden kazı» esirgemiyeceksiniz ve faizden halkı kırdırırken ramazan
günü kurban dağıtacaksınız. Kapınızda Tanrı fıkarasını besleyip «hayır
dua»larını alırken, onları hayvanlar gibi çalıştıracaksınız. Herkesin gönlü hoş
olacak- Ne şiş yanacak ne kebab! Dünyanın dizginini elinize alıp halkı
hesabınıza taş kırdıracak, ölmüşü ve doğacağı düşünmiyecek, her günün zevkini
kendinden çıkara- caksınız. O zaman sizden iyisi, sizden doğrusu olmıyacaktır.
Şeytan bu tasvirinden
çok memnun görünüyordu. Sanki hayalî kâşanesine girmiş de bu saadete kavuşmuş
gibi bir koltuğa kuruldu. Etrafındakilere emirler veriyor ve görünmeyen
misafirlerle kadeh tokuşturuyordu.
— İşte böyle çok rahat! dedi. Dünya hakikaten yaşanılmaya
değer. Bu vakte kadar aklınız neredeydi aziz dostum. Niçin bana bunları
sormadınız? Geç de olsa zararı yok. Ford kırkından sonra yükünü yapmış
diyorlar; hem de daha doğru yollardan.. Bir de bakın, şunu söylemeyi
unutuyordum. Bu işin metodu zaman ve mekâna göre değişir. Bir derebey
cemiyetin, de misiniz? gayretinizin nevi başkadır. Bir saltanatta mısınız? yine
başka.. Zengin mi olmak istiyorsunuz? Yoksa maksadınız sadece ilim, şiir ve
hikmette meşhur olmak mıdır? Hepsinin kendine göre âdabı var. Diyeceksiniz ki
bir gün hileniz meydana çıkarsa bu servet, bu ilim, bu hikmet nerede kalır? O
kadar derin düşünmeyin. Ömür kısadır. Siz anınızı yaşamaya bakın. Gün güzel
geçti mi, yerine başka günler gelir. Onu ayrı düşünürsünüz. İlminiz iflâs
ederse yeni ilim kurmaya bakın. Adınız dillere destan olursa malınıza başka
pazar arayın. Hele siz öldükten sonra söylenecek sözlerin ne kıymeti var!
Varsın «bu herif madrabazın biriydi! ilmi sahteydi, hikmeti..» şöyle böyle
desinler. Kalan sizin zevk ettiğiniz günlerdir. Gerisi hep masal olur.
Firavunlar Ehramı kurdukları zaman çok adamın burnu kanamıştır. Arkalarından
levmedenler ve ıztırap çekenlerin sesi kaldımı. Uzaktan her şey güzel görünür.
Firavun zevketti, biz onun âbidesini tebcil ediyoruz. Geri kalanlar hep masal
oldu gitti. İşte size yaşamanın ve tembelliğin hikmeti!
Çok derin söylüyordu.
İtiraz etmek ve her zamanki gibi başımdan defetmek güçtü. Bu iş beni bir hayli
düşünceye şevketti. Düşünmeden kurtulayım derken daha çok içine düştüğüm için
üzülüyordum.
— Peki amma bütün bu işler ne zahmete malolur biliyor musun?
dedim.
— Zannettiğinizden çok daha az! dedi. Orta akılda bir adamın
ciddî ve namuslu bir işi başarmak için sarfedeceği enerjinin onda birine.
Şimdi de fizikçi gibi
konuşuyordu. Bu enerjiyi ne zaman, neyle ölçmüştü de bu hesabı yapıyordu.
— Atıyorsun! dedim.
— İnanmıyorsanız, siz de bir ölçün, dedi. Tıpa tıp onda bir!
Verime gelince: o da namuslu ve ciddî adamın veriminin on mislidir. Netice
10X10=100.
Baktım, hesap kuvvetli;
diyecek yok. «Gel sen ölç!» dese hakikaten cevap veremiyeceğim; ister istemez
kabul ettim. Yalnız bir nokta kalıyor: ya bu kazancın sonu ne olacak? Ona da
çare hazır: yarını düşünmemek! Dünyada kafese konacak insan mı kalmadı? Biri
olmazsa ötekini denersin. Bir köy duyarsa başka köye, bir şehir duyarsa başka
şehre geçersin. Allah’ın levmettiği «Serseri yahudi» (Eugene Sue, Le juif
errant.) gibi diyar diyar gezerek elbet bir gün konaklıyacak bir yer bulursun.
O zaman aklıma şöyle
geldi: «Ya bütün dünya duyarsa! Başka seyyareye mi göçmeli?» zaafıma verir diye
bunu bir türlü şeytana ifşa edemedim. Bu hesaplara dalmış duruyordum ki, birden
kulağıma fısıldayınca kendime geldim:
— Sanırım dünya duyarsa ne yaparım diye düşünüyorsunuz değil
mi? Ve cevaba fırsat vermeden devam etti:
— Merak etmeyin! insanların çoğu gafildir. Körün bellediği
değnek gibi ciddî iş ardından koşacaktır. Siz, bu hesabı bilenler, aranızda
çabuk anlaşırsınız. Elele verir, birbirinizi işa. retle tanırsınız.
Kendiliğinden Tembeller ve hilekârlar cemiyeti kuruluverir. Üst tarafı malûm:
birbirinizi tutarsınız. Enerjiden nefret, zamandan tasarruf, verimden büyük
kazanç, şöhret, reklâm, her şey ard arda gelir. O zaman topla döğseler sırtınız
yere gelmez. Maziye hasret etmeden, iyi günlerden mükemmel bir maziniz olur.
Gelecek endişesi olmadan geleceğiniz sigorta edilmiştir.
Bu mükemmel reklâm
önünde gevşememek kabil mi? Haydi!.. dese insanın hemen yola çıkacağı geliyor.
Sabırsızlıkla cevabımı bekler gibi gözlerimin içine bakıyordu. Feda edilen
yalnız şu «doğru söz» den başka neydi? Çocukluğumuzdanberi nice masum yalanın
oyuncağı olmadık mı? Babamızı memnun etmek için, hocamıza hoş görünmek için
kaçım bir ağızda kıvırırdık. Farzedin de bu biraz büyümüş, daha genişlemiş.
Bizi «Aferin! ne kurnaz çocuk» diye alkışlamadılar mı? Masum hi. lelerimizi
zekâ eseri diye takdir etmediler mi? Kedi yavrularının küçük marifetleri,
sonunda fare avına döndüğü gibi, bizim bu küçük marifetlerimiz neden sonunda
bir insan avına dönmesin!
Şeytanın galiba hakkı
var. Destiyi kıran da bir doldurup getiren de! Eninde sonunda onun yolunu
tutacağız. Bari şimdiden işi düzeltmeli diye düşündüm.
— Yine damarıma girdin; ne de hoş konuşuyorsun dedim. Pekâlâ,
anlaşacağız! Yalnız, bırakır mısın sana küçük bir şey sorayım?
Şeytan tevazula:
— Buyurun diye eğildi.
— Diyelim ki tembeller aramızda anlaştık. Sürülerle insanı
zincire bağlamak için dünyaları paylaştık. Ya bu gafiller bir gün uyanırsa!
— Afyon verirsiniz! Beyinleri uyuşturmak için bütün ilâçlar
emrinize hazır değil mi?
— Nihayet, sizin hesabınıza çalışmak için uyanmıyacaklar mı?
İşin ve acının kuvveti afyondan üstün gelince hep birden gözlerini açmıyacaklar
mı?
— Subaşıları sizin elinizdeyken kimin haddine düşmüş.
— Bütün subaşılarında kaynaşmalar olacak. Tembellerin hilesi
meydana çıkacak Halkın büyük sesi kulaklarımızı sağır edecek; halkın yaktığı
ateş gözlerimizi kör edecek. O zaman kendi kazdığımız kuyuya kendimiz
düşeceğiz. Bu gün uzak değildir şeytan!
Bu yola bizi sen
sürükledin! diye feryad ettiğimiz zaman seni nerede bulacağız? Hangi cehennemin
bucağında? Hangi Tanrının gazabında? Hangi inkârın ülkesinde? Haydi, haydi!
gaflet tuzağında avlamak için artık kendine şikâr bulamıyacaksın. Eski
kurbanların, o asırlardır tembelliğin medhiyesini yapanlar bile gaflet
uykusundan uyanıyor. İsrafil suru çalındığı zaman kaçacak delik arayanlar
şimdiden halkın kucağına sığınıyor. Çek arabanı topal şeytan! Tembelliğin
şarkısını söyliyerek şehir şehir dolaştığın, halka afyon dağıttığın devirler
çoktan geçti.
Şeytanımda cevaba mecal
kalmadı. Bir şeyler mırıldandı ve öfkemin kabardığını görünce süklüm püklüm
çekilip gitti.
— Allah seni her şeyin kötü yüzünü göstermek için mı yaratmış?
Durmadan, dinlenmeden hastalıktan, çirkinlikten bahsedersin.
Müz’iç misafirimi bir an
önce savmak için bugün pek şiddetli davranmaya karar vermiştim. Sözü kısa
kestim- Bununla beraber hayli nazikti; hiç cevap vermedi. Galiba o günlerde
benim yüksek bir yere getirildiğimi duymuş olmalıydı. Başka zaman olsa bütün
habisliğini ele alır, mevzudan mevzua girerek aklı sıra zekâ eseri göstermeye
çalışırdı. Halbuki şimdi karşımda saf bir çocuk gibi boynu bükük duruyor; âdeta
emrimi bekliyordu. Birden aklıma bu ahmağın en kör desteresini meydana çıkarmak
geliverdi: onu tenkide dair söyletecektim-
— Ey zekiler şâhı! dedim, çoktandır uğramadın. Kimbilir
torbanda ne keklikler var? yine kaç kapının mandalını çalarak geldin? Dedikodu
kazanını karıştırmak için buradan iyi fırsat mı var? Bilirim, durmadan
söylemeden hoşlanırsın- Sohbetin bana zevk verir, hele küfre başladığın ve
insanları tuzağına düşürdüğün zaman!
Bu öğmeler koltuklarını
kabarttı. Onu söyletmek için bir cümle kâfiydi Fakat artık yalnız istediğini,
aklına geldiği gibi karmakarışık söylemesine razı olmalıydı. Daha sormaya vakit
kalmadan o makine gibi çözüldü: ne gezip tozmadığı yerleri, ne metreslerile
barlarda sızan kibarları, ne dalkavukluk yüzünden mamur olan ulemayı, ne o
ulemayı rüsum artıklarını - ki sermayeleri bir saatte tükenir -, ne o sahte
edipleri - ki hayasız lık ellerinde cür’et beratıdır -, ne o her gün yüzlerine
gülmek için köşe başlarında fırsat aradığı «günün adamları» nı bıraktı.
Bıraksam sözünün sonu
gelmiyecekti. Onu şımartarak ağzından lâf almak daha doğru değil miydi?
— Üstadür-racîm! dedim. Dünya durdukça sana muhtacız. Sen
olmasan her şeyin aksini söylemeyi bize kim öğretecek? Her Firavunun bir
Musası, her velinin bir şakisi, her me leğin bir şeytanı olduğunu bize kim
gösterecek? Bulduğumuzu zannettiğimiz an bizi ters yolda hakikat aramaya kim
sevkedecek? Huzurun ve saadetin ortasında nihayetsiz aramak hırsına kanatlarını
kim takacak? Gel bana şeytanlığının bu sadık dostuna kudretinin bir perdesini
olsun aç!.
Bu kadar metholunmaya
alışmadığı için yüzüme emniyetsizlikle bakıyordu. Ona ikram ettim. İnanabilmesi
için dolabımda şeytanın fıkralarına dair ne varsa gösterdim. Bunca zamanlık
ülfetimiz nihayet onu da gevşetmeye kâfi geldi. Hiç bir şeye inanmadığım, hiç
bir davam olmadığı, onun soytarı kafasında boğuşan hayallerden başka bir şeye
hayran olmadığım hakkında kanaat getirdikten sonra dizginlerini bıraktı.
— Âlemi neden kötülersin? diye sordum.
— İçinde nizam ve yaradış olan her şey Allah’ın eseridir. Onu
kıskanırım; hased yüzünden, ondan gelen her şeyi yıkmak isterim. Küçükleri
iğnelerim, kırbacımla önüme katar, sürür çıkarırım. Gücüm yetmezse Allah’ın
kudretli eserlerini musallat ederim. Birini ötekine vurdururum. Ayakta kimse
kalmasın diye, imkân olursa son puta gelinciye kadar onları birbirine
kırdırırım.
— Doğru! dedi. Zaman olur, mevki ve şöhret kazanmak için halkı
birbirine kattığım vardır. Birinin zayıf bir noktasını bulmaya göreyim. Dilime
dolar, kahvede, pazarda söyler dururum. Bütün meclislere girer çıkarım; küfür
ettiğim adamların eteğini öperim. Yere vurmak, ne şekilde olursa olsun, bir
serçe pehlivanın ulvî saadeti değil midir? San’atımda emsalsiz, tek görünmeye
bayılırım. Vakıa (söz aramızda) ben ne mal olduğumu herkesten iyi bilirim.
Fakat, neme gerek! Üç günlük ömürde bayrağı elimde taşıyorum a! varsın arkamdan
ne derlerse desinler.
— Diyelim ki bu da doğru olsun! Ya sana zarar verdiğini
bildiğin halde yine hücumuna ne diyelim?
— Fazileti benden bu kadar
esirgiyor musunuz? diye sitemle baktı. Şeytan zannettiğiniz kadar fena
değildir. Vahşî suratı sizi ürkütür. Onu her zaman kirpi gibi zekâsının
dikenleri içine saklı görmeye alışkın olduğunuz için, hakkında insafsız
davranıyorsunuz. Nice faydalarım olmuştur da, size bir türlü beğendiremem.
Bütün maskeler elimdeyken şu sizin budalalara mahsus sevimli ve kahraman
maskelerini takamadığım için beni hor görürsünüz. Ne yapalım! yaradılışın bana
en büyük darbesi bu! Birinin hizmetine girdiğim zaman beş on kuruş için ne
haltlar ettiğimi benden iyi siz bilirsiniz. Bunu tafsile lüzum görmüyorum.
Fakat ayağıma gelen kısmeti teptiğim ve şu sevimli insanların ahmakça bulduğu
öyle işlerim vardır ki, o sırada onlara ettiğim hizmetime kimse inanmıyacaktır.
— Kudretini bilirim, bana rahat rahat bu işlerinden
bahsedebilirsin.
— Dedikodu kazanını karıştırmak için cadı karıların kulağına
üflerim. Ortalığı velveleye veririm. Bilmezler ki bu görünmez mikrop nice
hastalıkların önüne geçer, insanlara karşılıklı kontrol olurum. Kötü eseri vur
aşağı ederim. Sahtekârın maskesini düşürürüm. Bir ideale hizmet ederim:
Sokratın dilinde istihza olan ve insanlığa yol gösteren demon bendim. An’aneyi
temsil ederim: Aristophanes’in kaleminde hiciv olan ve sitenin kanunlarım
koruyan bendim, yapan da bendim, yıkan da ben. Her ikisinde de zekâmın kılıcı
İçtimaî tenkit haline gelmiştir.
— Öyle görünüyor ki, bu senin akıllara hayret veren kudretin
tabiatın kör kuvvetlerine benziyor. Maksada göre hem faydalı hem muzır oluyor.
— Hakkınız var, dedi. En zayıf tarafıma dokundunuz: kuvvetimle
ne kadar öğünürsem azdır. Fakat o yakıp yıkan fırtınalar, ve bir ovaya saplanan
bataklıklar gibi yalnız kör bir kuvvettir. Bazan an’anenin bekçisi olurum,
bazan eski namına ne varsa yakıp yıkan ihtilâl olurum. Bazan «aklı selim»,
bazan «isyan» olurum. Kâh istihza, ve humour halinde güzel bir eser kılığına
girerim, kâh da nezaket, zarafet ve nükte halinde ahlâk postunu giyerim.
Kıvılcım gibi aydınlatırken tutuşturabilirim. Hülâsa itiraf edeyim: ben tek
başıma hiç bir işe yaramam. Allah beni topal bacağımla ortada bıraktığı zaman
kendime daima bir destek aradım. Kimin arabasına binersem onun düdüğünü
çalarım. Ordular çarpıştığı zaman hangi saftaysam o- nun namına ortalığı
velveleye veririm. Fakat Condotieri’ler gibi beni bir taraftan öte tarafa
geçirmek işten bile değildir. Bakın size bir kolayını göstereyim, iki tarafın
hizmetine aynı zamanda girdiğim, ikisi için de silâh şakırdattığım çoktur.
Görüyorsunuz a! benden size hiç bir zarar gelmez. Tezadlar son haddine geldiği
zamanlar bana rağbet artar. O zaman (kusura bakmayın) kendimi biraz da naza
çekerim. E!. Ne yapalım, nimet külfete göredir. Alnımın terile kazanıyorum.
Varsın düşmanlarınız da faydalansın. Fakat emin olun onlar beni sizin kadar
çekemezler. Vakıa altın şakırtısına yüzüm yoktur, dayanamam. Fakat gevezeliğim
işi alt üst eder: onları öğmek istediğim zaman kafatasından ehramları,
madrabazları, sefihleri, kadın sarrafları, miras yedileri, yağmaları, sarhoş sofraları,
vahşileri ve kırbaçlı velileri dilimden düşürmem. Ve sizi zemmettiğim zaman
çukura düşen körleri, çulsuzları ve iradesizleri, okkanın altına giden
ahmakları, Allah’ın saf koyunlarını tekrar eder dururum. Söyleyin! bu sözden
kim zarar eder, kim faydalanır. Benden hayır görmediniz de; ya kimden gördünüz?
Şeytan şımarınca
durmadan kendini methederdi. Onu söyletmek için bundan iyi yol olmadığını
biliyor ve bu sırada kırdığı potları düşünüyordum: beceremediği işte biri
yükselince küplere binerdi. Bir mimarı yere vurmak için ya «Süleymaniye» ye
kadar çıkar, ya «garaj» lara kadar inerdi. Bir şâiri devirmek için ya «Bâkı» ye
kadar yükselir, ya «Süleyman Efendi» ye kadar tenezzül ederdi.
— Âlâ! ya heveskârları neden kırarsın? diye sordum.
— Ortalığı temizlemek için! dedi. Münekkit pertavsızile
mikropları tetkik eden adam gibi, halkı gözden geçirir. Kimi karihasının
genişliğinden kilometrelerle şiir yazıyor. Kimi inkıbaza uğramış gibi senede
bir saçma mısra yumurtluyor. Bıraksanız kızıl salgını gibi bu mikroplar
ortalığı kaplıyacak.
— Ya aylandozlarla bir arada güzel başakları da biçersen?
— Ölüm kör bir orakçıdır. Yaban otlar arasında en güzel
çiçekleri de biçer. Bunca faziletim içinde kusurumu bağışlarsınız.
-— Anlaşıldı! dedim, ya
iki mısrala şöyle böyle bir istikbal vadedenleri neden göklere çıkarırsın? Kuş
beyinlerine dehâ tacını giydirip aptala çevirirsin? Bunca değerli gencin kanına
girersin? ve ümidlerimizi boşa çıkarıp ellerimizi böğrümüzde bırakırsın?
— Kabahat kimde? şımarmasınlar.. Bunca ulemanız ne güne
duruyor. Şeytana uyanın âkıbetini öğretemiyorlar mı? Benim her zaman bir şamar
oğlanına ihtiyacım vardır. Dilersem onu göklere çıkarırım, dilersem yerin
dibine batırırım. Allah benden insanlara bahşettiği şevki esirgemiş, bir şey
yaratamam. Fakat yaratanları elimde oyuncak ederim a! Bugüne bugün bu zevk de
bana yeter. Bir külhaniyi dehâ yaparım; sonra cayıp yerlere sererim. Tapulu
senetli dehâların tacını devirmek için boyumdan büyük işlere kalkarım.
— ipliğin pazara çıkmış, boşuna uğraşıyorsun.
— ipliğimi pazara ben çıkardım Ne zarar var! şaklabanlık da
gururumun gıdasıdır. Her mecliste söylerim, her gün söylerim, buradan
kovarlarsa başka yerde söylerim. Kulaklarda yer eder, iftira et, yalan söyle!
Yeter ki bıkmadan usanmadan her yerde söyle; mutlak bir iz bırakacaktır.
— Bu maharetine - elhak - diyecek yok! Ya bir teviye dümen
kırarak gençleri şaşırtmana ne demeli?
— Ben âlemin fikrinden mes’ul değilim. Gönlümü eğlen-diriyorum.
isteyen beğensin, beğenmiyen küçük kızını vermesin: keyf benim değil mi? Sabah
nasıl kalkarsam akşama öyle giderim. İlâhi dostum! şaşarım aklınıza; bir de
bende hâlâ fikir arıyorsunuz. Çocuğun oyuncağile oynadığı gibi ben de onların
kalıbile oynar ve canım sıkılınca kırarım. Bu yaştan sonra hatır için huyumu mu
değiştireyim?
— Yok canım! böyle bir şey düşündüğüm yok. Ne halt edersen et!
Niyetim sana karışmak değil, yalnızca bir hasbi- haldi. Bakıyorum: daima
sahnede görünenlerden bahsediyorsun. Âlâ! bu san’atmın icabı.. Amma neden
onlara Gulliver’in Lilliput’lere baktığı gibi bakarsın.
— Maksadım göstermek değil, görünmektir. Mümkün olsa onları yok
edeceğim. Yaradığın en küçüğüne bile katlanamıyorum. Benden başka her şey yok
olmalı. Küçükleri avucumda hamur gibi yuğururum. Biraz büyüdüler mi
şımarmasınlar diye kafalarına tokmağı inerim. Büyüklerine dilim varmaz: birinin
himayesine girip ötekini taşa tutarım. Ve böyle her gün efendi değiştirerek
sırasile hepsini taşlarım. Hele bir kere onlarla senli benli oldum mu, mesele
hallolmuştur: Düşün bir kere koca Balzac, Goethe veya Galip.
Neden olmasın! Başka
yerden bulamadığı en büyük tatmini bu gölgesile görüşmeden çıkardıktan sonra..
Don Quichotte mes’ut değil miydi? Hele Sancho Pansa? Hele ukalâların şahı
Hacivat? Topal şeytan keyfediyor, bırakın etsin! O sultanları sorguya çeken
Koçubey değil a! O hünkâra rüşvet ve zulüm şikâyetleri yağdıran, devlet gemisi
fırtınaya tutulduğu gün kaptanının yakasından sarsarak «hünkârım! post elden
giderse suç senindir» dediği için kellesini veren Sarı Mehmed Paşa değil a O
İngiltere’de Chancelier koltuğuna kadar yükselip hakikati hükümdara bağırmaktan
çekinmediği için idam edilen Thomas Morus değil a! Arkasında yumurta küfesi mi
var? Varsın söylesin. Bugün Akifi göklere çıkarsın, yarın ayaklar altına alsın.
Bugün insanlıktan bahsetsin. Yarın ondan istiğna etsin, ne çıkar! Bu dünyanın
yükünü omuzlarına almayan için yaşamak gölgesile güreşmektir. Şeytanın nasibi
de varsın bu olsun!
Sh:149-186
GEÇMİŞ ZAMANA DAİR -Şeytanla Konuşmalar- Hilmi Ziya ÜLKEN
Şeytan, beni memnun
etmek için bu sefer elinde bir tomarla gülerek geldi:
— Taze havadisten bıktınız. Size mahzeni evrakta bulduğum
vesikaları getirdim. Biraz da müverrihin gözlüğile dünyaya bakın.
— Hangi müverrihin? Bir işaretle
Habili Kabil yapanın gözlüğile mi? Çölde mamureler icad eden ve gün görmemiş
yer den kavimler çıkaranlarla mı? Yoksa kendini âleme «merkez» farzeden?
Vesikalar içinde fânî olan ve pösteki sayanlarla mı? Mahzende gördüklerini
rüyada gördüklerine ve hepsini sokakta duyduklarına karıştıranlarla mı Hasmı
yere sermek için aynı kitapları hem red hem tasdik için kullananlarla mı? Tac
giyen ahmaklara, kişverler fetheden canavarlara imrendiği için gezip tozduğu
yerde kendini cihangir zannedenlerle mi? Yoksa fâtihlerin etrafını saran
soytarılarla dalkavuklardan dünya dersi alarak gününü hoş geçirmek için her
fırsatı ganimet bilenlerle mi? Birinin yaptığını öteki bozan bu kahbe felekte
kimseye güvenmeden şüphe ve ihtiyat kovuğuna sığınanlarla mı? Yoksa...
— Hangi gözlükle bakarsanız bakın. Benim verdiğim tozlar içinde
yıpranmış bir kâğıttır. Herkes ona istediği gözlükle baksın. Bırakın onu ben
size kendim okuyayım kulak sizin: istediğiniz gibi anlarsınız.
Bu oldukça büyük bir
tomardı. Vaktimi bir hayli alacağından korkmakla beraber yine onu dinlemeden
duramadım: şeytan baştan başladı. Arasıra sözünü kestikçe telâş ettiğimi
anlıyor. Bazı yerden atlıyarak şuradan buradan okumasına devam ediyordu.
Tomarın bazı parçalarını zaptedebildim. Onları naklediyorum:
«O zaman Konyada Tartuk
sultanı hükümrandı. Dünya hercü merc içinde iken diyarı Rum endişeden uzak,
âlem kasdı can ile puyan iken vatan emnü aman halindeydi. Kıpçak eli
ihtilâllerle tarumar, İran Şiy’a elinde harap, Frenkistan münazaalarla perişan
olmuştu. Arap baş kaldırdı, tedib edildi. Acem isyan etti, kahrü tenkil olundu.
Yeryüzünde bu kuvvei galiyeye ne şikâyet edecek bir seda, ne mukavemet
eyliyecek bir bilek kalmıştı. Hal böyle iken sultan komşu diyarlarda mahvolan
saltanatların mültecilerini kabul etti. Eşraf ve âyan bunu şeamet alâmeti
sayarak kararın geriye alınmasını ısrar ile rica ettiler. Bu ricalar sultana
tesir ve bunca gayretler icrasına kâr etmedi: muhacirler kabul edildi. Yedi
diyarın mezhebi, yedi ik-limin milleti bu dünya cennetini paylaşmak için dört
bucaktan sökün etti.
Gelen halkın sefaleti
diyarı Rumun merhametine dokundu. Muhacirlerin yıkanması için ırmak ve
bendlerin suları yetmedi. Hamamları ısıtmak için civar ormanların ağaçlan
tükendi. Vatanın cümle tellâkleri işe girdiler. Çamaşırcılar, köseleciler
imdada koştu. Bu beklenmedik misafirler yine bir türlü temizlenemedi.
Hakîm Senaî Akşehirde bu
kara haberi duyunca, «Allah devlete zeval vermesin» diyerek Konya yolunu tuttu.
Cümle aktarı cihanı gezip yüz fende mahir, bin ilimde mahir olduktan sonra
vatanın bir köşesine postu serip duaya başlamak zamanının geldiğine hükmetti.
Hakîm, en ziyade ilmi akvam ve edyanda derinleşmiş, kendi rivayetine göre
kütüphaneler dolusu telifat meydana getirmişti. Maksadı da, bu şerefli
vesileyle Slâv ve Frenk akvamını tetkike imkân bulmaktı. Akşehirle Konya
arasında bir tepeye çıkarak, seyli huruşân gibi cereyan eden kafileleri gözden
geçirdi. Hakimi bir halkayla kuşatan tilmizleri, bu İlmî temaşayı, suallerile
zaman zaman kesiyor ve üstad akvamın itikadları hakkında izahat veriyordu.
Bu geçit, muhacirlerin
küçük bir ameliyattan geçerek islâmla müşerref oldukları yerdi Boyunlarında
sallanan haçlar gömleklerin içerisine saklanıyordu. Tilmizlerden en zekisi
sordu
— Neden bu haçları atmıyorlar?
Hakîm Senaî, felsefî bir
duruşla düşünerek:
— Belki yol görünür, dedi. Tilmizleri bu remzi bir sene tetebbü
ettiler.
Kıymetli Ferzendi Sabir,
daha mühim bir cihete dikkat etmişti:
— Ne için ya Şeyh, şu papasların boynunda ikişer haç sallanır?
Bunda şaşılacak ne
vardı? Üstad mesleğine has olan vekar ile:
— Bunlar Hazreti İsayı iki defa
asmışlardır, dedi. O zaman tilmizler arasında bir münazaa başladı. Şeyhin
kelâmını tefsir için ilim âşıkları bıçaklarını çekerek birbirine saldırdı.
Bazıları yaraladı, bazıları yaralandı. Nihayet üstadın kararile mesele
halledildi:
— Eskiden hırsızlar haça asılırdı,
şimdi haçlar hırsızlara asılıyor. Bu kafile at hırsızıdır: beygirlerinizi
başıboş bırakmaya gelmez. Şu gelenler kadın hırsızıdır.. Öteden geçenler akıl
hırsızıdır.
Yan çıplak kadınlar
arabalarda farkediliyor; önden yalın ayak sıska çocuklar, yanlarında genç erkekler
omuzlarında heybe, çamura bulanmış poturlarile arabalar çevreliyor.
Hakîm Senaî bu
milletleri daha yakından tanımak için geçidin ağzına kadar indi. Orda, nöbetini
savan yolculara kendi dillerile Allah hakkında fikirlerini sordu: Müslüman
olmuş bir Bulgar, Allahı şöyle tarif ediyordu:
— Şipka’nın balkanlarında oturan bir komitedir Herkesten
heybetli bıyıkları, herkesten büyük karabinesi vardır.
Bercu Bârûlerile
yaklaşan Konya, payansız çölün ortasında tahaccür etmiş bir feryad idi. Haşmet
bu şehir için yaratılmış, kelâm bu beldeyi telâffuz için icad olunmuştu. İlim
bir su rete girse andan Konya hasıl olur., zafer tecessüm eylese bu şehir
meydana gelirdi.
O anda iki kafile,
beşerin rızkına minnet etmeyip mâna ile taayyüş eden iki cemaat surun önünde
âram etmişlerdi. Bunlardan biri Hakîm Senaî’nin tilmizleri idi. Fânî fi-l-İlm
olan bu gayretli cemaatin Bakâ bi l-Cehl mertebesine yükselmesi için teşehhüd
miktarı kalmıştı. Bu mahsuldar ovada biçtikleri felsefe, giydikleri san’at ve
içtikleri şiirdi. Bir zahıfe gibi sürünerek, bağrı yanık Konyanın ağzındaki
feryadı boğmak için gelen diğer kafile «Kocabaş» m sürükleyip getirdiği
müteharrik bir mahşerdi.
İnsan bu iki cemaati
yanyana görünce, meleğin şeytanla ittifak ettiğine inanacağı gelirdi. Arabalar
durdu, çadırlar kuruldu, cehennemi kadınlar çıplak göğüslerile kızgın öküzlerin
arasında gezdiler. Gecenin saklayamadığı günahla'rı çadırlar örtecekti? Bu
yabancı sahrada biçtikleri sefalet, giydikleri toprak ve içtikleri zehirdi.
Merhamet bu memleketin
başmabeyincisidir. Yeni gelenleri de o karşıladı, o ağırladı. Yıllarca
kapısında, konaklayan bu tanrı misafirine ambarlarını açtı, erzakını döktü. Bu
yüzden halkın maişetine kesad geldi. Şikâyetler başladı. Ehli salibi tenkil
eden Haşan Gazi halkın davacısı olmuştu. Erbabı zekâ sultanı iğfal ederek
millet aleyhine sevkeylediler: Hasan Gazi Gâvle zindanına hapsolundu.
Fermanı hâkani ile
müsavat ilân olunmuştu. Bu fermanda, mutlak müsavat, umumî kanunile zenginlerin
dilenmesini meneden Şâirlerin Maliye, filozofların Bahriye nazın olmasını temin
eder. Saray, cami, minare ve ezcümle kütüphane gibi lüzumsuz şeyleri ortadan
kaldırır. Her vatandaş istediği zaman, dilediği kadar, aklına geldikçe
mesleğini değiştirebilir. Bir senede, en ziyade meslek değiştirenlere mükâfat
verilir, ilh—» deniyordu.
Artık her iş
ucuzlamıştı. Medeniyet o derece inkişaf etmişti ki hiç kimse için çalışmaya
ihtiyaç kalmamıştı. Lüzumsuz eski kumaş dükkânları kapanıyor, yerine her
cinsten fikir ve akide hülâsaları, şahadetname satan faal ticarethaneler kaim
oluyordu. Zihin bu türlü ihtiraları tezyid için çabalıyordu. Zamanın bir
müellifi asri temayülleri şöyle hülâsa ediyordu: «Kanaatlerimiz üzerimizde birer gömlektir: İstediğimiz zaman giyer,
istediğimiz zaman çıkarırız.» Bu mütaleaya, hür düşünen her mütefekkir
iştirâk etti. Yalnız bir noktada tereddüde düşüyorlardı: müsavatı tesis için
insanları bir boyda yaratmak kabil değil. Hiç değilse sonradan tesviye etmek
lâzım. Acaba hepsini aynı boya getirmek için ayaklarından mı, yoksa başlarından
mı kesmek daha münasip olacaktı? Bu mülâhaza, müsavat hakkında iki felsefî
mezhebin teessüsüne sebep oldu.
O esnada Hakîm Senaî ve
tilmizleri sultana müracaat ederek, Konya şehrinde çalkanan bu inkılâbı azimî
tetkik etmek üzere bir eşek derisinin çevrelediği kadar toprak istediler. Hakîm
istidasında «Bizler enfası hayriye ile kesbi maişet eden fıkarayı
dervişandanız. Kimseye hacetimiz olmaz. Her halü kârda din ve devlet uğruna
cehdü ikdam edenlere dua-hân oluruz.» diyerek maksadını temine muvaffak
olmuştu.
Yunan kadîmin keçi
ayaklı panları olduğu gibi, bu diyarın da o vakitler keçi akıllı insanları
vardı, ince bir şerid gibi kesilen deri koca bir meydanı kaplıyacak kadar
büyüdü, ilim ve hakikat âşıkları yedi ay geceli gündüzlü çalışacak bu meydanda
tosbağa kabuğundan bir Darül irfan bina eylediler. Hakîm Senaî’nin Emin olduğu
bu Darülfünuna saksağan belâğat müderris tayin olundu. Ustad, min vechin bu
tahavvülâta aleyhtar ise de «elbette zamana hükmolunmaz, akıntıya kürek
çekmedense iktiza edip suyuna gitmek münasiptir» diyerek, devrin icabatına
riayette kusur etmiyordu.
Merak ve tecessüste
kusvaya varan bu heyetten bir kısmı Ademle Havvayı bulmak üzere Hinde,
diğerleri Kızılelmaya erişmek için Frenge sefer ettiler. Ne birinden eser, ne
diğerinden haber gelmedi.
Muhacir kafilelerinin
ardı arası kesildiği yoktu. Bazıları çamurdan yaptıkları heykellere tapar,
onlardan şeytanlar gibi ürkerler; bazıları iblisi de te’lih ederek iki mâbude
itikad ederlerdi. Halkın tahammülü kalmayıp şikâyet sedaları yükseldiği zaman,
Hakîm bu kavmin şaşı olduğunu söyliyerek fetvasını verdi. Kasabanın ve
binaenaleyh dünyanın en büyük hakimi bu reyde olduktan sonra itiraza mahal
kalmamıştı. Hakîm Senaî’yi takdime hacet yoktur. Sükût onun hakkında en beliğ
medhiyedir. Eser mi istiyorsunuz? Onun kum ve su üzerine yazılmış nice
şaheserleri var. Biraz talâkati nakıs; fakat henüz yetmiş yaşındadır. Dilindeki
kekemelik geçerse ilerde büyük bir hatip olacaktır. Hakîm, sultana minnetini
muhacirlere hürmet le ifa etti. Vatana ayak bastıkları günün şerefine tertip
edilen bir şiir okudu:
Irmaklar esnedi, dağlar gerindi.
Fadlı kemaline hasedle
bakanlara kafası o kadar kalındı ki, bütün tenkit darbelerine rağmen yalçın bir
kaya gibi mukavemet ediyordu. O fevkalâde iyi bir adamdı. Çünkü artık dişleri,
tırnakları ve dili yoktu. Sanki bir makasla vücudundaki her taarruz kuvveti
kesilmişti. Yemek yemez, su içmez, melekler gibi lâfzai Celâl ile taayyüş eder
ve bu suretle maddeden mücerred ve münezzeh bir mâna halinde yaşardı. Eğer
kendi si erkek ise, mutlaka kitaplan iğdiş edilmişti.
Ustad, bir gün
tilmizlerile şehir dışında dolaşırken hoca Nasreddinin dağ gibi yığılmış kaya
tuzu kazmakla meşgul olduğunu gördü, ve hayretinden;
— Hocam, bu tuzu ne yapacaksın? diye sordu. Hoca:
— Ya
şeyh! diye mukabele etti. Şaheserlerinize biraz tad vermek için uğraşıyorum.
Hakîmi âzamin benzi
sarardı; teessüründen bayıldı. Şakirdleri itina ile Konyaya naklederek bir
haftadan aşırı âfiyetiyle meşgul oldular. Medreseler üç gün tatil edilip
bilcümle ilimtalipleri Şeyhülmüderrisini ziyarete şitap ettiler. İlletinden
sual olundukta;
— Daha ne olacak, âyâranı bâsefa? Bu mülkü millete bunca
hizmetlerim, cümle gazalardaki manevî himmetlerim ayaklar altına alındı. Kelâmı
kibara müstenid hakayiki ezeliye bî mâna ve bî nemek (Mevlâna
Gülistan için «binememek est» [tizsuzdur] demiş; Şeyh Saadi de «ve lîk helvast»
[lakîn helvadır] diye cevap vermiş.) addolundu. Bundan böyle kadrü
kıymetim pamal ve haysiyetim hâkisar oldu. Kimesne ile ülfetime imkân kalmadı.»
Yolunda mukabele eyledi.
Hiddetini yenebilmek için, Hocanın dalâletine delil olan hayvanat ve nebatat
ıstılahlarım saydı. Muhteşem ve boş sâinin, kuru ve parlak şöhretine istinad
ederek bu bî edebin tecziyesi lüzumundan bahsetti. Konya sul tanı kazadan
haberdar olunca, derâkap Hoca Nasreddini celb ile emvalini selbeylemeleri için
ferman eyledi. Lâkin, Hakîmin hiddetini mucip olan tuz yığınından başka hiç bir
malı olmadığı anlaşıldığı zaman, bir miktarı imaret aşhanelerine tevzi ve
kalanı icabında sarfolunmak üzere zapt ve yağma olundu.
Kafileler nihayetsiz
dalgalar gibi birbirini takip ediyor; başıboş gezenler gittikçe çoğalıyordu.
Açlık bu korkunç ejderin gölgesiydi. O sırada sarayı biri rahmanî diğeri
şeytanî iki kuvvet ihata etmişti. «Ruhu mutlak» ve «Mefkûrei mahz» olan Hakîm
Senaî Mabaadüttabiiyei hey’iyyei hikemiyei felsefiye delâletiyle illetsiz eser
olamıyacağını, ve binaenaleyh avalimi mümkinenin en mükemmeli olan bu âlemde
efendisi, Konya sultanına ait kasrın kasırların en güzeli bulunduğunu parlak
bir surette ispat ediyordu. Bu hizmetine mükâfatan kendisine Kutbu A’zam ve
Gavsı Ekber unvanları bahşolundu.
Şöhretinin gürültüsü
arabaların gürültüsünü unutturdu. Namının velvelesi milletin azabını sünnet
çocuğunu avutan bir çıngırak gibi örtüyordu. Ruhun maddeden müstakil, seyyal
bir ay nı sabit olduğunu kani olmıyan bilcümle muannidin ilmü fazlın nimetinden
mahrum edildi. İçlerinde her ne kadar bütün ömrünü mütalea ile geçirmiş erbabı
merak varsa da, icabı hale uymıyan dik başlıkları yüzünden onlar da metrûk ve
harap oldular.
Kutbu A’zam bir gün haşmet
ve dârat ile giderken, yolda bu mensî’lerden birine tesadüf ederek;
— Ne ile vakit geçiriyorsun? diye iltifat buyurdu. «Duayı
afiyetinizle» veya «Temennii sıhhatinizle» gibi bir cevap beklerken, o serkeş
mukabeleten;
— Papağanların filozof olup olmıyacağını tetkik ile meşgulüm,
demesin mi?
— Üstadımız, bu bî mâna sözü kailinin hiffet akima hamlederek
bilâ teemmül yoluna devam etti. Maamafih şikâyet âvazeleri sarayın samit
duvarlarına kadar yükseliyor, bu âlemde her şeyin iyi, her işin hoş cereyan
ettiğine dair Hakimimizin mükerrer teminatına rağmen, inkılâbı âzim sultanın
nazarından bu türlü uzak bulunmuyordu.
Hakîm Senaî hıfzı can
için bununla da iştigalin lüzumuna kani olarak sefaletin felsefesini yazmağa
başladı. Eser intişara vazolunduğu zaman, Hoca Nasreddin buna felsefenin
sefaleti ile mukabelede bulundu.
Hasılı, bu rahmanı
kuvvet ilmü fazlıyle etrafa nur bahşe derken, zevki mutlak ve şaytanı mahz olan
diğer kuvvet de saraya çemberini takmış bulunuyordu.
Kocabaş, sultanın
huzuruna onun sitayişi için yazılmış destanlar ve medhiyelerle dolu yüz deveden
ibaret cesim bir kervanla geldi. Namus bu kafilenin nazarında alınır satılır
biı metadı. Faydalı olan her şey mukaddes, zevki temin eden her iş hayırlı
sayılmalıydı. Fenalığın ruhu ve ruhun fenalığı bu cemaatte ittihad etmiştir. Bu
uşaklar güruhundan bir adam çıkacağını düşünmek deli olmaktan başka ne
olabilirdi? Hepsi maymun ve arslan derisi altındaki eşeklerdi. Akıl, bu
kafilenin arasından geçerken gözlerine bir avuç toprak atmıştı. Fakat cehennem
gibi içten içe tutuşan şöhret ve hırsın ateşi onlara şeytanî hileyi öğretti.
Zaten hile, menfaatin kuvvete karşı tabiatın keşfettiği bir muvazene değil
midir?
Müdahinler sultana öyle
bir saray yaptılar, ve duvarlarım o suretle imal ettiler ki, hile fısıldasa yüz
aksi seda gelir; hakikat feryad etse sesi kaybolurdu. Zaman ve nisyan
insanlardan daha kadirşinastır. Ziraki ömürlerini vatan uğrunda yağma ve sultan
aşkına heba eden nice ehli himmet ihmal olunmakla kalmayıp, her biri bir semte
teb’id edildi. Halk ile halikın beynine vasıta koymak nasıl günah ise, sultan
ile vatan arasını açmak da o veçhile haram olduğundan, bu tarife ekberi habaisi
irtikâp eyledi.
Yeni fermanlarla
gelenlere şehirde alacak yer kalmamıştı. Mesele Kutbu A’zama havale edildi.
Encümeni kebiri irfan içtima ederek bu derde bir deva bulmak üzere tetebbüata
daldılar. Surun dışında bir şehir inşasına, şirki dâidir diyerek cevaz
verilmediğinden ergeç bir sureti halle vasıl olmak yolu tutuldu.
Kimi yüz katlı binalar
inşasını tasavvur eyledi ise de, Nemrudu âsî’nin kıssasını hatırlıyarak bundan
feragat, kimi yer altına hücreler kazmağı teklif eylediği halde cehennem
korkusuyla tatbikinden içtinap olundu. Nihayet her zamanki gibi Hakimin hikmeti
vaktinde yetişti: ruhlarda ademi tenafüz yoktur. Bir noktada binlercesi karar
edebilir; illâ ki şehrin kapısında cesetlerini bırakarak girsinler denildi.
Bu fikir, cümle ihvanın
ezcümle sultanın fevkâl-had memnuniyetini mucip oldu ise de, şimdilik tatbikine
imkân görülemediğinden «İlmî lâyihalar dosyası» nda hıfzı ile iktifa edildi.
Memleket sulhü sükûn,
ahali emnü eman içinde olup bu devre «Devri Süleyman» denilse seza idi. Davacı
yüzü görmemekten mahkeme kapıları ot bağlamış, şikâyetçi sesi duymamaktan
kadıların kulağı tıkanmıştı. Hasılı işler yolunda idi. Kocabaşın icraatı,
feyizli eserlerini vermekte gecikmedi: idarenin güzelliğinden memlekette ademi
sükûnu hükümran oldu. Zamanında adaletten şeytan melekle barıştı. Kurt koyunla
bağdaştı. Ve üstadı azamin kalemindeki mucizeyle kurdlar koyun ve ahmaklar
kâhin oldu. Hakîm Senaî, kudemayı eşhad ederek, bu tarzı idarenin âlemde en
güzel idare, ve bunu tatbik eden zatın en âdil hâkim olduğunu delâilile isbat
etti.
Kocabaş, ilmi İrana,
fazileti Horasana, şiiri Araba, hüsnü Yunana sefir olarak gönderip memleketten
uzaklaştırdı. Bir bina inşası için nasıl evvelâ toprağın tesviyesi icap ederse,
binayı zulmü kurmak için de ilk önce müsavatı ilân etti. Sonra bu müstevi zemin
üzerinde kuvvetin heykelini riya çekicile yapmağa başladı. Fıkarayı doyuran
imaret kazanının yerine, milletin başında kaynayan hud’a kazanını getirdi.
Bütün bir milleti içine koymak için kuşlan ve yırtıcı hayvanları kafeslerinden
çıkardı.
Kocabaş, kisveleri
değiştirip halkın başına külâh giydirdi. O zaman küstahın birisi tarla ve
toprak yüzünden davacı olmuştu. Kocabaş insafa gelip tahkikini emretti ise de,
şahit olmadığından bir neticeye varılamadı. İş yine Kutbu A’zama havale edildi.
Encümeni irfanın gayreti de katılarak meseleyi halle uğraştılar. Müttehimin
inkârına karşı delil olmadan ne yapılabilirdi. İçindekinin ne olduğunu anlamak
için, herifin kafasını kırmaktan başka çare varmıydı? Meclisin en yaşlı âzası
ortaya yeni bir fikir attı. Bu adam «kesreti iştigal» ile meşhurdu. O kadar
âlimdi ki Türkçeden başka bütün dilleri biliyordu. Dâva münasebetiyle
serdettiği mütalea ebediyete malolacak harikalardan sayılmalıydı. Bu âlime
göre, insanların kafatası billûrdan olsaydı içinde geçen bütün fikirleri görmek
mümkün olurdu. Encümen dâvayı unutup saraydan ihtar oluncaya kadar bu nokta
etrafında münakaşaya daldı. Nihayet Hakîm Senaî meseleyi halletti: madem ki
müttehimdir, o halde mücrimdir. Mademki kudema söylemiştir, o halde doğrudur.
Kocabaş, durü diraz,
tetkik ve tetebbüle verilen fetvâyı şu suretle tatbik etti. Hangisinin haklı
olduğunu anlamak için ikisini de bir bataklığa attılar. Önce batanın haksız,
sonra batanın haklı olduğunu kabul ettiler. Ve bu suretle dâva - kemali
adaletle - hallü fasl edildi. O sırada Hoca Nasreddın, gezip tozduğu yerlerde
Kocabaşın ömrüne dua ediyordu. Kimse bu hale akıl erdiremedi. «Hocanın bu
taifeyle ülfeti yoktur, belki de içtinap üzeredir.» diyerek bunda bir sır ve
hikmet olacağını kestiriyorlardı. Bir gün münasip fırsatta;
— Ya şeyh, böyle bir zalime ne için himmet edersin?
dediklerinde;
— Elbette dua-hân olurum, diye cevap verdi. Evvel gelenlere
beddua ettik, yine daha fenaları çıktı. Bari bu dursun da şerrin bir hududu
bulunsun. O zaman bütün millet Hoca Nasreddine hak vererek Kocabaşın ömrüne dua
ettiler.
Memlekette ilmü irfan
inkişaf ederek ehli kemale rağbet çoğaldı. Hakîm Senaî, akidei ilâhiyesile
hakayiki ezeliyeyi halka talim için «serbest dersler» küşadına karar verdi.
Hutbe vesaikin kıdemine aitti. Kürsünün üzerinde birçok tozlu şişeler ve kırık
anahtarlar duruyordu. Üstad şu sözlerle bahse girdi:
— Ay en eski vesikadır. Çünkü onu bilcümle kudema ve İsraililer
de görmüşlerdi. Ve sonra kendisini lâlühayran dinlemekte olan ahaliyi târihin
mevcut vesikaları hakkında tenvire başladı.
— Bu şişede Mısırın son Firavununun son nefesi vardır. Bu
anahtar Süleymanın hâzinelerinin anahtarıdır ilh— gibi.
O zaman halk, bataklığın
suları kadar derin ve durgun olan üstadı hararetle alkışladı. Her birimiz kendi
hülyasının âleminde Eflâtundur. Hakîm Senaî de böyle bir Felâtunu zaman idi. O
kadar mâhirane yazardı ki faciaları kahkahalarla güldürür. mudhikeleri
hıçkırıklarla ağlatırdı. Bir insan için bu ne şeref, bir şahsa göre bu ne
muvaffakiyetti. Güzelliğine o derece kanidi ki aynaların yalancı şahitlik
etmelerine kızarak hepsini kırıp attı.
Maamafih karnında
toplanan dehâsından sitayişle bahsolunduğu zaman o muhteşem tevazuu, ve o
kudretli zaafı ile «ben san’atın asırlardır yanan ateşine bir avuç günlük
attım, yoksa dünyaları saran bu rayiha yalnız benim eserim değil» derdi.
Mânâsız ve muzlim bir söz söyleyince, tilmizleri mânidar ve ahmak bir
tebessümle anlar görünürlerdi. Gençler ekseri emin olarak yapacaklarını,
ihtiyarlar yaptıklarını ve ahmaklar yapmak istediklerini anlatırlar. Hakîm
Senaî memleketi imar, Rumeli ile Anadoluyu havaî köprülerle rapt, Kızılelma’ya
bir kuv- vei seferiye irsal için muazzam bir lâyiha tanzim ile «Divanı âli» de
kıraat eyledi.
Sultan ise sanki dünyada
değirmen gıcırtısından başka ses yokmuş gibi bunu dinliyordu. Üstadın
edebiyattaki muvaffa kiyetlerinden sonra, cümle nev-heveslerde bir merak uyandı.
Bir şâir farelerle tosbağalar arasındaki harbin destanını yazmağa başladı.
Diğer biri, tac giydirilen bir merkebin târihini kaleme aldı. Böyle bir çok
eserler telif edildi; yalnız insan kalbinin vekayinamesini yazmak kimsenin
aklına gelmedi.
Bir gün ihtiyar ve bunak
üstad yorgunluktan uyudu. Onu herkes derin bir mürakabeye dalmış zannetti.
Rüyada melek suretine giren iblis Hakimi ziyarete gelerek onu fıskü fücura sevk
ile iğvaya başladı.
— Çinü Arab iyşü tarab üzre payıbend, ve cümle insü melek
neşve-i felekten hissemend olur iken, ey fahri Rumu Acem, Felâtunu zaman olan
üstadı muhterem, lâyıkmıdır ki sen bu ni’am (Burada bahsedilen «nimetler» dünya
nimetleri değil, «rüya nimetleri» olacak!) dan cüdâ olasın. Ömrünü mütaleaya
hasreyleyen bir biçare, kütüphanede merdivenden düşerek ölen hafızı kütüplerin
cetvelini tanzim için eski vesaiki tetkik ederken merdivenden düşüp öldü.
Devrin vekayinamesini yazmak için mahzeni evraka girip ömrünü tüketen müverrih,
etrafında fırtınalar koparan ihtilâl ve kıymetten bihaberdi. Asîlerin me
nakıbiyle, ihtilâlcilerin destanını yazan şâir, yol ortasında bir kıtalin
kurbanı oldu. İlmi servet ve «cemi nukud» hakkında muhalled âsar meydana
getiren müellif, bu halkın elinde metrûk ve açlığından nâbud oldu. Feragati
nefsini talim eyleyen Hakîm, cümle yârandan evvel bu yola girerek evamıri
İlâhiyeden fariğ oldu. On senedir hücresine kapanıp tetebbüe dalan âlim, ancak
insanların iki ayaklı ve tüysüz olduklarını keşfede- bilmişti. Ötede bir cemaat
yarım asırdır hakikatin meydana çıkması için mahzenlere kapatılmıştı: dünya
onları unutup nesilleri münkariz olunca hakikatin nerede olduğunu anladılar.
Üstad ona, hiddetle:
— Sen kimsin? bizden ne istiyorsun? diye
sordu.
— Bendeleri Cenabı hakkın eşref mahlûkatmdan olup sadakat ve
ibadetile müftehir bulunan iblisim. Deyince Kutbu A’zamın hayreti kat kat oldu.
— Böyle tatlı dilli, güzel yüzlü iblis olamaz buyurdular.
Şeytan;
— Malûmu devletleridir ki şeytanı inkâr eden Allahı da inkâr
eder yollu bir kelâmı kibar vardır. Hikmeti vücudum «Amentü» nün içinde
gizlidir. Beni haktan uzaklaştıran ona olan muhabbetimin şiddetidir. Zira ki
firak aşkı tezyid, visal ise anı ademe îsâl eder. Cehennemi anın ateşi aşkile
yanmak için ihtiyar, hattâ âbı kevserle cennetine tercih eyledim.
— Evet, vakıa da öyledir. Fakat sen beni ne cihete sevkeylemek
istersin, kasdin nedir?
Diye tekrar buyurdu. O
anda iblis üstadın nazarına bir tabiat levhası açarak ona bakmasını işaret
etti. Dünyanın en büyük Hakimini baştan çıkaran manzarayı lâlü hayran seyre
daldı: solgun ve hararetli çehresi şarkın bütün sihrini ifade ediyor, elbisesi
ihtişamile Şehrâzadın masallarını hatırlatıyordu.
Nar gibi tatlı
dudakları, zambak hafif inhinalı burnu ve bir vahadaki fidan gibi taze ve lâtif
kolları vardı.
Üstadın bu temaşaya
mecali kalmadı. Kaçabilmenin bir yolunu ararken, şeytan;
— Sevmek bir zaâf ise, kurtulmaya çalışmak daha büyük zaâftır,
diye yolunu kesti.
Saadet, sultan gibi
etba’iyle beraber gelir. Bu şâhane dilber, üstada bin gamzeyle iltifata
koyuldu. Dudaklarında renk ve bahar açmış, yüzüne mehtabın nuru vurmuştu.
Hasılı onda ha- mızî bir hüsün vardı; ve ilk bakışta Kutbu A’zamı yakarak
kendinden geçirdi. Ne yazık ki sarhoş bir hikmet veya hekimâ- ne bir
sarhoşlukla mestolan üstad, bütün talâkatı felsefiye ve kudreti İlmiyesini
kullanarak sevdasını beyana başladığı zaman, o âfeti devran bir anda
merhametsiz bir kalp veya kalpsiz bir merhametle sırrü nihan oldu. Ustad ise
şuurunu kaybederek düşüp bayıldı. İblisin gayretile kendine gelince, o sihirli
levhadan nişan kalmamıştı.
*
* *
O zaman kocabaşın hükmü
saltanatı kemale gelmiş, Sultan ve Hakim Senaî’nin inzimamı ile bir «Teslis
İçtimaî» teşkil etmişlerdi. Her karar bu meclisten çıkar, her emir bu heyetten
sâdir olurdu. Ulema beyninde nice zamandır cayi münakaşa olan «Külâhın heyeti»
mi yoksa «Heyetin külâhı» mıdır meselesi bir kere heyetin millete giydirdiği
külâhlar üzerine tamamen hallü fasledildi (Moliere’in «zor nikâhı»ndaki
«külâhın heyeti»ni telmih.). Hakimin irşadile Kızılelma fedaileri gittikçe
çoğalmakta, hareket emrini bekliyerek büyük cami meydanında toplanmakta idi.
Bir kurban bayramı sabaha karşı teslis İçtimaî bu taifeyi helâllayıp
uğurlayarak yola saldı. Elbette menzillerine vâsıl olmuşlarsa da bugüne kadar
kendilerinden bir haber gelmedi.
Akşamları şehre nâzır
bir kasırda ülema ve fuzalâ ile içtima ederek şatranç oynamak âdetleriydi.
Kocabaş cümle şeytaniyat gibi bu fende de mâhir olduğundan veziri ileri
götürür, vekili sürer, sipahi kaldırır, iki taarruzdan sonra şahı derdeste
muvaffak olurdu. Günlerce devam eden oyun artık tadını kaçırmağa başladığı
zaman, Kocabaş taşları toplar ve torbasına doldururdu. İşler bu hâlette devam
ederken, ülema kıssadan hisse çıkarmağa ceht ile, şah, vezir ve sipahinin
iradei cüz’iyelerile mi seyrü hareket ettiklerini, yoksa bir âmili haricî
ilcasile mi sevk ve tahrik olunduklarını durü diraz münakaşa ve münazaraya
dalarlardı. Müsadere alelmatlûp kıyası mukassim, cedel, mugaleta ve safsata
tariklerile gittikçe tevessü eden bu münakaşal nihayet bütün şehir, hattâ
memleket üleması beyninde intişar ederek mukateleye kadar varır, ve cümle
erbabı ukulü bîzar ederdi. O zaman herkes bu belâdan halâs için bir çare
aramakla meşgul iken, Kocabaş yine hallâli müşkilât olan dehâsile işe vazıyed
eyliyerek iki mukabil cemaati huzuruna dâvet, münakaşayı teşci ile gazaplarını
tahrik ve bu suretle yekdiğeri aleyhine idam fetvâlarını ahz; birinin fetvâsile
ötekini bekaya isal ederdi.
Kocabaş Sultanla
müşavere edip Hakîm Senaî’nin cem eylediği kütübü nâdireyi ne veçhile devlete
maleylemek lâzım- geldiğini izah etti. Sultan ise icrasına ferman ettikte Hakîm
Senaî divanı âliye davet edildi. Kocabaş kemali hürmetle kalkıp üstadı âzami
makamına geçirdi. Bir kuzu gibi yumuşak ve bir çocuk kadar muti olan Hakîm,
bilcümle kitabını devlet ve millete bağışladığını şahitler huzurunda beyan
etti. Lâkin hükemadan Ebu Zeyd Sürucî’nin «Cihan intifa üzredir. Kimesne
beyhude amel eylemez.» diyerek kitaplarını otuz bin dinara sattığını duyunca
aklı başından gidip gizli gizli âhü zar eyler ise de, zâhirde «Bizler ferağat ehliyiz. Varsın bu âlemi
fenanın zevkini sürsünler. Hakîm olan hâkimin şanı zamanı hazerde devletin
kaidesine hizmetten ise faidesine himmet eylemektir.» yolunda ibrazı
celâdet eylerdi.
Ulûmun dalbudak
salmasile hasıl olan hıfz ve talim güçlüğüne karşı ehli dirayet bir usul
aramağa kalktılar, içlerinden biri, cümle-i beşer bilgisini ihtiva eden kaşeler
imaline muvaffak olmuştu. Bunlardan bir tane yutan o bilgi şubesinde mütehassıs
olacaktı. Az zamanda kemal erbabı bütün memlekete yayılarak felsefe ve hikmet
harcı âlem oldu. Bunlardan biri sürahilere güneşin ziyasını doldurmak fennini
keşfetti. Bu bahiste derinleşen bir yığın çocuk üstadlar yetişti. Hakîm Senaî
ise o sırada kilden ve topraktan heykelcikler imalıle meşguldü. Âlemi misalden
bir parça ruh aşırarak bu toprak heykellere ilâve edince insan yaratılmış
olacaktı. Bütün mesele o âleme hulûl için bir hile bulmaktan ibaretti. Maamafih
üstadı âzamin küçük ve orta çapta aleyhtarları ortalıkta türemeye başladı.
Hususile ihtiyarlık dimağına sekte verdiği zamandanberi meydanlarda serbestçe
dolaşıp at oynatıyorlardı. İçlerinden bazısının boyu Hakimin pabucuna, bazının
dizkapaklarına kadar geliyor, lâkin hiç birisi çizmeden yukarı çıkamıyordu.
En cür’etkârı «ruhun bir
parçası olmaz» diye söze girişti. Ruh mutlak, küllî ve ezelîdir. Onu bölmek,
parçalamak kabil değildir. Hattâ aslında madde bile mevcut değildi. Ruhun te-
kâsüfünden husule geldi. Herhalde ruh ile bedeni bitemamiha tefrika imkân
yoktur. Havassma gelince, ruh cıva gibidir. Ele avuca sığmaz. Tuttukça kaçar,
kaçtıkça kovalar. Bir kalıba girmez. Bir kapta durmaz, durdukça şeklini
değiştirir. Bir su retten ötekine istihale eder. Elle tutulmaz, gözle görünmez.
Hem vardır, hem yoktur. Hem buradadır, hem başka yerdedir. Şu halde ruhun ilmi
olamaz. Kimesnenin anı idrâke mecali yok tur, illâ ki ruhu mahz ola!» diyordu.
Kaşe tedarikine imkân
bulamıyan, yahut bulunsa bile hazmetmeden çıkaran bir çok vatandaşlar bu tariki
daha salim bularak dörtelle sarıldılar.
O sırada Kocabaş yeni
oyunlar icadile uğraşıyordu. Baldırıçıplak takımından parayla tutulmuş beş on
kişiyi bayraklarla sokaklarda dolaştırıp öküzlerin boynuzlarını yaldızlıyarak
halkın yeni kanuna taraftar olduğunu parlak bir tarzda isbat ediyordu.
Sünnîler Şiîleri kesti,
Şiîler Sünnîleri kesti: hürriyeti tefekkürün ilk eserleri bu suretle meydana
çıktı. Kocabaşın canı eğlenmek istedi: tahtadan kuklalar yaparak onları bir
encümen haline koydu. İpleri çektiği zaman hepsi birden kafa sallıyorlardı.
Fakat günün birinde ipi çekince bazılarının kımıldamadığını gördü. O zaman
Kocabaşın canı sıkıldı, ve tahtadan oyuncağını kırdı.
Gûya şikâyetler çoğaldı.
Tenkid, topal bir eşeğe binmiş, arkasından koşuyordu. Hoca Nasreddine sordular;
— Kocabaş, niçin bazılarını bu kadar terfi ediyor? Hoca
teemmülsüz cevap verdi:
Yüksekten düşüp
parçalansınlar, diye.
Hisarın duvarlarından
cami meydanında toplanan halkı, münakaşa ve arbedelerini seyrederdi. Bu parlak
fikirleri bir kutuya saklayarak kasasına yerleştirdi. Bir müddet sonra
açtıkları zaman kutunun içinde kurdların yuva yapmış olduğunu gördüler.
Her cinsten yeni
âlimler, taze mütehassıslar bu meydanda toplanıyor, Hakîm Senaî ile mütecavizi
arasında icra edilecek felsefî müsaraayı seyre hazırlanıyorlardı. Ustad
heybetli gövdesile sandalları yaran bir salapurya gibi kalabalığın içinde
ilerledi.
Cılız ve âciz rakipleri,
karşı tarafta Bursa kestanesi misillû halkalar teşkil etmişlerdi. Hakîmi ilzama
hazırlanan bodur, şişman bir mütefekkir kısmı müşterek a’zam gibi, her cemaate
dahil, her taifeye mensup görünüyordu.
Ustad o mahfilde hazır
cümle yâranı tarafından davet olunduysa da, «merd olan ferd kalmaktan korkmaz»
diyerek teferrüdü ihtiyar etti. Münazara o mertebe hararetlendi ki mecliste
hazır kâffei ağyar gayzını izhara vesile buldu. Zaten Hakîm Senaî kocayınca
ülemanın maskarası olur demezler mi? Aynı zamanda dört cihetten vâki olan
suallerin hepsine birden cevaba kâdir olamayıp, bilâ ıztırar sükûta mecbur
oldu.
Efkârı muhtelife eshabı
Hakîmi ruhu tarife davet ile söze ağaz ederek,, biri ruh ne için seyyaldir?
Diğeri ne için sâbittir? Biri neden daimdir? Diğeri ne sebepten muvakkattir?
dediler. Hasılı tahtadan devin elbisesini çıkarınca parça parça döküldü ve
ortada, üzerinden düşen kıymetli mücevher ve yakutlar kaldı. Muzaffer
kumandanlar, terkedilmiş malları aralarında paylaştılar. İçlerinden bitine
üstadı sabıkın muazzam kütüphanesi düştü. Bağ ve hanesile beraber tasarrufuna
aldığı bu binaya bir âbidei irfan denilse seza idi. Yaprağı kesilmemiş,
sahifesi çevrilmemiş kitaplardan bir dağ hasıl olmuştu. Az zamanda diğerlerinin
hırs ve hasedini tahrik ederek, dile düşmek tehlikesi başgösterdi. Lâkin,
dâhiyane bir buluşla üstadı lâhik bütün bu emlâki, ilâve ettiği üç beş döküntü
kitapla beraber vakfederek mütevelliliğine biraderini tayin ve bu suretle
«Millet hâdimi» ünvanını almaya muvaffak oldu.
İlmü fazlın nimetinden
mahrum edilen Hakîm Senaî, ayağındaki don, sırtındaki gömlekle Konyadan taşra
çıkarak kendisine yeni tilmizler aramaya koyuldu, ilk menzilde Hoca Nasreddine
rastlayınca hicabından yolunu değiştirmeye savaştı ise de, ehli dil hoca;
— İşte şimdi Hakîme benzedin, artık başbaşa geçip
konuşabiliriz, diye iltifat etti.
Üstadı sabıkın vârisleri
feryada başladı; lâkin aldıran olmadı. Ortada tosbağa kabuğundan mamul
Darülirfandan başka bir şey kalmamıştı. Yalnız kitaplara dokunan yoktu.
Ekserisi sokaklarda sürünüyor, araba dolusu bakkallara gidiyordu. Tüysüz
ülemadan biri, kendisine bu lâkaydinin sebebi sorul duğu zaman:
— Burada emniyet o kadar ziyadedir ki yere kitaplar serilse,
üzerinden geçer de kimse almaz, diyordu.
Maamafih ilme rağbet
çoğalmış, Darülirfana «Şeytaniyat» medresesi ismile yeni bir şube ilâve
edilmişti. Cümle erbabı kemal, ezcümle reisülülema Ebu Zeyd Sürucî «âlem fıskü
fücur içinde puyan, madde ruh ile tev’em olduğundan şübbanı zamanı o halet
üzere yetiştirmek zaruridir» diyerek böyle bir medre senin küşadı için sarfı
himmet eylemişlerdi. Bu bahiste yeditulâ sahibi pek çok ülema bulunduğundan
kürsülerin ihdası hususunda müşkülâta düşülmedi.
Bu meyanda İlmi isbatı
iblis, Târihi zenâdık, Usulü İğva, Fenni hile ve hud’a, Tatbiki menahî, ilh..
gibi esaslı dersler bulunuyordu. Bazılarında mütehassıs mevcut ise de,
memleketin seviyesi henüz o derecei idrâke vasıl olmadığından şimdilik tehirine
karar verildi.»
Şeytanın tomarından
birçok bendleri atladım. O kadar yorulmuşum ki tam coşarak yeni nizamını
anlattığı sırada ben kendisine yol vererek derin bir uykuya daldım.
Voltaire, «Rahip
Meslier’nindir» diye bu isimdeki kitabı neşrettiği zaman herhalde devrinin,
«aklı selim» e şiddetle muhtaç olduğunu hissetmiş olacak! O ne basit kuvvettir!
Bununla beraber tam arandığı zaman da ne kadar ender bulunur! Aklı selimi zekâ
ile, ilimle, ihtisasla, servetle, hiç bir şeyle satın almak kabil değildir. Ne
kütüphaneler devirmiş allâmeler vardır ki ondan haberi yoktur. Nice ülkeler
fethetmiş kahramanlar vardır ki ondan nasibi olmamıştır. Bazı koca bir müessese
kurulur, toprağa altın dökülür, başında mimarlar, hekimler çalışır. Fakat ufak
bir eksiği kalmıştır: su yolu açılmamış veya sobalar kurulmamış, boru delikleri
unutulmuştur. Yahut havadar bir sırtın dibinde, gidip bir çukura girilmiştir.
Bazan bir kasaba
kurulur, içinde en modern binalar vardır. Fakat toprağı tohum tutmaz. Bu
müesseseleri yapmak, bu şehirleri kurmak için ilim, teknik, enerji ve unsur
olarak ne isterseniz bol bol bulabilirsiniz. Bununla beraber onları bir araya
getirince aradığınıza varamazsınız! Çünkü aklı selim eksiktir.
Adullah
Cevdet rahip Meslier’nin bu kitabını tercüme ederken - bilerek veya bilmiyerek
- bu ihtiyacın şiddetle duyulduğu bir zamanda yaşadığımızı ifade ediyordu.
Fakat ne yazık ki o kitaptan değil, ancak hayattan çıkabilir.
Aklı selim, sade «akıl»
değildir. Çünkü nice akıllı adamlar vardır ki ondan mahrumdurlar. Halkın
bilgisi de değildir, çünkü halkın bilgisine dayanmakla beraber, bu bilginin
aklı selim den uzaklaşması çok mümkündür: sıtmada, trahomda, aşıya karşı
mukavemette, duada ve büyüde köylünün inadı gibi.
Esasına bakılırsa aklı
selime en uygun olan ilimdir. Fakat ilim nazarî, aklı selim ise pratiktir.
Birincisi teklif eder, İkincisi intihap ve icra eder. Bunun içindir ki her
âlimin mutlaka iş başında aklı selim sahibi olması lâzım gelmez.
O her şeyden önce aklın
pratik işleyişinde doğan bir meleke olduğu için İçtimaî bir hasletdir. Bazı
cemiyetler, bazı devirler onu inkişaf ettirirler. Bazıları onu mahvederler.
Romantik felsefe miskin entelektüalizm’in piçi diye onu hor görür. Halbuki
masalların cücesi gibi bu cüce de devleri yere vuran asıl kuvvettir. Çünkü o
bizzat pratik akıl dır.
Pratik akıl,
normalleşmeye başlıyan bir cemiyette, muhite iyi intibak etmiş faal insanlarda
meydana çıkar. Onu ne laboratuvarlarda, ne kütüphanelerde, ne romantik
hülyalarda tedarik etmek kabildir. İnsanları hukukça ve kudretçe müsavi olmayan
bir cemiyetin pratik aklı, bazı insanları imtiyazlı sayan adaletsiz, inhisarcı
bir nevi aklı selimi inkişaf ettirir. Fakat insan-' ları hukukça, kudretçe
müsaviliğe doğru gitmek istiyen demokrat bir cemiyetin pratik aklı inhisarsız,
âdil, tam ve hakikî aklı selimi inkişaf ettirecektir. Halka dayanan cemiyetlerin
bu dünya karanlığında fikir ve siyaset projektörü yalnız o olabilir.»
Gündelik bir gazeteye bu
satırları karalarken misal bulmak için çektiğim sıkıntıyı bir ben bilirim, bir
de Allah! Mevzu ne kadar cazibdi! Bununla beraber elim kolum bağlanmış gibi hiç
bir şey yazamıyordum. Hayalimin kanadlarına kurşun mu ta kılmıştı? Gördüklerimi
söyleyemez miydim? Gördüklerim yoksa zihnimde de icad edemez miydim? Bu da
olmazsa binbir kitaptan ne masallar, neler okumak elimde değil miydi? Bu
sıkıntı içinde tam defteri hiddetle kapatacağım sırada şeytan imdadıma yetişti.
— Size aklı selimi ben mi öğreteceğim? dedi. Kaderin cilvesine
bakın ki bu dünyada ölçüsüzlük, miyarsızlık namına her ne varsa yalnız onları
öğretmeye memur olduğum halde, şimdi ağır başlı, ince görüşlü bir üstad gibi
konuşmaya kalkıyorum. Mademki nasibim buymuş, haydi öyle olsun. Size her sabah
hile, fesad yollarını gösteren, kırk kapının mandalını çalarak gelen ben
şeytan, bu garip ukalâ külâhım tepeme geçirince kim- bilir ne maskara
olmuşumdur. Kendimi şöyle bir aynada görmek isterdim. Romada komedyalara çıkan
yarı maskara «ukalâ» 1ar gibi acaba bu rolü de becerecek miyim? Dikkat edin!
Eğer rolümde aksamıyorsam devam edeyim. Çok rica ederim, açık söyleyin. Eğer bu
ukalâ rolümün hakkından geldiysem, müsaadenizle ona sık sık çıkmak isterim.
Çünkü - itiraf edeyim - ipliğim artık pazara çıktı. Biraz da gözlüklerimle, kır
saçlarımla; derin bakışlarım, yüksek perdeden atışlarım, hikmet ve felsefe
taslayışlarımla belki yeniden müşteri toplarım. Eğer rolümde muvaffak olursam,
sizi temin ederim ki, ahrete kadar kapınızdan ayrılmam.
— Aklı selime dair söz mü söyliyeceksin; ukalâ taslaklığı mı
yapacaksın? anlayamadım.
— Hem onu, hem ötekini! Daha doğrusu ukalâ olmadan size aklı
selime dair uzun uzun bendleri nereden bulabilirim. Nasıl olur da aklım şu kuru
kafama yetmezken, onu mezad malı gibi meydanlarda satarım? Bırakınız, önce şu
kılığa gireyim. (Nasıl olması icap ederse öyle) giyinip kuşanayım. Sonra
istediğiniz kadar nutuk, nasihat, belâğat, marifet birbiri ardından gelir.
Şeytan bir kenara
çekildi; çantasından gözlükler, perukalar ve kitaplar çıkararak yeni kılığa
girdi. Onu biraz önce görmeseydim hakikaten tanıyamazdım.
— Bu ne ani değişme! yeni sanatını tebrik ederim, dedim. Hadi
başla bakayım.
Sirklerde korkunç
oyunlardan önce taklak atarak meydanı dolduran hokkabazlar gibi bir takım
maskaralıklar yapacağını bekliyordum. Halbuki o koltuğunu kitaplarla şişirdi.
Gözlüğünün üzerinden ve yüksekten gururla etrafını süzdü ve ağır ağır iki
yanındakileri küçükseyerek orada dolaşmaya başladı. Gülmemek için kendimi güç
tutuyordum. Onun hiç bir hali, ne havladığı, ne yaltaklandığı, ne şiir okuduğu,
ne küfür ettiği, ne hıçkırıklarla ağladığı zamanki hallerinden hiç biri bunun
kadar gülünç değildi. Gülmemek için yaptığım gayreti görünce müteessir oldu:
— Demek rolümü beceremiyorum, diye boynunu bükerek bir kenara
ilişti. Bense bu ciddî tonun bana yakışacağını zannediyordum. Maksadım
güldürmek değil ürkütmekdi. Yüksekten bakmamın sebebi ilmimin heybetini
göstermekti; dalgın dalgın duruşumun ve kimseyi görmeyişimin sebebi ne derin
tefekküre daldığımı anlatmak içindi. Gözlüklerimin üzerinden bakarak etrafa
iltifat edişimin sebebi, ilmin şâhikasından insanlara nasıl tenezzül ettiğimi
ifade içindi. Masaya bir mektup koyarak ufuklara bakışımın ve zaman zaman içimi
çekerek «Ah! bu memlekette insan kadri bilinmiyor» deyişimin sebebi, dünyanın
dörtköşesinde adımın nasıl dillere destan olduğunu ve beynelmilel piyasalarda
kaça satıldığımı ilân içindi. Bana bir müel liften bahsedildiği zaman «tanırım,
bize hürmeti vardır» veya bir müsteşrikin adı geçince «elimizde yetişti»
dememin sebebi, bu işe önce kendimi sonra dünyanın diğer ahmaklarını inandırmak
içindi.
Bunca gayretime rağmen
dudaklarınızın bükülüşü beni ye’se düşürüyor. Söyleyin, yoksa bu işi
beceremiyecek miyim? Eğer böyle ise rolümü değiştireyim. Ne dersiniz?
Yakıştıramadımsa bir münasibini söyleyim, onu yapayım?
— Yok, yok!., dedim, mükemmel gidiyor, sen güldüğüme bakma,
şimdi prova yapıyoruz. El âleme karşı seni korumasını bilirim. Bak o zaman
nasıl ciddî dururum! istediğin kadar yüksekten at hepsini tasdik ederim.. Her
kahve döğücünün bir hınk deyicisi vardır. Ben de ukalânın hink deyicisi olurum,
ne çıkar! Geçim dünyası. Sıra gelir, ben de yüksektan atarım, o zaman hink!..
demek sırası sana gelir.. E!... Söyle bakalım, bu işte neler yapabilirsin?
— Size akıl öğretmek haddim değil amma, yeni tertip «ukalâ» nın
nasıl yetiştiğini anlatayım. Bir türlü beceremediğim bu rolü, ben kulunuzdan af
buyursanız da sayısız dostlarınıza bağışlasanız daha münasip olmaz mı?
İftirada emsalsiz olan
şeytanımı zayıf bir yerinden tutup yere vurmak için sordum:
E, söyle bakalım,
kimleri tavsiye edersin?
— Bana hep böyle emniyetsiz gözlerle bakmakta devam ettikçe
cesaretimi kırıyorsunuz. Sanki bir gizli maksadım varmış gibi, neden fıkara
şeytanin da doğru sözlü, samimî olacağına bir türlü inanmazsınız? Emin olun ki,
o sizin riyakâr dostlarınızın çoğundan bana daha çok güvenilir. Eğer niyetiniz
beni söyleterek âleme maskara etmek değilse, müsaade edin de, beceremiyeceğim
ve beni zorla sevkettiğiniz bu işte nice ustalar olduğunu size göstereyim.
Eskiden
iki cümlede bir arabca beyit zikretmek veya lâtince bilmeden lâtin ibareleri
yazmak usuldendi.
Bu diller Arşive girdi gireli ukalâya sermaye kalmadı. Şimdi sokak ve kahve
ilmiyle sağa sola çatarak nesillere ders vermek; insanların ne olduğu, ne
olması lâzımgeldiği, kafalarının içi nasıl dolacağı hakkında nazariyeler
kurarak, bu plân üzerine ortalığı tahta kılıçtan geçirmek için kitapçı
sokaklarında yazı Donkişotluğuna kalkmak usulden oldu.
Fikirle akrabalığı
olmayanlar, Babıâli yokuşunu yaş hesa bile ölçmeye kalksa haklı değil midir?
Sakalını değirmende ağartanlar sıralarını savdıkça «onlara artık yol göründü!»
demede, ve sakalını değirmende ağartacaklar, telâş içinde sıra bekleyenler
kapıyı zorlamada haklı değil midir? Kırklar altmışları, otuzlar kırkları,
yirmiler otuzları, ve onbeşler yirmileri yere vurursa «yeni nesil» likte rekor
kıranlar, ceplerinde nüfus cüzdanı «artık sabrımız kalmadı, eskiden beşik
üleması vardı. Biz kaydırak şuarası olsak ne çıkar!.» demede haklı değil midir?
Çifte imzalı kitaplar neşredip alkış kopunca bütün fazileti yük lenmede, hücuma
uğrayınca - sıkılmadan - «biz değildik!» diye işin içinden sıyrılmada haklı
değil midir?
İsmi fiilden
ayırmaksızın sandıklarla kâğıdı ziyan etmek ve halkın gafletini avlamak için
kitapçı sokaklarında şunu bunu kafese koyup kitaba aç nesillere pusu kurmada
haklı değil midir?
Birbirlerine «allâme»
süsü vererek helva sohbetleri yapmada ve dam aktaranlar gibi insanları küçük
görmede; karşılıklı riya ve hayli alçakça meddahlıkla vakit geçirip ertesi
sabah boynuna sarılacağı «dost» larına zem ve iftira etmede haklı değil
midirler?
Meddah Aşki’ler,
Süruri’ler öleli neş’e azaldığı, asrı meddahlara gereği gibi ihtiyaç belirdiği
bu zamanda fassallık, zemmamlık ve kallaşlık gibi nesli tükenmiş meslekleri
ihya etmeye savaştıkları, ve dedikodu kazanını karıştıran cazulara rahmet
okuttukları için haklı değil midirler?
Her nenin olursa olsun
tersini söylemek onlar için «büyük» lüğün en büyük alâmetidir. Bir çokları
yalnız başkalarından değil, kendilerinden bile şikâyetçidir. Onları nasıl
susturursunuz? Gülersiniz, ciddilikten dem vururlar. Ağır durursunuz, neş’eye
susadık diye bağırırlar. Onları susturmak için bütün kulakları sağır etmelidir.
Söz onlarda dörtnala giderek fersah fersah fikirleri geride bırakır. Fakat
uçurtmalar gibi rüzgâra savrulan hayallerin bir türlü peşinden ayrılmazlar.
Cılız ve ahmak bir fikrin üzerine konmuş binlerce hayal sinekleri!
Bu adamlar üstadlarını
lüleci hamuru zanneder, altmışından sonra onlara şekil vermeye kalkarlar: «Şu
yolda değil bu yolda yürü!» gibi yavelerle kılavuzluk ederler.. Artık neden
kendilerinin «merkezi âlem» olduğunu farzetmesinler! Zekâya, ilme ve hayat
ihtirasına oyuncak gibi bakan, ve içindekini anlamayınca hiddetinden kırmaya
kalkan bu ahmak çocukları toptan silleye çekmeden başka daha ne yapabilirsiniz!
Bir kitabın baş tarafını
okumak, ondan günlerce kahve kahve bahsetmek için kâfi değil midir? ve
bilmediği dillerde neşriyat yapmak, bilmediği insanların eserlerini techil
etmek yetmiyor mu? Oltada bunca kahraman dururken, bu ağır vazifeyi ne diye
benim başıma yükliyorsunuz.
Kötü mısraları, manasız
sözlerile halkı tâciz eden bir avare, sizi yol ortasında yakalar. Önce hürmet
ve sadakattan bir «girizgâh» yapıp nihayet «şaheser» lerinden birini okumak
lûtfunda bulunur. Sonra ilk mektebin irfanına ve yeni harflerin üç kitabına
dayanarak size san’at hakkında bitmez tükenmez nazariyesini izaha kalkar. Ve
şayet yanılıp da mütalea yürümek gafletinde bulunursanız, mesleğinize,
meşrebinize dair büyük çapta nasihatler eder. Divan şiirini hiçe saydığını,
Yahya Kemalin beş para etmediğini, körün ışıktan bahsetmesi gibi garp şiirinin
«harika» (!) larını, kendi kahvesinde beynelmilel olmuş on beşinde meçhul
dâhileri gözünüze sokarak size Han yayı Konyayı öğretmeye kalkar. Yakanızı
kurtarmak için bir bahane icad edecek, ve başınızdan defetmek için kestirip
atacak kadar cür’etiniz yoksa, bu böyle saatlerce, bir başkasının yakasına yapışmak
için keyfi gelip de gidinciye kadar devam eder.
O, nelerden bahsetmeye
kâdir değildir! Salâhiyet elinde açık bir bonodur, işportadan tedarik edilmiş
üç beş broşürle koskoca nazariyeleri sinek kâğıdına çevirir. Düşen bir daha
kurtulamaz. Ve avladığı sineklerle ordu yapıp kendini cihangir farzeden bir
mecnun gibi ortalığı birbirine katar.»
Bıraksam, bu kör olası
şeytan sabaha kadar söylenip duracaktı. Masaya vurarak onu susturdum. Korkudan
gözleri fal- taşı gibi açıldı.
— Yine hiddetiniz üzerinizde! emrederseniz gideyim •• dedi.
— Hayır, dedim. Bu kadar gevezelik yeter, istediğini
söyliyebilirsin, inanıp inanmamak bana aittir. Ya ukalâların öğreteceği aklı
selime ne buyurulur?
— Onu anlatmaya cildler kâfi gelmez. En çok güvendik lerime
danışın: birisinin, bilmediği ilimlerde kâşifleri yere vurmak için «Resimli
Küçük Lârus» gibi muazzam hâzinesi var. Biri siyasete musallat olmuştu; dünya
bîzar oldu. Onu terkedince cümle «erbabı ukûl» un yüreğine su serpildi. Bu
sefer ilme dalmış diyorlar. O zaman bir dostum «Şükür biz halâs olduk. Şimdi
artık siz düşününüz!» dedi. O ilme güve gibi musallat olmuştur. Mübarek bir
tarafından başlayıp hepsini yeseydi dünya rahat ederdi. Fakat dört köşesini
didik didik ederek işe yaramaz hale getirdiği için böyle muzır mahlûkların
Allah cezasını versin demeden başka ne çare var!
— Aklı selime gelelim!
— Abdullah Cevdet bu isimdeki eseri
tercüme edeceğine Shakespeare tercümelerinden vazgeçseydi aklı selime daha
büyük hizmet ederdi. Abdülhak Hâmid aklı selimde emsalsiz bir örnek oldu.
Davalaciro’ya yer altından cinler çıkarttığı, yanardağların ateşile kutupların
buzunu söndürdüğü, «şeytan yediği ve yılan yuttuğu» zaman aklı selim beratını
almamış mıydı? Ondan sonra daha kim bu meydanda at oynatabilir? Ne dehâsı nın
«Erike» sinde yerlere kapanan Süleyman Nazifler, ne hak kında münacatlar yazmak
için mâbud arayan Müştak’lar mübalâğada onu aşabilmiştir.
Bununla beraber
Gökalp’ın Turan bağlarını, sancakı şerife çağrılan Cavalı dindaşları, İttihadı
anasırı, İttihadı İslâmî, İttihad ve Terakkiyi hatırlamamak kabil mi? Bir
kolunu «Ravzai Nebi» ye uzatan, birini «Kerbelâ’da Meşhede atan». Galata
sarrafında borçlu, boynunda kapitülâsyon zinciri mirasyedi dedemizin tahayyül
kesesinden verdiği vaadları hatırlamamak kabil mi?
Vaktile bir devle bir cüce varmış, dev aklına gelen her şeyi
yapmak sevdasında imiş. «İrademe engel olacak hiç bir kuvvet yoktur!» diye
bulutlara yükselen bir kule kurmak istemiş. Yedi kavmin kölesini zincire vurup
bu kuleyi kurmak için çalıştırmış. Cüce deve nasihat etmiş: «Bu kule başına
belâ olacak, gel bu işten vazgeç!» demiş. Fakat yedi kavmin kölesi birbirinin
dilinden anlamadığı için kimse kimseyle konuşamadan kat kat üstüne yükselmiş.
Cüce İsrar etmiş:
— Bu sevdadan
vazgeç! köleler başına belâ olacak, demiş.
— Köleler birbirile
konuşamaz. Kimse kimseyi tanımaz. Başım yakında göklere değecek! Diye Dev
kırbacını savurarak atlarını sürmüş. Fakat kırbaç ve zincir altında köleler
yeni bir dil kazanmış, işaretle, feryadla derdlerini birbirine anlatmışlar.
Cüce İsrar etmiş:
— Gel, bu sevdadan
vazgeç, köleler yeni bir dil kazanıyorlar, demiş.
— Köleler
konuşuncaya kadar ben göklere yükselirim, diye dev kahkahayla atını sürmüş.
Fakat kırbaç ve zincir altında köleler yeni bir dil kazanmış.
Hep birden feryada ve isyan sedaları çıkarmaya başlamış. Nihayet zincirler
kırılmış, kule yıkılmış, dev enkaz altında telef olmuş.
Şeytan hikâyesini
bitirince bir müddet durdu. Bu bahsi kapatmak için ona bir şey daha sorayım
diye düşündüm:
— Akıntıya kürek çekmek aklı selime uyar mı?
— Akıntıya doğru gitmek iradeyi elden bırakıp kör kuvvetlere
esir olmaktır. Fakat akıntıya tek başına meydan okumak tabiata isyan etmektir.
Akıntılar daima karşı karşıyadır. Birine meydan okumak için ötekine takılmak
gerek. Suların karşılaştığı yerde kayıklar alabora olur. Çarpışanlar,
kırılanlar, girdaba karışanlar vardır. Hakikî kahraman tek başına akıntıya
kürek çeken değil, çarpışan akıntıların başında büyük yolu açacaklar için şehit
olandır. Tek başına kürek çeken Donkişotlara aklı selim değil, bir parça akıl isteyiniz.
Şeytanım bu sefer beni
cevaptan âciz bırakan, her zamanki şaklabanlığına hiç uymıyan bir vekar içinde
çekilip gitti.
Sh:187-219
Kaynak: Hilmi Ziya ÜLKEN,
Şeytanla Konuşmalar, Ülkü Matbaası
,1942, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar