SOHBETLER / KEN'AN RIFAİ
KEN'AN RIFAI
1867'de Selanik'te dünyâya gelen Ken'an Rifâî, Filibe hane-
danından Hacı Hasan Bey 'in oğlu Abdülhalim Bey'le Hatice Cenan
Hanım' in çocuklarıdır. Oğluna mânevi dünyânın, Allah yolunun kapı-
larını açan annesi Hatice Cenan Hanım daha sonra, onu kendi mürşi-
di Şeyh Ethem Efendi'ye teslim etmiş, bu suretle Ken'an Rifâl'nin
mânevi şahsiyeti bu müstesna kaynaklardan beslenerek kıvamını bul-
ma yoluna girmiştir.
istanbul'da Galatasaray Sultanisi' ne devam edip bu mektebi bi-
tirdikten sonra Babıâli Hâriciye Kaleminde vazife almış, Acem Mekte-
bi' nde verilen tabiat muallimliğini yaparken Posta-Telgraf
Nezâreti' nde Alman Müşavir Groll'un muavinliğine getirilmiş, bu ara-
da da Hukuk Fakültesine devam etmiştir.
iç ve dış irfanı et-tırnak bilen Ken'an Rifâî, günün birinde kendi-
ni Maarif çatısı altında bularak sırasıyle Balıkesir idadisi, Adana,
Manastır, Usküp, Trabzon Maarif Müdürlükleri, daha sonra Numüne-
i Terakki ve Medlne-i Münevvere Idâdl-i Hamidl Müdürlükleri yapmış,
bu vazifeler esnasında Medine'de Şeyhü'l-Meşâyih Hamza Rifâl'den
icâ-zet almıştır. Tekrar istanbul'a döndükten sonra Erkek Muallim
Mektebi Fransızca hocalığı, Tedklkât-ı İlmiye Encümen Azâlığı,
Dârüşşafaka Lisesi Müdürlüğü ve Meclis-i Maarif Azâlığı vazifelerinde
bulunmuş, emekliliğinden sonra da on üç sene Fener Rum Lisesi Türk-
çe hocalığı yapmış, 1950 senesinde dünyâ hayâtına veda etmiştir.
Eserleri: Muktezâ-yı Hayat, Camille Flammarion' dan tercüme
Dünyânın İnkılâbı, Rehber-i Sâlikin, Tuhfe-i Kenan, Ahmede'r-Rifâî,
İlâhiyât-ı Kenan ve I cilt Şerhli Mesnevî-i Şerif.
Fakat Kenan Rifai'nin asıl eseri insanlardır. Bütün ömrünce ve
bütün samimiyeti ile acz ve yokluk babında kalmış, faili, mevcudu Hak
bilip etrâfındakileri de bu tevhid cennetinin birlik ve huzuruna davet
etmiştir.
Nitekim ululuğun, rehberliğin sânı insanoğluna hakikati göster-
mek, doğruyu söylemek, birliğe ve gerçeklere çağırmak değil midir?
Esâsan, bu ulular olmasaydı beşeriyet, bütün varlık ve ihti-
şamına rağmen ne kadar yoksul ve fakir kalacaktı, insanlık, ancak on-
ların, hayâtın içine karışıp yayılmış rahmeti ile şifâlandığı nisbette
îman, aşk ve selâmete ererek hayâtın şuuruna doğru yol alabilecektir.
öNSöZ
"Sohbetler" adı altında neşredilmiş bulunan bu eser, Hocamız
Kenan Rifâî'nin takrir ve sohbetlerinden zaptedilmek suretiyle meyda-
na gelmiş bulunuyor.
"Selâmlık Sohbetleri" kısmı, Prof. Dr. Ziya Cemal Bey tarafından,
geri kalan kısımlar ise, mümtaz, faziletli ve büyük kadın, merhum
Semîha Cemal Hanım ile bu satırları yazan pirdaşı tarafından kayıt ve
tespit olunmuştur.
Ne çâre ki "Sohbetler" kitabı, Hocamızın hayâtı içinden ancak yir-
mi sene gibi sınırlı bir devrin irfan ve hikmet cevherlerini ihtiva etmek-
tedir. Buna esef etmemek kabil olmamakla beraber, Hz. Rifâî'nin: "Her
zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır" beşareti ile teselli bul-
maktayız. Öyle ki, "Sohbetler", gerek hak ve susamış olanlar, gerek
gaflet ve beşeriyet engelleri ile yollarını bulamamış kütleler için bir
katre değil, bir umman sonsuzluğundadır. Yeter ki bu deryanın kıyısın-
da kalmayıp, yüzücülerinden olmak nasibini almış bulunalım.
Önsözlerin kısa tutulmasına yatkın bir anlayış, tercihimdir. An-
cak işbu "Sohbetler" adı altındaki kitabın ihtiva ettiği hikmet ve
hakikatleri cemiyete hediye eden Hocamızın gerçeklere olan itibârı,
eserinin önsözüne bir küçük ilâve yapılmasını icap ettirdi.
Şöyle ki, yarım asırdan bu yana, Türk diline reva görülen kıyım,
Türkçe'yi içine soktuğu çıkmaz yüzünden, bir çaresizlik kayasına tosla-
tarak paramparça etmiş bulunuyor. Bu yüzden de enkaz altında kalmış
ve asırlar boyu Türk diline hizmet etmiş nice kelimenin ölümü, ortaya
bir soysuz uydurmalar kafilesi çıkarmış, böylece de, gafil ya da kasıtlı
ağızların "Arı Türkçe" dedikleri bu nesebi belirsiz kafile, asil ve köklü
terim ve kelimeleri yerlerinden söküp Türk dilinin elinden almış, ilim
ve ihtisasa ise kelâm hakkı tanımamıştır.
İşte bu yüzdendir ki, anlamadığı için gün-be-gün okumak alışkan-
lığını kaybeder olan nesillere, az da olsa, yardımcı olabilmek için, han-
çerlenip yok edilen o kültür mirasının yerlerine mâkul ve mutedil kar-
şılıklar bulmaya çalışarak, bir dereceye kadar zararı asgarîye indirmek
zarureti hâsıl oldu. Az evvel de söylediğimiz gibi, gerçekler ve
zaruretler karşısında gerekeni yapmakta tereddüt etmeyen Hocamızın
müsâadesi ile işe başladık.
İşbu çalışmada, bir edebiyatçı olarak esaslı ve candan yardım ve
gayretini seferber ederken, emeğini ibâdet zevki ile yapan İlhan Ayver-
di Hanımı bilhassa zikretmek isterim. Böyle bir çalışmada kendisine
teşekkür etmek yerinde olur gibi görünse de, bu müstesna ve mümtaz
insan, Cenâb-ı Hakk'ın böyle kudsî bir işte kendisine vazife vermiş ol-
ması yüzünden, asıl kendisinin Allah'a şükretmesi gerektiğini söyleye-
cek bir dervişane ruh asaleti ile herhangi teşekkürü kabulden
müstağni bulunmaktadır.
Dilerim, emek ve gayretinin karşılığını Allah ödesin ve her iki
âlemde de aziz olsun. Niyazım budur vesselam.
Bu ara, Aysel Yüksel Hanım'ın büyük bir titizlik ile müsveddele-
rin makineye geçirilmesi yolunda ve eserin bütünü üstünde gösterdiği
aynı heyecanlı dikkat ve alâka, bir yanlışlık yapılmaması hususundaki
gayreti teşekküre şayandır.
Metin üstünde aylar ve yıllarım geçiren Aysel Hanımın bu feyz
deryasından nasîbedar olması niyazı ile kendisine tekrar be tekrar şük-
ranlarımı bildirmek isterim.
Eseri, müsveddelerini büyük bir hayranlıkla okurken metinde ge-
çen Kurân-ı Kerim sûreleri ile âyet-i kerîmelerin sahife ve numaraları-
nı tespit etmek gibi işleri büyük bir şevk ve zevk ile yapmış bulunan
Doç. Dr. Mustafa Tahralıya da Allah'dan hayırlar niyaz eyleriz.
SÂMİHAAYVERDİ
1991
Not: Sohbetlerin, bu esere girmemiş olan küçük bir kısmı 1951'de neşredilen Kenan
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık adlı eserde yer almıştır.
SOHBETLER
- "Dün dedim ki: Haydi çocuklar bir sandala binelim de Göksu'ya
gidelim!" Herkes hayretle, aman Efendim, celâli cemalle bir bilenler
için gü2el ama, bizim tahammülümüz zayıf... bu soğukta nasıl olur, de-
diler.
Öyle demeyiniz, dedim. Kış, yâni celâl dediğimiz bu mevsim, bir
sınıf halk için yâni servet ve kudret sahibi zümre için bir nevi eğlence
ve zevk zamanıdır. Zîra evlerinden, kürklerinden otomobillerine kadar
her şeyleri hazır ve her tarafları sıcaktır. Onlar bu mevsimde de zevk
ve eğlencelerine devam ederler.
Halbuki zenginlere zevk ve sefa olan kış, fakirler için sefalet, yok-
luk ve ölüm mevsimidir. Neden? Çünkü bunların o celâle karşı koruna-
cak iktidarları yoktur. Yâni mücehhez değillerdir.
İşte servet-i aşkı olan kimseler için de celâl, aynen böyledir. Celâl
onlara bir nevi zevk-i diğer olur. Aşktan yoksul fakir halliler için ise
ölüm ve helak olur, dehşet ve ıztırap olur.
Halbuki aşk ganîsine celâlden korku yoktur. Nasıl ki Bâyezîd-i
Bistâmî: "Allah'ım benimle olunca, cehennemde de olsam, cennet zev-
kini duyarım! buyurur."
Bu konuşmadan bir gün sonra bizi çağırıp yaz ve kış yapraklarını
muhafaza eden bir defne ağacını göstererek:
- "İşte kahır ve lutfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir
numune... Yâni kışta da yazda da aynı taraveti muhafaza eden bir gü-
zellik!" dedi.
- Her şeyin sonu başlangıca dönüştür, dendiğine göre nihayet ne-
dir?
- "Nihayet, iptidaya yâni başlangıca rücûdur. Görmez misin, bir
dâire çizdiğimiz zaman dönüp tekrar başladığımız noktaya varırız. De-
mek oluyor ki âyân-ı sabite âleminde hangi noktadan zuhur etmişsek,
yine o noktaya dönmek, nihayete ve kemâle erişmemiz demektir.
Şayet oraya varmadan evvel yolda kalacak olursak, aslımıza dön-
mekten geri kalmış oluruz."
- "Edep ve haya iki kanattır. Bunlarsız insan, insan olamaz. İnsan
da bu iki kanadın arasındadır. Edep, her şeyi Hak'tan bilmek, fiili, fai-
li, mevcudu hep Hak görmektir."
- "Nasıl küçük bir edep Hakk'a hoş gelirse, küçük bir edepsizlik
de bütün iyilikleri yıkıp alt üst etmek için kâfidir.
Burada edepsizlikten maksat, vefa ve sadâkati zedeleyen, yâni
esâsa dokunan harekettir."
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, dikkat ediyorum her akşam Azîz Efendinin ellerinden,
damlayacak kadar ter sızıyor.
- "O ki, efendiliği tasdik edilmiş, eline diploması verilmiş ve: Hür-
sün! denilmiş bir kimse iken kemâliyle edebini muhafaza eder; o kadar
ki, yüzünün terini sileceği vakit başını hırkasının içine saklar.
Benimle Medine'ye giderken, herkes trende sıcaktan ıslak yerlere
yatardı. O ise, bir şeye ihtiyaç olup kendisini çağıracağımı düşünerek
edeple beklerdi. Şam'dan geçerken, haydi dedim, git meyhaneden iki şi-
şe konyak al, yol hâli bu, belki lâzım olur.
Bir kere, başında sarık ve cübbesiyle Azîz Efendiyi düşünün ve
sonra onun yabancı bir yerde meyhane arayıp elinde konyak şişeleriyle
gelişini tasavvur edin! Hem de gizli kapaklı değil, elinde sallaya salla-
ya... Kendisine, bize lâzım olan konyak değil senin teslimiyetin idi, di-
yerek şişeleri elinden aldım ve trenin penceresinden dışarı fırlattım.
Edep ve teslimiyetten kimse fenalık görmemiştir. Zâtın biri: Edep,
Şeyhülvüzerâ Nâmık Paşanın torunu, Tâhir Paşanın kızı ve Dr. Server Hilmi
Bey'in kayınvalidesi olan bu asil ve dirayetli kadın, Ümmü Kenan Dergâhının bacı-
sı sıfatı ile kapısına hizmette bir an kusur etmemiştir. Sadâkati, dirayeti, görgüsü,
aklı, ince ve üstün zekâsı ile etrafına edep, erkân, feragat ve hizmet anlayışının can-
lı örneklerini veren vefalı bir derviş olmuş, kapısının her türlü işine kendini adamış,
böylece de çevresinin sevgi ve dostluk halkasının içinde hayâtını tamamlamış 1934
senesinin temmuzunda kısa bir hastalığı müteakip vefat etmiştir. Vefatından birkaç
saat evvel de mürşidiyle vedâlaşmış ve: "Benden hoşnut musun Efendim? Yarın
âhirette şefaatçim olacak mısın?" diyip söz aldıktan sonra da kalp huzûruyle
dünyâsını değiştirmiştir.
SOHBETLER
ilâhî bir taçtır, onu başına koyduktan sonra istediğin yere git, sana
açıktır, buyurur. Hazret-i Pîr de: Allah'tan edebi bize yoldaş etmesini
isteyelim. Çünkü edebi olmayan iki âlemde de mahrumdur, diyor.
Hâsılı, iki âlemde de selâmet yolu edeptir."
Evde çalışan kızlardan Suna hastalanmış ve her zaman takip et-
tiği Radyo Çocuk Saati 'ni dinleyememişti. O dinlemediği için Hocamız
ailenin çocuklarını da bu eğlenceden istifâde ettirmedi ve Suna iyile-
şinceye kadar evin küçükleri bu programı takip edemediler.
Evde hizmet eden genç kızların istirâhatleri ve bilhassa erken yat-
maları hususunda dâima çok hassas ve titiz davrandığı bilinen Kenan
Rifâî, ailenin yaşlılarından bir hanımın hizmetine bakan kızın da, uy-
ku saatinin geciktirilmeme sine işaret etti ve:
- "Bu gençleri vaktinde yatırınız, çocukturlar tahammül edemez-
ler..." dedi.
Kızın, kendisinden evvel yatmasiyle işlerinin aksayacağını ve yar-
dıma muhtaç olduğunu nezâketle imâ eden yaşlı hanımın:
- Evet Efendim, ama işte Allah muhtaç etmesin... demesi üzerine:
- "Daha fazla muhtaç etmesin, diye söylüyorum. Allah'ın gayreti-
ne dokunur diye söylüyorum ve görüyorsun ki ne kadar üzülerek söylü-
yorum."
Tekrar:
- Aman Efendim onlar kendileri yatmak istemiyorlar! diye cevap
vermek isteyince:
- "Tekke bacısı olacaksın, bu söz altında titreyeceğine kendince işi
hafifletmeye çalışıyorsun. Benim gayretime dokunanın Allah'ın haydi
haydi gayretine dokunacağını bilmiyor musun? Biliyorsan niçin ona gö-
re hareket etmiyorsun?"
-Hal diline âşinâ bir kimse onu her vakit işitebilir mi?
- "Hal lisânına ehliyet kesbetmiş olmak, onu her dâim duyabil-
mek demek değildir. Zîra beşeriyet engellerinden kurtulmadıkça bu gö-
nül sesini devamlı duymak mümkün olamaz. Halin hâkim olması için
kâl'in yâni sözün susması lâzımdır. Fizikte de aynı kânun carî değil mi-
dir? Bir odanın sıcak havası boşalmadan oraya soğuk hava dolamaz.
Namazın Hakk'a yöneliş olduğundan, huzur ve gönül zevki ile kı-
lınması gerektiğinden konuşulurken Hocamız şu vak'ayı anlattı:
- "Bir gün Harem-i Şerifte namaz kılıyorduk. Yanımda, Ali Efen-
di isminde ulemâdan bir zat vardı. Onun yanında da gayet acayip hare-
ketler yaparak rükûa ve secdeye varan bir kimse namaz kılıyordu.
Selâmdan sonra Ali Efendi, bu ne biçim adam, namazım fâsid oldu, de-
di. Kendisine, onun hareketlerinden sana ne? Namaz kılarken etrafı-
mızı görmeyecek kadar huzur içinde olmamız lâzım değil mi? dedim."
1914 Harbi senelerinde idi. İhvandan bir zat, rüyasında Hızır
Aleyhisselâm'ı görmüş. Fâtih Câmiinin avlusunda bir kenara büzül-
müş oturuyor, etrafını çevreleyen kalabalık ve hürmetkar ahâli: Aman
yâ Hızır, bize şu müşkülümüzün halli hakkında yardım et, diye yalva-
rıyorlarmış.
Hızır kendisinden istimdat edenlere hayretle biraz da öfkeli bir
nazarla bakarak: Mürşidinize gidip yalvar sanıza... ben de ondan emir
bekliyorum, cevâbını vermiş.
Hızır'dan söz açıldığı bir gün Hocamız, şu hikâyeyi anlattı:
- "Şeyh Kettânî Hazretleri, bir gün Harem-i Şerifin oluğu altında
oturmakta iken, yanına bir zat sokulup: Burada ne oturup duruyorsun?
İçeride, Abdürrezzak isminde bir zat, hem hadis tefsir ediyor hem de
esânîd tahlil ediyor, kalk dinle, demiş.
Şeyh Hazretleri ise kendisine bu ihtarı yapan zâta tasasızca baka-
rak: Esânîd uzun sürer, ben ise şuracıkta, Abdürrezzak'tan değil, doğ-
rudan doğruya Rezzak'tan kalbime gelen hadisleri dinliyorum, cevâbını
vermiş. Teklif sahibi: İyi ama bu sözüne delilin nedir? diye sorunca,
Şeyh Hazretleri: Senin Hızır olduğunu bilmekliğimdir, diyivermiş.
Bu cevap karşısında Hızır: Öyleyse arkadaş olalım, diye teklif
edince, Hazret: Hayır, meşreplerimiz uymaz. Zîra sen ölmemek için
Ab-ı Hızr'ı içmişsin. Ben ise her an ölmemi bekliyorum. İşte bunun için
olamaz... diye Hızır'ın yoldaşlığını reddetmiş ve Hızır da, Allah'ın ken-
disinden gizli nice sevgilileri olduğunu bir kere daha öğrenmiş."
SOHBETLER
Meclisten birisi, herhangi bir kalbin çekirdeği aşk ola, nebatı celâl
ve cemaldir, buyruluyor. Burada celâlin mânâsı nedir? diye sordu:
- "Celâl, Hakkın kahrı, bütün şekillerin, varlıkların ve vücûdun
manen eriyip, Allah'ın tecellî ve zuhuru yâni kendi yüce varlığının be-
kası demektir."
- Efendim, insanın bazen gönlünden iki türlü ses geliyor. Biri,
yalnız sevmekle iktifa et... yeter, diyor. Diğeri de yalnız sevmek kâfi mi-
dir, sevilmek de lâzım! diye sesleniyor. Acaba ikinci ses, nefsin sesi mi-
dir?
- "Nefisle ruh arasında bir perdenin, yâni ruhtan ziyâde nefse ya-
kışan bir mânânın sesidir."
-Şu halde bu ikinci sedaya verilecek cevap nedir Efendim?
- "Çok!.. Bir kere: Sen sevdiğinden gayrı mısın ki ayrıca sevilmeye
talip oluyorsun? dersin. Bana şirkten bahsetme, sus! dersin. Sevmeyi,
yâni aşkı sana veren kim, a budala? dersin, dersin, dersin!"
Deniliyor ki: Âlem bir aynadır. Mânevi arzular orada görünür.
Sen de kendi arzularını o âlem aynasında seyret ve vuslat şarabını şu
görünen dudaklarınla değil, his dudaklarınla içmeye alış! Burada ay-
na ve his dudaklarından maksat nedir?
-"Kesreti, yâni çokluğu vahdette gördüğün gibi, vahdeti, yâni birli-
ği de kesrette gör. Hiç bu iki tecellî birbirinden ayrılır mı?
His dudaklarından maksat da tecellîyi sırf mürşidinin varlığında
değil, bütün cihanda seyret, demektir."
- Geçen gün bir hıristiyanla görüşüyordum. Bana: Siz de bize ben-
zediniz, dedi. Müslümanlık nâmına müteessir oldum.
- "Niçin müteessir oluyorsun? Hıristiyan nedir? Sen onu gayrı mı
görüyorsun? Cenâb-ı Hak yalnız müslümanların Rabbi değil, cümle
âlemin Allâhı'dır. Sen isa'ya da inanıyorsun, Musa'ya da. Onlara îman
etmeyecek olursan müslüman olamazsın. Onları tasdik etmiş, fakat
10
fevklerine yükselmişsin. Onlardaki sende var, fakat sendeki onlarda
yok!
İşte irfan sofrasına dâhil olan böyle şey söylemez. Gördün mü
âlem aynasında temâşâmn nasıl olduğunu? Hiçbir şeyi Hak'tan gayrı
görmeyeceksin. Vahdette kesret, kesrette vahdet sırrı işte budur!"
- Dünyâya tapanların, kendini dünyâya kaptıranların yalnız
onun kaydına esir olanların hâlini bir misal ile izah edebilir miyiz?
Meselâ önce basit, seviyesiz ve süfli bir kimse ile dostluk kurup da son-
ra bir sultana gönül veren, tekrar bu kirli ve bayağı kimseye dönmek
ister mi? Dünya ehli de, rühânı âlemin lezzet ve saltanatından haber-
dar olmadıkları için dünyâya iltifat etmiyorlar mı? Bu zevki tatmış ol-
salar, o bayağılıklara iltifat ederler mi?
- "Sen ona yalnız bayağı, basit, seviyesiz ve süflî deme... kör, to-
pal, baştan ayağa yaralar içinde, de..."
- "Allah diyor ki, resuller arasında nur cihetiyle fark yoktur. Fark,
sâdece fazilet ve meziyet bakımlarındandır.
Âşıklar da hep âşıktır, birdir. Yalnız aralarında fazilet ve meziyet
itibariyle fark bulunur. Meselâ, kiminin sözü, kiminin kalemi, kiminin
sazı vardır. Ama esas itibariyle hepsi de aynı nurdandır ve sevdikleri
aynı maşukun güzelliğidir."
-Hazret-i Musa'ya tecellî-i tâm olmuş mudur?
- "Tecellî-i tâm Resûlullâh'a oldu. Güneşe bak... öğle vaktindeki
tecellîsi başka hallerinde var mı?"
Gece, Kandilli dağlarının arkasından ay doğuyordu.
- "Baksanıza çocuklar, ay doğuyor. İşte, şu ilk görünen parçacık,
Âdem. Biraz daha yükselince Nûh, İbrahim, Mûsâ, îsâ, nihayet bedir
hâli, zuhûr-ı Muhammed gibidir.
Şimdi bunların nur cihetiyle, yâni ay olmaları itibariyle asılları
hep birdir. Aralarında fark yoktur. Lâkin ayın henüz doğarken neşret-
SOHBETLER 11
tiği hafif ve zayıf ziya ile bedir hâlindeki şavkı bir midir?'
- "Bâzı kimseler Hazret-i Vefâ'ya gelip dediler ki: Muhiddîn-i
Arabî Hazretleri, Firavun için: Mümin olarak can verdi, buyuruyor.
Halbuki Firavunun yapmadığı kötülük kalmamıştı. Onun için de biz
onu kâfir olarak öldü biliriz.
Hazret ise bu endîşe sahiplerine şu latif ve ümitli cevâbı verdi:
"Keşke o büyük insan şu zamanda da olsaydı da benim hakkımda da
böyle bir şahadette bulunsaydı.."
İçinde çeşitli mânâlar gizli olan bu cevapta, Firavun huylu nice
kimselerin îmâna teşnelikleri ve halka karşı kendilerini dinsiz ve mün-
kir gösterirken, kendi kendileriyle kaldıkları vakit, bir mümin yalvarı-
şı ile Hakka sığınışları ve bu sığınış yüzünden de affa mazhar oluşları
îmâsı vardır."
Ehl-i Beyt sevgisinden konuşulurken, Hocamız, o saâdetli devrin
şu vak 'asını anlattı:
- "Bir gün Hazret-i Hüseyin evlâtlariyle yemek yerken, köle elin-
deki sıcak çorbayı Hazret'in üstüne döktü. Kaynar çorbadan vücûdu
müteessir olmuştu. Köleye bir şey söylemedi; fakat yüzüne sertçe baktı.
Köle suçlu ise de hem arif, hem de lütuf ile muamele görmeye alışık ol-
duğundan hemen: Allah öfkesini yenenleri sever 1 , âyetini okudu. Haz-
ret-i Hüseyin derhal: "Gayzımı yendim" buyurdu. Bundan cesaret alan
köle, bu defa da: Allah affedenleri sever 2 âyeti ile sözüne devam edince,
Hazret-i Hüseyin yine tereddütsüz: "Seni affettim," cevâbını verdi. Köle
iyice yüz bulmuştu: Allah ihsan edenleri sever 3 âyetini de okuyunca
Hazret-i Hüseyin büyük bir cömertlik ve anlayışla: "Seni azat ettim yâ
köle!" buyurdu.
İşte Ehl-i Beyt'i sevmek, onların yoluna gitmek demektir. Yoksa
kuru kuruya muhabbet iddiasında bulunmanın hiçbir faydası olmaz.
Düşünün ki kölelik müessesesinin hüküm sürdüğü bir devirde,
hizmetkârına karşı geniş haklara sahip olan bir efendi, karşısında o
hizmetkâr, sevabı dolayısiyle değil, günâhı sebebiyle hem affa mazhar
oluyor, hem de hürriyetine kavuşuyor.
1, 2, 3- Âl-i İmrân sûresi, 134. âyet: "Onlar ki, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar,
öfke(lerin)i yutkunurlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever."
12
Bir de bizi düşünün. Çoluğumuzun çocuğumuzun yanında buna
benzer bir iş başımızdan geçecek olsa ne yaparız, neler düşünür, neler
söyleriz bir hesap edin!"
Hocamız, damadı Doktor Ziya Cemâl Bey'e hitapla:
- "Ziya, Mesneviyi al, oku bakalım." dedi.
Ziya Bey; neresinden okuyayım efendim ? diye sordu.
- "Ortasından oku, başından oku, nihayetinden, neresinden ister-
sen oku! Çünkü hepsi aym noktadır!"
Hocamız, elinde tuttuğu başı topuzlu bastonu, ufkî olarak parma-
ğının üstüne yatırmıştı. Topuz ağır çektiğinden, bastonun bir tarafı kı-
sa, diğer tarafı uzun kalmıştı ve ancak bu suretle denge sağlanmıştı:
- "Bakın, bastonun şu tarafındaki parça, öteki tarafındakinin iki
misli... neden?" diye sordu.
- Çünkü o tarafta akıl var.
- "Evet, doğru akıl var."
Hocamız sahilde yanan kırmızı feneri göstererek:
-"Şu fenerin kırmızılığı nereden geliyor?" dedi ve devam etti:
-"Şüphesiz ışıkta renk yok... kâh yeşil zarf içinde yeşil ışık kâh
kırmızı zarf içinde kırmızı ışık veriyor. Kabahati kime bulalım? Zarfa
değil mi? Peki ama onu da böyle boyamışlar..."
İspanya târihinden bir parça okunuyordu, ispanya'da bir kilit
varmış. Kraliyet ananesinde ötedenberi bunun açılmaması adetmiş.
Bu kilit açıldığı takdirde İspanya'nın zevale ereceği kanâati mevcut-
muş.
- "Umûmun kanâati hâline gelmiş sözlere ehemmiyet vermelidir.
Her şeyin sebebi böyle basittir. Meselâ insan da öyle değil mi? Onun da
vücûdunun sebebi ne kadar basittir...
Koca Cihan Harbinin ilk noktası, bir Arnavut mebusuna, Mebû-
san Meclisinde bir tokat vurulması olmuştu. Çünkü Arnavutluk, Avru-
pa'nın bize karşı çivisi idi. O çivi sökülünce her şey alt üst oldu.
SOHBETLER 13
Lehlilerde de bir kanâat vardı. Türk askeri Vistül Nehrinde atla-
rını sulayınca Lehistan istiklâline kavuşacak! derlerdi. Filhakika Ci-
han Harbinde Türkler Galiçya'dan geçtiler ve Vistül'den atlarını sula-
dılar, Lehistan da istiklâline kavuştu.
Sonra Yunan Kralı Alexandre bir gün maiyetinden iki kişi ile ara-
bada giderlerken, üçü aynı kibritten sigaralarını yaktılar. Bunun üzeri-
ne kral; üçümüzden birimiz öleceğiz, çünkü aynı kibritten sigara yak-
tık, dedi. Gerçekten de bir iki gün sonra kralı maymun ısırdı ve öldü.
İşte bu gibi sözler bir çoklarına mânâsız gelse de, umûma mâl ol-
muş ve benimsenmiş olması bile üstlerinde durulmasını gerektiren bir
sebeptir."
- Kadınlık eski ihtişam ve kudretini kaybetmedi mi Efendim?
- Kadınlık, deme... kadınlar... de! Asıl kadınlık, bütün ihtişam ve
kudretiyle hep o, hep ayakta!
Kadınlık ne büyük bir mazhariyete nail olmuştur. Kadınlık, aşka
mazhar olmuştur. Erkek ona niçin meclûb oluyor? Çünkü mazhar-ı
aşktır.
Kadın dünya gibidir. Nasıl ki dünyâda bir cihet gündüz olduğu va-
kit bir cihet mutlak gecedir. Kadınlığın da bir tarafı nur, bir tarafı zul-
mettir."
Eskiden inkâr edenlerin daha az olduğu fikri üstünde konuşulu-
yordu:
- "Canım bilmiyor musun? Eşya, gece karanlığı çöktüğü vakit gö-
rünmez olur. Zulmet her şeyi örter, göstermez. Mevcut olan bu eşyanın
görünmemesi ile yok olması mı lâzım gelir? Ancak güneşin aydınlığı
zuhur edince bu gözden silinmiş varlıklar aşikâr olur.
Bunun gibi, şimdi de gecenin örttüğü şeyler meydana çıktı
vesselam!"
- "İrfanı olan kimsenin yaşlandıkça kıymeti azalmaz, bilâkis ar-
tar. Meselâ bir kıymetli eşya bir bahâ biçilmez halı gibi ki bunların es-
kiliği kıymetlerini arttırır.
Ama irfanı olmayanların ömürlerinden geçen seneler, onların eski
kıymetlerini de alır götürür."
14
Hocamızın, kendisine selâm gönderdiği bir kimsenin bu selâmı
nezâketle kabul etmeyi bilemediğinden bahis edilirken, herkesin canı
sıkıldı ve bu adamın esasen çok kaba bir kimse olduğu söylendi.
Ken'an Rifâî, bütün bu konuşulanları, canının sıkıldığını ihsas
eden bir sükûtla dinledikten sonra:
- "Niçin o adamı ayıplıyor, kabalığını söylüyorsunuz? Bunu yap-
makla asıl siz kendiniz kaba oluyorsunuz," dedi ve etrâfındakileri pro-
testo edici tutumu ertesi güne kadar devam etti ve aile tekrar aynı saat-
te toplandığı zaman Mesnevi defterini isteyerek şu kıssayı okudu:
- "Resûlullah (s. a.) Hazret-i Ebû Bekir ile bulunduğu bir sırada
içeriye bir adam girdi ve Ebû Bekir Hazretlerine ağır sözler söyledi.
Resûlullah Efendimiz Hazret-i Ebû Bekir'in ses çıkarmadığını görünce
tebessüm buyurdular. Fakat adam işi azıtıp daha kötü konuşmaya baş-
layınca Hazret-i Ebû Bekir de cevap vermeye başladı. Resûlullah Efen-
dimiz ise iş münâkaşaya dökülünce meclisi terk etmek üzere yerinden
kalktı. Vaziyetin ciddiyetini anlayan Ebû Bekir: "Aman Yâ Resûlullah,
beni niçin huzurundan mahrum ediyorsun, diye yalvarmaya başlayın-
ca: Yâ Ebû Bekir, önce sükût ettin, bir melek geldi. Sonra söylemeye
başladın, bir şeytan geldi. Şeytanın bulunduğu yerde enbiyâ bulun-
maz! buyurdular."
insandaki kudret ve kabiliyet konuşuluyordu:
- "Aşikâr ki insan, büyük işlerin, büyük kudretlerin sahibi... vahşî
hayvanlardan tutun da tabiatın en zorlu kuvvetlerini emrine râm et-
miş, emrinde, hizmetinde, keyfinde kullanıyor. Yeryüzü gibi gökyüzü
de elinin altında ve buyruğuna tâbi...
Allah insana bütün hârikalı icatlarını meydana getirebilmek için
ne büyük bir kudret ve kuvvet ihsan etmiş. Fakat bu kudret ve kuvve-
tin gerçekten kimin olduğunu görmek isterseniz, mezarlara bir bakın...
o gururlarından dünyâlara sığamayan azamet sahiplerinin kudret ve
kuvvetleri geldiği yere dönmüş, Hakk'a rücû etmiştir.
İşte, zahir de benim, bâtın da benim, kahhar da benim, cebbar da
benim. Öldüren de dirilten de gene benim, diyor Allah.."
SOHBETLER 15
Dünya ehlinin vefasızlığından bahsediliyordu:
- "Elbet Allah'tan başka kimsede vefa yoktur. Bir de Allah yolu-
nun yolcularından başka.. Dünya ehlinin dostluğu, büyük bir balona
benzer. Küçük bir iğne batırılınca hemen sönüp gider. Onun için bu
dünyâda cefâ görmek istemeyenler, dünyâdan ve dünya ehlinden vefa
beklememelidirler."
Mecliste, evliyadan bir kimsenin denizi posteki üstünde geçtiğin-
den bahseden bir yazı okunmuş olduğu ve bunun mümkün olup olma-
yacağı konuşuldu:
- "Ehlullâhm bu gibi hârikalarından bahsetmek abes, hattâ ayıp-
tır. Çünkü onlar: Ve hüve alâ küllü şey'in kadîr 1 sırrına mazhar olmuş-
lardır. Binâenaleyh isterlerse her şeyi yapabilirler. O her şeyden bir
zerreyi ayırmak, kudretlerine noksan düşürmek demektir.
Fakat sırf bu çeşit sözlerden hoşlanıp irfana âit şeylerden hazzet-
meyenlerin dillerine mucizeler, kerametler dolanmıştır. Çünkü seviye-
leri bu basit sözleri söyleyip dinlemekten ileri geçememiştir. Şayet ir-
fana ve hikmete dâir bir söz söylense anlamazlar, hattâ uyuklamaya
başlarlar.
Mucizenin en büyüğü, kalpleri teshir etmek, onlara hâkim olmak-
tır. Bu da ancak kâmil kişi harcıdır. Yoksa havada uçmak mucize olsa,
kargalar da uçuyor. Denizde yüzmek mucize olsa, balıklar da yüzüyor.
Hint fakirlerini görmüyor musunuz? Neler, ne acayip ne garip fevkalâ-
delikler meydana getiriyorlar. Fakat hangisi bir kalbe hâkim olabiliyor,
onu beşeri ve nefsânî kirlerinden temizleyip arıtabiliyor? Halbuki dâva
kalplere hükmedebilmekte... Ama sen bu sözleri, o keramet düşkünleri-
ne istediğin kadar söyle, anlamazlar. Zîra fikir ve duygu seviyeleri an-
lamalarına elverişli değildir.
Ne yazık ki çok kimseler, ruhlarının ve nefislerinin tasfiyesini bir
tarafa bırakıp ehlullâhın kerametlerini sayıp sıralamakla vakit ziyan
edip dururlar. Nitekim yine aynı insanoğlu, sinesinde kurulup oturmuş
Yezid'i bırakır da, Muâviye'nin oğlu Yezide lanetle vakit geçirir, vah o
zavallılara!"
- "Dün Münîre Hanım sormuştu: Dervişlerin sağı solu olmaz, der-
ler. Bu ne demektir? diye.
1- Mâide sûresi, 120. âyet; Hûd sûresi, 4. âyet! "O (Allah) her şeye kadirdir.
16
Ben de dedim ki Allâhu nûru's-semâvâti ve'l-ard.. âyetinde buyu-
rulan zarf, kandil vücuttur. Yağ, ruhtur. Fitil kalptir. Şavk ise şarkı
garbı olmayan nurdur. Bir kimsenin kalbinde bu nur uyandı mı, ona
sağ ve sol olmaz. Fakat bunu da değme kimse idrak edip bu mânâya
arif olamaz. Ne kadar açık ne kadar berrak olarak anlatsam yine de
ifadesiz kalır. Halbuki irfan sahibi bir derviş için bu ve emsali hakikat-
lerin anlaşılmaz bir tarafı yoktur."
- "Server 2 söylüyordu. Geçende bir kızı bir zabite nişanlamışlar.
Fakat sonradan bu adamın katil olduğu, bir neferi öldürmüş bulundu-
ğu meydana çıktığından nisam bozmuşlar.
Halbuki aynı adam, muharebe meydanında bir prensip uğruna,
memleketin ve kânunların emriyle yüzlerce kişi öldürmüş olsa da onu
kimse mes ul etmez. Hattâ bu zabit, bir neferi, muharebe meydanından
kaçarken görüp de vurmuş olsa yine de mesul ve mahkûm olmaz. Fa-
kat şahsî bir sebep yüzünden öldürünce katil olur.
İşte bu anlayış noktasından cüz'î irâde meselesi çıkıyor. Allah,
herkese bir vazife vermiştir, ki bu vazife, o kimsenin sırât-ı müstakimi-
dir. Eğer bu vazifeden sapıtacak olursa, o sırattan yuvarlanıverir. Me-
selâ o zabitin salâhiyeti kendisine bildirilmiş, şunu yapabilirsin bunu
yapmazsın, denilmiş olduğu halde, bu salâhiyet hududunu kırıp hârice
çıkması, cüz'i irâdesini başı boş bırakmış olması demektir.
Bunun gibi Allah da sana her bir hakikati söyleyip göstermiş oldu-
ğundan neden ona göre hareket etmiyorsun?
1- Nûr sûresi, 35. âyet: Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı, sanki
içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça
(kandil) de sanki bir inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de,
battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakı-
lır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık
da) nûr üstüne nurdur. Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur. Allah insanlara
meseller irad eder. O her şeyi hakkıyle bilendir."
2- Ken'an Rifâî Hazretleri nin Galatasaray Sultânîsi'nde, on sene aynı sınıfta arkadaş-
lık ettiği Farmakoloji Profesörü Doktor Server Hilmi Bey, her türlü çocukluk yara-
mazlıklarını ve yıllar süren mektep hayâtını müştereken geçirdikten sonra, her ikisi
de gençlik çağına geldiklerinde, genç doktor, karşısında Hak kitabının bir canlı ve
yaşayan tefsiri olan bir ilâhî âbide görmek nasibine erince, geçmiş çocukluk devrinin
hâtıralarını bir kalemde silerek, bu iki arkadaştan biri mürşit, diğeri de mürit ola-
rak, ilâhî ve kudsî bir sevgi ile sonuna kadar biribirlerine bağlı olarak yaşamış ve
Doktor Server Hilmi Bey'in ahlâkî kemâli, mürşidinin fazilet ve cemâli içinde olgun-
laşarak çevresine örnek insan tipini vermiştir. Böylece de bir üst seviye insanı olan
Doktor Server Hilmi Bey'in, son vazifesi olan Eczâcı-Dişçi Yüksek Okulu Müdürü
iken, mürşit-mürit sevgi ve bağlılığı ebediyette devam etmek üzere ölümle sona er-
miştir.
SOHBETLER 17
Şeytan, âhirette ateşten bir kürsü üzerinde oturacak. Kendisine
tâbi olmuş bulunanlar da onu başlarına gelen felâketlerin mesulü gö-
rerek, gidip ağızlarına geleni söyleyecekler. Şeytan ise kendisini suçla-
yanlara; sizi zorla fenalıklara sürüklemedim, sâdece teşvik ettim. Be-
nim sözlerim size tatlı geldi, hoş geldi. Halbuki karşınızda Kuran da
vardı. Neden onu dinlemediniz de beni dinlediniz? Saklamayın, itiraf
edin. Çünkü benim sözlerim nefsinizi okşadı, şu halde beni levm edece-
ğinize kendinizi levm edin ve başımdan çekilip gidin, diyecek.
İşte levh-i muallak denen, değişen kader, insanoğlunun cüz'î irâ-
desini kullanma tarzına ısmarlanmıştır. Böylece de bir şeyin husulü bir
fiile bağlı kılınmıştır.
Hani Hazret-i Ali camiye girerken atını bir adama emânet etmiş
de, adam da Hazret'in geciktiğini görünce atın yularını satıp bekleme
hakkını almıştı. Halbuki Hazret-i Ali adamı fazla beklettiğini düşüne-
rek o yular parası kadar bir para ile camiden çıktığı zaman yuların sa-
tıldığını görmüş.
İşte o adamın rızkını Allah evvelinden ihsan etmiş, fakat bunun
helâlden veya haramdan olmasını kendi cüz'î irâdesine bırakmıştır.
Bunu bilerek sana düşen de, irâden dümeninin başında uyanık bulun-
mandır."
- Cenâb-ı Hakk'ın iki âşıktan birine zâtıyla, diğerine ise sıfatiyle
tecellî etmesinin sebebi nedir?
- "Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yâni kabına göredir. Bu
kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçir-
sen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle; doldum, diyerek geri
kalan akıp gider. Keza bir kazan, bir havuz ve ilh... için de aym kânun
hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar...
Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir finca-
nın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.
İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî
vâki' olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış ol-
sa, Hazret-i Resûl-i Ekrem: Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyle bileme-
dik buyurur muydu?''
- "Tarîk nedir ve nereden alınmıştır dersek, tarîk, sâliki maksû-
duna, müridi muradına cüz'ü küllüne kavuşturan yola derler ki, Resul-
18
i Kibriya (s. a.) Efendimiz Hazretleri tarafından gösterilmiştir. İşte de-
ğişik ve çeşitli suretlerde görülür olan ve fakat hakikat cihetiyle birbi-
rinden asla farkı bulunmayan yollar birdir ve hepsine birden Tarîkat-i
Muhammediyye denilir. Şeriat kavlim, tarikat hâlim, hakikat re'sü'l-
mâlimdir, sözlerini Resûlullah Efendimiz buyurmuşlardır.
Beytullah'a gitmek için yollar bir midir? Şüphesiz ki hayır. Zira
dünyânın her tarafından Kabe'ye giden bir çok yollar vardır. Afri-
ka'dan, Asya'dan, Avrupa'dan, Amerika'dan gidecek hacıların yolları
hep ayrı istikâmetlerden geçer. Fakat bütün bu yolların toplandığı
merkez ve maksut birdir ki, o da Beyt-i Muazzamdır.
Bu yollar hacca niyet eden kimsenin bulunduğu yere göre nasıl
uzun kısa, güçlüklü veya kolaylıklı oluyorsa, tarîkler de böyledir ki
sâliklerin ezelî istidatlarının genişlik veya darlığı, güçlüğü veya kolay-
lığı derecesiyle mütenâsiptir.
Tarîk, esas cihetiyle bir olunca, şüphesiz bu yollarda rehber ve de-
lil olacak zatlar da, aynı ruhu, aynı irfan ve bilgiyi hâiz olmak hasebiy-
le yine birdirler ki bunlar da, yukarıda söylediğimiz veçhile büyük öğ-
reticinin tâlim ve terbiyesini gören ve onun kemâline ve kemâle erişti-
riciliğine vâris olan kâmil insanlardır. Yoksa insan taslakları değil. İş-
te bu zatların çokluğu hakikatteki birliklerine mâni değildir ve arala-
rında da fark yoktur. Öyle ki ayrı ayrı cisimlerde tek ruhturlar. Onun
için Cenâb-ı Hak, peygamberleri hakkında: Resuller arasında fark yok-
tur, 1 buyurur.
Bütün bu söylediklerimizden çıkan netîce şudur ki insanın
dünyâya gelmesinden maksadı, bu yetiştirici ve tamamlayıcı kâmil ki-
şiyi bulup terbiyesine girmektir. İş, Kadirîlik, Rifâîlik, Mevlevîlik'te de-
ğil, insan bulmaktadır. O insan bulundu mu, her şey bulundu demek-
tir. Yeter ki onu kendimize rehber, pîşvâ ve imam bilelim. Bakî
Allah'ın rızâsıdır."
Kalp krizi geçiren bir hanımın hayâtından ümit kesilmiş olduğu
konuşuluyordu:
- "Bu, Allah'ın bileceği bir iş... ister yaşatır, ister yaşatmaz..." de-
dikten sonra, hocamız şahidi olduğu şu vak'ayı anlattı:
- "Manastır Maarif Müdürü bulunduğum sıralarda, îdâdî talebele-
rinden bir çocuk, arkadaşını tabanca ile başından vurmuştu. Vakanın
1- Bakara sûresi, 285. âyet: "Lâ nüferruku beyne ahadin min rüsülihi".
SOHBETLER 19
ciddiyeti karşısında mektebin müdürü bana sığınarak asayişi temin
edemiyorum bana yardım ediniz, diye haber gönderdi. Gidip çocuğu
gördüm, talebeyi yatıştırdım. Vurulan çocuk kanlar içinde yatıyordu.
Kafatasından parçalar elimize geliyordu. Fakat henüz ölmemişti. Dok-
torlar, artık yaralıdan hayır olmadığını, ölmesinin bir an meselesi bu-
lunduğunu söylediler. Her şeye rağmen çocuğu hastahâneye kaldırttım.
Koma hâlinde birkaç gün yaşadı. Üstelik bu arada yılancık olup yüzü
de şişmedi mi? Bütün bu öldürücü arızalara rağmen, herkesin hayreti
karşısında çocuk, günler geçtikçe iyiliğe doğru gidiyordu. Nihayet bir
zaman oldu hemen tamâmiyle iyileşti. Yalnız konuşma melekesini kay-
betmişti, dili söylemiyordu. Bunun için de harflerden mürekkep bir lev-
ha yaptım. Böylece de çocuk, arzularını harfleri göstererek ifâde ediyor-
du. Bir gün yine hastahâneye gitmiştim. Levhadaki harfleri gösterir-
ken üzülüyor, konuşmak istiyor, muvaffak olamıyordu.
Söyle oğlum, söyle, dedim. Allah'ın izniyle birden dili çözülüverdi
ve konuşmaya başladı.
Bilmelisiniz ki Allah ne dilerse o olur. Onun öldürmek istemediği-
ne kimse bir şey yapamaz."
Anî kalp krizi geçirerek hastalanmış olan bir hanıma, bir arkada-
şının hizmet ve fedâkârlığından bahsedildi. Doktor Server Bey:
- Ne iyi, ne hayır sahibi kadın!
- "Yalnız iyi sıfatıyle tavsif edilemez., sultan... Şunu bil ki her der-
vişin mutlak bir meziyeti vardır. Ama şu, ama bu... dervişlerin, diğer
bir söyleyişle irfan yolu yolcularının bu iyilikler, güzellikler yoldaşıdır."
Doktor Server Bey:
- Dervişim diyene gülesim gelir, sözü bu gibiler hakkında olmasa
gerek..
- "Onlar, o gibiler, derviş değil çerviştir. Bu yola her girenin der-
viş olması lâzım gelmez. Her mektebe devam eden talebenin mezun
olamadığı gibi... Meselâ, bir talebe, herhangi bir sebeple mektebi terke
mecbur olur veya kovulur. Ya da kabiliyetsiz veya ahlâksız, yahut da
hastadır.
Hattâ mektebi ikmâle muktedir olanlar bile derece derecedir. Ki-
mi pekiyi kimi orta kimi zayıf olarak mezun olur. Fakat her ne kadar
düşük derece de almış olsa yine de mezun denir, bu suretle de istenen
elde edilmiş olur."
Doktor Server Bey:
20
- iş, o kâmil hocayı bulmakta ve onun da talebesini sevmesinde..
- "Hayır, kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin. Eğer ona
küllî bir teslim ile teslim olmazsan ve bu istidat ve kabiliyet sende bu-
lunmazsa nafiledir.
Meselâ hoca talebesine, mektebe tam sekizde gel ve filân kitapları
da al! deyip de talebe kendi aklınca: Beni sekizde çağırdı ama, sekiz er-
kendir, dokuzda gideyim, diyerek, üstelik de kendi bildiği kitapları ala-
rak mektebe gidip hocanın anlattıklarına ve öğrettiklerine dikkat et-
mezse buna üstat ne yapsın?"
Server Bey:
- O isterse taşı da altın eder.
- "Evet ama o taşta da altın damarı olmalı... bir de ihsan olarak,
yâni geçici bir zaman için bir imkân verilmiş olsa da, aslına rücû edip
gider.
İşte, her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak olacağına dâir
eline hüccet verilmediği gibi, her sülük eden kimse de dervişlik şaha-
detnamesi alamaz. Fakat gerçekten derviş olan kimsede de demin zik-
rettiğimiz meziyetlerin bulunması pek tabiîdir."
- "İşte çocuklar, vücut, âlemin bir eşidir ve insan, kâinatın
mânâsıdır. Fakat onun bâtınını anlamaya imkân yoktur. Denizler mü-
rekkep, ağaçlar kalem olsa onu beyânda yine tükenir ve kâmil insan'ın
hakikatini asla îzah edemez. Onun zahirini bile anlamak ne kadar
müşkül... dağlar, dereler çeşit çeşit mâdenler hep onda mevcuttur. Mi-
denin bağırsakların bir laboratuvar olan karaciğerin o kan deveranının
ne hayrete şayan vazifeleri var.
Vücûdun fizyolojik hârikalarını herkesten iyi bilen kimseler he-
kimler, bu azamet karşısında: Aman yâ Rabbî ne büyüklük! diyecekleri
yerde bir çokları biz doktoruz, Allah'a inanmak, inşallah diyerek kud-
ret ve kuvveti Hak'tan görmek bize yakışır mı? diyorlar. İşte bu da
Allah'ın bir azameti! Güneşi gördüğü halde güneş yoktur, diyor. Fakat
gerçekten güneşi görüp ona inananlar, bu gururları içine hapsolmuş
kimselere acıyarak gülüyorlar. Her şey zıddıyla bilinir, mefhumunca,
bunların inkârları da bir çoklarının îmanlarını takviye ediyor."
Elindeki gözlük kutusunu göstererek:
- "Şu belli bir iş için yapılmıştır. Bunun içine şeker koyamazsın.
Şu basit eşyayı bile düşünüp tasarlayan bir akıldır. Ya bütün kâinatı,
SOHBETLER 21
her şeyi denizleri, dereleri, dağları, tepeleri, mâdenleri, nebatları ihtiva
eden insanı nasıl olur da bir akıl îcat etmemiş olur? İşte onun mucidi
de akl-ı küldür, yâni Allah'tır."
Meclisten birinin bir kimsenin dinsizliğinde?! bahsetmesi üzerine:
- "Merak etme oğlum, Allah'ın nuru hiçbir vakit örtülmez. Görmü-
yor musun yağmur, kar yirminci asırda da yağıyor. Hiç bu asırda böyle
şey olur mu, diyebiliyor musun?"
- "Mustafa Bey 'e 1 dedim ki: Görmüyor musun bir baba iki yaşın-
daki çocuğuna nasıl muamele ediyor? Kucağına alıyor, okşuyor hattâ
sırtına bindirip gezdiriyor. Fakat büyümeye başladığı vakit aynı
müsamahayı gösteriyor mu? Büyümüş bir çocuğa bebekliğinde gösteri-
len alâkanın devamı, yaşının gerektirdiği terbiye, disiplin ve tahsilden
hayır bırakmaz."
- Söylediğiniz misal çok hoş... fakat bana öyle geliyor ki o terbiyeci
çocuğu üzmekten, onun enîninden ve göz yaşından da hoşlanıyor. Bili-
yor ki bu ağlamalar, onun kemâline vesile oluyor.
Amma bâzı çocuklar da vardır ki her iltifata mütehammil...
- "Fakat onlar pek nâdirdir. Biz umûmî kaideden bahsediyoruz."
- "Tarikat, asker ocağı gibidir, bilmiyor musunuz semahanelerde
sancaklar, mıtripler vardı. Askeri yüreklendirmek için nasıl mehter-
hane veya mızıka çalınırsa, burada da kudümler, mazharlar çalınır,
neyler üflenirdi.
Sonra, asker ocağındaki onbaşılara, çavuşlara, zabit ve kuman-
danlara karşı dergâhlarda mertebe silsilesine göre, nukabâ, nücebâ,
halîfe ve nihayet mürşit gelirdi. Ve bir asker bir nefer nasıl doğrudan
doğruya kumandanlarla temas edip laubali olamazsa ve onun emrinde
olan bir takını rütbe sahiplerinin terbiye ve idaresinde bulunursa, yeni
tarîkate girmiş bir sâlik de aynen böyle idi. O da, kumandanı ile doğru-
dan doğruya temas edemeyen bir asker gibi, laubali olup seyrine engel
olmaması için, doğrudan doğruya mürşidi ile temas edemezdi."
1- Mustafa Şerif Bey, Kenan Rifâî'nin manevî evlâtlarından bir deniz albayıdır.
22
- "Bugün Avukat Mustafa Rızâ Efendi 1 geldi. Söz arasında bir ar-
kadaşının, kelâm ilmine göre Cenâb-ı Hakk'ın ancak sıfatını bilebilece-
ğimizi zâtını ise bilemeyeceğimizi söylediğinden bahsetti. Kendisinin
ise bu arkadaşa; Cenâb-ı Hakkin sıfatını dahi bilemediğimiz, cevâbını
verdiğini ilâve etti ve meselâ şu asırda Hakkin sıfatından olan sabır
kemâliyle tecellî ettiği halde aklımız bunu bile kavrayamıyor. Allah'ın
halîfesi olan ehlullah kendilerine reva görülen her türlü muameleye
sabrediyor. Amma benim havsalam bu işi almıyor, dedi.
Rıza Efendiye cevap verdim, dedim ki: Allah'ın sıfatları ile bu
oluş, bu dünya alemindeki sıfat bir değildir. Kendisine, halı üzerindeki
güneşi gösterdim ve: Bu nedir, güneşin kendisi mi? Hayır şuâı. Fakat
buna rağmen yine de güneş diyoruz. Halbuki güneşin aslına gözün bile
tahammül etmez. Şuamın içinde ise yüzüyorsun. İşte hakikat ve oluş.
İşte Allah'ın sıfatı ile ondan bir şule olan insandaki sıfat arasındaki
fark!
Rivayet olunur ki Muhiddîn-i Arabî Hazretleri zindanda iken hay-
ranlarından biri sürüne sürüne gelerek hazrete, tevekkül, kanâat, sa-
bır ve affın hakikatlerini sorar.
Hazret-i Muhiddîn: Yarın gel de birincisine cevap vereyim! buyu-
rur ve o zat, birinci müşkülüne cevap almak üzere zindana geldiği za-
man Muhiddîn Hazretlerinin bir kuru ekmeği yemekte olduğunu gö-
rür. Çok üzülerek bu derece sabrının sebebini sorar. İşte o esnada haz-
retin bir işaretiyle bir âlem açılır ve mükellef sofraların kendisi için ha-
zırlanmış olduğunu görür. O zaman hazret; o zâta hitap ederek: Elimi-
zin altında neler olduğunu gördün mü? Amma bizi buraya gönderen
Hak'tır. Zindanda da yenen gıda ise bu kuru ekmektir. Onun için hâli-
mizin ve mevkîmizin icapları hilâfına hareket etmeyiz. Hak'tan gelene
tevekkül eder ve sabreyleriz, buyurur.
İkinci gün o zat yine zindana gelir. Bu defa da hazreti zincirler
içinde görür ve teessür ile düşünürken Muhiddîn Hazretlerinin zincir-
lerini silkeleyip parçaladığını ve önlerinde güzel bir sahil belirdiğini bir
kayığın ise kendisini kaçırmak üzere hazır beklediğini görür. Hazret bu
teklifi de reddeder.
Üçüncü gün o zat tekrar zindana geldiğinde Hazret-i Muhiddînin
vefat etmiş olduğu haberini alarak ağlaya ağlaya evine döner.
O gece rüyasında, âlem-i hasrı görür. Hazret-i Muhiddîni zindana
koymaya sebep olan kimselerin zincirlerle bağlı olarak cehenneme sev-
kedildikleri hazretin ise bunların arkasından koşarak: Yâ Rabbî, bun-
1- Mustafa Rızâ Efendi, eski İstanbul kadılarından bir zat.
SOHBETLER 23
lar benden evvel cennete girmedikçe, ben senin cennetine giremem!
diye yalvararak onları şefaat ve affına mazhar ettiğini görür. İşte o za-
man kendisini zindanda ziyaret edip sual sormuş olan zâta dönerek:
Gördün mü oğlum, bu da affın hakikatidir! der.''
- "Beşer, ne eski filozofların dediği gibi Allah'tır, ne de yenilerin
dediği gibi sur homme yâni insan üstüdür. Beşer Allah olamaz. Bak ne
diyoruz.
Ey mazhar-ı mürşitte tecellî eden Allah!
Fakat o kimsenin vücûdunu ilâhî tecelliyat yakmış, yâni kalıbını,
cismini, benliğini kendinde fânî etmişse, o vakit beşer Hak'la bakî ol-
muş, ondan Hak tecellî etmiştir. Güneşin zuhurunda idare kandili hü-
kümsüz kalır."
- Peki efendim, bu daimî tecellî o zâtın cismine zarar vermez mi?
Yâni bu tecellî ile yanıp harap olmaz mı?
- "O kimse bu tecellîden esasen yanmıştır da ondan sonra o hâle
mazhar olmuştur. Artık onun yanacak yeri olur mu? Gerçi o zâtın orta-
da bir bedeni vardır, fakat varlığından eser kalmamıştır."
- Buyuruluyor ki: Ruh gülerse nefis ağlar; nefis gülerse ruh ağlar.
Bu, ikilik hengâmındaki bir hal.. Halbuki birlik âleminde kim güler,
kim ağlar?"
- "Vahdet âleminde ne gülmek vardır ne ağlamak. Uzlete çekilmiş
bir kimse, dışarıda davullar ile asker çağrıldığını işitmiş. Nefsi ona:
Kalk, ne duruyorsun? Din uğrunda harbe git... ya gazi olursun ya şehit!
demiş.
Nefsinin bu teşvikine karşı bu zat: Ey nefsim, hayır için beni teş-
vik etmezsin. Bu işten maksadın nedir? diye sorunca, nefsi: Eğer
muharebede ölürsen, ölüm bir keredir, kurtulurum. Çünkü sen beni
her an yerden yere vurmakla durmadan öldürüyorsun! demiş.
İşte nefis ve ruh ayrı ayrı âlemlerde iken bu çekişmeler eksik ol-
maz. Halbuki birlik âleminde bunların hiçbiri yoktur."
Ölüm ve ölüm ötesinden konuşulurken:
24
- "Ölüm, insanın ilmî kazançlarının imtihan yeridir. Herkes oraya
imtihan edilmek üzere gider, tâ ki burada tahsil edilmesi icap eden
ilimden cevap versin, diye...
Eğer kendisine tevcih olunan suallere gereken cevâbı verebilirse
daha âlâ mevkilere, yükselir. Yok eğer cevaptan âciz kalır da dönerse
cehenneme gider. Yâni cehennem gibi olan hicran ve firaka atılır.
İmtihana çekilenler de üç kısımdır. Tıpkı talebenin çalışkan, orta
ve tembelleri olduğu gibi... çalışkan talebe, sorulan suallere kolaylıkla
cevap verir: Sâdıklar ve âşıklar gibi. Ortalar, müminlerdir. Tembeller
ise kâfirler."
- Filozoflar: Felsefe, ölüme hazırlanmaktır, diyorlar.
- "Doğru, fakat çok defa ilmen bilip de tatbik edemedikleri bir
söz... gerçi bu düşünen kimselerin, bu tefekkür erbabının içlerinde bir
kaynama, hakikati bilmek için bir merak ve hareket olduğu muhak-
kak. Fakat bu kıpırdanış, ilmi ile âmil olmak ilminin gerektirdiğini iş-
lemek demek değildir. Onun için sırasında filozofun bilgisi, değil başka-
larını, kendini dahi tatmin edip huzura kavuşturamaz.
Meselâ insanlar eski zamanlarda yaprakla, deri ile setr-i avret
ederler ve barınmak için de ağaç kovuklarına mağaralara girerlerdi. Ne
için? Hep kendilerine uygun yaşama şartlarının temini için değil mi?
Fakat ne ibtidâî ne basit vâsıtalar ile... Bugün ise sıcakta ve soğukta
giymek üzere ne kadar çeşitli kumaşlar ve bu kumaşlardan yapılmış
türlü türlü ne elbiseler var. Keza bugünün köşklerinde, konaklarında,
saraylarındaki rahat ve düzen ile ağaç kovuğundaki emniyetsiz ve hu-
zursuz barınış bir midir?
İşte filozofun külli akla yol bulamamış cüz'î aklı ile, ehlullâhın
külli aklın azameti içinde fâni olmuş aklı arasındaki fark! En fazla bil-
diğim, aczimi bilmekliğimdir demiş olan filozoflara zamanlarının en-
biyâ ve evliyası demek yerinde olur."
Bir kimsenin Hakk'ı unuturcasına kendine güveninden bahsedili-
yordu:
- "İnsanda güvenecek ne vardır? Öyle ki içindeki âzâya bile hâkim
değilsin. Uzviyetinde bir intizamsızlık olsa ona bile mâni olacak kudre-
te sahip değilsin. Hattâ ve hattâ kendini bile görmekten âcizsin. Şâirin
dediği gibi:
Münferit vâsıta-i rü'yet iken
Göremez kendisini dîde bile
SOHBETLER 25
O halde nasıl olur da, Hakkın irâdesine kafa tutabilirsin? Yapan
Allah'tır. O murat etmedikçe kimsenin bir şey yapmaya iktidarı yoktur.
Ahvâl-i âlemi dalga gibi bil... kâh o tarafa kâh bu tarafa çarpan bir dal-
ga gibi... evet kâh sana meyleder kâh ona. Halbuki ne sende bir şey
vardır ne de onda... Binâenaleyh büyük söz söylememeli ve yapmak is-
tediğin bir şeyi Allah isterse yapacağını bilmelisin."
-Her âşıkta irfan olur mu efendim?
- "Âşıkm irfanı olmamak kabil midir? Fakat bunlar birbirlerinden
bâzı meziyetlerle seçilirler. Meselâ, bâzısında ifâde kudreti fazla olur,
bâzısı ise hiçbir hissini ifâde edemez. Lâkin onun da hâli her şeyi ifâde
eder.
Evet her âşıkta irfan olur mu, diyorsunuz. Tabiî olur, zîra aşk her
güzelliği kendinde toplamıştır. Aşk demek, âşıkın maşukunda yokluğu
demektir. Zâten yok olmayan da âşık olamaz.''
- Efendim, hadîs-i kudsîde buyruluyor ki: Ben âşıkların canlarını
tenlerine sımsıkı bağlarım. Eğer bağlamamış olsam, şevklerinden bir
dakika dünyâda duramayıp bana doğru atılırlar.
- "Sözün tefsire göre mânâsı vardır. Evet doğrudur. Âşık, dâima
aslî vatanını özler.
Her şeyde olduğu gibi âşıklar arasında da derece farkı vardır. Bir
gün Resulullah Efendimiz (s.a.)e sormuşlar: Yâ Resulallah kaç günde
bir ziyaretinize gelelim? diye. Haftada bir geliniz. Sizin de beni, benim
de sizi göreceğimiz gelsin! buyurmuşlar.
Âşıkların biri de aynı suâli sormuş. Ona: Sana zaman yoktur, ne
vakit istersen! buyurmuşlar.
Âşık huzura her zaman lâyıktır. Çünkü huzura lâzım olan edeptir.
Gerçi âşıkta edep yoktur. Fakat aşkı edeptir.
Halbuki herhangi bir sâlik mürşit huzurunda bir kötü zanda bu-
lunsa, şeriatça kâfir olmasa da, tarikat kâfiri olur. Âşıktan ise bu gibi
ters ve kötü vehimler ve zanlar sâdır olmaz. Çünkü o vücûdunu silmiş,
silip lâ "yok" olduğu için âşık mertebesini bulmuştur.
Âşık, canandan her türlü cilve ve oyunu görmüş, her çeşit muame-
le ve imtihana mâruz kalmış olduğundan, mürşidin bir beşerî tarafı ol-
masını tabiî bulur.
Fakat henüz hamlık devresini geçirmemiş bir sâlik için mürşit,
hayâlinde yarattığı insandan gayri bir varlıktır. Onda beşer olarak ya-
ratılmış olmanın gerektirdiği tabiî bir hâli görünce yadırgar. İşte al-
26
dandiği nokta budur.
Resulullah (s. a.), Hazret-i Ayşe ile spor yaparlardı. Meselâ çok
defa ata binip yarış ederlerdi, kâh Efendimiz geçer, kâh Hazret-i Ayşe
yarışı kazanırdı. İşte bir çok kimseler vardır ki büyüklerin bu gibi dün-
ya muamele ve icaplarını kaldıramaz, tenkit eder, kötü zanlara kapılır
ve yollarından olurlar. Binâenaleyh bu kademedekileri mesafeli tut-
mak yine kendi menfaatleri icâbıdır.
- Bast hâli yâni insanın, Hak yolunda, Allah'ın lutfunu gönlünde
hissetmekten duyduğu ferahlık ruhun sürürü demek değil midir 1 ?
- "Evet ama bast ve kabz yâni Allah'ın lutfuna mazhar olamamak-
tan gelen sıkıntı, gerilme, korku pek geniş bir mânâyı ihtiva eder ve de-
rece derecedir. Fakat umumiyetle hayrın vukuundan bast, hatânın
sudûrundan kabz husule gelir.
Bir kısmın kabz ve bastı, günah veya sâlih amellerindendir. Bir
başka kısmın ise ne günah ne de sevaptandır. Bir kısmın kabz ve bastı-
na gelince, bunların ferahlık veya sıkıntı hissetmeleri, âlemin darlık
veya sürûrundandır. Veyahut bunların kabz u bastı, âlemin darlık vej r a
sürürünü mucip olur.
Bizlere düşen ise, bir kabz geldiği vakit günahlarımızdan bilip is-
tiğfar ve Allah'ın rahmetine iltica eylemektir.
Şu da var ki temiz ve samîmi sâlikler, gönülleriyle merkeze bağlı
olduklarından kardeşlerinin sevinç veya sıkıntıları onlara da akseder.
Çünkü kalp rabıtaları açıktır. Telefon telleri gibi merkeze merbuttur."
Server Beyefendi:
-iş, o merkeze telini bağlayabilmekte...
- "Bir sâliki mürşidin huzurunda anarlarsa -veyahut, her yer hu-
zurdur- âşık, kendi huzurunda onu anarsa, o yâd edilen kimse, ruhun-
da bir ferahlık yâni bu yâd edilişe göre bast veya kabz duyar."
- Kendisine vâki olan tecellînin çokluğundan bahseden bir sâlike
şeyhi bir bostandan bir şey çaldırmış, bu suretle de tecellînin arkası ke-
silmiş.
- "Tabiî değil mi ya... berrak bir bardak suyun içine bir damla bo-
ya damlatsalar o su ne olur?"
SOHBETLER 27
- Kezâlik ruh da manevî sirkatten kurtulup, tam temizliğe erme-
dikçe tecellînin kesilmesi beklenecek demektir.
- "Tam temizlik, yâni ıstıfâ-yı tam herkese müyesser değildir. Me-
ğer ki o kimse safvet ve samimiyet mertebesini bulmuş olsun.
Meselâ şimdi Cemil'i 1 anası babası idare ediyor. Niçin? Çünkü ak-
lı ermez, çocuktur. İşte Hakka vâsıl olup çocuk safiyetini kazanmış
kimselerin de o vakit aklı ve idarecisi Allah olur. Cenâb-ı Hak: Kim ki
benim içindir, ben de onun içinim. Ve: Bana eren akılsızın aklı be-
nim! 2 buyuruyor. Onun için aklı terketmek lâzımdır."
- Efendim, akıl nasıl terkedilir? Demek ki bütün fenalıklar akıl-
dan ileri geliyor. . .
- "Hayır... ben aklı pek severim. Aklın hayranıyım. Fakat akıl iki-
dir. (Şahadet ve orta parmaklarını açarak) Bir kök iki çatal! Biri maaş
aklı diğeri maâd aklı!
Maaş aklı, yalnız maişete ve dünya işlerine erer. Maâd aklı ise,
geri döneceğimiz yere, yâni Allah'a erer. Bu akıllardan sırf biri işlerse,
diğeri körlenir."
- İkisi birden işlemez mi? Muhakkak birinden bilini terketmek mi
lâzım?
- "Hayır, eğer maâd aklı hâkim ve galip olursa, maaş aklı onun
yanı sıra vazifesini görebilir. Fakat hüküm ve galebe maaş aklının
olursa, maâd aklına yol ve meydan vermez.
Maaş aklının kontrol ve baskıda tutulmasından maksat, dünya
muhabbetine esir olmamak, onu gönülden çıkarmaktır. Yoksa dünyâ-
dan el-etek çekmek değildir. İşte dervişlik budur; yoksa yanlış tevil
edildiği gibi, bir köşeye çekilip teşbih çekmek ve dünyâdan maddeten
uzaklaşmak demek değildir."
- Ama dünyâdan büsbütün, yâni maddeten de geçen, maaş aklını
büsbütün terkeden zevat da var. İbrahim Ethem Hazretleri gibi...
- "Tabiî var. Ama ayrı bir yol, ayrı bir tutumdur. Biz umûmî emir-
den bahsediyoruz. Sen de İbrahim Ethem gibi yap, fakat kalben olsun.
Gerçi o, maaş aklını tamamen gönülden silmişti. Fakat bütün akıllar
ona baş eğmiş ve emrine râm olmuştu.
Dünya muhabbeti mevzuunda bir hikâye vardır: Dervişin biri
Cezayir'e gitmek üzere şeyhine veda ederken, bir emri olup olmadığını
sormuş. Aldığı cevapta, filân sahilde bir kulübe olduğunu orada yaşa-
yan fakire kendisinden selâm götürmesini ve bu mey anda da dünya
1- Bu konuşmaların yazıldığı sırada Hocamızın henüz dört yaşında bulunan torunu.
2- Hadîs-i kudsî.
28
muhabbetini kalbinden çıkarmasını istemiş. Cezayir'e vardığında ise
filân namdaki zâtı bulup, selâmını ve niyazlarını götürerek kendisin-
den duâ talep ettiğini söylemesini istemiş.
Derviş yola çıkıp bir hayli gittikten sonra kulübeyi de fakiri de bu-
lup şeyhinin selâmı ile beraber gönderdiği haberi de kendisine bildir-
miş. Fakir bu ihtar karşısında pek üzülerek: Ah demiş, otuz senedir şu-
rada bu iş için nefsime eziyet ediyorum. Ama fakrime rağmen dünya
muhabbetini kalbimden silemedim. Duâ buyursunlar da Allah benden
bu iptilâyı alsın! diye haber göndermiş.
Derviş, fakirin hâline hayret ederek nihayet Cezayir'e vâsıl olmuş
ve şeyhinin kendisinden duâ istediği zâtı aramaya başlamış. Kime sor-
sa filân sarayda olduğunu söylediklerinden, böyle debdebe ve ihtişam
içinde yaşayan bir kimsenin mübarek bir zat olmasına ihtimal verme-
yerek, yanlış bir kapı çalmaktan korkup aramasına devam etmiş ise de
selâm getirdiği zâtın o sarayın sahibi olduğuna kanâat getirerek
huzuruna girmiş. Daha kapıdan adımını atarken o zat: Gel bakalım.,
bize ne getirdin, şeyhin nasıl, ne yapıyor? diye hatırını sorduktan son-
ra: Şeyhine söyle bizim için duâ etsin! diye ilâve etmiş.
Derviş memleketine döndüğü zaman gördüklerini şeyhine naklet-
miş. Şeyhi: O kulübedeki fakir, bütün zahirî yokluğuna rağmen dünyâ-
yı kalbinden sürüp çıkaramamıştır. Öteki ise o gördüğün saltanatı ve
riyaseti, Hakkın kullarının menfaati ve hizmeti için uhdesinde tutu-
yor, öyle ki Allah'ın bir işaretiyle bunların hepsini terke hazır bulunu-
yor! cevâbını vermiş. İşte bir tanesi vazife icâbı saraylar içinde, debde-
beli ve saltanatlı bir hayâta rağmen fakrı yâni yokluğu bulmuş. Beriki
ise darlık ve zaruret içinde bile, fakrı bulamamış.
O yokluk ve tokluk mertebesini bulduktan sonra yapılan işler
Hakk'ın arzusuna aykırı olmak şöyle dursun, doğrudan Hakkın emliy-
ledir. Ve maaş aklının bu işte bir hile ve oyunu düşünülemez.
Hazret-i İbrahim için melekler: Allah, buna Halil'im, dostum, di-
yor. Ama bunca servet ve saman içinde olan bir adam nasıl Halilullah
olur? dediler. Kendisine her şey malûm olan Cenâb-ı Hak, Cebrail'e:
Git, İbrahim'i istediğin gibi imtihan et ki cümleye itminan hâsıl olsun,
buyurdu.
O sırada Hazret-i İbrahim, bir ağaç altında yatıyordu. Cebrail,
meleklerin teşbihi olan: Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü'l-
melâiketi ve'r-rûh 1 teşbihini söyleyerek gelince, Hazret-i İbrahim: Öy-
1- "Cok cok teşbih edilen, pek cok mukaddes olan Rabbimiz, meleklerin ve Rûh'un rab-
bü..."
SOHBETLER 29
ledir; Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü'l-melâiketi ve'r-rûh, öy-
ledir, ama Allah'ımın bu türlü vasfedilişini işitmemiştim yâ Cebrail,
malımın yansını feda ettim. Bir daha söyle de öteki yarısını da vere-
yim! dedi.
Cebrail, işin ciddiye bindiğini görünce: Ben bir meleğim, malı ne
yapayım, diyerek İbrahim'in kendisine bağışladığı varlığı reddettiyse
de, İbrahim: Biz Hak nâmına verdiğimiz bir şeyi geri almayız, diye sö-
zünde ısrar eyledi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Cebrail'e malların satı-
lıp bedelinin beytülmâle yatırılmasını emretti.
İşte bu sultanlar için mal ve mülk eğreti elbise gibidir. Onu Hak
nâmına giyer, Hak nâmına çıkarır. Hazret-i Ali: Ömrüm boyunca dün-
yânın varlığını yokluğunu tecrübe ettim, denedim, dinden sonra zen-
ginlik kadar hayırlı bir şey, küfürden sonra da fakirlikten kötü bir şey
görmedim, buyurmuştur. Hazret-i Mevlânâ'nın da işaret buyurduğu gi-
bi: Küpün ağzını sıkıca bağlayarak denize at... içine su girmedikten
sonra ne zarar? Yüzer durur. Fakat küçük bir delik olup da içine dünya
muhabbeti mesabesinde olan o deniz suyu doldu mu, küp derhal batar."
- "İnsan pek büyük şeydir, kâinatın tuğrâ-yı garrâsı yâni parlak
mührüdür. İnsanın yüzünde bütün hakikatler yazılıdır."
Gazetelerde yine elbise modasının değiştiği okundu:
- "Bakın şu hâle! Moda icatçısı ile ona tâbi olan birkaç kişi çıkıyor,
istedikleri değişikliği yapıyorlar ve bunların verdikleri garip kararlara
bütün dünya uyuyor. Bu ne kudrettir? Meselâ kâh etekler uzasın, kâh
kısalsın! diyorlar. Bütün dünya da onların emrini bekliyor ve tatbik
ediyor.
İşte dünya ehlini arkasından sürükleyen kuvveti görün. Bu zaval-
lıların hâli esaret değil de nedir?"
Bu dünyâda herkesin bir işle meşgul ve bir işe memur olduğu ko-
nuşuluyordu:
- "Hazret-i Pîr buyuruyor ki: Ben aslında şakı olan kimseden şe-
kavetten başka bir şey görmedim. Eğer sen gördünse var benden
selâm söyle!
30
Herkes ne için yaratılmışsa, ona o şey kolay ve iyi gelir 1 . Meselâ
kötü bir kimseye iyilik yapmanın, bir iyi kimseye de kötülük yapmanın
güç geldiği gibi : Güzel şeyler güzel kimseler içindir, güzel kimseler de
güzel şeyler içindir 2 . Kezâlik: Fena şeyler fena kimseler içindir. Fena
kimseler de fena şeyler içindir 3 .
Bir fenadan, fenalıktan başka bir şey bekleme... iyiden de iyilikten
başka bir şey bekleme. Zîra bir kimse her ne için halk olunduysa ancak
onu yapabilir. Cibilleti 4 ne ise onu icra eder.
İşte o şey de onun sırât-ı müstakimidir. Firavun Musa'ya sordu:
Sizin Rabbiniz kimdir yâ Mûsâ? Hazret-i Mûsâ da: Bizim Rabbimiz,
herkese hilkatinin, fıtratının icâbı ne ise onu verdi ve onu o şeye, ar-
kasından sürdü 6 , dedi.
Demin bir kalaycı geçiyordu. Halsiz, dermansız yürüyordu. Arka-
sında büyük bir küfe vardı ve sesi de güçlükle çıkıyordu. Ona bakarak
dedim ki: Neden bu adam bu işten, kalaycılıktan başka bir sanat tut-
muyor? Daha kolay daha temiz bir iş? İşte, Allah'ın rahmeti gazabını
örtmüştür 7 hikmetinin sırrı.. 1 '
- Hemen herkeste mesleğine karşı bir sevgi, hiç değilse bir bağlılık
ve alâka görülüyor.
- "Bu da Allah'ın azametine bir işaret, Meselâ bir lâğımcı, akşam
olup da işini bitirdiği zaman: Bugün üç araba pislik attım. İş olsaydı
daha şu kadar da atabilirdim! diye iftihar eder. Kezâlik vapur ateşçile-
ri, kuyucular, mâden amelesi işlerini benimsemiş olarak kolaylıkla ya-
parlar. Fakat bir kuyumcuya lâğımcılık teklif etsen, keza bir lâğımcıya
da hocalık vermek istesen, hem ağır ve zor gelir, hem de belki dehşete
düşüp kaçarlar.
İşte Cenâb-ı Hak, diğer bir deyişle o mutlak hâkim, bu dünya âle-
minde zuhur edip varlığı hazînesini açığa vurmayı murat ettiğinden 8
beri, herkesi bir işe memur etmiştir. Gerçekte yapan, yaptıran Al-
1- Küllün müyesserün limâ hulika leh.
2- Nûr sûresi, 26. âyet: -"Ve t-tayyibâtü li't-tayyibîne ve't-tayyibûne lit-tayyibâti"
"...Temiz kadınlar (ve temiz kelimeler) ise temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz
kadınlara (ve temiz kelimelere yakışır.)..."
3- Nûr sûresi, 26. âyet: "El-habîsâtü li'1-habîsîne ve'1-habîsûne li'1-habîsâti..." "Kötü ka-
dınlar (ve kötü sözler) kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara (ve sözlere)..."
4- Kelime bugün dilimizde cibilliyet şeklinde kullanılmaktadır.
5- Tâhâ sûresi, 49. âyet: "Kale femen rabbükümâ yâ Mûsâ?"
6- Tâhâ sûresi, 50. âyet: "Kale rabbüne'llezî a'tâ külle şey'in halkahu sümme hedâ"
7- "Sebekat rahmeti alâ gazabı." (Hadîs-i kudsi)
8- "Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u'refe...: "Ben gizli bir hazîne idim. Bilin-
memi sevdim (istedim) ve mahlûkâtı beni bilsinler diye yarattım." (Hadîs-i kudsî)
SOHBETLER 31
lah'tır. İnsanlar da, sevkolundukları cihete yüz döndürür ve meyil
ederler."
- Ummanda damlalar var. Bu damlalara, teker teker iken damla
deniyor. Halbuki deryaya karışınca deniz diyorlar. Şu halde deniz
damla mıdır?
- "Derya damladır, damla da denizdir. Yâni deniz damlalardan
husule gelmiştir. Damla denizde gizli olduğu gibi, deniz de damlada
gizlidir.
Muhiddîn-i Arabî Hazretlerinin dediği gibi: Biz yüce harfler idik.
Yâni biz bizdik. Birbirimizden kopup ayrıldık. Sonra tekrar birleştik.
Şimdi de kemâkân, biz biziz.
Düşen kar, yağmur, dolu veya çay, dere, nehir hep deryaya karı-
şır. Amma bazen de karışamaz. Deryaya varmadan buhar olur, sonra
tekrar damlalaşarak yağmur olup düşer. Yâni nüzul (iniş) kavsinden
sonra uruc (çıkış) kavsini tamamlamaya muvaffak olamaz. Eğer der-
yaya kavuşursa o zaman ne çaylığı kalır, ne dereliği, ne de buzluğu...
ve
Bir zamanlar âh ü efgan eyleyip inlerdi dil
Bilmezem n'oldu kesildi âh u efgân kalmadı
sırrı hâsıl olur. Yâni bu kesreti andıran şekiller, isimler kalmaz, vahdet
denizi nâmı altında gizlenip gider.
Bir noktadan Kur an-ı Kerim düzüldüğü gibi, bir damladan da de-
niz düzülmüştür. O damla, deryanın her yerinde varlığını gösterir.
Keza, bir damladan deniz meydana gelmişse, bir noktadan da, ak-
lı, idrâki, temyiz kudreti ve irâde gücü ile insan vücûda gelmiştir. Allah
bu vücûdu zıtlardan meydana getirmiştir. Fakat ne büyük maharet, ne
san'at, ne kudret! Bu zıtlardan bir tanesi fazla veya noksan oldu mu,
koca vücut ihtilâle uğrar. Halbuki Cenâb-ı Hak nice düşmanları, ateş,
su, toprak gibi birbirine tamâmiyle aykırı olan maddeleri birleştirip,
onlardan bir zıtlar âbidesi vücûda getirmiş. Üstelik de bu vücûdu, yüz
bin âlemin mümessili yapmıştır.
Şu da ne ibretli bir hal ve yine o büyüklüğün bir tecellîsi ki, bu ya-
radılış âlemi başlı başına bir kâfiri miislüman etmeye yetecek hikmet
ve azamet ile dopdolu olduğu halde, onu istemediğine göstermiyor, giz-
liyor ve hattâ inkâr ettiriyor.
Olsa istîdâd-ı arif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak îsâline her zerredir bir Cebrail"
32
- "Dün Mehmet Bey'e bir sümbül gösterdim. İşte bu da bir nokta-
dan vücûda geliyor; yâni soğan şeklinde olan, yahut da nokta şeklinde
olan bir soğandan! dedim. Evvelâ yapraklar, yeşillikler, yâni esma ve
sıfat; sonra da çiçek ve koku, yâni hakikat ve zat zuhura geliyor.
Yine dedim ki: Meselâ senin oğlun Muzaffer bu sözleri anlayabilir
mi? Çünkü o henüz yeşillik halindedir de onun için anlayamaz. Ondan
daha sümbül zuhur edecek, sonra da koku hâsıl olacak.
İşte Kuranda da nokta her kelimede vardır, vahdet noktasının şu
mevcudat kur anında kendini göstermesi gibi..."
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, bir hoca vaaz ederken demiş ki: Eğer bir kimse sabah
namazına kalkmak üzere yatar da sonra bu niyet ile uyuya kalırsa
Cenâb-ı Hak o namazı kılınmış gibi kabul eder.
- "Eder elbet, zira iş niyettedir. Amel, niyet içinde gizlidir, buyu-
rur Resûlullah. Meselâ sen bana bir hediye vermek istiyorsun. Amma
getirirken bu hediyeyi düşürüp kırıyorsun. Mühim olan, senin niyetin-
dir. Onun için de ben o hediyeyi getirilmiş gibi kabul eder ve memnun
olurum. Biz kul iken böyle kabul ediyoruz da, Allah niçin kabul etme-
sin?
İş hulûsta samimiyettedir. O olmadıktan sonra zâten işlediğin
amelin kıymeti olmaz. Beni evlâdım menfaati için severse memnun
olur muyum hiç?"
Hocamız, izmir'e gidip dönen birisine, bu yolculuğunun nasıl geç-
tiğini sordu. Yolcu da, hem giderken hem gelirken çok sakin bir hava-
da ve dalgasız, fırtınasız bir denizde seyahat etmiş olduğunu anlattık-
tan sonra:
-Dümdüz bir deniz insana teslimiyeti hatırlatıyor! dedi.
- "Hakka teslim olmak, âsûdelik, rahatlık ve saadet zamanların-
da belli olmaz. Asıl teslimiyet, fırtına ve felâketlerde olur!"
1- "înneme'l-a'ınâlü bi'n-niyâti...: Ameller niyetlere göredir..." (Hadîs-i şerif.)
SOHBETLER 33
Allah korkusundan konuşuluyordu:
- "Eskiden yazmış olduğum eserlerin birinde bir kahır ve celâl
sahnesi tasvir etmiştim. Adamın biri bir ormanda dolaşırken, birden
şimşekler çakmaya, yağmurlar, dolular yağmaya başlıyor. Can kaygısı-
na düşen adam da korku ve dehşetle kendini bir mağaranın içine atıyor
ve hava sükûnet bulup, fırtınalar, şimşekler geçinceye kadar birkaç sa-
at mağaranın içinde bekliyor.
Fakat tam ortalığın yatıştığını farkettiği sırada, ayaklarının altın-
da kaygan bir cismin de mevcudiyetini farkederek dikkat ediyor ve bir
yılanın üstüne basmakta olduğunu dehşetle görüyor. Adam biraz daha
kendine gelip etrafına bakınınca, mağaranın arslanlar, kaplanlar, ku-
zular, geyikler gibi birbirinin düşmanı olan hayvanlar ile dolu olduğu-
nu görerek korkudan titremeye başlıyor.
Halbuki aynı adam, can korkusuyla birkaç saat evvel mağaradan
içeri daldığı zaman kahır ve celâlin tesiriyle bunların birini görmediği
gibi, yekdiğerinin zıddı ve düşmanı olan o hayvanların da birbirlerine
sataşmak hatırlarına gelmiyordu.
Çünkü varlık, ayrılık ve gayrılık ortadan kalkmış, hepsi tek can
hâline gelmiş, vahdet zuhur etmişti. Yâni sırf Hak korkusu zahir ol-
muş, her birini, Allah'ın kahn istilâ etmişti. Onun için zıddiyet ve düş-
manlık, ancak yaratılışın icaplarına avdet edildiği zaman meydana çı-
kar ve dünyânın hükmü kendini gösterir."
- Kimi Cenâb-ı Hakk'ın zâtına, şundan bundan yol arıyor, kimi
ise teferruat ile tatmin olmayıp zâtı zât nûruyle görmek yolunu seçiyor.
- "Evet, biri karışık, diğeri ise kestirme bir gidiştir. Teferruattan
yol arayanlar, eserden müessire intikâl etmek isteyenlerdir ki bu yol
çok dolaşık ve tehlikelidir. Halbuki müessirden esere, yâni yaradandan
yaratılmışa nazar edenlerin yolu ulular yoludur, rahat ve emîn bir yol-
dur. Öyle ki dünya yansa içinde hasırları yokmuşçasına hiçbir şeyden
gam ve eleme düşmezler. Zîra faili de mevcudu da Hak görürler. İşte
bu dereceyi bulmuş olan kimselere her şey itaat ve hizmet üzeredir.
Cenâb-ı Hak bunun için Habîbine: Ben seni kendim için, dünyâyı da
senin için halk ettim, buyuruyor.
Hiçbir şey yoktur ki hakikati Allah olmasın? Hiçbir şey yoktur ki
batım Hakîkat-i Muhammediyye olmasın. Fakat bütün bu varlığın Hak
1- Hadîs-i kudsî.
34
olması, Hakk'ın bir veya iki ismine mazhar olmaları itibariyledir. Nüs-
ha-i kübrâ 1 ise kâmil insandır. İşte o, Hakk'ın bütün isimlerine birden
mazhardır. O, Hakkın göz bebeğidir.
İşte onun için, eserden müessire yâni yaratılmıştan yaratana inti-
kâl etmek, o bir veya iki isimde kalmak demek olduğu için hakikate gi-
den yolların tehlikelisi ve müşkülüdür, diyoruz. Kabiliyet ve
istidatların ayrılığı da görüş ve gidişlerin ayrılığım icap ettirir.
Bir gün dervişin biri şeyhinden, şeriat, tarikat, hakikat ve marife-
ti izah etmesini rica etmiş. Şeyhi de: Git, filân yerde bir zat vaaz eder.
Kendisini dinleyenler, etrafında bir halka teşkil etmişlerdir. Evvelâ o
halkanın sağında oturana, sonra sol tarafında oturana, daha sonra da
ikincilere birer tokat vur ve sana ne muamelede bulunurlarsa gel bana
söyle! demiş.
Derviş, şeyhinin emri gereğince birinciye tokatı vurunca dayağı yi-
yen hemen yerinden kalkarak tokatı iade etmiş.
İkinci ise tokatı yiyince yalnız başını çevirip kendisine kimin vur-
duğuna bakmış.
Üçüncü, bunu da yapmamış. Sıra dördüncüye gelip o da tokatı yi-
yince hemen kalkmış ve kendisine vuran dervişin ellerine sarılarak öp-
müş. Bu eller benim için zahmete girdi, diye bir de özür dilemiş.
Derviş, hâdiseyi şeyhine nakledince, şeyh hazretleri: İlk tokatı yi-
yip iade eden, şeriatı temsil ediyor ki kısasa kısas yapmıştır. İkincisi
tarikattır ki, kendisine vâki olan fiilin Hak'tan geldiğini bildiği için ses
çıkarmıyor, yalnız bu işe kimin vâsıta olduğunu bilmek istiyor.
Üçüncü ise hakikattir. O, yalnız Hakkı görüyor vâsıta artık onu
alâkadar etmiyor. Dördüncüye gelince, o marifettir. Hakkın lutfuna ol-
duğu kadar kahrına da şükredip vâsıta olanın ellerini öpüyor, buyur-
muş.
Resûlullah (s. a.) da: Vâsıtaya şükrünü bilmeyen Allah'a da şükür
etmiş olmaz, buyuruyor. Allah isterse, o vâsıta, mazhar olduğu ismin
icâbını yerine getirebilir. Yoksa vâsıtanın elinde ne vardır? Meselâ, su-
yun hassası susuzluğu gidermektir. Ateşinki, rutubeti defetmek ve ısıt-
maktır. Fakat Allah'ın istemesi şartiyle... Meselâ, insana bir şeker has-
talığı gelir, o hararet teskin edici sudan beklenen hassa zuhur etmez.
Bir üşüme nöbeti gelir, hiçbir şeyle ısınamaz.
İşte doğrudan doğruya müessiri görenler, su, ateş ve ilh... bütün
vâsıtalara baş çevirenler Hakkı görenlerdir. Onlar her şeyi Hak'tan bi-
lirler ve Hak'tan alırlar. Su benim hararetimi sakin kılmaz, illâ Allah
1- Hakk'ın bütün isimlerinin tecellî ettiği en büyük nüsha yâni kâmil insan.
SOHBETLER 35
kılar demek suretiyle suyun hakikatine nazar ederler. Mevlânâ Hazret-
leri'nin Mesnevisinde Şems-i Tebrîzî Hazretlerine hitap ederken, yara-
tılmıştan yaratana geçerek mürşitte tecellî eden Allah'a nazar etmeleri
gibi.."
- "Bütün bu görünen kesret, hakikatte vahdettir. Harem-i Şerifte
binlerce insan bulunur, kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kuran
okur, kimi salât ü selâm getirir, kimi yâ Resûlallah! diye nida eder. Fa-
kat bu seslerin bir araya gelmesinden hâsıl olan sadâ, bir Hû sesidir.
Hep Hû duyulan cümlesi bir hoşça şadadır.
Amma ne nevadır.
Bütün renklerin birleşmesinden beyaz renk zuhur ettiği gibi, bü-
tün seslerin birleşmesinden hâsıl olan sadâ da Hû sesidir!"
- Şeyh Yûnus Efendi' nin Medine'ye olan teşneliğinden bahsedili-
yordu:
- "Medine'ye gidip cemâl-i Resûlullâh'ı görmedikten sonra neye
yarar? Medine'de Arif Hoca isminde bir mücavir vardı. Vaktiyle gelmiş
bir de medrese açmıştı. Kendisi de müderrislerdendi. Bir gün bana gel-
di: Aman yâ efendi, ben bu gün rezil oldum, dedi. Dün Hindistan'dan
bir yolcu geldi, bana misafir oldu. Karşıma diz çöküp oturdu ve kaç se-
nedir Medine'de bulunduğumu sordu. On sekiz seneden beri mücavir
olduğumu söyleyince hürmeti daha ziyâde arttı. Ah efendim ne mutlu
size... Resûlullâh'ı kaç kere gördünüz? Müştakım., hiç olmazsa ağzınız-
dan işiteyim! dedi.
Yalan söylemek olmazdı. Hiç görmedim! dedim. Adam hayret etti.
Yâ öyle mi efendim? diye şaştı kaldı. Sonra kendine gelince: Öyle ise ev
sahibi sizi istiskal etmiş ki cemâlini göstermemiş. O halde burada ne
duruyorsunuz? Piliyi pırtıyı toplayıp gitseniz daha iyi olmaz mı? diye-
rek beni rezil etti, dedi. Adamcağızın pek üzgün olduğunu görerek te-
selli verici sözler ile kendisini yatıştırmaya çalıştım."
Bir millî bayram günü idi. Toplar atılıyor ve gemilerden düdük
sesleri geliyordu:
36
- "Bakınız top seslerinden ne kadar sarih bir Allah sadâsı geliyor.
Düdükler ise, Hû... diye nida ediyor.
Şu âlemde ne var ki Allah'ı zikr ve teşbih etmesin? Her şey onu
söyler, onu çağırır.
Bir gün Hazret-i Ali bir kilisenin önünden geçerken çan seslerin-
den mest olmuş dinliyorken birisi: Aman yâ Ali, burası kilisedir, ne ya-
pıyorsun? demiş. Hazret-i Ali de cevap olarak: Bu çan sesleri de
Allah'ımın ismini zikrediyor, onu dinliyorum, buyurmuş. Tevekkeli
Koca Niyâzî:
Kabe'de puthânede
Hanede viranede
Çağırırım dost, dost!
demiyor."
- Her ihtiyâcın üstünde olan aşk ihtiyâcına neden herkes aynı öl-
çüde arzulu ve istekli olmuyor'?
- "İlâhî saltanatın zuhuru zıtlar iledir de onun için. Her ihtiyaç da
istidat ve kabiliyete göredir. Meselâ İstanbul vilâyetini aşk farzedelim.
Bu vilâyetin valisinden en küçük memuruna kadar her kademede bir
çok hizmet erbabı mevcut. Defterdarı, muhasebecisi, husûsî kalem mü-
dürü olduğu gibi, belediye memuru, polisi, jandarması hattâ süprüntü-
cüsü de var. Kendilerine göre birer mevkie ve isme sahip olan bütün bu
kadro, hep aynı vilâyetin lüzumlu elemanları. Fakat bunların hepsi
birden, valinin muavini olmak isteseler, bütün kalabalığın vilâyet mer-
kezinde toplanması ve aynı işi yapması lâzım geleceğinden, teşkilât ve
nizam derhal alt üst olmaz mı?
Halbuki bunların hepsi de aynı vilâyetin yukarı veya aşağı kade-
meden vazifelileri, memurları. Yâni o merkez etrafında hisselerine ve
liyâkatlarma düşen tecellîye sahip âşıklar... fakat o merkezin, kendi
ihata ve kudretine göre uhdesine vermiş olduğu derecede kalmaya mec-
bur. Tâ ki çark dönsün, nizam bozulmasın.
Bunun gibi herkes de ilâhî mâşûka nedîm olmayı istese dünyâdan
maksut hâsıl olmaz ve Hakk'ın saltanatı zuhura gelmezdi."
Ehl-i Beyt'i sevmekten bahsediliyordu:
- "Ehl-i Beyte muhabbet, onların yoluna gitmekle olur. Yoksa,
SOHBETLER 37
îmânım Ali, medet yâ Hüseyin demekle değil... onların isrine, yoluna
gitmek de onlara muhabbetle olur. O muhabbet de manevî yakınlık ile
olur, mucize ile kerametle olmaz. Onların mübarek yüzleri her mucize-
nin her kerametin üstündedir. Onlara Beytullah bile secde eder. (Tabiî
Beytullâhın bâtını secde eder, taşı toprağı değil. Çünkü madde âlemin-
de, Hakkın âdeti olmayan, tabiat üstü fevkalâdelikler yapılmaz. Bu
ancak manevî âlemde mümkündür.)
Ehl-i Beyt sevgisi mevzuunda simitçinin hikâyesini bilirsiniz. Bir
Muharrem içinde Edirnekapısı'ndaki bir dergâhta Kerbelâ şehitleri için
mersiye okunuyormuş. Adamın biri dergâhtan çıkıp da kapı önünde sı-
radan bir simitçinin durduğunu görünce: İçeri gelsene arkadaş! Burada
her sene Hazret-i Hüseyin için mersiye okunur, beyhude yere orada
durma, biz dinliyoruz gel sen de dinle! demiş. Bu davet karşısında si-
mitçi: Yâ!.. Hazret-i Hüseyin için mersiye okunuyor da siz duruyor, din-
liyorsunuz öyle mi? demiş ve Aman yâ Hüseyin! diye bir sayha vurup
düşüp ölmüş.
İşte Eh-i Beyt muhabbeti... sana, Hazret-i Hüseyin için değil ölüm
teklif etmek, bir sigaranı bırak, hattâ içtiğini yarıya indir! desem yine
yapamazsın. Bir dumana esaretten kurtulamıyorsun, ötesini var kıyas
et!"
Meclisten birinin, akıl ve ayna, insana doğruyu söylemezmiş, diye
bir söz işittim demesi üzerine:
- "Ayna hakikatin tâ kendisidir. Yalnız doğruyu söyler. Akıl da öy-
ledir. Fakat aklın nefsânî kısmı değil. Akıl da ayna da hakikati ayniyle
gösterirler. Sen şimdi başına bir çıngırak taksan da aynaya öyle bak-
san, seni, filân olduğun için başka türlü mü gösterir?
Ayna ve cilâlı olan hiçbir şey yalan söylemez. İster taş, ister demir
olsun, parlak ve cilâlı bir cisim, dâima hakikati göstericidir. Senin şu
iftira ettiğin masum, bîçâre aynayı yere atıp yüz parça etsen, yüz par-
çasından da hiç şüphesiz kendini görürsün. Bundan daha büyük doğru-
luk mu istersin?
Derya olunca nefes
Paralanınca kafes
Tâ kesilince bu ses
Çağırırım dost, dost!"
38
Rumların maskara yâni karnaval âdetleri hakkında konuşuluyor-
du:
- "Fener Rum Mektebinde, çocuklar karnavalın fâidelerinden
bahsediyorlardı. Kimi, apukurya zamanında herkesin, istediği özendiği
meslek forması giyebildiği için arzularını tatmin ettiğini; kimi herkesin
istediği gibi eğlenip gezebildiğim ve daha türlü türlü üstünde düşünül-
meye bile değmez sebepleri sayıp sıralıyorlardı.
Maskaralığın irfânî mânâsı, nefsi levm etmektir. Fakat tekâmül
etmemiş, ibtidâî bir şekil... halbuki asıl nefse melâmet nefsi horlamak
İslâmiyet'tedir, kemâlini orada bulmuştur.
Üsküp'de Galip Bey isminde bir zat vardı. Memleketinin eşrafın-
dan milyoner bir zengindi. Servetinden, çocuklarına bırakacağı kadarı-
nı bırakmış, geri kalan kısmını da muhtaçlara dağıtmıştı. Kendi kona-
ğının iki odasını işgal eder ve basit bir hayat sürerdi. Bir kere babamla
ziyaretine gitmiştik. Bize kendi eliyle kahve pişirmişti. İşte nefse melâ-
met böyle olur. Yoksa sokak sokak türlü kıyafetle ve rezîlâne bir şekil-
de gezmekten ne çıkar?"
Suret ve mânâ hakkında konuşulurken:
- "Kırk sene dervişlik etmiş bir kimseye: Bir müşkülünüz varsa
buyurun sorun! demiştim. O da sual olarak, teşbihi çekerken nasıl tut-
mak lâzım geldiğini, düz tutulursa Sıratın kolay geçileceğini ve daha
buna benzer çeşit çeşit sualler sordu.
Teşbihle Sıratın alâkası ne? İster yukarı tut, ister aşağı... hiçbiri-
nin fâidesi de yok zararı da.
Sen kendine bak, kendini doğru tut. Bu kâfidir.
Sırat, teşbihin suretiyle değil, mânâsıyle alâkalıdır. Teşbih de-
mek, Allah'ı tenzih etmek, birlemek demektir; bunu yapabiliyor mu-
sun?"
- "Hüsniye 1 ! Sen Medine'de iken Arapça şarkı öğrenmedin mi?"
Hüsniye Hanım:
1- Hicaz ve havalisi Türkiye hudutları içinde iken, subay olarak uzun seneler Ye-
mende kalan bir Türk askerinin kızı olan Hüsniye Hanım, Harem-i Şerif Müdürü
Dağıstanlı Nizâmeddin Beyin oğlu Mühendis Arif Bey'le evlenmiş, çok temiz ve
mübarek bir kadındı.
İki oğlundan biri olan Mühendis Cemâl Uluand da bu temiz anneye lâyık bir evlât
olmuştur.
SOHBETLER 39
- Hayır Efendim, hemen hiçbir yere çıkmazdık. Hem Medine'de
şarkı bilinmez ki...
-"Evet, tuhaftır. Medine'nin hoş bir edebi ve terbiyesi vardır. Ora-
da Nât-ı Nebeviden başka bir şey söylenmez. Halbuki Mekke'de sazı
da, şarkısı, raksı da hep tamamdır.
Medine'nin edebi, zâta mazhariyetinden dolayıdır. Mekke ise
esma ve sıfata mazhardır."
- iki defa doğmayan melekût ve semâuattan ileri geçmez, deniyor,
ikinci doğuştan maksat, ihtiyarî ölüm değil midir?
- "Birinci doğuş, cümlenin malûmudur: Anadan doğmak. İkinci
doğuş ise ihtiyarî ölümdür. Yoksa tabiî ölümle ölen kimse, tabiat ana-
sından ikinci defa doğmuş olmaz. Tabiî ölümle ölenler ekseriya
anâsırda kalır, ileri geçemezler.
Hadîs-i şerif de de: İrâdenle öl, saadetle hayat bul! buyuruluyor."
Nazlı Hanımefendi elindeki kitabı okurken:
- Hazret-i Fâtih, Ak Şemseddin Hazretlerinden riyâzat isteyince,
sizin mâlik olmanız sâlik olmanızdan hayırlıdır diyor, dedi.
- "Hazret-i Fâtih'in dünya saltanatına mâlik olması, milletinin re-
fah ve hakkını muhafaza ile vazifelendirilmesinden ötürüdür de onun
için Ak Şemseddin Hazretleri böyle buyurmuş."
Sabîha Hanımefendi :
- iki karpuz bir koltuğa sığmaz, derler ama, işte ehlullah iste?~se
pekâlâ da sığdırabiliyor. Onlar isterlerse hem dünyâyı hem de ahreti
bir arada idare edebiliyorlar.
- "Allah için güçlük yoktur ki... işte buna, Süleymanlar, Dâvudlar
Yusuflar birer örnektir."
Sabîha Hanımefendi:
- Meselâ ibrahim Edhem Hazretleri' ne dünya sultanlığından çe-
1- Nazlı Hanımefendi denen bu müstesna insan, irfanı, aşkı, edebi ve sahip olduğu çe-
şitli fazilet ve meziyetlerle zenginleşmiş dervişane bir şahsiyetin sahibi idi.
Evrenos Hanedanının bu müstesna kadını, Semîha Cemâl Hanım ile Prof. Ziya
Cemâl Beyin ve Behire Emre'nin annesi olarak da üç değerli evlât yetiştirmiştir.
2- Münîre Hanımefendinin kızı ve Server Beyefendinin zevcesi olan Sabîha Hanıme-
fendi, parlak bir zekâ ve çok güzel bir sese mâlik, akıllı, gün görmüş, zarîf bir İstan-
bul hanımefendisivdi.
40
kümesi işaret olunmuştur.
- "Evet, kendini uyandırmaya memur olan zâtın, İbrahim Ed-
hem'e senin şu kaba döşekte ve debdebe dârat içinde Allah'ı bulmaya
çalışman, benim, senin sarayının damı üstünde devemi aramama ben-
zer, demiş olması, ona taç ve tahtını terkettirmiştir.
Ama ehlullahtan bir zat da diyor ki: Eğer İbrahim Edhem benim
zamanımda olsaydı, ona tacını tahtını terkettirmeden de Allah'ını bul-
dururdum!"
*
Güzide Hanımefendi:
- Efendim, hamdolsun biz, bir suâlimize yüz cevap almaya alış-
mışız. Halbuki mürşidi yalnız sükût ile anlayıp bu suretle feyz alanlar
da varmış. Ben bu hâli pek kabul edemiyorum.
- "Niçin kabul etmiyorsun. Bak: Ey yüzü her sualin cevâbı olan!
diyoruz.
Evet, gerçi başlangıçta konuşmak söyleşmek lâzımdır. Bir çocuğun
yanında hiç konuşulmazsa elbette o çocuk lakırdı öğrenmez. Fakat
âşıkın bütün müşküllerine ve suallerine cevap, yârin yüzüdür, cemâli-
dir. Elbette o sükût pek büyük bir şeydir.
Gül temennasında derler bülbülün gavgâların
Çün gülü gördükte gülmez bilmezem gavgâ nedir
Gerçi canandan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
diyor âşık... ve cananından kâm da istiyor ama ona cânân: Talebin ne-
dir? dediği vakit, istediğini de bilmiyor, susuyor. Eğer bu âşıka
âşinâlarından biri hâlini soracak olsa:
Lâl olursun söylesem bir fıkra tâb-ı sineden
Bir sahîfe açsam ağlarsın kitâb-ı sineden
demekten başka ne cevap verebilir?"
Bir akraba taşradan bir paket göndermişti. Postahâneden ihbar-
name geldiği zaman:
İbrahim Edhem Hazretleri bir gece sarayında istirahat etmekte iken damda bir gü-
rültü duyar ve merak edip seslenir. Gelen cevap pek acâiptir. Damdaki zat: Devemi
kaybetmiştim de onu arryorum, der. Bu karşılığa şaşıran ve biraz da kızan hüküm-
dar, damda deve aranır mı be adam! deyince, bu defa da şu cevâbı alır: Senin kaba
döşekte Allah'ı araman gibi...
SOHBETLER 41
- "Bu emâneti almak için postahâneye kimi gönderirsem göndere-
yim, Nazlı'yı, Ağabeyim'i, İfâkat'ı veya bir başkasını, paketi hiçbirisine
vermezler. İllâ beni veya mührümü isterler. Emânet benim nâmımadır,
onun için gönderdiğim kimse hatırlı ve mevkîli birisi de olmuş olsa yine
fâide vermez.
Fakat Şefik, postahânede küçük bir memurdur. Eğer emâneti o is-
teyecek olsa verirler. Çünkü aynı idarenin adamı olduğu için emniyet-
leri vardır. Hattâ postahânenin bir hademesi bile bu emâneti alabilir.
Şimdi bu misâli enfüse tatbik edelim: Âhiret günü gelince, cennete
girmek için melekler de senden kalb-i selîm mührünü isterler. Ne ka-
dar büyük adam olursan ol, elinde o mühür bulunmadıkça geri döner,
giremezsin. Halbuki o kapıya tabî olanların ve hattâ en ufak bir
münâsebeti bulunanların bile sözleri ve şefaatleri makbuldür. Eğer içe-
ride olanlardan biri şefaat eder de, geçsin, derse geçebilirsin.
Hazret-i Mevlânânın dediği gibi: Hakk'ın ve has kulların inayeti
olmayınca, melek de olsan faydası yoktur, yine yaprağın siyahtır!"
Meclisten biri, bir hanıma, zevcinden fena muamele gördüğü için
acıyordu. Bu esnada da Gece Sohbetleri 'nin tashihi yapılıyordu. Oku-
nan parçada, dünyânın bir Karagöz perdesi ve insanların da deriden
yapılmış kuklalara benzedikleri, oynatanın yâni oyunu tertip edenin
ise Cenâb-ı Hak olduğu yazılı idi:
- "Olan olmuş, yazılan yazılmıştır. Hiçbir şey sebepsiz değildir,
her şey hikmet tahtındadır. Onun için bize itiraz yakışmaz. En büyük
tevhîd sükûttur.
Dergâhlar örtülmeden birçok sene evvel Sabri Efendiye: Bundan
sonra zikri kalbi yapacağız! demiştim.
Bundan da anlaşılıyor ki, bu âlemdeki bütün hâdiseler, ezelî tak-
dirin icaplarıdır."
Ramazan Sohbetleri' nin tashihi yapılıyordu. Meclisten biri:
- Ne yazık... Bir hikmet ve irfan şelâlesi olan bütün bu sözleri
alelade konuşmalarmış gibi dinliyoruz, dedi.
- "Evet, ben de şimdi onu düşünüyordum, benden sana aksetti.
Dergâh-ı Şerifte Mesnevi takrir ederken de böyle değil mi idi? Kimi es-
ner, kimi uyur, kimi de lütfen dinlerdi. Dinliyoruz zannedenlerin de
bâzısı bir şey anlamazdı."
42
- Imâm-ı Cafer Hazretleri' nin: Allah, kelâmından tecellî etmiştir
fakat görmüyorlar, buyurduğu gibi...
- "Evet, bu istiğnaya rağmen hocanız, öğretmek için ne kadar ha-
ristir. Kâh vaaz, kâh hikâye, kâh latife tarzında ve her fırsattan fayda-
lanarak, doğru bildiğini anlatmaya çalışır işte."
Gece olmuştu. Tekrar aynı sohbet defterini okuyorduk:
- "Her zaman dediğim gibi, şunları içinizden hiç kimse anlamasa
okutmam. Fakat tek kişi de anlasa, o bir kişi için okuturum. Amma hiç
kimse anlamasa, o zaman kendim okur, zevk duyarım. Bu takdirde yi-
ne bir kişi olmuş olur.
Sümbül Efendi Hazretlerinin vaazında cemâate: Bunu ne siz an-
ladınız ne de o anladı, yalnız ben anladım! buyurduğu gibi hoca, bir ki-
şi için de söyler. Hattâ sırasında, söylediğini sâdece kendi de anlasa
kâfi gelir."
"Hüsniye, dün Kâmil Paşa 1 gelmişti. Ne temiz ne hoş bir insan.."
Hüsniye Hanım:
- Evet efendim, pek muhterem ve mübarek bir zattır. Konuşurken
ekseriya sözlerini bir âyet veya hadis ile izah eder.
Meclisten biri:
- Gerçi çok temiz bir insan, fakat incelik ve irfanı pek yok...
- "İrfan mı dedin? Onu kolay mı zannediyorsun? O irfanın aslını
görüp, mektebinde okumadıkça, kabukta kalmak pek tabiîdir. Evet
âyet okur, hadis söyler, fakat mânâsından habersizdir. Yalnız dış yüzü-
ne takılıp kalır."
- Bu mertebe mümin mertebesi değil midir Efendim?
- "Evet, mümin mertebesi... Esasen bu gibilerin talepleri de daha
ileri gitmez. Vaad olunan cennet onlara yeter. Meselâ geçenlerde vefat
eden Doktor Emin Efendi için Kâmil Paşa, ne mutlu Emin Efendiye ki
evlâdiyle gömüldü. Yâni şefaatçisini birlikte götürdü, demişti. Halbuki
bu bembeyaz sakaldan daha fazla bir irfan bekleniyor. Fakat ne yap-
sın, derecesine göre konuşabilir, başka türlü düşünemez ki...
Faraza siz, karşılaştığınız ve konuştuğunuz bir kimsenin ahlâk ve
tutumunu sözlerinden anlayabilirsiniz. Meselâ bilirsiniz ki, o kimse
1- Kâmil Paşa, Şeyh Şâmilin en küçük oğlu.
SOHBETLER 43
gıybet ediyor, fassalhk eyliyorsa ahlâk sahibi olamamıştır.
Bir irfan ocağında yetişen, irfan deryasında yüzen kimselere ib-
tidâî ve basit anlayışların zayıf gelmesi pek tabiîdir.
Hani bize gelen bir Hasan Baba vardı. Düşer kaskatı kesilirdi. İş-
te o, bir gün dedi ki: Efendim, benim şeyhim çok büyüktü, çok büyük!
Tabiî dedim, insanın şeyhi elbet büyüktür. İşte, dedi bir gün
dergâhımızda bir köşeye büzülmüş uyuyordum. Şeyhim beni uyandırdı.
Asma saatin yanına getirdi: Bak Hasan, bu saat ne diyor, Allah diyor,
Allah!, dedi. Ne büyük söz değil mi?
İşte bu adamcağız, ömründe bu veya bunun gibi bir iki arifane söz
için canını da ruhunu da feda etmiş. Halbuki bu hakikati bir irfan oca-
ğının çocukları da bilir. Bir saatin veya herhangi bir âletin Hakkı zik-
retmesinden tabiî ne olur?
Hikmet ve irfan seviyesine ulaşabilmek için insanlar neler ve ne-
ler çekmişlerdir. Meselâ Hazret-i Niyazi'yi alalım. Kemâle erişinceye
kadar ne devirler geçirmiş neler çekmiştir. Keza, İbrahim Edhem Haz-
retleri de dünya saltanatını terkettikten sonra tam on sene, iki saatlik
bir ormandan dergâhına her gün sırtında odun taşımıştır. Bir gün ken-
di kendine: On senedir odun taşıyorum da neden keşfim açılmıyor, diye
bir düşünce gelmekle, şeyhinin gönlüne akseden bu istifham, ona nele-
re mâl olmuştur. Şöyle ki: Şeyhi, dervişlerinden birini çağırarak:
İbrahim Edhem ormana odun kesmeye giderken arkasını takip et ve
kuvvetlice bir sopa vur! demiş ve bu emir yerine getirildiği zaman
İbrahim Edhem Hazretleri dönüp arkasına bile bakmamıştır.
Böylece aradan birkaç sene daha geçmiş, bu defa hazretin kalbine
bundan daha basit bir düşünce gelmiş. Şeyhi bu defa çağırdığı dervişi-
ne: Bacağını kıracak derecede kuvvetli bir darbe vur! diye emretmiş.
Hatâsını anlayan İbrahim Edhem Hazretleri: Bu bana şeyhimdendir,
demiş ve nihayet kemâlini bulmuş, keşfi de açılmıştır.
İşte olgunluğa erinceye kadar tabî olduğu o çileler ve geçirdiği o
çetin devreler, istidat ve kabiliyetini kemâle erdirmek içindi. İstidat ve
kabiliyetin kemâle ermesi de zamana ve sabra muhtaçtır.
Yine bir adamcağız varmış. Bir şeyhe intisap etmek için müracaat
etmiş. Şeyhi de: Filân dağ başında kendine bir kulübe yap ve orada bir
sene oturduktan sonra bana gel! demiş. Adamcağız bir sene sonra tam
avdet edeceği gün dereden abdest almaya birisi gelmiş ve abdest alır-
ken de başına mesh vermeyi unutmuş. Adamcağız, o zâta noksanını ha-
tırlatmış ve sonra da kalkıp şeyhinin nezdine gelmiş. Şeyh hazretleri
dağda bir şey görüp görmediğini sorunca, adamcağız o günkü vakayı
44
naklederek, bir adamın hatâsını düzelttiğini söylemiş. Şeyh hazretleri:
Şu halde, git bir sene daha otur da öyle gel! demiş. Böylece de yine bir
sene geçtikten sonra, tam geleceği gün bu defa bir başkası gelip nama-
za durmuş. Fakat namazı, erkânı noksan olarak kılmış. Derviş namze-
di yine o kimsenin de noksanını ihtar ettikten sonra gelip macerayı
şeyh hazretlerine anlatmış. Bunun üzerine kendisine bir sene daha uz-
let verilmiş. Bu müddet de tamam olup avdet edeceği zaman yine birisi
gelip namaza durmuş. Fakat adamcağız bu defa başını dahi çevirip
bakmamış. Sonunda sülûke kabul olunmuş."
- Bir kabul imtihanında bu kadar incelik arandıktan sonra,
suluktan sonraki imtihanlar için ne mertebe irfan lâzım geliyor...
- "Evet, o gayeye erişmek için insanlar neler ve neler çekmişler fa-
kat sonunda da nasıl bir ruh temizliğine yetmişlerdir.
İnsanlıktan maksat, her şeyi birlemektir. Meselâ fail ve mevcut
Allah'tır, diyorsunuz. Onun için de kudret ve kuvvetin Allah'a mahsus
olduğunu herkesten iyi bilmeniz icap eder. Meselâ görüyorsunuz ki bir
Rifâî dervişini topuz ve ateş farkediyor, yakmryor ve kesmiyor. İşte lâ
ilahe illallâh'ın mânâsı, bütün mevcudatın Allah'ın emrine zebun ve
mağlûp olduğunu görmektir. Bütün mevcudat, mâhiyetlerini ancak
Hakkın emriyle izhar eder. İşte bu suretle de havi ve kuvvetin yalnız
Cenâb-ı Mevlâ'ya âit bulunduğu ortaya çıkıyor. Akıl sahibi olmayan ve
hayâta mâlik olduğu zannedilemeyen cansız varlıklar, bu emre itaat
eder ve boyun eğerken, akıl ve hayat sahibi olanların Hakkın
fermanına mahkûm olması haydi haydi beklenmez mi?
Adamcağızın biri ormandan geçerken bir aslana tesadüf etmiş ve
fevkalâde korkarak: Aman ya aslan, ben Resûlullâh'ın kölesiyim! de-
miş. Bunun üzerine aslan, adamcağızın yanından süzülerek çekilip git-
miş. İşte bu mensubiyeti bir hayvan anladığı gibi, camit olan taş, ateş
ve topuz da anlıyor.
Hâsılı insanlıktan maksat, bütün mevcudun Hak olduğunu bil-
mektir. Fakat bu mânânın hâsıl olması için de bir sâlikin bir çok devre-
ler ve dereceler geçirmesi lâzım geliyor. Onun için irfan denen o tevhit
anlayışı kolay elde edilmiyor ve pek tabiî ki herkeste de bulunmuyor."
Hocamız pencereden sokağa bakıyordu. Odada bulunan aileden
birini çağırarak:
- "Gel bak, şu adam kimdir?" diye sordu.
-Ali Ağa efendim...
SOHBETLER 45
- "Üstünde ne elbisesi var?"
- Hademe üniforması!
- "Şimdi bu adama, hademelik forma ve işaretlerini muhafaza et-
mek suretiyle çok pahalı ve çok iyi cins bir kumaştan elbise yaptırıp
giydirsen, görünce ne dersin?"
- Tabiî gene hademe derim.
- "Şu halde câmenin yâni elbisenin kıymeti, diğer bir söyleyişle
zahir tâatlar, ibâdetler ve amellerin değeri, aslındaki ismi değiştirmi-
yor. Bir hademe, pahalı bir elbise giymekle, efendi, bey olamıyor. Ve
hattâ hattâ mevkiinden üst kademedekilere benzemeye çalışmasiyle,
gülünç oluyor ve herkes tarafından alaya alınıyor.
Bazen üniformalarını zabit elbiselerinin kumaşından yaptırmış
neferler görürüm. Fakat hiç kimse onlara, yirmi liralık yerine yüz lira-
lık elbise giymiş oldukları için selâm vermez. Halbuki bir mülâzım ne
kadar eski ve alelade bir elbisede giymiş olsa, ona bütün erler selâm
durur. Hattâ bu mülâzım, yabancı bir memlekete, Fransa'ya, Alman-
ya'ya, Çin'e de gitmiş olsa, ona yine bütün bu yabancı askerlerin de
selâm vermeleri usûldendir. Çünkü rütbe sahibidir, zabittir.
İşte, derecesini bulmuş ruh askeri de mânevi makamlarda ilerle-
yip mertebesi yükselince, ona bütün rûhânî ve nefsânî kuvvetler boyun
eğer ve zerrece emri hilâfına hareket edemezler."
Sâmiha Hanım:
-En güç sabır, sabr-ı anillah mıdır?
- "Söyle bakayım, sülûk'un kaç derecesi vardır?"
- Meezûb-ı sâlik, sâlik-i meczup, sâlik-i gayr-ı meczup, meczûb-ı
gayr-ı sâlik.
- "Evet... meczûb-ı sâlik ne demektir?"
- Önce cezbeyi bulan sonra sülûke giren kısım değil mi?
- "Evet... peşin aşkı bulup sonra sülûkunu yapanlara meczûb-ı
sâlik denir.
Peki, sabr-ı anillah hakkında ne biliyorsun?"
- En güç sabır, diye biliyorum.
- "Doğru... en güç sabırdır. Meselâ eski devirlerde bir hükümdar,
beğendiği, liyâkat ve kabiliyet gördüğü bir kimseyi karşısına alıp, beş
dakika içinde, seni onbaşı yaptım, yüzbaşı yaptım, binbaşı yaptım,
nihayet müşir yaptım! diyerek bütün bu derece ve makamları bir anda
geçirttikten sonra, yâni üstün bir ihsan olan müşirlik mertebesinin
46
tevcihinden sonra, onu kesrete sevk ve reddederek: Haydi şimdi yürü
kıtalarının başına geç. bilgi ve tecrübe sahibi ol! derdi. Yâni bir anda
aşk payesine erdirdikten sonra, sülûkun cilve ve çileleri içine salarak:
Haydi bakalım benim nelerim olduğunu gör, hicranımı tat! diyerek be-
şeriyetin külfet ve zahmetleri içine sürerdi. İşte o cezbeyi tattıktan son-
ra bu yangını gönlünde uyandıran maşuktan uzak düşmeye, onun lika-
sına olan sabra, sabr-ı anillah derler.
Fakat cezbeden sonra tâbi olunan bu temrin, bu ders tatbikatı kı-
sa ve muhtasardır. Şayet sülûkün icaplarını ve mertebelerin ahvâlini
bu kadarcık olsun görmemiş olsa, hicran çekip sülük yollarının acemisi
bulunsa, bâzı noktalarda aksaklık göstereceği tabiîdir.
Gerçi bu zümre, daha ezel âleminde iken terbiye görüp de dünyâ-
ya gelmiş onun için de doğrudan doğruya büyük sınıfa kabul edilmiş-
lerdir. Ama yine de, mânevi liyâkatleri bir zahirî tecrübe ve tatbikatla
birleşmeye mecburdur.
Gelelim şimdi sâlik-i meczuba: Bu kısım, sülükten yâni senelerce
uğraşıp zahmet ve meşakkatler çektikten sonra aşkı bulurlar. Her bir
mertebeyi zamanla geçerler. Gerçi onlar da neferden bunlar da nefer-
den başlayarak yüksele yüksele müşir olurlar ama meczûb-ı sâlikler gi-
bi bir anda değildir.
Üçüncü kısım, sâlik-i gayr-i meczup'tur ki, bunlar sülük ederler
fakat aşkı bilmezler ve bunlardan halk istifâde edemez. Bunlar, kendi-
lerini kurtaramamış olan kısımdır.
Dördüncüler, meczûb-ı gayr-ı sâliktir ki, bunlara gayr-ı sâlik âşık
da denir. Bu mertebenin ehlinden kahır ve celâl zuhur eder. Halk bun-
lardan da istifâde edemez. Fakat bunlar kendilerini kurtarmışlardır."
- Meczupların iki kısım olduğunu ve bunların söz söyleyenlerin-
den, istidatlı bir kimsenin istifâde edebileceğini söylemiştiniz.
- "Evet, bazen istifâde olunabilir. Fakat irşada memur değillerdir
ve sözleri hikmetli de olsa. ortadan ve kendi seviyelerinden söyledikleri
için herkes anlamaz. Bunların sözlerinden mânâ kapmak onun için
herkese göre değildir".
-Meczuplar, neden zâtın beşeriyetinden müstağnidirler?
- "Onlar zatta müstağraktırlar da onun için. Kendilerinde vücut
ve varlık kalmamış olduğu için cisimden ve cisme âit hallerden bigâne-
dirler. Bu yüzden de taayyün alış verişleri hemen de yoktur. İşte onun
için kendilerinden istifâde edilemez. Zira ne ruhsuz cisimden ne de ci-
simsiz ruhtan istifâde olunur. Onların ise değil taayyün ahvâlinden,
kendilerinden bile haberleri yoktur."
SOHBETLER 47
ismet Hanımefendi: 1
-Efendim, Girit'te bir meczup vardı. Bir gün kendisine birisi sa-
taşmış. O da öfke ile elindeki çalıları yere fırlatınca dağlar tutuşmuş ve
Girit'in yansı bu suretle yanmıştı. Esasen o öldükten sonra Girit Türk-
ler' den gitti.
- "Meczuplar, bulundukları memleketin manevî valileri ve me-
murlarıdır. Cenâb-ı Hak o memleketin kalmasını murat ederse, o gide-
nin yerine bir diğerini koyar. Yok eğer Hakkın muradı bunun zıddı ise,
o meczubu ya başka bir tarafa veya âhirete nakleder."
-Maşuk âşıkından müstağni olur mu?
- "Maşuk âşıkından zevk alır. Bir cüz un kendi sıfatlariyle mutta-
sıf, kendi boyasiyle boyanmış olduğunu görmek elbette ona zevk verir.
Esasen onun zevki kendini görmektir. Cenâb-ı Hak, hadîs-i kudsîde:
Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim; İnsan benim sırrımdır
ben de onun sırrıyım; Ben insanı kendim için, dünyâyı da onun için
halk ettim, buyuruyor.'
- Bir defa: Benim için hep ile birin arasında zevk itibariyle fark
yoktur diye buyurmuştunuz.
- "Evet, dâima söylediğimiz gibi, on bin kişinin içinde beni anla-
yan bir tek kimse de olsa onun için konuşur ve zevk duyarım. Anlama-
yanlar ise eşya hükmündedir.
Esasen hep bir içindir. Bir de hep içindir. Hep, bir, bir de hep'tir.
Cemiyet hayâtında, taayyün âleminde de bu böyle değil mi? Bütün
halk, bir kimse için; o bir kimse de bütün halk için çalışır. İmam, cami-
de namaz kıldırırken, arkasındaki cemâat saf teşkil ediyor. Bu suretle
kalpler bir hizaya geliyor ve bunların hepsi imama, yâni kesret vahdete
tabî oluyor, imam namazın edasından sonra yüzünü cemâate dönüyor.
Yâni vahdet kesrete, kesret vahdete nazar ediyor."
- O cüz, maşukun sıfatlariyle sıfatlanıp ahlâkiyle ahlâk-
landıktan sonra kendisinde cüz'lükten eser kalır mı artık? Replikten,
yâni gayrılıktan çıkar, ona da bir denir, değil mi?
- "Öyle ya... âşık maşukun boyasiyle boyanıp kendi vücûdu katre-
sini, maşukun deryasına saldıktan sonra ve mevhum olan vücûdu (lâ)
sim ifna ederek İllâllah'ı bulduktan sonra elbet o da mâsuk olur.
1- Müşîr Şakir Paşanın zevcesi. Fazileti, îman ve ahlâkının üstünlüğü ile temâvüz et-
miş bir derviş.
48
Maşuk, kesreti kendini görmek için îcat eylemiştir. Sorarım sana,
şu camda kendini görebilir misin? Muhakkak arkasına sır vurmak
lâzımdır ki yüzünü görebilesin. O sır da işte vücuttur, beşeriyettir, ta-
ayyündür."
- Sâlikler arasında, darlık ve ferahlık gibi bir çok haller, birbirle-
rinden uzak ve ayrı olsalar da, yine birbirlerine aksediyor.
- "Evet, şurada beş yüz, yahut bin kişi elele tutuşup, bir halka teş-
kil etmiş olsalar, bunlardan yalnız birinin eline, dolu bir elektrik ley-
den şişesiyle dokunsam, o cereyan, o sarsıntı, hepsinde birden hissedi-
lir. Bu hâli gerektiren, o kimselerin birbirine merbut olmaları ve aynı
merkezden ceryan almaları değil midir? Gerçi bu birleşik halkanın her
bir parçası başlı başına birer vücûda sahiptir. Fakat aralarındaki bağlı-
lık noktası, birinin hissettiğini hepsine birden sirayet ettirir.
Siz de, aynı membadan su içen arkadaşlarsınız. Elbet birinize
vâkî olan bir hicran, keder, sevinç, bast veya kabzdan, bilerek bilmeye-
rek o teessürü birden duyar, güler veya ağlarsınız. Bu hal zahiren ol-
masa da kalben olur.
Gerçi aynı halkanın birbirine bağlı cüzlerisiniz. Fakat her şeyde
olduğu gibi, aşkta ve anlayışta dahi derece vardır. Yalnız nur ve birlik
hususunda yoktur. Cenâb-ı Hakkın: Resuller arasında ayrılık yoktur,
buyurduğu gibi..."
Hakk'a olan yakınlık ve korkudan bahsedilirken:
- "Bir gün camide bir hoca efendi vaaz ederken: Âlimler peygam-
berlerin vârisleridir, diyor ve sanki: Biz de işte vârisleriz, der gibi hem
tebessüm ediyor hem de başını sallıyordu. Halbuki sen nerede, onlara
vâris olmak nerede? Resûlullah buyuruyor ki: Hepinizden ziyâde
Allah'ı ben bilirim ve hepinizden ziyâde ben korkarım, işte korku, ilim
nisbetinde artar, Allah'ı bildikçe ziyâdeleşir.
Fakat âlimlerin korkusu, cehennem korkusu veya cennetten uzak
kalmak endîşesi yüzünden değildir. Bu, bambaşka bir korku, bir nevî
haşyet ve heybetin tezahürüdür."
- Dün annem, naz mertebesine çıkanlar en az naz edenlerdir, di-
yordu.
- "Evet çok doğru... Allah'ı en çok bilen ondan en çok korkan ve
elindeki imkânı kötüye kullanmayandır, demek istemiş."
SOHBETLER 49
Ebü'l-Kasım isminde bir adam, geçenlerde bir gazetede "Hazret-i
Muhammed'e Açık Mektup" başlıklı bir hezeyannâme neşretmişti. Bir-
kaç gün evvel bu adamı, deniz kuvvetlerindeki bir sûistimâlin failleri
arasında mahkemeye sevkederek beş sene hapse mahkûm ettiler.
Kendisiyle tevkifhanede konuşan gazetecilere: Beni yazılarımdan
dolayı değil, başka bir suçtan mahkûm ettiler. Fakat aslında beni Haz-
ret-i Muhammed çarptı. Kurtulunca Hicaz'a gideceğim ve yüzümü gö-
zümü Ravza-i Mutahhara'ya süreceğim, elemiş. Bu beyanat gazetelerde
okunduğu zaman Hocamız:
- "Mektubunun cevâbı çabuk geldi! karşılığını verdiler.
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, dün Dede Mehmed Efendinin hanımı bir türbede
dua etmiş. Yarın havaya bir fırtına ver, ondan sonra da günlük güneş-
lik et, bizim çamaşırlar kurusun... demiş. Hakîkaten dün evvelâ ortalık
alt üst oldu, sonra da hava açtı...
- "Bâzı kimseler ehlullâhın büyüklüğünü bu gibi şeyler ile ölçer-
ler, onların asıl mucize olan varlıklarından bihaber olurlar. Hani ada-
mın biri, benim Allah'ımın varlığına bin bir yerde delilim vardır, demiş
de, şu halde Allah'ın büyüklüğüne bin bir yerde şüphen varmış,
cevâbını almış.
Bir kimsenin bu gibi ahvâli keramet sayması, kendi cahilliğini
meydana vurması demektir. Eğer o kimse onların her bir hallerinin
mucize olduğunu bilse bu gibi şeyleri yadırgamaz. Bu gibi haller,
ehlullâhın cilve ve latifesi diye nakil ve beyan olunabilir. Yoksa kera-
met diye bunda hayret edilecek bir şey yoktur."
- Bir sâlik ilk hallerinde daha ziyâde ibâdetle meşgul olduğu hal-
de kemâle yaklaştıkça daha çok kalbi teşbihe meylediyor.
- "Eshâb-ı kiram, ihtidaları günde bir veya iki hatim indirirlerdi,
sonraları ise bir âyet-i kerîmenin üstünde aylarca durmaya başladılar.
Eski halleriyle bu hallerinin arasındaki farkın sebebini soranlara: Ev-
1- Sadâkati ile temeyyüz etmiş bir derviş kişi.
50
velce okur geçerdik, şimdi ise okuduklarımızı hal etmeye çalışıyoruz!
diye cevap verirlerdi.
Bütün tâat ve ibâdetlerden maksat, hep huzuru bulmaktır. Zira
huzur ile kılınan iki rekât namaz huzursuz bin rekât namazdan daha
üstün ve daha makbuldür. Resûlullah Efendimiz de; Huzursuz namaz,
namaz değildir, buyurur.
İki rekât namazı huzur ile kılmak, bin rekât namazı şuhutsuz kıl-
maktan âlâdır. Hiç olmazsa, sen Hakk'ı görmezsen de, onun seni gördü-
ğünü bilerek kılmalısın. Yoksa huzursuz namaz, yatıp kalkmaktan; hu-
zursuz hac, sefer meşakkatinden; huzursuz oruç, dilin damağına yapış-
masından ibarettir.
İşte az evvel dediğimiz gibi, tâat ve ibâdetten maksat huzurdur.
Huzurdan maksat da edeptir. Edebi olan huzurdadır. Bu edep, velev ki
zat şuhûdu mertebesinde olmasa bile, evliyâullah gibi esma ve sıfat
mertebesinin huzurunu bulmalıdır.
Evliyâullah demek, ehlullah demek değildir. Ehluliah Hakk'ın
şuhûduna mazhar olanlar; evliya ise, Hakk'ın esma ve sıfatına mazhar
olanlardır. Ehlullah şuhut mertebesinde, evliya ise dost ve sevgili mer-
tebesindedir."
Meliha Hanımefendi:
- Evliyâullah, elbette mertebelerinin icâbı olarak ehlullâhın dere-
celerinin kendi derecelerinden daha yüksek olduğunu bilirler. Fakat ni-
çin ehlullâhın mertebesine yükselmeye teşne olamazlar.
- "Her bir mertebenin bir adamı bir ehli vardır. Onların mertebesi
küçük bir mertebe değildir ki... onlar da kendi derecelerinin sultanları-
dır."
- Evet meselâ Cebrail Aleyhisselâm Sidre'de Resûlullah' a; bir
adım daha ileri gidersem yanarım, demişti.
- "Evet, çünkü Cebrail'in mertebesi akıl mertebesidir. Akılla aşkın
alâkası yoktur. Fakat akıl mertebesi de büyük mertebedir. Çünkü
Cenâb-ı Hak teklifi akla ediyor."
- "Demin Güzide Valde'niz, şer'î usûle uygun olarak kesilen hay-
vanların insana karıştığını ve insan olduğunu, şer'î usûle aykırı olarak
kesilenlerin ise yine hayvan kaldıklarını söylüyordu.
Her sözde hem zahir hem bâtın mânâ aramalıdır. Esasen zahir ve
1- Doktor Server Hilmi Bey'in kız kardeşi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Sâmiha Ay ver-
dinin annesi olan Meliha Hanımefendi, ne tûl-ı emel sahibi idi. ne de dünyalıkta gö-
zü olan kimse idi. Ruh asaletine sahip, merhametli, hayırsever, kibar insandı.
SOHBETLER 51
bâtın yekdiğerinden ayrılmaz ki... kılıcın iki tarafı gibi... Gerçi kılıcın
iki yüzü birbirinden ayrıdır. Fakat aralarında öyle bir ittihat öyle bir
birleşme vâki olmuştur ki, ancak bu birleşmeden dolayı kesmek fiili
sâdır olabiliyor. İşte zahir ile bâtın da bunun gibidir.
Evet Allah rızâsı dâhilinde katledilen nefsânî şehvetler bakımın-
dan öldürülen nefis de, hakîkat-ı insâniyyeye karışır.
Hayvani arzuları galip kalan nefis ise rızâdan ve cemalden mah-
rum kalır. Hak rızâsı dâiresinde katledilen nefis sahibinde ruh, akıl,
kalp nefis tek bir şey olur ve aralarında ayrılık gayrılık kalmaz."
-Hazret-i Yûsuf un gömleğinin kokusunu, yanında olanların duy-
mayıp tâ uzaktan Yâkup Aleyhisselâm'ın duyması nedendir?
'Pîş-i menî der Yemeni
Der Yemeni pîş-i menî
Yâni yanımdadır Yemen'dedir. Yemen'dedir yanımdadır dendiğini bil-
miyor musun? Resûlullâh'ı niçin Ebû Cehiller tasdik edemedi de, tâ
uzaklardan bir çok kimseler o müslümanlık kokusunu aldılar.
Bir ehlullâhı da, meselâ yanında bulunanlar bilip anlayamaz da,
tâ Bağdat'tan biri gelir, görüp anlar ve bilir.
Kezâlik müslüman muhitinde doğduğu halde İslâmiyet'e dudak
bükenler olduğu gibi, hıristiyan olarak doğmuş bir çok kimseler de ken-
di istek ve talepleriyle İslâmiyet'i kabul ederler.
İşte müslüman suretinde bulunan bir çok kimselerin kâfir olarak
Allah'ı, Peygamberi inkâr etmeleri, o mânevi kokudan nasip alamama-
larındandır. Hakkın ihsanı olan bu nasibin, nice ayrı ve uzak muhitle-
rin, ayrı din ve terbiye içinde yetişmiş kimselerin canlarına erişerek
onları uyandırdığı, her gün bir misal ile kendini göstermekte değil mi-
dir?''
İslâmiyet'te olan kolaylıklardan bahsedilirken:
- "Dînimizde güçlük yoktur, zorlama yoktur. Resûlullah Efendi-
miz yumuşaklık ve müsâmahat üzre gelmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur an-ı
Kerîm de; Biz sana Kur'ân'ı eziyet olsun için değil, Allah'tan korkanla-
ra vaaz ve nasihat için gönderdik 1 buyuruyor. Meselâ, namazların bâzı
1- Tâhâ sûresi, 2-3. âyet.
52
sünnetleri müekkeddir, bâzıları ise gayr-ı müekkeddir. Yâni terkoluna-
bilir. Hattâ meselâ sabah namazını yetiştirmek için eğer vakit pek dar
ise, yalnız farz bile kılınır. Allah onu da kabul eder. Dediğimiz gibi
dînimizde güçlük yoktur."
Mesnevî-i Şerîfdeki tomarlardan bahsolunurken:
- "Her bir iş bir istidada tahsis edilmiştir. Kimine, sen tâat ve ibâ-
dette bulun... ancak seni o kurtarır. Kimine: Tâat ve ibâdet de hicaptır.
Kimine: Dünyâya muhabbetten geç... Kimine ise: Dünyâya olan nazarı-
nı vakitsiz söndürme yarı yolda kalırsın ve ilh... gibi muhalif emirler
verilmiştir.
Bunların hepsi de doğru, hepsi de hakikattir. Fakat adamına gö-
re. Yâni sahibinin vüs'at ve kabiliyetine göre. Hadîs-i şerifte de bâzı
kimseye dünyâyı ehline bırak! Bâzısına da: Dünyâdan el çekmeyin!
buyrulması, herkese, istidadı olan yolu tavsiyedir.
Ehlullâhm biri, henüz kemâlini bulmadan, riyâzatlar ve
mücâhedeler ile çok meşgul olur ve kendine türlü eziyetler edermiş.
Bunu da bilen bir ahbabı varmış. Fakat nedense iki dost birbirleriyle
on beş yirmi sene kadar görüşmemişler. Lâkin bir gün karşılaşmışlar
ve zamanını ibâdetle geçiren zâtı, eski arkadaşı pek değişmiş bulmuş.
Öyle ki, cennet gibi bir bahçenin içinde, süslü bir sedire uzanmış ve
yârânı ile çevrili olarak oturduğunu hayretle görmüş. Eski dostunun
hayretini farkeden zat: Şaştın değil mi? diye sorunca, misafir: Evet, de-
miş, sizi hiç böyle bir halde görmemiştim. Vaktiyle kendinize etmediği-
niz eziyet kalmazdı. Bu cevap karşısında o zat gülümseyerek: Evet, o
zaman muhip idik, şimdi mahbup olduk! demiş.
Ehlullah için dünya rif at ve saltanatının asla ehemmiyeti yoktur.
Belki kemâli bulduktan sonra o derecenin icaplarını kabul etmemek,
derecelerinden düşmelerine sebep olur.
Şu da var ki, eğer Hak tarafından o saltanatın terkedilmesi hak-
kında bir işaret vâki olacak olursa, derhal bütün varlıklarından soyu-
nuverirler. Çünkü onlar debdebe ve ihtişam ile kayıtlı değillerdir. Belki
bu varlığı da yine Hakk'm emriyle kabul etmişlerdir.
Hazret-i İbrahim bir Sübbûhun Kuddûsün sözüne bütün varlığını
feda etti, bir daha da geri almadı. Çünkü bunlar Hak nâmına bezlettik-
lerini bir daha geri istemezler.
Onlardan ne sudur ederse hikmetin tâ kendisidir, itiraz etmekle
1- Bk. Kenan Rifâî; Şerhli Mesnevî-i Şerif, sh. 85-94, Hülbe Yayınları, istanbul 1973.
SOHBETLER 53
sen kendini yakmış oluyorsun. Onların bir küfrü, bütün cihanın
îmânını satın alır.
Netice olarak şunu bilelim ki, herkese verilmiş olan hal ve vazife
kendi istidadı derecesiyle mütenâsiptir."
İngiltere'de Nicholson isminde bir ilim adamının dokuz senede üç
cilt Mesnevî-i Şerif tefsir etmiş olduğundan, tamamlaması için de da-
ha pek çok yıllara ihtiyaç duyulduğundan bahsedildi.
- "Bu zat, en aşağı yirmi sene araştırma ve incelemeden sonra an-
cak tefsire başlamış demektir. Sonra da bir o kadar daha bu işle meş-
gul olup uğraşacağına göre kendini, tamamen meslek edindiği bu işe
vermiş oluyor. Eğer bir manevî zevk duymamış olsa, bunca intihap edi-
lecek meslekler arasından böyle bir iş seçip onunla meşgul olur muydu?
Cins cinsine meyleder, hükmü, hisler ve zevkler hakkında da geçer.
Şimdi bu zâta nasıl olur da müslüman değildir deriz? Bu bir müslü-
mandır hem de gerçek bir müslüman."
- Bu zat, bütün ömrünü tetkik ve tefsire hasr edeceğine, o ilmi bir
kâmil insandan bir mânevi tefsirciden öğrenseydi belki daha kestirme-
den gitmiş olurdu.
- "Niçin her şeyin hakkını vermiyorsun? Bu adama da tecellî ora-
dan olmuş. Hem, herkesin derecesi de bir olamaz. Öyle yükseklere sıç-
ramayın!
Esasen bu zâtın böyle bir işe sarılmış olması, kendi derecesinin
hakikatini araştırması demektir. Hadîs-i şerifte: Kim ki arar ve arama-
sında ısrar ederse bulur! buyrulduğuna göre, bu adamın emekleri de
aramak demektir. Elbet Allah mahrum etmez.
Bir gün Resûlullah (s. a.) mescitte otururlarken bir kırlangıç kuşu,
ağzında bir çamur parçasiyle içeri düşmüş ve bir sayha koparmış. Efen-
dimiz, yanında bulunanlara: Biliyor musunuz kuş ne diyor? demişler.
Buyurun yâ Resûlallah! deyince Efendimiz: Bu kuş: Ben Kızıldeniz'i bu
çamur ile örtmek istiyorum, olabilir mi? diyor. Tabiî olamaz. İşte in-
sanların, yahut bütün âlimlerin kusur ve taksiratı da, Cenâb-ı Hakk'm
rahmeti deryasına nisbetle bu çamur kadardır. O rahmet deryası her
şeyi kaplamıştır, diyor, buyurmuşlar ve banları söyledikten sonra da
gözlerinden yaşlar dökülmüştür.
Bunun gibi, kul da Hakk'm rahmet deryasından ümidini kesme-
melidir. Şahların kapısından me'yus olma! Kerîmler ile beraber olanlar
için işler kolaydır.
54
Ârâbînin biri Resûlullâh a gelmiş: Esselâmü aleyküm yâ Resûlal-
lah! Cenâb-ı Hak kullarını ceza gününde hesaba çekecek mi? demiş.
Evet, buyurmuşlar. Kendini de çekecek mi? demiş. Yine: Evet! buyur-
muşlar.
Bunun üzerine Arâbî gülmüş, Resûlullâh da gülmüş.
Sözün irfan noktası, Hak'tan başka mevcut olmadığından kimin
kimi hesaba çekeceği keyfiyetidir."
Behîce Hanımefendi, 1 Güzide Hanımefendi ile olan bir konuşma-
sını şöyle anlatıyordu:
- Geçen gün Güzide Hanım'a diyordum ki: Şu köşede bir taht olsa
ve her tarafı da kuş tüyleri, kadifeler, yaldızlar ve sedefler ile süslü bu-
lunsa, etrafında da boy boy şamdanlar olsa..
Hocamız Behîce Hanımefendi' nin sözünü elinin bir hareketiyle ke-
sip oturduğu kanepeyi işaret ederek:
- "Bundan daha fazla rahat etmiş olamam ki!"
"Nem vâr ki lâf edem özümden
Mahv eyle beni benim gözümden
Mahv eyle beni benim gözümden, ne demektir?"
- Yâni kendi varımı görmeyeyim, demek değil mi Efendim?
- "Evet, gözüm senden başka bir şey görmesin, varlığımı benliği-
mi, hiçbir şeyi görmeyeyim... benim senden başka neyim var ki? de-
mek...
Ömrlerdir eyledim ahvâl-i dünya imtihan
Nakd-i ömr ü hâsıl-ı dünya hemen bir bâr imiş
Zevk-i dîdârıyle dildârın yok ettim varımı
Devlet-i bakî ki derler ol hemen dildâr imiş
-Efendim, nakd-i ömür, hâsıl-ı dünya neden bâr oluyor?
- "Yâni dildârı görmeden geçirdiğim zamanlar, ömür de dünya da
anladım ki bir yük imiş, demektir. Yâni insan aslına kavuşunca, ona
kavuşmadan evvelki hayâtın bir yük olduğu anlaşılıyor ve asıl hayâtın
da ona kavuştuktan sonra başladığı meydana çıkıyor."
1- Kenan Rifâî Hazretlerinin zevcesi, sabırlı, kanaatkar, saf ve uyanık bir dergâh ba-
cısı.
SOHBETLER 55
Kalbin salâhı ve netice itibariyle mânevi terakkiden konuşuluyor-
du:
- "Faraza, saatin ileri gidiyor veya geri kalıyorsa alıp tamirciye
götürüyor ve diyorsun ki: Saatçibaşı, benim saatim ileri gidiyor... o da
sana diyor ki: Ver baba şunu... burada, nezâretim altında birkaç gün
dursun, muayene ve tamir edeyim, sonra gel al...
İşte bunun gibi sen de kalbin saatini bir kâmil erin eline teslim et
de o seni ıslâh etsin. Ondan sonra saatin kendi kendine yürür.
Şu da var ki, saatin her tik takı nasıl onun bir saniye ileri gitmesi-
ne sebep oluyorsa, senin de her nefesin bir adım ileri gitmeni mucip ol-
malıdır. Böyle olmazsa yazık sana! Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki:
Bir gününü diğer günüyle müsâvî geçiren kimseye yazıktır. Elinde fır-
sat varken ikinci günü daha ziyâde kâr ile geçiremediği için... hele bir
günü evvelki günden daha faydasız surette geçiren kimseye yazıklar ol-
sun.
Bulunduğun yerde kalma... ileri geç... geç de ne kadar geçersen
geç... yoksa, ömrünün geçmesi, mezara yaklaşman olmasın.."
- O yaklaşmak, nasıl olsa kendi kendine de oluyor.
- "Yürü, dâima yürü! Eğer ölüm seni yolda iken yakalarsa, onu Al-
lah bilir. Yeter ki dururken olmasın."
Bayramın irfâni mânâsı sorulması üzerine:
- "Mücâhede ve riyâzat günlerinin neticesi visal bayramıdır." de-
dikten sonra Hocamız şu fıkrayı anlattı:
- "Bir Bektaşî babası, dervişleriyle beraber bir köye giderlerken
yolda top sesleri işitmişler. Baba: Bu nedir? diye sormuş. Ramazan to-
pu! demişler. Hemen dervişlerinden birine dönerek: Öyle ise demiş, al
şu merkebi hana götür, biz de Ramazan bitinceye kadar bir yerde vakit
geçirelim.
Zevk ve safa ile geçen bir hayli zamandan sonra baba, merkebi ha-
tırlayarak aynı dervişe: Git bakalım, merkep ne oldu? demiş. Derviş
gitmiş fakat hanın yandığını, merkebin ise kaybolduğunu ve Rama-
zanın da çoktan bitmiş bulunduğunu görerek dönüp gelmiş ve:
Han harâbest
Merkep türâbest
56
Ramazan cicos
Bayram mübârekest
diye cevap vermiş.
Her sözde hakikat aradığımız için bu tuhaf hikâyeden de şu haki-
kat mânâsım çıkarıyoruz. Vücut hanı harap olup, nefis merkebi de tü-
rap olunca hicran biterek visal bayramı mübarek ola."
Ramazan münâsebetiyle:
- "Bazen Ramazanda, sokakta sigara içenleri görürüm de hal dili
ile derim ki: A adamcağız, sende olan bende de var. Ama bende olan
sende yok. Yâni, ben de senin gibi sigara içerim, onun lezzetini de bili-
rim. Fakat sen, içmemenin zevkini bilemezsin. Halbuki ben, bu zevkin
de yabancısı değilim."
Öğle vakti elektrik düğmesini çevirerek:
- "Bakınız, şimdi şu lâmbanın bir fâidesi oluyor mu? Çünkü güneş
onu fânî etmiş. Fakat aynı zamanda bu lâmbanın şavkı, bu şavkın
mevcudiyeti de inkâr olunabilir mi? Mevcut, lâkin güneşin zuhuru, var-
lığını kaplayıp yok eylemiş!"
Sahile yakın geçen bir motoru göstererek:
- "Bakın şu motora... ne kadar gürültü ve yaygara koparıyor. Gü-
rültüsüne nazaran aldığı yol ise ne kadar az... Halbuki bir diritnotun
sürati, bunun süratinin kaç misli olduğu halde, çıkardığı ses bununki-
nin yanında yok gibidir. Onun zikrini, ancak deryanın derinlikleri işi-
tir. Çünkü tesbîhi kalbidir. Halbuki bir düşman memleketine gidecek
olsa, heybet ve azameti ile, topları, bombaları ile âlemi korkular içinde
bırakır. Zîra kahır ve celâl ismine mazhardır. Fakat muazzam bir kuv-
veti taşıdığı halde şu küçücük motor gibi ne yaygara yapar ne de onun
gibi, yürüdüğü halde yerinde sayar.
İşte ikisinin arasındaki bu fark, yalnız zahirî zikir ile meşgul olup
da hakikat yolundan geri kalanlar ile kalbi zikir ile maksut ve mânâyı
çabuk elde edenler arasındaki fark gibidir."
SOHBETLER 57
Bebek'teki komşuların gürültülü eğlencelerden hoşlandıklarından
mecliste şikâyetle bahsedilmişti. Bunun üzerine buyurdular ki:
- "Niçin âlemin eğlencesine hürmet etmiyorsunuz? Onların zevki
ile benimki arasında ne fark var? Âlemin zevki bizim de zevkimizdir.
Benim zevkim onları da zevkyâb görmektir.
Allah herkese kendi istidadına göre bir vazife vermiş. Ben onların
yoluna gitmiyorum. Hiç olmazsa fikirlerine de mi hürmet etmeyeyim?
Kul yâ eyyühe'l-kâfirûn sûresi bu meseleyi ne güzel hal ve îzah ediyor:
De yâ Habîbim, ey kâfirler, sizin taptığınıza ben tapmam, siz de
benim taptığıma tapmıyorsunuz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana.
İşte hakîkî demokrasi bizim dînimizdedir."
Senelerden beri beklenen Edirnekapısı tramvaylarının işlemeye
açılması münâsebetiyle Güzide Hanımefendi:
- Tramvayların işlemesi ilk gün ne kadar merak edilmiş ve bek-
lenmişti. Fakat aradan birkaç gün geçtikten sonra o meraktan eser kal-
madı, iş tabiîleşiverdi.
- "Dünya işlerinin ve zevklerinin hepsi öyledir. Bir kere elde edil-
meye görsün, arkadan gına gelmeye başlar.
Ölümden niçin korkuluyor... bir defa geldiği için değil mi? İki üç
defa tekrarlanmış olsaydı, ona da alışılırdı.
Fakat bir çok defalar manevî ölümle ölenler için korkulacak bir
şey yoktur."
- "Cenâb-ı Hak diyor ki: Ey nefs-i mutmainne! Bana, benim has
cennetime benden razı olduğun halde ve ben de senden razı olduğum
halde gel! 1
Kulun Allah'tan razı olması ne demektir? Allah'tan her ne gelirse
ona razı olmak demektir. Yâni gerek celâl ve gerek cemal, her ne gelir-
se iyi karşılayıp rızâ göstermek demektir. İşte o vakit Allah da kulun-
dan razı olup cemâli cennetine davet ediyor.
Eğer benden dâima iltifat ve hoşluk görerek bu yüzden muhabbet
etsen ve sana bu iltifatı göstermediğim zaman ise benden kaçsan, o va-
kit muhabbetin bana değil, o iltifata olmuş olur ve beni sevmiyor, ilti-
fatlarımı seviyorsun demektir.
1- Fecr sûresi, 27-28. âyet.
58
Cemal ehlinin ise istediği yalnız cemaldir. Yoksa o, iltifat ve zevk
u safa ile oyalanıp tatmin olmaz, illâ cemâli arar.
Halbuki cennet ehlinin istediği huriler, gılmanlar, nehirler, köşk-
ler ve emsali nimetlerdir. Cenâb-ı Hak bunları isteyenleri de mahrum
etmez, istediklerini ihsan eyler.
Ama, güneşte yetişen bir çiçekle gölge isteyen çiçek nasıl bir olur?
Gün ne tarafta ise yüzünü o yana çeviren ayçiçeği ile, ışık ve hararet-
ten müteessir olan ser çiçeklerinin talepleri bir olur mu?
Cemâle istidadı olmayanların da gölge arayacakları pek tabiîdir.
Onlar cennetin zevk ve safâları ile şâd olmakta elbette mazurdurlar.
Cennet için men'eden âşıkları dîdârdan
Bilmemiş kim cenneti âşıkların dîdâr olur
Zâhid-i bî-hûd ne bilsin zevkini aşk ehlinin
Bir aceb meydir muhabbet kim içen huşyâr olur."
Mesnevî-i Şerif okunurken nokta eksikliğinden dolayı bir kelime
yanlış telaffuz edildi.
Sabîha Hanımefendi:
- Bir nokta, mânâyı ne kadar değiştiriyor, dedi.
- "Nokta deyip de geçmemeli. İlim de bir noktadır, onu câhiller
çoğaltmışlardır, buyuruyor Hazret-i Ali. Bu gördüğümüz âlem, bu var-
lıklar, hep bir noktanın zuhurundan ibarettir. Ancak, o noktayı halka
anlatabilmek için de behemahal teksir etmek, çoğaltmak îcap eder.
Herkes o noktadan anlar mı? Meselâ benim zihnimde bir hikâye var.
Onu gazetede neşretmek istiyorum. Fakat hikâyeyi yazacağım yerde,
kâğıda bir nokta koyup gönderiyorum. Gerçi bu nokta ile hikâyemi,
kendime göre ifâde etmiş oldum. Fakat herkes tarafından anlaşılması
için mutlaka o noktanın tafsil edilmesi yâni hikâyenin yazılması
lâzımdır."
Server Beyefendi:
- Dün Eczacı Mektebi' ne benimle görüşmek üzere Avukat Rızâ
Efendi geldi. Perişan bir haldeydi. Bu dünyâda mürşitsiz kimse tam
olamıyor, diye kendi hâlinden teessüflerle bahsetti durdu. Ben de de-
dim ki: Dediğiniz doğrudur. Eğer mürşitsiz kemâli ve huzuru bulmak
mümkün olsaydı, Imâm-ı Âzam gibi bir büyük zat imam Cafer Hz.nin
terbiye halkasına girdikten sonra: Levle 's-senetan le heleke Nûman:
SOHBETLER 59
Daha iki yıl geç kalsaydı, Nûman helak olurdu, demezdi. Onun için bir
kâmil mürşide tabî ol ki cenneti de, cehennemi de, sıratı da, mizanı da
burada gör..
- Hocamız:
- "Ki olmayasm kör!." diyerek Server Beyefendinin sözlerini doğ-
rulayıp tamamladı.
Meclisten bir kimse, kabahat yapmaktan korktuğunu söyledi.
- "Kul kusursuz olur mu? Yeter ki benlik gibi esâsa dokunan hatâ
olmasın."
Hocamızın mektep arkadaşlarından Borsa Komiseri Kemâleddin
Bey' in Avrupa'da vefatı münâsebetiyle Meliha Hanımefendi:
- Zavallı Kemal Bey de vefat etmiş, dedi.
- "Nasıl olsa gidilecek değil mi? Bir hoşça sadâ ile gittiyse ne mut-
lu! Kâzıma çok iyilik etti. Ne mutlu ona ki müddet-i hayâtında böyle
bir hayır işleyebildi. Herkes ne yaparsa kendine yapar.
Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş."
Mısır'dan misafir olarak gelen Hattat Azız Efendi'ye 1 sürahideki
suyu işaret ederek:
- "Bak Azîz'im, Allah işte bunu bîrenk yaratmış. Eğer rengi olsay-
dı bıkılabilirdi. Halbuki renk ve tad vermeden halketmiş, onun için hiç
bıkılmıyor, hiç kanılmıyor."
Meclisten biri bir şey söylemek istediğini hissettirdi:
- "Söyle, söyle.. Çünkü söz, kalb-i âdem'e candır.
Hadîs-i şerifte de insanın kıymeti sözünün altındadır. Yine bir
başka hadîs-i şerifte de, insanın kıymeti, vücûda getirdiği himmetidir,
1- Mısır Kralı Fuâdın daveti üzerine 1925'te hat hocası olarak Mısır'a gitmiş ve kralın
teveccüh ve ikramına mazhar olmasına rağmen son derece mütevazı hayâtını orada
da devam ettirerek pek çok talebe yetiştirmiştir.
Yirminci asrın bu en kudretli hattatının fazilet, feragat, meziyet dolu hayâtı, başlı
başına ele alınmaya değer bir mevzudur. On iki senelik bir çalışmadan sonra rahat-
sızlanarak memleketine dönmüş ve 1935 de İstanbul'da vefat etmiştir.
60
eseridir, buyurulur.
Öyle ya... bu âlem bir sözle ademden yâni yokluktan, zuhura çık-
madı mı? Cenâb-ı Hakkın (01!) demesi, bu zuhurun sebebi değil midir?
Kezâlik koca muharebeler bir söz ile açılıyor, yine bir söz ile sulh ve
sükûn avdet ediyor. Onun için söz deyip de geçmemeli, iki dudağın kı-
mıldaması nice cenklerin nice sulhların sebebidir."
Altır. kum Gazinosu' nda idik. Azız Efendi, örümcek ağına yaka-
lanmış bir sineği kurtarmak istemiş. Hocamız Ken'an Rifâî mâni ol-
muştu. Eı e döndüğümüzde aynı meseleye avdet ederek:
-"Azîz Efendinin sineği kurtarmasına mâni oldum ve dedim ki:
Onu niçin kurtarmak istiyorsun? Eğer örümcek senden dâva edip de:
Neden Allah'ımın bana gönderdiği rızkı elimden aldın, ben gıdayı nere-
den bulayım? Ağımı onun için kurdum! derse ne cevap verirsin?
Biz, ağa tutulmuş bir şikârı, bir böceği kurtarmak istemediğimiz
gibi, onu kendi elimizle tutup ağın içine atmayız. Yâni şerre vesile ol-
mak istemeyiz. Fakat hayrın ve şerrin Allah'tan olduğunu da biliriz.
Yâni her şeyi Hak'tan bilerek ona el ve dil uzatmayız. Yalnız temâşâ
ederiz."
Sâmiha Hanım:
- Bir şeyi, meselâ lâ faile illallah düstûrunu yalnız bir misâle
bağlı olarak öğrenmek kifayet etmiyor. Bir şeyi öğrenmek için onu hal
etmek îcap ediyor.
- "Elbette bu tâlim ettiğim bir misalden ibarettir. Şimdi sana bir
riyaziye (matematik) meselesi versem: Dört okka kömür beş kuruştan
ne eder? desem, hesap eder bulursun. Fakat aynı meseleyi bir başka
misal ile söylesem, Sâmiha ve Semîha çarşıya gittiler, yüz kuruştan on
sekiz arşın kumaş aldılar, bunu hesap et! desem. A, ben kömürü hesap
etmeyi öğrenmiştim, bunu bilmem, diyebilir misin? Eğer kaideyi öğren-
mişsen, onu bütün meselelere tatbik etmekte güçlük çekmezsin.
Bir mânâda, evliyanın kerametleri de böyledir. Velî bir keramet
izhar ediyor. Sen ona saplanıp kalmamalısın. Çünkü bu Hak sevgilisi-
nin kendisi baştan ayağa keramettir. Onun kerameti ile meşgul olup
kalacağına, kendisini temaşaya çalış!"
Vaktiyle tarikata girmek isteyen bir hanımın mürşidi tarafından
SOHBETLER 61
izzet-i nefsine dokunulmamasını şart koştuğundan bahsediliyordu:
-"Ey Fuzûlî acz ü zillet izz ü câhımdır benim
Nefsinin büyüklüklerini sözüm ona izzetini terketmeyen bu yola
gelmesin.
Ney hadîs-i râh-ı pür-hûn mîküned
Ney, kanlı yolun sözlerini söyler. Bu yol kanlı yoldur. Orada can
vermek, her kişinin harcı değildir.
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasın
Âr u ırzıyla gelip âşıklara bâr olmasın.
Dün Aziz Efendi anlatıyordu: Mısır'da bir neyzen, elinde neyi ile
sokaktan geçerken, çocuklar: Dede efendi bize bir ney üfle de dinleye-
lim, demişler. Neyzen hiç aldırmadan geçip gitmiş. Fakat kendisine öy-
le bir hal gelmiş ki, uzun müddet ney üfleyebilmekten mahrum kalmış.
Çünkü çocukların bu teklifleri karşısında nefsini alçaltıp dedikle-
rini yapmadı ve onlardan söyleyenin de Hak olduğunu görmedi. Bunun
için Allah, ney üfleyebilmek kabiliyetini bir zaman için olsun onun elin-
den aldı.
Olsa istîdâd-ı arif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak îsâline her zerredir bir Cebrail."
Semîha Hanım:
- Efendim, âşıklar neden durmadan nâle ve efgân eyler, ağlar?
Her halde şikâyetten değil?
"Gerçi canandan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir?
Evet kendileri de bilmezler ki...
Gül temennasında derler bülbülün gavgâların
Çün gülü gördükte gülmez bilmezem gavgâ nedir?"
1- Ezel âleminin mücerret rûhlan içinde bir ebedî olan Semîha Cemâl Hanım, âteşin
ve parlak bir ruhun sahibi idi.
Ancak, dünya demek, bir dış görünüş mahalli olduğuna göre, bu çıplak, yanıcı ve ya-
kıcı ruha da dünya âleminde bir vücut lâzım olduğundan, güzeller güzeli denmeye
seza bir beden kisvesi ile dünyâya aşk ve insanlık âbidesi olarak geldi. İşte bu
müstesna insan, kitaplar yazdı, tercümeler yaptı, hocalık edip talebeler yetiştirmek
suretiyle fazlası ile dünyâya borcunu ödedi. Ve nihayet, ezel ile ebed arasında bir
şimşek gibi çakarak, genç yaşta Hak katına uçup gitti.
62
Semîha Hanım:
- Maşuk da bilmez mi?
- "O bilir. Sırf hoşuna gittiği için ağlatır. Halbuki çirkin sesli, çir-
kin yüzlü bir feryat edicinin yalvarışlarından zevk alır mı? Hemen iste-
diğini verir ki sussun, diye..."
Mesnevî-i Şeriften şu parça okundu. Hilkatten gaye Âdem idi, fa-
kat Cenâb-ı Hak önce alemi yarattı ve bu âlem binası kemâlini bulduk-
tan sonradır ki Adem'i zuhur ettirdi. Demek ki bâtında murat olan şey,
amelden sonra zuhura geliyor. Meselâ amel kıldın, ağaç diktin, ama
meyveyi yemek fikri evvel oldu. Çünkü ağaçtan maksut, meyvedir, işte
bundan da anlaşılıyor ki cümle âlem hemen insandan ibarettir.
- "Evet, gerçi bu âlem, Resûlullah (s. a.) dan evvel zuhur etti. Fa-
kat kâinattan maksut ve mânâ odur. İşte: Ben idim ferzende-i âlem
ama babamdan evvel oldum ben! sözünün mânâsı budur. Rûh-ı
Muhammedi, bu hilkatten evvel mevcut idi. Kâinat ise ona hazırlıktan
ibarettir. Evet, ağacın dikilmesi, dalı budağı, yaprağı, çiçeği meyveye
takaddüm eder. Fakat o dal budaktan maksat meyvedir. İşte Resûlul-
lah tan evvel zuhura gelmiş şu mevcudattan da murat Rûh-ı
Muhammedi'dir."
Hocamız bir gün evvel Hırka-i Şerif Camiinde geçen bir hâdiseden
bahsediyordu:
- "Dün camide dolaşıyordum. Üç dört kadın gelerek Harem-i Şerif
maketinin önünde 1 durdular ve bana dönerek: Beyefendi bu nedir? de-
diler. Hücre-ı Saadettir, Resûlullah Efendimiz'in kabirleridir, dedim.
Kadınlar hayret ettiler, şevk ve tehalükle tavaf ve ziyaret ettiler. Dü-
şündüm ve kendi kendime: Allah isterse onların bu ziyaretlerini Hi-
caz'a kadar gitmiş gibi de kabul eder, dedim. Çünkü amel, niyetin için-
de gizlidir."
Hazret-i Ebû Bekir'in bendelikte bulduğu zevk ve şâdilikten bah-
sediyorduk:
1- Hırka-i Şerif Câmiinin üst sofasının tam ortasında etrafı câmekânla çevrili büyük
ve bütün teferruâtiyle tesbit edilmiş bir Harem-i Şerif maketi vardır. İsteyenler bu
mücessem ziyâretgâhı yedi defa tavaf etmek suretiyle kendilerini bir nevi ziyarette
bulunmuş addederler.
SOHBETLER 63
- "Hazret-i Ebû Bekir, Efendimiz'in arkasından giderken dâima,
her bende, her kul, azat olduğu vakit sevinir, ama yâ Resûlallah ben
sana bende kalmakla şadım ve sevinçliyim! derdi.
Bir gün de: Yâ Resûlallah, ben sana intisap etmeden evvel bir
rüya görmüştüm. Güneş bana selâm vermişti. Şimdi anlıyorum ki bu,
bana seninle buluşmak devletini tebşir etmekmiş demişti.
Ebû Bekir Hazretleri, kabilesinin ulusu, zengini ve âlimi idi. Efen-
dimiz ise ümmî bir çocuktu ve deve çobanlığı ederdi. Böyle iken bir gün
Efendimiz: Yâ Ebû Bekir, bana bir melek geldi ve risâletimi haber ver-
di! deyince, Ebû Bekir hiç tereddüt etmeden: Senin, Hakk'ın Resulü ol-
duğunu tasdik ederim! diyerek Resûlullâh'ın ayaklarına kapandı. Bu-
nun üzerine Resûlullah: Peki amma tek sözümle bana nasıl inandın?
deyince Hz. Ebû Bekir'in cevâbı şöyle oldu: Bu yüz yalan söylemez. Sen
Allah'ın Resulüsün. Düşünmeli ki, Ebû Bekir gibi gerek yaşça gerek
içtimâi mevkîce büyük olan bir kimsenin tek söz ile Resûlullâh'ı tasdik
edivermesi kolay işlerden değildir."
Epiktetos'dan şöyle bir cümle okuduk: "Eğer bir kimse, bir başka-
sının senin hakkında fena sözler söylediğini anlatırsa, anlaşılan, daha
benim hakkımda söylenecek kötü şeylerden bu kimsenin malûmatı yok.
Şayet olsaydı bu kadarla kalmazdı! de.
- "Biz de diyoruz ki, eğer biri senin hakkında fena şeyler söylerse
şayet bu fenalık bende olmasaydı söylemezdi. Bende daha neler, ne kö-
tülükler var, de.
işte iki bin bu kadar sene evvel söylenmiş olan o sözler ile bu gün
bizim söylediklerimiz arasında hiçbir ayrılık yok. Çünkü onlar da Nûr-ı
Muhammed'den ışık alarak hakikati görüp söylemişlerdir. Güya ki o
sözleri Mesnevî-i Şerif okunuyormuş gibi dinliyoruz. Çünkü bilcümle
hakikat kelâmının kaynağı Nûr-ı Muhammed'dir. Zuhur ettiği yere iti-
bar yoktur. Kimden zuhur ederse etsin hakikat hakikattir."
- "Sabahleyin Güzide Valdeniz ile konuşuyorduk da diyorduk ki
insanda hem her şey var, hem hiçbir şey yok.
Her şey var, ilâhî tecellîye mazhar olması itibariyle. Hiç bir şey
yok beşeriyeti dolayısiyle. Yâni Hazret-i Âdem'in cennetteki hâli ile
oradan çıkarıldıktan sonraki hâli gibi...
64
Âdem cennetten çıkarıldıktan sonra Cebrail'e şöyle der: Ey Ceb-
rail! siz daha dün bana secdeler, tazimler ediyordunuz. Şimdi neden
baş çektiniz? Neden beni cennetten kovuyorsunuz? Bu hal ne, o hal
ne? Cebrail de der ki: O secde ve tazim, senden zuhur eden ilâhî tecel-
lîye idi. Bu da senin kendi beşeriyetinin îcap ettirdiği şeydir.
Genç ve güzel bir kızın etrafında nice dolaşıp sevenler ve nice îlâ-
n-ı aşk edenler bulunur. Fakat aradan yirmi otuz sene geçip de o kız
bir fertût-ı sad-sâle yâni kocakarı hâline gelince, bu âşıkların hepsi on-
dan kaçarlar. Kimse dönüp yüzüne bakmaz. İşte o da, Adem'in Cebr-
ail'e hitabı gibi onlara sorar: Bir zamanlar bana secde eder, etrafımda
pervaneler gibi dönerdiniz. Şimdi ne oldu, neden benden kaçıyorsunuz?
der. Bunlar da ona cevap verir: O vakit sana gösterdiğimiz muhabbet
ve secde sende gördüğümüz ilâhî pertevin nuruna ve aksine idi. Bu da
senin senliğine, beşeriyetine, derler.
İşte, insan hem pek büyüktür hem pek küçüktür. Onda hem her
şey vardır, hem hiçbir şey yoktur... Her şey vardır, Allah'ın ihsâniyle...
o zaman bütün âlem ona baş eğip hizmet eder ve tâbi olur.
Hiçbir şey yoktur. Çünkü ondaki bütün kudret ve kuvvet Hakk'a
dönücü O'na rücû' edicidir. Bakın şu mezarlara... hani o, benim! diyen-
ler nerede?
Meşhur Darülfünun Emîni Salih Zeki Bey vardı. Riyaziyatta bir
otorite idi. Fakat başında bir damar çatlamakla genç yaşında ateh ge-
tirdi ve bütün o bilgilerini bir anda kaybetti. Bir gün Maârifte arka-
daşlar ile beraber oturuyorduk. İçeriye, kendisine yardım eden bir
adamla girdi. Bir vakitler o mecliste bulunanlar kendisine hürmet gös-
terip saygı ile selâmlarlarken, bu defa kapının yanında bir yeri işaret
ederek: Otur, oraya otur! dediler.
İşte bir damarın kopmasiyle ilmini, insanlığını kaybetmenin canlı
örneği...
Burada bir sual hatıra gelebilir: Mademki insanda hem her şey
var, hem hiçbir şey yok ve insan, ne yaparsa kendine yapar, diyorsunuz
bu sözünüzden tezat hâsıl oluyor, diyebilirsiniz.
Fakat unutmamalı ki insanda cüz'î irâde vardır. İşte bu cüz'î irâ-
deden dolayı insan yaptığını bulur. Meselâ sen bir kabahat işledin, he-
men nedamet hissetmez, mahcup olup utanmaz mısın? İşte bu utanış,
sende cüzî irâde olduğunu gösterir. Meselâ şuradan geçerken masanın
üstündeki vazoyu devirip kırdın. Bu hareketinden dolayı yüzün kızarıp
mahcup olursun. Halbuki a}^nı suçu bir hayvan işlemiş olsa utanmak
nedir bilir mi? Çünkü onda, fark ve temyiz edici akıl ve cüz'î irâde yok-
tur. Hattâ bir hayvan herkesin gözü önünde, en gizlenmesi lâzım olan
SOHBETLER
65
hareketleri yapar da yine hiçbir hicap duymaz.
Halbuki sen meselâ sokağa çırılçıplak çıkabilir misin? Eğer çıkabi-
lirsen sende cüz'î irâde yok demektir. Değil çırılçıplak çıkmak, yüzünde
bir kara leke bile olsa, silmeden kimseye görünmek istemezsin.
Bir misal daha vereyim: Karnının doyması mukadderdi. Fakat sen
o gıdayı evvelâ aldın sonra pişirdin ve nihayet ağzına koyup çiğnedik-
ten sonra karnın doydu. İşte cüz'î irâde.
Fakat şu da var ki, Allah isterse senin o cüz'î irâdeni de alt üst
eder, bu da başka bir mesele!''
- "Dün camide idim. Hoca vaaz ediyordu ve: Gördün mü o kimseyi
ki arzusunu ilâh ittihaz etmiştir. Sen o kimseyi o arzusundan geri çe-
ker ve men eder misin? Elbet hayır, belki sana lâzım olan, iblâğ ve
inzardır 1 mealindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Elbette nefsinin arzularına hizmet eden, Allah'ın men ettiklerin-
den kaçmayan kendi nefsine tapıyor demektir. Seni seviyorum, diyor-
sun. Halbuki ben sana, gıybet etme, haset etme! diyorum. Sen bu de-
diklerimi tutmaz arzularımı yerine getirmezsen beni sevdiğin nerede
kalır? Senin istek ve arzularına göre ihsanda bulunduğum zaman
memnun oluyorsun. Azıcık keyfine aykırı hareket eder etmez vaziyetin
değişiyor. O halde sen kendi arzularım, kendi nefsini ilâh ittihaz etmiş
oluyorsun.
Em tahsebü enne ekserehüm.. 2 yâni sen zanneder misin ki onların
ekserisi senin kavlini, sözünü dinleyip anlasınlar ve gösterdiğin tevhîd
delillerini idrak etsinler. Onlar ancak hayvanlar gibi, belki hayvanlar-
dan da ziyâde dalâlettedirler. Zîra hayvanlar, kendilerine fayda vere-
cek şeyleri yapar, zarar gelecek olanlardan kaçınırlar.
Vaiz bir Fârisî beyit de okudu: Çocukluğunu oyunla, gençliğini
gafletle, ihtiyarlığını da zafiyet ve dermansızlıklarla geçirdin. Sorarım
sana, Allah'a ne vakit ibâdet ettin?"
Mesnevî-i Şerîfde kul ne vakit yâ Rabbî, derse Cenâb-ı Hakk'ın,
Lebbeyk yâ kulum! iste vereyim... diye cevap verir dendiği okunuyordu.
- "Eğer o lebbeyk'i ben duymuyorum! dersen, yâ Rab! dediğin va-
1- Furkân sûresi 43. âyet "Eraeyte men ittehaze ilâhehû hevâhu..."
2- Furkân sûresi, 44. âvet.
66
kitte duyduğun o zevk ve ferah, Cenâb-ı Hakk'm sana lebbeyk... diye
cevâbıdır."
Gününü zevk ve safa ile geçirdikten sonra, gece de uyumayarak
sabah ezanına intizar eden bir kimseden bahsediliyordu.
- "Uyanıklık büyük şeydir. Bahusus bu zevk ve safa içinde sabah
ezanına intizar etmesi, o kimse hakkında güzel bir işarettir.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri bir gece mecliste oturmuşlar, mün-
hal olan kutup mevkiine yeni bir kutup tâyinini müzâkere ediyorlar-
mış. Erkenden eve girip dolaba saklanan bir hırsız da, ortalıktan el
etek çekilip herkesin yatmasını bekliyormuş. Fakat müzâkere uzadı-
ğından seher vaktine kadar beklemiş. Ve boş olan mevkie münâsip bir
kimse bulunamadan meclis dağıtılacağı sırada, nihayet Abdülkâdir
Hazretleri: Canım, demiş şu dolapta bizimle beraber sabahlayanı tâyin
edi verelim!
Tabiî, vakit saat de gelmiş olduğundan, hırsızlık maksadiyle gel-
miş olan o kimse, o anda her türlü suçtan kirden silkinip bir anda ku-
tup mevkiini bulmuş."
Hakk'ın kuvvet ve kudretinden konuşuluyordu:
- "Bir gün Enes (r.a.); Yâ Resûlallah! Biz senin getirdiğin Kur an'a
îman ettik, sana îman ettik. Sen de Allah'tan korkuyor musun? dedi.
Resûlullah Efendimiz; Evet ben de korkarım! buyurdular. Enes; Niçin
yâ Resûlallah? diye sordu. Çünkü kalpler, Allah'ın iki kudret parmağı
arasındadır. Onları istediği gibi evirir çevirir ve istediğini sırât-ı
müstakime hidâyet eder de onun için... buyurdular.
İşte bu sebeple Efendimiz dâima: Yâ Rabbî, kalbimi sırât-ı
müstakimin üzre tesbit et 1 ! Ve yine: Ey kalpleri ve gözleri istediği ci-
hete döndüren Allah'ım, kalbimi sırât-ı müstakim üzere karar kıldır,
tesbit et 2 ! buyururlardı."
Denize bakarak:
- "Bakın, şu denizin suları kâh bu cihete kâh öteye doğru akıyor.
Cemal ve celâl tecelliyâtı rüzgârlarına tâbi olmaktan bir an hâli değil...
1- Allahümme sebbit kalbî alâ dînek.
2- Allahümme yâ mukallibe'l-kulûbi ve'1-ebsâri sebbit kalbî alâ sırâtı'l-müstâkîm..
SOHBETLER 67
bunun gibi, insanın kalbi de Allah'ın iki kudret parmağı arasındadır.
Cenâb-ı Hak onu, istediği gibi evirir çevirir. O parmaklardan biri celâl
diğeri de cemaldir."
Şuur ve adem-i şuurdan bahsedilirken:
- "Gözün nuru olmasa, göz baksa da görmez. Gözün süvarisi nur-
dur.
Bir at da ne kadar müstesna ve güzel olursa olsun ona bir kimse
binmedikçe gideceği yeri bilemez."
Hayâtından şikâyet eden ve içinde bulunduğu hareketli ve eğlen-
celi hayâta rağmen yaşamanın zevki olmadığını söyleyen bir kimseden
konuşuluyordu:
- "Dünyânın hiçbir eğlencesini, bıkmadan devam ettirmek müm-
kün değildir. Bir gün mutlak hepsinden usanırsın. Faraza geçen gün
zevkle seyrettiğimiz sünnet düğünü eğlenceleri, dört beş gece üst üste
tekrar edilse, aynı hazzı duyabilir miyiz? Birinci gece, hoşlanarak sey-
rettik. İkinci gece yarı uyku ile geçer. Üçüncüde ise iç sıkıntısı olur.
Dünyânın bütün zevk ve eğlencelerini buna göre kıyasla. Hattâ
bir kadınla erkek arasındaki muhabbette bile devam ve istikrar yoktur.
Eğer vuslat da devamlı olsa, zevkten eser kalmaz. Mecaz aşkında sev-
giliye bir ufak arıza gelse, âşıkı ondan soğur, hattâ nefret eder. Meselâ
sevdiğin güzel kız bir çiçek çıkarıyor, yahut aradan yirmi beş otuz sene
geçiyor ve bu suretle artık yüzüne bakamaz oluyorsun.
Bütün zahir güzellikleri, güneşin duvara aksetmiş ziyası gibi fânî
ve aslına dönücüdür. Akşam olup güneşin aydınlığı yine güneşe rücu
edince, ya da güneşin yüzünü bir bulut kaplayınca, sen de o duvardaki
akislere âşık olmuş bulunmakla, onlar yok olunca ağzın açık bakakalır-
sın.
İşte: Küllü şey'in hâlikün illâ vecheh 1 : Her şey yok olur Hakkın
vechinden gayrı... sırrı budur. Evet, Hakk'ın aşkından, cemâlinden
gayrı her şey fânidir, ancak ona zeval ve nihayet yoktur. Bütün güzel-
likler ondan bir parçadır, bir cüz'dür, ama kül değildir. Bu yüzden de,
herhangi bir tebeddüle, bir değişmeye mâruz kalınca, o cüz'ler aslına
gider ve sen de değişmeye uğrayan o cüz'ü kaybedersin. O külde, o asıl-
1- Kasas sûresi, 88. âyet.
68
da ise bütün cüz'ler mevcuttur.
Hz. İbrahim, gökyüzünde ayı gördü; Bu benim Allâhımdır! dedi.
Fakat ay batınca; Hayır bu değilmiş! dedi. Güneşi gördü, o da ufûl
edince: Ben âfil olanları sevmem 1 dedi. "
Dâima iyi kimseler ile düşüp kalkmanın faydalarından bahsolu-
nuyordu:
- "Sohbet müessirdir, sohbet ve ülfet, insanoğlunun iç bünyesine,
karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye gittiğin vakit üstüne
pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise gül kokusu sindiği gibi...
Dünya ehlinin dedikodudan ibaret meclislerinde bulunmak yahut
mânevi ve rûhânî meclislerin ^yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde
sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müsbet veya menfî tesiri ya-
par."
Mesnevî-i Şeriften şu parça okundu: Altın veya demir, ateşe girip
kızşalar, hal diliyle: Ben oyum, yâni ateşim! derler.
-"Evet, bir demiri ateşin içine sokup kızdırdığın vakit onun ateş ol-
duğundan şüphen varsa, koy elini üstüne, bak ateş midir, yoksa demir
mi? Kezâlik, Allah'la bakî olmak mertebesindeki kimselerden de (Enel-
hak) gibi sözler sudur ettiği vakit o sözü söyleyen kendileri değil,
Hak'tır. Bu sözleri söyleyenin kendileri olmadığını ve onlarda Hakk'ın
istilâsını görmek istiyorsan ateşten kızarmış demire bak ki, onda da
mevhum bir vücut yâni demirlik olduğu halde, yakmakta, ateşten hiç
farkı var mıdır? Onun kendisi, ben ateşim, demiyor, ateş kendini o vü-
cuttan ilân ediyor.
Birgün Bâyezid: Leyse fî cübbetî sivallah, yâni bu cübbemin altın-
da Allah'tan gayrı kimse yok! dedi. Fakat bu söze itiraz edenler olunca,
Bâyezid: Hatâ etmişim, bir daha benden böyle bir kelâm zuhur edecek
olursa, beni vurun! dedi.
Bir müddet sonra yine bir mestlik âleminde: Cübbemin altında...
deyince, ham kimseler, kılıçları çektiler; fakat Bâyezid'i neresinden
vurmak istedilerse oralarından yaralandılar.
Ama ehlullâhı vurmak yalnız kılıçla olmaz. Onların ahvâline iti-
raz etmek de kılıç çekmek demektir ve o kimseler bu itirazları kılıcı ile
]- En'âm sûresi, 76-77. âvet.
SOHBETLER
69
mutlaka kendi kendilerini yaralarlar. Bu kılıcı, kimi îmânına kimi cis-
mine yer. Yalnız cismine yemekle kalsa, bu da bir nimettir.
Hazret-i Mevlânâ: Ben kendi Mûsâ-i hakîkîmin elinde bir asayım.
Ben meydandayım, Mûsâm gizlidir. Kim ki o asaya ihanet ederse ona-
dır, kim ki riâyet ederse, yine onadır, buyurur.
Burada Musa'dan murat, Cenâb-ı Hak; asadan murat kâmil in-
sanin vücûdudur. Ona dokunanın vay hâline!"
Hak yoluna davet olunduğu halde, yine de alışageldiği gafletti ve
dedikodulu hayatta devam eden bir kimseden bahsolundu:
- "Gelmek onun elinde midir? Kur an-ı Kerîm'de buyrulduğu üz-
re: iki deniz birbirine çarpar, fakat aralarındaki perde onları yekdiğe-
rinden ayırır, birleşmelerine mâni olur 1 .
Allah, bir taraftan çağırır, bir taraftan iter. Sen, beni davet ettin,
ama bir taraftan da ittin! dersen; çağırdım, çünkü bütün âlemlere rah-
metim. Fakat ezelin hükmü zuhur edince: Olmaz, olmaz, der ve seni
bana yaklaşmaktan men eder. Mûsâ ile Firavun gibi...
Eğer biz seni ezelde kendimize çağırmış olsaydık, koşa koşa, hattâ
zıplaya zıplaya gelirdin. Ama acı ve tatlı olan iki deniz yeryüzünde bir-
birine karışmıyor. Bunun gibi, ezelî istîdâdı başka başka olan bir çok
kimseler de birbirleriyle ne kadar ülfet etseler, yine de ezelî istidatları
ne ise o zahir oluyor. Gerçi sohbet müessirdir. Lâkin bu tesir arızîdir.
Şakî, saîdlerin meclisinde bulundukça onlara benzer gibi olur. Saîd de
şakilerin sohbetinde bulundukça onların kesafetinden üzerine siner.
Fakat bu hal de arızîdir. Kendi hallerine kaldıkları vakit ikisi de asılla-
rına avdet ederler. Eğer bu hal tedavi edilemezse, o kimsenin bu yüz-
den çok zarar görmesine de sebep olabilir. Meselâ bir nebata kurtlar
üşerse, bu kurtlar ayıklanmadığı takdirde onun gelişip serpilmesine
mâni olmaz mı? Kezâlik, bir hastalık hâlinde de, perhiz lâzım iken, al-
dırış etmeyip pisboğazlık edersen, hastalık uzadıktan başka, ihtilâflara
da yol açabilir.
Evet, sohbet müessirdir. Fakat asla esâsa değil. Bir ada, denizin
ortasında tuzlu su içinde olduğu halde onun ortasından tatlı su çıkıyor.
Zahirde de suret ehli ile mânâ ehli birbirine karışıyor, kaynaşıyor,
müşterek bir hayat yaşıyor, hattâ icâbında aynı yatakta yatıyorlar. Fa-
kat esas itibariyle ikisi birbirine tesir edemiyor. Birinin kesafeti, diğe-
1- Rahman sûresi, 19-20 âvet.
rinin nûrâniyetine halel vermiyor. Zeytinyağı ile suyu ne kadar karıştı-
rırsan imtizaç ederler mi? Hem de zeytinyağı sulu bir madde olduğu
halde yine de karışmıyor, fırsat bulunca birbirinden ayrılıyorlar."
Semîha Hanım:
- Hazret-i Ali: Bana dünyâdan bâzı şeyler haram edildi. Fakat
ben helâl olanları da bıraktım. Dünya bana sağ elini uzattı, ben solunu
da çevirdim ve muhtaç gördüğüm için hepsini kendisine bıraktım, bu-
yuruyor.
- "Öyle ya., dilencinin çanağından niçin alayım, buyurmak iste-
mişler."
Semîha Hanım:
- Yine Hazret-i Ali buyuruyor ki: Üstünlük göstermek için ilim
sahibi olma! Bâzı ilim vardır ki neticesi cehildir. Bâzı cehil va?~dır ki
neticesi ilimdir.
- "O ilim ki insanın kendisiyle, benliğiyledir ve o kimse bu ilmi
var zannetmiştir, tabiî ki o ilim cehille beraberdir. Çünkü asıl ilim,
yokluk ilmi, Allah ilmidir. Zîra bu bilgi, bilcümle ilimleri kucaklamış-
tır.
Senin bahsettiğin cehilden maksat, hiçbir şey bilmemek, okuyup
yazmamak, yâni kara cahillik demek değildir. Çünkü bu zahir bilgisiz-
lik asla hoş görülmemiştir.
Sokrat: Bildiğim bir şey varsa, hiçbir şey bilmediğimdir, diyor.
Fakat bu cehilden maksat, Hakka karşı acz ve yokluğa ermiş kimsenin
cehlidir.
Allah'ın kudret ve kuvvetine karşı ümmî de olsan âlim de olsan
müsavidir. Fakat elbette ki bir kâmil kişinin zahir bilgilere de sahip ol-
ması lâzımdır. Zîra irşat hususunda bir ümmî şeyhle, dünya ilimlerine
de âşinâ olan bir şeyh, aynı liyâkat ve kudreti hâiz değildir. Mürşit,
kütleleri zamanın seviyesine göre uyandırma yollarını bilmelidir.
Maamâfıh ümmî şeyhler de olabilir. Fakat bunlar, geniş kütlelere
değil, kendi tarzında olan zümrelere hitap edebilir, onları yine kendi
tarzlarına göre uyandırabilirler.
Şuna da işaret etmek yerinde olur ki, Allah'ın kudret ve kuvvetine
karşı ümmî de olsan, âlim de olsan birdir. Zahir bilgileri kazanmak da
yine Allah'ın bir ihsanıdır. Eğer Cenâb-ı Hak isterse, Hüsâmeddin Çe-
lebi'nin muhterem ceddine vâki olduğu gibi, bir anda da o zahir ilmine
SOHBETLER 71
âşinâ ediverir. Çünkü: Ve hüve alâ külli şey'in kaclîr 1 bir gerçektir. Al-
lah her şeye kadirdir.
Hüsâmeddin Çelebinin cedd-i âlâsı ümmî idi. Okumuş yazmış
kimseler buna îtiraz ettiler. Fakat ertesi gün mûtat zamanda kürsüye
çıkan hazret: Kürt olarak geceledim, Arap olarak sabahladım, diyerek
Arapça derse başladı.
Imâm-ı Şâfîî Hazretlerine de bâzı kimseler takılır ve bizi şeyhine
götür de görelim, derlermiş. Şeyh hazretleri ümmî olduğundan güya
kendisini Şafiî'nin yanında mahcup etmeye hazırlanırlarmış. Bir gün
bu îtiraz erbabının dileklerini yerine getirerek onları şeyhinin huzuru-
na götürmüş. Ve her biri gayet ağır olarak hazırladıkları sualleri,
Arapça bilmeyen şeyh hazretlerine sormaya başlamışlar. Fakat yine
bir tecellî oynamış ve sual sahipleri aldıkları cevaplar ile şaşkına döne-
rek çekilip gittikten sonra, şeyhinin dizlerine kapanan İmâm-ı Şâfıî:
Aman Efendim sizi rahatsız ettiler, diyerek özür dilemek istediğinde:
Üzülme evlâdım üzülme, senin levhinden okudum okudum söyledim,
buyurmuş.
Fâtih türbedarlarından yaşlı bir zat vardı. Melâmî şeyhlerinden
idi. Bâzı defalar şeyhinden bahsederdi. Bir gün dedi ki; Şeyhimden
mubayaanın hakikatini sordum. Beni Atpazarı'na götürdü. Bir merkep
satılıyordu. Merkep, satanın arkasında duruyordu. Satan alana: Ben
satıyorum, sen alıyor musun? dedi. Alan da: Evet! diyerek kabul etti. El
ele tutuştular. Satan, alana: Var hayrını gör! dedi. İşte şeyhim
mubayaanın hakikati olarak bu alım satımı gösterdi.
Evet, bu zâtın tasvîri, hakikat ve mânâ cihetiyle doğru olabilir.
Fakat her seviyenin adamını bu temsilî tablo tatmin edebilir mi? Bu
zat, o alış verişte, merkebi nefse, satanı sâlike; alanı da mürşide teşbih
etmiş.
Aynı zat, bir gün de sabrın hakikatini sormuş. Bu suâle karşı da
şeyhi kendisini Sulukule'ye götürmüş ve orada çingeneleri göstererek:
Bak, bunlar açtırlar, fakat yine de nasıl neşe ile oynuyorlar, diyerek
sabrın hakîkatine işaret etmiş.
Herkese kendi aklının yettiği mertebeden söyle, senin aklının
yettiği mertebeden değil... buyuruyor Efendimiz. Evet bir mürşidin Sü-
leyman (a.s.) gibi, bütün kuşların lisânına âşinâ olması lâzımdır.
Meselâ dün Münîre Hanım duymuş olduğu bir menkıbeyi anlattı.
Güya Gülşenî Hazretleri keramet izhârı zımnında bir küpü denize atın-
1- Mülk sûresi, 1. âyet.
72
ca, küp, geminin arkasından İskenderiye'ye kadar gitmiş.
Bu fıkra, irfan sahipleri nezdinde hiçbir kıymeti hâiz değildir. Fa-
kat görüşleri dar kimselerin ne kadar zevkini okşar. Çünkü onlar,
ehlullâhm büyüklüğünü bu gibi vakalar ve kerametler ile ölçerler. Hal-
buki ehlullâhın vücûdu baştan ayağı keramettir. Onlar için keramet ne
demektir?"
Semîha Hanım:
- Bir zât-ı şerifin, âdetullah öyle gerektir şeydi nafakamız gökten
de inerdi dediği gibi, bu gibi şeyler hep maddiyattan ibaret. Halbuki
gönülleri teshir ettikten sonra, bütün bunların bir ehemmiyeti olabilir
mi?
- "Elbet hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hem ehlullah, kerametten fev-
kalâde korkar. Çaresiz kalmadıkça da keramet göstermezler.
Ahmed İzzeddîn-i Sayyad Hazretlerine Bağdat Halîfesi tarafın-
dan devamlı davet vâki olur, kendisini ihsanına garketmek için saraya
davet eder; fakat hazret, bu davetlere asla icabet etmezmiş. Bir gün
Halîfe bizzat Ahmed İzzeddîn Hazretlerine gelip: Benim bâb-ı hümâyû-
numdan herkes nimetler isterken bunca davetime rağmen neden gel-
mezsin? diye sormuş. Hazret de mazeret olarak: Ben sanatkârım avcı-
yım, onun için avladıklarımla geçinirim. Hazîne-i şahanenize müracaat
edenler ise muhtaç kimselerdir, buyurmuş. Halîfe hayretle: Şimdiye
kadar bir sanatınız olduğunu duymamıştık deyince İzzeddîn-i Sayyad
Hazretleri, çaresiz kalarak keramet göstermeye mecbur olmuş ve elini
cübbesinin içine sokup iki aslan yavrusu çıkarmış: İşte, yeni avladım!
diyerek ortaya atmış. Fakat bu vakadan sonra da şöhret bulmak kor-
kusuyla yerinde kalamamış ve başını alıp diyar diyar dolaşmış.
Maamâfih bir çok kimseler, ehlullahtan keramet bekler ve ancak
bunlar ile zevklenirler. Meselâ mûsikîden nasîbi olmayan bir kimseye,
bir tanbur, bir ney taksimi yap, klasik eserler çal, ne anlar ne zevkle-
nir. Ama arpa ektim darı çıktı... vezninde bir şey çaldın mı, derhal
âşinâ çıkar, gaşyolup coşar.
Geçen gün Şehzade Camiinde dinlediğimiz mevlitte ilâhîler oku-
nuyordu; pek zevkli şeyler değildi. Maksat Allah'ın ve Resûlullâh'ın aş-
kını uyandırmakta, bunu temin et de ister ilâhî söyle, ister ney üfle, is-
ter kânun çal, ama bir zevk ver. Herkesin talebi, seviye ve mertebesi
değişiktir. İşte Hakkın bütün isimlerine mazhar olan kâmil ve kemâle
erdirici mürebbî, herkese kendi dilinden kendi istidadı sözünü söyler ve
her birini kendi seviye ve irfan derecesine göre yetiştirir.
Cümlenin bilgi ve ilimleri o ilâhî ilmin deryası içinde, damla deni-
ze karıştığı gibi fânidir. Binâenaleyh kendi ilmini Hakk'ın ilmi derya-
SOHBETLER 73
sına karıştırıp câhil olan kimsenin cehli, hakîkî ilimle beraberdir
Gazetede bir fıkra okundu. Bu yazıya göre, bir kadının akılsızca
sadâkatinden, fayda yerine zarar hâsıl olduğu neticesi çıkıyordu.
- "Demek ki her şey şuur ve irfan ölçülerine göre olmalı. Sadâkat
de şuurlu olmazsa, tam ve matlup olan sadâkat sayılmaz. Çünkü şuur-
suz sadâkat bir köpekte de vardır. Verdiğin bir lokma ekmek karşılığı
sana hayâtını feda edinceye kadar sadâkat gösterir. Ancak, hayvandaki
sadâkat, sadâkatin kışrıdır, kabuğudur, cevheri değildir. İrfan ve cev-
heri ise, ancak insanda olmak lâzım gelir, aksi halde o kimsenin sadâ-
kati, köpeğin sadâkatinden farklı sayılmaz.
Derler ki: Filân kimse, efendisinin uğrunda canını veriyor. Ne ya-
payım bu sadâkati ki, o, hayvanda da vardır. Faraza sen, sabahlara ka-
dar müsemmâdan gafil olarak zikredip ibâdette bulunmuşsun. Ne
ehemmiyeti var? Bunu, bir gramofon plağı, bir vapur makinası, senden
bin kere âlâ yapar. Ne olsa bir makina ile yanşamaz, birkaç kere zikre-
dip, Allah, Allah! deyince yorulursun. Nefesin kesilir. Fakat o yorulmaz
ve senden çok daha mükemmel olarak zikreder. Demek ki kışra âit
olan tâat, ibâdet ve zikirleri, makinalar insanlardan daha devamlı vr e
daha mükemmel yapıyor. Keza bir köpek de bir insanın başaramayaca-
ğı sadâkati gösteriyor. Halbuki insandan beklenen şuursuz bilgi ve
amel değil irfan ve cevherdir."
Nazlı Hanımefendi, elindeki sohbet defterini okurken: Efendim,
dedi Rebîa Hanım 1 çarşamba meclislerinde şu şekilde bir sual sormuş:
Resûlullah Efendimiz, bana murahhas göndereceğiniz zaman güzel
yüzlüleri intihap ediniz, buyuruyor, çirkinler hicranda mı kalsın, de-
miş.
- "İnsanın yüzü kitaptır, yazıdır. Şimdi meselâ Azîz Efendinin ya-
zısiyle yazılmış bir lâ ilahe illallah ile Muzafferin 2 yahut Cemalin 3 ya-
zısiyle yazılmış bir kelime-i tevhîd bir midir? Sen elbet bunlardan güzel
yazılmış olanını tercih edersin ve şüphesiz güzel şeyler güzel mahfaza-
lara konur. Bir pırlantayı kahve kutusuna yahut kibrit kutusuna ko-
1- İzmir Kız Lisesi, Edirne Kız Öğretmen Okulu ve Erenköy Kız Lisesi Müdüresi.
2- Sonradan diş tabibi olan Muzaffer Emre.
3- Sonradan elektrik mühendisi olan Cemal L'luant.
74
yarlar mı? Elbette güzel kadife bir mahfazaya koyarlar. Bak ne buyru-
luyor: Innallâhe cemîlün yuhibbü'l-cemal: Allah güzeldir, güzelliği se-
ver.
Maamâfıh, bu âlemde güzel olmayan bir şey yoktur. Bütün mev-
cudat, Hakk'ın pertevine mazhar olmak itibariyle, her şeyde bir güzel-
lik mevcuttur. Ef âlde, esmada, sıfatta, zatta güzellik var. Fakat zatta
olan güzellik hepsini camidir. Faraza bir kimse ehlullahtan birinin tu-
tumunu, tavır ve hareketlerini görerek meftun olup ona âşık oluyor.
Bir başkası sözlerini işitiyor, okuyor, ona hayran oluyor. Kimi ise sâde-
ce, ismine âşık oluyor. Ama bir diğeri, doğrudan doğruya o ulunun ken-
disine, zâtına âşık oluyor, ki bunun içinde tavır, harekât, söz, ses, isim
hepsi dâhil... yâni hem esma, hem sıfat, hem ef âl hepsi mevcut... çünkü
zattaki güzellik bütün güzellikleri camidir."
Hocamız, Kandilli sahillerindeki fenerleri işaret etti. ikisi fersiz,
biri parlaktı:
- "Bakın, nûrâniyet cihetiyle üçü de aynı. Yâni üçü de aşka maz-
har. Fakat birinde olan fazilet, parlaklık ve canlılık ötekilerde yok. İşte
bunun gibi aşk ehli olanlar da aynı nura mazhar oldukları halde, arala-
rında meziyet ve nur bakımından fark vardır."
Hâdiselere ve eşyaya iyi gözle bakmak mevzuu konuşuluyordu.
- "Resûlullah Efendimiz birgün eshâbiyle bir yerden geçerken,
hendek içinde bir leş görmüşler. Ebû Bekir Hazretleri: Ne kadar fena
kokuyor! diyince, Efendimiz: Ne kadar beyaz dişleri var! buyurmuş.
Dâima her şeyde iyilik görmeli, iyi tarafına nazar etmeli. Meselâ
sarımsak için ne fena kokuyor, diyorsun. Halbuki onun ne faydaları ne
iyilikleri var... işte bunun için dâima güzeli ve iyiyi görmeye çalışmalı...
birbirinizi yemeye değil..."
Meclisten biri, merkep hakkında küçültücü ve alaylı bir söz söyle-
di.
- "Zavallı eşeği neden hor görüyorsun? Onda da Hakk'ın nurunu
seyretmelisin. Zira o da Allah'ın mahlûku. Hem eşek dediğin hayvan
cennete girdi. Üzeyr Aleyhisselâm'ın merkebi gibi.
SOHBETLER
75
Biz kendimizi düşünelim. O dereceyi bulabilmek de bir mazhari-
yettir."
Server Beyefendi:
- Baba! Bir şey rica edeceğim. Şimdi doktor gelecek. Ben de sizinle
beraber cemâatle namaz kılmaktan mahrum olmayayım... müsâade
buyurursanız hemen şimdi kılalım... yalnız bu geceye mahsus olmak
üzere...
- "Nasıl olur ağabeyciğim? O vakit namazı bir işe mukayyet etmiş
olmaz mıyız? Halbuki namaz bir işe tâbi kılınamaz. Çünkü bu takdir-
de, aradan çıkıversin, diye kılınmış olur."
Ailece Altınkum Gazinosuna gidilmişti. Aziz Efendi, Mısır'da bir
neyzenin Protestanlığı kabul etmiş olduğundan bahsederken Arif Bey 1
hayretle dinliyordu. Bu konuşmayı uzaktan takip eden Hocamız
Kenan Rifâî konuşanların yanlarına gelerek:
- "Niçin şaşıyor, bu nasıl olurmuş diye hayret ediyorsun?" dedik-
ten sonra şöyle devam etti:
- "Resûlullah'ın vahiy kâtipliği derecesini bulmuş bir kimse bile
kâfir oldu ve tövbe nasip olmadan ölüp gitti.
Elli sene müslüman yaşamış olan bir Beşiktaş imamı papaz olup
Kıbrıs'a gitmişti.
Yine bir papaz, senelerce hıristiyan dînine hizmet eylemiş iken
kalkıp müslüman olmuştu.
Medine'de bir Fransız zabiti vardı. Medine'ye aşk ile gelmiş yer-
leşmişti. Taşlarda, sokaklarda yatıp kalkardı. Kendisine mektepte
vazife teklif ettim. Özür dileyerek kabul etmedi ve buraya Resûlullâh'a
kayıtsız şartsız geldim. Beni bir işle bağlamayın, diye yalvardı.
işte şakî saîd olur, saîd şakî olur hadîs-i şerifinin canlı îzâhı bu-
dur. Ama bir de saîd saîddir anasının karnında, şakî şakidir anasının
karnında hadîs-i şerîfî de vardır ki, bu da ezelî istidada işarettir. Me-
selâ ezelde tohumu kâfir olan bir ruh, müslüman muhitinde doğup bü-
yüdüğü için arızî ve zarurî olarak müslüman oluyor. Fakat bir fırsat
bulunca yine aslına dönüyor. Demin söylediğimiz imam gibi. Onun için
Hazret-i Ali: Herkes sonundan korkar, ben ise evvelimden korkarım!
1- Mîmar Arif Uluant.
76
buyurur. Çünkü balık baştan kokar. Âhir, evvelin; evvel ise âhirin ay-
nıdır, aradaki mesafe itibarîdir.
Kezâlik hıristiyan ana babadan doğan ve fakat ezelî istîdâdı pâk
ve mümin olan bir ruh da, yine bir fırsat bulunca, aslı olan paklığa,
müslümanlığa kavuşur. Müslüman olan papaz gibi.."
I fakat Hanım:
- Hak talibi olan bir kimse, mübtediliği zamanında herkesin meş-
rebine uymaya mecbur mudur?
- "Tabiî değildir. Çünkü herkesin meşrebi de zevki de başka baş-
kadır. Kimseninki kimseye uymaz. İş, kalben ve ahlaken edebi muhafa-
za etmektedir. Allah, amele değil, kalbe bakar. Meselâ Sabîha Hanım
pırasadan hoşlanıyor diye sen de hoşlanmaya mecbur değilsin. Mecbur
olduğun, kimseyi incitmemeye çalışmaktır. Fakat meselâ sokakta bir
kimse: Hanım, elbiseni çıkar da şu çöplüğe otur! diyecek olsa. elbet bu
teklîfı kabul etmezsin. Çünkü Allah sana akıl ve temyiz kudreti ver-
miştir.
Evet, kimseyi incitmemeye çalış... mühim olan budur işte... eğer
bunu yapamıyorsan sükût et. Onu da yapamıyorsan uzlet et. Ama sa-
na, bir şey bilmiyor, söz bilmiyor, aptal demişler, varsın desinler. Sen,
Allah de ve istikâmet eyle!"
- "Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem'ine: Sünnet-i İbrahim üzre git... 1
diyor. Niçin söylüyor, sünnet-i İbrahim'den maksat nedir?"
Meclisten kimse cevap vermedi.
- "Resûlullah Efendimize, Ebû Cehiller, Ebû Süfyanlar filân çok
eziyet etmişler, kendisini çok üzmüşlerdi. Bunun üzerine Efendimize
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'in meşrebini işaret ve tavsiye buyur-
muştur.
Nemrut, Hazret-i İbrahim'i ateşe attığı zaman, İbrahim'e o ateş
gülzar olmuştu. Niçin olmuştu? Rızâ ve teslimiyetin kuvvetinden dolayı
olmuştu. Hattâ Hazret-i İbrahim'e Cebrail gelip: Benden ne yardım is-
tersin dediği vakit Hazret-i İbrahim: Benim senden bir istediğim yok!
diye cevap vermiş. Bunun üzerine Cebrail yine: Niyazını söyle de
1- Nahl sûresi, 123. âyet: "Sonra sana: "Hakka tapar İbrahim'in yoluna uy, o ortak ko-
şanlardan değildi," diye vahy ettik."
SOHBETLER 77
Cenâb-ı Hakk'a ileteyim! diyince Hazret-i İbrahim: Benim hâlimi
Allah'ım bilmiyor mu? diye Cebrail'in aracılığını da reddetmişti.
Ebû Bekir Hazretleri bir gün hastalanmıştı. Dostları: Bir tabip
getirelim! dediler. Ebû Bekir Hazretleri: Beni tabibim hasta etti. Ne
yaptı da hasta etti? dediler. Ben, fa'âlün limâ yürîdim 1 . Yâni ben iste-
diğimi yaparım! dedi buyurdu.
İşte bu, hal tevhididir.
Malûm olduğu üzre tevhîd de birkaç türlüdür: Avamın tevhidi,
hâdiseleri yâni olup bitenleri Allah'tan bilerek, faili Hak görmektir.
Havassın, yâni bir üst derecenin tevhidi, sivâ görmeyip her yerde
yalnız Hakkı müşahede etmektir. Zira onların indinde hâdise diye bir
şey yoktur. Bütün bu görünen âlem Hakkin türlü türlü suretlerde te-
cellîsinden ibarettir.
Ahassüi-havâssm, yâni en üstün mertebenin tevhidine gelince, iş-
te bunların Hakki birlemeleri keyfiyetine söz yoktur, çünkü akıl er-
mez. Kân' Allahü ve lem yekûn maahû şey'ün 2 . İşte, Cenâb-ı Hakkin,
Resûlullah Efendimize sünnet-i İbrahim'i işaret buyurmasından mak-
sat, hal tevhidine işarettir."
- "Dün camide hatip, îmânın efdali, kendine olan iyiliği başkaları-
na da istemektir, kendine yapılmasını istemediğin şeyi de başkalarına
istememektir, mânâsına gelen bir hadîs-i şerifi okudu.
Hazret-i îsâ, Antakya ahâlisini dîne davet etmek üzere iki resul
gönderdi. Bu resuller, yolda Habib Neccar isminde birisine tesadüf etti-
ler ve: Biz resulüz dediler. O: Risâletiniz ne ile sabit? deyince, resuller:
Biz körleri, uyuzları, miskinleri iyi ederiz, dediler. Habib Neccar: Be-
nim miskin illetine müptelâ bir çocuğum var, iyi ediniz, diyerek çocuğu
getirdi. Onlar da iyi ettiler. Habib Neccar bunun üzerine îman etti.
Sonra Antakya'ya geldiler. Fakat boyun eğmedikleri için hükümdar
bunları zindana attırdı.
Hazret-i îsâ bunların arkasından Şemun'u gönderdi. Şemun, ev-
velâ kendini onlardan gibi gösterdi. İbadethanelerine gidip putlara tap-
tı ve bu arada da hastaları iyi etmeye başradı. Nihayet hükümdar, Şe-
mun'u kendine vezir seçti ve: İşte sen de hastaları iyi ediyorsun. Halbu-
ki başka dinde buraya iki kişi gelmişti, onlar da aynı dâvada idiler, de-
di. Şemun, onları hükümdarın huzuruna çağırmalarını rica etti. Resûl-
1- Hûd sûresi. 107. âyet.
2- "Allah vardı ve O'nuııla beraber bir şey yoktu."
78
leri getirdiler. Şemun onlara: Siz, körleri iyi eder misiniz? diye sordu.
Evet, diye cevap verdiler. Şemun: Ben de iyi ederim, dedi ve daha bir
çok sualler sorarak hepsine müsbet cevap aldı. Nihayet: Ölüleri diriltir
misiniz? diye sordu. Yine: Evet, diye cevap alınca Şemun: Aman
hükümdarım, bunda bir iş var! dedi ve hükümdar, yedi gün evvel ölen
akrabasından birisinin getirilmesini emretti. Ölüyü getirdiler, resuller
bunu diriltti ve ahrette ne gördüğünü sordular. Ölü, yedi gün pek çok
azap çektiğini, nihayet yedinci gün göğe bak... dediklerini ve bakınca
da bu iki resulü gördüğünü söyledi. O zaman Şemun hükümdara:
Aman hükümdarım, bari biz de putlarımıza söyleyelim de onlar da ölü-
leri diriltsinler! deyince hükümdar: Sen bizim putlarımızın görüp işit-
mediklerini bilmiyor musun? dedi. Şemun: Öyle ise ben bunlara îman
ediyorum, dedi. Bunun üzerine hükümdar da îman etti.
Bu sırada Habib Neccar geldi; Ey kavim, bu resullere tâbi olun!
dedi. Fakat ahâli bunu işitince galeyan etti. Habib Neccar'ı öldürmek
için üstüne hücum ettiler. Habib Neccar, kendisine hazırlanan cennet-
leri gördü ve: Yâ Rabbî, onlar da bu nimetleri görseler ve îman etseler...
diye kendisine olan iyiliği, kendisine fenalık edenlere temenni etti.
İşte, îmânın efdali... hadîs-i şerifinin mânâsı... Habib Neccar'a
vâki olan bu tecellî nedir?"
Semîha Hanım:
- Vahdet..
- "Evet, vahdet tecellîsidir. Yâni ne kimse senden incinsin, ne sen
kimseden incin. Kendine olmasını istediğin bir iyiliği başkalarına da is-
te!"
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, hep dua ederken, yâ Rabbî, beni de cümleyi de rızan-
dan ayırma! derim.
- "Sâde rızâ temennisiyle olmaz. O, kavilde kalır. Fiiliyata,
tatbikata geçmeli. Kendi zevkini başkasına da fiilen temenni etmelisin.
İste ümmetîlik budur."
- "Şeyh Nuri Efendi isminde biri vaaz ediyormuş. İşte, diyormuş,
insana öldüğü vakit şöyle sual sorarlar, bö\ r le sual sorarlar. İlmini nasıl
kullandın, paranı nasıl kullandın, ibâdet ettin mi, hayır hasenat yaptın
mı ve ilh...
Şeyh Şiblî de oradan geçiyormuş. Dayanmış vaazı dinlemiş ve so-
nunda da: Şeyh efendi, demiş, Allah kullarına o kadar çok sual sormaz.
SOHBETLER 79
İki şey sorar: Ben seninle idim, ya sen kiminle idin? der.
Şeyh efendi bu sözü işitince düşüp bayılmış."
Sabîha Hanımefendi:
- O Allah'la olursa, Allah'ın da onunla olmamasına imkân var
mıdır?
- "Hakk'ın herkesle olduğunda şüphe yoktur. Ve hüve maaküm
eynemâ kuntum 1 : O, nerede olsanız sizinle beraberdir, buyuruyor
Cenâb-ı Hak. Meselâ bîatta da mürşit seni kendine rabtediyor. Artık
onun seninle olduğunda tereddüt edebilir misin? Fakat sen araya bir
çok zulmetler, perdeler koydun dağlar tepeler yığdın. Bu suretle o se-
ninle olduğu halde, sen onunla olmamış olmaz mısın? Yahut, hesap gü-
nünde Cenâb-ı Hak: Beni sana unutturan neydi? İlmin mi, paran mı,
çocuğun mu, hattâ ibâdetin mi? Seni benden alıkoyacak benden gâfıl
kılacak kadar meşgul eden, benden üstün gelen neydi? diyecek. Halbu-
ki senin bir görmen, bir duyman, bir söylemen lâzımdır. Eğer bir görey-
din haset edemez, gıybet edemez, yalan söyleyemezdin."
Sabîha Hanımefendi:
- Bizi Hak'tan alıkoyan şüphesiz ki nefsimiz!
Münîre Hanımefendi:
- Evet zâlim nefsim! Allah'ım sana sığındık. Efendiciğim, inşal-
lah gitmeden evvel, bizleri güzel ahlâklar ile ahlâklandırır siniz.
- "Gitmek nedir? Gitmek gelmek var mıdır? Bunlar arızî şeylerdir.
İş, seninle olanla senin de beraber olmandadır. Fakat bu da lâfla müm-
kün değil."
Bâzı kimselerin eski devirlerin adamlariyle alay ettikleri söylendi:
- "Bu istihfaf kime ve ne için? Bunlar onlar değil mi?"
Bir kitapta, halka kerametler gösteren bir zâtın, ölürken imansız
gittiğinin okunması üzerine, meclisten biri, keramet mertebesine yük-
selmiş bir kimsenin mevkiinden düşüp îmandan mahrum kalmasının
mümkün olup olamadığını sordu.
- "Elbette olabilir. Keşf ve keramet mertebesi o kadar büyük bir
derece değildir ki... bu, nûrânî derecelerin birinci, nihayet ikinci derece-
sidir. Esasen ehlullah, keramet izhârından müstağnidir. Hattâ onlar
1- Hadîd sûresi, 4. âyet.
80
için duâ etmek bile ayıptır.
Hint fakirleri ehlullah mıdır ki bunca garip şeyler gösterirler? Da-
ha bunun gibi, türlü çalışma ve riyâzatlar ile gâibden haber veren kim-
seler vardır.
Bir gün Hazret-i Pîr Seyyid Ahmeder-Rifâî, hücresinde yalnız
oturdukları bir sırada, biraderleri, kendilerinin içeride birisiyle konuş-
tuklarını işiterek odaya girmiş. Fakat yanlarında kimseyi göremeyince,
kiminle konuştuklarını sormuş. Cevaben: Yağmurların müvekkili olan
zatla konuşuyordum. Beni müteessir etti. Çünkü dün kendisi mevkiin-
den düştü. Fakat haberi yok. Ben de edep edip kendisine bir şey söyle-
yemedim, buyurmuş. Bunun üzerine biraderi: Gideyim, o zâtı ziyaret
edeyim ve keyfiyetten kendisini haberdar edeyim, diye Hazret-i Pîr'den
ricada bulunmuş ve müsâade alarak, o zâtın bulunduğu adaya gitmiş.
Ada, ıssız ve kayalık olduğu halde, dâima bol rahmet yağarmış. Halbu-
ki etrafındaki münbit tarlalara yağmazmış. Yağmurların müvekkili o-
lan zat, bu tarlaların daha ziyâde yağmura muhtaç olduğunu düşüne-
rek, oralara da yağması için Cenâb-ı Hak'tan rica etmiş. İşte bu
münâcâtı sebebiyle de mevkiinden düşmüş.
Hazret-i Pirin biraderleri, o zâta hatâsını ihtar edip. bu yüzden
mevkiini kaybettiğini söyleyince, o zat: Beni şu iple bağla ve haddini
bilmeyenin hâli budur! diye sokaklarda sürükle, demiş. Bu suretle de
işte Cenâb-ı Hak kendisini affetmiş.
Bunun gibi, ehlullah için keramet izhârı da ayıp sayılır. Hazret-i
Rifâî: Kadınlar hayızlarını nasıl saklarlarsa, ehlullah da kerametini
göstermekten öylece ürker, buyurur.
Biliyorsunuz, Ahmed İzzeddîn-i Sayyad, hükümdarın huzurunda
çaresiz kalmadan keramet izhar etmedi ve kerametini gösterdikten
sonra da, o memlekette şöhret bulmak endişesiyle kalamadı.
Resûlullah Efendimiz, vakt-i saadette bu kadar müşkülâta uğra-
dıkları halde, bir parmağını kaldırmakla bütün düşmanlarını helak
edebilecek iken, hiç böyle bir şey yaptı mı? Âdetullah ne yolda hüküm
süregelmişse, ona aykırı hareket etti mi? Bu kadar zahmetlere mâruz
kaldı, hattâ mübarek yüzünden bile yaralandı. Böyle iken, o mucize
menbaı Sultan, mucize izhârından dâima müstağni kaldı.
Hazret-i Hüseyin, Kerbelâ'da neler çekti. Kurtulmak için bir kera-
met gösteremez miydi?
Keramet, kerâmetsizliktir. İlim, ilimsizliktir ve bir şeyi bilmediği-
ni bilmektir. Ehlullâhın vücûdu serâpâ keramettir. Onların her hare-
ketleri, her sözleri keramettir. İş ki sende bunları görecek göz olsun."
SOHBETLER 81
Sâmiha Hanım:
-Azız Efendi Hazretlerinin Mısır'a giderken duyduğu teessürden,
anî bir teessür değildi, diye bahsetmiştiniz. Bu suretle, duygu gücünün
devam eden veya çabuk sönen tarafına temas edilmiş oldu.
- "Evet, Azız Efendinin teessürü, o ayrılış ânının tesiriyle duyu-
lan geçici bir teessür değil, hal idi.
Bir yolcunun, gece çöllerde dağlarda gidişi ile gündüz her taraf ay-
dınlık ve güneşli iken ve hiçbir çerağa ihtiyaç olmadan gidişi bir midir?
Keza, gece bir şimşek çakışının verdiği aydınlık ile, güneşin verdiği ay-
dınlık bir olur mu? Yolcu, bir rahat adım atabilmek için o şimşeği bek-
lerse de, bir an sonra yine etrafı zulmet istilâ eder. Halbuki gündüz,
hava bulutlu ve loş olsa, güneşin yüzünü bulutlar kapasa bile ortalık
yine aydınlıktır.
Azız Efendinin teessürü de şimşek çakmasının muvakkat ışığı gi-
bi değil, gündüzün nuru gibi devamlı ve haldir."
Semîha Hanım:
- Ne güzel bir teşbih yapılmış: Kuş kanatlanınca kendiliğinden
uçar, buyrulmuş. Meselâ bir zahide, dünyânın, hattâ şekilden ve suret-
ten ibaret kalmış ibâdetin değersizliğini anlatmak ne kadar müşkül
oluyor. Çünkü o, aşkın zevkini anlayamıyor. Halbuki bu zevk, bu şevk
içinden doğacak olsa, eski hâlinin idraksizliği kendi kendine kaybol-
muş olacak.
- "işte bu yüzden değil midir ki, zahidin cenneti de arzusu da ken-
dine göre oluyor.
Yaşlı bir hoca tanırdım. Bütün ömrünü ibâdet ve tâat ile geçirmiş
bir adamcağızdı. Kendisini bir gün kız mektebine mümeyyizliğe çağırı-
yorlar. Karşısına güzel bir kız çıkıyor ve sorduğu bir suâle edalı bir ce-
vap veriyor. Bu tatlı ses, nazlı tavır, hocanın öylesine hoşuna gidiyor
ki, içinden: İlâhî yâ Rabbî, bu yaşa geldim... artık dünyâda bana bunu
vermezler, bari âhirette nasip et! diye duâ ediyor.
İşte onun cennette aradığı zevk de bu... halbuki sen orada buna mı
muhtaç olmalısın?"
Semîha Hanım:
- Ama, kendini zorla dünya arzularından men etmek de güç bir
şey değil mi?
- "Elbet... hattâ bu, züht erbabı için ya mümkün olur, yahut ol-
maz. Tâatler ve ibâdetlerle seneler geçirir de maksûduna ya vâsıl olur,
ya olamaz veyahut yarı yolda kalır.
Kendinde, o aşk zevki olmayanların da âşıkların hâlinden
sânından habersiz olmaları tabiîdir. Âşık, o muhabbeti, o gönül yanığı-
nı ezelde öğrenip de gelmiştir. Cenâb-ı Hak bunlar hakkında Ve's-
sâbikûne's-sâbikün ülâike'l-mukarrebûn 1 buyuruyor. İşte bu ezel ya-
kınları, ezelden kazanmış olarak gelen bu sabıklar, tâlim edilmiş ola-
rak geldiklerinden, dünyânın geçici ve basit zevkleriyle oyalanıp,
dünyâya gelmiş olmak ihsanını ucuza harcamazlar.
Resûlullah Efendimize Cebrail gelip âyetleri söylemeden evvel,
Efendimiz okurlardı. Çünkü Kuran, Rûh-ı Muhammedi'ye, ezelden
tâlim edilmişti. Fakat Cenâb-ı Hak: Yâ Habîbim, acele etme, Cebrail'in
söylemesini bekle... o söylemeden söyleme... 2 buyurmuştur.
Aşıklar da Rûh-ı Muhammedi'den bir parça olmak dolayısıyle,
dünyâya, ezelden kazanmış olarak geldiklerinden, buradaki hayatla-
rında kendini gösteren de işte o zevk, o yakınlık olması tabiîdir."
Sâmiha Hanım:
- Mesnevî-i Şerif de şöyle bir beyit okudum: Beytullah, Beytullah
olalı Allah gidip orada oturmadı. Benim gönlüm hanesinde ise
Hay 'dan gayrı bir şey yoktur.
- "Evet,
Kabe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest
Dil be-bünyâd-ı Celîl-i ekberest
Kabe Azer'in oğlu Halil'in binâsıdır. Gönül ise Allah'ın halvet-
hânesidir. Zâten maddiyatta olan her şeyin maneviyatta da aynı var-
dır. Her maddî varlık, maneviyâtı işaret için vücut bulmuştur. Ve son-
ra, mevcudatta her ne varsa, hepsi insanda mevcuttur. Meselâ, Mûsâ
ile Firavun vakası nedir? Ruh ile nefis mücâdelesi değil mi? Sonra
Mûsâ ile Firavun bugün de mücâdelede değil midirler? Evet mücâdele-
dedirler ve bu mücâdele kıyamete kadar da devam edecektir.
Afaktaki âyetler ve eserler, insanın içinde olanları bilmek ve gös-
termek içindir. Alemde Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar tecellî etmiş âyet ve
1- Vakıa sûresi, 10-11. âyet: "Ve yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, onlar öncülerdir.
İşte onlar (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır."
2- Tâhâ sûresi, 114. âyet.
SOHBETLER 83
eseri varsa bunların cümlesi insanın nefsinde toplanmıştır. Ve fî enfü-
siküm efelâ tübsirûn 1 : Her şey nefsinizdedir kendinizdedir. (Bunları)
hiç de görmüyor musunuz?
Ankaravı Hazretleri' nin Nakş-ı Füsûs şerhinden bâzı parçalar
okunmuştu. Hakk'ın zâtı bir saf ayna gibidir, ona bakan istidadı mik-
tarınca kendi suretini görür sözünü Hocamız şöyle anlattı:
- "Mânâ âleminde ruh, kendi istidadı her ne ise onu görür, kendi
istidadı çehresini seyreder. Meselâ, mânâda bir ayağını topal görmesi,
kendi ruhunun aksini görmesidir. Kezâlik mürşidinin bir ayağını bu şe-
kilde müşahede etmesi de, yine onun aynasında kendini seyretmesidir.
Nasıl İd bir aynaya baktığın vakitte kendi hayâlini aynen görürsün.
Resûlullah Efendimiz bir gün yolda giderken bir kimse kendisine:
Ne kadar çirkinsin! dedi. Cevaben: Doğrusun! buyurdular. Az sonra, bir
başkasına rastgeldiler: Aman yâ Resûlallah ne kadar güzelsin! Senin
nurun dünyâyı da ahreti de dolduruyor! dedi. Efendimiz ona da: Doğru-
sun! buyurunca, refâkatindekiler bu iki ayrı görüşe aynı cevâbı verme-
lerinin sebebini sordular. O zaman: Biz aynayız, her bakan kendini gö-
rür, buyurdular.
Gülerek aynaya baksan, seni ağlar gösterir mi? Kezâlik ağlayarak
baksan güler gösterir mi? Hattâ aynayı yere atıp yüz parça etsen, yine
her bir parçasından suretin görünür."
Semîha Hanım: Niyâzî-i Mısrî
Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşî ger yaman görür
diyor.
- "Evet öyledir. İnsanlar ölürken, Azrail'i de kendi suretlerinde,
yâni kendi istidatları çehresinde görürler.
Cenâb-ı Hak feyz-i akdesten ruhlar üzerine durmadan ve ayrı seci
yapmadan tecellî eder. Fakat bu tecellîden her ruh kendi kabiliyeti
mıktârınca alır. Meselâ sen şu kitabı okuyor fakat anlamıyorsun, izah
edersem biraz anlıyorsun. Fakat îzâhıma rağmen senden daha az anla-
yanlar da var. Yahut hiç anlamayan, hiç kavramayanlar da var.
Meselâ bir şarkı okuyor, bir taksim yapıyor bir gazel söylüyor ve-
ya bir göbek havası çalıyorum. Dinleyenlerden, kimi gazelden hoşlanı-
yor, kimi şarkıyı beğeniyor, kimi de göbek havasından zevk alıyor."
Semîha Hanım:
1- Zâriyât sûresi, 21. âyet.
S 4
- Mesnevî-i Şerif de de dişlen çıkmamış bir çocuğa ekmek yahut et
yedirebilir misin? Ama dişleri çıkınca o bunları kendiliğinden ister, bu-
yuruluyor.
- "Öyle ya... bir süt çocuğuna vakitsiz ekmek vermek hazımsızlığı-
na belki de ölümüne bile sebebiyet verir. Yâni, bir kimseye, kaldırama-
yacağı sözleri söylersen îmânını kaybetmek tehlikesine düşer. İşte bu-
nun için Resûlullah Efendimiz: Halka, akıllarının yettiği dereceden
söyleyiniz, kendi aklınızın yettiği mertebeden değil... buyuruyor. Çün-
kü herkes aynı istidat ve kabiliyeti hâiz değildir."
Füsûsu'l-Hikem'den: Cenâb-ı Hak her şeyi halk eder ve o şeye
kendi istidadı üzre hidâyet eyler âyet-i kerîmesi 1 okundu:
- "İşte o kabiliyet, o istidat, bu kimsenin sırât-ı müstakimidir.
Ezelde herkese verilen rol ne ise ondan o beklenir."
Semîha Hanım:
- Böylece de o kimse, kendi kavsini tamamlamakla urûcunu yap-
mış oluyor değil mi?
- "Evet, esasen ondan istenilen de budur. Meselâ Cemil'in oyun-
cak otomobilinden beklenen, kurulduğu vakit mahdut bir yere kadar
gitmesidir. Hakîkî bir otomobilden beklenen ise, uzun mesafeler aşma-
sı dır.
Meselâ bir bıçak alıyorsun, tecrübe ediyorsun. Kesmiyor, aman ne
kör bıçak! diye atıyorsun. Çünkü bıçaktan beklenen kesmek fiilini hak-
kıyle yerine getirmesidir. Keza, ne fena ateş, kararıyor! diyorsun. Ateş-
ten beklenen de nedir, yanmak değil mi?
Sahnede de her aktörün rolü kendine mahsustur. Birinin diğerine
tecâvüz ettiğini görüyor musun? Meselâ zulüm ve kötülük rollerine
istidatlı bir aktörün komiklik yapması hoşa gitmiyor. Çünkü istidadı, o
rolü yapmaya elverişli değildir. Nasıl ki bir komik de, ciddî rollerde
muvaffakiyet gösteremezse.."
Semîha Hanım:
- Mesnevî-i Şerifte: Ruhlar, ezelî istidatlarına göre dünyâda be-
denlerine girip asıllarına doğru gidiyor, atılıyorlar. Bu atılmakta ruh,
cüz'î irâdeden evvel davranıyor değil mi?
- "Her ruh, aslına, istidadına gider. Onun için Resûlullah: Orada
anlaşmış ve yaklaşmış olanlar burada da birbirleriyle anlaşırlar. Ama
1- Furkân sûresi, 2. âyet.
SOHBETLER 85
orada cenkte, ihtilâf ve anlaşmazlıkta olanlar, burada da ihtilâf ve ay-
rılık üzre olurlar buyurmuştur."
Eczacı Enver Bey'in şahsî teşebbüs kabiliyetinden ve müstahza-
ratından bahsediliyordu:
- "Hadîs-i şerifte; Çalışanlar, Allah'ın sevgilisidir, buyrulmuştur.
Ticâret fikri makbul bir şeydir. Kazanan kimse Allah'ın sevgilisidir.
Her hadîs-i şerif gibi bunun da hem zahir hem bâtın mânâsı var-
dır. Zahirî kazanç, tabiî ki bâzı şartlara bağlıdır. Kazancını insaf dâire-
sinde temin ve insanlara yardım eden mü'min kimse, Allah'ın sevgilisi-
dir. Yoksa Bohoraçi ticâret yapıyor diye Allah'ın sevgilisi olması lâzım
gelmez.
İslâmiyet her güzelliği kendinde toplamıştır. Ne istersen onda bu-
labilirsin. Dînimiz her imkâna elverişlidir. Ama bâzı kimseler bunlar-
dan işlerine geleni alırlar. Meselâ müslüman dîninin, kadınların ticâre-
tine müsait olmadığını iddia edenler vardır. Neden olmasın Mekke'de
Anadolu'da, Arnavutluk'ta kadınlar ticâret yapmıyorlar mı? Tarla sü-
rüyorlar, halı dokuyor, bez çözüyor, ekin ekmiyorlar mı?
Beşeriyetin ve bir milletin iktisadî refah ve kıvamını muhafaza
için elbet ki ticâret şarttır ve methe değer. Çünkü bir millet, iktisadî
faaliyeti ve ticâret hayâtının ölçüsü nisbetinde ilerler.
İlerlemiş bir millet ise, îmânını ve varlığını kuvvet ve kudretle
muhafaza eyler. Zayıf, cerbezesiz ve cılız kalmış kütleler ise dâima bo-
yun eğmeye, başka topluluklar tarafından ezilip, yok edilmeye mah-
kûmdur. Bilin ki Allah tembelleri sevmez.
Ticâretin manevî kısmına gelince, o da, bu dünya ticarethanesinde
âhiret için alış veriş etmektir."
Ankarauî Hazretleri' nin Nakşu'l-Füsûs şerhinden şu parça okun-
du: Bâzı ata, yâni insanoğlunun nasibi, gerek zat gerek esma bakımın-
dan, atayı talep edenin hal dili ile suâlinden hâsıl olur.
- "Buradaki sualden maksat nedir?"
S e mî ha Hanım:
- istidat değil mi?
1- Enver Batur Bey, Medine'de bir zamanlar çalışmış olan zattır. İstanbul'a dönüşte
de, dâmâdı Servet Batur la bir ilâç laboratuvarı açmıştır.
86
- "Evet, meselâ bir kimsenin, başka bir kimseyi ayıplayıp hor gör-
mesi ve bunu da âleme fâş etmesi, hal cihetiyle: Yâ Rabbî, benim ayıbı-
mı da sen fâş eyle! diye talepte bulunması demektir.
Kezâlik hayır hakkında da bu budur. Bir kimse iyilikte bulunduğu
zaman da aynı hal dili duasını etmiş olur.
(...)nm akrabasından birisi varmış. Felçliler ile eğlenmekten zevk
alırmış. Hattâ bir gün bir felçliyi evinin avlusuna çağırarak: Bana bak,
eğer şu elindeki bastonu bırakır da bir çeyrek saat şurada dolaşırsan
sana bu kadar para vereceğim, demiş. Felçli adamcağız fakir olduğun-
dan, parayı alabilmek için değneğini bırakarak bin eziyet içinde on beş
dakika dolaşmış. Fakat hastaya bu eziyeti veren adam da, sonunda ay-
nı hastalığa uğrayarak, senelerce felçli yaşamış.
İşte hal duasına canlı bir numune!"
Münîre Hanımefendi, doktor Ali Mazhar Bey' de, oğlunun vefatın-
dan sonra hayra doğru belirli bir meyil olduğundan bahis etti.
- "Çok defa felâketler, ibret dersi olur.
Evliya derecesini bulmuş bir zat varmış. Kürsüye çıkıp vaaz eder-
ken dâima: Yâ Rabbî, hırsızlara haramilere rahmet kıl! diye duâ eder-
miş. Sebebini sormuşlar. Cevaben: Ben Bağdatlı bir tüccardım, çok zen-
gindim ve iyiden iyiye dünyâya dalmıştım. Bir gün sahradan geçerken
kervanımın birini haramiler soydu. Bu vak'adan biraz aklım başıma
gelir gibi oldu. Bir başka geçişte, malımın bir kısmını daha gasbettiler.
Üçüncüde ise tîg u teber şâh-ı levend on parasız kaldım. Bu suretle aç
ve bî-ilâç kalınca bir tekkeye iltica ettim. İşte orada Allah'ım bana bir
kâmil mürşit ihsan etti ve bu devlete nail oldum. Bu nimete o harami-
ler yüzünden eriştiğim için onlara hayır duâ ediyorum, demiş.
Bir insanın, felâketle aklı başına gelmezse, daha büyüğü gelir.
Üzücü hâdiseler, dertler bir nevi ikazdır. Bahusus ruhen uzak olma-
yanlara verilir.
Allah'ın aşkından gayrı hiçbir şeyde beka yoktur. Fakat kendini
dünyâya kaptırmış bir kimseye: Vazgeç bu fâni zevklerden, benliğinden
sıyrıl, az gül, yokluğunu düşün, mücâhede ve ri}'âzatta bulun, desen,
sana deli, der.
Halbuki sen, bir kimsenin dünyâya fazlasiyle meyil ettiğini ve
zevklerinin esiri olduğunu görürsen, onun deli olduğuna hükmedersin.
Eğer aklı olsaydı, akıbetini, ilerisini düşünürdü, dersin. Değil mi ya?
Nerede o benim... diyen pehlivanlar? Yere göke sığmayan Enverler,
SOHBETLER 87
Talâtlar 1 hani? Sultan Selîm devrinden, Fâtih devrinden bana bir tek
adam göster... fazla istemem bir tane yeter!
Serasker Sâdeddin Paşanın Ferit Bey isminde bir oğlu vardı. Hem
ecdattan gelme büyük bir servetin sahibi hem de Sultan Abdülhamîd'in
yâverlerindendi. Bize de bağlılığı vardı. Fakat gençlik sebebiyle
dünyâya daldı. Bu genç hakkında o zaman ne söylemiştik Sabîha, hatı-
rında mı?"
Sabîha Hanımefendi:
- Bir aba bir ip kuşak kalmayınca Ferit adam olamaz! demiştiniz.
Hattâ ben âciz, aman efendim o kadar malı mülkü var. Bunlar bitse
bile yaverliği kalır, demiştim. Halbuki Meşrûtiyet olunca ibtidâ yaver-
liği alındı. Pek kısa zamanda serveti bitip on parasız kaldı. Hattâ bir
gün: Açım, bana bir mecidiye verin! diye kapıya gelmişti. Halbuki aile-
si hâlâ zengin...
- "Bütün malını mülkünü kaybetti. Fakat hiç olmazsa ölümle
maksûdunu buldu."
Sâmiha Hanım:
- Şu Mesnevi beytinin mânâsında âyân-ı sabiteye ne güzel bir
işaret var: Ol kâmil bendenin huyu, aslından böyle oldu. Yoksa riyâzat
ve talep ile değil... belki o, bu huyu üzre yoğruldu ve yaratıldı, buyrulu-
yor.
-"Evet., sâbikün'a ve âyân-ı sabiteye işaret olunmuş. Yâni o kimse-
nin bulduğu kazanç, riyâzat gibi, ibâdet gibi çaba ve gayretlerle değil,
ezel anasından doğusuyla, kendiliğinden böyledir."
Sâmiha Hanım:
-Bu münâsebetle Ayaz' in hikâyesini 2 hatırladım. Orada, nefs tez-
kiyesi ve terbiyesi için ne ölçüde mücâhede ve riyâzat lâzım olduğu
tafsîlâtiyle anlatıldıktan sonra, neticede, eğer bir Huda cezbesi gelir de,
seni senden alırsa, bu kadar külfetlere lüzum kalmaz, diyerek işin kes-
tirmesi haber veriliyor.
- "Öyle ya., topuna birden hop! 3 Yâni yüz yıllık yolu bir nefeste ge-
1- Enver Paşa, Talât Paşa İttihat ve Terakkinin ileri gelen iktidar sahipleridir.
2- Mesnevî-i Şerif hikâyelerinden.
3- Bu bir hikâyenin tekerlemesidir. Artin ve Karebet isminde, biri terzi diğeri kuyum-
cu iki arkadaş varmış. Terzi, kendisine getirilen kumaşlardan müşterinin haberi ol-
madan birer parça ayırıp tezgâhın altına saklar ve bu kazancını da dükkân komşu-
su Artin'e iftihar ile haber vermek üzere dışarı fırlar ve: Artin Ağa hop! diye bağırır-
mış. Uzun zamanlar devam eden bu hoplar, nihayet Artin Ağanın canını sıkarak, o
88
cip gitmek demek. Çünkü, hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzre: Allah'ın
cezbelerinden bir cezbe, iki cihanın amellerinden daha üstündür.
Bu meseleyi Devletler Hukuku nizâmnâmesinin hükümlerine de
benzetebiliriz. Devletler Hukuku adı altında muazzam bir usûl
vazedilmiş ve bilhassa science politique okuyanlar için okudukları ki-
tapların en mühimlerini bu mevzuda yazılmış olan eserler teşkil etmiş-
tir. Bu, devletlerin birbirlerine karşı hareket tarz ve usûllerini bildiren
öyle bir ilim ki, inceden inceye izah edilmek suretiyle her milletin hak-
kını muhafaza edecek kaideler konmuş, bir tarafın öteki tarafa tecâvüz
edememesi sıkı sıkıya teminat altına alınmış. Bu bilgileri okuyup öğre-
nen kimse, şundan daha barışçı bir kaide olamaz! diyebilir. Halbuki
neticede, bu nizam, bu muvâzene ve usûllerin topuna birden hop ola-
rak, hüküm galibindir, damgası, bütün o ölçüleri alt üst edecek bir şid-
detle beşeriyetin karşısına çıkıvermiştir. La raison de plus fort est tou-
jours la meilleure 1 karâriyle, bütün o vaz' olunan teamül altüst oluyor.
Mademki her kuvvetsizin mukadderatını bir kuvvetli tâyin ve tak-
dir ediyor, o halde şunu bilmeli ki, o kuvvetlilerin de üstünde bir kahir
kuvvet vardır ki, o da Allah'tır. Demek oluyor ki: Fe'1-hükmü lillâhi'l-
alîyyi'l-kebîr 2 düstûru her düstûrun üstündedir."
- "(Hüsniye Uluant'a hitapla) Medine burada mı Hüsniye? Arada-
ki mesafeyi kaldırırsan, Medine burada olmaz mı? Mesafe, bizim ölçü-
lerimize, ayağımıza veyahut gemi ve şimendifer gibi vâsıtalara yâni ta-
ayyüne, dünya ölçülerine göre mevcuttur. Hakikatte ise uzaklık diye
bir şey yoktur. Varsa ancak itibarîdir.
Bir kaza neticesinde ayağı sakat kalan Dişçi Mektebi profesörle-
rinden Rüştü Bey 'den bahsediliyordu.
- "Şunu hakke'l-yakîn bilmeli ki, gerek zahir gerek bâtın ilimleri-
nin büyükleri veya küçükleri, yâni umumiyetle herkes tam bir acz için-
da bir gün kendisine getirilen mücevherlerin içinden kıymetli bir taş aşırarak
dükkândan başını çıkarıp komşusuna: Karebet Ağa topuna birden hop diye haykır-
mak suretiyle, onun seneler senesi kumaş parçalarından ettiği kârdan, bir tek mü-
cevherin daha kârlı olduğunu anlatmak istemiş.
1- En kuvvetlinin aklı dâima en üstündür.
2- Mümin sûresi 13. âyet: "Artık hüküm, o çok ulu, o çok büyük Allah'ındır."
SOHBETLER 89
dedir. Beşeriyet, mahlûkâtın kemâlinin özü, hulâsası olduğu halde yine
de âcizdir. Eğer insan, ne üzre yaratılmış olduğunu bilse ve etrafının
ne derece tehlikeli ve korkulu olduğunu gereği gibi görse, kendini unu-
turcasına ne güler ne söyler. Daimî surette uyanık olup aman babından
ayrılmazdı.
Rüştü Bey dediğiniz bu zat, mevki sahibi bir kimse idi. İşte bir
kaza, bir sakatlık yüzünden, genç yaşında beşeriyetin kadro hâricine
atıldı. Sonra Salih Zeki Bey'i düşünün. İlmine ve işgal ettiği büyük
mevkie, bir damarının kopmasiyle öyle bir veda etti ki, tam bir acz için-
de ölüp gitti. Ya Talât Paşalar, Enver Paşalar, böyle bir akıbete uğra-
yacaklarını hiç hatırlarına getirirler miydi? Onun için Resûlullah (s. a.):
Bir göz açıp kapama zamanında hayatta kalacağımı bilemem, buyur-
muşlardır. O Hazret böyle düşünüp bu yolda yaşarken, ya sen nasıl bi-
lebilirsin? Mademki bilmiyorsun, o halde nasıl korkmuyorsun? Bu ne
emniyet, ne cesaret, ne zevk u safa? Hem korkmuyorsun, hem de fazla
olarak neler yapıyorsun. Hiç olmazsa, elinden geldiği kadar iyilik
vadisinde yürü... bu aldırmazlıklar bu suç işlemekteki lâubalîlikler, ta-
sasızlıklar ne kadar hayrete şayan... Esasen kötü ahlâklar ile haşır ne-
şir olan kimse, surette insan ise de mânâda değildir.
Şu da var ki, yine Hakk'ın hikmetlerinden bir hikmet olarak,
dünyânın payidar olması için kullara gaflet verilmiştir. Ahmaklar ol-
masa dünya helak olur, buyuruluyor.
Bir gün Hazret-i Mûsâ duâ etti: Yâ Rabbî, kullarının üstünden bu
gafleti al! diye yalvardı. Duası kabul olup, insanların üstünden gaflet
perdesi kalkınca, herkes tâat ve ibâdâta daldı. Ve böylece de beşeriyete
lâzım olan ihtiyaçlar temin edilemez hâle geldi. Ne fırıncı ekmek yoğur-
du, ne terzi elbise dikti, ne çiftçi ekin ekti ve nizâm-ı âlem de yerinden
oynamış oldu.
Demek oluyor ki âlemin nizâmı, ancak çeşitli isimlerin ve zıt sıfat-
ların harekete geçmeleriyle mümkündür.
Fakat şu da var ki, bu gaflet ölçülü olursa faydalıdır. Gerek ferde
gerek cemiyete. Yoksa ruhunu külliyen ihmal edip sırf maddesine hiz-
met ettiren gaflet, işte o, insanoğlunun en yaman düşmanıdır."
Doktor Ali Mazhar Bey 'in oğlunun vefatı dolayısiyle çocuğun an-
nesinden ve bilhassa annesinin aşırı teessüründen bahsedildi.
- "Bunlar ibret alınacak şeyler! Evlât üzerine bu kadar yanıklık
nedir? Yanacaksan Allah için yan! Şimdi, bu zavallı kadıncağızı bekle-
90
yen üç çeşit ihtimal var. Ya böylece yanmakta devam ederek kendini
mahveder. Yahut âh u zarını Allah yoluna döndürerek kendine bir reh-
ber bulur veyahut bir gaflet daha gelir, bir cilve daha oynar başına
bundan beteri gelir. Gerek evlâdı uğruna yanarken gerek gaflette oldu-
ğu halde ölümün gelmesi, kendisi için ne büyük hüsrandır."
Server Beyefendi:
- Buyurduğunuz gibi, eğer ikinci hal tahakkuk eder de bir kâmil
mürşit bulacak olursa ancak o suretle kurtulabilir:
- "Mutlak bir kâmil mürşit bulması lâzım gelmez. Tâat ve ibâdete
de düşse, Allah indinde bu da ziyan olmaz. Onun için bu da kâfidir."
Güzide Hanımefendi:
- Bu hanım, hayat demek, çocuğum demekti, diyor.
- "Bir evlâda bu kadar iptilâya acınır. Evlât ne demek? Ana ile ba-
banın cümbüşünden hâsıl olmuş bir vücut değil mi? O halde bunun ne-
sine esir oluyorsun? Sen onun için dünyâya gelmedin ki... Allah'ı bil-
mek için geldin.
Ama bu sözlerimden evlâda muhabbetsizlik ve alâkasızlık mânâsı
çıkarılmamalıdır. Evlât, bir ilâhî emânettir. Yetişmesi, terbiyesi,
ahlâkı, îmânı ve sıhhati için sen bir mürebbîsin. Analık babalık hakkı
budur.
O evlât ki, vatanına, dînine, cemiyete ve ailesine faydalı olur, bir
ana baba için bundan büyük mükâfat olur mu? Fakat bu hâsıl olmazsa,
o çocuğun olması ile olmaması birdir. Çünkü maksat, kendi vücûdunun
bir parçası olan bu varlığı, Allah'ın dileğine göre hazırlamak ve yetiş-
tirmektir. Bu hâsıl olmadıktan sonra, çocuğuna muhabbet eden ana ba-
ba fitneye düşmüş demektir.
Ölüme müteessir olmamak kabil değildir. İnsan, kedisinin bile
yokluğunu hisseder. Fakat bu kadarı, yâni Allah'ı unutturacak derecesi
fazla. Ağlamakla ne giden kazanılır ne de bir fayda elde edilir. Bu felâ-
ket, ona bir irşattır. Eğer Allah yoluna atılabilirse, ki bu da nasipledir,
o irşat ve îkaz değerlenmiş ve sahibine yararlı olmuş olur."
- "Sohbet açalım, nefisten kaçalım, Hak nurunu saçalım.
(Bir an sükût) Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki: Allah, bir kimsenin
namus perdesini yırtmak isterse, o kimseye ehlullâha karşı kötü söz
söylettirir. Yine buyuruyor ki: Allah, bir kimsenin ayıbını yüzüne vur-
mak isterse, o kimseye başkalarının ayıbını söyletir.
Demek oluyor ki ayıplı kimsenin ayıbını söylemek, yâ Rabbî be-
SOHBETLER 91
nim ayıplarımı da yüzüme vur, benim ayıplarımı da fâş et, ortaya dök,
diye hal diliyle temenni etmektir.
Cenâb-ı Hak bir kimseye lütuf, inayet, rahmet ve merhamet buyu-
rursa, o kimsenin gözüne göz yaşı, kalbine feryâd u figân, niyaz ve yal-
varış koyar ve o kimse de Allah'a gözyaşlariyle feryâd u figân eder. Bu
takdirde bilmelidir ki o kimse ile Allah'ın lütuf ve inayeti arasında bir
alış veriş vardır. Demek oluyor ki gözyaşı, Hak indinde makbul imiş.
Ama biz bu gözyaşını nereden bulalım, derseniz, onu, ağlayanların yâni
fakir, yetim ve mazlumların hallerine merhamet ve şefkat etmek ve bü-
tün yaratılmışlara hoş muamele eylemekle bulursunuz. Zîra Allah'ın
rahmet ve mağfiretine kavuşmak, bîçârelere, gariplere ve dermandan
düşmüş âcizlere acımak ve merhamet etmekle olur.
Netice itibariyle şu meydana çıkıyor ki, Allah aşkıyle sinesi pür-
yan, gözleri giryan ve kalplerinde dâima âh u figân olan kimseler,
Allah'ın lütuf ve inayetine mazhar olan bahtiyarlardır. Yahut Hakk'ın
lütuf ve inayeti ile alış verişi olan talihlilerdir.
Dedikodular ve dünya zevkleri ile vakitlerini ziyan edenlerin ise
bu ilâhî lutuftan nasipsiz ve uzak olduklarını söylemeye bilmem lüzum
var mı?"
Ifâkat Hanım:
- Görmeden evvel olan muhabbet, görmeye vâsıta olur mu?
- "Görerek bilmek herkese nasip değildir. Görmek onun kendisine
cezbettiği kimselere ihsanıdır. Hz. Mevlânâ: Ben de o kimselerle bera-
ber bağırıp haykırıyorum ki o Sultân-ı Zîşân'm bende olduğunu nâ-
mahremlerden gizleyeyim diye... İzimi kaybetmek için böyle yapıyo-
rum. Onlar da beni kendileri gibi zannediyorlar. Ben o kimselere sözü-
mü bile söylemeğe kıyamam. Nerede kaldı ki kendimi göstereceğim!..
buyuruyor...
Herkes anlar hem görürdü ey Dost yüzün senin
Kibriyâ-yı len terânîden nikâbın olmasa
ve keza:
Etle kemiğe burundum
Yûnus diye göründüm
diyoruz.
Geçen gün, âşıkların üç kısım olduğunu söylemiştik:
Birincilerin îmanları gaybî yâni taklididir. Va'd ü vaîd, yâni
mükâfat ve mücâzat endîşe ve kaydındadırlar. Bir çocuğa şeker, çikola-
92
ta vaadi gibi, onlar da, cennetin nimetlerini ister veya cehennem aza-
bından kaçarlar. İşte bu zümre için nikâb-ı len terânî yâni sen beni gö-
remezsin perdesi araya girmemiş olsa, istidatları tahammül edemeyip
çatlar. Çünkü görmeye tahammülü olmayanı, görmek çatlatır. Halbuki
gören ve görmek derecesini bulmuş olan ise, görmemekten ezilir çatlar.
İkinci kısım, görenlerdir. Bunlar tahkike erişmiş kimseler yâni
hakikati yakalamış muhakkiklerdir.
Üçüncüler ise erenler, yâni olanlardır."
Sâmiha Hanım:
- Görmek için aklın bir yardımı olmuyor. Belki aşk erbabı için,
her ne makama geldim ise aşk ile geldim! Kaidesi hâkim...
- "Evet ama, bu yolda faydalı olmayan akıl, dünya aklıdır. Aslında
akıl, büyük şeydir. Akıl mertebesi büyük mertebedir."
Semîha Hanım:
- Cebrail'in temsil ettiği akıl, akl-ı kül değil midir?
- "Evet... fakat akıldan da büyük mertebe vardır. Cebrail'in temsil
ettiği ilâhî akıl ise, akılsızlığın hududuna kadar geliyor ve: Bir adım da-
ha atarsam yanarım, diyor. Fakat Rûh-i Muhammedi: Ko, yanarsam
ben yanayım! diyerek Cebrail'i geride bırakıp Sidretü'l-müntehâdan ile-
ri geçiyor."
Sâmiha Hanım:
- Bilmenin âlâ derecesi nedir?
- "Bilmemektir.
Bilmem diyen öğrenir.
Bilirim diyene ne söylenir?"
Münîre Hanımefendi, Bursa' daki Keşiş Dağına ismi verilmiş
olan keşişe âit bir hikâye anlattı. Bir gün Emir Sultan Hazretleri , bir
manevî işaret üzerine keşişi ziyarete gider ve kulübesinin kapısını vu-
runca, içerden: Buyurun yâ evlâd-ı Resûlullah! diye cevap alır.
Emir Sultan Hazretleri içeriye girip de, kendisine bu türlü hitap
etmesinin sebebini sorduğu vakit keşiş: Bu akşam Resûlullah Efendi-
miz, yarın, sana evlâtlarımdan biri gelecek, diye heber vermişlerdi, der.
1- Bugün Uludağ dediğimiz, Bursa'nın meşhur dağı, evvelce Keşiş Dağı ismiyle anılır-
dı.
2- Devrinin meşhur ilim ve tasavvuf adamı, Molla Mehmet Buharı.
SOHBETLER 93
Münîre Hanımefendi, mûtat tatlı anlatışı ile hikâyesini bitirince:
- "Olabilir!" diye kayıtsızca bir cevap aldı. Bunun üzerine Sabîha
Hanımefendi, Hazret-i Mevlânâ Efendimizin de böyle bir keşişi vardı,
deyince, işi latifeye dökerek:
- "Kenan Efendimiz'in de bir keşişi vardı 1 . Hem de bayağı papaz
değil, patrik idi!" diye tebessümle bahsi kesti.
Sâmiha Hanım:
- Bir Mesnevi beytinin mânâsında: Ben müşkül bir nakısım. Hem
gözlerde görünür bir hilâlim, hem dillerde gizlenir bir hayâlim, buyu-
ruluyor. Buradaki (müşkül nakış) tâbiri, etle deriye burundum, Âdem
olup göründüm sırrının bir ifâdesi mi?
- "Öyle ya... hem gözlerde görünür hem gönüllerde gizlenirim.
Ama yine de anlaşılır nakış değilim... demek istenmiş.
Meselâ beni de herkes aynı vech ile mi görür? Kimi Kenan görür,
kimi şeytan görür."
Semîha Hanım:
- Efendim, deniliyor ki âlemdeki suretlerin en güzeli ateştir. Çün-
kü Allah'ın kahır ve celâlini ondan âlâ gösteren yoktur.
- "Öyledir, renkler içinde de en güzeli ateş rengidir. Yakıcı ve eri-
tici ateşin rengi..."
Semîha Hanım:
- Kendine bırakılan herşeyi bî-vücut etmesi ve kül eylemesi cihe-
tiyle...
- "Ama, dünya mallarının en kıymetlisi olan elmas yandığı zaman
kül dahi bırakmıyor. Aslı kömür olduğu halde külü olmuyor.
Kezâlik elmas ve mücevher ayarında olan kimseler de mevhum
vücutlarından, varlıklarından yandıkta, böylece kül, yâni bir nişan bir
iz dahi bırakmazlar. Çünkü kül bile kil, yâni toprak cinsindendir. On-
lar ise toprakhktan çıktıkları için kendilerinden nişan bulunmaz."
1- Müslümanlığı kabul ettikten sonra Kenan Rifâî Hz.ne intisap eden Keldânî Patriği
Monsenyor Abıd diye anılan zat. '
94
Semîha Hanım:
- Bir yasemini leylağa aşılamışlar, yasemin kokulu leylak açmıştı,
siz de bu hâdise karşısında: işte asıl değişmiyor demiştiniz. Acaba bu-
nun istisnası yok mudur?
- "Asıl değişmez. Gerçi, taşa değse sim u zer eyler, deniyor. Bu da
doğrudur. Sîm ü zer eyler, eyler ama, ârizî ve ihsan olarak eyler.
Allah'ın kudreti her şeye şâmildir. Binâenaleyh onun için güçlük ve
imkânsızlık diye bir şey yoktur. Olmazları oldurur. Fakat arızî ve bir
lütuf olarak...
Görmez misin, bir ağaca aşı yapıldığı vakit, o aşı ta köke kadar te-
sir etmez. Kendine bir dal icat eder, o büyür, gelişir fakat kök ve asıl
değişmez, tabiatı üzre bakî kalır."
Semîha Hanım:
- Demiri ateşe koyunca ateş kesiliyor. Fakat kendi hâline kalınca
yine demirliği meydana çıkıyor.
- "Çünkü ondaki ateşlik arızîdir. Sahip bir şeye altın ol derse altın
olur. Fakat bu muvakkat bir değişmedir, yine aslına döner. Çünkü Al-
lah onu bu suretle mühüıiemiş, yazılar yazılmış, kalemler kurumuştur,
onun için değişmez."
Sâmiha Hanım:
- Âyet-i kerimede, beşeriyet âlemine gelmenin bir nevi ticâret oldu-
ğu ve burada bâzılarının dalâlet verip hidâyet satın aldıkları, bâzıları-
nın ise hidâyet verip dalâlet satın aldıkları} buyruluyor. Buradaki
alış veriş saîd şaki olur, şakı saîd olur, hadîs-i şerifine temas etmiyor
mu? Yoksa, aslında, saîd saîddir anasının karnında, şaki de şakidir
anasının karnında... kelâmı bu meselenin dışında kalıyor değil mi?
- "Evet, birinci hadîs-i şerif, levh-i muallaka, ikinci ise levh-i
mahfuza işarettir. Evvelce de söylediğimiz gibi, aslında saîd olan bura-
da da saîddir. Kezâlik, aslında şakî olan, burada da şakidir. Saîd, bir
müddet şakî görünse de, zamanı gelince yine saadet bulur. Yâni bu
dünya ticarethanesinde çalışır ve kazanır. Yahut da birçok zamanlar
geçer de öyle kazanır.
Geçen gün (...) mevlidi için camie gitmiştik. Bu zat bize intisaplı-
dır. Fakat içinde kötülük olmamakla beraber, şu veya bu sebeplerden
dünyâya kapılmıştır. Ama yine de bizimdir, bizdendir. Eğer meydanı
azıcık temizleyecek, yâni kendisine hicap teşkil eden engelleri ortadan
1- Bakara sûresi, 16. âyet.
SOHBETLER 95
kaldıracak olsan, doğrudan doğruya bizden olduğunu isbat eder.
Mevlitten sonra herkes yanına gidip taziyede bulundu. Bize inti-
sabı olması dolayısiyle büyüğü sayıldığımdan, ayağına gitmem doğru
olmazdı. İşte onu korumak için, onun menfaati ve hayrı nâmına gitme-
dim, ağabeyimi yolladım, taziye etti. Bu esnada beni sormuş, selâm yol-
lamış. Ağabeyim, camide olduğumu haber verince koşup geldi, elimi öp-
tü. Bu da şefaate nail olması bağışlanması için bir nevi rüşvet idi işte."
Hafif bir zelzele oldu.
- "Yirminci asırda da böyle şey olur mu, denmiyor. O, yine yapaca-
ğını biliyor.
Tebâreke sûresinin nihâyetinde: Sularınız yere batıp ipleriniz
onu almaya yetişmezse ve ona vusule imkân bulamazsanız suyu nasıl
bulursunuz 1 , âyet-i celîlesini bir zat okurken, devrin münkirlerinden
biri bunu işitince, alay ederek gülmüş ve: Nasıl mı buluruz? Denizler-
den sular buharlaşır, yağmur olup yağarak kuyulara gelir, biz de ora-
dan alır kullanırız. Tabiatın kânunları bu hâdiseleri tanzim eyler, de-
miş.
Gece olup münkir uykuya vardığında, rüyasında bir adam yanına
yaklaşıp, elindeki silâhı gözlerine doğru çekerek: Haydi bakalım, şimdi
kuyulardan sular çekilirse kim geri getirebilir, anla! demiş.
Münkir uykudan uyandığı zaman, gözleri açık olduğu halde gör-
mek kudretini kaybettiğini anlayarak feryat ve figâna başlamış ve ne
türlü ilâç yapıldıysa, kâr etmemiş, gözünün nuru sönüp gitmiş. Aklı ba-
şına gelip îman etmişse de iş işten geçmiş.
İşte, yemek ve su mideye giriyor. Mideden bağırsaklara geçiyor,
vücut bu gıdayı massediyor, kalbe, dimağa ve bütün uzuvlara yayılıyor.'
Fakat neden oraya, yâni gözlere vâsıl olup da o nuru uyandırmıyor?
Onun için, hiç kimsede kudret ve kuvvet yoktur. Ancak Allah'tan
başka. Peygamberlerden en âciz fertlere kadar bu böyledir. Yâni bütün
kudret ve kuvvet Hakka mahsustur.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh 2 m mânâsı budur işte!"
1- Mülk sûresi, 30. âyet: "Kul ereeytüm in esbaha mâüküm ğavran femen ye'tîküm bi
maın maın.
2- Güç ve kuvvet ancak, Allah iledir.
96
Sâmiha Hanım:
- Herkese olan tecellî, kendi aynasının cilâsı ölçüsünde midir'?
- "İşte, herkes bakar bir an görür, bu demektir. Herkes maşuktan
bir türlü zevk alır ve onda görebildiğine hayran olur. Meselâ kimi ka-
ranlıkta filin hortumunu tutmuş: Fil boru gibidir! diyor. Kimi kulağını
yakalamış, fil yelpaze gibidir! diyor. Kimi bacağını yakalamış: Fil, sü-
tun gibidir, diyor. Halbuki güneş doğup fil görünür olunca, hepsi de zan
ve hükümlerinden dolayı hayrete düşüyorlar. Ama aslına bakılacak
olursa, bunların zannı da büsbütün yanlış değildir. Çünkü onlar filde
ne gördülerse ancak onu dile getirebildiler. Halbuki fil, yalnız bu vasıf-
lardan mı ibarettir?
Meselâ Azîz Efendi Mısır'a gitti. Ona, Mısır nasıl bir yerdir ve ora-
da neler vardır? diye soracak olsanız, size, camilerinden, tekkelerinden,
türbelerinden bahsedecektir. Halbuki dünyâya sâdece eğlence ve zevk
gözlüğü ile bakan bir başka kimseye sorsanız, size, barlardan, pavyon-
lardan, kadınlardan bahsedecektir.
Münevver bir cemiyet adamının nazarları ise, kütüphaneler, kon-
feranslar ve toplantılar üstünde dolaşacaktır.
Fakat bunların hiçbiri, tamâmiyle Mısır'ı tanımıyor demektir. An-
cak memleketin yerlisi olan bir kimse, size, hem camilerinden hem tek-
kelerinden hem barlarından hem kültür faaliyetlerinden bahsedebilir.
İşte bu külli kavrayış, her ismi kendinde toplayıp birlemiş olan kâmil
insanın hâli gibidir."
Sâmiha Hanım:
- Hazret-i Mevlânâ da tavırları izah ederken, herkesin bir tavrı
olduğunu, ancak insan-ı kâmilin bütün tavırlara birden sahip bulun-
duğu anlatır.
- "Evet, kâmil insan demek, bütün âlem demektir.
Sâmiha Hanım:
- Azap, hicaptan ibarettir, buyuruluyor. Şu halde her çeşit istidat
sahibinin azabı ve cehennemi, Allah'tan gafil olmak, ondan uzak ol-
mak mıdır?
- "Hâkîkat cihetiyle, yâni ruhların hakikati itibariyle hicap ve gaf-
letten büyük bir azap tasavvur olunamaz. Fakat insanlar, dünya
hayâtının türlü aldanış ve aldatışları ile avunarak bu azabı görmemeye
çalışırlar. Her ne kadar etraflarını gaflet ateşi kuşatmışsa da, türlü eğ-
SOHBETLER 97
lenceler, meşgaleler ve zevkler ile vakit geçirerek avunmaya uğraşırlar.
Fakat mükellef ve debdebeli hayatları içinde yine de şikâyetleri, ıztı-
rapları, elemleri hattâ yeisleri eksik değildir.
Hâsılı ruhun, hakikati itibariyle bu hicap ve gafletin azabını his-
setmemesi mümkün değildir. Yalnız cehennemin tabakaları olduğu gi-
bi, gafletin de tabakaları, dereceleri vardır. Şunu bilmeli ki kâinattaki
bilcümle mevcudatın maksadı, Hakk'a erişmektir. Gaye, maksat budur.
İşte Hakk'a vusul bakımından uzaklık ne ölçüde ise, azap ta o nisbette
fazladır.
Zâtın birine demişler ki: Cenâb-ı Hakk'a vâsıl olabilmek için yet-
miş bin nûrânî, yetmiş bin de zulmânî hicap olduğunu söylüyorlar, siz
ne dersiniz? Cevap olarak: İsterse bir soğan zarı kadar olsun, hicap yi-
ne hicaptır ve görmeye mânidir, buyurmuş.
Elli arşın derinliğinde olan bir kuyunun suyuna erişmek için mut-
laka elli arşın ip lâzımdır. Kırk dokuz üç çeyrek olsa, hatta bir santimi
eksik kalsa -yâni bir soğan zarı kadar- o suyu alamadıktan, yâni vuslat
hâsıl olamadıktan sonra ne fâide? O kuyu, altındaki deryaya erişebil-
mek için açılmış ve açılıncaya kadar da ne emekler sarfedilmiş, ne zah-
metler çekilmiştir. Fakat lâzım olan ipi elde edip de su çıkarılamazsa
ne fâide? Bütün o didinmelerden çabalamalardan maksat suyu elde et-
mek ve ondan istifâde eylemekti.
Bu dünyâya gurur yuvası diyorlar, aldatıcı olduğu için... evvelâ
hoş görünür, fakat sonunda nedamet ve hicrandan başka elde avuçta
bir şey kalmaz.
Bu dünyânın hiçbir değerinde vefa yoktur. Cefâsına hazırlanıyor-
san vefasına güven! O, öyle bir fındıkçı kadındır ki kimse ile karılık ko-
calık hakkım îfâ etmemiştir ve kedi gibi doğurduğunu yer.
Dünya zevkleri, zevk değil itiyattır. Meselâ Dolmabahçe Sarayını
dışından görenler zannederler ki, bu kâşanenin içinde oturanların
üzüntüleri ve düşünceleri yoktur. Fakat bunu bir de içinde oturanlara
sor. O güzelliklere, o ihtişama o derece alışmışlardır ki, artık bütün bu
hayat, fevkalâdeliğini kaybedip gitmiştir. Hâriçtekiler için fevkalâdelik
olan yaşayışları, onlar için bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.
Yeryüzündeki bütün varlıklı, milyoner ve milyarderlerin sürdük-
leri zevkli, ihtişamlı ve gösterişli hayat da keza, sâdece bir itiyattan
ibarettir."
98
Muhlise Hanım 1 :
- Efendim, insanın nefsine ağır giden bir şey söylendiği vakit ca-
nının sıkılması, mutlaka nefsinin icabı mıdır? Ve mutlaka bu ağır sözü
işitenin sükut etmesi mi lâzım gelir?
- "Ah Muhliseciğim, nefse ağır gelen her şeyi yedirememek elbet
de noksanlıktır ve nefsinin icâbıdır. Onun için, sana bir şey söylendiği
vakit susamazsan da, susmaya alışmak elbet de evlâdır.
Ancak, karşındaki kimse, terbiyesiyle mükellef olduğun biri ise,
meselâ çocuğun, taleben, hizmetçin veyahut da sükût etmenden yüz
bulup işi büsbütün azıtacak, yâni sükûtun, aksi tesir yapacak bir kim-
se ise, o zaman nezâketle ve kalben de kınlmayarak, yine onun selâme-
ti için Allah nâmına cevap verirsin.
Terbiyesinden mes ul olduğun böyle bir kimseden sana karşı bir
küstahlık vâki olduğu zaman, nefsin kabarmayarak, sırf karşındakinin
menfaatini gözetmek için, ona cevap ver veyahut birisi: Sen ne namus-
suz kadınsın! dese, yine kalben müteessir olmadan ve kendi kendine:
Bu hitaba lâyık olmasaydım, Cenâb-ı Hak bunu söyletmezdi. Belki böy-
le bir hitaba lâyık olmam ihtimâli bulunduğu için evvelden ihtar olun-
du, demekle beraber, sende olmayan bu sıfatı nezâketle reddedersin.
Şu da var ki, sen bir Rifâî evlâdısın. Az çok merkeze merbut ol-
man dolayısiyle, kalbini kıracak bir söz sarfeden kimsenin cezasını şid-
detlendirmemek için, yâni söz sahibine zarar gelmemesi için gerekli
cevâbı vermen icap eder. Sen mâruz kaldığın muameleyi hoş görsen de
kabağın sahibi razı olmaz 2 .
Asıl maksat, sâlih amel denen kalp amel ve niyetindedir. Amel, ni-
yet içinde gizlidir. Kim ki Rabbin cemâlini isterse, sâlih amel işlesin ve
Rabbine şirk koşmasın 3 diyor Allah..
Sâlih amel, kalp amelidir. Yoksa ağız ile veyahut bedenle yapılan
ameller, kalp ameli ile mutabık değilse, o amel hiçtir. Mânâsını anla-
1- Güzide Hanımefendi Validemizin yakın arkadaşlarından ve kardeşlerimizden olan,
Haydar Kaptan'ın zevcesi, çok muhterem, sâfiyetiyle tanınmış ihlâslı bir Hak âşığı.
2- Kabağın sahibi razı olmaz, bir atasözüdür ve hikâyesi de şöyledir: Meczubun biri tı-
raş olmak üzere bir berbere gitmiş ve saçlarının henüz yarısı kesildiği sırada, at sır-
tında, dünyâları ben yarattım, diyen bir kabadayı gelip atından inmiş ve meczubun
yanına yaklaşarak eliyle yarı tıraşlı başına vurup: Kabak, kalk iskemleden ben tıraş
olacağım! demiş.
Meczup ses çıkarmadan kalkıp yerini süvariye vermiş. Adamın işi bitip tekrar atına
binerek yoluna devam edeceği sırada, at ürküp şahlanmış ve süvarisi taşların üstü-
ne düşerek başı parçalanmış. Meczubun mânevi değerini bilmekte olan berber:
Sultânım sen böyle şey yapmazdın ama nasıl oldu? diye sorunca: Ben razı oldum
ama, kabağın sahibi razı olmadı, demiş.
3- Kehf sûresi, 110. âyet.
SOHBETLER 99
mayarak, yalnız dudaklarının oynamasiyle yüzbin kere İsm-i Celâl çek-
mekten, gönlünde Hak nurunu uyandırıp şeytanları def edici tek bir
Allah demek elbet daha üstündür.
Kalp ameli ne demektir? Gönül ibâdeti, Hakka teveccüh, mura-
kabe ve her yaptığın işi kalbi olarak, sırf Allah rızâsı için yapmaktır.
İşte kalp ameli bu demektir.
Hikâyeyi bilirsiniz. Adamcağızın biri şeyhine, şeriat, tarikat, haki-
kat ve marifeti sormuş. Şeyhi de ona, bir hocanın etrafında ders dinle-
yen dört kişiye birer tokat vurmasını, vurduktan sonra da alacağı
cevâbı kendisine söylemesini tenbih etmiş. Neticede, birinci, yediği to-
katı, vurana iade etmiş. İkinci, yalnız dönüp kendisine kimin vurduğu-
na bakmış. Üçüncü bunu da yapmamış. Dördüncü ise, yerinden fırlaya-
rak, tokatı vuranın ellerine sarılıp, bu eller benim için zahmete girdi,
diye özür dilemiş.
Şeriat, kısasa kısas diyor. Tarikat, fiilin Hak'tan olduğunu bil-
mekle beraber, vâsıtayı görmek istiyor. Hakikat, vâsıtadan geçmiş, dö-
nüp bakmaya bile lüzum görmüyor. Marifet ise hem faili Hak görüyor
hem de vâsıtaya şükrünü ifâ ediyor. Yâni vâsıtayı da Hak'tan gayrı
görmüyor.
Demek oluyor ki, tarikatın icâbı sükût etmektir. Çünkü, her fiilin
Hak'tan olduğunu bilenin sükût eylemesi gerekir."
Muhlise Hanım:
- istikbâli düşünmek doğru mudur?
- "Gelecek zamanı düşünmek doğru değildir. Dervişler, gelecek
zamanla kayıtlı değillerdir. Dervişliğin sânı, içinde bulunulan zamanın
icaplarını yerine getirmek bu zamanı kurtarmak, hâli güzelleştirmek-
tir. Geçmiş ve gelecek endîşesi ise, vakit zayi eylemektir.
Fakat şu da vardır ki ihtiyat, tevekküle mâni değildir. İşte bu da
yine kalp ameliyle alâkalıdır. Meselâ kalben tevekkül üzre olduğun
halde, kış gelmeden odununu kömürünü erzakını tedârik etmek fikri,
istikbal endişesi değil, hayâtın icâbı bir ihtiyat hareketidir. Yoksa, ben
bunlarsız kalırsam soğuktan ve açlıktan kırılırım, demek suretiyle,
Allah'ın rezzak sıfatını inkâr ederek kendi tedbîrine güvenecek olur-
san, Hakk'ın bir sıfatını inkâr etmekle kâfir olmuş olursun.
Ârâbînin biri Resûlullah Efendimize gelip: "Yâ Resûlallah, devemi
bağlayayım da mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül
edeyim?" demiş. Cevap olarak: Bağla da öyle tevekkül et! buyurmuşlar.
100
Her işte, her düşüncede dâima kalbine bak. Bundan şaşma. Çün-
kü Allah senin suretine ve ameline değil, kalbine bakar. Nazargâh-ı
İlâhî suret ve amel değil, kalptir.
Sen, Hakka güvenerek ona tevekkül eyleyerek ihtiyatında kusur
eyleme. Yoksa, gelecek korkusundan, Allah'a itimatsızlık çıkar.
Hem senin tedbîrin, ihtiyat ve tedâriklerin de nedir? Nice servet-
ler, nice dirlikler, nice saltanatlar, bir anda yerle beraber olmamış mı-
dır? Yeter ki, topladığın, bir yana yığdığın o varlıkları kullanmak nasip
olsun. Onun için her hususta kalp mihenginden şaşma. Salih amel,
kalp amelidir. Dâima seninle gidecek, seni taşıyacak olan da odur."
Server Beyefendi:
- Babacığım, bugün on beş kuruşluk pul aldırmak için adam gön-
derdim. Baktım ki yirmi üç kuruşluk pul gelmiş. Tabiî geri gönderip
değiştirdim.
- "Elbet!"
- Meğerse pulcunun gözleri iyi görmüyormuş. Bîçâre adam, eğer
herkese böyle yapıyorsa iflâs eder, diye düşündüm.
- "Sen pulları iade etmekle üstüne düşeni yaptın. Fakat nasıl geçi-
necek, iflâs mı edecek, diye endîşeye kapılmak sana düşmez.
O adamın da rızkını elbet Allah düşünür."
Sâmiha Hanım:
- Bir kimsenin kendinde kudret ve kuvvet tasavvur etmesi ne ka-
dar boş değil mi Efendim'?
- "Görmek isteyen ve görmek nasibi olan için öyledir. Evet kudret
ve kuvvet yalnız Allah'a mahsustur, fakat bunu da bildirmesi lutfudur,
ihsanıdır, sevgisidir. Kudret ve kuvvetin kendinde olduğunu gösterme-
si pek büyük bir nimettir. Bunu bildirmemesi ise aksidir ve verdiği gaf-
lettir."
- Efendim, dünya ehlinin faydalı zannederek yaptıkları öyle şeyler
var ki, değil başkalarına kendilerine bile yaramıyor. Yâni onların yap-
tıklarından ne kendileri istifâde edebiliyor ne de başkaları...
- "Onlar diyorsun... onların yok olduğunu yahut Hak olduğunu
SOHBETLER 101
bilmemek kabahattir. Onlar yoktur. Yürüyen yalnız Allah'ın emridir.
Görmüyor musun, Karagöz oyununda türlü türlü tipler ve karakterler
mevcut. Fakat bütün hayalleri oynatan hep bir kişi. Meselâ cadının
vazifesi başka, Ferhat ile Şîrin'inki büsbütün başka... çünkü ilâhî sal-
tanat zıtlarm çarpışmasiyle meydana çıkar. Nasıl ki elektrik, müsbet
ile menfî ceryanın temasından hâsıl oluyorsa...
Binâenaleyh onlar diye bir şey yok. Kimse yok. Lâ mevcûde
illallah 1 , lâ faile illallah 2 . Onlar, dediğin birer kukladan ibaret.. Onla-
rın ne ehemmiyeti var? Sahip oyunun gereği ne ise öyle yapıyor. Havi
ve kudret Allah'tandır.
Yapmak istediğin iş, Allah'ın muradına uygun ise olur. Değilse,
bütün cihan bir araya gelse yapamazsın. Bütün bu keşifleri ve buluşla-
rı vücûde getiren insan değil mi? Hep insan, yâni insan aklı... ama akla
da o kudret ve kabiliyeti veren yine Allah..."
Bir şarkıyı harikulade bir sesten dinledik.
- "Sesteki tesir ne büyüktür. Şu şarkının mısraları bestesiz olarak
dinlenmiş olsaydı bu kadar kuvvetli, bu derece tesirli olmazdı. Çünkü
ses, dağınık olan duygu ve düşünceyi bir noktaya toplar, aslına çeker."
Güzide Hanımefendi:
- Fakat bu da her ses için değil...
- "Kötülükler kendilerinde bilkuvve bulunanlar ile, bunları kö-
künden temizleyerek güzel ahlâkı kendilerine hal etmiş olanlar arasın-
daki fark gibi...
Kendinde mevcut ve derinlerinde yaşamakta olan kînini kibrini
mücâhede ve riyâzat yaparak baskı altında tutmak, bir nevi sanat ise,
onları temizleyip yerine iyilikler getirmek de hal olmuş olur. Hem o ka-
dar olur ki, bir başkasına karşı beslenen kötü duygulardan, düşmanlık-
lardan, bunlar kendisine yapılmışçasına ezâ duyar, kırılır.
Bir gün Hazret-i Abdülkâdir vaaza geç kalmış. Cemâatin bekleme-
mesi için, devrinin âlimlerinden olan oğlu, kürsüye gelerek iki saat va-
az etmiş. Fakat etrafında ne bir heyecan ne bir alâka uyandırabilmiş.
Nihayet Hazret-i Abdülkâdir telâşla gelerek: Özür dilerim ey cemâat,
geciktim. Valdeniz yumurta pişirmişti, sahan düştü yumurtalar kırıl-
dı... deyince, cemâat ağlaşıp feryat etmeye başlamış. O zaman Abdül-
kâdir Hazretleri'nin oğlu: Aman baba, iki saattir bunca söz söyledim de
1- Allah'tan başka mevcut yok.
2- Allah'tan başka fail vok.
102
kimseye tesir etmedi. Sen, yumurtalar düştü kırıldı, deyince cemâat
birbirine girdi., diye hayret etmiş.
İşte hal erbabının basit bir cümlesi dahi, kal sahibinin saatler sü-
ren tumturaklı sözlerinden daha tesirli daha kudretlidir."
- "Bir kitapta: Nefsini bilen ve aynı zamanda yüz günâhı olan
kimseden kaçma; fakat yüz iyiliği olup da nefsini bilmeyen kimseden
kaç! deniyor. Güzide Valde'niz bu söze itiraz ederek: Nefsini bilen kim-
sede kötü ahlâk olur mu? dedi. Ben de dedim ki; nefsini bilmek merte-
besi pek büyük bir mertebedir. Buradaki mânâ ise, Hazret-i
Mevlânâ'nın buyurduğu gibi, eğri ve kusurlu da olsa, yaş ve köke bağlı
bir dalın, dosdoğru fakat ağaçtan kesilmiş bir daldan üstün olduğu fik-
ridir. Evet, yaş dal, o çarpık manzarasına rağmen, zamanı gelince yeşe-
rir, çiçek açar, meyve verir. Fakat kuru dal için artık böyle bir ihtimal
kalmamıştır.
Keza, sevgilinin kapısındaki halka, eğri büğrü de olsa, erbabı için,
kıymetli ve ziynetli bir halkadan makbuldür.
Cemiyet içinde de nice imansız mevki ve bilgi sahibi kimseler var-
dır ki tarikata \^eni girmiş olanlar onlardan üsttür. Zira asla merbut ol-
maları bakımından zamanla kendilerinden çok şey ümit edilir ve bekle-
nir."
Hüsniye Hanım:
- Mutmainne mertebesini bulduktan sonra da bir sâlik için imti-
han var mıdır 1 ?
- "Elbet vardır. Nefsin yedi derecesi olduğu malûmdur. Emmâre,
levvâme, mülhime, mutmainne, râdiye, mardiye, safiye.
Şeriat erbabı, ancak mülhimeye kadar çıkabilir. Mutmainneyi bu-
lamaz. Onun için, mülhimeden düşen, tâ emmâreye kadar yuvarlanabi-
lir. Neticede imansız da gitmek vardır. Çünkü emmâre derecesinde
ölenler, imansız giderler. Ama ister hacı ister hoca, isterse şeyh olsun.
Fakat mutmainneden düşen mülhimeye iner. Râdiyeden düşen
mutmainneye, mardiyeden düşen râdiyeye iner.
Mülhime erbabı, bir kâmil insana ulaşmak suretiyle derecelerini
kazanmayıp, yalnız ibâdet ve tâat kuvvetiyle mücâdelelerini yaptıkla-
rından, zaman gelir ki çoklarını nefis çarpar.
SOHBETLER 103
Nefis derecelerinin renkleri de vardır. Emmârenin nuru mavi,
levvâmenin kırmızı, mülhimenin yeşil, mutmainnenin beyaz, râdiyenin
sarı, mardiyenin parlak siyahtır."
- Saf iyenin rengi nedir 1 ?
- "Safiye, dereceden sayılmaz ki... onun rengi mengi yoktur. O,
doğrudan doğruya Allah'ın ihsanıdır. Sülük ile, çalışıp didinmekle elde
edilir bir mertebe değildir. O mertebenin ehli, Hakk'ın naibidir. O mer-
tebedeki zat, yetmiş iki milletle beraberdir. Onun için sâfıyenin rengi,
bî-renkliktir."
Sâmiha Hanım:
- Mesnevî-i Şerifte buyuruluyor ki, sen kemana yâni yaya tan et-
me ki ondan gelen ok, atıcının bâzûsundandır, sen ise ok atanı görmü-
yor, yay mesabesinde olan Ömer ve Osman'a atıp tutuyorsun.
- "Tabiî burada işaret edilen mertebe tevhîd-i ef âl mertebesidir.
Hayır ve fayda iyi ve kötü ne varsa kulların yaptığı her şey ilâhî irâde
ve kaza ve kader icâbıdır. Karagöz perdesi, sinema, tiyatro bunun bariz
bir numunesi değil mi?
Karagöz'ün, Karagözcü tarafından oynatıldığı bilindiği halde mü-
teessir olmamak heyecanlanmamak kabil olmuyor. Gülmekten, ağla-
maktan, müstağni olunmuyor. Nitekim seyircilerden bir Arnavut
heyecanından cadıya kızarak rovelveri çekip cadıyı vuruyor. Halbuki
yapan cadı mı, yoksa Karagözcü mü?
Peki bunu ne için dünya sinemasına, tiyatrosuna, yâni dünya sah-
nesine teşmil etmiyorsun? Rolleri yapanlar canlı göründükleri için mi?
Veyahut perde, sahne mahdut olmayıp geniş olduğu için mi?
Fakat bunu da herkesin bilmesi lâzım gelmez, herkes bilirse, dün-
ya payidar olamaz. Levle'l-humakâ le-huribeti'd- dünya: Ahmaklar ol-
masa, dünya harap olur. Zîra ihtiyâc-ı beşerin temîni için her anlayışta
insana lüzum vardır."
Şeriattan bahsediliyordu.
- "Hakikat zahir olsa, şeriat kalmaz. Bu âlemin nizâmını
muhafaza eden ise şeriattır. Şeriat demek, âlemin nizâmını koruyan
kânun demektir. Sâdece namaz, abdest ve oruç gibi ibâdet yol ve
usûllerini tâyin eden bilgi demek değildir.
Herhangi bir memlekette nizam ve muvâzeneyi sağlayan kânunla-
104
rın hiçbiri şeriatın hâricinde olamaz. Meselâ şeriat hırsızlığı menediyor
da, kânun ve hukuk nizâmları menetmiyor mu? Yalanı, hileyi, hakareti
şeriat istemiyor da, kânunlar hoş mu görüyor? Onun için şeriat kalksa
dünya da alt üst olur.
Allah'a ibâdetten hangi bir millet baş çevirmiştir? Mecûsî ateşe ta-
pıyor, putperest ağaca, öküze tapıyor. Fakat Allah'tır diye tapıyor.
İnançların en üstün ve kemallisi ise İslâmiyet'tedir. Mecusîlik, Putpe-
restlik, Musevîlik, İsevîlik hep İslâmiyet'in içindedir. Onun için şeriat
da İslâmiyet'te kemâlini bulmuştur."
Sâmiha Hanım:
- Bir Mesnevi beytinin mânâsında, bu cihanın vuslatı, devlet ve
izzetinin muhabbeti, öteki âlemin firakı olur, deniyor.
- "Ya bundan geç, ya ondan! demek.
Bir gün Harun Reşit, sarayının penceresinde oturmuş düşünüyor;
bu dünyânın pâdişâhı oldum, acaba âhiret pâdişâhı da olabilir miyim,
diyormuş. Bu sırada, kardeşi Behlül Dânâ da yerde yatan kalın bir di-
reğin ucundan tutup kaldırıyor, sonra öbür tarafına geçip öteki ucun-
dan da kaldırıyor, fakat tam ortasından tutup kaldırmak isteyince, bu-
na gücü yetmiyormuş.
Sarayın penceresinden manzarayı seyretmekte olan Harun Reşit:
Behlül, orada ne yapıyorsun? diye sormuş. Hikmetli söylemeye alışmış
olan Behlül de: Ne olacak, dünyâyı istedim oldu, âhireti istedim, o da
oldu. İkisini birden yapayım, dedim, o olmuyor işte! diye cevap vermiş."
Güzide Hanımefendi:
- Dün okuduğumuz kitapta ehlullâhın günahtan kaçınması, Al-
lah'tan utandığı için değildir, deniyordu.
- "Öyle ya... sen, bir şey yapacağın vakit, benden, tekdir edeceğim-
den korktuğun için mi yapmazsın. Yoksa: Niye bunu yaptın
Güzîdeciğim, dememden mi çekinirsin? Tabiî ki günâhı korku yüzün-
den işlemezsin, Buna, evvelâ vicdanın razı olmaz. Cenâb-ı Hakk'm her
yerde olduğunu bildiğin için ondan çekinmeden nasıl yaparım bunu?
der ve yapamazsın. Korku ve mükâfat ise çocuklara veyahut çocuk de-
recesini geçememiş kimselere göredir. Evet, halkın bir kısmı, Allah'tan
korktuğu için günâh işlemez; bir kısmı ise korkudan da utanmaktan da
SOHBETLER 105
münezzehtir ki işte şuhut mertebesinde olan bu zümre, yâni ehlullah,
herkesle ölçülür adamlar değildir. Ehlullah demek, Allah'ın ehli de-
mektir. Velîyullah ise, Hakk'ın muhibbi, sevgilisi demektir."
H üşniye Hanım:
-Ehl-i aşka mı ehlullah deniyor?
- "Ehlullâhm kendisi aşktır. Ona aşk hal olmuş, aşk kendisi ol-
muştur. Şüphesiz ki evliyada da aşk vardır. Fakat, hepsi de merkeze,
yâni ehlullâha tabidirler. Sanki güneş ile etrafındaki yıldızlar gibidir-
ler. Ülülazm peygamberler zamanında da nice nebiler vardı. Fakat
hepsi de devirlerinin peygamberine tâbi idiler. Yalnız şunu söyleyeyim
ki, aşk lafzını oyuncak yapmamalıdır."
Semîha Hanım:
- Hazret-i Süleyman; nefsi kahretmek, tek başına bir memleketi
fethetmekten daha güçtür, buyuruyor...
- "Evet, insanda Hayber'i fetheden Ali kuvveti olmalı ki buna ka-
dir olsun.. Çünkü nefsin her bir arzusunu defetmek, Hayber Kalesini
fethetmek gibidir..."
Hz. Ömer'den bahsolunuyordu:
- "İnnâ fetahnâleke âyet-i kerimesi ile başlayan Fetih sûresinde
müminlere Mekke'nin fethi tebşir ediliyordu. O sene hac vaktinde
Mekke'ye gidilemedi. Hz. Ömer Resûlullâh'a: Siz vadinizde durmadı-
nız. Mekke'nin fethi tebşir edilmişti. Niçin girmemize müsâade etmedi-
niz? dedi. Resûlullah: Yâ Ömer, evet, Mekke'nin fethi tebşir edildi, fa-
kat vakti zikredilmedi, buyurdu. Hz. Ömer, bu sözünden dolayı çok
nedamet etti, saçını başını yoldu.
Yine bir gazadan sonra ganimetler taksim ediliyordu. Herkese
muayyen bir miktarda kumaş düşüyordu. Hz. Ömer'in oğluna tahsis
edilen ganimet herkesinkinden bir misli fazla idi. Bir kısım halk buna
itiraz ederek; yâ Ömer, âdilâne hareket etmedin, senden dâvamız var.
Bize verdiğin kumaştan ancak yarım entari oluyorken, oğlununkinden
bütün bir entari oldu... dediler.
Hz. Ömer, sebebini kendine sorun! dedi. Sordular, Babam, kendi-
sine düşen hisseyi bana verdi, onun için entarim tam çıktı, dedi."
106
Ticâret ve çalışmak hakkında konuşuluyordu.
- "Dinde gevşeklik ve tembellik yoktur. Resûlullah Efendimiz: Ça-
lışan Allah'ın sevgilisidir 1 buyunryor ve yine: İnsana kendi sa'yinden
başka şey kalmaz, diyor. Sonra yine: Her peygamberin bir san'atı var-
dır. Benim ise san'atım ikidir: Biri fakr öteki cehddir ve bunları seven
bendendir! buyuruyor.
Tabiî ki içtihat, yâni çalışmak yalnız dış mânâda alınmamalıdır,
içtihattan asıl maksat, bâtını, derûnî, ruhî mücâhededir.
Zahirî çalışma, zarurî olarak nasılsa yapılır. Asıl size düşen,
manevî erzak toplamaktır."
Semîha Hanım:
-insan, benliği ile yaptığı şeyde muvaffak olabilir mi?
- "Olur, niçin olmasın? Fakat Hakk'ın takdirine muvafık ise.
Benlik ile bir şey yapmak kuvvet ve kudreti kendinde görerek,
kendinden bilerek hareket etmektir.
Benliksiz yapmak ise, Allah'ın azamet ve kudretini düşünüp idrak
etmek suretiyle Hakk'ın kapısından istemektir.
Bir de büyüklerin fiil ve hareketleri vardır ki, onların işledikleri
tamamen benliksizdir. Fakat Mevlânâ Hazretleri'nin buyurdukları gi-
bi, pakların, büyüklerin işlediklerini kendi işlerinizle kıyas etmeyin.
Sen mücâhede et. Fakat havi ve kuvveti kendinden bilme. Sebepte
kudret ve kuvvet görme, dâima sebebi yaratana nazar et. Meselâ sudan
beklenen, harareti teskin etmek, ateşi söndürmek gibi şeylerdir. Fakat
Allah isterse ondan bu hassaları alıverir. Faraza bir şeker hastalığı ge-
lir, suyun hararet söndürücü kudreti diye bir şey kalmaz. Hâsılı, her
şey Hakk'ın hükmünün mahkûm ve zebûnudur. Ama, Cenâb-ı Hak ver-
diği bir hastalığı, bir ziyanı, bir derdi karşılamak için kuluna gayret ve
kuvvet de verir. Sen çalış, eğer bu gayretin, Allah'ın takdirine muvafık
ise netîce verir."
Sâmiha Hanım:
- Men kâne lillah diyen yâni Hak yolunda varlığını veren kimse-
ye, kân Allâhu lehû, yâni Allah da onun için olur, buyruluyor.
- "Bir tohum toprağa gömülmeli ki, ondan mahsul hâsıl olsun.
1- El-kâsibü Habîbullah.
2- Kim ki Allah için olursa...
SOHBETLER 107
Yoksa o tohum, toprağın hâricinde ne kadar dursa yeşermez ve ondan
bir şey vücut bulmaz. Yâni vücûdun tohumunu kalbin kabrine gömme-
den evvel mahsul ele getiremezsin. Sen Allah için olursan, o niçin se-
ninle olmasın. Esasen senin onunla olmaman, onun seninle olduğunu
görmene mânidir."
- Hakk'a vuslatın bahâsı canını terketmek değil midir 1 ? Yâni vü-
cut habbesini gömmeden visalden bahsetmek acayip olur.
- "Evet, senin Hak katında ne derecede olduğunu anlamak ister-
sen, onun, senin katında ne mertebede bulunduğuna bak. İşte mehek
budur. Yalnız, ben Hocamı takdir ediyorum, seviyorum! demek kâfi de-
ğildir. Onun boyasına boyanmak, isrine, yoluna gitmek îcap eder.
Terk-i can demek, nefsine müteallik ne varsa kalbin kabrine göm-
mek demektir. İşte o zaman men kâne lillah sırrı aşikâr olur. Yâni kim
ki Allahla olursa, kân Allâhu lehû, Allah da onunla olur sırrı ortaya çı-
kar. Sen bizi istersin de biz seni istemez olur muyuz?
Hocamızın hafif bir nezleye rağmen sokağa çıkmak arzusunun
kat'î olup olmadığını sorarak (Mutlaka mı?) dedik.
- "Bizde mutlakiyet yoktur. Allah'ın arzusu vardır. Bir şeyi Allah
ister ve kısmet ederse olur!" dedi.
Semîha Hanım:
- Aşığı seve seve canından geçiren nedir?
— "Kuru ve yaş, cümle mükevvenatta ne olmuş ve ne olacaksa hep-
si Kur'an'da mevcuttur, buyrulduğunu bilen bir kimse: Mü'minlerin ca-
nı, tereyağından kıl çeker gibi cisimlerinden çıkar hadîs-i şerifinin
mânâsını Kur'an'da arar, bulamaz. O gece rüyasında Resûlullah Efen-
dimizle müşerref olur. Kendisine: Sûre-i Yûsuf a bak, aradığını orada
bulursun! buyururlar.
Hazret-i Yûsuf un güzelliği karşısında kadınların turunç kesiyo-
ruz zannı ile hayret ve heyecandan ellerini kestikleri gibi, Hak cemâli-
nin zuhuru ile de ruh, ıztırap duymadan tenden ayrılıp ona doğru gi-
der. Yoksa başka türlü, ruhun cesetten çıktığını duymamak kabil değil-
dir.
İşte âşıkların mevhum vücutlarından ölmeleri de, o cemâlin verdi-
ği mestlikten ileri gelmektedir."
108
Meyil ve incizaptan bahsolunuyordu.
- "Bir kimsenin kendisini cezbedene doğru gitmesi, onun için
sırât-ı müstakimdir ve bu, güneşten çıkan ışığın yine güneşe avdeti gi-
bidir. Meselâ, burada muhtelif renkte bir çok camlar olsa... siyah, tu-
runcu, mavi, kırmızı, yeşil... bunlara vuran ışık renkli akisler vücûde
getirir. Halbuki haddizatında güneşin ışığı öyle renkli midir? İşte onla-
rın türlü istidat renkleriyle renklenmiş olan âyân-ı sabitelerine, renk-
siz olan feyz-i akdes tecellî edince, bu türlü türlü renkler meydana ge-
lir. Sonra güneş batınca, bütün o renkler ve akisler nereye gidiyor, yine
güneşe avdet ediyor, güneş tarafına çekiliyor.
Bir misal daha alalım: Bir boya kutusu içinde muhtelif renkler
var. Bunların üstüne su serpilince, muhtelif renklerde sular akıyor.
Halbuki su, renksizdir... işte o boyalar âyân-ı sabite gibidir. Bir de şu
var ki bütün renklerin birbirine karıştırılmasından renksizlik zuhur
eder."
Semîha Hanım:
- Cehud Pâdişâhının ateşe attığı çocuk 1 diyor ki: Ey ana, ben ra-
him içinde bulduğum huzuru, dünyâda bulacağıma inanmıyordum.
Halbuki senden kurtulduktan sonra güzel, renkli ve hoş havalı bir
cihâna geldim. Ana rahmine nisbet burası cennettir; ben şimdi bu
âlemde cihanı da bir rahim gibi gördüm...
- "Evet, o cenin bu cihâna gelirken acaba ne için bağırıyor. Bu ra-
himdeki vüsati, buradaki güzel gıdayı nerede bulacağım, diyor. Halbu-
ki bu dünyâya nisbet kaç ana rahmi hiç kalır... A çocuk, senin gıda de-
diğin kan, vüsat dediğin avuç içi kadar bir yer. Senin yediğin kana nis-
bet bizim ne güzel yemeklerimiz var... Sonra da bu cihan içindeki bizim
cihanımıza gel, orada da neler, ne zevkler var!"
- Çocuk yine diyor ki: Bu sıfat tecelliyâtı ateşinde bir garip âlem
gördüm ki o âlemin zerreleri dahi can bahşedici îsâ nefesleridir.
- "Evet, o ateş zerre zerre îsâ-demdir, yâni hep îsâ nefesli zerre-
lerdir, ölüyü diriltici îsâ'dır..."
1- Bir Yahudi hükümdarın hıristiyanları dinlerinden döndürmek için çocuklarını ateşe
atmak suretiyle onları zorlamasını Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinde yazarken çocuğun
ağzından hâdiseyi şöylece îzah etmekte bulunuyor.
SOHBETLER 109
Sâmiha Hanını:
- Hadîs-i şerifte; İnsanlar arasında en şiddetli belâya duçar olan-
lar nebilerdir. Sonra onlara yakın olanlar sonra da bu yakınlara yakın
olanlar gelir buyruluyor. Hamların tahammülü olmadığı için mi bu
böyledir?
- "Tabiî... pek çok kimse vardır ki en küçük sıkıntı karşısında
şikâyet ve feryada başlar. Çünkü ıztırâba tahammül edecek olgunluğa
sahip olmamıştır. Onun için en büyük belâ en üst derecede olanlara ve-
rilir."
Sâmiha Hanım:
- Dağına göre kış...
- "Evet, dağına göre kış. Bilmiyor musunuz, Resûlullah Efendi-
miz: Hiçbir peygamber benim kadar ezâ çekmemiştir! diyor.
Meliha Hanımefendi:
- İçi ummân-ı vahdet, yüzü sahrâ-yı kesret denilmekten maksat,
kesretin vahdete mâni olmaması demek değil midir?
- "Evet. İşte kâbe kavseyni ev ednâ 1 dedikleri mertebe budur.
Yâni kesreti vahdette, vahdeti kesrette gören kâbe kavseyni ev ednâya
varmış kâmil insandır."
Sabîha Hanımefendi:
- Herkesin derece-i istidadına göre mi söz söylemelidir?
- "Kellimu'n-nâse alâ kaderi ukûlihim 2 Evet, senin aklının erdiği
yerden söyle denmiyor, nâsm aklının erdiği mertebeden söyle buyuru-
luyor.
Sabîha Hanımefendi:
-insanın kıymetini belli eden söz değil midir?
- "İnsan, dilinin altında gizli olduğuna göre, bir kimsenin sözün-
den hâline intikâl etmek mümkündür. Fakat hayli zor bir keyfiyettir.
Ama konuşmasına hacet kalmadan da, hâlinden o kimsenin mâhi-
yetini anlayan ulular vardır. Onlar, karşılarındakini söyletmeye lüzum
1- Necm sûresi, 9. âyet: "İki yay arası, yahut daha da yakın.'
2- Hadîs-i şerif.
110
görmeden ezel tabelâlarını okur ve anlarlar.
Sabîha Hanımefendi:
- Muhakkak ki aşkın ilk coşkunluk devresi, sükûn devresinden
daha parlak daha cazip...
- "İyi ama, bir odunun sobada parlak alevleriyle çatır çatır yan-
ması zevkli olmakla beraber, o halde kalacak olsa, matlûp hâsıl olmaz.
Yâni oda ısınmaz. Halbuki gaye, onun kor olup, tam fayda temin etme-
si idi.
İşte cünun yâni coşkunluk devresinde olan kimse de, cezbenin
istilâsı altında olduğu için etrafına faydalı olamaz. Halbuki sen, yalnız
kendin, kendi zevkin için değil, umûmun menfaati için olmalısın. Eğer
yalnız kendini düşünecek olursan, bu takdirde nefsin için yaşamış olur-
sun. Resûlullah Efendimiz: İnsanın hayırlısı, halka faydası dokunan-
dır, buyuruyor.
Odunun çatırtısı güzel de, kor hâline gelmesi latif değil mi sanki?"
Münîre Hanımefendi:
- Hazret-i Süleyman: Nefsini kahretmek, tek başına koca bir mem-
leketi fethetmekten daha müşküldür, buyuruyor. Nefsi ezmek için ne
yapmalı bilmem ki...
- "Yapılacak şey, onu ezmeye çalışmaktır. Ama ezip de bir yere
tıktıktan sonra da muhafazası güçtür. Bu yüzden Cenâb-ı Hak: Mek-
rimden emin olma! 1 diyor.
işte Hazret-i Pirin de; Her nefes nefsini muhasebeye çekmeyeni
biz ricalden saymayız! demesi bunun içindir.
Nefsi sindirmek, çaresiz ve dermansız bırakarak ruhuna ulaştır-
mak, ruhlaştırmak lâzımdır. Çünkü o mevcut oldukça yine bir fırsat
bularak baş kaldırır. Halbuki nefisten eser kalmamalı ve öyle bir hâle
gelmeli ki: Ervâhünâ eşbâhünâ, eşbâhünâ ervâhünâ yâni ruhumuz cis-
mimizdir, cismimiz rûhumuzdur, sırrı zahir olmalı.."
1- A'râf sûresi, 99. âyet: "Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular?
Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz."
SOHBETLER m
Aşkın kudret ve tasarrufundan bahsediliyordu:
"Her şey aşkın fermanına tâbidir, Duyuruluyor. Mecnûnun
etrafında arslanların kaplanların, yılanların toplanması, hayvan ol-
dukları halde aşka hürmet etmeleri gibi...
Hattâ hürmet hâli, cansız dediğimiz cemâdatta da vardır. Meselâ
ateş, Rifâî dervişini yakmaz. Zîra Hazret-i Pîr'in aşkı onda mevcut bu-
lunmaktadır. Nasıl yaksın, nasıl hürmet etmesin ki aşk; Allah'ın sıfatı-
dır!"
Meliha Hanımefendi:
- Derd-i Hakk'a talip ol dermana erem dersen beytindeki derd-i
Hakk'a herkes kolay kolay talip olamıyor...
Nazlı Hanımefendi:
-Buradaki derd-i Hak'tan maksat aşk değil midir?
- "Tabiî, aşktır. Onun için aşk yolundaki mihnetlere razı olmak
gerektir.
Râhatiyle istedim vasimi kahr etti bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cananım benim."
Semîha Hanım:
- Celâlimiz bizim nikâbımızdır , onu keşfetmedikçe hiçbir göz
dîdârımızın nurlarını görmeye lâyık olmaz, buyruluyor.
- "İşte aynı mânâya gelen bir hikmetli söz: Celâlden maksat ne-
dir? Seni cemâle kavuşturacak olan nurdur."
Semîha Hanım:
- O cemâlin kudreti, güzelliği, tecellîsi, varlık yakıcı nuru... celâl,
o cemâlin nikâbı olmuş... onu keşfetmedikçe cemal görünmüyor!
- "Celâlden maksat, kudret, heybet, kahır ve azamet-i kibriyâdır."
Sabîha Hanımefendi:
- Celâl, uzaklaştırıcı bir tecellî değil midir?
- "Senin demek istediğin gazaptır. Burada celâlden maksat, cemâ-
lin heybetidir. Maamâfıh cemal tecellîsi ve lutf u ihsan suretinde de
celâl, yâni gazap olabilir. Şöyle ki: Bir gün adamın biri, Hazret-i Pîr'e
kamçı ile vuruyordu. Kendileri de vuranın elini öpüyorlardı. Bu hâli gö-
ren bir kimse, Hazret-i Pîr'den işin hikmetini sordu. Buyurdular ki: Biz
onun elini öperek ondan kaçıyoruz. O ise bizi kamçılayarak bizden
uzaklaşıyor.
İşte iki türlü uzaklaşma, iki türlü itiş.
112
Sabîha Hanımefendi:
-Aşka her şey hürmetkar da neden nefis değil?
- "Çünkü nefsin vazife ve istidadı, uzaklaşmak, kaçmaktır. Onun
kabiliyeti çekmek değil, itmek, def eylemektir. Rûhunki ise cazibedir,
yaklaşma ve çekmedir.
Fakat ruh da nefis de, vazife ve kabiliyetleri cihetinden haklıdır.
Birinden müsbet, diğerinden ise menfî kuvvet zahir olmuştur. Ancak
bunlar birleştiği vakitte aşk nuru peyda olur. Nasıl ki müsbet ve menfî
ceryanlar birleşmedikçe elektrik şulesi hâsıl olamazsa... yalnız müsbet
ve yalnız menfîden o şule hâsıl olmadığı gibi, nefis ile ruhun birlik üzre
anlaşması olmadıkça da, o dediğin hürmet ve muhabbet duyguları
uyanmaz."
İşinde, hareket ve sözünde sırf Allah için olabilmek mevzuunda,
konuşulurken Mehmet Zeki Bey 'in mâruz kaldığı bir vak'adan da ba-
his edildi. Şöyle ki, Zeki Bey, oğlu Muzaffer' i 1 Galatasaray Lisesi'ne
kaydettirirken, müdür, çocuğun birinci sınıfa alınması hususunda çok
ısrar etmiş. Mehmet Zeki Bey de, ikinci sınıfa girmek hak ve kabiliyeti-
ne sahip olan çocuğun, fazla yorulmaması için, onu korumak maksa-
diyle birincide kalmasının istendiğini zannetmiş. Fakat sonradan ger-
çek sebebin idarî olduğu, yer bulunmadığı için ikinci sınıfa alınmadığı
keyfiyeti ortaya çıkmış.
- "Evet, Mehmet Bey hem hâdiseyi anlatıyor, hem de bir meslek-
taşa bu türlü muamele edilir mi, bu olur mu diye hayret ediyordu.
Olur, dedim. Niye olmasın? Herkeste hulûs bulunmaz ki... iyi şeyler
dâima nâdirdir. Nerede o insaniyet, o Hak rızâsı için, menfaatsiz adım
atış nerede?
Sana ve Hak yolunun taliplerine gelince, bu dünyâyı Allah'ın evi
ve insanları da Allah'ın ıyâli bilip ona göre hareket etmelisiniz, dedim."
Bu konuşmadan az sonra, vaktiyle hocalık etmiş bir kimsenin
1- Nazlı Hanımefendinin dâmâdı olan Mehmet Zeki Bey, İstanbul Kız Lisesi Müdürü
ve Fransızca hocası idi. Oğlu Muzaffer ise, 1929 târihinde Galatasaray Lisesi'ne gi-
ren küçük bir çocuk idi. Liseyi bitirdikten sonra diş tabibi oldu ve genç yaşında da
vefat etti.
SOHBETLER 113
mâlî sıkıntıya düştüğünden, az ücretli bir işe, hattâ hademeliğe bile
razı olduğundan teessüfle bahsedildi.
- "Sebepsiz olmaz ki... Allah zâlim değildir. Onun için kimse hak-
kında: Vah, vah, yazık!, dememeli. Çünkü ona acımak, mahkemenin
hâkimi bunun hakkında âdilâne karar vermemiş demek gibi olur.
Biz, bu dünya mahkemelerinde verilen kararlara bile boyun eğdi-
ğimiz halde, Hakk'ın hükümlerine ne diye itiraz etmeli? Allah herkese
lâyığını verir. Sen o muhtaca, elinden geldiği kadar yardım et, lâkin
vah vah... bu neden böyle olmuş? deme.
Çekilen sıkıntılar, ekseriya şükürsüzlük neticesidir. Hakkıyle şü-
kür edemesek bile, hiç olmazsa yolunda bulunalım."
- "Bâyezîd-i Bistâmî sormuş: Yâ Rabbî sana nasıl kavuşayım? de-
miş. Nefsini yolda bırak, ilerle gel! buyurulmuş."
Eski harflerin kalkmasiyle, memleketin hemen her tarafında açı-
lan Latin harfleri kursları, İstanbul'da da, münevvere ve halka olmak
üzere birçok yerlerde faaliyete geçmiş bulunuyordu. İlk kurslara mek-
tep muallimleri devam ediyor, sonra onlar başka kurslara hoca tâyin
olunuyorlardı. Bir muallim olarak Hocamız Kenan Rifâi de bu kursla-
ra tâbi olmuştur:
- "Talebelik âlemi başka âlem! Büyük adamlar bile azıcık fırsat
bulunca hemen talebelik zamanlarındaki çocukluklarını ortaya vuru-
yorlar. Fırsat bulunca, hemen gürültüye, alaya başlıyorlar. Ben bu hâli,
nefsin zikirden, riyâzattan korkarak saklanıp bir fırsat bulunca kuyru-
ğunu sallamasına benzettim.
Bu kurslara devam edenler, müdür, muallim ve münevver kimse-
lerdi. Fakat ne de olsa talebe idiler işte. Biraz ciddiyet bozuldu mu, iş-
ler de bozuluyor, şaka, alay başlıyordu. Hattâ biz bile, kürsüdeki hoca-
yı azıcık gevşek görünce, Muharrir Necip Bey'le konuşup gülüşmeye
başladık. Fakat sıra muallim olmaya gelince, sınıfın asayişini ziyâdece
bozan bir hanıma ihtara mecbur olmuştum."
- Bu sabah, nefsin terbiye görüp zikir ve riyâzat darbeleri altında
114
sinmesinden, fakat bir fırsat bulunca da derhal başını kaldırmasından
bahsetmiş, misal olarak da mektep talebelerini ele almıştınız:
- "Evet ama bu arada nefsin de kuvvet veya zafiyet derecelerini
göz önünde bulundurmak lâzım gelir. Şüphe yok ki mektep çağına he-
nüz yetişmiş gençlerin, zindelikle, kuvvet ve istekle şakalaşmaları, gü-
lüp söylemeleri, bunlardan daha olgun çağa gelmiş olanların latifeleri
ve eğlenceleri ile bir değildir. Daha yaşlı olanlar ise dermandan düş-
müş, hareket ve cevvalliklerini kaybetmiş olduklarından, kendilerinde
hâlâ, çocukluk ve gençlik istekleri mevcut olmakla beraber, bunu izhar
edecek kuvvet ve zindeliği bulamazlar.
Keza, nefis de bir sohbet, mücâhede ve riyâzat ile böyle dermansız
ve takatsiz kalmakla, kötülüğe karşı olan meyil ve arzusunu meydana
koyamaz. Ancak ruha ve rûhânî kuvvetlere tam bir teslimiyetle teslim
olur da kendi de ruh kesilirse, işte o zaman adı nefislikten kurtulup
ruh olur."
Sâmiha Hanım:
— Efendimizin Hz. Ali'ye şöyle bir hitapları var...
- "Buyururlar ki... Allah'a giden yol, mahlûkâtın nefesleri kadar
çoktur. Fakat sen yâ Ali, insân-ı âkilin gölgesinde olmaya bak. Maamâ-
fıh bu kelâm, Resûlullah varken Hz. Ali'nin başkasını araması için söy-
lenmemiştir. Ancak geleceklere ders olması için, onları uyandırmak
için buyrulmuştur."
Hazret-i Ali'den bahsedilmesi üzerine bâzı sözleri hatıra geldi.
Bahusus: Her şey Hakk'ın kudret eli altındadır. Rızk kazanmak, sâde-
ce gayret ve çalışmakla olsaydı, atmacalar serçe kurşuna yem bırak-
mazlardı, demiş olduğu konuşuldu:
- "Bu sözden maksat, ihsanı Allah'tan bilip, kazancı, sebep ve
âletten bilmemektir. Her şeyi Hak'tan bildikten sonra çalış çalışabildi-
ğin kadar. Mukadder olan her ne ise onun elde edileceğini bilerek çalış-
mak lâzımdır.
Neye beyhude emekler neye bu sa'y u emel
Gelir elbet başına her ne ise hükm-i ezel
Mesnevî-i Şerif hikâyesidir: Adamın biri, devesine bir çuval un
yüklemiş. Fakat denk gelmesi için devenin bir tarafına da kum koymuş
SOHBETLER 115
arkadan da yalın ayak başı kabak biri geliyormuş. Deveciye: Efendi, bu
devenin üstünde ne var? diye sormuş. Deveci: Bir tarafında un, öteki
tarafında kum var! demiş. Pejmürde kıyafetli adam: Unu anladık, fa-
kat kum ne olacak? diye tekrar sorunca: Deveci denk gelmesi için...
cevâbını vermiş. Bu karşılığa hayret eden adam: Onun yarısını bir çu-
vala yansını da ötekine koysaydın olmaz mıydı? diye sormuş. Bu tavsi-
yeye hayran olan deveci: Kuzum bu akılla sen nesin? Elbet varlık dirlik
sahibi büyük bir adamsın... deyince yolcu cevaben: Yanıldın, pek fakir
bir adamım, kapı kapı dolaşır dilenirim... demiş. Deveci hayretle: Bu
akılla dileniyorsun? Öyle ise çekil yanımdan... uğursuzluğun bana da
dokunmasın uzak ol benden! demiş.
Kazancın, yalmz akıl ve ilimle olmadığına bu hikâye güzel bir mi-
saldir. Evet, kazanç, yalnız akıl işi olsaydı, bu adamın hiç değilse, o
akılsız deveci kadar bir varlığı olması îcap ederdi."
Sâmiha Hanım:
- Bir Mesnevi beytinde: Parlak ve cilâlı bir aynanın üzerine tekrar
cila sürmek cahillik olur, buyuruluyor. Bunun gibi, mücâhede ve riya-
zat da bir mertebeye kadar lâzım geliyor. Ondan sonra ise, bu
mücâhede ve riyâzatlar da bir nevi hicap oluyor değil mi?
- "Rabbine tap, ta yakîn gelinceye kadar 1 . Yâni, güneş doğunca
idare kandilini söndür. O vakte kadar olan ibâdet, ubudiyettir. Yakîn
geldikten sonraki ibâdet ise ubûdettir.
Ubudiyet kulluk; ubûdet ise aşk ve şevk demektir.
Fîsebîlillah, Hak yolunda verilip harcanan her şey ibâdettir.
Yakîn hâsıl oluncaya kadar yapılan ibâdet, vazife duygusuyla, yakîn-
den sonra ise aşk ve şevk ile yapılır. Bir çocuğun ilk mektebe gitmesi
ile üniversiteye gitmesi arasındaki fark gibi... birincisi, korku veya teş-
vikten dolayıdır. Fakat yüksek mektebe gidiş yakîn hasıl olmuş bulun-
duğu içindir. Çünkü artık ilim ve kemal sahibi olmanın lüzumuna
inanmış, çocukluğunda olduğu gibi korku veya ümîdin teşvikine lüzum
kalmamıştır."
Sâmiha Hanım:
- Biz cihâna beli dâvasını isbattan ötürü gelmişiz, buyruluyor.
1- Hicr sûresi, 99. âyet: "Va'büd Rabbeke hattâ ye'tiyeke'l-yakîn."
116
Fakat her beli, beli diyenin istidadına göre değil midir? 1
- "Evet. o dâvayı isbat etmek için geldik. Çünkü belî, ezel âlemin-
de iken bir dâva, nazarî bir kaziye idi. İşte o nazarî olan dâvayı bu
dünyâya isbâta geldik. Ama bu isbat keyfiyeti için de iki şahit lâzımdır
ki, onlar da ilim ve ameldir."
Semîha Hanım:
- Şeytan da diyor ki: Ben yârimi küfrân-ı nimette bulmuşum. Bu
sayede mahbûbumu müşahede etmişim. Çünkü ben de ilâhî esmadan
bir ismin mazharıyım. Şeytan da ezelde belî demişti değil mi Efendim?
- "Şüphesiz o da belî dedi. Fakat şeytanmki nefsânî ve şeytanî bir
belidir.
Ruhların gittikleri yol, kendi sırât-ı müstakimleridir. O sırât-ı
müstakimin nihâyetinde mazhar oldukları isim ve sıfat her ne ise ona
vâsıl olurlar. Şeytan da Mudil ismine mazhardır.
Şunu da bilmek lâzımdır ki bu tezat, taayyün bâbmdadır. Yoksa
hakikat zahir olunca Firavunla Mûsâ dâvası kalmaz."
Semîha Hanım:
- insanları Hakk'a götüren yollar, yaratılmışların nefesleri mikta-
rıncadır. Fakat sen bunlardan bir kâmilin kalbini intihap et tavsiyesi,
kâmilden gayrısında olan tecellînin zat tecellîsi olmayıp sıfat ve esma
tecellîsi olduğundan mıdır?
- "Evet en kısa, en kestirme yol bu yoldur. Çünkü her şey kâmilin
kalbinden Allah'a varır. Her şey, her şey Hakk'a vuslatı onunla, onun
kalbine girmekle bulur. Nebat da, hayvan da, insan da hep aynı yoldan
Hakk'a kavuşur."
- "Demin Semîha'ya onu söylüyordum. İnsan, riyâzat ve
mücâhede külüngü ile hicaplarını kazıyor, kaldırıyor, altından mâ-i
maîn çıkarıyor. Yâni kendinde olan emânetten haberdar oluyor. O emâ-
netten haberdar olmayan kimsenin hâli ise, ata binip de atım nerede-
dir, diye arayan kimsenin hâline benzer. Ben taşrada arar idim. / Ol
can içinde cân imiş sırrı, işte o emânetten haberdar olmaktır.
Biliyorsunuz ki Beytullah'ta her taraf kıbledir. Yâni Beytullâh'ın
içinde ne tarafa yüzünüzü döndürürseniz, her yandan kıbleye teveccüh
1- Cenâb-ı Hak ruhları dünyâya göndermeden evvel, onlara, ben sizin Rabbiniz miyim?
diye sorduğu zaman her biri, istidat ve görüşüne dayanarak: Belî, yâni Rabbimsin,
dedi. Ama Hakk'ın hangi ismini gördüyse, dünyâda da ona inandı ve bu inandığı is-
min peşinde yürüdü. Bu sebeple Allah'ın Hâdî ismine belî diyen hidâyet yoluna gitti.
Mudil ismini gören dalâlette kaldı.
SOHBETLER 117
etmiş olursunuz. Bu arada Beytullâh'ı ortadan kaldıracak olursanız
herkesin birbirine teveccüh etmiş olduğu görülür.''
Meclisten birinin gelişi güzel bir söz söylemesi üzerine:
- "Söylediğiniz sözün nigâhbânı, gözcüsü olunuz ve düşünmeyerek
söz söylemeyiniz!"
Adam kötülemek ve çekiştirmekten bahsediliyordu.
Münîre Hanımefendi:
-Ah Efeııdiciğim, yapıyoruz işte. Meselâ etekler için söylüyordum.
O kadar kısa giyiyorlar ki, rahat oturamıyorlar. İki üç parmak daha
uzun olsa, diyorum.
- "Nene lâzım senin... söyleme! Bak ki mahşer gününde kendi ete-
ğin kısa olmasın, avret yerin açık olmasın, ona bak!"
Semîha Hanım:
-Azrail'den korkarak Hazret-i Süleyman'a iltica eden adam, der-
vişlikten kaçanlara benzetilmiş. Dervişlikten kaçanlar da asıllarından,
yâni kendilerinden kaçıyorlar değil mi?
- "Şüphesiz, asıllarından kaçmaya çalışıyorlar demektir.
Azrail'den kaçan adam, hem de kaza ve kaderden kaçmak istiyor. Hal-
buki herkesin kaza ve kaderi kendisiyle beraber yoğrulmuştur. Ondan
kaçmak nasıl mümkün olur?"
Nazlı Hanımefendi:
-Dönüp dolaşıp gideceği yer yine orası... istediği kadar kaçsın.
- "Fakat gitmekten gitmeye de fark var. Bir zor ile gidiş olur bir
de bilerek ve isteyerek gidiş olur."
Bu bir Mesnevi hikâyesidir. Adamın biri, Azrail'i karşısında görür ve pek ziyâde kor-
karak Hz. Süleyman'dan, rüzgâra emredip kendisini Hindistan'a götürmesini ister.
Ricası kabul edilip istediği yere vâsıl olur. O zaman Hz. Süleyman Azrail'e sorar: Bu
adamı niçin korkuttun? Azrail de: Yâ Süleyman onu korkutmak için yüzüne bakma-
dım. Hayretimden baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak: Filan kulumun canını Hindistan'da
al, diye emretmişti. Onu burada görünce şaşırıp kaldım. Ama beni görmekle içine
öyle bir korku geldi ki, kendi isteğiyle canını alacağım yere gitti, der.
118
Gramofonda Tanbûrî Cemil'in bir oyun havası çalınıyordu. Beni-
ce Hanımefendi, Cemil'in oyun havası bile güzel, dedi.
- "Aşk ile olan her şey öyledir. Görmüyor musun?
Bir kez Allah dişe aşk ile lisan
Dökülür cümle günâh misl-i hazan.."
Sâmiha Hanım:
- Muhâsebe-i nefs etmek, Hakk 'in boyası ile boyanmak değil mi-
dir?
"-Muhâsebe-i nefs etmek demek, nefsin veya ruhun îcâbâtma ne
nisbette meyil hâsıl olduğunu muhasebe etmek demektir."
-Her kârında Hak'la olan bir kimsenin muhasebeye vakti olur
mu?
"O vakit muhasebeye hacet kalmaz ki... Biz muhâsebe-i nefsi
Hak'la olmayanlar hakkında söylüyoruz. Muhâsebe-i nefs, nefsin veya
ruhun îcâbâtma olan meylin muvâzenesidir. Tabiî ruha ve rûhânî âle-
me ne nisbette meyil edilirse o nisbette ilâhîliğe yaklaşılmış olur. Meyil
ve incizâbın muvâzenesi, nefs ölünceye kadar devam eder. Nefs öldü
mü, o zaman nefis de rûh olur. Ölmek, ister iradî olsun, ister zarurî ol-
sun, her ikisi hakkında da böyledir.."
Münîre Hanımefendi:
- Ah Efendim, kaç defa: İmtihan kaldıracak hâlim yok, lütuf ile
muamele niyaz ederim, diye yalvarmıştım.
- "(Bir lahza sükûttan sonra) İki kere iki kaç eder?"
- Dört Efendim!
- "Bunu yarın da sorsam yine böyle cevap verir misin? Bu malûm
hakikati şaşırır da, beş veya altı der misin? Mademki bundan korkmu-
yor ve tereddütsüz cevap veriyor, dört buçuk veya beş demiyorsun. O
halde hesaba çekilmekten, imtihandan niçin korkuyorsun? Mademki
Allah demişsin... imtihan demek budur işte.
Rabbin kimdir, dedikleri vakit, Allah olduğunda şüphen olur mu?
İş ki, iki kere ikinin dört olduğunu bildiğin gibi, nerede, nasıl ve ne za-
man olursa olsun, Rabbin kimdir, dedikleri vakit: Allah'tır! diyebilesin
ve Allah'a lâyık şeyler ne ise onları bilip, şeytanî olanları da reddedebi-
lesin.
SOHBETLER 119
Mademki iki kere iki dört eder, demekten korkmuyor ve hangi
şartlar içinde olursa olsun, sorulduğu vakit cevap verebiliyorsun. İmti-
handa da mesele aynıdır. O halde iş, senin kendinde kalıyor. Çünkü sa-
na Hak yolu da şeytan yolu da gösterilmiş ve şeytana uymanın acı
neticeleri bildirilmiş. Öyle ise sana düşen, nefsine uymamak, irâdeni
iyiye kullanıp vazife ve mes uliyetlerini idrak etmektir. İşte senin elin-
de olan, bu muvâzeneyi kurabilmektir."
Sabîha Hanımefendi:
- İmtihanın kolay olduğunu söylüyorsunuz. Fakat yalnız, Rabbim
Allah'tır, demekle iş bitiyor mu?
- "Tafsilâtını söyledik. Allah demek, şeytandan baş çevirip Allah'a
giden yolu ihtiyar etmektir, dedik."
-Ama Allah lütfederse..
- "Allah hiçbir vakit seni fenaya ve fenalığa sevketmez. Meselâ
bugün sınıfta bir çocuğa bağırdım. Çocuk, benim bağırmam ve tekdirim
üzerine korkarak, istediğim vaziyeti aldı. Fakat tekdir üzerine vaziyeti-
ni düzelttiği için de acıdım ve üzüldüm. Böyle azarlanmak ve korkutul-
mak yüzünden istediği şeyi yapamayan kimseye acırım. İsterim ki, o
yapmakta olduğu hareketin fenalığını idrak etsin de kendiliğinden vaz-
geçsin, yapmasın. Ben böyle acırken, ya Allah nasıl olur da kullarını
korkutmak ister?
Evet, o çocuğu tekdir etmem, nizâmı korumak içindi. Çünkü kendi
hâline bıraktığım takdirde sınıfı alt üst edecekti. Ben talebelerimi
azarlamaktan zevk duymam ki... temenni ederim, kendiliklerinden ra-
hat dursunlar...
Meselâ sınıfta hem terbiyeli hem çalışkan bir çocuk vardır. Eğer
çocuğun Türkçe dersinde Latince veya bir başka dersle meşgul olduğu-
nu görsem, onu diğerleri gibi paylamam ve cezalandırmam. Çünkü bu
ayn meşguliyetten, Türkçe dersine bir zarar gelmeyeceğini, nasıl olsa
işin içinden çıkacağını bilirim. Kabiliyetini bildiğim için sever, itimat
eder, bu yüzden de göz yumarım.
İşte bu misal: Allah bir kulu sevdi mi günâhı ona zarar vermez,
kavl-i şerifine canlı bir numunedir. Türkçe dersinde başka bir işle meş-
gul olmak zayıf bir talebeye zarar verirse de o, bence matlup olan sevi-
yeyi bulmuş, lâzım gelen bilgiyi kazanmış olduğundan varsın istediği
şeyle meşgul olsun. Onun zenbi yâni, günâhı başkalarının hasenâtıyle
iyilikleriyle beraberdir. Demek ki Hak sevgililerinin günâhı da kendile-
12Ü
rıne zarar vermez.
Bir gün bu çocuğu derse kaldırmışım. Arkadaşlarından biri, dersi-
ni hazırlamadığını îmâ ederek bıyık altından gülüyordu. Ne gülüyor-
sun a çocuk? O ne yapar yapar işin içinden çıkar, sen kendi başını dü-
şün... diyesim geldi.
Gerçekten de öyle oldu. Mükemmel cevap verdi. Fakat sıra, alay
eden arkadaşına gelince, hiçbir şey bilmedi.
İnsanın da imtihan için çağrıldığı vakit hazır olması ve o çocuk gi-
bi işin içinden kolaylıkla sıyrılması, hele kendini de hocasını da, müfet-
tişe ve mümeyyize karşı mahcup etmemesi ne güzeldir.
Bu çalışkan talebeyi ara sıra başka şeyler ile meşgul görürsem:
Farketmiyorum zannetme ha! derim. Bu ihtar da ötekilere örnek olma-
sın, o yapıyor biz de yapalım! demesinler... diyedir.
Fino köpeği ile eşeğin hikâyesini bilirsiniz. Adamcağızın birinin
bir fino köpeği ile bir de merkebi varmış. Efendinin bahçede oturduğu
bir gün, köpek sahibinin kucağına çıkmış, cilveler yapmış. Efendi de
onu okşayıp sevmiş. Bu hâli gören eşek, köpekten özenerek, gelip iki
ayağını efendinin omuzlarına dayamış. Tabiî efendi de hem korku hem
de hiddetten, bir sopa bulup eşeği ahıra kovalamış."
Mecliste: Ne yapsın, o da sevilmek istemiş... tarzında sözler söy-
lendi.
- "Sevilsin ama... finonun sevildiği gibi değil... haddini bilmeyenin
haddini ne" çâre ki sopa ile bildirirler."
Ailece oturuluyordu.
- "Söylesene Nebiye! 1 "
Nebiye Hanım:
-Allah... işte her ne ise odur!
- "Her ne ise odur! Ne güzel bir söz. Çünkü şeriki ve nazîri yok-
tur."
Az evvel, Ken'an Rifâî'nin eşsiz sesinden Tebâreke sûre-i şerîfesini
dinlemiştik*. Sanki meclisin üstüne hazdan ve istiğraktan bir örtü çe-
1- Nebiye Hanım, Hazret-i Ethem'in büyük kızıdır. Yaşlı, hasta ve saf bir hanım.
Dâima Ken'an Rifâî'nin himayesini görmüş, kolu kanadı altında yaşamış ve azîz bir
hâtıra, bir emânet olarak taziz edilmiştir.
2- Bizim dünyâda olmadığımız târihten beri Hocamızın her cuma gecesi Tebâreke oku-
SOHBETLER 121
kilmişti. Böyle rûhânî demleri karârında tutmak, vazifeleri cümlesin-
den olan Münîre Hanımefendi, feraset ve dirayetinden beklenen bir
atiklikle hemen konuşmaya başladı:
- Ah Efendiciğim, onu düşünüyorum. Kalp, sanevber şeklinde bir
et parçası... fakat içinde ne geniş âlemler var. Akıl almıyor ki...
- "Hakk'ın kudretine karşı aklın ne ehemmiyeti var? Akıl neyi dü-
şünürse o mahlûktur. Binâenaleyh yalnız mahlûku tasavvur edebilir.
Yâni yaratılmış olan, yaratanı nasıl idrak edebilir, nasıl o azameti kav-
rayabilir?"
- Efendim... şu sadâdaki tesir, Allah'ın sese verdiği bu kudret
kâfi... bunu bile aklımız ile halledemiyoruz.
- "Ses, dağınık olan duyguları bir noktada topluyor ve türlü dü-
şünceleri ve hisleri terkettirip birliğe sebep oluyor. Bütün havaî olan
taallukat terkedilip de nefsânî olan bütün delikler tıkanınca da ruh Al-
lah'la beraber oluyor. Çünkü o vakit şu ve bu kalmıyor. Her vakit bu
hal muhafaza edilebilse ne iyi... fakat olmuyor ki işte.."
Rifat Bey 'den bahsediliyordu.
- "Ne temiz bir adamdır. Bu akşam yine gelmişti. Hiç edebini boz-
maz. Vazifesini unutmaz. Bu kadar uzaklarda dolaşır, yine o saffetine,
rabıtasına halel getirmez."
Server Beyefendi:
-Evet Babacığım, bunlar işte birkaç tane... dâima burada bulu-
nanlar, size yakın olanlar için gaflette bulunmamak bir derece daha
kolay olabilir. Fakat uzakta olanlar için bu daha müşkül!
- "Aman Ağabey, pîş-i menî der Yemeni; der Yemeni pîş-i meni...
Buradadır, yanımda olduğu halde uzaktadır, Yemen'dedir, burada imiş
gibi yakındadır. Şüphesiz yakında olmanın tesirleri büyüktür. Fakat iş
uzaklık ve yakınlıkta değildir, kalp rabıta ve yakmhğmdadır."
Sâmiha Hanım:
- Aşıka dediler ki: Çok şehirler gezdin, hangisi daha güzeldir, de-
duğunu bilmekteyiz. Sesinin yakıcı ve benzerini görmediğimiz güzelliğinin ise dinle-
diğimiz bütün sesler arasında bir eşine rastlamadığımız kadar harikulade olduğunu
söylemenin her şeye rağmen ifadesiz olduğunu da bilmemiz lâzımdır.
1- Kenan Rifâî'nin müritlerinden, ticâretle iştigâl eden bir zat.
122
di ki: O şehir ki yâr oradadır.
"Evet (bir an sükût) ben olsam o âşıka derim ki onun olmadığı şe-
hir var mı?"
Sâmiha Hanım:
-Bir Mesnevi beytinde: Ben sedamı ziyâde eden dağlara söz söyle-
mek isterim, buyruluyor.
- "Öyle değil mi ya? Söyle, söyle, karşındaki anlamasın, istifâde
etmesin, öğrenmesin, beyhude yere ses kulaklarından dökülsün ne işe
yarar? Elbet sözü anlayana ve istifâde edene söylemek gerek.
Bunun gibi, meselâ sen uygunsuz bir halde bulunuyorsun, ben de
sana: Yapma bunu, diyorum. Fakat dinlemiyor yine yapıyorsun. Bir da-
ha, bir daha söylüyorum ve nihayet bıkıyor ve söylemekten vazgeçiyo-
rum.
Gerek ahlâkî gerek manevî ve ruhî sahalarda insan, söylediğinin
tesirini görmek ister, Allah da işte bunun için hitabı kâmil insana ya-
pıyor. Bak diyor, bak! Ben neler yarattım. Tekrar tekrar bak. îtiraz
edecek bir şey bulabilir misin? -Çünkü îtiraz aklın icâbıdır- kâinatta
sanatımı, kudretimi gör!
Yine bir âyette buyruluyor ki: Benim yarattığım şeyde tefâvüt
göremezsin 1 . Ayetin zahirî mânâsı bu. Fakat her âyette nice âlemler
vardır. Yâni, şerif olsun, denî olsun, câhil olsun, âlim olsun, kâfir,
mümin, âlî olsun, talî olsun, her zerrede, mevcudatın her zerresinde
Cenâb-ı Hak cüz'î veya küllî esmâsiyle tecellî etmiştir. Bu ne büyük bir
söz, ne büyük bir kaide, bir edebe davet ve ne büyük bir tevhîd, bir lâ
ilahe illallah'tır.
Bütün mevcudat, kâfir, mümin, süflî, âlî, hiçbir zerre yoktur ki,
Cenâb-ı Hak ona cüz'î veya küllî esmâsiyle tecellî etmesin. Her bir
mahlûk, her bir zerre, her isim sahibi kendi isminin aslını davet edi-
yor, celbediyor ve kendisi de o ismin cazibesine tutuluyor ve bu onun
için bir sırât-ı müstakim oluyor.
Mademki her mahlûk Rabb'ına, kendi terbiye edicisine âyân-ı
sabitesine müncezip oluyor, o halde peygamberlerin, mürşitlerin dâve-
tine ne lüzum var? derseniz, o davetten maksat, Mudil isminden Hâdî
ismine davettir, yâni serden hayra çağırmaktır. Bilcümle isimler, bil-
cümle merbuplar, ancak bütün isim ve sıfatları kendinde toplamış olan
Allah isminde, bu bir tek merkezde toplanır. Her mahlûkun, her zerre-
1- Mülk sûresi, 3. âyet.
SOHBETLER 123
rıin Rabb'ma müncezip olması, onun sırât-ı müstakimidir. Fakat en
doğru sırat, en doğru yol ihdina's-sırâta'l-müstakîm 1 deki mazhar-ı
Muhammedi olan sırât-ı müstakim, yâni tevhîddir.
Dünyâda abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini ve-
rir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın çamaşırı evvelâ tokmak-
lıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor.
Bu vuruş, ıslatış ve kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı bir-
birine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek.
Neticede de dilberin vücûduna lâyık kılmak.
Hâsılı kelâm, dünyâda abes bir şey yoktur. Bütün o gördüğün zıt-
lıklar hep aynı gayeye hizmet etmektedir. Onun için işte Cenâb-ı Hak:
Bak, hilkatimde abes bir şey görebilir misin 2 diye nasıl sormasın?
Hulâsa, en küçük zerrelere kadar mahlûkatta esmâsiyle tecellî
eden Allah'tır. İnsanın da kâh riyâzat, kâh mücâhedat, kâh lütuf, kâh
celâl ile muamele görmesi, hep içinin temizlenmesi, tezkiye ve tasfiyesi
içindir, ki Allah'a lâyık olabilsin. İş, bu birliğe varıp lâ ilahe illallah pa-
saportunu elde edebilmekte. Onu ele almadan da Hakk'ın haremgâhına
nasıl geçebilirsin? Şu halde insana edepten başka ne düşer? Fakat kel-
lim kellim lâ yenfa'.. 3
Değirmenciye buğday götürmezlerse, yâni buğdayı öğüttüren ol-
mazsa, değirmenci suyu tekrar dereye çevirir. Ona niçin su akmıyor?
derlerse, un öğüttürücü kimse gelmedi ben de suyu aslına şevkettim,
der. Benim de bu söylediklerimi dinleyecek ve alacak kabiliyetler ol-
mazsa, kalpten ve ruhtan gelen bu kelâmı geri çevirip aslına gönderi-
rim. Arada kim kaybeder? Benim nehrim akıp gidiyor. Dinleyen olursa
tekrar bu tarafa çeviririm, istifâde eden etsin. Bakınız sohbet ne büyük
şeydir. Şimdiye kadar geçen bunca sözlerden sarfınazar edin, yalnız
şimdi alınan, yüz sene ibâdetten üsttür. Fakat alınanı söylüyorum.
Taşların üzerinden akıp gideni değil..."
Sâmiha Hanım:
- Bir Mesnevi beytinin mânâsında şöyle buyuruluyor: Melek-i mu-
karreb levh-i mahfuzdan gayb âlemini nasıl çekip alırsa, bu enfüs âle-
minde olan akıl dahi, her sabah, her günün dersini ve ilmini levh-i
1- Fatiha sûresi, 6. âyet: "Bizi doğru yola ulaştır!"
2- Mülk sûresi, 3. âyet.
3- Söyle söyle faydası yok!
124
mahfuzdan çekip alır.
- "Melek-i mııkarreb, bu âlemi tasarruf etmeye, evirip çevirmeye
memur olan meleklerdir ki, bunlar da Mikâil, İsrafil, Cebrail ve Az-
rail'dir. İşte nasıl bunlar levh-i mahfuzdan her günün emirlerini alıyor-
larsa, akıl da öyledir. Kâinatta ne varsa nefsinizde, kendinizdedir. 1
Onun için âlem-i ervahı ruhunda, âlem-i ceberûtu aklında, âlem-i
lâhûtu da sırrında görmen lâzımdır. Bu âlemleri başka yerlerde arama-
ya kalkışan kimseler, ata binip de: Atım nerededir yâ hu, kim aldı atı-
mı, diye gafil ve başı boş gezen kimselere benzerler.
Tenin diriliği neyledir; canladır. Canın diriliği neyledir,
cananladır. 2 Demek ki bunların hepsi sende mevcut. O sana şah dama-
rından daha yakındır. 3
Ama onu, zuhurunun kesretinden ve yakınlığının şiddetinden gö-
remiyorsun. Sorarım sana, beni ne ile görmektesin? Nur ile değil mi?
Ya günün ya ayın ya da bir çerâğm nûriyle görüyorsun. Eğer karanlık
olsa göremezsin. O halde mevcut olan bu nuru bana göster! Seninle,
her bir uzvun ve her bir zerrenle olduğu halde, onu yakınlığının şidde-
tinden dolayı göremiyor ve: Şu nurdur! diye tefrik edemiyorsun. Beni
onunla gördüğün halde, ruh ve candan her şeyle mukayyet olduğu hal-
de, şuradadır diyemiyorsun.
Karşısında mürşidi varken, kâmil insanı nerde bulalım, diye sual
edenler vardır. Bu, atım nerededir, yahut güneş nerededir? demek gibi
değil midir?
Behîre Hanım Bebek' deki komşuların hastalık ve sair sebepler
yüzünden eski eğlence âlemlerine devam edemediklerini söyledi:
- "İşte onların da zevk ve safâlarına bir hâil giriverdi. Hiç o cüm-
büş o eğlence devam eder mi? Dünyânın hiçbir zevkinde karar ve hiçbir
yerinde rahat yoktur. Ancak Hakk'm halvetgâhından başka... Allah'la
olmadıktan sonra, hayat ne kadar alâyişli de olsa hiçtir. Şunu bilmeli
ki dünya zevklerinin neticesi dâima hüsrandır.
1- Zâriyat sûresi, 21. âyet: 'Ve fi enfüsiküm efelâ tübsirûn."
2- Hadîd sûresi, 4. âyet: "Ve hüve maaküm eynemâ küntüm: Nerede olursanız olunuz.
O, sizinle- beraberdir."
3- Kâf sûresi, 16. âyet: "Ve nahnü akrebü ileyhi min habli'l-verîd:Biz ona şah damarın-
dan daha yakınız."
4- Nazlı Hanımefendinin büyük kızı, Mehmet Zeki Bey'in zevcesi, diş tabibi Muzaffer
Bey'in annesi. Bütün hayâtını hastalara, dertlilere, yoksullara ve gariplere nezret-
miş büyük kadın.
SOHBETLER 125
Halbuki gönlünü Hakka bağlamış ve insanlığa hizmeti gaye bil-
miş kimseler için zevk de safa da bitip tükenmez. Hattâ çileler ve ıztı-
raplar dahi onların zevk ve şevklerine engel olamaz. Melek Hanım'ı 1
görmüyor musun? Evlâdı bir tarafta ölü3'or. O, Allah büyüklerime
ömür versin, diyor.
Muhlise'den ne umarsın? Çocuğu öldüğü vakit, kendisini teselliye
gelenlere o teselli veriyordu.
Halbuki bir mânevi bağı ve maneviyatla ilişiği olmayan Doktor
(...) Beyin zevcesi, çocuğu ölünce: Dünya benim için bitti! diyordu. Hal-
buki a kadıncağız, sen dünyâya evlâdın için gelmedin ki onu kaybedin-
ce dünya bitmiş olsun. Aklın varsa kendini kurtarmaya bak, ona çalış...
Ölüme müteessir olmamak kabil değil. Fakat bir haddi var. Dünyâya
gelmekten maksat aslını bulmaktır. Bunu bilirsen o vakit dünya sana
zindan olmaz, seyran olur."
Hazret-i Muhammed hakkında yazılmış bir kitap okuyorduk. Bu-
rada, Efendimiz'in Hirâ Dağındaki îtikâfı, Cebrail'in ilk defa görünü-
şü ve Resülallâh'ın mübarek vücûdunu titremeler alışı ve Hazret-i
Hatice'nin nezdine avdetinde: Beni örtünüz, beni örtünüz! buyurmaları
anlatılıyordu.
Bu sırada, aydınlığında kitabı okuduğumuz mumun içinden ânı
olarak, kendi şulesinin dört misli bir ziya yükseldi. Fitil iki parça ol-
muştu, içimizden biri, mumu değiştirmek için gidip bir başka mum ge-
tirdi ve: Efendim, mum ikiye ayrıldı dedi. Hocamız:
- "Bırakın bırakın, nasıl olmasın!" diyerek içini çekti.
Bir kimseden bahsederken, söylemiş olduğu sözlere yarı alay tar-
zında gülüştük. Hocamız eliyle sükût işareti yaparak:
- "Bir gün Hazret-i Ayşe pencereden bakıyordu. Efendimize: Ba-
kın yâ Resûlallah, uzun boylu bir adam geçiyor, dedi. Efendimiz Haz-
ret-i Ayşe'yi susturdular ve: Gıybet ettin yâ Ayşe, insan kanı içtin...
parmağını sok da istifrâğ et! buyurdular. Hazret-i Ayşe parmağını ağ-
zına soktu ve istifrâğ edince boğazından kan geldi.
Gıybet, zem ve istihfaf, bahusus dervişlik yolunda bulunduğunu
iddia eden kimselere yakışacak hal değildir. Ama yapılıyor. Hepiniz
1- Çok yaşlı, îmânına ve insanlığına doyum olmayan müstesna bir kardeşimiz.
126
böylesiniz."
Münîre Hanımefendi:
- Bunlar huzurunuzda söylenecek sözler değil ama yine söylüyo-
ruz.
- "Her yer Efendi'nin huzurudur."
- "Efendim, siz af buyurun!
- "Siz kendi kendinizi affedin böyle şeylerden. Kendi hatâmız ba-
şımızdan aşmış. Bir de âlemin kanını içmeyelim.
Dikkat ediniz... herhangi bir yerde konuştuğunuz lâfları şöyle bir
tartınız, mutlaka yüzde sekseni dedikodu, yirmisi gıybettir. Allah için
konuştuğunuz ise, ya yüzde sıfır ya da yarımdır. Lâf söylemeyi bilmi-
yorsanız susmayı da mı bilmiyorsunuz. Onun için Resûlullah Efendi-
miz: Ya hayır söyle ya sus, buyuruyor."
Şevk, cezbe ve muhabbetten konuşuluyordu.
- "Zâtın biri, Allah'ım, demiş. Senin olduğun yerde ateş ve cehen-
nem yoktur. Senin olmadığın yeri göster ki cehennemin orada olduğu-
nu bileyim. Elcevap: Gafletin!"
Sabîha Hanımefendi:
- Olsa zerrece aşk odu yakar cümle varlığını... buyuruluyor. Bu
aşk ateşi ne kudretli ki zerresi bütün bir varlığı yakıyor. Varlık da az
şey mi? Onu yakmak için ne kadar kuvvet lâzım...
- "Gönlünde duyduğun o bir anlık cezbe, işte yârin huzuru demek-
tir ve onunla olmak demektir. Buna, bu cezbeye, iki dünyânın amelleri
karşılık olabilir. Bu hal, hayır ve hasenat işlemekle ölçülebilir mi? O
cezbe haliyle nefes alıp vermek visalin ta kendisidir, bayramdır. Çünkü
yâr ile birleşmektir. Ahiretin cennetleri, ibâdet ve tâatlar ve dünyânın
her türlü zevkleri, hep hep ondadır. Ne mutlu o kimseye ki o visale bu
dünyâda kavuştu."
Gece okuduğumuz Mesnevî-i Şerifte, rızâ ve teslim bahsi geçiyor-
du ve Allah 'in rızâsı nasıl kazanılır, diye konuşuyorduk:
- "Riya, kibir, yalan, tefâhür, gıybet gibi bütün fenalıklar, hep hal-
kı nefyetmemekten, kendini aradan kaldıramamaktan ileri gelir. Bü-
tün bunların başı odur. Eğer sen dâima Hak ile olursan ondan başka
bir şey görmez ve bilmezsen, kime ne söyleyeceğin kalır? Nasıl kibir
eder, kimi gıybet eylersin. Çünkü bu gibi vasıflar, ancak halk ile olan
SOHBETLER 127
muameleye mahsustur. Ama halkı görmez olursan, bu takdirde ne ha-
set kalır ne riya ne kibir... hepsi birden kökünden kesilir.
İş, halkı nefyedebilmekte, yok olduğunu kabul edebilmektedir.
Böylece de halktan kalben alâkayı kesip yine kalben kendini ortadan
kaldırmaktadır.
Tabiî bu nefy, bu reddediş kalbî olmalıdır. Şu konuştuklarımızı
dinleyip de: Dur, eve gider gitmez kocamı çocuğumu sokağa atayım...
diyecek değilsin. Bir yandan boynuna borç olan bütün vazifelerini dik-
kat ve sadâkatle îfâ edecek ama, halkı görmeyip muamelenin Hak'la ol-
duğunu bileceksin. Hakk'ın rızâsını kazanmak için her tarafta her hal
ve kârda Allah'la muamelede olduğunu bilmek gerek...
Tevhîd-i ef âl, şeytanın varabildiği son mertebedir. O, tevhîd-i sı-
fat ve zâta gidemediği için Âdem'e secdeden kaçındı. Maamâfıh tevhîd-i
ef âl dahi birçok hocaların ve aklına ilmine güvenen birçok kimselerin
eremediği bir derecedir."
Dede Mehmet Efendinin refikası merhum Nezihe Hanım hakkın-
da konuşuluyordu.
Münîre Hanımefendi:
-Ah Efendim, hiç kimse yok ki ondan memnun olmasın... herkes-
ten, hakkında iyi sözler duydukça o kadar seviniyorum ki...
- "Koca Nezîhe! Kalplerin hüsn-i şehâdeti ne büyük şeydir. İşte o
memnuniyet, o şehâdet, onun huzuruna delildir. Çünkü Allah kalplere
nazar eder."
Semîha Hanım, bir gün evvelki sohbetten söz açarak, yapılan bir
iyiliğe mukabele beklemenin şükran vazifesine mâni olduğunu ve na-
mazda bulunan bir kimsenin etrâfiyle alâkadar olduğu takdirde nasıl
namazı fasit olursa iyilik yapan kimsenin de, karşılık istemeye kalkış-
masının o iyiliği ifsat edeceği fikrini tekrarladı.
- "Ehlullah ve Hak yolunun yolcuları salât-ı dâimede yâni devamlı
surette namaz hâlinde bulundukları için, onların bu türlü bir endîşenin
peşine düşmeleri elbet seyyiat ve ayıp olur.
Şerîatte helâl olan tarîkatte haram olabilir ve tarîkatte helâl olan
da hakikatte haram olabilir. Meselâ şerîatte birisi sana: Eşek! dese sen
de om j diyebilirsin. Halbuki tarîkatte böyle bir muameleye mâruz kala-
cak olsan, sahibim bana bu sözü o kimse vâsıtasiyle söyletmiş! dersin.
128
Hakikatte ise: Eşekle benim yaratılış cihetinden ne farkımız var ki
kendimi ondan üstün göreyim? Eğer hesap günü, elime lâ ilahe illallah
pasaportunu alarak Hakkın huzuruna çıkamazsam, ondan daha aşağı
olacağım tabiîdir. Eşeğin ise hiç olmazsa hesaba çekilmesi ve mahcu-
biyete duçar olması yoktur. Neticede toprak olup gidecektir, diye düşü-
nürsün.
Meclisten biri, ehlullâhın, isterse göz önünde olduğu halde görün-
meyeceğini söylemesi üzerine:
- "Görünmek görünmemek ehlullâhın elindedir. Fakat kendileri
için umûmî kaideyi bozup istisna yapmazlar.
Onların işlerini halkın işlerinden farklı bilme. Ehlullah, bütün iş-
leri tabiî cereyanına bırakır. Bir şey umum için ne ise onlar için de öy-
ledir. Alemin kıvamı intizam iledir. Ehlullah ise bu intizamı kendi işi
için bozmaz ve çizilmiş olan hududu tecâvüz eylemez, her şeyin hakkı
ne ise onu verir. Gözün vazifesi görmektir. Elbet bakınca görür, niçin
görmesin?
Zamân-ı Saadette Resûlullah neler yapmaya muktedir değildi.
Fakat yaptı mı? Hayır! O yapanlar, keramet gösterenler, ilim deryasın-
dan aldıkları bir kısım ilim suyunu kendi kaplarına sığdıramayanlar-
dır. Ehlullâhın kabının nihayeti olmadığı için böyle şeylere tenezzül et-
mezler. Ama sende görücü göz olursa, baştan aşağı onun hareketlerin-
de kıyl ü kâlsiz ve müşkülâtsız her şeyi görürsün. Yoksa ehlullah, gös-
termek gayreti içinde değildir. Elverir ki gözün olsun da kendin göre-
sin. Çünkü o, baştan aşağı esrar ve mânâdır."
Sâmiha Hanım:
-Aşık behemehal mâşûku bulur, buyuruluyor...
- "Elbet, âşık, maşuktan bir parçadır. Onun ergeç aslına gitmesi
tabiîdir. Âşık, bir iple bağlanarak aslından buraya salıverilmiştir. O ip
geri çekilince doğru yine aslına gider.
Kimde kim aşkın nişanı var- durur
Akıbet mâşûku ânı ir görür
Aşık, mâşûku tarafından sarkıtılan o iple bağlıdır ve icâbında çe-
kilir. O ipin bir ucu da maşukun beline bağlıdır. Maşuk çekmese âşık
gidebilir mi?"
SOHBETLER 129
- "Sabah ezanında es-salâtü hayrun mine'n-nevm 1 derler, bu nasıl
ve nereden kalmıştır, biliyor musunuz?
Hz. Bilâl, Efendimize namaz vakitlerini gelir haber verirdi. Bir
sabah yine gelmişti. İçeriden Efendimiz'in, uykuda olduklarını söyledi-
ler. Bilâl bunun üzerine es-salâtü hayrun mine'n-nevm diye bağırdı.
Efendimiz uyandılar ve bunu duydular, pek hoşlarına gitti ve bâdemâ
bunun sabah ezanlarında söylenmesini münâsip gördüler.
Meclisten biri, bir cins Bulgar sigarasından bahsetti. Tütünü iyi,
fiatı da ucuz olduğu için bu sigarayı kullanmalarını tavsiye etti.
Hocamızın canı sıkılmıştı. Şiddetle:
- "İstemem! diyerek konuşanın sözünü kesti. İstemem, kendi mil-
letimin malı dururken, niçin Bulgar sigarası kullanayım? Sizler de al-
mayınız. Ne kadar ucuz ve iyi dahi olsa, ben kendi milletimin malını
kullanmak isterim.
Bu hissim, husûsî ve millî bir duygudur. Yoksa bütün milletler be-
nim milletimdir. Yaratılış itibariyle mensup olduğumuz millete birinci
derecede riâyet etmenin şart olduğunu unutmamamız ve ona göre ha-
reket etmemiz îcap eder."
Hocamız sokakta bir koz helvacı Arnavut' a: Tunyatiyata morel
diye selâm vermişti. Arnavut da mukabelesinde, Allahumme dora de-
yince:
- "Allah'ın eli senin elin olsun, Allah'ın eli seninle olsun, diye ce-
vap verdi. Ne büyük, ne güzel bir duâ değil mi?" buyurdular.
Güzide Hanımefendi:
- (Sobayı işaret ederek) Demin sıcaktan yanına yaklaşılamıyordu.
Şimdi hiçbir şey kalmadı, geçti gitti.
- "Her şey öyle değil mi? Hep bir andan ibaret... Her şey haşr u
1- Namaz uykudan daha hayırlıdır.
2- Arnavutça: Uzun ömürler (Merhaba yerine kullanılan bir söz).
130
neşri, yokluğu ve varlığı göstermiyor mu? Ağaçları görmüyor musun?
Baharda çiçekler açıyor, sonra yemiş veriyor, fakat kış gelince onlardan
eser kalmıyor. Denizlerin dalgaları da kabarıp yükseliyor. Sonra ne ses
ne sadâ kalıyor, sükût... Bir de haşr u neşri inkâra kalkarlar. O senin
kendi vücûdundadır. Nasıl inkâr edersin. El'an haşr u neşr içindesin...
Kâr ve zarar, haşr u neşr, herşey ondan... Senden sana sığınırım ey
Allah'ım! Nasıl Allah'ı inkâr edersin, kendi vücûdunu inkâr edebilir mi-
sin?
Nerede o benim! diye yere göğe sığamayanlar, nerede bütün o kuv-
vet ü kudret sahibi pehlivanlar?
O yalan, bu yalan sen de var biraz oyalan!"
Târihten, Ebû Cehil ve avenesinin Bedir Muharebesi' nde müslü-
manlara reva gördüğü muamelelerden bahsediliyordu. Okunanları
takip edenlerden biri: Bir türlü ölememiş ki... dedi.
Semîha Hanım:
- Çünkü vazifeli... diye cevap verdi.
- "Evet, görülecek işleri var, nasıl ölür? Eğer Allah isteseydi onu
bir anda mahvedemez miydi? Cenâb-ı Hak için zorluk mu var? Sevgili-
sine neler yaptı ne eziyetler etti de yine onu helak etmedi."
Aynı kitabın başka bir pasajında, Ebû Süfyan'ın tutumu okunur-
ken yine meclisten bir kimsenin, Ebû Süfyan'ın müslüman olup olma-
dığını sorması üzerine:
- "Evet... bir gün müslüman olduktan sonra Kabe'nin içinde otu-
ruyordu. Resûlullah ise Kabe'yi tavaf ediyordu. Ebû Süfyan içinden: Ah
elime bir fırsat geçse de ben şuna (hâşâ) yapacağımı bilirim, dedi. Efen-
dimiz Ebû Süfyan'ın yanına yaklaşıp elini omuzuna koydu ve: Allah o
fırsatı vermesin... buyurdu.
- Demek ki müslümanlığı da böyle idi.
- "Hayır, son zamanlarında değişmişti."
Münîre Hanımefendi, Hatice Cenan Sultan'ın kendisine:
Allah 'im, afv u afiyet afv u mağfiret ver! diye duâ etmeyi öğrettiklerini
söyledi.
- "Ne güzel bir duâ! Resûlullah da en güzel duâ budur, buyurur-
du. Yine Efendimiz; Ey kalpleri ve nazarları evirip çeviren Allah'ım,
SOHBETLER 131
kalbimi sırât-ı müstakiminde sabit kıl ve bana Hakk'ı Hak olarak gös-
ter, ona uymayı nasip et. Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan sakın-
mayı müyesser eyle... her şeyi olduğu gibi göster ilâhî! derlerdi."
Semîha Hanım:
- Resûlullah Efendimiz bir hastayı yoklamaya gittikleri vakit,
hastalığın sebebini sorunca: Hasta yâ Rabbî, âhirette çekeceğim azabı
dünyâda ver, diye yalvarmıştım. Bu duadan sonra da hastalandım,
demesi üzerine Efendimiz: Dünya ve âhirette iyilik ver, yâ Rabbî... diye
duâ etseydin daha iyi olmaz mıydı'? buyurmuşlar. Çünkü Hakk'ın
hazînesi büyük de onun için değil mi Efendim?
- "Evet, o ganîdir. Sultanlar sultanıdır. Sen ise bir dilencisin. On-
da ne hazîneler var, sen kapısında bir gedâsın. Ona, onun ihsanlarına
karşı, ne yapabilir ne verebilirsin ki hiçbir şeye ihtiyâcı yoktur.
Hakk'ın hazînelerine karşı senin hazîne dediğin, sokakta Kâzımla 1
beraber gördüğümüz çocuğun, kimse kapmasın diye üzerine kapanıp
sakladığı gübreler mesabesindedir.
Yalnız ne var? Bunu söyleyebilmek, bu duayı edebilmek için de
ağız lâzımdır. Yâni hakîkaten muhtaç olmak lâzımdır. Ben bile bir fa-
kire para vereceğim vakit, dilenci kıyafetinde olanı arıyorum. Her kimi
muhtaç ve fakir kılığında görürsem sadakamı ona veriyorum.
Kezâlik Cenâb-ı Hak da fakirleri gedâları arar; iş, her umurda
Hakk'a acz ve ihtiyâcını arzetmekte ve tamâmiyle ona muhtaç olmak-
tadır. İşte bütün tâat ve ibâdat ve riyâzâtın mânâsı budur. Keza, lâ
ilahe illallah da budur... acz, ihtiyaç, fakr ve yokluk... ben yokum sen
varsın. Yâ Rabbî, senden sana sığınırım! diyelim. Ama söz ile değil! İş-
te bunu, bütün mânâsiyle söylediğin vakit, nefsine dokunan herhangi
şeyde kimseye celâllenemezsin. Çünkü:
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Âdem isen semme Vechullâh'ı bul
sırrı karşına çıkar.
Bütün bu söylediklerim, edepten ibarettir. Ebedin mânâsı da, lâ
ilahe illallah'tır. Yâni, ne sen kimseden incin ne kimse senden incinsin.
Edep ne büyük mazhariyet. Resûlullah Efendimiz öyle buyuruyor:
Rabbim beni edeplendirdi ve edebimi güzel eyledi. Edepten mahrum
olan kimse Allah'ın lutfundan mahrum olandır. Allah bize, hem dünya
hem âhiret edebini nasip etsin. Çünkü: Edep, nûr-i ilâhîden bir taçtır.
Onu başına koy ve nereye istersen git!"
1- Kâzım Büyükaksoy, Kenan Rifâî'nin oğlu. Kalp saffetine mâlik, temiz insan.
132
Server Beyefendi:
- Resûlullah, levlâk sırrına mazhar olmuşken, ben ahlâkı tamam-
lamak ve kemâle erdirmek için gönderildim, buyuruyor. Ne tevâzû...
- "Bu hadîs-i şeriften maksat, ahlâkın kendinde tamamlanmış ol-
duğunu söylemek değil, ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini anlat-
maktır. O zamana kadar gelip geçmiş nebiler bir göl gösterdilerse ben
bir umman göstermek için geldim, demektir.
İncil'de Hazret-i Isâ: Bir yanağına vurdukları vakit ötekini de
uzat! diyor. Fakat iş orada kalıyor, mânâlar deryasının ummânını ise
Resûlullah söylemiş bulunuyor.
Gıybet etmemek, tecessüs etmemek, yalan söylememek, riya yap-
mamak hep edebin çerçevesi içine dâhildir. Benim bir kimseye yaptı-
ğım iyiliğe karşı onun kötülükle mukabele etmesinin üstünde dura-
mam, çünkü vazifem değildir. Ondan iyilik beklemek, kadrini bilmedi
demek de edepsizliktir. Sen sana düşeni yap, varsın o da kendine düşe-
ni yapsın. Çünkü o, buna âlet olmuş, sen de ötekine. İş, onun bilmesin-
de değil, Allah'ın bilmesindedir. Senin sana düşeni yapman ibâdettir.
Onun da kendine düşeni yapması ibâdettir. Halbuki o iyiliği yapan sen
değilsin. O kötülüğü yapan da o değildir. Bu âlem sahnesinde oynana-
cak piyesten her ikiniz de, istidadınıza göre verilen rolün icaplarını ye-
rine getiriyorsunuz.
Hâsılı edep, illâ edep...
Edepsizlik, ister zahir fiiller ile tahakkuk etsin, sirkat gibi, dolan-
dırıcılık gibi... ister kavli fiil ile tahakkuk etsin, gıybet gibi, fassallık gi-
bi, yalan gibi...
Netice itibariyle bunların her ikisi de müsavidir. O da haram, bu
da haram. Zina etmek nasıl haram ise, gıybet etmek de öylece haram-
dır."
- "İnsanda bütün hayvan sıfatları mevcuttur. Öyle ki horozdaki
şehvet, tilkideki riya, maymundaki istihza insanda da mevcuttur.
Hattâ hayvanlarda insanlarda olduğu gibi kıskançlık dahi vardır. Nasıl
olmuşsa, bir aslanla beraber büyümüş olan bir kız günün birinde ni-
şanlanınca bunu hisseden aslan, kızcağızı pençesinin altına alarak öl-
dürür. Vaziyeti haber alan nişanlı da koşup gelerek aslanı öldürür ve
yaralı hayvan kızın üstüne düşerek can verir.
Evet insanda hayvanlardaki bütün sıfatlar mevcuttur. Yine aynı
insan, mevcudatın en üstün mahlûkudur. Çünkü rahman sureti üzre
SOHBETLER 133
yaratılmıştır. Bu insan, bir mânâda yine mevcudatın en sefili, en aşağı
olanıdır. O da nefsi itibariyle. Ayet-i kerîmede de: O kimseler hayvan-
dır, belki hayvandan da edalldir 1 . Yâni dalâletin sapıklığın en ilerisine
varmıştır, buyrulur.
Çünkü hayvan, bir kötü sıfatın mazharı olduğu halde insan bütün
kötü sıfatları nefsinde toplayabilir."
Avukat Mustafa Rızâ Efendi ismindeki zâtın, başına gelen hâdise-
lere bir sebep olup olmadığını sorması üzerine:
- "Rivayet olunur ki Hazret-i Mûsâ bir gün münâcatta: Yâ Rabbî,
bana gizli hikmetlerinden göster ki bu suretle saltanatını seyredeyim,
demiş. Cevap olarak: Filân yerdeki çeşme başına git ve ibâdetle meşgul
olarak bekle, buyrulmuş.
Hazret-i Mûsâ, emir olunan yere gidip de oturduğu sırada bir
süvari gelerek atından inmiş, cepkenini çıkarmış, kesesiyle beraber bir
taş üzerine bırakmış ve çeşmeden su içip def-i hacet ettikten sonra cep-
kenini giymiş ve atına binerek çekip gitmiş.
Arkadan bir çoban gelmiş. O da su içmiş ve süvarinin unuttuğu
keseyi görerek, alıp gitmiş.
Çobandan sonra bir âmâ gelmiş. Dünya çeşmesi değil mi bu? O da
suyunu içmiş; fakat tam gideceği zaman, kesesini unutan süvari geri
dönerek çeşme başına gelip de, keseyi bıraktığı yerde göremeyince
âmânın almış olduğuna hükmederek, sakladığı yerden çıkarması için
zorlamaya başlamış. Âmâ her ne kadar böyle bir şeyden haberi olmadı-
ğını, gözlerinin görmemesi yüzünden, esasen keseden haberdar olama-
yacağını söylemiş ise de adamı ikna edememiş ve paralarını kaybet-
mekle deliye dönen süvari âmâyı öldürmüş. İşte üç meçhullü bir mese-
le!
Hazret-i Mûsâ yine münâcatta: Yâ Rabbî, işler böyle oldu. Ama
ben bir şey anlayamadım. Bu babda hikmetin nedir? demiş. Gelen ce-
vap şöyle olmuş: Bu süvarinin babası, o parayı, gördüğün çobanın ba-
basından çalmıştı. O âmâ ki gördün, o da vaktiyle süvarinin babasını
öldürmüştü.
Dünyâda hiçbir şe3' tesadüfe bırakılmamıştır. Hiçbir şey sebepsiz
olmaz. İnsan ne yaparsa kendine yapar, ne ekerse onu biçer. Meselâ in-
sanın, kötülük gördüğü bir kimseye beddua etmesine lüzum yoktur. Şu
1- A'râf sûresi, 179. âvet.
134
kimseden şu fenalığı gördüm, eziyet çektim, Allah kahretsin, demek
ayıptır. Sıhhatte iken hasta oldum veyahut, ferahta iken sıkıntı içinde
kaldım, huzurum varken gaflete düştüm. Varlığım dirliğim varken fak-
re ve zarurete düştüm deme! Çünkü bütün başına gelenler, senin kötü
amel ve niyetlerinin önüne hâdiseler şeklinde gelmesi ve bu suretle se-
ni yaralaması ve ıztırap vermesidir.
Demek ki gördüğün ve bulduğun, hep kendi amellerinin akisleri
ve neticeleridir. Onun için başkalarına atıp tutmaya lüzum yoktur, hü-
küm Hakkın hükmüdür.
Ben Rıza Efendi 'ye bu sözleri söyledikten sonra Ağabeyim de: Bak,
Resûlullah Efendimize neler olmuş, ne eziyetler çekmişler, dedi. Yok
dedim, Resûlullâh'ı ve ehlullâhı karıştırma. Allah ile ehlullah arasın-
daki cilveye akıl ermez. O pâkler ile kendimizi kıyas etmek, hakikat
çemenzârında saltanat ve ihtişamla gelen Allah arslam ile Acem bayra-
ğındaki aslanı birbirine benzetmek gibi olur.
Netice-yi kelâm, insan ne ederse kendine eder. Birinin kuyusunu
kazacağın vakit kendi boyunu ölç de öyle kaz. Çünkü işlediğin amelin
rücûu yine sanadır. Bunu bilen ve anlayanın ise dili söylemez, aklı su-
sar ve mat olur, Hakka sığınmaktan bir an hâli kalmaz."
Server Beyefendi:
- Bize bu kadar hakikatleri öğreten babacığım! Hakkını nasıl öde-
yeceğiz?
- "Sözlerimi tutmakla. Hazret-i Ali: Bana bir harf öğretenin ben-
desiyim, diyor ki Ali gibi her şeyi öğrenmiş de gelmiş ve Resûlullâh'm
sayesinde bir şey öğrenmeye ihtiyâcı kalmamış bir sultan böyle söyle-
dikten sonra, var bizleri kıyas eyle!"
Garb'ın Şark'tan aldığı medeniyet çizgilerinden bahsedilirken ken-
di verdiğimiz bu güzellikleri bilemediğimiz de söyleniyordu:
- "Birgün Übeydullah 1 Efendi, sokakta sağdan yürümeyi İsviç-
re'de bir sebzeci kızdan öğrendiğini söylemişti de ona: Sen âlimsin...
bilmiyor musun Resûlullah ne söylüyor: Dâima sağınızı ihtiyar ediniz,
demiyor mu? Yalnız yolda giderken değil, yatarken kalkarken ve bir iş
yaparken de öyle... dedim."
1- Übeydullah Efendi, medrese tahsili görmüş ve aynı zamanda Garp kültürüne de zih-
ni açık ve devrinde meşhur olan bir kimseydi.
SOHBETLER 135
- "Hak yolu ne ince bir yoldur. Resûlullah diyor ki: Bir mü'min, di-
ğer bir mü'minin elini bir kere öperse, iki defa Allah için secde etmiş
gibi olur.' 1
içimizden birinin, bir kimsenin hayat tarzına itiraz etmesi üzeri-
ne:
- "Siz, o kimsenin hâline itiraz etmekle hem onu ayıplamış ve do-
layısıyle de hal diliyle: Ben olsam böyle yapmazdım, diyerek kendinizi
beğenip şeytanlık sıfatını giymiş oluyorsunuz. O ayıpladığınız kimseye
o arzu ve vazifeyi Cenâb-ı Hak vermiş olduğu için onu ayıplamanız mü-
teselsilen Hakk'm işine itiraza kadar varıyor. Çünkü hiçbir kimse yok-
tur ki kendine verilen vazifenin dışında bir iş görebilsin... Onun için
vâki olan her ne olursa olsun, tarafsız ve rahat karşılamalıdır ve suçlu
gördüğün kimseyi ayıplamayarak muhakeme etmelidir. Sen onun hâli-
ne hürmet et ki o da seninkine hürmet etsin. Hakikat budur işte...
Mevlânâ Hazretleri, kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya ka-
dar teşyi ettikleri zaman, bunun sebebini soranlara: Ben onun sıfatı ve
mevkiine değil, ona bu vazifeyi veren Hakka hürmeten bu muameleyi
gösteriyorum, diye cevap verir.
Siz de, neden herkesin mutlaka kendi meşrebinizde olmasını isti-
yorsunuz ve istediğinizi bulamayınca da ayıplıyorsunuz? Siz onu ayıp-
ladığınız gibi, onun da sizin hâlinizi beğenmeyeceği tabiîdir. Meselâ
bâzı kimseye iyilik yapmak, tokat vurmak gibi gelir. İyilikten hoşlanan
kimseye fenalık etmek, ne türlü tesir ederse, kötülükten hoşlanan kim-
seye de iyilik aynı tesiri yapar, çünkü istidat ve anlayışı ona elverişli-
dir.
Buna karşılık: Mademki herkes bir vazife ile mükellef ve memur-
dur, diyorsunuz, o halde fenalık yapanlar neden ceza görüyor? diyecek
olursanız, işte bu suâliniz ile ortaya nazik ve ince bir mesele çıkmış
olur. Şöyle ki: Cenâb-ı Hakk'ın birbirine zıt isimleri vardır. Meselâ Mu-
iz olduğu gibi Müzil de vardır. Hâdî olduğu gibi Mudil de vardır. Afüv
olduğu gibi Müntakim de vardır. Bu isimler, isimlerin küllü olan
Cenâb-ı Hak'tan yâ Rabbî, bize bu isimlerin gereğini yerine getirebil-
mek için bir zuhur yeri ihsan et! diye niyazda bulunarak birer vücut is-
tediler. Cenâb-ı Hak da bu taleplerini yerine getirdi ve her bir isim bir
mazhara, bir vücûda büründü.
O halde, kahır yaptığın vakit, karşında Müntakim isminin zuhu-
runu bekle... evet bir kimseye fenalık yaparsan intikam alıcı isim he-
136
men karşına gelir. Onun için zulüm yapan neden cezasını bulur? diye-
mezsin. Çünkü zâlime karşı Âdil ismi vardır.
Eğer bu kaideyi bilirsen, niçin, neden böyle oluyor? Filân kimse
neden böyle yapıyor? diyemezsin. İşte bu noktadan lâ faile illallah, lâ
mevcûde illallah, yâni Allah'tan başka fail ve mevcut yoktur, mânâsı çı-
kar.
Neden bu kimse böyle hareket ediyor, ben olsam böyle yapmaz-
dım... demek abestir. Yapamazsın, çünkü sen o isme mazhar değilsin.
Meselâ Allah seni Muiz yâni İzzet ismine lâyık etmiş, Müzil ismine de-
ğil-
Firavun Musa'ya sordu: Rabbin kimdir yâ Mûsâ 1 ? Mûsâ cevap
verdi: Bizim Rabbimiz öyle bir Allah'tır ki her şeye kendi hilkatinin
icâbını verdi, sonra o işin yapılması ona sırât-ı müstakim oldu ve o işi
yapmak için o kimseyi bu şeye ısmarladı, hidâyet eyledi. 2
Her şey bir isme mazhar oldu, demek, o ismin mazhar olduğu
vazifesini yerine getirmesi demektir. Şu halde herkesin kendi vazifesi-
ni yaptığını bildikten sonra ortada dâva kalır mı? Bu takdirde kimi
ayıplar, kimi çekip çekiştirirsin?
Biliniz ki her tarafı o nur deryası kaplamıştır. İçinde ne şu vardır
ne de bu. İşte bu vahdete hürmete alışmalıdır. Mevlânâ Hazretlerinin
buyurduğu gibi: Ben bir perger gibiyim. Bir ayağım şeriatta durmakta-
dır; diğeriyle yetmiş iki milleti dolaşırım. Yine bir gün Hazret-i
Mevlânâ: Ben, yetmiş iki milletin mezhebi ileyim, buyurmuş. Bu sözü
vaktin kadısına şikâyet etmişler. O da adamlarından birine: Git demiş,
Mevlânâ'ya sor. Sen böyle bir söz söyledin mi? Yoksa bize yalan lâf mı
naklettiler? Eğer cevâbı müsbet olursa, ağzına gelen küfrü savur, kork-
ma ben arkandayım, demiş.
Softa, ertesi gün camie giderek Hazret-i Mevlânâ'ya böyle bir söz
söyleyip söylemediğini sormuş. Kendileri: Evet söyledim, buyurunca,
çömez de ağzına gelen türlü hakaret ve küfürleri sıralamış. Bu kötü
sözleri dinleyen Mevlânâ Hazretleri cevap olarak: Merak etme oğlum,
ben senin o söylediklerinin de mezhebindenim! buyurmuş. Yâni, esas
cihetine bakılınca ne ondanım ne de bundan... fakat senin gözünle ba-
kılınca hem ondanım hem de bundan... demek istemişler.
İşte esas budur; fakat biz bunları hal edemiyoruz. Bu hakikati
kendine mal edip hal eylemeden de insan kendine insan dememelidir.
Dünyevî tarafımız ile ruhanî tarafımız âyet-i kerîmede işaret buyru-
1- Tâhâ sûresi, 49. âyet: "Femen Rabbükümâ yâ Mûsâ.."
2- Tâhâ sûresi, 50. âyet: "A'tâ külle şey 'in halkahû sümnıe hedâ."
SOHBETLER 137
lan 1 yanyana akan ve birbirine karışmayan iki nehir gibidir. Dünya
dalgalarının rûhânî kuvvetler üzerine çarpıp manevî şeyleri yok etme-
mesi gerek. Şu anda bu sözleri dinlerken hal ettik zannediyoruz. Hal-
buki biraz vakit geçip dünya dalgası vurunca, o hal ettiğimizi zanneyle-
diğimiz halet kayboluyor. Fakat maneviyat dalgasını dünya dalgasına
galip getirirsen, hayattan maksut hâsıl olacak. Buna muvaffak olmak
için de kalbimizi bu yola döndürmek gerek.
Yalnız şu sohbeti hal etsek, her müşkül hail ü fasl olmuş olur. Fa-
kat sizi yarım saat sonra seyredelim."
Kısa bir fasıladan sonra:
- "Az evvel konuştuklarımızı canlı bir misal ile açalım: Bakın, şu
sokaktan geçenlerin kimi asker, kimi polis, kimi hademe, kimi esnaf,
kimi memur... fakat netice itibariyle hepsi de insan... ancak vazifeleri
ayrı ayrı. Meselâ polisin vazifesi bir hırsız bir katil gördü mü alâkadar
olmak, yakalamak ve şehrin inzibatı ile meşgul olmak... çöpçünün vazi-
fesi, sokakları temizlemek, kaptanın vazifesi, vapurları idare etmek
ilh... Meselâ bu kaptana: Gel efendi, şu hırsızı tevkif et! diyebilir misin?
Ya da bir askere: Neden şu sokakları süpürmüyorsun? diye tariz eyle-
yebilir misin?"
-Herkes de hâlinden memnundur, değil mi Efendim'?
- "Evet... memnun olmayan kimse, yaratılışının gayesini tahak-
kuk ettirememiş yâni isminin icâbını gerçekleştirememişse o zaman
memnuniyetsizlik beyan eder. Meselâ bir lağımcı, lağımcı başı olmak
ister. Bir subay, paşa olmak ister. Fakat esas itibariyle yine hallerin-
den memnundurlar. Bir lağımcı, necis içinde olduğu halde, gününün
nafakasını bulduğu için Allah'ına şükreder. Kezâlik bir hammal, sa-
bahtan akşama kadar en ağır yükleri taşımış olduğu halde, yine, çok
şükür Allah'ım, der ve o müşkül olan işini kimseye kaptırmamak için
arkadaşlariyle kavga bile eder.
Halbuki bir milyoner, her şeyi tamam olduğu halde, şöhret kazan-
mak belki de heyecan aramak maksadiyle, fıçı içine girerek kendini Ni-
yagara şelâlesinden attırıyor. İşte onun gayesi de şöhret veya heye-
can... buna karşı: Vay münasebetsiz adam neden böyle yaptı? demeye-
cek, hürmet edeceksin. Hürmetten maksat, onun hareketlerine iştirak
etmek değil, uzaktan bakarak itiraz etmemektir.
İmâm-ı Âzam Hazretleri asılan bir hırsızı darağacında okşuyor-
muş. Sebebini sormuşlar. Mesleğinde gayesine varmış olduğu için ok-
şuyorum, buyurmuş."
1- Rahman sûresi, 20. âyet: "Meracel bahreyni yeltekıyân beynehümâ berzahun lâ yeb-
gıyan..."
138
Kâzım Beyefendi:
- Gazeteler, Üsküdar imamının, oğlunu zehirlediğini yazıyor.
- "İşte o adamda imamlık, hocalık iğreti libas imiş. Asıl olan kalp
tarlasına ekilen tohumdur. Eğer o adam bu işi yapmışsa îdam ederler.
Karşısında Müntakim ismi, yâni intikam alıcılık zahir olur.
Dünya kurulalı beri, nur ve zulmet isimleri ve onların tecellîsi
dâim ve bakîdir. Oldu olası gece de vardır gündüz de. Lodosta dalgalar
şu tarafa poyrazda bu tarafa akar. Sonra sükûnet bulur, bir müddet
sonra tekrar başlar. Yâni hâdiseler değişir geçer, fakat o isimler bakî
olduğu için yenileri gelir, eksilmez."
Kur'ân-ı Kerimden Fil Vak'ası konuşuluyordu:
- "Şimdi bunun mânâsına bakalım: Çünkü bu kelimelerin bâtınî
mânâları da vardır. Şöyle ki, Ebrehe nefistir; Ebrehe'nin ordusu ise
nefsânî kuvvetlerdir. Ruh, akıl ve nasihat yoluyla nefsi yola getirmek
istiyor fakat muvaffak olamıyor. Nihayet zikr ve riyâzat taşlariyle nefsi
helak ediyor.
Nefsi helak etmek, yok etmek ne güç iştir!"
Semîha Hanım:
- Kolay ama o da herkese müyesser değil... ancak aşk kuvvetidir
ki onu bir anda nefyetmeye, lâ etmeye muvaffak oluyor. O lâ bıçağı da
maşukun elinde...
- "Evet, iş aşkta... onu bulunca her müşkül kolaylaşır."
Semîha Hanım:
- Bütün o riyâzatlar, mücâhedeler ve aşkın haricindeki hayat hep
onu bulmak için değil mi? Onun dışında da ne varsa yerde sürünme-
den ibaret.
- "Öyledir. Hak yolundaki bu didinmelerden çalışmalardan mak-
sat, hep o şevk ve cezbeye kavuşmak içindir. Nefsini lâ eden ise aşk
tacını giyer ve eline vuslat berâtını alarak maşukunu bulur."
1- Yemen. Hükümdarı Ebrehe, büyük bir ordu ve beraberinde getirdiği fillerle mukad-
des Kabe'yi yıkmak için Mekke önlerine gelir.
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib'in, Kabe'nin sahibi Allah'tır. O, onu koruya-
caktır, ikâzına aldırmayan Ebrehe hücuma geçer. Ancak Kabe istikâmetine yürüme-
yen fillerin şaşkına çevirdiği ordu, ayni anda gökyüzünü bir bulut gibi kaplayıveren
Ebabil kuşlarının pençe ve gagalarından bıraktıkları sert taşlarla helak olur. İşte bu
hâdiseye "Fil Vakası" denir.
SOHBETLER 139
Ramazan yaklaşmıştı. Görgüsü kadar bilgisi de zengin, kendisi
ise yerine ve zamanına uygun konuşmayı bilen Münîre Hanımefendi
gençliğinde öğrenmiş olduğu kısa bir duayı 1 birkaç defa tekrarladık-
tan sonra: Efendiciğim, başınız ağrımasın, canınız sıkılmasın, diye su-
suyorum! dedi.
- "Duanı et... ben Allah'a edilen duadan hiçbir vakit bıkmam. Ben
ona edilen duaya doymam ki, söyle söyle!"
Bir vapur düdüğünün sesi işitildi.
Münîre Hanımefendi:
-Aman ne soğuk ses... ne soğuk vapur düdüğü!
(Kısa bir sükûttan sonra, bu sesi taklit ederek:)
- "O vapur gibi dut!... diye bağıracak olsam bana da soğuk mu di-
yeceksin Münîre Hanımefendi?"
Münîre Hanımefendi:
-Aman estağfirullah Efendim!
- "Peki öyle ise bütün eşyanın, bütün âlemin Hakk'ın olduğunu
söylediğimiz halde, nasıl oluyor da soğuk, diyebiliyorsun? O sedayı da
benden ve benim bil ve lâ ilahe illallah ilmini anlamaya çalış, hal etme-
ye gayret et! Fakat ne kadar müşkül iş!
Bunu yaparsan arif olursun, arif hattâ erenlerden olursun!"
Server Beyefendi dua ediyor, ellerini dizleri üstünde tutuyordu:
- "Ellerini niçin iyice kaldırmıyorsun? Yukarı kaldır. Allah'tan is-
tediğin vakit ellerini iyice aç... yukarı kaldırmaktan üşenme. Resûlul-
lah Efendimiz duâ ettiği vakit ellerini o kadar yukarı doğru kaldırırdı
ki bazen omuzlarından mübarek ridâ-yı şerifi düşerdi."
Vakt-i Saadet târihi okunurken, meclistekiler Resûlullah Efendi-
mizin duçar oldukları eziyetleri ve yorgunlukları dinleyerek müteessir
oldular.
- "Kemâli buluncaya kadar ruh ve rûhânî kuvvetler ile nefsânî
1- Allâhümme bârik lenâ fî Recebe ve Şa'bân ve belliğnâ (nice nice) Ramazan, bi'l-âfi-
yeti ve'1-gufrân ve hatim lenâ bi'1-îmân ve şerrifnâ bi'l-Kur an.
140
kuvvetlerin nasıl çarpıştıklarını bilmiyor musunuz? Resûlullah da İs-
lâmiyet için bir vücuttur. Kâinatın ruhudur. O, İslâmiyet kemâle eri-
şinceye kadar nefsânî kuvvetler ile çarpışacak idi ki gaye hâsıl olsun!"
Mucize hakkında konuşuluyordu:
Semîha Hanım:
-Keramet, kerâmetsizliktir, buy ur uluyor...
- "Evet... Çünkü ehlullâhın kendi, bütün vücûdu keramettir. O,
kerametten müstağnidir. Fakat sende görecek göz varsa görürsün...
Meselâ, falan kimse şimdi gelecek diyor, arası geçmeden, o söyle-
nilen kimse geliyor. Bunu görenler, aman ne büyük keramet, hakîka-
ten büyük zat! diyorlar ve o suretle ona inanıyorlar. Halbuki sen bir tek
kerametle mi onu anlıyorsun? Ehlullâhın vücûdu, serâpâ keramettir.
Fakat o kimseler bunu görmezler. Gözlerine bakarlar, işte ben de görü-
yorum, vücûdunda hiçbir keramet bulamıyorum derler. Halbuki bunu
görebilmek için hal lâzımdır. Başka türlü bilinemez ve ehlullâhın
kerameti kendinden zuhur eden kerametle ölçülemez... Çünkü ehlul-
lah, bu dereceden çok çok daha yüksektir."
Mecaz suretiyle söylenen hakikatlerden bahsolunuyordu:
- "Câhil ve ruhen çocuk kalmış kimselere hakikatleri mecaz kisve-
sine bürünerek anlata gelmek âdet olmuştur. Meselâ, âlem altı günde
yaratılmıştır, denir. Ama bu altı gün, bizim ölçülerimizle hudutlanmış
zaman çerçevesine girmez. Allah indinde zamanın ve vaktin kıymeti
yoktur. Zulmetin, nurun, sabahın ve akşamın da keza kıymeti yoktur.
Bunlar, bize göre bizim beşerî idrâkimize göre tâyin edilmiş sınırlardır.
Onun için Allah'ın gün diye buyurduğu müddet, senin yirmi dört saatin
değildir.
Birgün Hazret-i Muhiddîn Kabe'de bir kimse gördü ve kendisin-
den pek hoşlandı. Bu zat ise Hazret-i Muhiddîn'e: Ben senin eski baba-
larmdanım dedi. Muhiddîn sordu: Kaç sene evvelki? dedi. O zat: Eski,
çok eski! diye cevap verince Hazret: Beş yüz sene evvelki mi? Daha es-
ki! Bin sene mi? Ondan da eski. Beş bin sene mi diye sorup da çok daha
eski cevâbını alınca, Hazret-i Muhiddîn: Yoksa Hazret-i Âdem zama-
nından mı? diye tekrar sorduğunda o zat: Kaçıncı Adem'den bahsedi-
yorsun? dedi.
SOHBETLER 141
İşte bir fikir, îman ve tasavvuf adamı bir ehlullah olan Hazret-i
Muhiddîn, zaman anlayışını şu mecaz içinde ifâde ederek düşüncelerini
ortaya koyuyor.
Mesnevî'de geçen bir kıssada da, aynı mesele şöyle anlatılmıştır:
Hızır ile İskender, zulmette Âb-ı Hayât'ı aramaya çıkarlar. İskender
maiyeti ile beraber içenlerin ebedî hayâta kavuştuğu Âb-ı Hayât'ı bul-
mak üzere yollara düşer; fakat pek çok araştırmasına rağmen bulama-
dan ve içemeden geri dönerler. Yalnız, Hızır'ın tavsiyesiyle, yolda ayak-
larına ilişen bir takım taşlar toplarlar. Bir kısmı ise bu tavsiyeye aldı-
rış etmeyip taşlardan almazlar. Almış olanların bir kısmı da, bunlar bi-
zim ne işimize yarayacak, diyerek yarı yolda atarlar.
Fakat karanlıktan aydınlığa çıktıkları vakit, taşları alıp muhafaza
edenler, bunların pırlanta, zümrüt, yakut gibi kıymetli mücevherler ol-
duğunu görerek sevinirler. Hiç almayanlar ile alıp da atanlar ise piş-
man olup kederlenirler.
Mecazlar ile dolu olan bu hikâyede, zulmetten yâni karanlıktan
maksat, dünyâdır. Âb-ı Hayat'tan maksat da, ilim ve irfandır. Hızır'ın
Âb-ı Hayat içtiği, onun için de ölümsüzlüğe erdiği söylenir. Pek tabiî ki
ilim ve irfan ile zinde olan kimse ebediyen zeval bulmaz ve ölmez.
Taşlardan maksat da: İbâdet ve tâat, mücâhede, hayır, hasenat gi-
bi manevî sermâyelerdir ki, dünya karanlığından nura çıkınca, bunla-
rın kıymet dereceleri anlaşılıyor.
O taşlardan hiç almamış olanlar, bu dünyâda, sâde gaflet, zevk ve
sefa ile vakit geçirenler, evvelce alıp da sonra atanlar ise, muhitleri-
nin tesiriyle ilk zamanlarında Hakk'a itaat ve ibâdette bulunup da,
sonra şeytanın yâni nefislerinin kandırış ve aldatışlariyle, bunlara lü-
zum olmadığına hükmederek dünyâya dalan kimselerdir.
Şâir de bu kıssadaki mânâya işaret ederek:
Olmayan mâye-i âb-ı ezelîden sîyrab
Âb-ı Hızr'ı gene Hızr olsa da rehber bulamaz
der. Yâni eğer bir kimsenin ezel yapısı, suya teşne olacak kabiliyette
değilse, vaktin Hızr'ı olan bir kâmil insanı bulsa da yine Âb-ı Hayât'ı
bulamaz.
Yine mecaz yoluyla bir hakikat temsili daha vardır: Bâzı çevreler-
de, dünyânın, öküzün boynuzu üstünde olduğu söylenir ve buna da ina-
nırlar.
Halbuki mecazları hakikate çevirince, görülür ki dünyâdan mak-
sat, insanın başıdır. Arada şu açıklamayı yapalım. Akıl ne büyük kud-
rettir. Dünya, bütünüyle bu aklın içinde mevcuttur. Evet, boynuzlar-
142
dan maksat da, omuzlardır. Sonra bu öküzün altında balıkların mevcut
olduğu söylenir ki, bunlardan maksat da ayaklardır. Onun altında da
toprak olduğu söylenir.
Belli ki ehlullahtan biri yakınlariyle konuşurken bu latîfeli ve
nükteli tasviri yapmış. Ama bunu gerçek mânâda alan veya anlayanlar
çıkarak, hakîkî mânâsım unutturmuşlar.
Kezâlik dervişler, sağ ayaklarını sol ayakları üstüne koyarlar. Bu,
bâtın ilmi, zahir ilmin üstündedir mânâsını ifâde eder. Ama bilen kaç
kişi vardır.
Anlayışı kıt ve dar olan halka, hakikatleri mecaz ve latife yoluyla
söylemek alışılagelmiş bir yoldur."
Sedat Bey 1 işlerinden bahsederek, kendisine fenalık etmek iste-
yenler için: Bilmem ki kötülük etmekle ellerine ne geçecek, ceplerine ne
girecek ? dedi.
- "Yılan, zehirini bırakmakla ne kazanır? bırakır kaçar. Sen kötü
zanda bulunma. Fakat dünya dostlarının bir gün düşman olabileceğini
de hatırından çıkarma ve ona göre tetik ve uyanık ol. Dünya hayâtı bu-
dur oğlum."
Sedat Bey:
-Himmetinizle hepsinden kurtuluruz inşallah!
- "Kurtulayım, dersen, onlar gider başkaları gelir. Dünya onlar-
dan hâlî değildir."
Münîre Hanımefendi:
-Efendim (...) sahilinde bir beyaz kum varmış. Bu kum fevkalâde
şifalı imiş. Pek çok hastalar oraya gidip içine girer banyo yapar ve iyi-
leşirlermiş. Hızır Aleyhisselâm, İskender ile beraber mağaradan çıktık-
tan sonra buraya eteğini silkelemiş de, bu kum o zamandan kalmış.
- "Görüyorsunuz ya... o kuma Allah bu hassayı bu şifâ kudretini
vermiş. Fakat insanlar bu gibi hâdiseleri dâima evliyaya, ehlullâha ve
Hızır'a atfederler. Ama bu, dünyânın her tarafında böyledir."
Nazlı Hanımefendi:
- Cenâb-ı Hak, kâmilin vücûdundan âleme rahmet edeceği cihetle
böyle düşünülüyor zannederim...
1- Doktor Server Hilmi Bey'in oğlu. Eczacı.
SOHBETLER 143
- "Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor: Resûlullâh'ı gören beni görür.
Ehlullâha edilen hürmet banadır. Onlara edilen cefâ da yine bana-
dır. 1 "
Semîha Hanım:
- Geçen gün İsmet Hanımefendi' nin kızı Aliye Hanımla konuşu-
yordum. Bana dedi ki: Elbette fâni şeyleri sevmekten Allah'ı sevmek
daha güzel. Fakat Allah'a olan aşkı nasıl ne ile tahakkuk ettirmeli,
yâni Allah'la nasıl rabıta tesis etmeli?
Aliye Hanım bu düşüncesinde haklı idi. Zahirlerin hâli de bu yüz-
den müşkül olmuyor mu? Çünkü görmüyorlar, bilmiyorlar.
- "İşte onun için, Allah'a olan îmânını bir kâmilin vücûdunda iz-
har eden Hakka nasıl şükretmeli? O uluya yalnız muztarip olduğun
vakitte bir derdini, bir müşkülünü söyleyebilmen, onunla halleşe-
bilmen bile ne büyük nîmet!"
Kendisine bir çok iyilikler ve yardımlar yapılan bir kimseden bah-
sedilirken, içimizden biri:
- Bidayetten beri ona ne kadar emekler sarfedildi. Ne hizmetler
edildi. Hep hüsnüniyetle yapılan bu hareketlerin zerrece kıymetini bil-
medi. Fakat şu var ki, onun bilip bilmemesi, yapılan bu iyilikler üzeri-
ne tesir etmiyor yine güya takdir ediyormuş gibi devam ediliyor.
- "Biz, bize düşeni yapıyoruz. Onun kendisine düşeni yapıp yap-
maması bize âit değil ki..."
içimizden birinin, henüz neticelenmemiş bir iş hakkında olup bit-
miş gibi sevinip ferahlaması üzerine:
-"Bir şeye olmadan evvel olmuş gözüyle bakmak ve hemen ferah-
lanmak benim meşrebim değildir. Kendisine evvelce söyledim, böyle fe-
rahlanma... Allah ferahlanan lan sevmez, âyet-i kerîmesini de oku-
dum. Maalesef, olacağına emin olduğu o iş neticelenmedi. Bu yüzden de
tabiî ümitleri kırılıp üzüntüye düştü."
1- Hadîs-i kudsî.
2- Şâkir Paşa'nın kızı ve Viyolonist Charles Berger'in karısı.
3- Kasas sûresi, 76. âyet.
144
Sâmiha Hanım:
- Mesnevî-i Şerifte, akıl ve aşk hakkında çok hoş bir beyit var.
Buyruluyor ki: Ruh deryasına atılmakta ve hakikat âleminde sefer ey-
lemekte yüzücülüğüne güvenme. Akıl ile yol almak, yâni ümidi aklın
fetvalarına bağlamak hiç mi hiçtir. Bu yolda Nuh'un gemisine girmek-
ten gayrı çâre yoktur.
- "Vaktiyle Ebû Cehil'in adı Ömer, künyesi de Ehû'l-Hikem idi.
Çünkü aklı, dirayeti ve dünya hususundaki feraseti o kadar ileri idi ki,
bu yüzden kendisine hikmetler babası adı verilmişti. Sonradan ise adı
Ebû Cehil oldu.
Hazret-i Ömer'in de adı Ömer idi ve her ikisi de arkadaştılar.
Resûlullah, Ebû Cehil'i İslâmiyet'e davet etti. Aklına ve ferasetine rağ-
men kendisine İslâm nasip olmadı. Böylelikle de künyesi Ebû Cehil ol-
du. Hazret-i Ömer'in ismine ise, Hak ve bâtılı fark ve temyiz ettiği ci-
hetle Ömeru 1-Fâruk dediler.
Kezâlik Ebû Cehil gibi nice akıl sahipleri, eserden eser sahibine
sebepten sebebi yaratana varmak isterler. Sâdece dünya işlerine eren o
küçücük akılları ile: Biz Allah'ı buluruz, derler ve tabiî ki ne bilirler ne
bulurlar.
Halbuki aslını arayan akıl, Cebrail'in Hazret-i Meryem'e nefhetti-
ği ilâhî sır, ilâhî emânettir ki, buna izafî ruh denir. İşte bu cezbe bu aşk
olmayınca hiçbir şey anlaşılamaz. Hakikat, ancak bu cezbe içinde ken-
dini gösterir. Yoksa cüz'î akıl ile hakikati anlamak mümkün olamaz.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin buyurduğu gibi,
Lâ ilahe tîgın al ağyarı dilden kat' kıl
Hoş hıram eyle cihân-ı pâk-i illallâha sen
Cüz'î akıl erbabının söyledikleri hep zandan ibarettir. Zan ise
mahlûktur, yâni yaratılmıştır. Onun için Hazret-i Ali: Akıl mahlûktur,
yaratılmıştır, onun tasavvur ettiği ne varsa tabiî ki o da mahlûktur, o
da yaratılmıştır, buyurur.
Hâsılı kelâm, Nuh'un gemisinden maksat, kâmil insanın nefh etti-
ği bu cezbe, bu izafî ruhtur. O hâsıl olmadıktan sonra, insanın kendi
cüz'î aklı ile ruh deryasına ve hakikat âlemine sefer kılmasına imkân
yoktur. Bu yolda emniyet ve aman, yâni kurtuluş, o aşk ve cezbe gemi-
sine sığınmaktan ibarettir."
Bu konuşma, içimizden birine, akıl ve aşk dâvasının bir canlı ör-
SOHBETLER 145
neğini hatırlattı. Şöyle ki.: Şeyhülislâm Haydarî Zade İbrahim Efendi,
gelip de hocamızın müridi olduğu zaman etraftan itiraz edenler olmuş.
Esat Efendi gibi ced-be-ced şeyh olan bir kimseye intisap etmeyip, sivil
bir zâta derviş olması tenkit mevzuu olmuştu. Bu itiraz karşısında
Haydarî Zade: Evet, mevkiim dolayısiyle bütün şeyhler gelip ubudiyet
arzederler. Ben ise Hazret-i Kenan'a ubudiyet arzeylemeye gidiyorum.
Çünkü birçok şeyhlerin bilgisi ve ilmi bende de var. Fakat bu zâtın be-
ni cezbeden rûhâniyeti o ayrı bir mesele... demiş.
Meclisten bir başkasının da anatomi profesörü Doktor Nûreddin
Ali Bey 'in, son derece hareketli ve yüklü hayâtına rağmen bayramlarda
kandillerde alâka ve tebrik vazifelerinden başka her seyahatinin arife-
sinde de mutlaka telefon edip müsâade istediğini söylemesi üzerine:
- "Bu söylediğiniz zatlardan biri Şeyhülislâm, öteki rektör ve teş-
rih profesörü... ben ise bir mektep muallimi. Mevki itibariyle aramızda-
ki farkı düşünün. Peki bu hal, bu his, onları sevkeyleyen bu kudret ne-
dir? Anlat bakalım... anlatamazsın. Çünkü akıl işi değil, Allah hissidir.
Nûreddin Ali Bey'in, o meşgalesi arasında telefonu açıp: Müsâadenizle
ben gidiyorum, demesini sabahlara kadar evrad çekmesi gibi kabul edi-
yorum. Çünkü o gulgule, o patırtılı hayat içinde bu rabıta, bu unutma-
yış ona kâfi.
Meselâ rakı içen bir sarhoşa, şeriatın vereceği emir: Rakı içme!
şeklinde olabilir. Halbuki ağzına içki koymayan bir zahide böyle bir ne-
hiyde bulunmak gülünç olmaz mı? Bir sarhoşun rakıyı terketmesi, ken-
disi için büyük bir adım sayılır.
İşte Nûreddin Bey'in de bunca gürültüler içinde bizi düşünmesi,
bir sarhoşun rakıdan geçmesine temsil olunabilir."
Semîha Hanım:
- Ne kadar güzel bir teşbih yapılmıştı: Gece gelip de ortadan taay-
yün farklarını kaldırınca benlik zail olduğunu söylemiş ve Bebek'te ge-
çen gemileri göstererek, bakın işte akşam oluyor, gemiler bayraklarını
indiriyorlar, benlik bayrağını aşağı çekiyorlar. îtalyanım, Fransızım,
Türküm... demeğe hacet kalmıyor:
- "Evet, o vakit benlik kaydı kalmıyor, fakat fenerlerini uyandırı-
yorlar. Yâni deryada nurla seyrediyorlar. Yevme tera'l-mü'minîne ve'l-
1- Kenan Rifâî Hz.nin şeyhliği babadan oğula aileden gelme değil, mürşidi Uz. Et-
hem'in hilâfet vermesi iledir. Sivil şeyhten maksat budur.
146
mü'minâti yes'â nûrühüm... 1 Lâkin o fenerlerin de her birinde ışık
müsâvî değil... Kiminin ufacık, kiminin büyük, kimi ise baştan aşağı
elektrikle donanmış bir yekpare nur ve bu deryâ-yı vahdette salınıp ge-
çiyor. İşte bunların nurları derece derece. Fakat hepsi de deryada nur-
larının istidadı kadrince sefer ediyorlar."
Semîha Hanım:
- Ruh hakkında cilasının şiddetinden gizli ve parlaklığının şidde-
tinden dolayı örtülüdür, saklıdır, buyrulmuş.
Nazlı Hanımefendi:
- Bu, her ruh hakkında böyle midir 1 ?
Semîha Hanım:
- Her halde, ve nefahtü fihi min ruhî yâni biz ona ruhumuzdan
nefh ettik, sırrına mazhar olan ruh değil mi?
- "Evet, bundan maksat izafî ruhtur. Üç kısım ruh vardır. Biri
hayvani ruh ki, bu hem insanda hem hayvanda bulunur. İkincisi ise
rûh-ı revandır ki, insanda bulunur ve uyku hâlinde de bedenden ayrılıp
bir çok şeyler görür. Meselâ rüyada gezip konuşu3 ? or, oturuyor kalkı-
yorsun. Fakat vücûdun hareket etmiyor. Bütün bunları yapan rûh-ı re-
van, uyku hâlinde vücut ile büsbütün alâkasını da kesmiyor. Onun için
rüyada korktuğun veya muztarip olduğun vakit, bağırıyor, hattâ ağlı-
yorsun. Böylece de görülen şeyler az çok bedende tesir icra ediyor."
Nazlı Hanımefendi:
- Hattâ bazen insan rüyasında korkarken rüyada olduğunu da
hisseder ve uyanıp kurtulmak ister.
- "Bir de izafî ruh vardır ki, o ancak bir kâmil insana vusul ile ka-
zanılır. İşte cezbeyi kabul eden bu ruh, cân-ı cân-ı candır. Yâni bir can
vardır sonra bunun içinde bir can daha vardır ki o da Hakîkat-i Mu-
hammediye'dir. Bir can daha vardır ki Sırrullah'tır, Allah'tır. Yâni câ-
n-ı cân-ı can budur."
Sâmiha Hanım:
- Dün Bacı ile konuşuyorduk. Henüz bir küçük kız iken, kendisi-
1- Hadîd sûresi, 12. âyet.: "O günde ki erkek müminlerle kadın müminleri, nurları ön-
lerinden ve sağlarından koşar bir halde görürsün..."
2- Hicr suresi, 29. âyet; Sâd sûresi, 72. âyet.
3- Ailenin emektarı, Sudanlı zenci Fetânet Bacı.
SOHBETLER 147
ni memleketinden çalıp kaçıran esircilere beddua ettiğini, yerinden
yurdundan eden bu zâlimlere kin beslediğini, fakat satıla satıla Efendi
kapısında karar ettikten sonra, onlara hayır dua eyler olduğunu söylü-
yordu:
- "Hazret-i Âdem dünyâya gönderildiği vakit, kendisine sulbün-
den gelecekler birer birer gösterildi. Kezâlik ehlullâh da, Allah tarafın-
dan hilâfete geçirilecekleri zaman -ehlullâhm hilâfete geçişi, Resûl-
ullâh'm, eshâb-ı kiramın ve mânevi sultanların huzûriyle olur- onlara
da kendilerine vasıtalı vasıtasız intisap edecek olan ruhlar vücut bul-
muş olarak ve büründükleri vücut ile beraber gösterilir. Binâenaleyh
onlar için mesafe ve uzaklık yoktur. Kendi kafilelerinden olanı nereden
olsa getirirler.
Uzaklık ve yakınlık bizler içindir. Kezâlik bize nazaran müşkül
görünen dâvalar da Allah indinde basit ve tabiîdir. Meselâ, karıncalar
bir insana karşı saflar ve ordular teşkil edip, muharebe açsalar, onları
yerle bir etmek için bir bardak su ve hücumlarını durdurmak için de
bir mukavva parçası kâfidir.
Vaktiyle yazdığım kitapların birinde, dere kenarlarında sabahle-
yin doğup öğleye kadar kemâle gelerek ölen amiplerin hayâtını tasvir
etmiştim. Bunların içinde, ikindiye kadar yaşamış asırlık bir ihtiyar,
genç amiplere hitaben macerasını şöyle söylerdi: Ey gençler, siz ne bili-
yorsunuz, ne gördünüz? Hiç! Ben tufanlar ve istilâlar gördüm. Güneşin,
ta gökyüzünün ortasına geldiğini gördüm.
Zavallının, tufan dediği derenin rüzgârdan hâsıl olan küçücük bir
dalgacığıdır. İstilâ dediği de, bir ayak darbesidir.
İşte nasıl ki bu böceklerin hayâtı bizim ölçülerimize göre gülünç
denecek kadar kısa ise, hakikate nazaran da bizim zaman ve mesafe
mefhûmumuz böylece var yok hükmündedir."
- "Münîre Hanım, biz harekette miyiz?"
-Ah bilmem ki Efendim, hareketteyiz herhalde..
- "Nasıl?"
-işte dâima hareketteyiz.
- "Dünya harekettedir. Dâima devrini icra etmektedir. Biz de
onun içinde olduğumuzdan dolayı hareket ediyoruz."
- "Münîre Hanım, biz seferde miyiz?"
- Evet Efendim. Nefsimiz ile mücâhede ettiğimiz için seferdeyiz.
- "Güzel. Bu sefer ne vakit tamam olur?"
148
-Ruh cesetten ayrılıncaya kadar devam eder. O vakit nihayet bu-
lur.
- "Eğer sefer, ecel ile nihayet bulursa işimiz müşkül olur. Sefer,
ruh nefse hâkim olunca tamam olur."
- "Sabîha Hanım, adem yâni yokluk ile vücut bir midir?"
Sabîha Hanımefendi:
- Birdir Efendim.
- "Hangi mertebede fakat? Ahadiyet mertebesinde birdir. Vâhidi-
yet mertebesinde ayrılır.
Vâhidiyette, adem, mutlak vücûdun nesi olur? (Herkeste sükût)
Aynası olur. Oraya bakınca esrâr-ı Muhammedi zuhura gelir.
Bunu dünyâya tatbik edelim. Bu oluş âleminde yâni bu dünyâda
Hakk'ın aynası nedir?"
Server Beyefendi:
-Kâmil insandır. Mübarek varlığı, vücûd-ı mutlakın zarfıdır.
- "Zarf, harf gibidir. Harfler, mânâya zarftır. Ezel âleminde bütün
hazırlıklar icmalidir. Yâni fikir ve tasavvur halindedir. Sanki kompri-
me ve hulâsadır. Ama orada kuvvede yâni fikir ve tasavvurda olan
hakikatler, bu dünya âleminde zuhur ve tatbik sahasına geçer.
Hakikat ambarında türlü türlü tohumlar olduğunu, yaratan bilir.
Bunların kimi arpa, kimi buğday, kimi çavdar, şu veya budur. O tane-
lerin içinde sap ve başak gizli olduğunu da yine yaratan bilmektedir.
İşte bu henüz aşikâr olmamış noktaları aşikâr etmek yâni dünyâya ge-
tirip tasavvur hâlinden zuhur hâline geçirmek için onları toprağa ek-
mek lâzımdır. Tâ ki aslı ne ise o zahir olsun ve vücut bulsun.
Kezâlik insanın da dünyâya gelişinde birçok sebep ve hikmetler
vardır. Bunlardan biri de kemal tahsili ve Hakk'ın marifetidir.
İnsan, ezel gününde Cenâb-ı Hakkın: Ben sizin Rabbiniz değil mi-
yim? 1 sualine evet! dedi. İşte o ikrarı burada tasdike, o vermiş olduğu
ahdi burada isbâta gönderildi.
Ahadiyet âleminde de vâhidiyet âleminde de Allah'ın esması
icmali yâni zuhura çıkmamış vaziyettedir. Meselâ Şâfî, Muhyî, Mümît,
Hâdî isimlerinin zuhuru ve tafsilâtı bu dünya hayâtmdadır. Şöyle ki,
kul burada yolunu sapıtacak dalâlette kalacak da bunun üzerine Hâdî
ismi zuhur edip onu dalâletten hidâyete götürecek.
1- A'râf sûresi, 172. âyet.
SOHBETLER 149
Keza, orada ne hastalık var ne de ölüm... binâenaleyh burada has-
ta olacaksın ki karşına Şâfî ismi çıksın... onun için ölmek de burada,
doğup dirilmek de burada...
İşte insan dünyâya çekirdek hâlinde olan isimleri tafsil ve vusla-
tın kadrini bilmesi için atıldı. Bu hicrana bu firaka onun için mahkûm
edildi. Ama şayet matlûp olanı bu dünyâda elde edemezse, eski hâlini
de kaybeder. Çünkü beşeriyet mertebesini elde etmek büyük bir nîmet
ve fırsattır. Bu fırsat kaybedilirse bir daha kolay kolay o mertebeyi bul-
mak da mümkün olamaz. Peki şu halde, o mertebeye çıkmış iken, kad-
rini bilmemek yazık değil mi? Sefer bitmez, illâ nefis mağlûp olmazsa.
Ve eğer insanoğlu, bu dünyadan cismâniyeti galip olarak giderse, ehlini
tanımadığı öyle bir diyara atılır ki, dâima muazzep olmaktan hâlî kal-
maz."
Server Beyefendi:
- Evet babacığım, niceleri var ki insan olmak derecesini buldukla-
rı halde kadrini bilemiyorlar ve Kur'ân-ı Kerîm'in: Bel-hüm edall
hükmü haklarında zuhur eylemiş oluyor.
Uzun seneler hocamızın maddî manevî pek büyük lutuflarını gör-
düğü halde takdir edememiş bir kimsenin, uzun senelerin ayrılığından
sonra, oğlu ile beraber boynu bükük olarak geldiği konuşuldu. Bu söz-
lerimizi sükûtla dinledikten sonra:
- "Asıl belâ, belâyı verenden gafil olmaktır.
İnsanlar için Allah'ın zahir ve bâtın nimetleri vardır. Zahir nimet-
leri malûm olan, her çeşit dünya saadetleridir. Keza zahirî belâ da bun-
ların mahv u harap olmasıdır.
Allah'ın bâtın nimetleri de belâdır. Bâtındaki belâdan maksat,
müptelâ olmaktır. Aşk da belâdır. Çünkü belâ, fakre, fakr ise Allah'a il-
ticaya, Allah'a rücû'a ona avdete sebebiyet verir. Belâ, fakr u fenaya,
fakr u fena, lika yâni cemâle, lika ise bakaya götürür.
Bahsettiğiniz şu adamlar, biliyorsunuz, evvelce ne halde idiler.
Fevkalâde yokluk ve ihtiyaç içinde idiler. Fakat o zamanlar bize gelir
giderlerdi. Sonra birden büyüdüler. İşleri ilerledi ve bu varlık onları
bizden ayırdı.
Bir müddet sonra yine belâ geldi. Ellerinden işleri, memuriyetleri
gidiverdi. O vakit düşündüler ve işte o düşüncelerinin neticesi de Berat
1- A'râf sûresi, 179. âyet: "Belki onlar hayvanlardan da aşağıdırlar."
150
gecesi buraya gelmek suretiyle gafletlerini sildiler.
Bizim onlara bir garezimiz bir alış-verişimiz yok ki... geçmişi he-
men siler, gelin evlâtlarım, deriz. Mademki siz boynunuzu büküp geli-
yorsunuz ben de size ihsan ile sokulurum!
Haydi Sâmiha kalk... geç oldu. Bu kadarcık olsun aldın. Bu kadar-
cıklar içinde çok kitaplar var."
Server Beyefendi:
- Dün hareketten bahsediliyordu. Bu hareket, bütün mevcudata
mahsus değil midir 1 ?
- "Ona ne şüphe! O hareket de başka... ben umûmî olarak
dünyânın hareketinden bahsettim. Evet her zerre, her mevcut, dâima
harekettedir ve dervişler gibi dâim semâ'dadır."
Server Beyefendi:
- Bu hareket, onların zikridir değil mi?
- "Evet, her mevcudun kendine mahsus bir zikri, bir teşbihi var-
dır."
Güzide Hanımefendi:
- "Efendim, onu düşünüyorum da mademki her mevcudun bir zik-
ri var. Meselâ, bir yaprağın masum zikri, saf olmayan bir insanın zik-
rinden daha üst değil midir?
- "Hâşâ... bu gün bir katil bile bütün hayvanat ve nebatatın üs-
tündedir. Çünkü bir kere insanlık mertebesini bulmuştur. Ama bunun,
bu mertebenin kadrini bilmezse, o da ayrı bir meseledir. Bâzı hayvan-
lar vardır ki ağlaya ağlaya gözlerini kör ederler. Hayvanda olan bu
sadâkat hissi bir insanda olmayabilir. Fakat onun insanlık kisvesi,
hayvanın fevkinde olması için kâfidir. Çünkü insan insandır. Ama de-
diğimiz gibi: Ülâike ke'1-en'âmi bel-hüm edall 1 onlar belki hayvandan
da aşağıdır, mânâsı da neticeye âit bir meseledir.
Kendisine insanlık şerefi, insanlık mertebesi verilmiş kimsenin,
onun kadrini bilmemesi elbet bu zavallıyı hayvandan da edal eyler. O
iş de başka!"
Güzide Hanımefendi:
- insan bu sözleri dinliyor da bazen hayâtından vazgeçiveriyor.
- "Evet ama gitmek için seferi tamamlamalı. Ne vakit kahır ile
lutfu bir görüp de: Eyvallah! dersen, insanlığı o vakit bulmuş olursun."
Bir müddet başka şeylerden konuşulduktan sonra:
1- A'râf sûresi, 179. âyet.
SOHBETLER 151
- "Nazlı Hanım, söyle bakalım, insanı hayvandan ayıran ilk alâ-
metlerden biri nedir?"
Nazlı Hanımefendi:
- "Münîre Hamm, sen söyle!"
Münîre Hanımefendi:
- Sadâkat Efendim., doğruluk.
- "O, hayvanlarda da var."
Güzide Hanımefendi:
-Kaş mı diyelim, ne diyelim'?
- "Semîha Hanım, sen söyle!"
Semîha Hanım:
- Söz mü Efendim?
- "Papağan da konuşuyor.
İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri: Tebessümdür!
Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundak-
taki tebessümleri ailenin saadetine saadet katar.
Aşk da, o kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar."
Sâmiha Hanım:
- Hâfız-ı Şirâzî'nin: Aşk evvel kolay göründü, fakat ona intisap-
tan sonra nice müşküller belirdi, dediği gibi...
- "Öyledir. Aşkın bidayeti tebessüm fakat nihayeti göz yaşı ve yü-
rek yanığıdır.
Tebessümün insanlık alemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep
muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görür-
sen hasta zannedersin. Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabi... der-
sin.
Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mesut edemez ve nihâye-
tinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik tebessümü bilmeyen bir kadın
da kocasını mesut edemez.
Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyük-
tür.
Şen bir millet, muvaffakiyet ve refah içinde demektir.
Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet
gösteremez.
İki balcı varmış. İkisi de yan yana küpler içinde bal satarlarmış.
Balcının birine çok müşteri gelir, ötekine ise kimseler gelmezmiş.
Balını satamayan adam, oradan geçmekte olan bir arif kişiye dert
yanarak: İkimiz de bal satıyoruz. Hattâ benim balım komşumunkinden
daha da iyi. Böyle olduğu halde niçin benimkini kimse almıyor da, her-
152
kes ona gidiyor, ondan alıyor? demiş.
Balcının sualine muhatap olan arif de: Oğlum, senin küpün bal sa-
tıyor ama yüzün de sirke satryor! demiş.
Resûllah Efendimiz ekseriyetle mütebessimdirler. Havva ile
Adem'in birbirleriyle buluştukları vakit tebessüm ettikleri söylenir.
Aşkın da başlangıcı öyledir, evet öyledir!"
- "Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmektir
Rabbini bilmeye sebep evliyayı bulmaktır
Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak
Evliyaya gönül vermek rengine boyanmaktır.
Buldum, gördüm, bildim! demek maksûda ermek için kâfi değildir.
Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de
değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine bo-
yanmaktır. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adaletine,
irfanına ve aşkına bürünmektir. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder
bir şey alamaz da. üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulama-
dığını elde edi verir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiştir."
Bir kimsenin, henüz tahakkuk etmemiş bir işe olmuş ve
neticelenmiş nazariyle bakıp o tarzda konuşması üzerine:
- "Ceddimden, Resûlullah'tan aldığım terbiye gereğince, bir şey ol-
madan, vukua gelmeden evvel, ona olmuş nazariyle bakmam.
Manastır Maârif Müdürü bulunduğum zaman henüz yirmi bir ya-
şında idim. İstanbul'a gideceğim vakit arabayı kapıya getirtir, maiyeti-
mi çağırır Allaha ısmarladık, ben İstanbul'a gidiyorum, derdim. Hare-
ketimden evvel hiç kimsenin malûmatı olmazdı.
Bir şey tahakkuk safhasına girmeden etrafı dağdağaya vermek
âdetim değildir. Fakat yakınlarım bu meşrebime alışamadılar.
Bir işi olmadan evvel açığa vurmaktan bir çok sebeplerden dolayı
korkarım. Meselâ, olabilir ki o iş hakkında biri çıkıp: Oldu, bitti ve
neticelendi artık! diye bir emniyet gösterir. İşte ben bu emniyetten kor-
karım."
SOHBETLER 153
Akşam kitap okunuyordu:
- "Huneyn gazasında bir çok İslâm askeri toplanmış, iki müşrik
kabileye hücum edeceklermiş. Müşriklerin beraberlerinde getirdikleri
mallar ve kadınlar da hep orduda imiş. Resûlullah Efendimiz, yakınla-
rından birisine, bütün bu eşya bizim olacaktır, buyurmuş. Lâkin o sıra-
da İslâm askerlerinden biri: Bizde bu kadar kuvvet varken harbi kaza-
nacağımıza şüphe yoktur! diye bir güvene kapılmış.
Tabiî ki bu sözden Resûlullah titremiştir. Ne ise muharebe başla-
mış ve İslâm askeri bozularak ric'at de başlamış. Bu hal karşısında
Efendimiz: Allah'ın Resulü yalan söylemez! diye atını ileri sürmek iste-
yince, etraftan mâni olmuşlar. O zaman İbn Abbas yüksek sesle: Ey
müslümanlar, Resûlullâh'a biat eden, ahd edenler siz değil miydiniz?
diye bağırınca kaçanlar geri gelip yeniden harbe iştirak etmişler. Bu
suretle de zafer kazanılmış.
Görüyorsunuz ki bir söz, bir nutuk neler yapıyor. Bir işi, olmadan
evvel söylemekte iki mahzur vardır. Biri, vâsıtaya ve işin gidişine güve-
nerek Allah'a şirk koşulmuş olması ve bundan da benlik çıkmasıdır. Di-
ğeri de: O mesele veya o iş hakkında etraftan haset edilmesidir ki bu
suretle araya göz girer ve bu teşebbüs akim kalır. Onun için bir mesele
netîceleninceye kadar sükûnet içinde beklemek lâzımdır."
Uluorta söylenen bir sözden gıybet çıkması üzerine:
- "Arabaya bindiğim vakitte hayvana kamçı vurulunca nasıl ca-
nım acırsa, birisi gıybet olunduğu vakitte de, bana kamçı vuruluyor gi-
bi gelir... Onun için ben sizin aranızda bir şey söylemeğe korkarım. Bi-
riniz bir şey söyleyecek, bir gıybet çıkacak diye söylemekten çekinirim."
Yine şeriksiz îmandan söz açılmıştı:
- "Şeriksiz îman, Hakk'ın muhabbetine dünya muhabbeti karıştır-
mamaktır. Bunu ise âşıklardan başkası yapamaz. Çünkü cennet ve se-
vap arzusu dahi gayrılıktır, insanı Hak'tan alıkoyar.
Aşkın şulesi içine henüz düşmüş kimsenin, o ateş, o cezbe her ta-
rafını sarmış ve dünyâya açılan bütün delikleri kapamış olduğundan,
maşukundan başka bir şey görmemesi tabiîdir. Ama onun, ben sevgi-
limden gayrı bir şey görmüyorum, demesi kendinden değildir.
Değildir, çünkü o şule seni her tarafından sarmış başka şey göste-
154
recek açık kapı bırakmamıştır da onun için görmüyorsun. Eğer o aşk
şulesi üstünden çekilecek olursa, acaba o ateşin altından pişmiş olarak
çıkabilecek misin? Yoksa kendiliğinle mi kalacaksın?
Bu ateşin sana verilmesinden maksat, yalnız o an için kavrulmak-
lığın değil, belki içinin ve dışının yanıp kül olması ve pişmekliğin idi.
Elbette gün olup o cünun o taşkınlık şulesi senden alınır, işte o zaman
bu ateşin altından pişmiş olarak çıkarsan ne âlâ!
O istilâ vaktinde kendinden başka bir şey göstermeyen aşktır.
Yoksa görmeyen sen değilsin. Bazen, falan kimse ne kadar âşıktı neden
böyle oldu, dersiniz. İşte o şule altında pişememiş olduğu için onu çekip
aldıkları vakit böyle kalakaldı.
O aşk şulesi senden çekildiği zaman, altından, onu sana verenin
boyasına boyanmış, o aşkı hal etmiş ve seni aşk kesilmiş bulmak gerek.
Bu dereceden sonra ise, senden aşkın kendisi zuhur eder. Çünkü artık
sen aşk oldun demektir. Halbuki o cünûnun, o ateşin seni sarması mu-
vakkat idi, bir an gibi idi, tâ ki yanıp kül olacak ve üstüne giydirilmiş
olan bu hil'at senden alınınca aşk olacak ve yanarak yalan, riya, kibir,
kin, hile, şirk ve benlik gibi nefsine müteallik hiçbir kötülüğün kalma-
yacaktır."
Sâmiha Hanım:
- Hazret-i Süleyman Belkıs'a der ki: Gerçi şimdi sen bir sultansın.
Fakat bu saltanatın ârizîdir. Günün birinde seni terkeder, senden ayrı-
lır. Gel, mânâ sultanı ol ki, sultanlığın aslına ermiş olasın. Çünkü hiç-
bir şey kendi zâtından ayrılmaz.
- "Ne güzel bir söz... evet, âşık da âşıklığı ânında sultandır. Fakat
bunun aslı ol, aşkın kendisi ol ki o sultanlık bakî kalsın. İbrahim Ed-
hem'in taç ve tahtını terk etmesi sultan olmasına mâni oldu mu? Belki
o taç ve taht, hizmetkâr olarak arkasından koşup geldi ve: Beni al, beni
al! dediği halde İbrahim Edhem tenezzül etmedi. Nasıl istesin ki buldu-
ğu manevî sultanlığa karşı, bıraktığı dünya sultanlığı, bendesinin ben-
desi idi."
Nazlı Hanımefendi:
- Mademki bir kimseye o aşk şulesi verilmiştir. O kimsenin diğer-
lerinden daha seçkin daha üstün olması icap etmez mi? Bahusus bir
kere o aşkı tatmış olanın bu şule içinde yanıp kül olmaması nedendir?
- "Onu kendilerine sor! Meselâ İslâmiyet nuru bahş olunmuş öyle
kimseler var ki ne kadrini bilmiş ne mânâsını bulmuştur.
Âşıktaki yanmaklık kendisine verilmiş olan aşkın tecelliyâtı
icâbıdır. Yâni senin malın değil, verenin malıdır. Halbuki ben istiyo-
rum ki senin olsun, 3 r âni sen aşk olasın. Gün olup o tecellî şulesi üstün-
SOHBETLER 155
den kaldırıldıkta, aşkın hâli senin hâlin olsun."
Sabîha Hanımefendi:
- Düşünüyorum da... hani: Kahrından lutfuna, gazabından
rızâna, senden sana sığınırım... derler. Fakat bu, lütuf istemek, özür
ve af dilemek babı da değil...
- "Af istemek, affet demek ne demek? İş af etmekle mi? Allah affe-
der. Fakat seni senin için terbiye eder.
O aşk hil'ati senin üstünde olduğu müddetçe bu hil'atin şekliyle
şekillenmek haliyle hallenmek lâzım gelecekti. Eğer sen o şekli iktisap
etmez o şule ile pişmezsen kabahat sahibin değil ki...
Gün olup cünûn devri geçerek o hil'at senden alınınca, altında piş-
miş olan kimsenin dilinden: Kül olunca yanmaz olur nâr-ı sûzânım be-
nim... sırrının zuhuru tabiîdir."
-Bu aşk hil' atinin alınması bir suç karşılığı mı vâki olur?
- "Hayır. Bu, muvakkat bir imtiyazdır ve senin içinde yanıp
nefsânî ve hayvanı vasıflarını yok etmen için verilir. Zamanı tamam
olunca tabiî ki alınır.
Bir de bâzısına bu hil'at sırf ihsan olarak giydirilir. Meselâ Celâl
Hoca gibi, Rifâî evlâdı olduktan sonra cezbe verildiği halde tahammül
edemeyip: Alın bu hâli benden... kitaplarım iki parmak toz tuttu, oku-
yamaz oldum! diye, daha bu aşk hil'ati alınmadan, alınması için: Alın,
alın! diye şikâyet edenler de olur.
Halbuki yalvarmaya hacet yoktu. Zîra nasıl olsa alınacaktı.
Bir müddet sükûttan sonra:
- "Anlamadığınız, konuşulacak bir şeyler varsa sorun konuşalım!"
Sabîha Hanımefendi:
- Bu tecellî alındıktan sonra, o kimse pişmemiş olarak altından
çıkmışsa ne yapsın?
- "Herkese aşk verilir mi? Sana verilmiş olduğu halde kadrini bil-
memişsen kime ne? Kıymetini takdir et de pişmeye bak!"
Sabîha Hanımefendi:
- Peki hem pişmemiş hem de hil'at üstünden çekilip alınmış... ar-
tık o kimse ne ile yanıp kötülüklerini mahvetsin?
- "Bunun için ihsan sahibine serzeniş ve sitem doğru değil ki...
kendi gayret ve kabiliyetine küssün.
Maamâfih o tecellî içinde pişme yolunda bir yanma hâdisesi başla-
mış ise ağır ağır da olsa içten içe yanmakta devam ederek bu ateş git-
tikçe ilerleyip nihayet sahibini temizler.
Aşk ihsan olunan kimselere onun kadrini bilmemek ayıptır, hattâ
yazıktır.
156
Bu ihsandan maksat ne idi? Maşuktan başka bir şey görmemek,
zamanı gelip o hil'at kalktığı vakit de hep aynı şeyi görmek yâni her fii-
li her hareketi Allah'tan bilmekti.
Aşk hâlinin cünûnu ve zevki üzerinde iken ne para, ne mevki,
hattâ ne evlât gözünde oluyor. Kibirlerden, kinlerden, yalanlardan,
hilelerden eser kalmıyor. İşte o hil'at alındığı vakit de böyle olman
lâzım gelir. O zaman niçin değişiyor, beşeriyet haliyle baş başa bırakı-
lınca aynı hâli muhafaza edemiyorsun? Halbuki aşkın verdiği irfan
sende görülmek isteniyor.
Yüzlerce derviş arasından şeyhiyle aşk alışverişinde bulunabilen
kaç mürit vardır?
Eğer mürşit seni bu kalabalıktan seçip ayrı bir alâka göstermiş,
ayrı bir terbiyeye tâbi tutmuş ise, karşılığında irfan ve muhabbet iste-
mez mi? Ve bunun kadrini bilmezsen hocanı kırmış olmaz mısın?
Dün gözlükçüye gitmiştim. Çok muazzam olan bu dükkânın sahibi
de aynı zamanda göz doktoru idi. Kendisine, gözlük şu noktaya temas
ettikçe iltihap yapıyor, bunun çâresini bulun, dedim.
Sıra sıra gözlükler çıkardı. Onu taktı, bunu taktı, olmadı. Nihayet
çâre olarak: Her vakit gözlük takmayın! diyerek işin içinden çıkmak is-
tedi. Nasıl olur? Hekim devamlı gözlük kullanmamı tavsiye ediyor, di-
yerek dükkândan çıktım.
Bu defa, doktorun tavsiye etmiş olduğu gözlükçüye gittim. Küçü-
cük bir dükkânı vardı ve içinde gözlükten başka birçok sıhhî levazım
bulunuyordu. Şikâyetimi ona da söyledim. Gözlüğü aldı, bir makine ile
ayırarak istediğim şekle getirip elime verdi.
İşte küçücük bir dükkân. Öteki gibi büyük ve zengin değil. Fakat
gözlükçülüğün inceliğini, yâni asıl maksadı elde etmiş."
Bebek komşusu Cennet Hanım'ın birkaç aydır hasta yattığından
konuşuluyordu.
- "Nerede kaldı o zevk âlemleri! Daha üç dört ay evvel her gece
danslar, eğlenceler, sazlar, çaylar ve sabahlara kadar gelip gidenler ile
yalı dolup dolup boşalıyordu. Cennet Hanım!., diye bağrışıp etrafında
koşuşuyorlardı. Desenize cennet cehennem oldu. Artık zevci de eve haf-
tada bir gece geliyor, o da başka taraflarda eğleniyormuş.
Hani o dostlar, ahbaplar, o zevkler, o koşuşmalar, o sabahlara ka-
dar tepinmeler, Cennet Hanımlar nerde? Hey!..
İşte kendi kendine kaldın. Şimdi yüzüne kimse bakmıyor.
SOHBETLER 157
Dünyânın zevale mahkûm her cenneti gibi bu da kaybolup gitti. Çünkü
her dünya cennetinin sonu zeval, her dünya aşkı bir kuru hayaldir.
Bu da bir cünun, bu da bir aşk değil mi? İşte o cünun içinde kadri-
ni bilmeden geçirilen zaman heba oluyor. Herhangi sahada olursa ol-
sun, aranılan irfandır. Bunu hâsıl edemedikten sonra neye yarar? Za-
man dinlemiyor geçiyor. Günler birbirini takip ediyor, tâ ki son merha-
leye kadar. Karganın arkasından gidersen seni mezbeleye götürür. Bül-
bülün arkasından gidersen seni gülistâne götürür.
Mecazî aşkta da bir cünun devresi vardır. Mecnun, aşkını şehvete
sarfetmekten sarfınazar ederek, onu Hak aşkına çevirdi. Mecaz aşkın-
da bunu yapabilirsen ne âlâ!
Hakîkî aşkta sahip sana aşk hil'ati giydiriyor. Yâni kendini giydi-
riyor. Bu yüzden, ondan başka hiçbir şey görmüyorsun. Kibir, tecessüs,
riya gibi sıfatlar hep sönüyor. Fakat hal olarak değil. Onun için sahip
seni bırakmıyor ve bu hil'atin içinden durmadan söylüyor: Kibir
fenadır, kibir etme! Yalan söyleme, gıybet etme! diyor. Yâni durmuyor,
o aşk içinden söylüyor ki cünun devresi geçince bunlar sana hal olsun,
senin malın olsun diye... zîra gün olup o cünun hâli senden geçecek,
farzımuhal, kalsa bile buna vücûdun tahammül etmez.
Aşk seni, o cünun devri geçtikten sonra da kendi haliyle hallenmiş
görmek ister. Seni zâtı ile besledi, elbet böyle ister.
Şimdi zattan sıfata atlayalım: Meselâ bir ilim sahibini alalım.
Kütüphaneler dolusu kitaplar okumuştur. Gece demez gündüz demez
çalışır seyahatler yapar. Bu da bir aşk, bu da bir cünundur. Fakat bir
raddeye gelecek, halden, takatten düşecek, gözleri görmeyecek, dizleri
tutmayacak, bu hal onu kitaplarından o cünundan men edecek.
Halbuki bütün bu bilgileri öğrenmekten bu kitapları okumaktan
maksat, kendini bilmek, Allah'ını bulmak ve bu dünyâya geliş sebebini
öğrenmektir. O hâsıl olmadı. Aşkın cünun kısmı da gitti ve elde avuçta
bir şey kalmadı.
Sonra gençliği ele alalım: O da bir aşk, bir cünun değil mi? Deli-
kanlı dünyâya sığmaz derler. Doğrudur. Mademki Allah sana, dünyâ-
lara sığmayacak kudret ve kuvvet vermiş, gençliğini zararlı zevklerde
harcayıp yıpratacağına, gözlerin görür, ellerin tutar ayakların yürür-
ken, niçin gerçek aşkı arayıp bulmuyorsun?
Zahitlere gelince, bunca ibâdet ve tâatlerde bulunurlar. Gece gün-
düz teşbihler çeker, üç ayları tutar, nafile namazları kılarlar. İşte bu
da zâhitlik cünûnu!
Ama bir zaman gelir ki zahit kişi de, vücuttan düşer, alışageldiği
ibâdeti edemez, teşbihleri çekemez, namazları kılamaz olur.
158
Bütün o ibâdetlerden maksat ne idi? Ruhun tasfiye ve nefsin tez-
kiyesi değil mi? Halbuki yine gururun var, yine gösterişten hoşlanıyor,
yine kibir ediyorsun... şu halde bu kadar çalışmaların neye yaradı?
Kendini bilemedikten, Allah'ı bulamadıktan sonra?
Şam'da bir kadın vardı. Otuz küsur defa Şam'dan Mekke'ye yaya
olarak hacca gitmişti. Çocuk oyuncağı değil... Şam'dan Mekke'ye kadar
güneş altında yaya gitmek. Şam ile Mekke arası, deve ile otuz üç gün
tutar. Üstelik yollarda ne hastalıklar, ne eşkiyâlar da vardır. Bu kadar
zahmete, meşakkate, yorgunluklara susuzluklara katlanarak otuz şu
kadar defa hacca gitmek; şaka değil bu. Ama keşke yalnız farz ile iktifa
edip bir kere gitseydi de kuvvetini kudretini lâzım olana harcasaydı...
Eğer aşk ateşinde pişmedinse, o irfanı bulamadınsa, bu cünun
senden alınıp da maksadı elde edemeden kalakaldınsa, bu defa sana
riyâzat verirler. Yâni riyâzattan maksat, mahrumiyettir. Nefsinin zevk
aldığı her şeyden seni men ederler. Fakat cemal içinde o terbiyeyi al-
mayıp da celâle müstahak olmak yazık değil mi?"
- "Dünya insanladır; âhiret de insanladır. Dünyânın hilkati insan-
la beraberdir. Âhiretin hilkati de yine insanladır. Cenâb-ı Hak da öyle
buyuruyor: Sen olmasaydın, sen olmasaydın ben bu cihanı halketmez-
dim ya Habîbim! 1 "
İsmet Hanımefendi ile konuşurken:
- "Yûnus diyor ki: Dünyâya gelmekten maksat Allah'ı bilmektir...
Allah'ı bilmeye sebep bir kâmili bulmaktır.
Ama ben bildim, ben buldum demek, bulmak değil, evliyaya gönül
verip rengine boyanmaktır.
İşte o sana söylüyor: Kimse ile istihza etme, ne kimseyi incit ne de
kimseden incin, diyor."
ismet Hanımefendi:
- Ah Efendim incitmemek ne ise bir derece ama incinmemek pek
müşkül! -
- "Mademki lâ ilahe illallah demek suretiyle, Allah'tan başka Al-
lah olmadığını söylüyorsun, o halde kimden inciniyorsun? Faraza birisi
sana hakaret ediyor: İsmet ne fena kadındır, diyor. Sen bunu işittiğin
1- Hadîs-i kudsî: "Levlâke levlâk lemâ halaktü'l-eflâk."
SOHBETLER 159
zaman: Eğer bende bu fenalık olmasaydı bu söze muhatap olmazdım.
Kim bilir Allah'ıma karşı ne hatâlarım var ki böyle bir söze müstahak
oldum! diyeceksin. Mademki lâ ilahe illallah diyorsun, her şey gibi bu
tahkiri de Allah'tan bilmen lâzım. Şu halde Allah'tan gelen bir şeye in-
cinmek nasıl olur? İşte dervişlik demek, bu mânâyı hal etmek demek-
tir.
Meselâ bir su içerken bile: Hararetim bu su ile teskin oluyor. Fa-
kat Allah'ım murat etmezse bu su hararetimi teskin etmez, diye düşün-
melisin. Yemek yerken de yine: Allah isterse bu yediklerim beni doyur-
maz ve bu gıdayı Allah'a ibâdet ve kulluk edebilmek için nûr olsun diye
yiyiyorum, demelisin. Keza, uyku için de böyle düşünmelisin.
Filân kimse Allah'ını bilir, derler. Yâni Allah'ın var olduğuna ina-
nır! Ne büyük lütuf! Bir kimsenin müslüman olması için kelime-i
şehâdet getirmesi lâzımdır. Fakat söz ile her şey biter mi? Kelime-i
şehâdet getirmekle o İslâmiyet mekteb-i irfanına girdin ve ehliyetini is-
bat ettin. Ama orada kalma! Mektebe dâhil olduktan sonra durma iler-
le. Bu neticeyi hemen bir günde hâsıl et, demiyorum. Hiç olmazsa yo-
lunda bulun. O da bir şeydir. Yolunda bulunmanı da Allah hoş görür.
Günler birer birer geçiyor. Şerit gibi sarılıyor, günün birinde: Paydos,
oyun bitti! diyecekler. Allah kolaylığını göstermiş. Bir Hakk'm boyasıy-
le boyan kâfi. Bak ne kolay şey!"
ismet Hanımefendi:
- Efendim, tanıdıklarımdan birisi var. Kur'ân-ı Kerim' deki
hurûf-ı mukattaanın hiçbir mânâsı olmadığını söylüyor.
- "Nasıl olmaz? O harfler hep birer âlem, birer rumuzdur. Hem
büyük birer âlem., meselâ (Elif, Lâm, Mim) diyorsun. Elif ( i ) ten
maksat Allah'tır. Lâm ( J ) Cebrail; Mim ( r" ) Muhammed (s. a.) dir.
(Elif), namazda alınan kamet vaziyeti; (Lâm) rükû; (Mim) de secde
hâlidir.
İşte Allah ile senin aranda Cebrail olduğu gibi, ruh ve cisim ara-
sındaki kalp de Cebrail'dir. Yâni (Elif, Lâm, Mim) kâmil insana
işarettir. Hazret-i İmâm-ı Cafer öyle der: Allah, Kur'an'da tecellî etmiş-
tir fakat görmüyorlar!
Kuranın harfleri insanın şekilleridir. Ama herkes bu mânâyı na-
sıl bilebilir? Bu, esrâr-ı ilâhîdir ancak irfân-ı Muhammedi ile bilinir.
Biz nasıl bilelim nasıl öğrenelim, derler. İrfan mektebine gir de
öğren! Bilemem ki, öğrenemem ki... deme. Allah belki sana o öğrenmek
kabiliyetini vermiştir. Onun için durma ara! Niçin bu dünyâya geldin,
1- Hurûf-ı mukatta'a, Kur'ân-ı Kerîm'de tek veya grup olarak 29 sûrenin başında bulu-
nan müstakil harflerdir. (Elif, Lâm, Mim), (Hâ-Mim), (Yâ-Sîn) Nûn, Sâd, Kâf gibi...
160
düşün... herhalde yalnız beşer cemiyetine hizmet için değil... evvelâ
kendi vücûdunun cemiyetine hizmet et ki beşeriyete hizmetin de seme-
reli olsun.
Maamâfıh herkesten Allah'ını bilmek beklenemez, bu tabiîdir. Fa-
kat sen belki de Allah'ı bilicilerden olarak halk edilmişsindir. Kendini
hicranlara atmak reva mı?
Bir kısım insanlara Allah'ı bilmemek nasibi verilmiştir. Çünkü
ezelde nur serpildiği vakit istidatları eteğine isabet etmemiş ve zulmet-
te kalmışlardır. Esasen herkes Allah'ını bilse, İlâhî saltanat zahir ol-
mazdı. Binâenaleyh dünyâdan ne Hakkı bilenler kalkar ne de bilme-
yenler...
Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman açıkta kalmış. Bir
gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat oturur herkes
gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi biz de gidelim de senin
için duâ isteyelim!
Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve beraberce o zâta gi-
derler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da: Yâ Rabbî, der, ne ka-
dar hayır sahipleri ne kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu
hürmetine bu adama yakında bir memuriyet ihsan et!
Bu duayı aldıktan sonra efendi uşak evlerine dönerler. Biraz son-
ra da bir yaver gelerek filân yere vali tâyin olduğunu bildirir. Aradan
beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur. Yine uşağın teklifi
üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler. Ama bu defa
o zat: Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz, katil, hırsız kulların var-
sa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir memuriyet ver, diye duâ
eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen valinin hayreti karşısında: Merak
etme oğlum, tecellî devir devirdir bu da hak, o da hak... sen işine bak
tâyin olunursun, diye cevap verir. Gerçekten de üç gün sonra tekrar bir
tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.
Bâzı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları halde birçok
maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde bu-
lundukları ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah'tan uzak kalan bir kim-
se ise ne kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü
aslı ateştir neticede de yine ateşe münkalip olur.
Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür
içi gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu.."
ihvandan Medîha Hanım gelmişti.
SOHBETLER 161
- "Ne temiz ne saf bir kadın! Yâ Rabbî, bana böyle güzel evlâtlar
verdin, çok şükür! Benim şükrüm evlâtlarımla, onların şükrü benimle!"
Aileden biri de şunu ilâve etti:
-Bugün hocamızla Fâtih'e doğru giderken arkamızdan bir kadın-
cağız: Sen evliya mısın, Hızır mısın, nesin? Sen benim anlamadığım
bir şeysin! diye söyleniyordu. Biz yolumuza devam ettik, o hâlâ sayıp
döküyordu.
Halkın camilere olan rağbet ve alâkasından bahsediliyordu:
- "Din aleyhinde propaganda yapanlardan birinin, gideyim de şu
camilerde kalan bir iki ihtiyar zavallıyı göreyim! deyip de kalabalığın
ziyâdeliğinden içeri giremeden dönüşü garip iş değil mi?
İşin asıl hoş ciheti, camilere giden halkın büyük bir kısmını genç-
lerin ve münevverlerin, yâni en ümit edilmeyenlerin teşkil etmesidir.
Dîni yıktık, din diye bir şey kalmadı zannında bulunan kimseler
için bu manzara: Arpa ektim darı çıktı! mânâsını ifâde ediyor. Arpa
ekip de darı biçmek olur mu? deriz. İşte bak nasıl olabilirmiş. Böyle
mecaz yoluyla söylenen sözlerin bir gizli mânâsı vardır.
Meselâ bir çocuğa emekler verip mekteplere göndererek ondan bü-
yük şeyler ümit edilirken neticede bir haydut olup, çıkması bütün ha-
yallerin yok olması da yine arpa ekip darı toplamaya benzemez mi?"
"Ben size ademi anlatmıştım. Hatırınızda ne şekilde kaldı?"
- Vücut ile adem, ahadiyet mertebesinde birdir. Vâhidiyet merte-
besinde adem, mutlak vücûdun aynası olur, buyurmuştunuz.
- "Evet, Allah insanı, kendi suretinde halketti 1 . Ademden Havva,
yâni kadın zuhur etti. Allah, er ve kadın.
Demek ki Allah'ın kuluna muhabbeti, kendine muhabbet; cüzüne
muhabbettir. Kulun Allah'a muhabbeti de aslına muhabbeti demektir.
Erin kadına muhabbeti, kezâlik cüz 'üne muhabbet, kadının erke-
ğe muhabbeti de aslına muhabbet demektir.
Hazret-i Muhiddîn: Abd, Rabdır, Rab, abddır. O halde teklif kime-
dir? 2 İşte şaşırdığım nokta budur, diyor.
Abd, 3'âni kul, hakikat cihetiyle fâni ve meyyittir, ölüdür. Meyyit
1- Halek' Allâhu Âdeme alâ-sûretihî. (Hadîs-i şerif)
2- El-abdü Rabbün ve'r-Rabbü abdün. Feyâ leyte şi'i'î meni'l-mükellef.
162
olduğu halde nasıl mükellef olur? Bu teklif, oruç namaz ve ilh... kime-
dir? Eğer mükellef Rab'dır denirse, Hakka teklif olur mu, Rab mükellef
kılınır mı?
Lâ mevcûde illallah... yâni Allah'tan başka mevcut yoktur. Mev-
cudatta görünen şeylerin hepsi esma ve sıfat tecellîsinin mazharıdır.
Tecellîye nihayet yok ki... Cenâb-ı Hak her an bir başka tecellîdedir 1 .
Abd bir mazhardır. Abdin vücûdunda zahir olan Hak'tır. Şu halde abd,
kendisinde zuhur eden tecellî itibariyle Rab'dır. Bakın:
Ey mazhar-ı mürşitte tecellî eden Allah
diyoruz. Rab da, mukayyet bir vücuttan zuhur etmesi itibariyle abd'dir.
Eğer vahdet nuru tecellî ederse o kimse, cümlede Hakk'ı müşahede
eder. İşte edebin mânâsı da budur. Vahdet galebe edince âşıklık
mâşukluk, sizlik bizlik kalmaz. Âşık, maşuk ve aşk bir olur.
Eğer kesret galebe ederse, senlik benlik ve taayyün zahir olur.
Eğer kesretle vahdet birlikte zahir olursa hayret zuhur edip o kimse
mütehayyir kalır. Bir kimse bu mertebelere varmayınca, bu lezzeti bu-
lamaz. Çünkü bu hal vicdanîdir. Beşeriyet mertebesinde olanlar, tamâ-
miyle ve küllî olarak Allah'ın nurunda fânî olanların mertebesinden
nasıl dem vurabilirler? Ve onlar ile kendilerini nasıl kıyaslayabilirler?
Onların varlık gösteren yok olmuş vücutları Tûr'u, Hakk'ın cezbesi te-
cellîsinin sarsıntılarıyle kendinden geçip tamâmiyle muzmahil olmuş,
silinip gitmiştir. İşte o zaman bunların iki âlemi kendinde toplamış
olan Tûr-ı Sînâ'ya benzeyen varlıkları dağından zuhur eden kavil ve fi-
il, inikas yoluyla, Rahmanın iktizâlarıdır. Âyet-i kerîmede de: Allah de
sonra onları bırak, kendi havzalarında oynasınlar 2 buyruluyor.
Ama bu, âyet-i kerîmenin zahir mânâsı; sırrı ise: Allah bes bakî
heves demektir. Yâni Allah de, mâsivâyı bırak. Çünkü yalnız Allah
vardır."
Sâmiha Hanım:
- Hz. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebiye hitaben buyuruyor ki: Be-
nim cemâlimi gösterici sözlerimden esrar kadehini iç!..
- "Onun sözleri cemalden başka şey göstermez ki... Dedikodudan
ârîdir. Sırlar kadehini doldur doldur iç.
1- Rahman sûresi, 29. âyet: "Külle yevmin hüve fi şe'n.."
2- Enam sûresi, 91. âyet: "Kulillâhü sümme zerhüm fi havzihim yel'abûn"
SOHBETLER 163
Sâmiha Hanım:
- Kalp kandili uyanırsa onun nurları insanın duygularından ve
hâlinden de zuhur eder, diye bir söz gördüm.
- "Tabiî değil mi ya.... Meselâ bir havuzun suyu temiz, berrak
olursa, musluklarından akan su da saf olur. Çamurlu olursa, akan su
da çamurlu olur... Bir aynayı da yere atsan, yüz parça olur, yüz parça-
sından da aynı şey görünür.
Sabîha Hanımefendi:
-Bu âlemden öteki dünyâya ne kadar göçen oldu, neler gitti...
- "Tabiî... İmtihanda muvaffak olup sınıfı geçen olduğu gibi,
ikmâle kalan ve sınıfı geçemeyen de olur...
Sabahtan akşama kadar on bin rekat namaz kılmaktan idrak ede-
rek iki rekat kılmak elbet daha iyidir. Onun için, iş çoklukta değil,
mânâdadır.
Kimisi korku ile, kimisi teşvikle geliyor, yahut hep devam ediyor-
lar, ben de edeyim, diyor. Yâni taklitle geliyor. İşte imtihan vaktinde
bu üçe meydan yoktur. Bu gibi imtihanlarda yalnız sadâkati ve ihlâsı
olan kazamyor; ki zâten maksut da budur. Hz. Mevlânâ'nın kaç tane
dervişi söyleniyor?.."
Sabîha Hanımefendi:
- Evlâtları içinde de yalnız bir Sultan Veled babasının yolundan
gitti...
- "Hakîkaten sultan... Ama Hüsâmeddin, illâ Hüsâmeddin. Sultan
Veled de bihakkın sultandır ki Şemseddin Tebrîzî ona hâlini giydirdi.
Şems'in yanında Şam'dan Konya'ya kadar gitti. Onun için Şemseddin
Tebrîzî, Mevlânâ'ya: Sana serimi, ona sırrımı verdim, buyuruyor...
Kezâlik, peygamberlerin kaç tane sahabesi vardı? Rûhullah denen
îsâ'nm kaç tane yâr-ı garı vardı? Hz. Nuh'un yine hiç yoktu. Musa'nın
kaç tane vardı? Ya bir tane, ya iki... Bir şey ne kadar az ise kıymeti ve
pahası da o kadar yüksektir. Pırlantadan hiç farkı olmayan, yapma,
güzel taşlar var, fakat kıymeti var mı? Bir pırlanta kaç yalancı taşı bir-
den satın alır... Maksat mânâdır. O hâsıl olmadıktan sonra neye yarar?
Pırla gelen zırla gider, bilmez misin?..."
164
- "Cehenneme: Doydun mu? diye sorulduğu zaman: Hel min
mezîd 1 yâni daha var mı, daha var mı? diye cevap verecek.
Nefsin de cehennemle tam bir münâsebeti vardır. Onun için de do-
yuramazsın. Verdikçe ister, daha olsun der, kanmaz.
Ama ruh da cemâle doymaz."
Sâmiha Hanım:
-Aşık kendi figânında maşukun cevâbını dinler, diye düşündüm.
- "Doğru düşünmüşsün! Senin yâ Rabbî! diye feryat edişin,
maşukun lebbeyk! demesidir. Yâ Rabbî, dediğin vakit de içinde bir hu-
zur bir ferah bir zevk duyarsın ki, işte bu duygu, maşukun lebbeyk, di-
ye cevap verişidir.
Aşık kendi figânında maşukun cevâbını dinler... 3'alnız bu söz,
başlı başına mest edici mestliği devam ettirici bir bade sanki.."
Münîre Hanımefendi, bir hocanın vaazından bahsederek:
- Efendim, Hazret-i Ebü Bekir'in alnında: Kul hüvallâhü ahad;
Hazret-i Ömer'in: Allâhu s -samed; Hazret-i Osman'ın: hem yelid velem
yûled; Hazret-i Ali'nin de: Velem yekûn lehû küfüven ahad yazılı imiş,
dedi.
- "İyi ya.. Ali'de zât tecellî etmiş, diğerlerinde sıfat. Ahad, samed,
lem yelid ve lem yûled Allah'ın sıfatlarıdır. Küfüven ahad küfvi yoktur
demektir. Bilerek bilmeyerek sıfat ve zât tecellîsinden bahsedilmiştir."
Hocamızın dört yaşındaki torunu küçük Cemil, elindeki pil parça-
sı ile oynarken Semîha Hanım pili çocuğun elinden alarak bir müddet
kendi elinde tuttu.
- "Bu elinizdeki pil değil mi? Ne kadar pervasız oynuyor, evirip çe-
viriyorsunuz. Halbuki ceryana bağlı olsa ona temas edebilir misiniz?
Dokunmak isteyen olursa düşer, ölür.
Bunun gibi kâmil insanı da beşer suretinde görüyor ve onunla otu-
rup konuşuyorsunuz. Çünki madde karanlığı içinde onun hakikatini
görmüyorsunuz. Adamın biri gece karanlığında arslanı inek zannede-
]- Kâf sûresi, 30 âyet.
SOHBETLER 165
rek şakalaşıyor, okşuyor, boynuna sarılarak: Oh benim güzel ineğim di-
ye iltifat ediyormuş. Aslan da içinden: Dur hele bir kere aydınlık olsun
da o vakit benim kim olduğumu anlarsın diyormuş...
İşte bunun gibi ten perdesi de gerçekleri tâdil ederek aksettirdi-
ğinden anlamıyor, korkmuyor, telâşlanmıyorsunuz.."
Fuzûlî hakkında konuşulurken:
- "Fuzûlî'nin adı Mehmed imiş (900) târihinde Hille'de doğmuş
(963) de Kerbelâ'da vefat etmiş...
Kitabında bir duası vardı. Yâ Rabbî, beni dünyâda da Ehl-i
Beyt'in gölgesinden ayırma! diye... Şimdi Kerbelâ'da, Ehl-i Beyt'in Kub-
be-i Saadetinin dışarısına gömmüşler. Güneş, Türbe-i Saadete vur-
dukça sabah ve akşam gölgesi mezarına düşer."
Gazetede, iki senedir sevişen bir kadınla bir erkekten, kadının
kendi koluna sevgilisinin ismini ve beni sevgilimden ölüm ayırabilir,
cümlesini doğdurduğunu, fakat birbirlerinden soğumaları ve kadının
bir başkası ile alâkalanması üzerine kolundaki yazıyı çıkartmak isteye-
rek doktorlardan ilâç aldığını, neticede de açılan yaralar yüzünden ko-
lun kangren olup kesildiğini okuduk:
- "İşte dünya aşkının sonu! Dünya gde elleri boş, hüsranda kalırlar.
Dünya zevklerine bel bağlamayıp onlara değerinden fazla kıymet
vermeyenlerin hallerini görüp budalalıkla itham ederler. Beri tarafta
ise daha üstün zevklerin tadını tatmış olanlar da, dünya ehlinin hayal-
den ve neticesi zevalden ibaret olan zevk ve hazları karşısında esef du-
yup, ellerindeki fırsatı kaçırdıkları için acınır dururlar. İşte Cenâb-ı
Hak bu dünyâya kapılıp kalmışlar hakkında: Hanginizin doğru yolda
ve hidâyette bulunduğunuzu neticede görürsünüz 3 buyurur."
Semîha Hanım:
- Sen her düğümü çözdün, yalnız kendi düğümünü çözemedin,
1- Eski vekillerden Ali Rânâ Tarhan Beyin refikası.
2- Radyo, Türkiye'ye henüz gelmişti.
3- Tâhâ sûresi, 135. âyet: "Kul küllün müterabbisun feterabbesû."
170
buyrulmuş. Lütfen izah eder inisiniz?
- "Yâni bir sürü meseleler hakkında caiz midir, değil midir, diye
uğraşıp durdun. Fakat kendin, yarın hesap günü için hazır mısın, ge-
reği gibi hazırlığın var mı, onu halledemedin, demek. Çünkü esâsı bu
idi. Sen ise aslı bırakıp teferruat ile uğraştın. Halbuki bütün bu ilimler-
den bilgilerden maksat, kendi ilmini bilmek ve bu suretle ukdeni, dü-
ğümünü çözebilmektir. Sen ise başka düğümleri çözmekle uğraşıp ken-
dininkini çözemedin.
Ey Nietzsche'ler, Schopenhauer'ler, Kantlar! Bütün o uğraşmalar-
dan kütüphaneler dolusu kitapları devretmekten maksat, kendini anla-
maktı. Kendi düğümünü çözmekti.
Bunun için bir hal hocasının önüne oturup onun (illallah) feyzine
ayna olan varlığı önünde kendini (lâ) etmeliydin. Bunları yapmadın.
Bildim zannettin, bilemedin.
Bilcümle mevcudat, kâmil insanın kalbi köprüsüyle aslına ermeye
çalışır. Süveyş Kanalı açılınca, okyanuslara erişmenin kolaylaşmış ol-
ması gibi, sen de kısa ve kestirme yol olan kâmilin yolunu seçeydin.
Şöhret için Alp'lere Himalaya'lara çıkacağına, oradan kâmilin kalbine
ineydin.
Bu tılsımı halledebilseydin, dumanlara karışacağına ummanlara
karışırdın.
Ben sana tâatından, hayrat ve hasenatından nazar etmem. Ancak
bir gönül sahibinin gönlüne girersen oradan nazar ederim 1 ."
"Bedevinin biri, kasideler ve şiirler söyleyerek Resûlullâh'ı medhe-
dermiş. Efendimiz de hoşlanarak dinlerlermiş. Adamın biri: Bu nasıl
olur? Resûlullah, hem, ben güzel ahlâkı tamamlamaya gönderildim di-
yor, hem de kendi medhedilişini, hoşlanarak dinliyor, demiş.
Efendimiz de buyurmuşlar ki: Benim o sözlerden hissettiğim
memnuniyet kendi hesabıma değildir. Ben, Allah'ın Resulüyüm. Onun
için, medholunmam, Allah'ıma aittir. Esasen, o kimsenin beni medhey-
lemesi, bende gördüğü ilâhî nuru medihdir. Ne güzel bir görüşü var, di-
ye ben o kimsenin hesabına memnun oluyorum. Onun manevî kazan-
cından dolayı da ayrıca seviniyorum, itiraz eden kimse işte bu noktayı
bilememiş.
İşte Resûlullah'daki o nûr, seni nurlar âlemine cezbedecek, götü-
1- Men zi sâhib dil künem ber tü nazar
Nî be nakş u secde vü îsâr-ı zer. (Mesnevi)
SOHBETLER 171
recektir. Oraya gittiğin vakit de melekler: "Hoş geldiniz, safa geldiniz
Allah'ın selâmı sizin üzerinizde olsun 1 " diye karşılayacaklar.
Ama şayet o nuru hâsıl edemedinse, zulmette kalacak, karşında
yalnız cesedini göreceksin ve birçok seneler o zulmet altında inim inim
inledikten sonra, dünyâda yaptığın iyilik ve ibâdet derecesinde ilerleye-
ceksin.
Yükseklerden yuvarlanan bir küp, bir top gibi, birçok belâlar için-
de yuvarlanacak, yuvarlandıktan sonra da bir derecede nur belirecek,
yâni seni sevenler görünmeye başlayacak.
Onun için Resûlullah ne diyor: Öldükten sonra başınıza gelecekle-
ri bilseydiniz, ayaklarınızı uzatıp yatamaz, iştihâ ile yemek yiyemez ve
başınızı alıp dağdan dağa kaçardınız, buyuruyor.
İşte o nuru hâsıl edemeyenler zulmette kalacak, kâbus içine düş-
müş gibi sesleri var, çıkmayacak; gözleri var, görmeyecek; elleri var
tutmayacak.
O kâbus, rüyada bir an sürüyor da, uyanınca: "Oh yâ Rabbî, çok
şükür! diyorsun. Bu bir an... ya bir de onun devam ettiğini düşün!
Eski tasavvuf büyüklerinden bahsediliyordu:
- "Bundan iki bin beş yüz sene evvel gelen ve nebi olduğuna şüphe
olmayan Fisagor bir tekkenin kurucusudur.."
Sabîha Hanımefendi:
- O zaman islâmiyet var mıydı?
- "İslâmiyet, dünya kurulalı beri vardır. Fakat tekâmülü
Resûlullah zamanındadır. Âdem, Nuh, İslâm değiller miydi? Müslü-
man demek, temizlenmiş kimse demektir.
Rûh-ı Muhammedi, her şeyden evvel halkoldu. Bunların hepsi
Rûh-ı Muhammedi'den nur aldılar.
Fisagor, Mısır'daki mabede güçlükle kabul edildi. Mısır'da yirmi i-
ki sene çile çıkardı. Mısır zaptedilince esir olarak Bâbil'e götürdüler.
On iki sene de orada kalıp sonra Yunanistan'a geldi. Bir savmaa, bir
tekke açtı. Fakat halk bunu kabul etmezdi, etmedi de. Tekkesini yaktı-
lar. Bir rivayete göre kendi de içinde yandı.
- "Nefsi kirlerinden arıtan, ancak sıdk ve ihlâstır. İhlâs, her bir
1- Zümer sûresi, 73. âyet: "Selâmün aleyküm tıbtüm fedhulûhâ hâlidîn."
172
umurunu Allah için yapmaktır. Her yaptığın işte, karşında Allah'ı gör-
mezsen ihlâsta bulunmuş olmazsın."
Doktor Ali Mazhar Bey 'in, Server Beyefendi' nin rahatsızlığı
esnasında yaptığı hizmet ve fedâkârlıktan bahsediliyordu:
- "Şu Ali Bey 'in hâlini ve fedâkârlıklarım görüyorsunuz ya... baya-
ğı zamanda vazife ve hizmetini yapmak hususunda ne kadar kayıtsız-
dır. Fakat sırası gelince, yabancı olmayıp bu halkanın adamı olduğunu
nasıl da isbat eder. Zâten bir kimsenin hâli, geçit başında belli olur.
Neden bu budur, derseniz, iç âlemi, akıl ile izah olunamaz. Tari-
kat, aklın dışındadır. Eğer akıl hârici olmasaydı, Kant da, Schopen-
hauer de, peygamberim! diye ortaya çıkarlardı. Her dâva her müşkül
akıl ile halledilmiş olsaydı ne nebilere ne mürşitlere lüzum kalırdı. İşte
mürşitler, bu akıl üstü yolu gösterirler.
Hacca gittiğin vakit Kabe'yi, dört duvarı ziyaret ediyorsun. Man-
tık ve akıl terazisine vuracak olsan bunu yapar mısın? Sonra Merve ile
Safa arasında koşuyorsun, gidip geliyorsun. Şeytan'ı taşlıyorum, diye
taş atıyorsun. Halbuki karşında koca bir taş! Bunların akılla bir
münâsebeti var mı?
Resûlullah Efendimiz, eshâb-ı kiram çoğalmadan evvel bir hurma
dalına dayanmak suretiyle vaaz buyururdu. Eshap çoğalınca bir min-
ber yapıldı. Fakat hurma sütunu feryada başladı. Efendimiz ona sarı-
lınca feryadı dindi. Resûlullah sordu: Benden ne istersin? Dilersen seni
yeşil bir ağaç hâlinde dirilteyim. Şark ve Garp halkı senin meyvelerini
toplasın yine de bitmeyesin. Yahut âhirette hep ter ü taze kalacak bir
fidan hâlinde dirilteyim? Hangisini istersin? dedi.
Hurma dalı: Benim terâvetim senin cemâlindir. Onun için ben
cemâlinden başka şey istemem! dedi. Resûlullah: O halde seni gömsün-
ler ve insan olarak haşrol! buyurdu.
Hurma dalı bu sözleri nasıl söyler, denebilir. Elin ayağın da hur-
ma dalından ne farkı var? Bunlar da câmid değil mi? Bunları harekete
getiren ve bu hareketleri ele ayağa yaptıran tutmak, itmek, yürümek
gibi fiillere kumanda eden nedir?
Tarikat yolu aşk yoludur. Akıl babı değildir.
İmam Gazali, Necmeddin Kübrâ Hazretlerinin huzuruna gelmiş.
Maksadı, hazretin içinden çıkamayacağını sandığı bâzı sualler sormak
imiş. Fakat Necmeddin Hazretleri kâbız ismiyle tecellî edince, İmam
Gazalinin bütün bildikleri silinmiş. Hazret o zaman: Yâ Gazali, demiş,
SOHBETLER 173
hafızanı biz kabzettik. Şimdi, kendi ilimlerinin iade olunmasını mı is-
tersin, yoksa bâtın ilimlerini mi istersin?
Bu sual karşısında Gazâlî: Ah Efendim, elli senedir bu bilgiyi ka-
zanmak için çok emek sarfettim. Bana onları bağışlayın! diye cevap
vermiş.
Nasıl ki bizim semahaneye gidip gelen meşhur bir hafız vardı.
Kendisinin mihraba geçirilmemesine canı sıkılır, ben bu kadar kuvvetli
bir hafızım, neden mihraba geçirilmiyorum! diye söylenirmiş. Bir gün
geçirdik. Namaza başladı fakat el-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn er-
rahmâni'r-rahim... dedi ve kaldı, bir türlü arkasını getiremedi."
- "Biz ne isteriz de sen vermezsin? Senin için güçlük yok. Nur ve
zulmet, akşam ve sabah da yok... Yâ Rabbî bizden muradın ne ise bize
onu müyesser eyle... o muradın ki kullarında ihlâs ve safa ve ahidlerin-
de sıdk ve vefadır, ondan ayırma!
Bizi senin benliğine benliksiz eriştir ki sıfatınla sıfatlanalım. Bizi
bizsiz senden sana ulaştır ve şükrün yolunu bize müyesser et ki tâat ve
hizmette seninle olalım.
İlâhî, yüzümüzü îman ve İslâm kıblesinden, ayağımızı tevhîd ve
îkan yolundan ayırma. Yâ Rabbî, bizi senin murat ettiğin doğru yolda
eyle. İlâhî, hıfzınla iffet, aşkınla gına ve devlet ihsan et ve hidâyete er-
dirdikten sonra dâllîn ve mağdûbînden eyleme"
Hocamız camide dinlemiş olduğu bir vaazdan bahsederken:
- "Vaiz, İslâm demek, paklık, temizlik demek, içini dışını temiz
tutmak demektir, diyordu. Ne güzel bir söz... yine diyordu ki: Resûlul-
lah Efendimiz: Ağzı sarmısak ve soğan kokan kimse mescide girmesin,
kimseyi rahatsız etmesin, buyuruyor.
Böyle söyleyen Sultan, ya kalpleri incitmeye nasıl razı olur? diyor-
du."
Nursabah 1 Hanım' in hammallık eden zevcinin, işinden çıkarıl-
maktan korktuğu konuşuluyordu:
1- Emektarlardan bir siyâhî kadıncağız.
174
- "İşte, Hakk'ın rahmeti gazabını örttüğüne bir nümûne!. Ham-
mallık ne kadar zor bir iş... arkasında yük taşımak ne kadar ağır bir
hizmet. Fakat yine bu vazifeyi elinden alacaklar diye tir tir titriyor. Al-
lah, o ağır işe karşı bu kimsenin kalbine bir meyil koymuş.
Meselâ, cami kubbelerinin veya minarelerin kurşunlarını yapan-
ların büyük tehlikelerle karşı karşıya kaldıkları halde yine de seve se-
ve iş arayıp çalışmaya istekli olmaları da böyle değil mi?
Ya o ateşçilere, lağımcılara ne demeli? Biri sabahtan akşama ka-
dar ateş karşısında, öteki, bütün gün pislik içinde. Fakat sor onlara...
sizi işinizden çıkaracağız, de de bak, nasıl korkar ve kahırlanırlar.
İşte sebekat rahmeti alâ gazabı! Allah'ın rahmeti gazabını ört-
müştür, kelâm-ı şerifinin mânâsı.."
Seruer Beyefendinin bıraktığı boşluk pek büyüktü 1 . İlk mektep
sıralarından bu yana devam eden o eşi asırlar içinde zor bulunur dost-
luk, arkadaşlık, hemhallik ve bir mürşit-mürit münâsebetinin muhte-
şem örneği artık gizlilik âlemine karışmıştı.
Herkesten, hepimizden ziyâde hâdisenin tesir edeceği insan, elbet-
te ki Ken'an Rifâî idi. Fakat duyduğu büyük acıya rağmen, bize,
Hak'tan gelene nasıl eyvallah dendiğini, müstesna sabrı ve temkini ile
göstermiş bulunuyordu.
Her şeye rağmen o bütün ömrünce mürşidine hayâtını siper etmiş,
vefalı ve âşık dostun çekilişi, konakta büyük bir boşluk açmıştı. Gerçi
aile mûtat temposu içinde yaşamaya devam ediyor ve bu ayrılığın acı-
sını mümkün olduğu kadar derinlerde tutarak Ken'an Rifâî'ye hissen
yardım etmek yoluna gidiyordu. Hattâ Server Beyefendi 'nin bu ânî
vefatı karşısında yeryüzünde üçü beşi geçmeyecek ölçüde bir anlaşma
ve muhabbet içinde yaşamış olduğu zevcesi Sabîha Hanımefendi bile,
teessürünü mümkün mertebe saklamak suretiyle mürşidine hizmet et-
mek gerektiğini hissediyordu.
işte, konağın bu dalgalı acılı günlerinde, Behîre Hanım'la zevci
Mehmet Zeki Bey ve oğlu, binanın bir ayrı bölümü sayılacak kısmında
oturmak üzere davet olundular.
Dâire badana edilecekti. Onun için de ailenin, koku ve rutubet ge-
çinceye kadar başka odalardan birinde kalması kendisinden rica olun-
duğu halde, bütün bu tekliflere rağmen Behîre Hanım, kendisine tahsis
1- Dr. Server Hilmi Beyin vefatı: 1 Nisan 1930.
SOHBETLER 175
edilen yerde kalmakta ısrar ederek başka tarafa gitmeyi kabul etmemiş
bulunuyordu.
- "Bu hal nedir? Tâyin edilen hududu geçmemek! Kendisine yer
gösterildiği ve rica edildiği halde o yine hududu muhafazaya çalışmış.
Saygıyı ne kadar severim.
Allah da kuluna şeriat dâiresinde izin veriyor: Gez, yürü, eğlen...
diyor. Fakat o, bu müsâadeyi dahi imsak ile kendini kontrol ederek sı-
nırlı kullanıyor. Hazret-i Ali de öyle buyurmuyor mu: Cenâb-ı Hak
haramını zemmetti. Ben helâlinden de geçtim. Dünya bana sağ elini
uzattı, ben solunu da çevirdim ve kendisini muhtaç gördüğüm için yi-
ne hepsini kendisine bıraktım."
Güzide Hanımefendi, evlâtlarına fevkalâde haris bir ana ve ba-
banın bu evlâtlar yüzünden başlarına gelenleri anlattı:
- "Hiçbir şey sebepsiz olmaz. Onun için şuna buna îtirâzı bırak-
malı. O ana baba, evlâtlarına ziyâde düşkünlüklerinden bu hallere
mâruz kaldılar. Onun için, olduğumuz bulduğumuz hal kendi amelleri-
mizin neticesidir, başka bir şey değil. Herhangi bir mahkemenin verdi-
ği hükümlere bile ses çıkarmıyor, razı oluyorsun. Ya mutlak olan
hâkim nasıl yanılır? Mâruz kaldığın her hal, iyi veya kötü amalinin
neticesi olarak verilmiş hükümlerin icâbıdır.
Kirâmen Kâtibin 1 herşeyi yazar derler. O Kirâmen Kâtibin de
sensin, yapan da sensin! Şunu bil ki hiçbir şey kaybolmaz, unutulmaz.
Sen kendi amellerini kendi elinle yazıyorsun. Nasıl kaybolur? İkra*
kitâbeke: 2 Kendi kitabını oku. Çünkü her şey oradadır. Cenâb-ı Hak
yine buyuruyor: Kim ki sâlih amel işlerse kendi nefsinedir. Kötü amel
işlerse, muhakkak yine kendi nefsinedir. ^
Dünya bir hesap mahallidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de: Er-
kek olsun kadın olsun mü'min, sâlih amel işleyendir. Biz onlara hayâ-
t-ı tayyibe ihsan ederiz 4 buyuruyor.
Hayât-ı tayyibeden maksat, dünyâda kanâattir. Kanâat büyük
şeydir. Duâ edip diyelim ki: Yâ Rabbî, bizi bizsiz senden sana ulaştır ki
senin sıfatınla sıfatlanalım...
1- İnsanların yaptığı iyilik ve kötülükleri kaydeden melekler.
2- İsrâ sûresi, 14. âyet.
3- Füssilet sûresi, 46. âyet.
4- Nahl sûresi, 97. âyet.
176
Fena etse beni aşkın değil gam ey dem-i îsâ
Fena bulmak tarîkinde bana devlet bekasıdır"
Nazlı Hanımefendi, sünnet-i seniye olmadığını söyleyerek resim
çıkartmayan ve şapka giymeyen, netice itibariyle de işine gidemeyen bir
hocadan bahsetti.
- "Her asırda bir kâmii insan müceddit olarak gelir. O hoca efendi
bu müşkülünü irfan erbabı bir kimseye anlatmış olsaydı tatmin edici
bir cevap alacağı muhakkaktı.
Bir kere Zamân-ı Saadette fotoğraf yoktu. Hem Resûlullah Efen-
dimiz'in de resmi menetmesi ve: Benim tasvirim dahi olsa nerede gö-
rürseniz ayaklar altına alınız, diye buyurması, Arapların put âlemin-
den yeni yeni kurtulmakta oldukları bir zamanda idi. Hattâ Yahudiler:
Müslüman oluruz, ama putlarımıza dokunmazsanız... demekte idiler.
Bu hoca efendi, işine gidememekle ailesine de bakamıyor, demek-
tir. Halbuki bir müslümanın ailesine bakması ve muhabbet etmesi ibâ-
dettir. Ailesini seveni Allah da sever. Çünkü bütün yaratılmışlar
Allah'ın ayalidir. Ve yine Resûlullah: İçinizde en hayırlınız, ailesine ha-
yırlı olandır, buyurur. Yine o büyük Peygamber, birçok müşkülleriniz-
de size yardım edecek bir anahtar veriyor. Bu anahtar nedir? derseniz;
Allah sizin amellerinize değil, niyetlerinize bakar düsturudur.
Onun için bu fotoğraflar bu şapkalar ki, hep toprağın dışında ka-
lacak şeylerdir. Şu halde bunları giymenin de giymemenin de ne ehem-
miyeti olur?"
- "Rivayet olunur ki: Hz. îsâ bir gün yolda giderken şeytanı gör-
müş, bir eşeğe dört çuval yükletmiş gidiyormuş: Ey şeytan, nereye gidi-
yorsun? demiş. Şeytan: Bunları satmaya gidiyorum, diye cevap verince
Hz. Isa: Onlarda ne var? diye sormuş.
Şeytan: Birinde cevr, birinde haset, birinde hile ve düzen, birinde
de hiyânet var! demiş.
Çevri kime satarsın, diye sorunca: Çevri meliklere, pâdişâhlara
satarım. Çünkü onlar cevr etmeyi severler! demiş. Hasedi, ulemâya sa-
tarım, kapışırlar.
Hile ve düzeni tüccarlara, hiyâneti de kadınlara satarım, ki bu en
dehşetlisidir! demiş."
SOHBETLER 177
Sabîha Hanımefendi:
- Dergâh-ı şerife ilk defa gelen Vahit isimli Bektaşî dervişi, Mes-
nevî-i Şerif takrîrinizdeki cennetler bahsini dinledikten sonra kendin-
den geçersek: Cennetleri dünyâya indirdin, diye haykırmış ve etrâfın-
dakilerle konuşamayacak kadar büyük bir heyecan ve galeyan haliyle
sokağa çıkmış bir taşın üzerine oturup şu şiirini bir solukta yazarak
Server Hilmi Bey 'e göndermiş:
Ben bugün geldim senin dergâh-ı pür-âgâhına
Benziyorsun tıpkı şahım, sevdiğin ol şahına
Benziyorsun mağz-ı Kuranın bütün tefsirine
Benziyorsun Pirine, üstadına, Allah'ına
Yazını gûş eyledim gönlüm neşât içre revân
Cenneti dünyâya naklettin ne mutlu nâmına
Ravzanın enhârı veş câri olurdu sözlerin
Nûr-ı vechin nur salardı şol semânın mâlıma
Vâkıf-ı ilm-i kemalsin, mürşid-i hakk-ı zaman
Gıptalar uşşâka kim yüz sürmede dergâhına
Münci-i ehl-i tariksin, melce-i bî-vâyegân
Kurtulur şekk ü teşevvüşten gelenler râhına
Kimseyi medheylemezken kilk-i Vahit pek aceb
Oldu hayran bağteten etvârına evsâfına.
- "Bu yâd ediş, eğer o kimse dünyâda ise kalbine ferah verir, ah-
rette ise serinletici ve güzel kokulu rüzgârlar gibi onu ferahlatır.
O Bektaşî bu sözleriyle beni medhetmiyor. Bende gördüğü
Hakkın tecellîsini medhediyor. Benim memnuniyetim de ne güzel bir
görüşü ve anlayışı var, diyedir."
Semîha Hanım:
- ilâhî hakikati örten, senin ente ile işaret olunan vücûdundur,
buyruluyor.
- "Elbette. Allah gayrı değil ki ona vâsıl olasın... hicap olan senin
kendi vücûdundur. Onun için, sen sensiz bana gel... o mania o hâil, hep
senin senliğin yâni, enteliğindir."
Sabîha Hanımefendi:
178
- Bu darda, bu dünyâda yârdan gayrı bir şey yok 1 sırrı gibi...
- "Kıyamet koptuğu ve herkes öldüğü vakitte Cenâb-ı Hak: Bugün
mülk kimindir? diye nida edecek. Herkes ve her şey öldüğü için kimse-
den ses çıkmayınca yine kendi: Kahhâr ve vahit olan Allah'ındır 2 diye
cevap verecek.
Ama bu hal şimdi de öyle... Bu sual ve bu nida her zaman için so-
rulmakta... gözün varsa hasrı da neşri de, cenneti ve cehennemi de bu-
rada gör. Hazret-i Niyâzî de: Haşr u neşri burada gör, İsrafil
Aleyhisselâm sûrunu üflemeden demiyor mu? Hazret-i Ali'nin de:
Ölüm, gözümden örtüyü kaldırdığı zaman bu dünyâda gördüğümden
fazla bir şey görmeyeceğim... demiş olması aynı mânâyı teyid etmiyor
mu? Zîra cennet de buradadır cemal de!"
Münîre Hanımefendiye hitapla:
- "Münîre Hanım, Münîre Hanım!
Vücut gemidir
Akıl dümenidir
Fikir küreğidir
Kulak yelkenidir
Kullan gemini
Göreyim seni
Dediler ve saldılar bizi
Ummân-ı dünya ve iptilâya
Durma çalış kalbin cilala
Bırakma işini ferdaya."
içimizden biri bir kimseden bahsederken: Çok sâdık bir insandır
dedi. Bunun üzerine:
- "Sadâkat, hayvanda da bulunabilir. Köpekteki sadâkat, sadâka-
tin derece-i ulyâsıdır. Binâenaleyh insanda bu sadâkatin mevcudiyeti
onun için büyük bir meziyet teşkil etmez. Fakat aşk, insana has bir
meziyettir. Şu kimse âşıktır, dersen anlarım. Çünkü aşk hayvanda yok-
tur. Bir insanda hayvandan daha yüksek bir mertebe aramam tabiîdir.
1- Leyse fi'd-dâri gayrünâ deyyâr. (Şeyh-i Ekber)
2- Mü'min sûresi, 16. âyet.
SOHBETLER 179
Demek istiyorum ki, sadâkatiniz ile öğünmeyiniz. İnsan deyince
sadâkat tabiîdir. Fakat aşkın evsâfı içinde sadâkat de her şey de mev-
cuttur. Bir çok kimseler sadâkatle iftihar ederler. Halbuki köpek de
sahibi için canını verir.
Filibe'de Çerno isminde bir köpeğimiz vardı. Kömürlükte yatardı.
Yavrulayıp çoğaldığı zaman mecburen sokağa bırakırdık. Bulgarlar Fi-
libe'ye hücum edince, babam, siyâsî sebepler yüzünden İstanbul'a git-
meye mecbur oldu. Sultanım anam, orada kaldılar. Çerno, her gece ne
kadar evlât ve ahfadı varsa hepsini toplayarak evin etrafını kuşatır,
bekçilik ederdi. İşte bir köpek de canını sahibine feda ediyor, hem de
sokaklarda olan çoluğunu çocuğunu toplayarak... daha ötesi olur mu?"
Güzide Hanımefendi:
- Fakat bu köpeğin hâlinde de bir fevkalâdelik olmalı...
- "Her şeyde bir fevkalâdelik vardır. Allah'ın her kulunda bir me-
ziyet tecellî etmiştir. Her şeyde kâim ve hâkim Allah'tır. İstediği şey-
den o fevkalâdeliği gösterir. Bir buldok ile bir kedimiz vardı. Geceleri
bunlar da birbirlerine sarılarak yatarlardı."
Münîre Hanımefendi:
- Halbuki kedi ile köpeğin zıddiyeti mesel olmuştur. Sanki, öyle
bir yerdeyiz ki burada Mûsâ ile Firavunun dâvası olmaz... demek isti-
yorlarmış gibi bir ünsiyet...
- "Eğer çalışkanlığın ile öğünüyorsan karınca ile de yarış edemez-
sin a!.. Akıllıyım dersen tilkide de o maaş aklının bir kısmı mevcut. Bü-
tün bunlar hayvanda olursa, sen ne ile iftihar ediyorsun?
Münîre Hanımefendi:
- Muhabbet kuşu denen bir kuş var ki, birbirlerinin karşısına ge-
çip yüzlerine bakarlar. Bunlardan biri öldüğü vakit eşi de ölür.
- "Bu aşk değildir. Sevk-i tabiîdir, meyildir. Yalnız irfan, aşk ve
rahman cezbesidir ki işte insana mahsus olan odur."
İslâmiyet'in kadına bahşetmiş olduğu müsâade ve imkânlardan
bahsediliyordu:
- "Hazret-i Mevlânâ öyle buyuruyor: Kadınlara muhabbet etme-
yen ve mağlûp olmayanlar, akılsız câhillerdir. Muhabbet eden ve
mağlûp olan ise âkillerdir. Onun için, hayvan dişisine muhabbet etmez
ve mağlûp olmaz. Bu, insana verilmiş bir haslettir.
Resûlullah Efendimize bir gün zevcelerinden birinin canı sıkıla-
rak mübarek göğüslerinden itmiş. Valdesi de orada imiş. Kızına canı sı-
180
kılarak azarlayınca, Efendimiz: Bırak, bırak... onlar bundan fazlasını
yaparlar da ben yine hoş görürüm. Sizin içinizde hayırlı olanınız, ehli-
ne hayırlı olandır, buyurmuşlar.
Bir gün de Hazret-i Ömer'in, zevcesine canı sıkılmış, bağırıp çağı-
rıyormuş. Zevcesi: Kuzum sana da ne oluyor? Resûlullah, zevcelerinden
ne ağır muameleler görüyor da }dne tahammül ediyor... deyince Hazre-
t-i Ömer, Resûlullâh'm zevcâtından olan kızı Hafza'yı düşünerek: Ey-
vah, o da böyle yapıyorsa yazık ona... demiş ve sonradan kızına: Sakın
sen Ayşe'ye bakıp onun yaptıklarını Resûlullâh'a yapmaya kalkışma...
çünkü o hepinizden makbuldür, demiş.
Evet, zahir cihetiyle erkek kadına galiptir. Fakat mânâ cihetiyle
kadın erkeğe galiptir. Kadına hürmet, onun mantosunu tutmak, arka-
sından 3'ürümek demek değildir. Kadına hürmet, ona her zaman için
incelikle muameledir.
Arif kişinin kadına hürmeti, Allah'a muhabbetidir. Çünkü onda
Hakk'ın pertevini, nurunu görür. Kur'an-ı Kerîmde de: Biz her şeyi tek
bir nefisten halk ettik ve eşini de ondan halk eyledik 1 buyurulur. Eğer
erkek kadınla sakin olmasaydı, yalnız ilâhî tecelliyâta dalıp, ondan
başka hiçbir şeyle sakin olamazdı. Cenâb-ı Hak: Ey mutmainne olan
nefis, sen Rabbine, o senden sen ondan razı olduğun halde dön.. 2 diye-
rek müennes olan nefse hitap ediyor.
Her şeyin olduğu gibi nefsin hakikati de Allah'tır. Ondaki nefislik,
kötü ahlâktır. Bunlardan sıyrılınca, ruh, eziyet etmiş olduğu bu nefse
acır ve ettiklerine üzülür. Hâsılı insan, kâmil olursa, elbette dişisine
hürmet eder. Ama câhil olursa onun hâkimi ve galibi olur. Kadın, esas
itibariyle erkeğin yoldaşı, haldaşı, sırdaşı, kendidir.
Hazret-i Adem tecellî nurunda mahv olup eriyince, ceberut ve
lâhûtun ziyası da eklendi ve böylece kendisinden Havva zuhura geldi
ve Âdem, onu karşısında görmekle teselli buldu. Çünkü bu âlemde baş-
ka türlü oyalanamazdı.
Nasıl ki rûh-i mücerret de kalbe gelip onunla izdivaç edip nefis
doğdu ve ruh da nefse tâbi oldu.
Resûlullah Efendimiz, kendisine vahdet galebe ettiği zaman Haz-
ret-i Ayşe'ye: Benimle konuş yâ Hümeyrâ!. Kesrete geleyim, seninle
sükûn bulayım, buyururdu.
Görünüşte, su ateşe galiptir, onu söndürür. Fakat araya bir hicap
koy... meselâ ateşin üstüne suyu bir çömlek içinde koy da bak, o vakit
1- A'râf sûresi, 189. âyet.
2- Fecr sûresi, 27. âyet.
SOHBETLER 181
hangisinin galip olduğu meydana çıkar. Bu halde ateş suyu kaynattık-
tan başka, mayi iken buhara çevirir. İşte erkeğin galibiyeti de zahir ci-
hetledir. Mânâda galip olan ise kadındır."
Kendisine Cenâb-ı Hakk'ın birçok nimetler ihsan ettiği bir kimse-
nin, bunların kadrini bilmemesinden bahsediliyordu:
- "Acaba hangimiz Allah'ın verdiği nimetlerin kadrini bilebiliyo-
ruz? Hemen Allah ayıplarımızı yüzümüze vurmasın, o vakit elâlem
maskarası oluruz. Meselâ bağırsaklarda gizlice dolaşan bir gaz,
hâriçten bir tazyik ile dışarı çıksa, o vakit herkes seninle alay eder.
Gerçi o ayıp sende mevcuttu. Ama gizli olduğu için bilinmiyordu.
Sabîha Hanımefendi:
- Sen bizim bütün ayıplarımızı görüp bildiğin halde affediyorsun.
Münîre Hanımefendi:
- Hazret-i Pîr'in: Benim ayıbımı bilen var mı? diye suâline cemâ-
atten birinin: Senin ayıbın, bizim gibi âsî ve mücrim müritlerin babası
olmandır. Bizi rûz-ı mahşerde kurtarırsan ayıbın kalmaz, dediği gibi,
senin de ayıbın bizim gibi mücrim ve günahkâr bendelerin efendisi ol-
mandır.
Aliye Hanımefendiye hitapla :
- "Defteri yazıyor musun Aliye?"
Aliye Hanımefendi:
- Yazıyorum Efendim. Fakat yavaş, yavaş...
- "Ziyanı yok. Damlaya damlaya göl olur, elverir ki durmasın yü-
rüsün..."
Bir iki sene evvel hafif bir felç geçirmiş olan Münîre Hanımefen-
di'nin zâten itibarlı ve imtiyazlı olan mevkii, hastalığının îcap ettirdiği
bâzı müsâadeleri de içine alınca daha da hususiyet kazanmıştı. Me-
selâ, vakitli vakitsiz bazen de sesli olaı^ak geğirmek ihtiyacı duyar ve
dâima da arkasından: Estağfirullah! derdi. Bunu bazen de konuşulan
çok ağır mevzuu hafifletmek ve dikkati kendi üstüne çekerek, havayı
değiştirmek için sun'î olarak da yapar ve yine arkasından: Estağfirul-
1- Hocamızın büyük kızı ve Doktor Ziya Cemal Beyin refikası.
182
lah! demeyi unutmaz, böylece de, bu latife çeşnisi ile meclisin ağır ha-
vasını değiştirirdi.
Münîre Hanımefendi, hocamız ile aileye ait bir mesele konuşurken
yine mûtadı olan sesi çıkardı, fakat konuştuğu için olacak, estağfirul-
lah demeyerek sözüne devam etti. Bu hal hocamızın gözünden kaçma-
mıştı:
- "Haydi söylesene!" dedi.
Münîre Hanımefendi:
-Aman Efendim konuşuyordum, diye cevap verince;
- "Ne kadar meşgul olursan ol, mihrap önünden geçerken niyaz
etmeyi unutma!" demek suretiyle, bir küçük hâdise, bir prensibin, uya-
nık olma hâlinin devamlı olması keyfiyetinin açıklanmasına yol açmış
oldu.
Hüsniye Hanım:
-Aşk, herkes için bir ihtiyaç mıdır?
- "Tabiî... hem de umûmî bir ihtiyaçtır. Bundan kimse baş çevire-
mez. Fakat aşkın dereceleri ve nevileri vardır. Yâni zahiri ve bâtını
vardır.
Zahirî kısmı, zengin olmak, mâruf, meşhur olmak, evlât yetiştir-
mek ve ilh... gibi şeylerdir. Zahir aşkın en üst derecesi de, bir kadınla
bir erkeğin arasındaki muaşakadır. Ama aşk nâmına lâyık ve uygun
olan bir muaşaka, yoksa hayvâniyet değil.
Bâtınî kısmı ise yârin aşkı, cananın aşkıdır ki ebedî, daimî ve bakî
olan gerçek aşk budur. Mecazî aşk müptelâları, hüsrana mahkûmdur-
lar. Çünkü maşukları fânidir. Her fânî, yâni her değişikliğe mâruz
olan, şüphesiz fenaya mahkûm olduğundan, netîce itibariyle elde kuru
daldan başka bir şey kalmaz.
Zaman, dinlemiyor geçiyor. Günler birbirini takip ediyor. Tâ ki
son durağa kadar. Karganın arkasından gidersen seni mezbeleye götü-
rür. Bülbülün arkasından gidersen, elbette gülistana gidersin."
Hüsniye Hanım:
- Fakat herkes de hakîkî aşka müptelâ olamıyor ki... Ya insana ya
eşyaya âşık oluyor. Eşyaya âşık olmaktansa insana âşık olmak daha
iyi değil mi?
- "Lâhûtî olmak şartiyle evet... nerede o Mecnun ki: Leylâ, Leylâ.,
derken Mevlâ'yı bulsun?"
Hüsniye Hanım:
SOHBETLER 183
-Kâmil insan, hakîkî aşkın kapısı...
- "Öyledir. Her şey, o kâmilin kalbine girebilmek için yol arar ve o
sırât-ı müstakimden aslına ulaşmak için hasret çeker. Her şeyin esas
yüzü, bilerek bilmeyerek o. tarafa dönmüştür.
Şurada otururken sokaktan geçenlere bakıyorum: Asker, sivil, po-
lis, odacı, çöpçü, türlü kıyafette insanlar geçiyor. Bunlara: Efendiler ne-
reye gidiyorsunuz? diye sorsanız, hepsi de bağlı olduğu merkezleri ve
gidecekleri yerleri söylerler. Meselâ ben muallimim, maârife tâbiyim.
Doktor sıhhiyeye, mühendis nâfıaya ve ilh... fakat bu merkezlerin hep-
sini birden cem eden, hepsine birden hükmeden bir ana merkez, bir hü-
kümet var. İşte, asıl merkeze tâbi olan bu merkezlerden birini, faraza
belediyeyi ele alalım: Bu dâirenin en küçük memurundan, çöpçü, onba-
şı, kâtip, muhasebeciden tâ belediye reisine kadar hepsi de kendi
vazifelerinin icap ve mesuliyetleri hududu içinde meşguldürler. Gerçi
hepsi de aynı merkezin hizmetindedirler. Fakat aralarında derece fark-
ları vardır. Faraza belediye reisinin belediye merkezine olan yakınlığı
ile çöpçününki bir midir? İşte bu tabloyu âyân-ı sabiteye benzetebiliriz.
Herkesin mensup olduğu isim onun rabbi, mürebbîsi, âmiridir. Ama
âyân-ı sabiteden daha yukarı çıkarsak vahdet zuhur eder. Yâni onu da
hükümete benzetebiliriz."
Kardeşlerimizden Pırlanta Kanım' in oğlu ve Doktor Ali Mazhar
Bey 'in kardeşi Bomonti Fabrikası Müdürü Hasan Bey, Servet Beyefen-
dinin irtihâli dolayısiyle, hocamıza bir tâziyet mektubu yazmış. Bizzat
gelmeye cesaret edemediği için de özür dileyerek bu mektubu akraba-
sından bir zat ile göndermiş:
- "Şu kalp rabıtası menedilir mi hiç? Bağlandığı, incizap duyduğu
bir vücûda ubudiyet arzetmek. İşte bu his men olunamaz. Esasen tek-
kenin de tarîkatin de mânâsı budur. Onun için bu kalkamaz. Çünkü
beşerî ve ruhî bir ihtiyaç ve icaptır. Tekke, avam içindir. Bu çekiliş ve
muhabbet ise olgun ruhun kârıdır. Bundan da anlaşılıyor ki bir kimse,
bir insana tâbi olup ondan şifâlanmaya muhtaçtır. Tâbi olunca da gös-
tereceği yoldan gitmesi tabiîdir.
Nietzsche'nin ıztırâbı kendinden üst insanı bulamamak değil miy-
di? Nihayet bu yokluk yüzünden, dünyâya daha geniş ölçüde fikir ve
felsefe hamulesi getiremeden aklî muvâzenesini bozdu.
Hasan Bey, bir gün de annesiyle bana bir haber göndermek iste-
miş. Pırlanta Hanım da: Ben söyleyemem! diye reddedince: Öyle ise
184
ben de kalben anlatırım, demiş. îmânının derecesini düşünün. Karşı-
sındakinin o kalp lisânını duyacağından o kadar emin! Bu emniyet, ona
nereden geliyor? Demek bu, ezelî bir incizap, bir bağlanış, bir çekiliştir.
Cezbetmek, cezbedilmek ve cezbedilenin de kendisini cezbedene mu-
habbet ve itaati, tarikat denen Hak yolunun esâsı demektir ki,
maksûda varmak için cezbedenin gittiği yolu takiptir.
Shakespeare'in dediği gibi, kim sevdiğini ilk görüşte sevmemiştir."
Pırlanta Hanım:
- Bu zat sizi semahanede kisveli olarak ve zikrin rûhâniyeti içinde
görmedi. Yalnız bir defa ayak üstünde görüştünüz ve işte o bir an için-
de de muhabbet derecesinden bile ileri geçmiş.
İlim sahibi bir hocanın çömezi olur, onu terbiye eder, bilgilerini
verir. Bu bir zahir ilim. Fakat bâtın ilminde, kâmilin kalbindeki ocak-
tan sıçrayan bir kıvılcım, karşısında bulunan ezelî istidat sahibinin
kalbine tesir ederek ona aşk ve cezbe yangını veriyor. Böylelikle de kötü
ahlâklarını, benliğini, ikiliğini yakarak terbiye ediyor. Meselâ bu zat,
uzaktan bile yanıp iştiyak arzediyor. Bir de maazallah yakında olup
da onun derecesinde olmamak da var.
- "Dünyâda her şey yanar. Taş bile yanar. Fakat bir taşın yanış
istidadı ile, odunun, gazın, kavın, hele alkolün yanma kabiliyeti bir mi-
dir? İşte o aşk şeraresine istidat da herkeste aynı derecede olmuyor."
Hasan Bey mektubunda şunları yazıyordu: O zât-ı âlînin değil
bizzat ziyaretinde bulunmak, hattâ şu satırları yazarken, gözümün
önünde canlanması bile benim için bir zevk, hürmet ve kudrettir. En
bunaldığım zamanlarda bile manevî kuvveti ile beni besleyen böyle bir
şahsiyete nasıl muhabbet ve hürmet duyduğumu izhar ve beyâna tercü-
man olmanızı rica ederim... diyerek, akrabasından olan bu zâtın tavas-
sutunu iltimas ediyordu.
Bu mektuba verilen cevap da şöyle oldu:
- "Sen bizim ateşimize tesadüfen düşmedin. Belki senin mayan bu
ateştir. Senin bize mail olman, bizim sana meclûp olmamıza tekaddüm
etmiştir."
Münîre Hanımefendi, kardeşlerimizden birinin, herhangi müşkül
ânında, Hocamızın maneviyâtını rahatsız etmemek için Server Beye-
fendi 'den istimdat ettiğini söyledi:
- "Rahatsız etmek ne demek? Bu fikri neden tashih etmediniz?
Mürşit demek, sâde onun kalıbı demek değildir ki... onun maneviyâtı
SOHBETLER 185
hudutsuzdur. Zahir başka, bâtın başka... bir kimsenin, mürşidinin
maneviyâtından yardım dilemesi, zahiren bir istekte bulunması bir iş
teklif etmesi gibi değildir ki rahatsızlık bahis mevzuu olsun..."
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, bilmem ki, zamanın bereketi mi yok, nedir 1 ? Çabucak,
duyulmadan geçip gidiyor:
- "Zamanın duyulmadan geçmesi, Allah'ın bir lutfudur. Zamanını
ne geçiremeyenler vardır. Hastalık ile, elemler ile, kederler ile ve daha
türlü türlü sebepler ile dakikaları sayıp zamanın geçmesini bekleyenler
vardır.
Cennette zamanın geçtiği duyulmazmış, derler. Sen de işte zama-
nın geçtiğini duymuyorsun. Teessüf değil, şükretmen lâzım.."
Münîre Hanımefendi:
-Evet Efendim cemal cennetindeyim de ondan.
Sedat Bey, tanıdığı iki arkadaştan, iki dosttan bahsediyor, bunla-
rın görünüşte birbirlerine olan muhabbetlerine rağmen, fırsat bulduk-
ça yine birbirlerinin aleyhinde konuştuklarını söylüyordu:
- "Dünyânın herhangi bir tarafından bir şey ümit etmenin abes ol-
ması gibi, dost aramak da abestir. Dost, ancak Allah ve Allah'a mensup
kimselerdir.
O dost dediklerin, ya senden korkularından, veya bir şey ümit et-
tiklerinden öyle görünürler. Senden bir şey ümit ettikleri kadar
etrafında dostlar peyda olur. Ama herhangi bir suretle bu ümitler zail
olursa o dostlar da kaybolur gider.
Hâsılı dünyâdan vefa beklemek, o yüzden cefâ görmeye hazırlan-
mak olduğu gibi, insanlarından da dostluk beklemek aynı hüsrana yol
açmak demektir."
Hüsniye Hanımın akrabasından birinin, dünyâda her şey hayal,
hakikat yok, dediği söylendi:
- "Hem var hem yok. Hak'tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pin-
han imiş... Şeklinden suretinden bir şey bekleyenler için tabiî ki
dünyâda hakikat yoktur. Mânâsından istifâde etmek isteyenler için ise
186
dünya hakikatle doludur."
Setnîha Hanım:
- Yine firkattedir âşık olsa da yâr ile yek ten
Felek beyhude Kays'ı vâdi-i hicrana salmış
diye bir beyit gördüm. Buradaki hicrandan, vuslat içindeki hicran mı
kastedilmiş?
- "Bunun iki mânâsı var. Biri, âşık maşukunun yanında iken de
hicranda sayılır. Zîra âşık, maşukunun hakikatini bilmedikçe, aşk, sırf
tene âit zevklerden ibaret kalır. Zîra o âşıkı, sevdiğinin kaşı gözü
vücûdu avlamıştır ve kendisini avlayanın hakikatte ne olduğunu anla-
yamamıştır. Bu anlayamadığı hakikat ise Allah'ın cemâli nurunun per-
tevidir. Dünyâda ne kadar güzel şeyler varsa hep Cenâb-ı Hakkın nuru
pertevidir. Yine biraz evvel söylediğimiz gibi, mânâyı bırakıp şekilde
güzellik görenler, her türlü şekil zevale mahkûm olduğuna göre, şüphe-
siz hicran vadisine atılırlar. Ama Mevlâ'yı buluncaya kadar Mecnûnun
Leylâ, Leylâ demesi tabiîdir.
Halbuki diğer mânâda hicran, âşıka ceza ve ihtar olarak verilmiş
olmayıp, vuslatın kadrini bilmesi için lâyık görülmüştür ki bu ötekine
benzemez. Çünkü bu hicran, vuslata ermek için, vuslat ile hicran ara-
sındaki köprüden geçmek demektir."
Zengin bir adamın, daha fazla servete mâlik olabilmek için hava
oyunu oynarken bütün malını kaybettiği söylenmesi üzerine Münıre
Hanımefendi:
- Şimdi bu adamın başına gelene, Allah yaptı, diyebilir miyiz 1 ? di-
ye sordu:
- "O kimse, kendi nefsinin arzûsiyle para kazanmak için bu oyunu
oynadı. Onun için de Allah yaptı, diyemeyiz.
Bilirsiniz, iki türlü cebir yâni insan üzerinde iki türlü baskı var-
dır. Biri şeytanî diğeri rahmânî cebirdir. Şeytanî cebir, nefs-i emmâre
sahiplerinin tamâmiyle kendi nefsânî arzularına tâbi olmaları demek-
tir. Meselâ hava oyununda para kazanmayı istemek, tabiî ki nefsin
arzusudur. Bu gibi kimseler, tamâmiyle şeytan tarafından aldatılmış
ve ezilmiş kimselerdir.
Bir de rahmânî cebir vardır ki, şeriat ve tarikat ehlinin
sülüklerinin ortalarında vâki olur. Yâni sülüklerinin orta yerinde olan
SOHBETLER 187
müritler, dâima mücâhede ve riyâzat hâli üzre bulunduklarından şey-
tanın aldatmalarına, çelmelerine kapılmamaya ve tamâmiyle Hak yo-
lunda gitmeye çalışırlar. Fakat ne de olsa bunlarda henüz sebat hâsıl
olmamış bulunduğundan kararsızlık içinde olmaları sebebiyle bir imti-
han vukuunda bocalayıp hatâ işleyebilirler. Sonra yine Allah'ın lütuf
ve inâyetiyle kalplerine bir korku, tövbe ve nedamet gelerek tövbe ve
istiğfar ederler. Günahtan tövbe eden günah işlememiş gibidir hadîs-i
şerifi üzre, Cenâb-ı Hak bunların tövbelerini kabul eder, yüksek ve ulvî
dereceler ihsan eyler.
Hâsılı düşe kalka Allah onların derecelerini yükseltir. İşte bu kim-
seler Allah'ın cebri altındadır. Bu cebre, cebr-i rahmani derler. Bunlara
cüz'î ihtiyar gelinceye kadar böyle düşe kalka giderler. İhtiyâr-ı cüz'î
hâsıl olunca da bir daha bocalamazlar.
Külli ihtiyar sahibi olmak ise herkesin kârı değildir. Bu, her asır-
da bir kişiye mahsustur. O zâtın her yaptığı ilâhî irâdeye uygundur."
- "Cenâb-ı Hak kaleme yaz dedi ve kalem her şeyi yazdı. Lâ ilahe
illallah yaz, dedi. Onu da yazdı. Ama, sıra Muhammed Resûlullâh'a ge-
lince, kalem şakk oldu, ortasından yarıldı. Kamış kalemlerdeki çatlak
gibi. Çünkü Resûlullah ilâhî aşka mazhardır. Onun için kalem bunu
yazmaktan âciz kaldı.
Tıpkı Cebrail Aleyhisselâm'ın, Mîrac'da, Sidre'den öteye gideme-
yince, Resûlullâh'ın: Ko yanarsam ben yanayım, deyip ileri geçtiği gibi.
Aşk, her şeyin, zikrin de fikrin de üstündedir. Ah! ibâdet de aşksız
olursa işe yaramaz. Yüz binlerce teşbih çekmiş namaz kılmışsın ne
ehemmiyeti olur. Halbuki Süleyman Çelebinin dediği gibi:
Bir kez Allah dişe aşk ile lisan
Dökülür cümle günâh misl-i hazan
Âşıkın yüreğinden fırlayan bir âh'ı, âbidin yüz senelik ibâdetini
aşıp geçer. Sahabeden bir zat, Harem-i Şerifte kılınan sabah namazına
yetişememiş, mescitten içeri girdiği sırada namazdan fariğ olunuyor-
muş. Teessüründen öyle bir âh etmiş ki bunu duyan bir başka sahabe:
Sen bana o âh'ı ver ben sana bütün bu cemâatin sevabını vereyim!, de-
miş.
Aşıkm âhı, cemâlullâhı görmekledir. Cemâli görerek edilen ibâdet-
le, Allah'ın emri olduğu için edilen ibâdet arasında ne kadar büyük
fark vardır.
188
Fakat bu da kazanmakla olmuyor. Allah vergisiyle oluyor. Çünkü
aşk Allah'ın sıfatıdır. Hadîs-i kudsîde de Cenâb-ı Hak: Ben gizli bir
hazîneydim istedim ki bilineyim... buyuruyor. Cenâb-ı Hak kendi gü-
zelliğini temâşâ için âlem aynasını halketti. Ve âlem aynasında da ken-
di cemâlini gördü. Bu âlem aynasının ruhu da kâmil insandır.
Diğer bir söyleyişle âlem bir göz ve kâmil insan gözbebeğidir. Göz,
bir âlem değil midir? İşte ondaki elif de insandır. İnsân-ı kâmilin aşkı
ile dolu olan âşıklar, sâde beş vakitte değil, dâimi salât içindedirler.''
Şevket Bacı yerde oturuyordu:
- 'Kalk Şevket iskemleye otur. Dizlerin ağrıyor. Bir gün Harem-i
Şerifte diz çökmüş oturuyordum ve dizlerim uyuştukça da ara sıra va-
ziyetimi değiştiriyordum. Yanıma bir zat geldi: Ya efendi, huzurunu
bozma da bağdaş kur otur, rahat et, zararı yok! dedi.
Öyle ya huzursuz diz çöküp oturmaktansa, huzur ile bağdaş kura-
rak oturmak elbet daha iyi... edep sâde zahirî hareketler ve görünüşler
ile değildir. Sen kalpte huzurunu muhafazaya dikkat et. Çünkü Allah
kalbe ve niyete nazar eder. Elverir ki sen onunla olasın."
Bir müddet evveline kadar kânun ve adaleti temsil eden ve bir
çok hükümler vermiş olan mühim bir şahsın, şimdi bir sebeple zanlı
olarak mahkemeye celbedilmiş olduğu konuşuluyordu:
- "Hesabı görülen, sığaya çekilenlerden sonra, bir gün de sıra he-
sap görmüş olanlara gelebilir."
Güzide Hanımefendi:
- Bir zamanlar bu hesap görenler ne haksız hükümler vermişler-
di.
- "Haksız bir şey olmaz. Her yapılanda bir hakikat vardır. Fakat
Allah'ın adaleti zincirlemedir. Elbet bir gün sıra hesap görmeye vâsıta
olanlara gelir. Evvelâ mîzan edip yâni başkalarını sîgaya çekip de son-
ra mîzâna çekilen o kimseye, sen onların kabahatlerini bulmuştun, on-
ları itham etmiştin, şimdi de nöbet senin deniyor. Elbet böyle bir
vazifeden sonra hesaba çekilmek, kânun ve adaletten habersiz kimsele-
rin hesaba çekilmesinden çok dehşetli ve ağırdır."
SOHBETLER 189
Öğle namazını kıldırmak üzere giden Fener Camii imamını pence-
reden görerek:
- "Cenâb-ı Hak, herkese bir kazanç kapısı vermiş... Bunlarınki de
Allah yolunda... ne güzel bir rızk. Bunlar, Allah yolunun hademeleri.
Muallimlerin rızkları da böyle... Güzel bir yoldan ihsan ediliyor. İlim
öğreterek kazançlarını temin ediyorlar. Halbuki kumarhane, meyhane,
hırsızlık, dolandırıcılık da birer kazanç yolu. Bu yollarda rızıklarını te-
min edenler de var!"
Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bahşetmiş olduğu nimetlerden konuşu-
yor, nimetlerin en büyüğü olarak da Allah'ın kuluna bir kâmil mürşit
ihsan etmesi olduğunu, ihsanların bu en büyüğü ile hiçbir lutfun mu-
kayese edilemiyeceğini söylüyorduk:
- "Fakat bulmak demek, bilmek, görmek ve olmak demektir.
Onun için de tarîkatte mürtet olan yâni dönen, yolunu şaşıran, şerîatte
mürtet olandan çok daha ağır bir yükün altında demektir. Çünkü
şeriat mürtedinin îmânı gaybî, tarikat mürtedinin îmânı şuhûdîdir. Bir
şeyi bilmeyerek yapmak başka, bilerek, görerek yapmak yine başkadır.
Binâenaleyh Allah'ın en büyük lutfu bir kâmil mürşidi buldurma-
sı olduğu gibi, en büyük azabı da, onun kalp ve hatırını kırdırmasıdır.
Kur'ân-ı Kerîm baştan aşağı gerek şu hikâyede gerek şu vakada hep
bunu söyler.
Meselâ Salih Aleyhisselâm, Semud kavmine peygamber gönderil-
mişti. İlâhî emre uyarak bunları Hak yoluna davet etti. Fakat bu ka-
vim, gece gündüz zevk ve sefa ve servet ve bolluk içinde tok ve bu tok-
lukla da gafletin pençesinde idiler. Salih Aleyhisselâm bunları dîne
davet ettikçe inkâra sapıp, bize putlarımız yeter! derlerdi. Nihayet
Salih Peygamber bîzar olarak Cenâb-ı Hak'tan izin istedi: Gideyim, se-
nin vekillerinle temas edeyim de içim açılsın, dedi. Böylece de Salih, bir
müddet gezip dolaştı. Fakat neticede yine gelip kavmini davet etmeye
başladı. Cevap olarak: Bizim rahatımızı bozuyorsun, putlarımızın yanı-
na gel. Bakalım bir görelim, sen mi kuvvetlisin, onlar mı? Eğer sen on-
lardan kuvvetli çıkarsan sana tâbi oluruz, dediler. Böylece de
puthâneye girerek putlardan bir çok şeyler istediler; fakat talepleri ye-
rine gelmedi. O vakit Salih'e: Eğer sen peygamber isen iste Allah'tan...
şu taştan bir yavrulu deve çıkarsın, dediler. Cenâb-ı Hak onların
arzusu veçhile o taştan bir yavrulu deve zuhur ettirdi.
Bu vak'anın olduğu mahalle Medâyin-i Salih derler. Develer ora-
190
dan mest bir halde geçerler. Eğer geçerken çökerlerse bir daha kalka-
mazlar. Onun için de deveciler develeri kendilerine getirmek üzre bü-
yük gürültüler yapar, haykırır, tüfenk atarlar. Ben bu hakikati
müşahedeme dayanarak söylüyorum. Bizzat gördüğüm bir hakikat ola-
rak naklediyorum.
Salih Aleyhisselâm'ın bu mucizesini görenlerden bir çoğu îmâna
geldi. Fakat içlerinden, her asırda mevcut olan bir zümre, bu îman
edenlere: Sihirdir, îman etmeyiniz, dediler. Bu suretle de bâzısı îman
ettiyse de bâzısı da etmedi.
Sonra halk, deve için bir kuyu kazdılar. O sudan bir gün deve içe-
cek bir gün de ahâli içecekti. Bu karar bir müddet devam ettiyse de
sonradan vazgeçerek, kuyudan her gün kendileri su almak istediler. İç-
lerinden yedi kişi ayrıldı ve deveyi sinirlemeye yâni öldürmeye karar
verdiler ve bir veled-i zina bularak deveyi öldürttüler. Yavrusu da ka-
çıp gitti. Sonra keyfiyeti Salih Aleyhisselâm'a haber verdiler. Salih on-
lara: Eyvah, öyle ise başınıza büyük felâket gelecek. İlk gün yüzünüz
sararacak, sonra kızaracak daha sonra da kararıp, akıbet helak olacak-
sınız; fakat eğer bu felâketten kurtulmak isterseniz, devenin yavrusu-
nu bulun ve onu ağırlayın, îzaz edip gönlünü alın! dedi. Halk yavrunun
ardından gittiyse de tutulamadı. Yavru Salih Aleyhisselâm'ı gördü. Üç
kere sayha vurup dağın içinden kayboldu. Salih Aleyhisselâm da kendi-
ne tâbi olanlarla memleketi terkeyledi.
Nihayet Salih'in tarif ettiği ahval zuhur etti ve bütün şehir, evle-
riyle beraber baş aşağı oldu. Salih Aleyhisselâm gelip bu manzarayı gö-
rünce: Ey kavim, ben size nasihat etmedim mi? diye kendi kendine söy-
lenerek üzüldü.
Cenâb-ı Fahr-i Âlem de Bedr gazasında ölen kâfirlere hitap edip:
Allah'ımın bize vaad ettiğini biz bulduk. Siz de buldunuz mu? diye so-
runca Hazret-i Ömer: Ölüye hitap etmek olur mu yâ Resûlallah, onlar
işitirler mi? diye sorunca Efendimiz: İşitirler, fakat cevap veremezler.
Çünkü her ruh amelleriyle, vücûda bürünmüş olarak berzahta kalır,
buyurdular.
İşte marifet emânetini hâmil olan sır devesi de Allah'ın mukaddes
bahçelerinde otlayıp orada Hak sırlarının yemişlerini yiyiyor ve tecellî
pınarının suyunu içiyorken his ve hassalara da gayb sırlarının sütünü
veriyordu. Fakat nefis Semûd'u, tabiî kuvvetleri toplayıp şeriata karşı
koyarak tarikata îtiraz edip o sır nâkasını öldürdü. Bu suretle de ken-
dileri cehil ve gaflette kalarak Salih Peygamberin dediği gibi sarılık,
kırmızılık, siyahlık zuhur etti. Yâni zulmet, cehil, gaflet ve insanlıktan
uzaklaşmaklık bu kavmi istilâ etti, böylece de helak olup gittiler.
SOHBETLER 191
İşte Salih Aleyhisselâm'ın hatırını veyahut her asırda mevcut olan
vaktin Salih'inin herhangi bir suretle mübarek kalbini kıran kimselere:
Onun kırılan hatırı yerine gelmezse helak olanlardan olursunuz! hitabı
gelir.
Allah'ın en büyük lutfu bir kâmil insanı buldurmak olduğu gibi,
en dehşetli gazabı ve kahrı da onu inkâr ettirmek ve rencide eylemek
olur."
Hocamıza, bir kimsenin beyan ettiği mazereti dâima hoş kabul
edip büyük bir anlayışla karşıladığını söyledik:
- "Ben, beni aldatmak isteyen kimselere karşı dâima aldanmış gi-
bi görünürüm. Onların da zevklerini okşamak için.." diye cevap verdi.
Sohbetlerden bir kısım okuduk ve meclisten biri:
- Bütün bunlar cevherin cevheri... ne kıymetli ne ehemmiyetli söz-
ler, nice kitapları devirsek bu hakikatleri bulmamız imkânsız... dedi:
- "Siz, Allah'ın bahtiyar kullarısınız. Her türlü rahat ve zevk u
safa içinde ve kaba döşeğinizde Allah size neler ihsan etmiş!"
Kurban bayramı arifesinde idi. Koyun sürüleri geçiyordu:
- "Koca Resûlullah.. Senin tuğrâ-i garrân kıyamete kadar bakî.
Her şey unutulur o unutulmaz..."
- "Bâzı kimse vardır ki, akıbetini, sonunu düşünür. Bâzısı da var-
dır ki yalnız günlük zevkine ve nefsinin arzularına takılıp kalır.
İşte görmek de derece derecedir. Bir kısmı, fena bir şeyi kokusun-
dan anlar ve hemen o şeyden vaz geçer. Biri, dişleri arasına alınca far-
kedip bırakır... bir diğeri, çiğner, fakat yutmadan anlayıp tükürür. Bir
kısmı ise yutar ve yutunca da o fenalık, içinde türlü türlü zarar ziyanı
meydana getirir. Ancak tamah ettiği o şeyin mâhiyetini bundan sonra
anlayıp nedamet ederek tövbekar olur. Bir başka kısım ise, kabirde,
yâni kabir azabı geldiği vakitte anlar.
İnsan kabre konduğu vakit bir sayha duyar. Ey gafil, sen dünyâyı
192
terkettin, dünya da seni terketti. Sen dünyâyı toplamaya çalıştın, o se-
ni topladı.
Eğer kabir azabı bir şefaatçi yüzünden tehir olsa bile, âhiret gü-
nünde bu azap yine yakasına yapışır. Veyahut, kabri vücûda benzetir-
sek dünyâya kendini kaptıran ve arzularına esir olmakla vaktini kay-
beden kimse, vücûdu kabrinde o azapları hisseder. Meselâ maişeti ge-
niş iken sıkıntıya mâruz kalır, türlü çile ve darlıklara uğrar. Şunu da
ilâve edelim ki, varlık içinde de yokluk çekmek yine bir nevi azaba uğ-
ramak demektir. Meselâ sinema yıldızlarından Clara Bow ayda elli bin
lira aldığı halde sıkıntı içinde yaşadığını, halbuki evvelce daktiloluk ya-
parken eline geçen pek ehemmiyetsiz ücretle para bile biriktirdiğini ga-
zetecilere söylüyor. İşte bu türlü de varlık içinde yokluk olabilir. Yahut
o kimse mesut iken bu saadet gama çevrilebilir. Şayet bir şefaat sebe-
biyle o hüsranı dünyâda, yâni vücûdu kabrinde görmese de öldükten
sonra görür. Şu da var ki, dünyâda iken kendisine pişmanlık gelir,
tövbekar olursa, bu takdirde Allah'ın mağfiretine koşunuz 1 ihtarını al-
mış, Allah bütün günâhları affedicidir müjdesine sarılıp yakasını kur-
tarmış demektir.
Kimisi ise öldüğü vakit sorgusuz sualsiz doğrudan doğruya cenne-
te uçar.
Kimi, her ne kadar iyi işler işlemiş ise de, hulûs ve sadâkati olma-
dığından sıratı geçerken ayağı sürçer, kayıp cehenneme düşer. Ama
kalbinde zerrece îman olanlar, her ne kadar cehenneme düşseler de
kendi hatâlarının derecesi miktarı yanar, uzaklık ve iftirak ateşinde
tutuşurlar. Yanarlar, çünkü ateş günahları temizleyicidir. İyice yandık-
tan ve bu suretle de kirlerinden ve günahlarından temizlendikten son-
ra, tabiî ölümle ölürler ve bir cisim, ateşin içinde nasıl simsiyah olursa,
onların vücutları da simsiyah olup kalır. Fakat melekler Allah'ın emri
ile bu vücutları alıp cennete getirirler. Cennetlerdeki nehirlerin
etrafına tohum saçar gibi tozlarını saçarlar ve melekler cennet ehline
hitap ederek: Ey saâdetli kimseler, lütfediniz, nazar ediniz, bunlar
günahkâr kimselerdi, şimdi hatâlarından temizlendiler, kendilerine
rahmetle nazar eyleyiniz! derler. Nasıl ki tohumu ekilip süratle yeşe-
ren nebatlar varsa, bunlar da o rahmet nazarları altında yeşerir, sürer
ve cennet ehli olurlar.
Demek ki insanın olduğu ve bulduğu, kendi amellerinin neti-
cesidir. Bâzı kimseler: Bu dünya servetinden, zevk ve lezzetinden vaz-
geçmeli, Allah'a rücû etmeli... bu maksadın husulü için de bir köşeye
1- Hadîd sûresi, 21. âyet: "Sâbikü ilâ mağfiretin miri Rabbiküm."
SOHBETLER 193
çekilip riyâzat ve mücâhedeler ile dünyâdan el yuğmalı, derler.
Bâzıları ise: Enbiyâ-yı izamdan Dâvud gibi, Yûsuf gibi ve evliyâ-yı
kiramdan Abdülkâdir gibi Rifâî gibi ve daha bir çok Hak velîlerinin
hem dünya safâsında hem de peygamber ve ehlullah mertebe ve dere-
cesinde olduklarını biliyoruz; bunlar niçin dünyâdan vazgeçip bu
âlemin zevkini safâsını terketmemişler... Demek ki kudretli, dirlikli ve
safâlı bir ömür sürmek de mümkün imiş. Şu halde bu iki fikri nasıl te-
lif eylemeli, derler.
Cevap olarak şunu söylemek icap eder: Dünyâya esir ve mağlûp
olmamak, mutlaka dünyâdan el yuğmak ve riyâzatla bir köşeye çekil-
mek demek değildir. Her mülkün mâliki ve her servetin sahibi Allah ol-
duğunu ve dünyânın da, senin de bir hiç ve bir mülâhaza âletinden
başka bir şey olmadığını ve bu mevhum varlıkların cümlesinin bir göl-
geden ibaret bulunduğunu ve mevcudun yalnız Allah olduğunu bilmek
kâfidir. Bu hâsıl olduktan sonra o debdebe ve varlıktan sana hiçbir za-
rar gelmez.
Bir de sizin dediğiniz o zevkler, başlangıçta olanlara menedilmiş-
tir. Halbuki o zevkler ve lezzetler, yol almış ve Hak ehli olmuş bulu-
nanlara göre değildir. Çünkü onlar, şarap fıçısının içine tuz atarak onu
helâl hâle getirmeyi bilirler. Koruktaki su acıdır; fakat kemâlini bul-
muş üzümdeki su tatlıdır. Binâenaleyh bâzılarına, bâzı müptedîlerin
kabiliyet ve istidatlarına göre haram olan şeyler, ileri ve olgun kimse-
ler için zararsız ve helâldir."
ikbâl Hanım 1 bir köpeğin haykırmasını anlatmak isterken, tıpkı
kedi sesi gibi ses çıkardı:
- "İkbâl, köpek miyavlamaz. Onun için köpeği kediye benzetmekle
ona zulmetmiş oluyorsun. Her şeye lâyıkını vermek ve söylemek
lâzımdır. Zulüm, bir şeyi kendi mevziine koymamaktır.
İmam Buhârî Hazretleri hadîs-i şerif toplamak için gezerken
tabiinden birini görmek üzere Bağdat'a gittiği vakit, o kimsenin çift sü-
rerken hiddetle öküzüne: Yürü be köpek! diye hitap ettiğini duyunca,
ben, öküze köpek, diye bağıran kimseden hadîs-i şerif almaktan çekini-
rim deyip, Medine'den tâ Bağdat'a kadar bu maksat ile gelmesi zahme-
tine acımayarak geri dönmüş.
Ne ince bir tedkik, ne hassas bir arayış!"
1- Ailenin eski emektar ve sâdık yaşlılarından.
194
Münîre Hanımefendinin: Kıyamet gününde inşallah Efendim bizi
azaptan kurtarır, demesi üzerine:
- "Malûmdur ki kıyamet üç kısımdır. Biri küçük kıyamet. Hadîs-i
şerifte de buyrulduğu üzere, insan öldüğü vakit kıyameti kopmuş de-
mektir.
İkinci kıyamet, sûr üflendiği vakitte bütün mevcudatın dağılm ası-
dır.
Üçüncü kıyamet ise, ikinci defa sûr üflendiği zaman herkesin ken-
di cesedinde ve hesabı görülmek üzere mahşerde dirilip toplanmasıdır
ki, orada ne olacak ne bulacaksak, bunlar kendi amellerimizin
neticesidir."
Münîre Hanımefendi 'nin, mûtadı veçhile geğirmesi üzerine:
- "Şimdi bu hareket, haddizatında bir hatâdır. Fakat peşin olarak
benimsendiği, hattâ hoşa gittiği için hatâ yerine geçmiyor.
İşte, Allah'ın sevdiklerinin günâhı da böylece kendilerine zarar
vermez. Başkaları için mâsiyet ve günah olan şeyler onlar için günah
değildir.
Bu hanımefendi, aynı zamanda geğirince istiğfar da ediyor: Aman
bu yaptığım küstahlık, edepsizlik huzurunuzdan dışarıdır, diyerek af
talep ediyor; fakat bir müddet sonra bilâ-ihtiyar yine yapıyor.
Meselâ bir kimse de bir hatâ işliyor ve sonra tövbe ediyor, fakat
yine de yapıyor ve bu hatâ-tövbe işi bir çok defalar tekrarlandığı için,
âdeta Hak'la eğlenmek gibi oluyor. Mademki yaptığın suç için af talep
ettin, Allah da affetti. Bunun tekrarlanması, Hakk'ın affı ile istihza et-
mek demek olmuyor mu? Lâkin Münîre Hanımefendinin bilâ-ihtiyar
geğirmesi gibi, bâzı kimselerin de ellerinde olmadan yaptıkları hatâ
için Allah kusurlarına bakmıyor."
- "İnsan, tamâmiyle kendi nefsinden, benliğinden uzaklaştığı va-
kit onda hâkim olan Hak'tır. İster üç, ister bir saat olsun, ister on daki-
ka, ister bir dakika olsun, bu hal hâsıl oldu mu, o esnada ondan, Hak
tecellî eyler, kâim olur ve bütün âlem ona tâbi olur. Çünkü nefsi ara-
dan çıkmış, kendiliği kalmamış, yalnız Hak kalmıştır. Meselâ o sırada
SOHBETLER 195
denizi yürüyerek geçmek istese geçebilir. Gayb ricalini görmek istese,
hepsi gözüne aşikâr olur. Hâsılı bütün âlem kendisine boyun eğer. Na-
sıl ki Mecnûnun başına kuşlar yuva yapar, bütün ormandaki hayvan-
lar, arslanlar, kaplanlar etrafına toplanır, onunla ünsiyet eder, arka-
daşlık ederlerdi. Zîra onda beşeriyet kokusu kalmamış, varlığı silinmiş-
ti.
Sahrada arslana tesadüf eden köle de, ölümün yaklaştığını, arsla-
nın pençesine düşeceğini hissedince, benliğini kaybedip o kendinden
geçmiş hal ile: Ey arslan, ben Resûlullâh'ın kölesiyim! demiş, arslan da
başını çevirip çekilmiş gitmiştir."
- "Evvel, âhir demektir; âhir de evvel demektir. Aradaki fasıla ise
itibarîdir. İster kötülük, ister iyilik olsun!"
Bestekâr ve musikişinas Izzeddin Hümâyî Bey 'in hocalık imtiha-
nında en emin olduğu derslerden fena numara, en bilmediği derslerden
ise iyi not aldığını söylediği konuşuluyordu:
- "Allah'tan başka ümit bağlanacak, güvenilecek yoktur.
En büyük hatâ, Hak'tan gafil olmak, kudret ve kuvveti kendinde
veya Hak'tan başkasında görmektir."
Victore Pauchet'nin tekâmül nazariyesine âit bir makalesini oku-
yorduk. Bilhassa şu sözler dikkatimizi çekmiş bulunuyordu: Muvaffak
ve mes'ut olmak isterseniz her hafta, her ay, her sene temin ettiğiniz
terakkiyi hesap etmelisiniz. Siz kendiniz hem terbiye eden, hem de ter-
biye olan bir varlık bulunduğunuzdan tekâmülünüz hayvanların ve ne-
batlarınkinden farklıdır:
- "Muharrir demek istiyor ki, herkes behemehal nefsini hesaba
çekmelidir. Eğer neticeden hoşnut olursa memnun olmalı, yoksa beğen-
mediği hallerini ıslâha çalışmalıdır. Sonra: Siz hem terbiye eden hem
de terbiye olansınız, sözü de; Siz çobansınız ve sürünüzden mes'ûl-
sünüz hadîs-i şerifine temas ediyor."
Makaleyi okumaya devam ettik: İdare edilmeye muhtaç iseniz, in-
san terbiyesiyle uğraşan bir mütehassısın yardımı size faydalıdır. Bu
196
terbiye sizde şevk ve heves uyandırdığı takdirde, bu yardım, şuurlu bir
şahsiyet meydana getirmek için gereken malzemenin nefsinizde mevcut
olduğunu gösterir. Siz bir müteahhitsiniz. Varlığınızın bütününün pla-
nını hazırlayacak bir mimara ihtiyâcınız var; o, size ihtiyaç hissedile-
cek tafsilâtı verecek ve çalışmalarınızı sevk ve idare edecektir. Fakat
tekrar ederim ki onun fikirlerini herhangi bir muhakemede bulunma-
dan, izahlarını hiçbir fikir yürütmeden âbidenin yerden yükseldiğini
göreceğiniz âna kadar noktası noktasına kabul de menfaatiniz
icâbıdır.
- "Bu sözlerin anlatmak istediği fikir şu: Bir kimseye ya doğrudan
doğruya Rahmân'ın cazibesi gelip onu kendinden almış olmalı veyahut
o kimse terbiyesiyle uğraşan bir mütehassıs diye kastettiği kâmil insa-
nı bularak onun terbiye ve irâdesine kendini teslim etmelidir.
Sermâye bu yolda hemen
Teslim olur buna inan
Sıdk ile Allah'a dayan,
Etmez mi gör ihsan sana!"
Semîha Hanım:
- Bu mevhum vücûdun bir hiç olduğunu ve mevcudun yalnız Al-
lah olduğunu söz ile değil, hal ile bilmek lâzımdır, deniyor. Bu hal ile
bilmenin içinde her şey mevcut değil mi ?
- "Zâten iş de orada... yoksa ilmen istediğin kadar, bütün
mevcudatın Hak olduğunu bil... ne ehemmiyeti var? Allah'tan başka
mevcut olmadığını ilmen bilmek kaşıyle gözüyle bütün uzuvlarıyle bir
insan vücûda getirip ruhunu verememek gibidir. Halbuki iş o ruhta.
Burada bahis olunan hal, işte, insan vücudundaki ruh gibi, can gi-
bidir."
Semîha Hanım:
- Gençlerde aşka kabiliyet daha fazla oluyor. Halbuki ruh, hep o
ruh değil mi? Şu halde ihtiyarlarda aşk kabiliyeti niçin az oluyor? Bir
sâlikin ihtiyarlıktan sonra aşkı bulması müşkül olmuyor mu?
- "Evvelâ mecaz aşkını dikkate alalım. Gençlikte beden kuvvet ve
kudreti yerinde olduğu için, aşkın gerektirdiği coşkunluklara ve taşkın-
lıklara da müsaittir. Fakat yaşlılıkta vücûdun da kudret ve kuvveti
SOHBETLER 197
azaldığından, aşk kabiliyet ve arzularına bilkuvve mâlik olmakla
beraber, onları dışarı vuracak, tezahür ettirecek kudret ve kuvveti kal-
mamıştır.
Keza tarikat âleminde de, Hakka giden iki yol vardır. Biri kuldan
Hakka, diğeri Hak'tan kula olan yoldur. Nâmı diğerle biri meşk, çalış-
ma ve gayret diğeri aşk yolu. Mücâhede, çalışma ve gayret, vücûdun
kudret ve kuvveti iledir. Gençliğini beyhude geçirip de yaş kemâli bul-
duktan sonra tarîkate giren ve meselâ gece uykusuzlukları, teşbih ve
ibâdetler ile ilerlemek isteyen kimselerin hâli elbet müşküldür. Bunla-
rın terakkisi bu gibi çalışmalara bağlı olduğundan, çalışabilecekleri o
gençlik elden gittikten sonra, aşk kabiliyetleri de haliyle duraklamış
olur. Onun için her şey gençliktedir, tâat ve ibâdetler de gençlikte olur,
denmesinin sebebi budur.
Fakat gönül nuru ile kulu Hakka eriştiren aşk yolu yolcularının,
ilâhî cezbe ve aşk ateşini buldukları için, bu maddî varlığa ihtiyaçları
kalmamıştır. Onlar cezbe ve aşktan kendilerine bir binek düzmüşler-
dir. İşte bunlar ihtiyarlasalar da, cisimleriyle bir alâkaları olmadığın-
dan, başka bir âlemde seyreder ve yol alırlar. Tenin ve bedenin zaafın-
dan bunların aşklarının ateşine asla noksanlık gelmez. Çünkü onlar,
Allah'ın cezbelerinden bir cezbe iki cihanın ameline denktir, bineğine
binmiş olarak kendi makam ve menzillerine seyrederler. Onların bu
aşktan gayrı hiçbir kayıtları yoktur."
Münîre Hanımefendi:
- Ah Efendim, insan ihtiyarladıkça ne kadar başkalaşıyor. Bir ge-
ce, uyumayayım desem vücûdum bîtap düşüyor. Biraz derin düşüne-
yim, desem, hurda kesiliyorum. Hâsılı artık hiçbir işe yaramıyorum!
- "İşte onun için her şey gençlikte oluyor. Ama maksadı elde ede-
bildinse, şimdi işe yaramamanın ziyanı yoktur. Onun için Cenâb-ı Hak
da gençlikte tâat ve ibâdetler ile meşgul olan kullarını medhediyor ve
onlar ile iftihar eyliyor."
Kulun Hakk'a karşı işlediği hatâlardan bahsediyorduk:
- "Cenâb-ı Hak: Ben kuluma ceza yapmaktan utanırım... o, günah
işlemekten utanmıyor mu? der."
Nazlı Hanımefendi:
- Çocuk utanmayı bilir mi? Biz ona nisbet çocuk gibiyiz.
- "Evet, onun yetimleriyiz!"
198
Huzur ve murakabeden bahsediliyordu:
- "Sen tamamen kendinden yok olup da: Aman Yâ Rabbî! dersen
mutlak cevâbım alırsın. Elverir ki Hakka yönelişine mâsivâ yâni dün-
ya tozu toprağı sürülmemiş olsun.
Kadıncağızın biri namaz kılıyormuş. Çocuğu da beşikte yatıyor-
muş. Nasılsa lamba beşiğin üstüne devrilmiş. Kadın huzûr-ı ilâhîde öy-
le durmuş ki bu halden kılı bile kıpırdamamış. Namazdan sonra bak-
mış ki çocuğa hiçbir şey olmamış. Onun huzur ve huşûu hürmetine Al-
lah da onun evlâdını muhafaza etmiş. O, Allah nâmına kendiliğinden
soyunmuş, Allah da bunun hürmetine onu korumuş. Esasen Hak'tan
başka mevcut yok ki... yapan yaptıran hep o... fakat bunu bilip de tat-
bik etmek kolay bir şey değildir. Hele o kadıncağızın hâlini kazanma-
dan onun yaptığını taklide kalkışmak hiç olmaz..."
Herkesin kahır ve lutfu birlemesi mümkün olmadığından bahse-
diyorduk:
- "Evet, deryada bir sandal da bir diretnot da dolaşır. Fakat azıcık
bir fırtına oldu mu, ne kadar kayık varsa kayıkhanelere kaçıverir. Hal-
buki diretnot, koca dalgalar arasında sarsılmadan yine yoluna devam
eder. Asıl iş de zâten o fırtınada yol alabilmektedir. Yoksa sakin deniz-
de sandal da büyük gemiler gibi kolaylıkla seyr ü sefer eder."
Münire Hanımefendi, kardeşlerimizden birinin, halli imkânsız
görünen bir meselesini düzeltmek gayretiyle çok uzak bir yere gitmiş ol-
masından hayretle bahsetti:
- "Herkesi sevkeden ilâhî mukadderattır. Onun hilâfında kimse
bir adım atamaz.
Bilmiyor musun, bir deve ile yavrusu, sahiplerinin yedeğinde gidi-
yorlarmış. Yavru pek ziyâde yorulmuş. Annesine: Aman demiş, çok yor-
gun düştüm şuraya otursak da dinlensek! Deve cevap vermiş: Oğlum,
görmüyor musun, yularım kimin elinde? Eğer kendi elimde olsa burala-
ra lanet! Kim gelirdi?
Onun dediği gibi, ilâhî irâde yuları hepimizi nereye kararlaştırdıy-
sa oraya doğru çekiyor. Herkesin, geçmiş veya haldeki amalinden örül-
müş ilâhî irâde yuları boynuna sarılmış, onu mukadder olan yere doğru
çekmektedir."
SOHBETLER 199
Büyükada'ya İsmet Hanımefendiye misafir gidilmişti. Asfalt yol-
da yürüyorduk. Behîre Hanım, yolun düzlüğü ve pürüzsüzlüğü yüzün-
den hiç yorulmadan yürüdüğünü söyledi:
- "Zâten yoran manialardır. Gerek zahir, gerek bâtın."
İsmet Hanımefendi 'nin bahçesinde oturuyorduk. Çok yaşlı olan
annesine bakarak:
- "İşte vaktiyle güzel olan bir kadın! Kim bilir etrafında pervane
gibi ne kadar dolaşanları vardı. Şimdi ise kimse dönüp de yüzüne bak-
mayı düşünmez. Âdem de cennetten çıkarıldıktan sonra nasıl melekler
kendisine secde etmedilerse Hakk'ın cemâli pertevinden mahrum kal-
mış bir vücûda da böylece kimsenin rağbet ve iltifatı kalmaz."
Ada vapurlarının kamarasında oturuyorduk. Güzide Hanımefen-
di elindeki biletleri saklayarak, Kamer Hanım Valde'ye 1 Lütfiye Hanı-
mefendiye ve Behîre Hanım'a niyet tuttu. Hepsi de bir defada buldu-
lar. Bir kere de Hocamıza tuttu. Kendisi de buldu.
- "Sâmiha'ya da tut!" dedi.
O da buldu. Hepimiz mütebessim idik. Güzide Hanımefendi:
-Aman Efendim, hepsi de buldu, deyince:
- "Onlar merkeze merbut Rifâî evlâtlarıdır. Hiç boş çıkar mı?"
cevâbını verdi.
Konağın elektrik tesisatını yapan Mahmut Efendi ismindeki usta-
nın, Server Beyefendiyi gördükçe: Bu zâtı ne vakit görsem, ser verip,
sır vermeyen Server Dede varmış onu hatırlıyorum, demiş olduğu söy-
lendi.
Bugün de Milliyet gazetesi; Ser Verip Sır Vermeyen Server Dede
başlığı ile bir makale neşrederek Türbe-i Şerifin fotoğrafını da ilâve
etmiş ve şu malûmatı vermiş bulunuyordu: Tapu Dâiresi' nin içinde bir
köşede büyük bir mezar olduğunu biliyor musunuz? Bilmiyorsanız size
1- Şeyh Bahreddin Efendinin annesi, makbul, muteber ve mübarek kadın.
200
haber vereyim ki burası, meşhur ser? Senin, onun rızâsı hâricinde hareket etmen, onun
beraberliğini reddetmen, istememen gibi olur.
Nasıl ki bir kimsenin ayıbını söylemek, yâ Rabbî benim de ayıbımı
sen fâş et... demek gibi olursa..."
202
Semîha Hanım:
- Buyuruluyor ki: Güzel ahlâkı kendine hal edenler ile, gayret sarf
ederek fena hareketleri yapmamaya çalışanlar arasında fark vardır,
insanın sâdece kendi irâdesi ile mevcut kötü huylarını yenmesi ve güzel
ahlâkı hal edinmesi mümkün müdür? Yoksa bunun için bir terbiyeci-
nin himmeti mi gereklidir 1 ?
- "Dâima ibâdet ve tâatler ile, riyâzatlar ile meşgul olan bir zahidi
nazar-ı îtibâre alalım: Bunda bir takım kötü huylar var. Lâkin bunlar,
tâat ve ibâdetlerden sinmiş olduğu için meydana çıkamıyor; yâni o tâat
kamçısı altında korkudan gizleniyor. Fakat fırsatı bulunca kuvveden fi-
ile geçmeye hazır olarak bekliyor.
İşte bu huyların aslından mahvolması için, mutlak kâmil mürşi-
din terbiyesi kırbacına tevdî edilmesi gerekir. Ancak onun terbiyesi kır-
bacı o kötü huyları kökünden yok edip güzel ahlâkı hal ettiriyor.
Bir de sâbikûn denen zümre vardır ki, onlar ezelde kemâle erip
gelmiş olanlardır. Bunların, gıybet gibi, arabozuculuk gibi fena hare-
ketlerden nefretleri tabiî halleridir.
Meselâ sabahları Cemil benim odama gelir, çikolata veririm. Oda-
da bulunmadığım vakit şeker ve çikolatalar meydanda olduğu halde
dönüp bakmaz bile. Halbuki başka bir çocuk etrafını tenhâ bulunca fır-
sattan istifâde ederek o şeker ve çikolatadan yiyebilir. Cemil gibi o
ezelî terbiyeyi alıp da gelen çocuk ender olduğu gibi, tekâmül etmiş ola-
rak dünyâya gelen zümrenin de azınlıkta olduğuna şüphe yoktur."
Semîha Hanım:
- Herhangi bir hâlin meydana gelmesi için evvelâ bir istidat
vücûda gelir, sonra o istidat o hâle vesile olur, diye bir söz okudum:
- "Evet, bir şeyin vücûda gelmesinden evvel o şey için evvelâ uy-
gun bir zemin bir istidat zuhur eder.
Her şey mukadderat gereğince olur. O mukadderat ise sendedir.
Bunu fiile çıkaran, senin kendi hareket ve amellerindir. Mukaddera-
tından kaçmak isteyen kimsenin içine, sanki muayyen zamanlarda infi-
lâk edecek bombalar yerleştirilmiştir. Vakti gelince bunlar birer birer
patlar ve. kader yerini bulur."
"Mürşidin etrafında bulunanların gıybet, fassallık, yalan, riya gibi
hareketlerde bulunmaları o azîzi müteessir edip inciteceği için sâlikin
SOHBETLER 203
bu gibi hallerden kaçınması lâzım gelir.
Semîha Hanım:
- Efendim, zâtın birine günde kırk kere tecellî olurmuş. Fakat bu
zat, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri 'nin huzuruna gidince, ondaki tecel-
lîye tahammül edemeyerek düşmüş ölmüş.
Bu hâlin hikmeti Hazret-i Pîr'den sorulduğu zaman: O zâta olan
tecellî, esma ve sıfat tecellîsi idi. Bu ise zât tecellisidir. Onun için zât sı-
fatı yaktı, buyurmuş.
Hazret-i Musa'ya da ağaçtan tecellî eden sıfat nuru değil mi idi?
- "Elbet... Mûsâ ağaçta ateşi gördü ve bir ses: Ben senin Rabbi-
nim! dedi. Allah ateş midir? Mûsâ, sıfat nurunu gördü, zâtı göremedi.
Nasıl ki sonradan: Yâ Rabbî bana kendini göster! diye münâcatta bu-
lundu. O zaman Cenâb-ı Hak: Len terânî! Beni göremezsin... Tûr'a bak,
tecellî ânında o yerinde kalabilirse, sen de beni görürsün, dedi ve Hak
tecellî edince Tur Dağı parça parça oldu. Harre Mûsâ saika 1 Mûsâ düş-
tü, bayıldı.
İşte Hazret-i Mûsâ o tecellîyi dağda bile görmeye tahammül ede-
medi. Buradaki nükteye dikkat edin: Bana kendini göster! demek iki-
liktir yâni talip ve matlûbu ayrı ayrı görmektir. Şu halde, sen kendinle
oldukça beni görebilmen nasıl mümkün olur? Bu vücut gözüyle Hak gö-
rülebilir mi? O ancak kendi nuruyla görülür. Onu gören yine kendidir.
Nasıl ki Hazret-i Mevlânâ: Ben sana Yâ Rab! diye hitap ediyorum, Hal-
buki hitap, uzakta olan içindir. Sen ise bana şah damarımdan daha ya-
kınsın, kendimdesin! buyuruyor.
Hazret-i Mûsâ, Hak huzuruna varmak için otuz gün riyâzat ve
mücâhede ile meşgul oldu. On günde esma, on günde sıfat ve on günde
de ef 'âlini mahvetti. Fakat Tûr'a, Hak'la konuşmaya gideceği vakit ağ-
zının kokmaması için dişlerini misvakla oğdu. O vakit Cenâb-ı Hak:
Ağzındaki açlıktan doğan o koku, bana miskten daha güzeldir, buyurdu
ve Musa'ya, zâtını ifna edememiş olduğu için, daha on gün mücâhede
verildi.
İşte, günde kırk kere tecellîye mazhar olan kimsenin de, esma ve
sıfat mertebesinde olduğu için zât tecellisine dayanamayacağı tabiîdir.
Sen kendini Hakk'ın varlığında fânî etmedikçe, ben ve sen ayrı ol-
dukça Hakk'ı nasıl görürsün? Hiç iğne deliğinden ucu çatallı iplik geçer
mi?
1- A'râf sûresi, 143. âyet.
204
Adamcağızın biri şeyhinin kapısını çalmış. İçeriden şeyhi: Kim o?
diye seslenmiş. Mürit; Benim! diye cevap verince: Uğurlar olsun... bu-
rada iki "ben'e yer yok! demiş. Derviş, seneler süren çabalamalardan
ve dünyânın türlü mihnet ve meşakkatine mâruz kaldıktan sonra yine
dönüp aynı kapıya gelmiş. Yine içeriden: Kim o? diye ses gelince he-
men: Sen! diye cevap vermiş, o vakit: Gel içeri ey ben! cevabiyle kapı
açılmış.
Hazret-i Muhiddîn: Rabbimi Rabbimle gördüm. Dedi ki: Kimsin!
Dedim ki, senim! buyurur.
Onun için sâlik de vücûdunu maşukunun vücûdunda mahvetme-
dikçe zât tecellîsine mazhar olamaz. İkilik ancak bu birlikten sonra or-
tadan kalkar."
Semîha Hanım, tanıdıklarından birinin, ihmal yüzünden nezlesi-
nin müzminleştiğini söyledi:
- "(Teessür ile tasdik ederek) Ne doğru söz! Bakmaya bakmaya
kötü ahlâklar da işte böylece müzminleşir. Her fena hareket, kalbe bir
siyah nokta koyar. Fakat o nokta ihmal edilip bakılmayınca bütün kal-
bi sarar."
İfâkat Hanım:
- Vuslatındır derdimin dermanı amma neyleyim
Vuslatında telhî-yi hicrinle oldum bî-karar
diye bir beyit okudum. Mesnevî-i Şerif 'te: Vuslatı bulana hicran veril-
mez, buyruluyor. Sebebi nedendir?
- "Belki vuslatta hicran korkusu ve hicranda da vuslat ümîdi ol-
duğu içindir."
Sâmiha Hanım' in, ruh cemâle doymaz, buyruluyor, demesi üzeri-
ne:
- "Kendi cemaldir, nasıl doysun? Allah güzeldir, güzelliği sever. 1 "
1- İnnallâhe cemîlün yuhibbu'l-cemal. (Hadîs-i şerif)
SOHBETLER 205
Sâmiha Hanım:
- Tasavvuf Allah'ın ahlâkiyle ahlâklanmak ve ölümsüz hayat, de-
mektir, diyen bir Mesnevi beyti okudum, demesi üzerine:
- "Tasavvufun ruhuna eren kimse, hayât-ı tayyibeyi bulmuş, bu
suretle de ölümsüz hayâta kavuşmuş, bakaya ulaşmıştır. İşte bu kim-
se, dünyâya mahsus geçici şeylerden ölüdür. Nasıl ki Resûlullah Efen-
dimiz: Kim ki gezer ölü görmek isterse Ebû Bekir'e baksın... buyur-
muştur. Tasavvuf ehli olanlar da Hakk'm sıfatiyle sıfatlanmış, ahlâ-
kiyle ahlâklanmış, esmasını hakkiyle bilmişlerdir."
Hüsniye Hanım:
-Hepsi bir kelimede hulâsa edilebilir: Aşk!
- "Evet, aşkı bulan için bunların hepsi olmuş demektir. Zîra en
kestirme yol, aşk yoludur.
Esasen insanlar iki kısımdır. Biri şekli insan, huyu hayvan olan-
lardır ki, bunlar hakkında; Biz onların kalplerine, kulaklarına ve göz-
lerine mühür vurduk 1 buyrulmuştur. Yâni ezel gününde boyunlarına
küfürden, inattan, kibir, benlik, gururdan halkalar geçirilmiştir.
İkinci kısım ise, şekilce de ahlakça da insan olanlardır ki bunlar:
Ve lekad kerremnâ benî Âdem 2 âyetiyle yüceltilmiş ermişlerdir. Ahadi-
yet denizinin coşkun dalgalarına garkolmuş bulunan bu uluların tarifi
ne akla sığar ne dile gelir. Bunlar, Allah'la olan ahdlarına sâdık erenler
ve erlerdir. 3 Fakat o ahdi yerine getirmek kolay bir şey değildir.
Bunlar da iki kısma ayrılır. Birinci kısım, mürit ismi alan kimse-
lerdir ki, Hak erenlerin feyizlerinin aksiyle aydınlanırlar. Onun için
bunlar ermişlerin ay'sün, Yunanistan'a gitmek istiyor-
sun. Onun için de burada Yunanistan'ın vekîli olan sefire ya da konso-
Şuaıâ sûresi, 88. âyet: "Yevme lâ yenfeu mâlün velâ benûn, illâ men etallâhe bi kal-
bin selîm."
SOHBETLER 213
losa pasaportunu vize ettirebilirsen, huduttan içeri girersin.
İşte, vücûdun pasaportunu da Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisi olan zâta
vize ettirmen lâzımdır. Bu da kalb-i selimdir.
İlm ile âmâl ile hâsıl olur kalb-i selim
Hakk'ı tevhîd eylemektir cümle ilmin gayesi
Ama bu ilimden maksat, zahir ilimler değildir. Kendini bilmek,
yokluğunu görmek ve Hakk'ı tevhîd eylemek ilmidir. İşte ilmin gayesi
budur. Tevhidden maksat da, her yapılan şeyi Allah'tan bilmektir.
Amele gelince:
İstikâmettir bütün âmâlin hep gayesi
Hep fenâ-yı halkladır tevhid bakâ-yı Hak'ladır
İşte, amelden maksat istikâmettir. Yâni her yerde Hakk'ı görüp
ona göre hareket eylemektir. Ne kimseyi inciteceksin ne de kimseden
incineceksin. İncitmemek ne ise ama incinmemek nasıl olur? dersen,
her yerde Hakk'ı gördükten sonra kimden incinebilirsin? Nahoş bir
muameleye mâruz kaldığın vakit: Bunu yaptıran Allâh'ımdır, diye hal-
kı nefyedince, tabiatiyle incinemezsin.
Resûlullah Efendimize sormuşlar: Bu dünya halkolunmazdan ev-
vel kim vardı? demişler. Allah vardı! buyurmuş. Bâzı kimseler de Cü-
neyd-i Bağdadî Hazretlerinden bu hadîs-i şerîfm tefsirini istemişler.
Cevap olarak: El'ân kemâkân... yâni: Şimdi de öyle! diye cevap vermiş.
Her yaptığın işte istikâmet üzre sabit ol ve her muamelen doğru-
luk ve adalet üzre olsun. Zâlim olma, nefsine zulmetme! Nefsine zul-
metmek demek, ona her istediğini vermektir. Adalet ise nefsin arzu-
larına karşı koymaktır.
Eğer kendinde bir mevcudiyet görüyorsan zâlimsin. Zulüm, bir şe-
yi kendi mevziine koymamaktır. Hakk'ın bunca lütuf ve ihsanlarını bi-
liyorsan o vakit âdilsin. Evet onun bunca lütuf ve ihsanlarına karşı,
varlığını, benliğini ve mevcudiyetini kendinden biliyorsan, bunlar tıpkı
idare kandilinin güneş çıkınca eriyip yok olması gibi "lâ" olacak, kalma-
yacaktır.
Esasen Hakkın mevcudiyeti karşısında lâ'sın, yoksun. Fakat bu-
nu kendin bilip görmeliydin. Allah'ın irâdesine karşı: Benim irâdem
var! demek, kendine bir mevcudiyet vermektir ki bu da teslimiyete
mânidir. Sen kendini Hakka teslim et, bırak ne isterse o yapsın... sana
fenalık yapmayacağı pek tabiîdir. Niçin yapsın! Seni yoktan var eden o
değil mi? Sendeki şefkat, Hakk'ın şefkatine nazaran bir katre iken, sen
evlâdına fenalık yapamıyorsun da, ya o cümle şefkatlerin menbaı olan
Allah sana nasıl yapar?
214
Akl kurban kün be-pîş-i Mustafâ
Hasbiyallah gû ki Allâhem kefâ
Aklını pîş-i Mustafâ'da kurban et ve bana Allah'ım yeter, de! Bunu
diyen, Rabbim Allah'tır, deyip istikâmet etmekle korku ve kederden
kurtulur. O halde sen kendini Hakka verirsen, elbet o da senin için
olur.
Vasıtalı olsun, vasıtasız olsun, her yerde tecellî eden Allah'tır.
Tekkeleri kapadılar, şöyle yaptılar, böyle ettiler, deme... yaptıran Al-
lah'tır. Bunu sen anlamamakla böyle olmaması îcap etmez. Kimsede
kabahat yoktur. Yapan, tertip ve tanzim eden hep Allah'tır. Bunu sen
idrak etmemekle böyle olmaması îcap etmez. Sen çocuğunu ateşe yak-
laşmaktan menedersin ama o, bunu takdir eder mi? Kızar ve ağlar.
Hakkın da her yaptığında bir hikmet vardır. Bunu görebilmek de
tevhîddir. Bu tevhidi elde edip Hakkı her yerde görürsen gıybet, riya,
kibir, benlik, tefâhür edemezsin. Eğer bunları bilir ve yaparsan, mührü
basar, pasaportunu eline verirler. Kalbin selâmeti de başka türlü ola-
maz. Bu olmadıkça da o kalp dâima puthânedir. Sen, istediğin kadar
Allah'a tapıyorum da desen bunun hiçbir faydası yoktur.
Bir derviş, her yerde Allah ile beraber olup, her işittiğinin ondan
olduğunu bilmedikçe Allah'ta fânî olamaz. Fenâfıllah mertebesi işte bu-
dur. Nasıl benim yanımda bir kimseyi gıybet etmeye utanıyorsan
hâriçte de utanmalısın. Çünkü her yer huzurdur. Yemende de olsan
Allah seninle beraberdir. İşin aslı bunu bilmektedir.
Şimdi şu konuştuklarımızı hulâsa edelim: Kalb-i selîm, ilim ve
amelle hâsıl olur. Bu iaha!"
Geçenlerde bir milyoner kendisini bir kere güldürene servetinin
büyük bir kısmını bağışlayacağını ilân etmişti. Yine dünyânın bütün
zevklerini tadıp hiçbir isteği kalmamış başka bir milyoner de nihayet
yeni heyecanlar bulmak için husûsî bir fıçı yaptırarak içine girip ken-
disini Niy ağara şelâlesinden attırmış. Fakat bütün emniyet tertibatına
rağmen fıçı suların tazyikine dayanamayarak parçalanmış ve kayalar-
dan yuvarlanarak çatlamış içindekiyle beraber parçalanıp gitmiş:
- "Demek ki saadet ve huzuru ne para, ne kadın, ne kumar, ne
seyahat hiçbir zevk temin etmiyor. Dünya hayâtının neticesi hüsran-
dan başka bir şey değildir. Ve bu girdabın içine girenler de oradan ken-
dilerini çekemez, düştükçe düşerler.
Halbuki kalbi Allah'la olan bir fakir, dünya nimetlerinin yüzde
doksan sekizinden mahrum dahi olsa, mâlik olduğu kalp huzuru, kalp
zenginliği ona ihtiyaç ve sıkıntılarını duyurmaz.
Resûluilah Efendimiz bu meseleyi ne güzel kestirip atmış:
"Dünyâda rahat yoktur", diye veciz olarak izah buyurmuştur. Dünyâda
rahat arıyorsan Allah'ın halvetgâhındadır, oraya var, orada ara!.. Hu-
zur, Allah'la olan kalptedir."
Semîha Hanım:
- Yûsuf un hikâyesi öyle bir hikâyedir ki başı dostluk, muhabbet,
1- Güleser Hanım, yaşlı, hastalıklı fakat bağrı yanık bir Karadenizli kardeşimizdi.
SOHBETLER 223
yakınlık, ortası hasret ve ayrılık, sonu cemalle bezenmiş bir
masumiyet, rahmet ve mağfirettir, buyuruluyor.
- "Evet, hakîkî olan her hikâye-i aşk öyledir."
Nazlı Hanımefendi:
-Allah, kendisini gizlemek için mi sebepleri icat etmiştir? Meselâ
Hazret-i Mûsâ, asasını vurmayınca deniz açılmıyor. Halbuki istemesi
buna kâfi idi.
Mürşit de cemâlullâhın peçesi değil mi? Ancak o peçeyi kaldırınca
Hakk'ı görmek mümkün...
- "Bu zuhur âlemi, Hakk'ı gizleyen peçe gibidir. Söz de hareketler
de kendisine âit olduğu halde Karagözcünün kendini belli etmemek
için o deri parçalarını tanzim ve tertip eylemiş olması gibi, Allah da ya-
rattığı varlıkların vücuduyla, tasarrufunu ve hükmünü yürütüyor."
Semîha Hanım:
- Aşıklardan başkası, yaptığında ettiğinde garazsız olmaz, diye
bir söz okudum. Onlar İhlasın hakikatine erdikleri için mi bu böyledir?
- "Bu âlemde onlardan gayrı herkesin cennet, rızâ, dünya veya
âhiret arzuları vardır. Herkesi hareket ettiren şu veya bu işin peşine
düşürüp koşturan, bu dünyevî ve uhrevî sebeplerden biridir.
Âşıkm hareketi ise maksatsızdır. Nasıl maksatsız olmasın ki aşk
demek canan demektir. Ona o aşk ihsan olunmuş da öyle âşık olmuş-
tur. Aşk deryasına dalan kimseye yakınlık talebi bile bir perdedir. Çün-
kü o da bir maksattır.
Adamcağızın biri, hapishanede bulunan bir zâtın ziyaretine git-
miş. Fakat hücresine girdiği zaman kimseyi bulamamış, yalnız orada
duran zincirleri görmüş. İkinci akşam yine gidip bakmış ki, ne hapis-
hane var ne de o zat... Üçüncü akşam gittiğinde, hem hapishanenin
hem de o zâtın yerlerinde olduğunu görmüş ve hayretle bu hâlin sebe-
bini sorduğunda da şu cevâbı almış: Birinci akşam Allah'ta idim. İkinci
akşam Allah bende idi. Üçüncü gece ise ben benimle idim.
Demek oluyor ki aşk gelince ne sen ne ben, ne şu ne bu kalıyor.
Kendin ayan itse hakîkat sen yok olursun
Gölgem bu benim yoksa sen aslım mı sanırsın?
224
Evet âşıklar, ihlâs sahibi samimî riyasız kimselerdir. Şeytan
Cenâb-ı Hakka: Bana izin ver de kullarını baştan çıkarayım. Yalnız
ihlâs sahiplerine karışamam! diyor.
Şeytan, bir mescidin kapısı önünde dolaşıyormuş. Sebebini sor-
muşlar: İçeride on gündür, geceleri gözlerine uyku girmeden ibâdet
eden, gündüzleri de oruçlu olan birisi var onu azdırmak için içeri gir-
mek istiyorum. Fakat uyuyan bir kimse var ondan korkuyorum! demiş.
Uyuyan kimseden korkulur mu? diye sorulduğu zaman şeytan: Onun
gözleri uyuyor ama kalbi uyanık... bu yüzden korkuyor ve içeri giremi-
yorum, demiş.
İşte şeytanı bile dehşete düşüren, bu ihlâstır."
Semîha Hanım:
- Bir gün Hüsniye Hanım, ziyarete geldiğinde, kimi cennet, kimi
rızâ talebi, kimi de vazife icâbı veya bir yanlış yapmamak için gelir.
Şimdi buna sorsanız: Neye geldin'? deseniz verecek cevâbı yoktur, işte o
cevapsızlık, bizim istediğimiz ihlâstır, demiştiniz.
- "Öyledir. Teveccüh kazanmak, cennet arzusu, günâha girme-
mek, kusur veya serzenişten çekinmek, cehennem korkusu gibi haller
muhabbet yolunda yabancı, aykırı şeylerdir. Bunun böyle olduğunu kul
anlayıp hissediyor da Allah anlamaz mı? Bu türlü garazlı ve sebepli ha-
reketler insanlar arasında bile makbul olmayınca ya Allah katında na-
sıl makbul olur?"
Bu sohbette Muhlise Hanım da bulunuyordu. Hocamız, odasına
çekildikten sonra Nazlı Hanımefendinin yanına sokularak, hapishane
hikâyesinin kendi anlayışına göre tefsirini rica etti. Nazlı Hanımefendi
de şöyle izah etti:
- O zat demek istiyor ki, benim üç benliğim vardır. Bir kısım halk
beni kendileri gibi görür. Onlar gibi gezer, yürür, hapse girer, darda
asılırım. Diğer bir kısmı, Allah'ın yed-i kudretinde görür. Üçüncüler
ise, ayrılığın, gayrılığın ortadan kalkmış olduğunu görürler.
Semîha Hanım:
- Hakikat deryasına vücut kabından yol olduktan sonra o kabın
suyu nihayetsiz olur, mânâsını ifâde eden bir Mesnevî-i Şerif beyti oku-
dum:
- "Yâni: Bana vahy olur, mânâsı zuhur etmiş olur, demek. Bu da
bizim gibi insandır, yiyiyor, içiyor, dolaşıyor, diye Resûlullah Efendi-
miz'e tariz edenler için Cenâb-ı Hak: Söyle yâ Habîbim, evet ben de si-
SOHBETLER 225
zin gibi insanım, ama bana vahy olur 1 . Yâni benim bedenim kabından
hakikat deryasına yol vardır. Benim o derya ile alış verişim vardır.
Evet, ben bir katreyim, ama bende ummanlar gizlidir. Ben bir zerreyim
ama bende güneşler gizlidir.
Süveyş Kanalım görmüyor musun? Genişliği ancak bir vapur ge-
çecek kadardır. Fakat koca okyanusları birbirine bağlamaktadır. İşte
bu mânâya varmış olan insan da, nâsut ile lâhut ve ceberut ile melekût
âlemlerine kanal olmuştur. Ve oradan geçmeyi tercih edenler de hedef-
lerine süratle varıcı olmuşlardır."
Nazlı Hanımefendi:
- Maksûda erişmek için kâmil insan yolundan geçmenin, en kes-
tirme tarik olduğuna ne güzel ne canlı bir misal!
Hava çok sıcaktı. Hocamız, elindeki yelpaze ile Münîre Hanıme-
fendiyi birkaç defa yelpazeledi. Hanımefendi, gerek serinletici hava,
gerek gördüğü alâka ile zevklenerek birkaç defa: Oh... dedi. Hocamız,
Hanımefendi 'nin bu zevkine iştirak ettikten sonra:
- "Susamış bir kimse, soğuk su içtiği vakit vücûdunun her bir
mesamesi ile şükür eder. Onun için, ılık su içenle soğuk su içen
hararetli bir kimsenin ettiği şükür ve hissettiği zevk bir olamaz."
Öğle yemeği yeneceği zaman açık duran pencereden içeri bir bül-
bül girer ve odanın içinde dolaşmaya başlar. Hocamız odaya girdiği
vakit de, uçmaktan vazgeçerek gelir, ayağının ucuna konup ötmeye baş-
lar. Bir müddet dinledikten sonra eğilerek kuşu alır ve avucunun içine
oturtur ve uçup gitmesi için bileğini pencereden dışarı uzatır. Fakat
kuşcağız bir türlü uçmak istemez. Nihayet yavaşça:
- "Haydi artık git... işim var, yemek yiyeceğim!" der ve karşıki ça-
mın üstüne uçan kuş, bu defa da orada uzun uzun öter.
Nazlı Hanımefendi:
-Hayvanlardan insana en yakın olan hangisidir?
- "Attır. Hayvanlık insaniyete atta kavuşur. Cenâb-ı Hak, Kur'â-
1- Fussilet sûresi, 6. âyet.
226
n-ı Kerîm'de, atlar yürüdüğü vakit karınlarından çıkardıkları seda üze-
rine kasem ediyor 1 ."
Nazlı Hanımefendi:
- Çiçeklerden insana yaklaşmaya imkân bulan var mıdır'?
- "Nasıl olmaz? Meselâ gülü reçel yapıyor, yiyiyorsun, şerbetini de
içiyorsun."
Nazlı Hanımefendi:
- Hiçbir çiçek gül kadar insana karışmıyor. Reçel, şurup, sirke ya-
pılıyor ve yağı alınarak kullanılıyor.
Peki Efendim, ya kuşların en mütekâmili hangisidir 1 ?
- "Elbet gülün âşıkı olandır."
Semîha Hanım:
- Resûlullah Efendimiz Hazret-i Bilâl' e: Yâ Bilâl, bizi ferahlat,
yâni kalbine benim üflediğim o nefhayı söyle, buyuruyor.
Hocamız, elindeki yelpazeyi salladı ve:
- "Burada bir başka hava mı var? Hep aynı hava... fakat yelpazeyi
sallamakla serinliyor ve zevk duyuyorum.
İşte ehlullah, daimî surette o hakikat güneşinin hararetine karşı
bulunmakla dünyâdan tamamen uzaklaşmışlardır. Halbuki dünya ken-
dilerinden istifâde beklediğinden, onlar da ara sıra bir nevi gaflet arar-
lar.
Resûlullah Efendimiz'in de dünya işleri rûhâniyetine galip geldiği
vakit Hazret-i Bilâl'e: Güzel sesinle bizi ferahlat!., buyururdu.
Rûhâniyeti beşeriyetine galip geldiği vakit de Hazret-i Ayşe'ye: Benim-
le konuş yâ Ayşe! diye dünyâya dönmek isterdi."
Korku ve ümitten konuşuluyordu:
- "Bir gün Resûlullah Efendimiz hâlet-i nezi'de olan bir hastayı
görmeye gitmiş. Hasta Efendimize: Yâ Resûlallah, ben günahlarımdan
korkuyorum; fakat Allah'ın rahmetinden de ümidimi kesmiyorum. Ba-
na hidâyet et... demiş.
Cevap olarak Efendimiz de: Mademki kalbinde bu iki kelime var-
dır. Emin ol ki Allah senin dilediğini verir. Çünkü sırf korku ve sırf
1- Âdiyât sûresi, 1. âyet.
SOHBETLER 227
ümit, noksan kişi kârıdır. Ama beyne'l- havf ü ve'r-recâ yâni korku ve
ümit arasında olmak, Allah'ın rahmetini çekicidir buyurmuş.''
Münîre Hanımefendi' nin tayy-ı mekân ve mucizeden bahseden bir
hikâye anlatması üzerine:
- "Allah her şeye kadirdir. Fakat ehlullah tayy-ı mekânı ruhen
ederler. Yoksa cismen Mekke'ye, Medine'ye, Kayseri'ye, Konya'ya git-
mezler. Meselâ ilk İslâm ulularından Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Ebû Be-
kir'in cismen tayy-ı mekân ettiklerine dâir hiçbir rivayet işittiniz mi?
Onlar ki baştan ayağa keramet kesilmiş oldukları halde bile böyle şey-
ler yapmadılar.
Ehlullah, maddenin ve zahirin hakkı ne ise onu muhafaza eder.
Resûlullah (s. a.) in bütün vücûdu keramet olduğu halde neden bu ka-
dar muharebeler etti ve türlü ezalar çekti de bir mucize izhar ederek
kendini münafıklardan kurtarmadı? Çünkü âdetullah böyledir de onun
için..."
Münîre Hanımefendi bir hikâye anlattı. Bu hikâyenin mevzuu,
kimsenin işine karışmamak fikrinde toplanıyordu:
- "Medine'de Fatma Hanım isminde bir resmî ebe hanım vardı.
Bir gün Harem-i Şerîf 'e ziyarete geldiği sırada, huzûr-ı nebevî'de, zâtın
birinin elinde teşbih olduğu halde: Yâ Şeyh Debbân, Yâ Şeyh Debbân!
diye zikrettiğini görür, yanına yaklaşır ve: Yâ şeyh, Resûlullâh'a salât
ve selâm getireceğin yerde, kendi şeyhini zikrediyorsun, bu nasıl iş?
der. Fakat o zat sâdece: Tayyib, tayyib... diyerek başını sallar ve
teşbihine devam eder.
Fakat Fatma Hanım evine avdet ettiği zaman bakar ki dili tutul-
muş. Bu hâlin, başına neden geldiğini anlayarak özür dilemek üzere
tekrar Harem-i Şerîf 'e koşar, lâkin o zâtı bulamaz. Böylece bir hafta
geçtikten sonra bir gün yine elinde tesbîhiyle aynı kimsenin aynı yerde
zikreylemekte olduğunu görerek yanına yaklaşır. Kendisini gören zat,
ebe hanıma dönerek: Yâ Şeyh Debbân? diyerek gülümser. Kadıncağız,
aman ne istersen onu söyle... der ve dili çözülür.
Kimsenin işine karışmamak ve ayıplamamak, elbette ki aklı ba-
sında insan kârıdır."
228
Mühim bir vazife sahibi olan bir kimsenin işinden çıkarıldığın-
dan bahsedilmesi üzerine meclisten biri, yazık oldu... diye esef etti:
- "Bu adamın o devlet ve saltanattan mahrum olması,, kim bilir
hangi gizli, bilinmedik hareketinin neticesidir. Size düşen, ibret almak-
tır. Çünkü Cenâb-ı Hak sebepsiz ve hikmetsiz bir şey yapmaz."
Sâmiha Hanım:
- Buyuruluyor ki: Kâmil insan vücup ve imkân denizleri arasında
bir berzahtır. Bu imkân ve vücup denizlerinden birinin diğeri üstüne
taşmaması için her iki tarafa da aynı ölçüde nazırdır:
- "Evet, bu makam: Yûhâ ileyye 1 yâni bana vahy oluyor diyen
Resûlullâh'ın makamıdır. Vücuptan maksat, rûhânî ve ilâhî kuvvetler,
imkân da dünya hâdiseleridir. Resûlullah işte bu iki kuvvetin ortasın-
da birleştirici ve ayarlayın bir berzahtır. Yâni lâ ilahe ile illallah ara-
sında her ikisini birden idare edici mevkidedir."
- "Bir gün ashaptan birisi hastalanır ve Resûlullah Efendimize
giderek: Karnım ağrıyor, ne yapsam acaba? diye sorar. Efendimiz de:
Bal ye! buyurur. Bir müddet sonra aynı kimse yine hastalığından
şikâyet ederek huzura gelir ve: Bal yedim, karnım daha fazla ağrıdı...
der. Yine: Bal ye! cevâbını alır. Bir müddet sonra tekrar huzura gele-
rek, iyileşmediğini ve karnının ağrımakta devam ettiğini söyler. O va-
kit Efendimiz: Bal iç... senin karnın yalan söylüyor, Allah yalan söyle-
mez, buyurur."
Nazlı Hanımefendi:
- Biz öyle bir deryaya garkolmuşuz ki nihayeti yok. Mesneviler,
manzumeler, ilâhîler, sohbetler ve bin türlü şeyler ile bize hakikatleri
akıtmaya uğraşıyorsunuz:
- "(Tebessümle) Bize şunu da söylemedin, demeye hakkınız yok şu
halde.. Gerçekten de size söylemedik bir şey bırakmamışımdır. Çünkü
deıvişler, mürşidin kalbinin sahîfeleridir. Sizi gören, sizde mürşidinizi
göreceğinden, mesulsünüz ve öğrenip bildiklerinizle amel etmeye de
1- Fussilet sûresi, 6. âyet.
SOHBETLER 229
mecbursunuz.
Bursa'da bulunduğumuz sırada bir kadıncağız anacığımı ziyarete
gelmiş ve söz arasında şeyhine, keman çalmanın günah olup olmadığını
sorunca, şeyhinin de: Bu, kalbe göre değişir. Senin gönlünde Allah ol-
duktan sonra ne istersen çalabilirsin, dediğini söylemiş.
Bu sözü söyleyen zâtın bir Nakşî şeyhi olması bilhassa hoşuma
gitti ve kendisini arayarak buldum ve ziyaret ettim. Arif bir zattı. İşte
dervişi, mürşidinin kalbinden bir sahîfe açarak onu bize göstermiş ol-
du."
Sabîha Hanımefendi:
- Bu zat, biz İstanbul'a döndükten sonra arkanızdan haber yolla-
mış ve beni yaktı, tahammül edemiyorum, kendine kavuştursun... diye
hâlini arzeylemiş ve kısa zaman sonra da vefat etmişti.
İfâkat Hanım:
- Efendim, Cenâb-ı Hak, kulunun bir muradını bâzan hemen,
bâzan da bir zaman sonra ihsan ediyor. Tabiî Cenâb-ı Hakk'a ne bu
çabukluktan bir fayda, ne de gecikmeden bir zarar var. Acaba kulun
arzusunun geciktirilmesi bunun ona bir nimet olduğundan mıdır 1 ?
- "Her olacak şey için tâyin edilmiş bir vakit vardır 1 . Onun için,
vakitsiz olan bir şey kötü netice verir. Yeni sülûke giren bir kimseye -ki
sâlikin derdi arzusu Allah olduğu halde- sizin çok zamanlardan beri
duyup öğrendiğiniz hakikatleri söylesek, yolunu sapıtır, şaşırır kalır.
Böylece de ona, talebinin vakitsiz verilmesi kendi hakkında hayırlı ol-
maz. Cenâb-ı Hak her şeyi bilir ve talep sahibine, arzusunu, onu haz-
medecek hâle geldiği zaman verir."
İfâkat Hanım:
-Âmenna... Cenâb-ı Hak her şeyi bilerek ve güzel yapar. Ama ku-
lun kalbine o emeli, husulünden çok evvel vermesinin hikmeti nedir?
- "O emel, o arzu öncüdür, tellâldir. Allah'ın sana o arzunu ihsan
edeceğine dâir bir haberci, bir müjdecidir. O istek matlûbun husulünü
müjdeler. Eğer talebinde sâdık ve hâlis isen ve o şey sana verilinceye
kadar da devam edersen, Cenâb-ı Hak sana istediğini verir. İş, o
sadâkat, ihlâs ve hüsnüniyettedir."
1- Ra'd sûresi, 2. âyet: "Küllün yecrî li ecelin müsemmâ."
Rûm sûresi, 8. âyet: "Mâ halakallâhü's-semâvâti ve'1-arza ve mâ beynehümâ illâ bi'l-
hakkı ve ecelin müsemmâ..."
230
Şâzimet Hanım:
- Küçük bir çocuk gördüm. Açlıktan inliyordu. Herkes amelinin
cezasını görür, buyruluyor. Acaba bu çocuk da annesinin babasının
amellerinin cezasını mı görüyor?
- "İş çocuklukta değildir. Mûsâ ile Hızır hikâyesini bilmiyor mu-
sun? Hızır çocuğu öldürünce Musa itiraz etti. Fakat sonradan anladı ki
bu çocuk ileride bir kâfir ve hattâ bir katil olacak.
Vah yazık bu çocukcağıza, bu hâle düşmeli miydi? demek Allah'a
itiraz eylemektir. Bir kula düşen ise, her şeyi hikmet tahtında bilmek
ve sükût eylemektir. Çünkü Allah sebepsiz bir şey yapmaz. Mümkün
ise, o acıdığın kimselere yardım elini uzat... mutlak her yardım kese ile
olmaz. Gözle, elle, ayakla, dille yâni bedenî kuvvetler ile de insanlar
birbirine yardım edebilirler.
Sen bir kul parçası iken çocukların için çıldırıyorsun, aç kalmasın-
lar, rahat etsinler, diye yapmadığın kalmıyor da, ya Allah ki senden ve
benden ve cümle âlemden merhametli ve şefkatli iken nasıl zulmeyler?
İnsanın bunu düşünüp bilmesi dahi haya ve sükûtu ihtiyar etmesi için
kâfidir. Evet biliniz ki Hakk'ın hükmünü giymedikçe hiç kimsenin başı-
na bir şey gelemez.
Bugün mahkemelerde bile bir hükmü verirken kılı kırk yararak
öyle karar veriyorlar da, ya Allah, verdiği hükümde nasıl yanılır? Allah
hâkimlerin hâkimidir. Hiç onda haksızlık, hiç onda zulüm tasavvur
olunabilir mi? İşte bu suretle görür ve bu suretle düşünürsen o vakit
dilini tutarsın.
O senin söylediğin çocukluk sana ve bana göredir. Allah'a göre de-
ğildir. Nasıl ki zaman da bize göredir, Allah'a göre değildir.
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Âdem isen semme Vechullâh'ı bul.
Bil ki Allah herkese lâyığını vermiştir. Onun için itirazsız yardım
et... Niçin Allah kediye kanat vermemiştir, deme. Eğer verseydi,
dünyâda serçe kuşunun tohumu kalmazdı.
Bana benden gelir her ne gelirse
Başım rahat bulur dilim durursa
dedikleri bu mânâdır.''
SOHBETLER 231
Bütün mahlûkötın Hakk'ın kudret ve tasarrufu altında olduğu
konuşuluyordu:
- "Eğer canan yolunda can ve baş feda ediyorsan, eğer sâdık ve
eğer âşık isen sakın kendinde bir varlık görüp kendine güvenme... ifti-
har edip ne mutlu bana!, deme. Çünkü sana bu vazifeleri veren, bu ha-
yır yolunda vazifeli kılan Allah'tır. Nasıl ki tiyatroda sinemada rejisör
istidatlara göre rol tevzi eylemiş ise, sen de ezelde üstüne verilmiş olan
vazifeleri ifâ eyliyorsun, o kadar."
Dervişlerin huzurlu hayatlarından ve iç âlemlerinin zevkinden
bahsedilmişti:
- "Mahşer günü kâfirler diyecekler ki: Yâ Rabbî, sen bizi iki kere
öldürdün. Biri, bizim kalbimizi ölü olarak dünyâya getirdin ve sonra da
ecel gelip bizi tabiî ölümle öldürdü.
Âşıklar da diyecekler ki: Yâ Rabbî sen bizi iki kere dirilttin. Biri,
anamızın karnından ayrıldığımız vakit, diğeri de bizi kendiliğimizden
nefsimizden öldürüp seninle dirilttiğin vakit...
Hazret-i isa'nın sözüdür. Kim ki iki defa ölmezse melekût ve
semâvâtı geçemez. Onun için dervişlerin ilâhî kokular ile mest olarak
ve nefislerinin çirkinliklerinden, ağırlıklarından kurtulmuş bulunarak
geçirdikleri hayat, elbette ki huzurlu, rahat ve mesuttur."
Her zerrede Hakk'ın bir tecellîsi olduğundan bahsolunuyordu:
- "Her yerde ve herkese karşı edebi muhafaza etmelidir. Çünkü
Hakk'ın tecellîsine mazhar olmayan hiçbir şey yoktur.
Hz. Ali: Her sınıfın bir kutbu vardır, buyurur. Onun için kimsenin
işine karışmamalıdır. Kimde ne olduğu belli olmaz ki... Herkesi hoş
görmeli ve kimsenin işine karışmamalıdır. Tulumbacıların, sütçülerin,
sakaların ve ilh... her sınıfın bir mânevi başı vardır. Olur ki bunlardan
birine tesadüf edersin, elbet bu merkeze sataşmak senin için hayırlı ol-
maz...
Düzcesi kimsenin gönlünü kırmamaya çalışmalıdır, vesselam."
Kazaya uğrayan bir kimse hakkında meclisten birinin, bîçâre! de-
232
mesı üzerine:
- "Sus! gerçi târihî hâdiselerde hüküm verilir, fakat bu gibi
vak'alarda fikir yürütmek olmaz. Sen ona bîçâre demekle, Hakk'ın
hükmüne îtiraz etmiş oluyorsun. Halbuki hiçbir şey sebepsiz olmaz.
Sen sükût et... nene lâzım!"
Sernlha Hanım, Hazret-i Pîr'in bir sözünü; ben her nakısın
tamâmıyım, dediğini söyledi:
- "Hazret-i Ali'nin de bu mânâyı ifâde eden ne güzel bir sözü var-
dır: Ben o kimseyim ki ayı ve güneşi davet ettim, davetime icabet etti-
ler. Ayın kıble edindiği, güneşin secde ettiği benim. Ben Hz. Muham-
med'in nurunun, tecellî yeriyim. Ben Yûsuf un hemhâli ve kuyuda iken
ve kuyudan çıkarken onun sahibiyim. Ben Hızır ve Musa'nın da sahibi
ve hocasıyım. Arşın esrâriyle beraber taşıyıcısı benim, isa'dan söz söy-
leyen de benim.
Resûlullah öyle buyuru}'or: Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır.
Oraya erişmek istiyorsan bu kapıyı seç. Ali, aşka mazhardır. Ali'den
aşk tecellî etmiştir. Hakka giden başka yollar da vardır. Fakat aşk yo-
lu bambaşkadır. Onda mekânlar aşmak, merhaleler geçmek vardır.
Âbidin yüz yıllık yolunu âşık bir ahiyle geçer."
Rahatına düşkün, canını çok seven bir kimseden bahsolunuyordu.
Bu kimsenin vücûduna fevkalâde itinâ ettiği, dâima sporla meşgul
olup ne kadar mümkünse istirahat ve sıhhatine ehemmiyet verdiği hal-
de, kibar ve tembel hastalığı diye meşhur olan nikrise tutulmuş olduğu
söylendi:
- "Size dâima söylediğim gibi dünyâda kim neden vefa umarsa on-
dan cefâ görür. Bu bir kâide-i umûmiyedir. İbret olsun diye söylüyo-
rum. Bu adamın bu kadar çalışmaları vücûdu, teni içindi... İşte o vefa
umduğu bunca emekler bir anda nasıl netîce verdi. Ve en garibi de bu
faal vücut, tembel hastalığı olan bir rahatsızlığa tutuldu. Şimdi düşü-
nün bu hal onun için ne kadar müşküldür.
Hz. Pîr buyurur ki: Kim ki ameliyle umduğu şeye vâsıl olacağını
ümit ederse 6 kimse yolunu şaşırmıştır.
Güzîde Hanım Valideniz anlatıyordu: Bir kadın evlâtlarına
fevkalâde düşkünmüş. Derûnî kemâlini unutarak yalnız onların tâlim
SOHBETLER 233
ve terbiyesi ile haddinden fazla meşgul olmuş, mükemmel tahsil ettir-
miş, kolejde okutmuş. Ecnebi lisanları öğretmiş, deli gibi üstlerine tit-
rermiş. Bir gün oğlu Mısır'a gitmiş. Bir hastalığa tutulmuş, yirmi dört
saat içinde ölmüş.
Bu vakadan sonra kızına bir talip zuhur etmiş. Bu talip olan
adam da ne vakitten beri böyle münevver ve mükemmel yetişmiş bir
kız arıyormuş. Bunu bulunca artık emeline kavuştuğu için pek çok se-
vinmiş. Evlenmişler ve beraber çalışmaya başlamışlar. Kız bir gün ken-
di husûsî otomobilini idare ederken nasılsa başka bir otomobile çarpa-
rak başından şiddetli surette yaralanmış. Doktorlara müracaat etmiş-
ler. Pek çok tedaviler yapılmış. Kız ölmemiş, fakat bilgi, ilim melekesi
bitmiş ve neticede bütün ilmini kaybetmiş. Bütün o tahsiller, ilimler
bir anda mahvoluverdiğinden kendi de ruhsuz bir cisim gibi kalıvermiş.
İşte Allah'tan başka güvenecek varlık olmadığını bilerek dünyâda
hiçbir şeyden vefa ummayarak hareket etmek lâzım geldiğine ne kadar
canlı bir misal!
Afvınla azabından, lutfunla gazabından, seninle senden, sana sığı-
nırım yâ Rabbî!"
Nişancı Camiinde bir mevlit okunmuş, dinleyenler arasında
Nimet Hanımın da kayınbiraderi varmış. Nîmet Hanım' ı gördüğü va-
kit demiş ki: Camide sizin şeyhiniz Tahâ sûresini okudu. Ben ömrümde
hiç böyle müstesna ve fevkalâde bir ses işitmedim.
Nîmet Hanım, Kendilerinin camiye gidip Kuran okumayacakla-
rını söylemişse de, kayınbiraderi Kendileri' ni pek iyi tanıdığından bah-
sederek bir türlü inanmamış...
Bunun üzerine:
- "Herkese zanm hoş gelir, mademki o niyete dinlemiş, adamın
zevkini bozmayın varsın yine öyle bilsin.."
Bir an durduktan sonra Tahâ sûresinin bir kısmını harikulade
bir hal ile okudu ve Hazret-i Mevlânâ ile bir müftü arasında geçen
hâdiseyi naklettikten sonra:
- "İşte ehlullah pergere benzer, bir ayağı bir noktada sabittir, di-
ğeriyle bütün âlemi devreder. O her yerdedir. Her şeydir ve herkesle-
dir...
Fakat bunu şeriat erbabı pek anlamaz." buyurdu.
234
Münîre Hanımefendi' nin söz arasında, Allah bahane tanrısıdır
demesi üzerine:
- "Hasan Basrî Hazretleri, Hazret-i Ali'nin halîfesidir. Bir gün bir
cenazede bulunmuş. Defin merasimi olup bittikten sonra etraftan
feryâd ü figan, inilti ve ağlama sesleri işitmiş. Sesin nereden geldiğine
dikkat edince, meşhur şâir Ferezdak'ın ağlayıp sızlamakta olduğunu
görmüş ve: Ne oldun Ferezdak, niçin böyle ağlıyorsun? demiş.
Arapların meşhur şâirlerinden ve Ehl-i Beyt dostu olan Ferezdak:
Nasıl ağlamayayım yâ İmam? Bakıyorum da, herkes seni görünce
Allah'ın ne sevgili kulu... diye medet umup şifâlanıyor. Beni görünce
ise: Ne kötü adam! diyerek kaçıyorlar. İşte bu iki hâli mukayese ettim,
hâlim neye varacak? diye ağladım, demiş.
Bunun üzerine Hasan Basrî Hazretleri: Hiç Allah'a yarar bir işte
bulunmadın mı? diye sormuş. Şâir: Bilmiyorum... diye cevap verdikten
sonra: Yalnız üç şeyim var. Biri, şu sakalımı İslâmiyette ağarttım. Biri
de, yetmiş senedir Allah'ın tevhîdiyle meşgulüm. Üçüncüsü ise, çok kö-
tü adam olduğumu bilmekteyim. Bunlardan başka bir şeyim yok... de-
miş ve bir müddet sonra da Hicrî (110) senesinde vefat etmiş.
İmam Basrî Hazretleri, Zeyd bin Hârise'nin kölesi ile Ümmü Sele-
me Validemizin cariyesinin çocuğudur. Hattâ Ümmü Seleme
Validemizin kendisine süt vermiş olduğunu rivayet ederler.
Ferezdak'ın vefatından sonra Hasan Basrî Hazretleri kendisini
rüyada cennette ve bir taht üstünde görmüş ve bu mevkii nasıl bulmuş
olduğunu sorunca: Allah'ım, yetmiş sene tevhidinde bulunduğumu şef-
kat ve rahmet nazarına alarak beni affedilenlerden kıldı günahlarımı
bağışladı, demiş.
Cenâb-ı Hakk'ın af ve rahmeti şuna buna bakmaz, Allah bahane
tanrısıdır, kulundan geçmez ve bir vesîle bularak affeylemek ister."
Münîre Hanımefendi, Râbia Adeviye Hazretlerine atfen bir
hikâye anlattı. Güya hazret, bir gün atını yedeğine alarak giderken Ha-
san Basrî Hazretlerine tesadüf etmiş ve Hasan Basrî Hazretleri: Yâ
Adeviye, hani sen yarının rızkını bu günden düşünmem! demiştin. Gö-
rüyorum ki atının üstündeki heybenin iki tarafı da erzakla dolu... de-
miş. O zaman Hazret-i Râbia: Heybeleri aç da içindekileri gör... demiş.
Hasan Basrî Hazretleri heybeleri açınca, birinin taşla diğerinin de,
ağızları tozlanmış ve örümcek tutinuş mataralar ile dolu olduğunu gö-
rerek mahcup olmuş. Bu hikâyeyi dinledikten sonra:
SOHBETLER 235
- "Bu hikâye, Râbia Adeviye Hazretlerine atfedilemez. Bir kere
Hasan Basrî, Râbia Adeviye'nin kim olduğunu bilir ve böyle bir
imtihana kalkışmaz. Mademki Râbia Adeviye bir kere öyle bir söz söy-
lemiş, Hasan Basrî onun, sözünün eri olduğunu ve tutmayacağı bir sö-
zü söylemeyeceğini de bilir ve kendisine böyle bir sual sormazdı. Keza
Râbia Adeviye de Hasan Basrî'nin kim olduğunu bilir.
Sonra Râbia Adeviye Hazretleri şefkatsiz bir kadın olamaz ki hay-
vana lüzumsuz yere ezâ etsin, taş yüklesin. Onun için bu hikâye
hakikatten uzaktır."
Hocamız ile ancak bir iki defa görüşmüş olan kitapçı Ali Bey 'e bir
levha hediye gönderildiği ve hediyenin Hocamızdan geldiğini anlayan
kitapçının: Ben bu lutfa lâyık mıyım?, diyerek gözlerinden yaşlar akıt-
tığı, levhayı götüren kimsenin de: Lâyık olmasaydın göndermezlerdi...
demesi üzerine Ali Bey' in daha da heyecanlanıp: Ben hatırlanmaya
lâyık bir kimse değilim... Şu var ki, nasıl insan aynaya bakınca kendi
yüzünü görürse, ben de kalbime baktığım vakit o zât-ı âlî-kadri görü-
yorum, diye cevap verdiği nakledildi.
- "İskenderiye'ye giderken vapurda bir fakire rast gelmiştim.
Medine'nin Mâliki müftüsü idi. Dâima: Yâ kadîme'l-ihsân ihsânüke'l-
kadîm sözünü diline vird etmişti. Yâni, yâ ihsanı ezelî olan, senin
ihsanın ezelîdir.
Sonra Medine'ye gittik. Bir gün kendisini ziyaret için evine gittim.
Para vermek istedim. Fakat edep dışı saydığım için: Müsâade ederse-
niz uğur olsun diye ve hürmeten bunları değiştireyim! diye çanağındaki
paraları alarak cebime koydum ve yerine, vermek istediğim parayı bı-
raktım!"
Münîre Hanımefendi, istiğfar edip: Çok günahkârım, dedi:
- "Yok'la çok'un arasında Allah indinde fark yoktur. Elverir ki
kalp gafil olmasın. Onun ulûhiyetinin sânı affetmektir. Ben
kusurumdan nedamet edersem o neden affetmesin?
Beytullah'da birisi: Estağfırullah, estağfırullah! diye teşbih çeki-
yormuş. Hazret-i Ali Efendimiz: Ne yapıyorsun? diye sormuş. Adamca-
236
ğız: Günahlarımdan istiğfar ediyorum... diye cevap verince, bir daha
günahlarına rücu etmemek üzere tövbe et, istiğfara hacet kalmaz, olur
biter, buyurmuş.
Hazret-i Mevlânâ'ya bir kimse hakkında: Filân kimse hiç günah
işlememiştir, demişler. Keşke işleseydi de vaz geçseydi... buyurmuş.
Günah işlememiş kimse, günah işlemenin tadını bilmez. Meselâ
rakı içmeyen bir kimseye: Rakı içme! dersen, o esasen bu zevkten ha-
berdar olmadığı için bu yasağın onca ne kıymeti olur? Halbuki bir sar-
hoşa bu nehy, bu men ediş ne dehşetli tesir eder."
Gazetelerde ingiliz siyâsî temsilcisi Sir Philby ismindeki bir zâtın
müslümanlığı kabul etmiş olduğu yazılıyordu:
- "Adem'e secde edenler dört kısımdır. Bunlardan birinci kısmı,
Allah'ın emridir, diye secde ettiler. Başlarını kaldırdıkları vakit
Adem'deki Hak tecellîsini görerek bir daha secdeye vardılar. Hazret-i
Ebû Bekir'in, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hatice'nin bir söz ile îman edişle-
ri gibi.
İkinci kısım, evvelâ secde etmedi, ama sonra etti. Hazret-i
Ömer'in Efendimiz'i kesmeye gelip de o cemâle karşı cezbeye kapılıp
îman etmesi gibi... ve işte bu İngiliz'in de neticede saadeti bulması gi-
bi...
Üçüncü kısım, evvelâ secde etti, sonra etmedi. Vahiy kâtibi İbn-i
Serh'in evvelce îman edip sonradan kâfir olması gibi...
Dördüncü kısım ise, ne önce etti ne de sonra... Ebû Cehil gibi... ve
evvelde de sonunda da kâfir olanlar gibi..."
Zâtın birisinin: Yâ Rabbî, sen cehenneminde azap edeceğini söylü-
yorsun, senin olmadığın yeri göster ki cehennemini göstereyim, dediği-
nin söylenmesi üzerine Nazlı Hanımefendi:
- Fakat Hak seninle olursa böyle söyleyebilirsin... diye fikrini be-
yan etti:
- "En küçük zerreden bütün mevcudata kadar her şey Hakk'ın
tecellîsine garkolmuştur. Bir katil bile bâğî yâni âsî şeklinde görünen
sâdık bir dosttur. Hak'tan ayan nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş.
Hazret-i Ali Kerremallâhü vecheh buyuruyor ki: Yâ Resûlallah,
Mekke'den Sahrâ'ya çıktığım vakit hiçbir taş ve ağaç görmedim ki ba-
SOHBETLER 237
na selâm vermesin. Cansız dediğimiz eşya ve hayvanlar, riyâzatta bu-
lunan kimselere hitap eder, söz söylerler. Mevcudattan hiçbir zerre
yoktur ki Hakk'ın nuruna mazhar olmasın. Bunu hal edebilmek ve bü-
tün mevcudatta bu varlığı seyredebilmek ne büyük zevktir. İşte o vakit
âlem içinde âlem görür ve ancak o vakit tevhidi görüp yaşayarak ifâ et-
miş olursun ki yakînden maksat da budur."
Mahşer günü cehenneme girecek olan ruhlar insan sureti ile azap
görmez, buyuruluyor.
- "Evet, ruh cehennemde insan sureti ile yanmaz. Çünki Cenâb-ı
Hak kendi âyetlerini kendi suretini yakmaz. İnsan, Rahman sureti üz-
re halkolunmuştur. Fatihanın yedi âyeti insanın vechinde, yüzündedir.
Ancak insan, dünyâda hangi hayvan sıfatında öldüyse, cehennemde de
o surette yanacaktır. Meselâ haram yiyici ve şehvetperest ise domuz;
müstehzi ve taklitçi ise maymun suretinde haşrolup cehennemde de öy-
le ceza görecek, yanacaktır."
Hüsniye Hanım'ın Nazlı Hanımefendi ile konuşurken, tarîkatin
inceliğinden ve bâzı hatâların aşk nâmına yapıldığından bahsetmesi
üzerine Nazlı Hanımefendi:
- Evet, âşık o hatâyı yine aşkı nâmına, aşkından dolayı yapar.
Fakat bâzan muhabbeti de feda etmek lâzım gelir. Çünkü aşka maddî
ve manevî bir menfaat karıştırmamak lâzımdır. Yâni aşka gerek âhiret
gerek dünya veya nefsin nâmına hiçbir maddî menfaat karıştırmaya-
caksın. Bu makamın da kimde tecellî ettiği zahire bakmakla anlaşıl-
maz. Bu, Allah'la âşık arasında bir sırdır.
Bir komşu kadının yerleri süpürmesini görerek:
- "Görüyorsunuz ya insanın içinde ellerini ayaklarını ve bütün
vücûdunun melekelerini sevkeden, kumanda veren bir kuvvet var... Bu
kuvvet görülüyor mu? Fakat bundan ayan da bir nesne yok... Meselâ
içinin en gizli uzuvlarını, ciğerini, böbreklerini röntgen şuâı ile görü-
yorsun... Halbuki bu kumanda veren kuvveti görmek kabil değil... Bu
böyle olduğu halde, meselâ kızdığın veya sevindiğin vakit uzuvların,
238
âletlerin vâsıtasıyle bu hislerini izhar ediyor, gülüyor, ağlıyor, koşuyor,
atlıyorsun. Bunlar inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Ama Allah'ı na-
sıl inkâr ediyorsun?
Onun için bu hakikati anlamak istersen kendini mütâlâa et kâfi...
Sana hâkim olan da, her şeyi yaptıran da o... Vücûdunu istediğin tara-
fa çevirip istediğin yere sevkederken, bu çeviren kuvveti göremiyorsun.
Kayıktaki dümeni gördüğün halde, senin dümenin görülmüyor. Aslına
bakılacak olursa, o kayıktaki dümen de kendi kendine dönmüyor. Onu
da idare eden bir akıl var.
Şu da var ki, bu kadıncağız, şurasını temizlenmeye muhtaç gördü-
ğü için süpürürken, bu kirli yeri temizlemek için ellerini kirletmiyor.
Süpürge ile süpürüyor. Yâni vâsıtaya vâsıta kullanıyor. Nasıl denme-
sin ki insan âlem-i ekberdir. 1
İçindeki coşup taşmaklık da ondan, seni bir şeye meylettiren bir
şeyden içtinap ettiren de hep o kuvvet... İşte, Allah'tan başka mevcut
yoktur; Allah'tan başka fail yoktur'un mânâsı budur.
Bu kuvvet senden zuhur ettiği gibi, bütün mevcudattan da zuhur
eder. Lâkin her birinden, güneşin bir çok renkli camlardan aksetmesi
gibi, başka başka suretler ile tecellî eder. Böylece de hayat bir cenk ve
mücâdele, fiilî, kavlî, hissî, kelâmî bir ihtilâftan ibarettir. Meselâ
filânın meşrebi falana uymaz. Senin ihtiyar edip yaptığın fiil, karşında-
kinden bambaşkadır. Bu böyle olduğu gibi, senin kül olan vücûdun da
bir zıtlar mecmuasıdır. Hava, su, ateş, toprak hep biribirinin zıddı ve
muhalifi olduğu halde bunlara intizam ve kıvam veren, bu zıtları aynı
gaye yolunda toplayan da yine o kuvvettir.
Ruhların da kimi münkir, kimi gafil, kimi âbid, kimi âşık... Fakat
bu gâfıl ve münkirler de hep aynı gayeye hizmet ettikleri için bunların
hiçbirine dil uzatmaya hakkın yoktur. Çünkü dünyânın payidar olması
için onlara da lüzum vardır. Zîra o gafil ve münkirler de hakikatin
hizmetkârıdırlar. Dünyânın kıvamı bunlar ile muhafaza olur.
Meselâ bir mektep açıyorsun. Bu mektebe hoca ve talebelerden
başka, aşçı, kapıcı ve hademe de lâzımdır ki mektep yaşayabilsin."
Kısa bir fasıladan sonra:
- "Şu an için fikirler temerküz etti. Bir noktada toplandı. Fakat
kendi hâlinize kalınca aynı duyguları devam ettirebilecek misiniz? Söy-
lediklerim çok defa sözde kalıyor. Mânâsına nüfuz etmeye vakit olmu-
yor."
1- Zâriyat sûresi, 21. âyet: "Ve fî enfüsiküm efelâ tübsirûn"
SOHBETLER 239
- "Şimdi zihnimde bir çok mânâlar var. Bunları lafızlar ile söyle-
yip ifâde ediyorum, böylece de lafızlar, mânâya tuzak oluyor. Sen de bu
mânâları, bu kelime ve lafızlar içinde anlayabiliyorsun. Sonra, her laf-
zın mânâsı da kendine mahsus ve bu kelimelerin içine başka bir mânâ
giremez, işte, "Allah'ın kelimeleri tebeddül etmez, değişmez 1 " hakikati
bu demektir.
Her ruhun âyân-ı sabitesi ne ise, ondan beklenen de odur. Meselâ
köpek deyince, bu kelimenin içine başka bir mânâ giremez. Ve köpek-
ten beklenen de her zaman köpekliktir. Kezâlik her lafızdan zuhur
eden de kendi mânâsıdır. İşte bu söylediğim sözlerin içinde bütün
kâinatın mânâsı mevcuttur. Her şeyi bu sözler ile anlayabilir, Kur'ân-ı
kâinatı okuyabilirsin.
Dün Münîre Hanım bir hikâye anlatıyordu. Ona da İfâkat,
İfâkat'a ise Hacı Efendi anlatmış. Hikâye şöyle: Bir vaiz, Besmelenin
faziletinden bahsederken, Besmele öyle büyük şeydir ki, eğer bir insan:
Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahim! diyecek olsa, şiddetle akan bir nehrin
üzerinden bile yürüyerek geçer demiş. Vaizin sözlerini dinleyen
cemâatten bir kimse, bir gün bir nehrin kenarına gelmiş. Bakmış ki
köprü uzak ve dolamaçlı bir yerde... Kendi kendine: Ne olacak, Bismil-
lah der şuradan geçiveririm! demiş ve hakîkaten de Besmeleyi çekip
suyun üstünden yürüyerek karşı sahile geçmiş.
Bir gün yine aynı yerde, Besmelenin faziletinden bahseden vaize
tesadüf etmiş. Hoca Efendi de karşı kıyıya geçmek istiyormuş. Adamca-
ğız hocaya: Uzun uzun yol yürüyüp köprüye gidinceye kadar bir Bes-
mele çeker, doğruca sudan geçeriz! demişse de, eteklerini toplayıp, ni-
yet ettiği halde bir türlü karar veremeyen hoca efendiyi, ne dediyse
kandıramayacağına aklı kestiğinden: "Anlaşıldı. Olamayacak. Gel bari
sırtıma biniver de geçireyim! demiş ve bu suretle karşıya geçmişler."
Münîre Hanımefendi:
- Sonra da bu zat yaşamamış, ölmüş... diyerek hikâyeyi tamamla-
dı.
- "Nasıl yaşasın?"
Münîre Hanımefendi:
- Evet Efendim, siz, ehlullah, Hakk'ın âdeti olmayan bir şeyi yap-
maz... her şeye kadir oldukları halde, keramet göstermez, buyurursu-
nuz.
- "Bu hikâyeden çıkan mânânın iki yüzü olabilir. Biri: Eğer insan,
irâdesine hâkim olur da onu bir noktada toplayabilirse çok şeye kadir
1- Yûnus sûresi, 64. âyet: "Lâ tebdile li-kelimatillah."
240
olur, demektir. Ama, irâdeye hâkim olmaktan maksat, nefsinden geç-
mektir. Nefsini attıktan sonra da her şey sana boyun eğer 1 .
İkinci mânâ ise, Besmelenin kuvvet ve kudretinin nihâyet-
sizliğidir. Besmele, her şeyi teshire kadirdir, demektir. Elverir ki onu
sıdk ve ihlâs ile, yâni kendini unuttuğun vakit söyleyebilesin. O vakit
değil nehirleri, ummanları dahi müşkilâtsız geçiverirsin.
Hocamn, suyun başına gelip de eteklerini toplamasından maksat,
bâzı ilim ve fikir erbabının, maksada sâdece akılla varmak istemeleri-
ne işarettir. Hocamn suyu geçememesi gibi, akılla yapılacak tedbirler
de bu yolda neticesiz kalır. Çünkü kal, yâni sözdür; hal değildir.
Şimdi bu hikâyede bir takım lafızlar var. Bu lafızlardan murat,
mânâdır. Sözler ise bir kısırdır, kabuktur. Mânâ, kabuğun altında gizli-
dir.
Acaba, bu hikâyeyi camide anlatan hoca da, cemâat da bu söyledi-
ğim mânâyı hikâyenin içinden çıkarabilmişler midir? Şüphesiz hayır.
Elbet onlar mânânın kışrında kaldılar ve ancak kışrındaki mânâyı an-
ladılar.
Bunun gibi, şu âlemdeki bütün lafızlar da hep mânâya bir
işarettir. Bu mânâyı okuyan, kısırda, kabukta kalmazsa, işte o vakit
bütün bu mahlûkâtın Hakkın kelimeleri olduğunu anlar.
Bakınız, bu hikâye bize gelinceye kadsr birçok kimseler tarafın-
dan söylenip dinlenmiş. Hocadan, Hacı Efendiye, ondan İfâkat Ha-
nıma, ondan da Münîre Hanıma ve nihayet bize kadar geldi. Acaba bu
hikâye söylenip dinlendiği yerlerin hangisinde anlaşıldı? Tabiî hiçbirin-
de. İşte bilgi de böyledir. Gerçek, birçok âlemlerden geçerek bu âleme
geldikten sonra zuhur ediyor.
Rum kayserinin elçisinin Hazret-i Ömer'e, ruhun bu âleme gel-
mekteki faydasını sorması üzerine Hazret-i Ömer: Söylediğin sözlerde
fayda yoksa niçin konuşuyorsun? diyerek lafzı ve kelimeyi cisme, mâ-
nâyı da ruha benzetir.
Yine Mesnevî-i Şerif 'te şöyle denir: Ruhun âdeti budur ki, merke-
ze bağlı olmakla beraber, nereye nazar etse orayla alâka kurar. Rûh,
birlik gözüyle cisme nazar edince ceset tasvirini kazanır.
Keza, mânâ da böyledir. Ruhun cisim ile olan alâkası sözün mânâ
ile olan alâkası gibidir. Rûh, cismin ne içinde ne de dışındadır, ne on-
dan gayrı ne de aynıdır. Mânânın da kelimeye münâsebeti böyledir. Ne
ondan gayrı ne de aynıdır."
- Eûzü bi kelimâtillâhi't-tâmmât'dan maksat kâmil insan mıdır?
1- İzâ temme'l-fakru fehüvallah: Fakr (küllî fena) tamam olduğu vakit o Allah'tır.
SOHBETLER 241
- "Evet, kâmil insan kelime-i tamdır. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı
Kerîmde: De yâ Habîbim, denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa,
Hakk'ın kelimelerini, yâni kâmil insanın vasıflarını yazmak isteseler,
denizler kurur ve ağaçlar kırılır yine de yazamazlar. 1 buyuruyor.''
- "Hazret-i Ali buyuruyor ki: Kalbin hayâtı ilimledir, elde ediniz;
ölümü ise cehil iledir, kaçınınız.''
Nazlı Hanımefendi:
- ilimden maksat kâmili bulmak değil midir 1 ?
- "Evet asıl ilim odur. Fakat halkı uyandırmaya, irşada memur
olanlar için yalnız manevî ilim kâfi değildir. Zahir ilmi de lâzımdır.
Hazret-i Ali'nin, zahir ilmi cihetiyle de üstüne çıkacak kimse yoktu.
Bir mürşidin, behemehal zahirî bilgilere de sahip olması şarttır.
Seni inandırması için, seni kazanması, senin fikrî ve hissî sermâyenle
karşına çıkabilmesi için mutlaka sende olan malûmata sahip bulunma-
sı îcap eder. Faraza ben mûsikî bilirim, dediğin vakit, o da, ben senden
iyi bilirim... Lisan bilirim dediğin vakit, ben senden fazlasına âşinâ-
yım... diyebilmeli ki, onu görüp sen de: Bu da bendenmiş! diyebilesin."
Semiha Hanım:
-Avcının, ormanda kuşları avlamak için kuş taklidi yapması gi-
bi... Kuşu tutabilmek için onun lisânından anlamak lâzım geliyor...
- "Evet ama her kuşun lisânı da başka başkadır ve mürşit olanın,
bunların hepsine âşinâ olması lâzımdır. Tâ ki müridini terbiye ve mu-
habbeti halkasına aldıktan sonra, mürit, kendi bildiklerinin, Hakkın
ilmi yanında ne kadar basit olduğunu görüp anlasın. Fakat bunu idrâk
edebilmesi için halkaya dâhil olması lâzımdır."
Radyodan bahsolunuyordu:
- "Ehlullah her şeye kadirdir; uzaklardan görür işitir... denildiği
zaman îtiraz eden oluyor. Halbuki radyo denen bir makine, dünyânın
öbür ucundan söyleneni buraya kadar getiriyor.
insanlar gibi dünya da tekâmüldedir. Onun da şeriat, tarikat,
hakikat ve marifet devirleri vardır. İşte şimdi marifet devrinde bulunu-
yoruz."
1- Kehf sûresi, 109. âyet: "Kul lev kâne'l-bahru midâden likelimâti Rabbî..
242
Söz dinlememesiyle yanlış yolda gidip servetini, malını ve mülkü-
nü kaybetmiş birisinden bahsediliyordu. Sabîha Hanımefendi bu kim-
se hakkında dua ricasında bulununca:
- "Ateş düştüğü yeri yakar. Hakkı ne ise onu bulur. Çünkü Allah
Rabbü'l-âlemîndir. Allah îmânını kurtarsın. Lütuf odur işte!"
Semîha Hanım:
- Şeyh Evhadeddîn Hazretleri 'nin: Ayı leğende görüyorum demesi
üzerine, Şems-i Tebrizî Hazretleri, eğer boynunda çıban olmasaydı ba-
şını kaldırır semâda görürdün... buyurmuşlardı.
- "Şeyh Evhadeddîn'in, ayı leğende görüyorum, demesinden mak-
sat: Hakk'ı güzellerde görüyorum, demektir. Hazret-i Şems'in ayı
semâda görürdün, buyurmalarından maksat da, sâde suret güzellerin-
de değil, her yerde görürdün, demektir.
Güzel sevilir, çünkü ondan Hakk'm nuru zuhur etmiştir. Fakat bir
güzelde bu tecellîyi seyrettiğin gibi, meselâ bir devenin gözünde de ayni
tecellîyi görmen îcap eder."
Münıre Hanımefendinin bir kimse hakkında, bari kusurunu bil-
seydi demesi üzerine:
- "Bilmek nasîbi büyük şeydir Münîre Hanım!"
- "Vakit ve zaman gelince ezelde ilâhî nurdan kendilerine isabet
etmiş kimseler şu veya bu sebeple bir rahmânî şuleye eriştiler mi ne
kadar kötü yolda bulunsalar veyahut küfür ve isyan üzere olmuş olsa-
lar, derhal bu küfür kaftanını atıp Hakk'a ve hakîkata sırât-ı
müstakime dönerler."
- "insan iyi veya doğru yolda olduğunu nasıl anlayabilir?
- "Hazret-i Pîr buyuruyor ki: Her müslümanın kalbinde bir ilâhî
vaiz vardır. İnsanın kendi kendine nasihati olmazsa, edilecek vaaz ve
SOHBETLER 243
nasihatten istifâde edemez.
Bir de: Kendi kendinden fetvayı al! diye bir hadîs-i şerif vardır.
Çünkü insan, yükselip alçalmasını kendi kalbinden anlar. Eğer bir
kimse Allah'a teveccüh etmiş ve Allah muhabbeti ile kalbi dolmuşsa,
elbet terakki ettiği anlaşılır. Eğer nefsinin arzularına kapılmış ve gün-
lük zevklere dalmışsa, elbet derecesinden düştüğü meydana çıkar. Da-
ha ne fetva ararsın? Kalbin elbet ne yolda ve ne halde olduğunu sana,
hâriçteki vaizlerden daha doğru söyler.
Demek oluyor ki insan, fetvayı kendi kalbindeki müftüden alacak
olursa yanılmamış olur. Bu müftü: Nefsinin arzusuna uyuyorsun, git-
tikçe alçalıyorsun! yahut: Hakka teveccüh ediyorsun, kalbin Hakk'ın
nûruyle doluyor, terakkidesin! derse, senin için bu fetva gerçekten te-
sirlidir. Fakat şayet bu fetva tesir etmeyecek olursa, hâriçteki nasîhat-
çilerin ve müftülerin sözü hiç tesir etmez.
İşte gönlündeki bu müftü, bir ilâhî vaizdir. Hâriçteki vaizler ve
nasîhatçiler sana ancak hayır ve şer yollarını işaret ederek, kötü ve
şerli işlerden sakınıp hayrı tercih etmeni tavsiye ederler. Halbuki senin
bunlardan hangisine teveccüh ve iltifat ettiğini, iyilik veya kötülük yol-
larından hangisinden hoşlandığını bilemezler.
Sorarım size, meselâ içinizden birinizin karnınız veya başınız ağ-
rısa, bir hekimin karşısına gittiğiniz zaman, son derece teşhisi kuvvetli
dahi olsa sizi görür görmez: Senin hastalığın falan yerindedir! diyebilir
mi? Ancak ona, şikâyetinizin hangi uzvunuzda olduğunu söyledikten
sonra icap eden tavsiyelerde bulunur ve sakınmanız lâzım gelen şeyleri
söyler. Halbuki o ağrının varlığını yokluğunu veya nerenizde olduğunu
bilecek ancak sizin bilginiz, yâni içinizdeki müftünün fetvâsıdır."
Bir dervişin, yokluğu ölçüsünde beka bulup Hak'la Hak olduğun-
dan konuşuluyordu.
Nazlı Hanımefendi:
- Fena bulmakta, yokluğa ermekte derece tasavvur edemiyorum.
Bir insan yâ fâni olur yahut da olamaz. Tamamen fâni olmadıkça da
ona Hak'la beka yoktur, dedi.
- "Fenada yâni yoklukta da derece vardır. Meselâ mektebe henüz
başlamış bir çocuğa da, tahsili orta dereceyi bulmuş olanına ve yahut
yüksek kısma geçmiş bulunana da talebe denir, değil mi ki cehli fânî
eden tahsil hayâtına ayak basmış ve okumaya niyet eylemiştir.
Keza, tek katı çıkmış bir binaya baktığın zaman henüz tam olma-
244
makla beraber yine de: Bir bina yapılıyor... demez misin?.
Evet, birdenbire ve süratle yokluğa eren de vardır: yavaş yavaş,
zamanla mücâhede ve riyâzatta bulunarak kötülüklerini iyiliğe çeviren
de vardır. Yazık ki mürşidinin yokluk denizine karşı küçük bir huyun-
dan vazgeçemeyenler de vardır.
Tamâmiyle fânî olmak, yokluğa erişmek kolay bir şey değildir.
Fânilik tamâmiyle mürşidinin boyasıyle boyanmak, kendinden eser
kalmamak demektir. Sana bakan onu, ona bakan seni görmelidir. Sâlik
fânî oldu mu, zuhur eden rabbânî hakikattir. 1 Elbet fenada da derece
vardır. Meselâ bir buz parçasını suya atmakla o hemen erir, fânî olur
mu? Tabiî hayır, eridiği kadar suya karışmış olur. Fakat eriyip bitme-
dikçe ondaki buzluk sıfatı bakîdir. Ancak tamâmiyle eridiği zaman:
Buz eridi... denir ki o vakit onun ismi de su olur."
Nazlı Hanımefendi:
- Zerre kadar bir mevcudiyeti de kalsa yine kendisine bir
istifâdesi olmaz. Yine nafile!.
- "Tabiî... Fakat hiç olmayana nazaran yine bir şeydir. Meselâ dün
birisi: Ben mürşidimin büyüklüğünü bilirdim ama şimdi daha fazla bi-
liyor, tasdik ediyorum, diyordu. Bu söz anlatıyor ki mürşidini tasdik
edememiş, bilememiş ve şimdi de bilemiyor."
Nazlı Hanımefendi:
- Bu iş, sahibin lutfu ile olabilecek bir şey... Yoksa kademe kade-
me çıkılacak olursa vay hâlimize!
- "Geçmiş veya haldeki insanların buldukları kahır ve belâ, hep
kendi hareket ve tutumları yüzünden ve arzularının çokluğundandır.
Aslında bilse de bilmese de ister dalâlet, ister hidâyet ehli olsun, her
iki kısmın da gayesi Hak'tır. Fakat cehennem ehlinde, cennet ehlindeki
zevk yoktur. Nîmet ile mihnet bir midir? Eğer bir ise, yâni eğer mihne-
te razı isen onu seç, o yolda git... Lâkin sen lutufla kahırdan, zahmetle
rahattan hangisini ihtiyar eder, hangisini seçersin? Niçin lütuf varken
eziyeti, mihneti ihtiyar edelim, niçin nîmet varken zahmeti ve saadet
varken çileyi seçelim?
Dâima lütuf iste... Çünkü Allah, kalpleri ve fikirleri kalıptan kalı-
ba koyucu, değiştiricidir. İşte onun için Resulullah: Ey kalpleri ve göz-
leri evirip, çeviren! Kalbimi dîninde, sırât-ı müstakim üzre tesbit et,
1- İzâ temme'l-fakru fehüvallah.
SOHBETLER 245
karar kıldır! buyurur.
Demin ak sakallı ihtiyar bir zat gelmişti. Evvelce askerî muallim-
liklerde bulunmuş, gün görmüş bir kimse idi. Söz arasında hâlinden
bahsederken: Bu gece ekmek paramız yok... dedi ve zahirde hatâlarım
olduğunu bilmiyorum; lâkin kılınmamış namazlarım var. Kudüs'te ve
mübarek yerlerde namaz kıldım. Belki onların yüzü suyu hürmetine
Cenâb-ı Hak beni affeder, dedi. Kendisini teselli ettim, elbet, elbet... de-
dim. Düşünün bir kere... Ya bizim buna gelinceye kadar hesaba gelmez
nice hatâlarımız var...
Aman yâ Rabbî senden sana sığındık. Eğer öleyim de kurtulayım,
dersen bu pek boş bir temennidir. Çünkü asıl iş, öldükten sonra başlar.
Onun için Calinus: Bir katırın kuyruğunun altında sinek olmaya
razıyım. Tek ölmeyeyim de dünyâda kalayım... diyor.
Meselâ kafes içindeki bir kuş, etrafında pençelerini açarak kendi-
sini bekleyen kediler görürse, dışarı çıkmayı ister mi? İşte onun da
ruhu bunu hissettiğinden ölmek istememesi tabiîdir."
Niyet nedir diye sorulması üzerine:
- "Tâat ve ibâdetlerde niyetsizlik, yaptığını bilmemek demektir.
İsterse kalbî olsun, ibâdette niyet lâzımdır. Ulu orta ne yaptığını bilme-
den ibâdet etmek, ibâdet değildir. Meselâ namaz adına, makine gibi ya-
tıp kalkmanın ne ehemmiyeti vardır? Onun için hadîs-i şerifte: Amel,
niyete bağlıdır 1 buyurulur. Yâni Allah sizin amellerinize değil, kalbini-
ze, niyetinize bakar.
Niyet, çok büyük şeydir."
Sobanın üstüne ısınması için konan su, fevkalâde tatlı sesler çıka-
rarak kaynıyordu. Bir müddet dinledikten sonra:
- "Su bile ateşe mâruz kalınca tahammül edemiyor. Ya beden na-
sıl dayanır?
Suyun lisânı yoktur, diyenler de vardır. Halbuki her şeyin lisânı
vardır."
Birkaç gün evvel vefat etmiş olan Sadî Bey isminde ve Hocamızın
1- İnneme'l-a'mâlü bi'n-niyyât.
246
teveccühü olan bir zâtın, üçü de münevver ve yetişmiş oğulları ziyaret
maksadıyla gelmişlerdi:
- "Bu çocuklar bize sırf ezeldeki cins yakınlığı yüzünden bir gönül
daveti ile ve menfaatsiz geldiler. Büyük oğlu, babasını ölümünden ev-
vel rüyasında gördüğünü ve: Ben ölsem de kalbim ve elim ölmez, dedi-
ğini söyledi.
Evet oğlum, dedim. Çünkü kalp, Allah'ın nazargâhıdır. Elde bir
damar vardır ki doğru kalbe gider. Onun için babanız böyle söylemiş."
Mesnevî-i Şerif okuyorduk:
- "İşte görüyorsunuz ki bütün bu güzellikler hep türlü ifâdeler ve
benzetmeler içinde gizlenerek söylenmiş. Bir gün Resûlullah Efendimiz
Hazret-i Ayşe'nin yanında idi. Bir âmâ, bir rivayete göre Ümmü Mek-
tum Hazretleri kapıya geldi. Hazret-i Ayşe kapıyı açmak için gitti.
Efendimiz de arkasından gitti. Hazret-i Ayşe başım örtmek için örtü al-
dı. Fakat Resûlullah: Yâ Ayşe, onun gözleri âmâdır, görmez... dedi. Fa-
kat Hazret-i Ayşe söz söylemeden işaret ile kendi gözlerini gösterdi:
Ben onu görüyorum, yâ Resûlallah! demek istedi. Bu hareket Efendi-
miz'in hoşuna gitti. Hz. Ayşe biliyordu ki Efendimiz onu, kendisini sa-
kındığından daha fazla yabancılardan sakınmaktadır. Halbuki o âmâ,
Ayşe'nin bu işaretini de görmedi, anlamadı.
İşte burada Efendimiz akıl ve Ayşe ruh gibidir. Akıl, ruhun
cemâlini nâmahremlerden gizler. Onun hakikatini kinayeler içine sak-
lar; hoş o nâmahremler bu kinayelerden de anlamazlar. Çünkü ruhun
yüzüne nikap, kendi nurudur."
Radyodan bahsedilirken Semîha Hanım' a:
- "İşte Semîha... Şimdi dünya marifet devrine girmiştir. Radyo3aı
görmüyor musunuz? Tâ nerelerden sesleri, söylenen sözleri buralara
kadar getiriyor. Bu ne büyük bir kudrettir. Hattâ öyle bir zaman gele-
cek ki eski milletlerin, meselâ Romalıların sözlerini, târihlerini ses dal-
galarından toplayabilecekler. Çünkü o dalgalar kaybolmamıştır.
İşte ehlullâhın dimağı da muazzam bir radyo makinesi gibidir. İki
âlemin bütün hâdiseleri ondan gelir geçer."
SOHBETLER 247
İnsanın mânâsı hakkında sorulan bir sualden sonra:
- "İnsan demek, göz demek, görmek demektir. İnsan vücûdu için-
de, görücü, bilici ve idrak edici olan nura insan, geri kalan kısmına, ke-
mik ve et denir.
Binâenaleyh bir kimse gördüğü, bildiği ve sohbet ettiği ile tartılır.
Ne gördü ne bildi neye muhabbet eylediyse seviyesi ve kıymeti ancak
odur. Yâni talebin ne ise sen de osun. Bir insanın kıymeti himmetiyle
mütenâsiptir 1 . Himmeti ulvî ise kendi de ulvîdir. Himmeti süflî ise
kendi de süflidir. Çünkü her şey kendisini çekene meyleder."
Hüsniye Hanım, çocukluk ve gençlik arkadaşı bir hanımdan bah-
sederken, her şeyi sevdiğini, her şeye bağlı olduğunu, fakat gönlünü
yokladığında gayesinin bunlardan hiçbiri olmadığını ve hiçbiri ile tat-
min olmadığını söylediğini anlattı:
- "Halbuki asıl mânâyı bulmuş olsa idi, ayı, güneşi, denizi, yâni
Hakk'ın bütün isim ve sıfatlarını sever, bunlar da sahibimin, bunlar-
dan da o tecellî etmiştir, derdi. O, cismi bulmuş ruhu bulamıyor, teni
bulmuş canı bulamıyor. Bütün o gördüğü şeyler cemâl-i mutlakın akis-
leridir. Meselâ şurada bir aynayı yüz parça etsen yüzünden de beni gö-
rürsün. Fakat bu gördüklerin ben miyim? Hayır. Benim akislerimdir.
Şu halde o aynalarda gördüğün güzelliklere âşık olacağına, aslına âşık
ol!"
Hüsniye Hanım:
- Onun dünyâdan bu rahatsızlığı ve huzursuzluğu, yâni dünyâya
büsbütün esir olmayışı kendi hakkında hayırlı değil midir?
- "Hayır! Dünya onun gibi nice gayr-i memnunlar ile doludur.
Meselâ bir milyoner: Beni bir saniye güldürene bir milyonumu verece-
ğim, diyor. Bir diğeri ise artık zevke ve eğlenceye o kadar doymuş ki,
yapacak bir şey bulamayarak intihar ediyor.
Meselâ bu kadın, senin kendininkinden çok başka bir âlemde ol-
duğunu bildiği halde, neden bana o âlemden bahset... demiyor ve
maneviyâta bir yakınlık duymuyor? Çünkü o manevî âlemi aramak
nimetinden mahrumdur.
Siz şüphesiz dünya içindeki dünyâdasınız. Yâni onlardan başka
bir âlemdesiniz. Senden bu kokuyu duymamak kabil değil. Senden duy-
mayan, benden de duyamaz."
1- Kıymetu l-mer'i bi-himmetihî. ( Hadîs)
248
Sabîha Hanım:
-iş, sahibin ona bu cezbeyi ihsan etmesinde... böyle bir tecellî olsa
derhal koşar gelirdi.
- "Fakat güneş her tarafa birden akseder. Mezbeleye, lağıma ak-
setmesi, onların fena kokularını ziyâdeleştirir. Güle, sümbüle ise güzel
kokular verir. Yâni herkesin istidadında olan şeye kuvvet ve imkân ha-
zırlar. Nîsan yağmuru sedefin ağzına düşerse inci, yılanın ağzına dü-
şerse zehir olur. Keza, Kuran, müminin îmânını, kâfirin de küfrünü
ziyâdeleştirir."
- "Nazlı Hanım, ba's, diriliş iki türlüdür. Biri zahirî, diğeri
manevî. Ba'sin lügat mânâsı, yerinden koparmak demektir.
Sûrî olan ba'ste, insan ıztırârî yâni tabiî ölümle öldükten sonra
mezara girer ve kabirde nice müddet medfun kaldıktan sonra cesetler
dirilip haşrolur. Böylece de kıyametin sırrı ve hakikati o gün zuhura
gelir ve hakikatler, herkese o gün ayan ve aşikâr olur.
Bir de manevî ba's, manevî diriliş vardır ki, bunda insan, ihtiyarî
ölümle ölüp fânî olduktan ve mecazî vücut kaydından kurtularak zat
nurları içinde bir çok müddet medfun olduktan sonra Cenâb-ı Hak onu:
Benim sıfatlarımla ortaya çık, seni gören beni görür 1 sözünün gereği
üzere, fena mertebesinden bakâbillah yâni yokluktan sonra Hak'la var
olmak derecesine, Allah'ın sıfatlarıyle sıfatlanmış olduğu halde ba's ve
ihraç eder. Ve o kimse bu mertebede Hakk'ın bekâsıyle bakî ve rabbânî
hayat ile dirilmiş olarak her ne işlerse hemen Hak'la işler. Bu mertebe-
de o, eşyayı Hak'tan başka görmediği gibi, Hakk'ı da eşyadan gayrı gör-
mez. Belki halkı Hak'la kâim ve Hakk'ı cümle eşya ve mahlûkâtın ay-
nasında zahir ve tecellî eylemiş görür. Bir kesret görür ki hakikatte
vahdetin tâ kendisidir. Bir vahdet görür ki eşyanın kesretinde kendini
göstermekte bulunmuştur. İşte bu mertebede ona zahir, bâtının kendisi
ve bâtın da zuhuru itibariyle zahirin aynı göründüğü gibi, âhir aynı ev-
vel ve evvel ise aynı âhir görünür. O kimse bu mertebede: Evvel
âhirdir, âhir evveldir. Zahir bâtındır ve bâtın da zahirdir! der.
Şeyh-i Ekber'in: O izhar ettiği eşyanın tâ kendisidir 2 kavli ve
Hazret-i Ali'nin: Ölüm gözümden örtüyü kaldıracak olsa, bu dünyâda
gördüğümden fazla bir şey görmüş olmayacağım! demesi de yine aynı
mânâyı doğrular. Zeyd Hazretlerinin gözleri de riyâzat ve ilâhî nurlar-
1- Uhruc bi-sifâtî femen reâke reânî. (Hadîs-i kudsî)
2- Sübhâne men ezhara'l-eşyâe ve hüve aynühâ.
SOHBETLER 249
la aydınlandıktan sonra bu âlemde mahşeri görmemiş miydi?
Demek oluyor ki, ölmezden evvel ölüp dirilenlere ve Hakkın
nûriyle bu eşyaya nazar edenlere, eşyanın hakikatinin bu dünyâda açı-
lıp tamâmiyle görünmesi kabil oluyormuş.
Sâdece surette kalanlara hakikati anlamak haram oldu. İşte bu
hakikatleri onlar ancak kıyamet gününde görüp idrak edebileceklerdir.
Zahir bâtın içinde; bâtın da zahir içindedir, dedik. Öyle değil mi
ya... Bakınız bu bas, bu diriliş meselesinin biz yalnız birinci kısmını
yâni ana rahminden doğuşu biliyorduk. Fakat bundan bir de mânevi
diriliş hakikatini ortaya koyunca, bâtının, aynı zahir olduğu meydana
çıktı. İşte bu dünya suretinde de bâtın âleminin mevcudiyetini aynı öl-
çüler ile anlayabiliriz. Hazret-i Niyazi'nin dediği gibi: Haktan ayan bir
nesne yok / Gözsüzlere pinhan imiş."
Nazlı Hanımefendi:
-Ben manevî ba'si her sâlike şâmil zannederdim.
- "Her sâlike mânevi diriliş nasip ve müyesser değildir. Yukarıda
da söylediğimiz gibi, suret e kalanlar bundan mahrumdurlar. Fakat
yolunda bulunanlar ve o nura mazhar olmak için çalışanlar, herhalde
suret ba' sinde kalanlardan üsttür. Çünkü bir ağacın dalı eğri de olsa,
köke merbut ve bu suretle de canlı olması yüzünden, herhalde dosdoğ-
ru fakat kuru bir daldan daha iyidir.
Hâsılı mahlûkat ve bütün bu yaradılış âlemi Hakk'm mutlak gü-
zelliğine perde gibidir. Bu perde açılıp Hazret-i Ebû Bekir'in: Hiçbir
şey görmedim ki onda Allah'ı görmeyeyim, dediği gibi görgü sahibi ol-
mak, ancak ölmezden evvel ölmekle olur.
Hazret-i Muhiddîn: Bu dünyâdan daha güzel bir şey yoktur 1 , bu-
yurur. Cenâb-ı Hak, âlemi Rahman sureti üzre îcat ettiği için ondan
güzel, ondan mükemmel bir şey nasıl olabilir? İşte Hazret-i
Muhiddîn'den beş yüz sene sonra gelen Leipnitz de: Mademki her şey
sûret-i ilâhiyyedir, kemal üzre olması lâzımdır, demekle Hazret-i
Muhiddîn'in sözünü ayniyle kabul etmiştir.
Yine Şeyh-i Ekber buyurur ki: Bu tabiat, aslî hakikati itibariyle
fail (aktif) olduğu gibi, yine o tabiat, kendisinde ilâhî esma
suretlerinin zuhur ve tahakkuku hasebiyle de münfail (pasif)dir.
Onun için: Rab kuldur; kul da Rab'dır 2 sözü de bu mânâyı açıklar.
Keza Spinoza'nm: La nature naturee; la nature naturante 3 sözü de
1- Leyse fi'1-imkâni ebdau min hâze'1-âlem.
2- El-abdü Rabbün ve'r-Rabbü abdün...
3- "Pasif tabiat, aktif tabiat."
250
Muhiddîn Arabî Hazretlerinin yukarıdaki sözünü teyit eder mâhiyette-
dir."
Nazlı Hanımefendi:
- İnsan yalnız şu iki günlük sohbeti muska yapıp boynuna assa,
küpe yapıp kulağına taksa, okuyup ezberlese ve mânâsını hal etmeye
çalışsa, başka bir şeye hacet kalmaz. Bize öyle bir ilim, öyle âlemler aç-
tınız ki her şeyi, her şeyi içine sığdırmış...
Akşam salonda oturuyorduk. Semîha Hanımefendi, Nişancı
Camii minaresinin tepesinde bir ışık uyandırılmış olduğunu söyleyince
Hocamız kalkarak baktı ve bizi de çağırarak gösterdi. Gerçekten de
minarenin aleminde parlak bir ışık vardı:
- "Hayra alâmettir inşallah!" dedikten sonra:
- "Minare vücûda işaret olduğuna göre görünen aydınlık da ondan
zuhur eden nura işaret olmak gerektir.
Bâzı minarelerin üç şerefesi vardır. Bunlardan birincisi ef 'âle;
ikincisi esmaya, üçüncüsü de sıfata işarettir. Hey'et-i umûmiyesi de
zâtı temsil eder. İşte minare, bu esas üzerine düşünülüp yapılmıştır."
Yatsı namazı vakti gelmişti. Behîce Hanımefendiye latife yollu hi-
tap ederek:
- "Yay seccadeyi bakalım
Güzel Allâhımıza tapalım."
Sokakta güçlükle yürüyen bir küfeciyi göstererek:
- "Şimdi, şu küfecinin yanından lüks bir otomobil geçti. İçinde bir
kadınla bir erkek vardı. Bu adam ise hem yaya gidiyor hem de sırtında
ağır bir de yük taşıyor.
Cehennemde, cehennem ehli bir çok yandıktan sonra Cenâb-ı
Hakka yalvaracaklar Allah da onlara: Susun, konuşmayın! buyuracak.
Ve cehennem ehli, bu hitabın lezzetinden, cehennemde bin yıl yandık-
larını hissetmeyecekler.
İşte aynı hitabın bu âlemde de zuhuruna canlı bir örnek! Mahşer
de burada... Cennet ve cehennem de burada!"
Sabîha Hanımefendi:
-Fakat bâzan Allah'ın sevgilileri de ezâ çekiyorlar, bunun sebebi
nedir 1 ?
SOHBETLER 251
- "Pâklerin halleriyle kendi hâlimizi kıyas etmeyelim. O ezâ ve
cefâ, bu ululara, azar ve ceza suretinde tecellî etmiş lutuftur. Hikmet
ve sebebini bilmek herkese nasip değildir.
Teşbihte hatâ olmaz, meselâ bir büyük insan, sırasında sevgilileri-
ne de çıkışır; fakat bu zahirin hakkını vermek içindir. Yoksa uzaklaştı-
rıcı bir azar ve sitem değildir. Hem bu sitemin içinde de aynı tecellî
vardır. Bu sitemle karşılaşmakla beraber yine de kendilerini paylayan
Efendinin huzurundan uzak değillerdir."
Uzun senelerdir Bağdat'ta bulunan eski şeyhülislâmlardan ve Ho-
camızın müritlerinden olan Hay deri Zade İbrahim Efendinin vefatı
haberinin gelmesi üzerine meclisten biri:
- Nice zamandır ayrılıkta idi. Şimdi Hakk'a kavuştu. Ama işte gi-
dene de acınıyor, dedi.
- "Aslı neresi ise ona kavuştu.. Koca sultan!"
Münîre Hanımefendi:
- Allah cümlemizi cemâlinden ayırmasın!
- "Mademki Hak yolundasınız ve Hakkın taliplerisiniz. O halde
siz de güneşin ışığından, o nurun ışığı oklarından bir ışıksınız, güneşin
nuru yine güneşe geri döner ve her şey kâmilin kalbinde haşrolur. Kâh
oradan dağılır, kâh orada toplanır.
Semîha Hanım, bu mânâ İlahiyatta 1 nasıl ifâde edilmiştir?"
Semîha Hanım:
- Şems-i münîrin gitmede nuru yine şemse
Zâta bu sıfatla kavuşur âşık-ı bî-can
- "Hâsılı Münîre Hanım, ilâhî aşk güneş gibidir. Ruhlar ve âşıklar
da onun ışıkları, şâir eşya ve cisimler ise gölgeler gibidir."
Meclisten birinin, basiret gözünden maksat nedir, diye sorması
üzerine:
- "Basiret gözü, yâhat kalp gözü... diye bir tasavvuf tâbiri vardır.
Kalbin iki gözünden biri akıl, diğeri fikirdir. İşte bunlar, ne vakit kal-
bin hayâtı ve diriliği olan ilim ve marifetle aydınlanır ve bezenirse, o
vakit her şeyin iç yüzüne nüfuz eder ve âkibetini görür. Kalp hayâtının
1- İlâhiyât-ı Ken an, İstanbul 1341, s.85; (İkinci baskı, istanbul 1988, s.83.)
252
ilim ve marifet olduğu, Hazret-i Ali'nin şu sözleriyle de sabittir:
Kalbin hayâtı ilimdir, kazanınız; ölümü ise cehildir, sakınınız!
İşte kalp gözü ne vakit ilim ve marifetle dirilirse, basiret gözü de o
zaman açılmış olur."
- "Çalabım bir şâr yarattı iki cihan arasından
Bakıcak dîdar görünür o şârın kenâresinden
Bu şiir Hacı Bayram Velînindir.
Çalap'tan maksat, Allah'tır. Şâr'dan maksat, Hakk'm hüviyeti bel-
desi ve cem'u 1-cem'in memleketidir.
İki cihandan biri hüviyet biri de eniyettir. Yâni biri bâtın-ı Hak di-
ğeri zâhir-i Hak'tır.
Yarattı'dan murat, manevî vücuttan sûrî yâni görünen vücûda zu-
hur etti, demektir.
İşte şâr, yâni hakikat beldesi, biri hüviyet biri eniyet olan o iki
cihâna da şâmil olmuştur. Keza âyet-i kerîmede buyurulan İnnî
enallah 1 dan innî hüviyet cihanına; ene, eniyyet cihanına; Allah da her
iki cihâna şâmil olmuştur.
Bakıcak dîdar görünür o şârın kenâresinden, deniyor. Halbuki dî-
dar her vakit görünmektedir. Yalnız câhillerin cehli, onu görmeye hicap
oluyor. Meselâ bir kimse tebdîl-i kıyafet edip gezerken, onu bilenler ta-
nıyabilir. Bu zâtı tanımayanlara: Şimdi şuradan geçti tanımadınız mı?
derler.
Karagöz'ü Türk zevkine mal eden Şeyh Küşterî, bu oyunla, görme-
yenlerin cehline, şuhut ehlinin ve evliyanın görmelerine, hakikat ehli-
nin de ayn-ı hüviyet olmalarına ne güzel işaret etmiştir. Öyle değil mi
ya? Câhiller gördüklerini o gölgelerden bilirler. Bir Arnavut'un, Şîrin
ile Ferhad'ın arasına giren cadıya piştovu çektiği gibi...
Şuhut ehli ise onu, oynatandan, yâni hareket ettirenden bilir. Hal-
buki hakikat ehli, perdenin arkasına girer ve oynayanı da oynatanı da
bizzat gördüğünden bütün o suretlerin birer kukladan ibaret olduğunu
anlayarak, kendisi de orada bir suret olup gider.
Dîdar görmek ne demektir? Dîdar görmekte kesret vardır. Bir gö-
ren, bir görüş bir de görülen yâni ef 'âl, sıfat, zât kesretleri vardır.
Ef alden sıfat görünür. Sıfattan zât görünür. Fakat ayn-ı hüviyet
yâni hüviyetin kendisi olunca, insan kendi kendini görür ve artık ef al,
1- Kasas sûresi, 30. âyet.
SOHBETLER 253
sıfat yâni gören ve görülen diye bir şey kalmaz."
- "Hazret-i Mevlânâ buyuruyor ki: Ben derd ü minnetle hastayım,
senin kelâmın, senin cemâlin, sen, benim aşkımın yuvasının mahal ve
mekânısın. O, benim hastalığıma sıhhat ve şifâ vericidir, dert ve mih-
neti, rahat, ferah ve sevince çeviricidir.
Ey Hüsâmeddin, ben sana nasıl açıklayayım ki, sana Allah feyzini
nefh ediyor ve benim de bâtınıma sunuyor, oradan da mesneviler
hâlinde zuhur eyliyor. Fakat bâtınımdaki bütün esrarı nasıl ifşa edebi-
lirim?
Ebû Hüreyre diyor ki: Ben Resûlullah'tan iki türlü ilim aldım. Bi-
rini söyleyebilirim; ötekini ortaya çıkarırsam boğazımı kesersiniz. İşte
bu söylenmeyen bilgi, kalp marifeti ile bilinip anlaşılır. Kalp marife-
tinin neticesi de Allah bilgisidir. Fakat bilgi ve irâde bir değildir.
Bir gün, üniversite yüksek matematik profesörü Nâdir Bey öyle
demişti: Bana doktorlar sigara içme... Öksürüğün bundan geçmiyor, di-
yorlar, içmeyeyim de öleyim mi?
İşte öyle bir kimse ki bilgisi var, irâdesi yok. Demek oluyor ki,
irâde olmazsa, ilim, bilgi fayda vermiyor. Onun için Sokrat bile: Canım,
bu gökleri, yıldızları araştırmaya ne gidiyorsunuz? Bu kâinatın içinde
olup bitenlere ne koşuyorsunuz? Gözünüzü kalbinize dikin. Yâni mâne-
vi hüviyetinize çevirin. Onu görmeğe çalışın. Hep orayı görün, anlayın
diyor.
Bergson da diyor ki: Mutlak vücutla alış veriş etmiş olmak için ak-
lı bir tarafa bırakmak gerek. Çünkü akıl, gönül marifetini kavrayamaz.
Keza Pascal da: Sus be, ahmak akıl! Demek suretiyle, aklın her müşkü-
lü çözemediğini söylemek ister.
İlim, hâdiseleri tahlil ve izah etmek demektir. Yâni gözle gördüğü-
müz, elle tuttuğumuz, kulakla işittiğimiz, bir başka söyleyişle, duygu-
larımız vâsıtasıyle hissettiğimiz şeyler ile meşgul olmak ve pozitivistle-
re göre mümkün olmayan şeyleri bırakmaktır.
Halbuki bu ayı, bu yıldızları seyrediyorsun, bunların seyri yalan-
dır. İlmin hükmüne dayanarak soyuyorum ki bu budur. Meselâ
tabiatın muhteşem manzaralarına türlü türlü renklerine alınıp kalı-
yorsun. Yine ilim anlayışıyla söyliyorum, ne renk vardır, ne de ziya...
Hep bunlar karanlık esirin hareketlerinden ileri gelmektedir. Dünyâda
yalnız hareket vardır. Bu ihtizaz saniyede 143 trilyon olursa hararet;
saniyede 483 trilyon olursa ışık hâsıl olur.
254
Yalnız karanlık esîrî hareketlerdir ki göz sinirlerimize çarparak
bizde o aydınlık hissini doğuruyor. Meselâ ahenkli sesler işitiyoruz. Ha-
yır böyle şey de yok... Bu da yalan. Bu sesler, bizatihi sakin olan bâzı
dalgaların harekete gelmesinden ileri geliyor. Meselâ ateşe bastığın va-
kit ayağın yanıyor. Fakat bunu dimağında hissediyorsun. Halbuki, niş-
lerimizle gördüğümüz şeyler... diyorsun. İşte dünyâmızın etrafında en
fazla rol oynayan buhar gözle görülmüyor. Şualar gözle görülmüyor.
Güneş tayfının mühim bir kısmı yine gözle görülmüyor. Peki bunların
hangisine inanıp: Bunlar bize yeter! diyorsun. Güneşin, ufkun üzerine
çıktığını görüyorsun, halbuki altındadır. Isınıyorsun, üşüyorsun. Isın-
mak, üşümek de yok, onlar da yalan. Hangi birini söyleyelim? Nereye
baksak yalandan ibaret.
Bugün her şeyin, maddenin de canlı olduğu ve camit bir şey bu-
lunmadığı isbat olunmakla, maddecilik nazariyesi çürütülmüştür. Se-
nin madde dediğin de hareket ve tekâmüldedir."
- Ârifibillâh ne demektir'?
- "Ârifibillâh, Cenâb-ı Hakkı zâtiyle, sıfâtiyle, esmâsıyle bilen ve
kaza ve kader sırrına vâkıf olan kimseye derler. Bu Hak marifetine
vâsıl olmak için de züht ü takvaya sarılmak lâzımdır."
- Züht nedir?
- "Züht, nefsin iştihâ ve arzularından geçmektir."
- Takva nedir?
- "Büyük küçük günahlardan geçmek demektir. Hâsılı bunların
ikisi de, tarlaya tohum ekip yetiştirmek ve bu yemişleri yemek demek-
tir. İşte ârifibillâh, bu marifete sahip olan kimseye derler.
Ârifibillâh, "Levlâk..." sırrına mazhar olan hakîkat-i Muhammedi-
ye'dir. Bu hakikat ise her zaman mevcuttur. Her asırda buna mazhar
olan kâmil insana kutbü'l-aktâb ve gavsü'l-ekber deniyor.
Hadîs-i şerifte: Beni zaitlerin içinde arayınız ki sizler o zaîflerin
sayesinde rızıklanır ve nusret bulursunuz 1 , buyurulur. Burada
zaîflerden maksat, Hak'ta fâni olmuş kimselerdir. Resûlullah Efendi-
miz: İlim ibâdetten hayırlıdır 2 ve ilim amelden hayırlıdır 3 buyuruyor.
Demek oluyor ki ilmin fazileti, ibâdet ve amelden üsttür."
1- Ebğûnî zuafâeküm, feinnemâ türzeküne ve tünsarûne bizuafâiküm.
2- El-ilmü hayrün mine'l-ibâdeti.
3- El-ilmü hayrün mine'l-ameli.
SOHBETLER 255
Her şeyde Hakk'ı görüp herkese de ona göre muamele etmek lâzım
geldiğinden bahsedilirken:
- "Mezâhirin yâni bu görünüş âleminin hakkına riâyet etmeyen
kimseler Allah'ı nasıl bilebilirler, nasıl sevebilirler?"
Bir an durduktan sonra:
- "Güç mesele!"
Münîre Hanımefendi:
- işte bu gün de geçti. Allah'a yarayacak bir iş yapmadım!
- "Kim yapabilir ki sen yapasın? Asıl ibâdet uyanıklık üzre olmak-
tır."
Sâmiha Hanım:
- Bir kimseyi, sakınması lâzım gelen yanlışlardan meneden ancak
muhabbetin ziyâdeliği... Bir fenalığın fenalığını bilmek onu yapmama-
ya kâfi değil...
- "Evet, geçenlerde de bir misal vermiş, aşkı benlik yakıcı bir
hil'ata benzetmiştik. O hil'atin sâlike ihsan olması ise onda mevcut
olan bütün nefsânî sıfatları yakması içindir. Nasıl olsa bir gün gelecek
bu hil'at o kimsenin üstünden kaldırılacaktır. İşte o zaman içinden
ham olarak değil, pişmiş ve kâmil olarak çıkabilsin.
Dün Semîha ile aşk ve safâdan bahsetmiştik. Safa, asel-i musaf-
fadır derler. Bu ne demektir? Bu, aşkı olmayanın safâsı da olmaz de-
mektir. Yâni safa demek, safvet bulmuş olmak demektir. Hakikat ehli
indinde safa, yüksek bir mertebedir. Bu, bütün mevcudatta Hakk'ı gör-
düğün vakit hâsıl olur. Çünkü bütün mevcudatta Hakk'ın bir ismine
mazhar olmamış bir şey yoktur. Hazret-i Ebû Bekir: Hiçbir şey görme-
dim ki onda Hakk'ı görmeyeyim diyor. Eğer Hak'tan ârî bir şey görür-
sen o bâtıldır.
Bunun için, nasıl bir ney sedası, güzel kokular, latif çehreler sen-
de ferah ve inşirah uyandırıyorsa, birisi tarafından tahkir edildiğin va-
kit de aynı zevki duymalı onu affetmeli, hoş görmelisin. Meselâ güzel
bir ses ile gaşyolup kendinden geçtiğin gibi, sana fenalığı dokunan bir
kimseyi affettiğin vakit de aym heyecan ve zevki hissetmen îcap eder.
Bu meseleyi daha iptidaî bir görüşle muhakeme edecek olursak
256
dahi )dne ağır bir muamele karşısında sükûneti muhafaza etmenin bir
fazilet olduğu meydana çıkar. Şöyle ki, birisi seni tahkir ettiği vakit, sa-
tılacak malına seni müşteri etmek istemiş demektir. Halbuki ona mu-
kabele etmemek ve affetmekle, satmak istediği o metâı sahibine, bırak-
mış olursun.
Fakat aynı muameleyi kemal ehlinin görüşüne uyarak muha-
keme ettiğinde, Hak'tan başka mevcut olmadığım bilerek, mâruz kaldı-
ğın bu hâdiseyi Allah'tan görecek ve Allah'tan gelen her şeyin de hoş ol-
duğunu bilecek, bu suretle de güzelliklerden aldığın zevki çirkinliklerde
de bulacaksın. İşte o vakit safâyı da bulmuş olursun."
Meclisten birinin sesten bahsetmesi üzerine:
- "Hiçbir şey yoktur ki ondan ses çıkmasın... İşte o ses, Hak'tır.
Ehlullâhın etrafında bulunan kimselerin kusurlarına işaret eden-
lere:
- "Medîne-i Münevvere ahâlisi, kendilerini hor gören ve aşağıla-
yan kimselere hal lisâniyle derler ki: Bir kıymetli ve bahâ biçilmez pır-
lanta yüzüğün etrafındaki serpinti taşlara nasıl kıymetsiz der, onlara
değer biçmezsiniz?"
-Mümin müminin aynasıdır, sözünün mânâsı nedir?
- "Birinci müminden maksat, kâmil insandır. İkinci müminden
maksat da Allah demektir.
Kâmil insan, Cenâb-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının aynasıdır. Yâni
insan orada, o ilâhî aynada, aslını, kendi hakikatini seyreder.
Hazret-i Niyazi ne güzel söylemiştir:
Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşî ger yaman görür
Yâni herkes kendini benim aynamda görür. Herkesi cezbeden çe-
ken, kendi hakîkat-i asliyesidir, demek istemiş. Dünya ehli senin mec-
lisinden zevk almaz. Ama senin her meclisten, her insandan bir çeşit
zevk alman lâzım gelir. İşte insanlık budur.
Bu hakikati belirtmek için Hazret-i Mevlânâ: Ben her mecliste ya-
SOHBETLER 257
nıp yakıldım, kötü halliler ile de iyi halliler ile de beraber oldum, der.
İnsanlık ne büyük şeydir. İnsan, Rahman sureti üzere halkolun-
muştur. Ama iş onu görüp bilmekte. Cenâb-ı Hak, Âdem'in rûhânî kuv-
vetleri olan meleklere: Âdem'e secde edin! deyince melekler secde etti-
ler ve: Gökte aradığımızı yerde bulduk! dediler. Melekle Âdem, Âdem'le
melek bir oldu."
Sâmiha Hanım:
- Saadetten bahsolurken: Saadet, dünyâyı dünya ehline bırak-
mak, rızâ ve teslimiyetten ibaret olan bir hırka bir lokma ile yetinmek-
tir diye okumuştum:
- "Evet, dünya hırslarından vazgeçmek, saadetin yüzünü göster-
mesi demektir. Hırs kalkarsa dünya hayâtı sönüp gider. Dervişlerin bir
hırka bir lokma dedikleri, rızâ ve teslimiyettir. Yoksa aç kalmak veya
çıplak gezmek demek değildir... Ye, iç, gez, yürü, giyin... O yediğin ye-
meklerde bu lokmayı bulduktan ve giydiğin elbiseler içinde yokluk hır-
kasıyle olduktan sonra niçin bunlardan vazgeçesin? Elverir ki onlarda
da Hakk'ın tecellîsini göresin...
Gez, yürü... Fakat dost seninle olsun. O seyredilen güzellikler de
yârin hüsnünden birer parçadır. İş yokluktadır. Onu elde ettikten son-
ra ne istersen yap. Din bilgisi kitaplarında: Allah, dünyâyı yoktan var
etti, diye bir söz vardır. Yoktan var olmadığına, vardan var olduğuna
göre bu sözün mânâsı nedir? İşte var olmak için evvelâ yokluğa varıla-
caktır. Yokluk, var olmak demektir. Yüksel o büyüklüklere çık, tâ yok
olunca!"
Seruer Beyefendinin hâlinden ve kemâlinden bahsedilirken, ol-
gunluğu idrâk etmiş bir ruhun her istediğini yapmaya muktedir oldu-
ğu da konuşuldu:
- "Mevlânâ Hazretleri: Âferinler, tahsinler olsun o mutlak hakime
ki canı ikiye ayırdı, buyurur.
Bu canlardan biri hayvani ruh; diğeri ise izafî veya sultanî ya da
ilâhî ruh denen iyiyi kötüden ayıran ruhtur.
Uykuya yattığın vakitte hayvânî ruh denen can, seninle beraber
kalır. O ancak ölüm geldiği vakit insandan ayrılır. Halbuki izafî ruh,
uyuduğun vakit senden ayrılır ve Hakk'ın marifet çimenzârında otlar,
gezer, ruhlar âlemine çıkar. Uyandığın vakit ise yine sana gelir.
258
Buna şaşıp da, bir ruh nasıl olur da bir an içinde tekrar vücûda
dönüp gelir demeyiniz. Bir elektrik dalgası bile, tek saniyede dünyâyı
üç kere dolaşır. O halde ruhun vücûda geri dönüşünü liretle karşıla-
mamanız îcap eder.
Âyet-i kerîmelerde 1 de buyurulur ki: Biz ruhu zahiren ve bâtmen
kabzederiz. O kabzettiğimiz ruhu yeniden iade ederiz, insanlar, hasır-
dan neşirden ve ba'sden yâni öldükten sonra dirilmekten bu suretle mi-
sal almıyorlar mı?
İşte Münîre Hanım, izafî ruh dediğimiz o ruh, isterse bir dikeni
gül eyler; isterse bir gülü diken eyler. İsterse rüzgârı ateş eder, isterse
ateşi rüzgâr eder. Ah...
O izafî ruh, kâmil mürşidin nefhiyle karşısındakinde zuhur eden
ve yine onun akıcı nazariyle, riyâzat ve mücâhede ve şâire ile nefsi arı-
tıp temizledikten sonra, gelişen ruhtur ki, işte ancak o, her istediğini
yapar."
- Hakk'a yakın olmanın kemâli nedir?
- "Yokluktur. Meselâ uzaktan bir misk kokusu duyuyorsun. Yak-
laşınca buram buram kokuyor. Fakat miskhâneye girip de işba hâline
yâni kanıksar hâle gelince, hiçbir şey kalmaz. Artık koku duymaz olur-
sun."
- "Bir hikâye vardır. Bir yahûdi, bir hıristiyan ve bir müslüman
arkadaş olmuşlar. Vakıa bunlar inanış bakımından birbirlerinin zıddı
iseler de vücutta zıtlar birleşmiyor mu? Meselâ ateş, su, toprak ve yine
şeker, demir, çelik, kireç gibi unsurlar birbirinin zıddı olduğu halde,
vücutta hep aym maksat için toplanmıyorlar mı?
Keza, akıl, rûh, nefis de insanda bir arada değil midir?
Hâsılı bu üç arkadaş bir yere misafir olurlar. Kaldıkları yerin
ahâlisi de bunlara bir tencere helva gönderir. Ramazan olduğu için
müslüman oruçludur. Hıristiyanla yahûdi, müslüman arkadaşlarının
bu helvadan yememesi için o gece el sürmeyip ertesi günü yemeğe ka-
rar verirler. Müslüman da çaresiz razı olur. Yâni onlara müdâra eder,
boyun eğer.
Hafız Şîrâzî de bir beyitte: Dünyada yaşamak için iki şey
1- Bakara sûresi, 245. âyet; Câsiye sûresi, 26. âyet; Tâhâ sûresi, 55. âyet; îsrâ sûresi
69. âyet; Ankebût sûresi, 19. âyet; Hac sûresi, 5. âyet; vs.
SOHBETLER 259
lâzımdır, der. Biri dostlar ile hoş geçinmek ve sohbet; diğeri düşmanla-
rı idare...
Nihayet bu üç arkadaş, aralarında şöyle bir karar verirler: Gece
uykuya yatacaklar ve hangisinin rüyası ötekinden mühim ise helvayı
da o yiyecektir.
Ertesi gün olur. Hıristiyanla yahûdi, ibâdetlerini yapmak üzere
ibadethanelerine giderler. Müslüman ise bulunduğu yerde ibâdetini ya-
par.
Hıristiyanlar ile yahûdiler için ibadethane şarttır. İbâdetlerini an-
cak orada yaparlarsa Cenâb-ı Hakkın kabul edeceğine inanırlar. Hal-
buki müslümanlar için her yer ibâdetgâhtır. Bütün dünya onların mes-
cididir.
Hâsılı üç arkadaşın da ibâdeti tamam olduktan sonra bir araya
gelerek rüyalarını anlatmaya başlarlar. Yahûdi, rüyamda Musa'yı gör-
düm. Tûr'a gidiyordu. Ben de arkasından gittim. Orada bir tecellî oldu.
Mûsâ, Tür, ben bir olduk. Ne Mûsâ kaldı, ne Tür, ne de ben... Bir müd-
det sonra kendime geldim. Bir tecellî daha oldu. Tür üç parçaya ayrıldı.
Biri âsumâne biri zemîne gitti ve hayâta sebep olan sebze ve bostan ol-
du. Biri de Mekke'ye gidip Arafat Dağı oldu. Üçüncü bir tecellîde Tür
parçalandı. Yüz bin Tûr'un eteğinde yüz bin Mûsâ, elinde yüz bin asâ
ile göründü, dedi.
Bu suretle de yahûdi, peygamberler arasında nur cihetiyle farkol-
madığını gösterdi. 1 Yahûdiler Musa'dan evvel gelen peygamberlere
îtikat ederler. Yalnız Hazret-i îsâ'yı ve Resûlullah Efendimiz'i tanımaz-
lar.
Hıristiyan da rüyasını anlatmaya başladı: Zeminden ne olacak?
Ben asumana, İsa'nın bulunduğu dördüncü kat göğe çıktım, dedi.
Bir hikâye vardır: Bir koç, bir öküz bir de deve arkadaş olmuş ve
yola çıkmışlar. Yolda bir demet arpa görmüşler. Koç: Bu arpayı taksim
edecek olursak hissemize pek az bir şey düşecek. İyisi mi, içimizde han-
gimizin nesli daha eski ise arpayı o yesin. Ben, tâ Hazret-i İsmail
zamanından kalmayım! demiş. Öküz de: Benim neslim tâ Hazret-i
Âdem zamanından beri mevcuttur. Adem'in ilk çift sürdüğü öküz be-
nim ecdâdımdır! demiş. Deve ise onlar dâvalarını isbâta çalışırken boy-
nunu uzatmış ve arpayı yemiş.
Rüyasını anlatma sırası müslümana gelince: Ben bu gece
Resûlullah Efendimiz ile müşerref oldum. Oğlum, dedi. Onların kimi
Tûr'a gitti. Kimi semâya çıktı. Senin yükseklerde işin yok. Senin işin
1- Bakara sûresi, 285. âyet: "Lâ nüferriku beyne ehadin min rüsülih.
260
zemindedir. Onlar oralarda gezmekte iken kalk helvayı ye! buyurdu.
Ben de kalktım afiyetle helvayı yedim! demiş.
Yâni ey insan, senin aradığın ne zeminde ne semâda, ille kendin-
dedir, o manevî rızkı ye! Cenâb-ı Hak: Siz nerede olsanız o sizinle
beraberdir 1 buyuruyor. Yine: Biz ona şâh damarından daha yakınız 2
ve: Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır 3 buyuruyor.
Yâni senin aradığın kendindedir. Bu irfân-ı Muhammedi'ye varan
kimse, yâni, kalk o helvayı ye! buyurulan kimse için Hak'tan gayri yok-
tur. Çünkü bütün âlem Hakk'ın yüzüdür, vechullahtır. İşte bu kemâli
bulabilmek için, sevdiğin bir, gördüğün bir, taptığın bir olmalı..."
Bu konuşmadan bir iki saat sonra müslüman olan Keldânî Patrik
Vekili Monseny ör Abid Efendi' den bahsaçıldı.
Münîre Hanımefendi:
- Günde beş vakit ruhuna okurum! dedi.
- "Oku, oku! İşte o hıristiyanlıkta irfân-ı Muhammedi'yi buldu.
Halbuki bir çokları müslümanlıkta yahûdi ve hıristiyan mevkiinde ka-
lırlar."
Kardeşlerimizden Hayriye Hanımefendi' nin, uzak bir yere nakle-
deceği için bir defâcık olsun gelip Hocamızı ziyaret etmek ricası söylen-
di.
Bu talebin yerine getirilemeyeceğini biliyorduk. Zira 1925 yılında
bütün dînî müesseseler ile beraber dergâhlar da kapatılmış olduğun-
dan o zaman bu zaman, Konağa yalnız aile efradı girip çıkıyor,
ihvanın gelmesine asla müsâade olunmuyordu. Buna rağmen dâima
kuşkuda olan resmî makamlar, kânuna aykırı bir hareket veya
muamelenin cereyan edip etmediği hususunda kontrolü eksik etmemek
suretiyle aileye sıkıntılı günler geçirtiyor, halktan gelenin Hak'tan gel-
diğini bilen bu tevhîd ocağının üstün felsefesini anlayamamakla evi
göz hapsinde bulundurmak hususunda aşırı gayretler gösteriyorlardı.
Fakat hoş olan şu ki, Hocamız bu muameleleri de tatlı karşılayıp, bu
da Hak'tan, diyerek taciz edenler hakkında, ne yapsınlar vazifelerini
yerine getiriyorlar demek suretiyle mazeret buluyordu.
Aşağı yukarı on beş sene süren bu sıkı takip, taciz, müdâhale ve
araştırıp soruşturma sırasında müracaat eden Hayriye Hanımefen-
1- Hadîd sûresi, 4. âyet: "Ve hüve maaküm eynemâ küntüm."
2- Kâf sûresi, 16. âyet: "Nahnü akrebü ilehi min habli'l-verîd."
3- Bakara sûresi, 115. âyet: "Feeynemâ tüvellû fesemme vechullah."
SOHBETLER 261
di' ye:
- "Mademki şimdi kimseyi kabul etmiyoruz, onun gelmesi de ola-
maz." diye cevap verildi.
Arif kişinin, karşısındakine olan tesirinden bahsediliyordu:
- "Eğer sana bir arifin nazarı fayda vermezse, sözünden de fayda
ve tesir bekleme! Nazarın ehemmiyeti çok büyüktür.
Bir kâmil arif istidatlı bir kimseye şöyle bir an meyil ve muhab-
betle nazar eylese, o kimse mutlaka kararsız kalıp yerinde duramaz
olur. Kav gibi yanıp tutuşur. Ama azıcık olsun yanmak istidadı olması
lâzımdır. Fakat o arifin nazarı seni almazsa sözü hiç almaz."
Nazlı Hanımefendi:
- Burada bahis buyurulan nazar, tıyne yâni balçığa nazar kıldı ve
yarattı! denilen nazar...
- "Nazar, ruhun vatanıdır ve bu nazar, Allah'ın göz bebeğidir.
Zâten insan, göz bebeği demektir."
Oruçtan bahsediliyordu:
- "Oruç, hakikatini bilenler için çok büyük şeydir."
Semiha Hanım:
- Oruç, Hakk'ın samediyet sıfatının tecellîsidir ve Cenâb-ı Hak:
En büyük ibâdet oruçtur ve orucun da karşılığı benim indimdedir, bu-
yuruyor.
- "Evet, fakat kabuğunda kalmamak şartıyle. Zahitlerin orucu kı-
sırdan kabuktan ibarettir. Halbuki mânâsını bilen kimse için her an
oruç hâli vardır. Zahitlerin iftarı günün sonundadır. Halbuki âşıkların
iftarı ancak visalle mümkündür."
Âşıkların mâşûka olan iştiyaklarından bahsolunurken:
- "Âşıkan her çend müştâk-ı cemâl-i dilberend
Dilberân ber âşıkan ez âşıkan âşık terend
Evet, âşıklar mâşûka müştaktırlar. Fakat maşuklar da âşıklara,
âşıkların kendilerine olan iştiyaklarından daha ziyâde âşıktırlar ve
eğer o âşık hakîkaten âşıksa, maşukundan hâli değildir. Bu sebeple de,
262
mâşûku görmek isteyen, âşıka bakabilir.
Cümle ma'şûkest ü âşık perdeî
Zinde ma'şûkest ü âşık mürdeî
Her kimi ki âşık görürsen onu maşuk bil. Çünkü onun hem ona
hem buna nisbeti vardır. Yâni hem âşıktır hem de maşuk. Aşkla âşık,
gece ile gündüz gibi biribirine bağlıdır. Nasıl ki geceyi gündüz takip
ediyorsa, âşık ve maşuk da biribirinden ayrılmaz. O onsuz, o onsuz ola-
maz. Güzellerin aynasız olamadıkları gibi..."
Huzur ve sohbetin faziletinden konuşuluyordu:
- "Hazret-i Mevlânâ'nın hocalarından Ferîdüddîn Attar, bir beyti
ile bu dâvayı ne güzel halletmiştir. Der ki:
Yek demî sohbet be merdân-ı Hüdâ
Bihter ez sad sâl bûden der tükâ
Yâni bir dem Hüdâ merdi ile sohbet, yüz sene ibâdetten efdaldir."
Kardeşlerimizden Sâdiye Hanım' in teslimiyeti ve dar bütçesine
rağmen dâima ferahta olduğu konuşuluyordu:
- "Sahibi olan sıkıntı çekmez. Gerçi herkesin sahibi vardır. Bu sö-
zün mânâsı, sahibi ile olan demektir."
- "Münîre Hanım, insan öldükten sonra sâlih amelleriyle güzel
huy ve hareketlerinden örülmüş bir cisme bürünecek ki bunun adına,
nûrânî cisim ve rûhânî beden nâmı verilir.
Bu âlemde olan suretler, şekiller, varlıklar, dirlikler hep birer ve-
him ve hayalden ibarettir. Yahut aynalarda görünen akisler ve gölge-
lerden başka bir şey değildir. Bu varlıklarda görünen, Hakk'm evsaf ve
sıfatıdır. Nasıl ki suya gökdeki yıldızlar vesaire aksediyorsa, bu vücut
suyuna akseden de Hakk'ın vasıfları yıldızlarıdır.
Yalnız kâmil insanın mazharında yâni varlığında zuhur eden
Hakk in tecellîsidir. Bir dere kenarında bulunan elma ağacının aksi su-
da görünürse de bu suyun içinden elma toplayıp yiyemezsin. Ama
kâmil insanın vücûdu suyunda elma ağacının kendi biter ve Hakk'ın
SOHBETLER 263
vasıfları ve Hakk'ın âyetleri onun içinden zuhur eder. Cüneyd Hazret-
lerinin buyurduğu gibi, şarapla kadeh o kadar kaynaşmıştır ki, hangisi
şarap hangisi kadehtir bir türlü seçilmez."
Meclisten birinin; şu küçük akıl neleri ihata etmiyor ki... demesi
üzerine:
- "Allah'tan akıl isterseniz, evliyanın Allah'la olduğunu bildirecek
aklı isteyin!"
Gece sokaktan mâni söyleyerek keten helvacı geçiyordu:
- "Bakınız, şu adam gecenin karanlığında ve soğuğunda nefes tü-
keterek üç beş kuruşluk bir şey satmak için dolaşıyor. Neticede kaza-
nacağı ne kadar ehemmiyetsiz bir şey..."
Meclisten birinin: Zavallı adam... diye acır yollu söze iştirak etme-
si üzerine:
- "Hâşâ... Acıyın diye söylemiyorum. Acımak bize düşmez. Sahip,
herkese lâyığını vermiştir. İbret olsun diye, kendi hâlimiz ile mukayese
ederek hâlimize şükredelim, diye söylüyorum."
Münîre Hanımefendi' nin: Allah, kâmil insanın hakikatini bildir-
sin, demesi üzerine:
- "Kâmil insan, hayat ve hakikattir!."
- "Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalı-
na budağına tesir ediyorsa, ölümün pişdarı, öncüsü olan hastalıklar da
bu vücut ağacımn yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş
olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardır
ki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır."
Sabîha Hanımefendiye hitaben:
- "Fuzûlî'nin:
264
Ey her tekellümüm hat-ı sebzin hikâyeti
Virdim hemîşe mushaf-ı ruhsârm âyeti
dediği gibi, Züleyhâ da, âlâdan ednâya her ne varsa adını Yûsuf koy-
muş ve bunu ancak mahremlerinin arasında yâd ederek teselli bulmuş
ve onların içinde Yûsuf 'unu gizlemişti.
Meselâ o yaranın arasında deseydi ki: Mum, şuleden yumuşak ol-
du, eridi. Kendi gönül yangınının ve şevki ateşinin tesiriyle Yûsuf 'un
kendisine yakın davrandığını anlatmak isterdi.
Deseydi ki: Ay doğdu ve yukarı çıktı... Yûsuf, gül çehresini göster-
di, demek isterdi.
Deseydi ki: Üzerlik ne güzel yanıyor.Yûsuf la arasındaki münâ-
sebetin iyi olduğunu ifâde etmek isterdi.
Deseydi ki: Ne hoş ve mübarek talihim var... Bununla Yûsuf 'un
kendisine yumuşak ve mültefıt davrandığını anlatmak isterdi.
Deseydi ki: Elek tersine döner. Bununla, Yûsuf 'un o gün kendisi-
ne murâdını vermemiş olmasından bahsetmek isterdi.
Deseydi ki: Ekmekler tuzludur... Bu da, iltifata mazhar olmama-
sından kinaye idi.
Deseydi ki: Bugün bir çömlek kaynatmışlar, içindeki taneleri hoş-
ça pişirmişler... Bununla, Yûsuf 'un kendisine nasihat vererek ham
olan bir çok ahlâkından kurtarmış olduğunu söylemek isterdi.
Deseydi ki: Güneş yukarı çıktı. Yûsuf un harâretiyle kalbinin
yandığını söylemek isterdi.
Deseydi ki: Bugün başımda ağrı var. Bununla, Yûsuf ' un
kendisine iltifat etmediğini bildirmek isterdi.
Deseydi ki: Bu baş ağrısı bana ne kadar hoş geliyor... Bununla
Yûsuf 'un acısına tatlısına ondan gelen her şeye razı olduğunu anlat-
mak isterdi.
Deseydi ki: Saka su getirdi... Bununla, yanmakta olan kalbine
Yûsuf'un güzel sözleriyle iltifatlarının su serptiğini söylemek isterdi.
Deseydi ki: Bülbül güle sır söyledi. Bununla, Yûsuf 'un kendisine
sır söylediği anlaşılırdı:
Hâsılı medhe dâir ne söylese Yûsuf 'un visalinden; zemme dâir ne
söylese onun hicr ve firakından idi. Aç olsa, onun yüce nâmını zikrede-
rek doyar, üşüse, onu anmakla ısınır, derdi sıkıntısı olsa feraha ve se-
vince, şâdîliğe dönerdi. İşte Züleyhâ böyle Züleyhâ idi. Nasıl ki bir gün
kanını aldılar. Yere dökülen damlalar: Yûsuf, Yûsuf... yazdı ve nasıl ki
Mansûr'un kanı da etrafına enelhak yazmıştı."
SOHBETLER 265
- "Münîre Hanım, vahdet makamı ve ulûhiyet mertebesi gizli bir
hazînedir. Herkesin kalbine ve zihnine gelen fikrî, aklî ve hissî nakış
ve suretler, hep o hazînenin parıltıları ve akisleridir.
İşte bu parıltılar, hazînenin altunları mesabesinde olan ilâhî sı-
fatların parlak akisleri eseridir. Ama bu parıltı ve akisler, herkese isti-
dadına göre ışık verir."
-"Çîst hablullah rehâ kerden hevâ
Kim hevâ şüd sarsarî mer Ad râ
Habl-ı metin ve mânâ-yı kitâb-ı mübin nedir biliyor musunuz?
Nefsin arzularından yakasını kurtarmak ki o hevâ, o müştehâ, Ad kav-
mine sarsar, Nûh kavmine tufan, şuna buna, ferde cemiyete türlü sar-
sar rüzgârı oldu. O kavmin, o cemiyetin, o ferdin kendi nefsinin hevâ ve
müştehâsı helakine sebep olarak onları yaktı, yıktı.
Onun için zevk ve rahata vâsıl olmak isteyen kimsenin, nefsinin
iştihâ ve arzularından geçmesi lâzımdır. Dünyâda vâki olan cezalar,
hapisler, katiller, hep nefsin hevâ ve hevesinin sebep olduğu şeylerdir.
Bu nefsânî ihtiraslardır ki felâketlere sebep olup nice kimseleri zindan-
lara, idamlara götürmüştür. Onun için: Bana benden gelir ne gelirse...
derler, pek doğru sözdür. Kabahat insanın kendindedir. Kimsede bir
şey yoktur."
Fener Rum Lisesinde çok zamandır biribirleriyle dargın olan iki
Rum hocayı barıştıran Hocamıza, üçüncü bir Rum hoca, incil'den:
Bahtiyardır o kimseler ki ara bulucudurlar. Bunlar Allah 'ı görecekler-
dir. 1 âyetini okuyarak teşekkür etmiş.
Münîre Hanımefendi Pırlanta Hanım' dan bahsederken: Artık ih-
tiyarladım pek korkuyorum, Efendim beni mahrum etmesin... demiş ol-
duğunu söyledi:
- "Korksun, korksun... Çünkü Allah burada korkanları orada
emîn eder. Bir kalpte iki sevda olmadığı gibi, iki korku da bırakmaz.
Yâni hem burada hem orada korkutmaz. Keza, bir yerde iki emniyet de
bırakmaz. Hem burada hem öteki âlemde emniyet olamaz. Onun için
1- Ma kari i irinopi oti afti ton teon opsonde.
266
korksun korksun!"
- "Kesme Hak'tan sen ümidin Hak bizi hep toyluyor. Dün Pırlanta
Hanım için, korkuyor, demiştin. Ama, benim hâlim ne olacak, demek
ona yakışmaz. Cenâb-ı Hak bizi her vakit marifeti ve mağfireti sne oluşlar ne de
hakikatler birbirlerinden seçilmiştir. Burası: Ben gizli bir hazîneydim
istedim ki bilineyim ve: O demde Allah vardı ve onunla başka bir şey
yoktu mertebesidir. İşte bu mertebeye gayb-ı evvel de deniyor.
Sonra Hakk'ın muhabbeti kendini görmek ve göstermek arzu etti-
ğinden, gayb-ı sânî yâni âyân-ı sabite mertebesine geldi. Bu mertebede
eşya biribirinden ilmen ayrıldı... İşte bu mertebe için Şeyh Muhiddîn
Hazretleri: Biz isim ve sıfatların kulelerinde ulu harfler idik. Sonra-
dan bu süfli âlemin satırlarına indik. Sonra da bütün kâinat olduk,
der.
İşte bu âyân-ı sabite ve eşyanın mâhiyetleri mertebesinden de yi-
ne Hakkın meyli ve muhabbeti ile ruhlar âlemine geçtik ve bu âlemde:
Elestü birabbiküm. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? hitabına mazhar
olduk. Herkes kendi anlayış ve istidadına göre: Evet Rabbimizsin, dedi
ve ruhlar bu âlemde kendi denkleri, kendi cinsleri ile anlaştı, buluştu,
sevişti.
İşte kadın da erkek de asıllarından ayrıldıkları için bu âlemde fer-
yat edici oldular.
SOHBETLER 273
Fakat Cenâb-ı Hakkın yaratıcı ve îcat edici ismi, bunları burada
da bırakmayıp misal âlemine attı. Burada da bir müddet oyalandıktan
sonra akıl mertebesinde olan erkek ve nefs mertebesinde olan kadın yi-
ne nice feryatlar ettikten sonra, buradan da yıldızlar âlemine atıldılar.
Bir müddet orada da oyalandıktan sonra nihayet bu anâsır âlemine,
dünyâya geldiler.
Anâsır âleminde de erkek mertebesinde olan gök ve kadın merte-
besinde olan toprağın birleşmesinden nebat zuhur etti.
Bunların yıldızlardan yere atılmalarına, gök ve zemin ağladı.
Hadîsi şerifte de: Yedi kat gök, aziz iken zelil, zengin iken fakir
olan kimseye ağlar, buyurulur.
Şu insanın başlangıcını, kopup geldiği yükseklikleri bir düşünün;
sonra da bu dünyâyı, anâsırı bir göz önüne getirin.
Nihayet, nebattan hayvana, hayvandan insana intikâl ederek akıl
ve düşünce sahibi oldu. O zaman da, erkek mertebesinde olan aklı, ka-
dın mertebesinde olan nefsi, bu ayrılıklardan ağladı.
Sonra insanoğlu bir melek vâsıtasıyle geldiği yeri düşündü ve:
Ben burada garibim... dedi. îman, vatan sevgisinden gelir anlayışı üze-
re: Ben aslımdan kopup buraya gelmişim... diye inlemeye başladı ve
nasibi olan, o geldiği yere, aslına kavuştu. Fakat orada da bırakmadı-
lar. İrşat için yine buraya geldi. İşte bu görüp geçirmiş ve nice mertebe-
ler aşmış olan ulu kişi, o âlemlerin güzelliklerini anlattıkça, siz ey er-
kekler, kadınlar! Onun anlatışlarından ağlıyorsunuz. Yâni bu beşerî
vücutta bulunan Hakk'ın isim ve sıfatları, kendi vatanlarından ayrı
düştükleri için nâle ve feryat ediyorlar.
İşte Münîre Hanım, bir seyir yaptık, yine bulunduğumuz yere gel-
dik."
Sabîha Hanımefendi:
-Fakat o âlemlerde, bu dünya alemindeki zevk hâsıl olmaz ki...
- "Bilâkis... Cisme bağlı oldukça, tam vuslat müyesser olamaz. O
âlemde ise bu neşelerin sayılamayacak kadar üstünde neş'e vardır.
Orada ben sensin, sen de benim! Esasen buraya gelişimiz de o neşelere
istidat peyda etmek içindir.
Hayat ölümdedir. Asıl hayat oradadır. Lâkin kazanç bu vücutta
olur. Senin ana karnında iken de bir hayâtın vardı. Ama orada iken,
içinde bulunduğun rahimden büyük bir yer tasavvur edebilir miydin?
Ve o murdar kandan daha leziz bir yemek düşünebilir miydin? Halbuki
dünyâya çıktığın vakit ne yemekler yedin ve ne zevkler tattın. Sonra
büyüdün. Okuyup yazdın ve Cenâb-ı Hak sana bir yol gösterici ihsan
etti. Tâ iptidandan bu güne kadar geçirdiğin zamanı düşün... Biribirin-
274
den ne kadar farklı... O halde daha ileriki hayatta bunlardan daha faz-
lası neden olmasın? Bu âlemler, denizin dalgaları gibi gittikçe genişler.
Denize taş attığın zaman hâsıl olan halkalar nasıl gittikçe büyürse, bil-
gi de keza, gittikçe tekâmül etmektedir.
Bu gerçeği zahire de tatbik edelim: Bir erkek yahut kadın 16-17
yaşlarına gelince, Hakk'm bir tecellîsi, bu kadın veya erkeğin gözünden
parlamaya başlıyor ve etraflarında, onları görüp beğenen ve sevenler
alıp yürüyor. Fakat bu horanlar, o tecellînin, Hakkın olduğunu bilme-
diğinden, bunu o kimseden, o kimsenin cismânî varlığından zannedi-
yor. Halbuki sevdiğin kimse ölecek olsa, buz gibi bir mermere dokun-
muşçasına dehşet duyar ve kaçarsın. O güzelin karnını bıçakla yar-
salar, içindekiler dışarı çıkınca iğrenerek uzaklaşırsın. Şu halde o ten
perdesi altında neler olduğunu bil! Âşık olacaksan mânâya âşık ol, leşe
değil. Sevdiğine, hayvâniyet duygusu ile bağlanmanın sonu elbet hüs-
randır.
Maamâfıh mecazî aşkta bile, o ilâhî nurun bir zerresini görmekle
âşık ne coşkunluklar ne taşkınlıklar ne fedâkârlıklar ne ferâgatlar gös-
terip bir sarhoşluk âlemi içinde yaşar ve muvakkat bir zaman için de
olsa, bir zevk ve lezzet dünyâsı içinde mest olur. Sonu hüsran ve hicran
olan bir aşk bile insanı bu hâle getirirse ya hakîkî aşkı tarif eylemek
nasıl mümkün olur?"
Aynı günün akşamı, Mesnevî-i Şerif beyitlerinden birkaçının izah
edilmesi rica olunması üzerine:
- "Sîne hâhem şerha şerha ez firak
Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyak
Herkesi kû dûr mand ez asl-ı hîş
Bâz cûyed rûzigâr-ı vasl-ı hîş
İşte bunca seyahatler edip de gelen, nihayet aslına kavuşarak bu-
raya irşat için avdet eden o kâmil insan, nay gibi gönlü beşerî hırslar-
dan boşalıp Hakkın nefhaları ile dolmuş olarak der ki: Ben öyle terte-
miz ve yanıp yakılan bir kimse isterim ki gözleri yaşlı ve sînesi Hakk'ın
dert ve iştiyâkıyle yanıcı olsun. Tâ ki ona gezip oyalandığım yerlerden
haberler vereyim... Böylece de benim sırrıma ve sözüme âşinâ olup ken-
di aslından uzak olduğunu bilerek tekrar aslına kavuşmak için çırpın-
sın, iştiyak ve arzu duysun.
Asıl ne demektir? Âyân-ı sabitede, henüz çizgiler hâlinde bulunan
SOHBETLER 275
ilâhî tasavvurdur ki Hakkın isimlerinin zuhuru burada başlamıştır.
Hakk'm isimlerinden maksat, sâde sözde kalmış isim demek değil,
Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı ile zuhuru demektir. Alîm demek,
müsemmâsiyle yâni isimlendirdiği şeyle beraber Alîm ismi demektir ki,
buna, ismin, bir nevî kalıba girmesi denebilir.
Bütün varlık âlemi, Hakk'ın küllî veyahut cüz'î isimlerinden bir
veya birkaçına mâliktir. Meselâ mü'min kimse, Hâdî yâni hidâyet edici
ismine mazhardır. Melekler, Hakk'ı teşbih edici isimlere mazhardır.
Şeytan ise, kibredici, dalâlet verici isimlere mazhardır. Kâmil insan ise
cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin o âyân-ı sabitede olan is-
mi ona rabdır, yâni terbiyecidir. O kimse de bu ismin terbiyesi ve hük-
mü altındadır. İşte bu isim ona:
Çend rûzî her kücâ hâhî
Bâz keşt ahar kâret menem
Birkaç gün istediğin yerde gez, dolaş, sonunda geleceğin yer be-
nim! der.
Bu dünya hayâtından sonra ıztırârî ölüm geldiğinde, burada iken
asıllarıyle aşinalık kuramayıp hakikatle biliş tutamayanlar aslını bula-
mayanlar orada da bulamazlar. Yalnız hayır ve serden ne isledilerse
onun ecrini görürler. Fakat ihtiyarî ölümle ölüp de kendi asıllarıyle
dünyâda alış veriş ederek âyân-ı sabitelerinde olan hâkim ve rablariyle
burada buluşanlar hakîkat-ı insâniyyeye dünyada ermiş ve âhirette de
mahrum olmamış olurlar.
Meselâ şimdi Sâime 1 , Bebek komşumuz Cennet Hanım'a gitse ve
orada ikramlar, iltifatlar, eğlenceler olsa, yine Sâime'nin içinde evine
dönmek için bir kararsızlık ve arzu vardır. Birkaç gün oyalanabilse de
yine kendi ocağına dönmek ister. Hattâ daha lüks yerlere, Avrupa'ya
gitse, seyâhatlar etse, yine de kendi vatanını kendi kulübesini ister.
Zahirde bu böyle iken, nasıl oluyor da kendi manevî vatanımızı
düşünmeyip burada kök salmaya, yerleşmeye çalışıyoruz? Dünyâya
olan bu aşırı düşkünlüğümüz bizi gülünç hallere sokmuyor mu?
Akşam üstü köprü başına şöyle bir bakın: Kimi Ada'ya kimi Mo-
da'ya, kimi Beyoğlu'na, kimi Boğaz'a, her biri ocağı nerede ise oraya gi-
diyor, huzuru rahatı ancak kendi evinde buluyor. Hiçbir kimse, yanılıp
da başka birinin evine gidiyor mu? Sanki görünmez bir iple bağlılarmış
gibi herkes doğruca kendi çatısının altına çekiliyor. Akşam olup avdet
zamanı gelince, kimse olduğu yerde kalmak istemeyip kendi yuvasına
can atıyor.
1- Nazlı Hanımefendi'nin zarîf, kibar, irfan ve aşk örneği süt kızı Mami Özveren
276
Ama kendi meskenine kendi yuvasına dönenlerin hepsi de aynı
şartları hâiz çatıların altına gitmiyorlar. Kimi saraya, kimi bir konağa,
kimi küçük bir eve, kimi kulübeye gidiyor. Kimi de izbelere, olukların
içine, köprü altı dubalarına sığmıyor."
Sabîha Hanımefendi:
- Çırpınıyoruz, çalışıyoruz. Fakat işe yarıyor mu bilmem ki?
- "Merak etme, Allah diyen mahrum kalmaz. Esasen o çırpınmak
da sana aslının verdiği bir şevktir. O çırpınış muhakkak ki aslınla
irtibatın olmasındandır. Elverir ki sahip sana o çırpınmayı versin.
Hakîkî bir isteyici olsun da, matlûbuna, istediğine ermesin, görmedim.
Sinesi yârin fırâkıyle şerha şerha olsun da yârine kavuşmasın görme-
dim. Âşık olsun da maşukundan ayrı düşsün görmedim. İste, icabet
edeyim. Darb-ı meselde de: Arayan Mevlâ'sını da bulur, belâsını da der-
ler. Esasen Mevlâ'dan gayrı ne varsa belâdır. Sırf can çekiştirici bir
iptilâdır.
Akşam uykuyu talep ederek yatıyorsun. Uyku da gelip seni kapı-
yor. Fakat içinde gıll ü gış olmamalı. Gerçekten uykuya talip olarak
yatmalısın. Eğer zihninde bin türlü düşünce, bin türlü hayal olursa, ne
uyku kalır ne bir şey... Bunun gibi, talepte de sıdk ve ihlâs şarttır.
Hikâye şöyledir: Köylünün biri, yüzüne mendil örterek yatar ve
yatar yatmaz da uyurmuş. Bu hâli görüp özenen bir kimse de, onun gi-
bi yere uzanmış ve mendilini de yüzüne örtmüş. Fakat yatar yatmaz,
kendisini hayâlen çalıştığı dâirede farzederek mevkiini çekemeyen bir
arkadaşını müsteşara şikâyet etmeyi, adamın işinden atıldığını, bu
yüzden çoluğunun çocuğunun perişan olduğunu düşüne düşüne saatler
gelip geçmiş ve uyuyamadan ayağa kalkmış.
işte bunun gibi, talepte de hulûs olmazsa, yâni o talebe başka şey-
ler karışı verirse elbet netîce alınamaz. Gerçi o kimse gibi mendilini yü-
züne örtüyorsun... Mendil o mendil ama içindeki kafa o kafa değil...
Ya, Münîre Hanım, gençlikteki çalışmanın elbet faydası pek çok-
tur. Çünkü genç iken elinde kuvvet kudret, nefis var. Fakat bir ihtiya-
rın hangi iktidarı imkânı kalmıştır ki Hak nâmına feda edebilsin...
Ama gençliğinde ibâdetini, tâatını ve kendine düşen insanlık
vazifelerini yapmışsan, ihtiyarlıkta yapamamaklığından bir zarar gel-
mez. Çünkü amel, niyetin içindedir. İşte Münîre Hanım, onun için de,
yedi kat gök, yedi kat yer, aziz iken zelil, zengin iken fakir olan bu in-
sana ağlar. Yahut lâhutta şâh iken bu süflî âlemde baş aşağı olan bu
garibe ağlar."
SOHBETLER 277
Hocamızın henüz bebek olan torunu Ahsen Hanım, sıcak sobaya
yaklaşırken biri tutarak geri çekti:
- "Demek ki ateşi fark ve temyiz etmeyenin bir tutucusu, bir koru-
yucusu var."
Çocuk yerde emekliyordu. Hocamız teşbihini uzattı. Bebek de uza-
nıp almak için yüzü üstü yaklaştı.
- "İşte maksûduna erdi. Fakat çocuksun; verirsem kadrini bile-
mezsin!"
Henüz Boğaziçi sahilleri istimlâk olunmamıştı, iskelenin hemen
karşısında Imâdeddin Bey Yalısı, üç yaz mevsimi, en coşkun sohbetle-
rin içinde geçtiği bir mekân olarak aile târihimizde müstesna bir mev-
kie sahiptir.
Günlerdir, istanbul'daki konağın toplanması, sonra göç ve
nihayet yalıya yerleşme faaliyetleri devam ederken, bir yandan da san-
ki bu patırtı bu hengâme başka bir çatının altında cereyan ediyormuş
gibi, günün muayyen saatlerinde aile fertleri yerli yerini alıyor ve soh-
betler devam ediyordu.
Bir ara ruhtan söz açılmıştı:
- "Ten candan, can tenden uzak değildir. Fakat can, rûh nerede-
dir?
Yahudiler, Resûlullah Efendimize, üç sual soralım, bakalım cevap
verebilecek mi? Eğer cevap verirse îman ederiz, dediler. Ve Efendimiz,
biri İskender Zülkarneyn; biri ashâb-ı kehf, biri de ruh hakkında sor-
dukları suallerin baştan ikisine cevap verdi. Sıra ruha gelince: De yâ
Habîbim rûh, Rabbimin emrindendir, buyuruldu.
Bâzı kimseler ruh hakkında: Susamın içindeki yağ, yahut demirin
içindeki ateş nasıl ise, ruh da onun gibidir; derler. Bâzısı da: Ruh, emir
âlemindendir ve bunun üzerine söz söylenemez, derler. Fakire göre ise
ruh, Cenâb-ı Hakkın Hay isminin pertevi ve zuhurudur.
Ruh, bir ilâhî nurdur ki ne bedene dâhildir ne de hâriçtir, ne biti-
şiktir ne de ayrıdır. Yalnız insanın vücûdunda, biyolojik bir terkipten
husule gelmiş bir canlılık vardır ki buna hayvânî ruh derler. İşte bu,
ilâhî ruhun bineği ve zarfıdır. Hayvânî ruh, bedenin her köşesinde se-
reyan eder.
Hakk'ın işine ve cilvesine bakınız ki ilâhî ruh, hayvânî ruha âşık
olduğu için onu kendine binek ittihaz etti. İşte o ilâhî ruh, ne kadar gü-
zellikler, ilim ve kemal varsa hep bu ruh vâsıtasıyle bedenden izhar et-
278
ti. Onun için bu bedenden zuhur eden incelik, güzellik, zarafet, ilim,
marifet ve san'at hep o ilâhî ruhun eserleridir.
Hakikat görücü bir kimsenin hâline, sözüne, hal ve hareketine
bakmakla, onun Hak'la olan münâsebetinin derece ve kıymetini anla-
yabilirsin. İşte bu suretle de anlaşılıyor ki ten candan, can tenden uzak
değildir."
- "Âteşest în bank-i nây û nîst bâd
Her ki în âteş nedâred nîst bâd
Bu nâyın sesi hava değil, ateştir. Yâni yüreği gıll ü gıştan boşal-
mış ve Sübhân'ın nefhalariyle dolmuş olan kâmil insanın sözleri hava
değil ateştir.
Nasıl ki Cenâb-ı Hak, Efendimiz hakkında: Benim Habîbim nefsi-
nin heveslerinden ve arzularından söylemez. Onun sözleri benim
vahyimdir 1 buyurmuştur. Ama sen, anlayamıyorum, benimle onun
arasında bir fark görmüyorum, diye kendinle kıyas etmeye kalkacak
olursan Hazret-i Mevlânâ: Kim ki bu ateşi anlamak isterse yok olsun,
buyuruyor.
Bir binayı kurmak için malzeme, taş, tuğla ve şâire lâzımdır. Bu
ateşi anlamak için de yok olmak lâzımdır. Çünkü Allah yolunda en bü-
yük gaye, en ulu maksat, yok olmaktır. İşte o vakit gizli dediğin ruhu
gözle de görürsün. Ama can gözüyle..."
Nazlı Hanımefendi:
- Kolay şey değil!
- "Her şeyin kolaylık derecesi, kıymetine göredir. Güçlüğü kıyme-
tinin yüksekliğindendir. Elbet o ihlâsı, o saflığı ve hâlisliği hâsıl edebil-
mek kolay değildir. O yüksekliklere yâni kâmil insamn yakınlığına en
ciddî mihek, yokluğun nisbetidir. Benliğinden ne ölçüde vazgeçersen,
yakınlığın da ona göre olur."
Bahçede oturuyorduk:
- "Şimdi gözümün önüne ne geldi, bilir misiniz? Bağdat'ta Abdül-
kâdir Geylânî Hazretleri'nin türbe-i saadetleri ve Hacı Bektaş Velînin
merkadi ile Konya'da Mevlânâ!
Oralarda hizmette bulunanlar, ne ilâhî bir hayat yaşarlar ve ne
1- Necm sûresi, 3-4. âyet.
SOHBETLER 279
derin bir zevk içindedirler. Kendilerine mahsus lisanları ve tavırları
vardır. Hep gül bahçeleri içinde gibidirler. Ne güzel bir aşk âlemi!"
Sabîha Hanımefendi:
-işte mübarek Muharrem günü kendilerinden bahsettiriyorlar.
- "Evet, kâh çoklukta birlik, kâh birlikte çokluk galip olur. Çok-
lukta görünen de yine birliktir."
Şevkiye Hanımefendi' den bahsolunuyordu. Kiracılarından biri-
nin, yine bir fırsattan istifâde ederek son kalan mal kırıntılarının da
üstüne oturmak istediği ve vaziyetinin gittikçe çıkmaza girdiği söylen-
di:
- "Zâten öyledir. Bir kimse düştü mü, herkes de onun üzerine dü-
şer."
Hocamızın henüz beş yaşında olan torunu Cemil Bey, akşam ge-
zintisine çıkmak üzere müsâade almaya geldi. Fakat Hocamız pencere-
den dışarıya bakmakta olduğu için ses çıkarmadan bir müddet bekle-
di. Etraftan, kendini hissettirmesi için teşvik olunmasına rağmen ço-
cuk, ne telâş gösteriyor ne de ses çıkarıyordu.
Nihayet pencereden içeri dönüp de, çocuğun müsâade istemesi
üzerine izin verdi. Bunun üzerine Semîha Hanım' m, çocuğun
şikayetsiz bekleyişinden, terbiye ve edebinden bahsedişini tasdik ettik-
ten sonra Münîre Hanımefendiye bir gün bir kayıkçının söylemiş oldu-
ğu şu kıt'ayı okuttu:
Lodosun kararı olmaz
Poyraza inan olmaz
Ham demiri döğmekle mücevher olmaz
illâ aslından olmalı,
illâ aslından olmalı!
- "Dünyâya âit güzellikler içinde üç şeyi severim: Aşk, edep, irfan!
Hattâ bence edep olmayınca, aşk ve irfan da noksandır. Edep bir taçtır,
onu başına koyduktan sonra istediğin yere git...
"Ayıran âdemi hayvandan edeptir"
'İki âlemde felah Ken'an edeptir"
"Dil-i çeşm-i beşerin nuru edeptir"
diyoruz; ve:
280
Beşerin kalbi ve gözü nuru edeptir. Kur'ân'ın bütün mânâsı da
yalnız edeptir.
Edepten maksat da, Hakk'ın rızâsını kazanmaktır. Bu rızâ-yı
ilâhîyi bulmak nasıl olur? derseniz, onu da hocasından öğrenmelidir.
Her şeyin bir muallimi olduğu gibi, bunun da şüphesiz vardır. Bu da
ancak, onun dediğini tutmak, gittiği yoldan gitmekle mümkün olur.
Bir keman, bir piyano öğrenmek için bile ne kadar uğraşıyor ne
türlü fedâkârlıklar ediyorsun. Hakk'ın rızâsını tahsil için de, ehlini bu-
lup teslim olmak lâzımdır. Eğer onu bulamazsan, eserlerini oku. Bak
Nâmık Kemal bile ne diyor:
Ömrümü ibkâ için ömrüm dedim asarıma
İşte Mesnevî-i Şerif de buna büyük bir hüccet değil mi? Kovanı
daldır daldır kalbin bahçesini sula...
Dünyânın bütün güzellikleri süratle geçicidir. Allah, işitmek için
kulak, görmek için göz, tutmak için el, düşünmek için dimağ vermiş
Sen de bütün bu sermâyeyi Hak yolunda kullan, böylece de maksûdu
hâsıl et!"
Akşam sofrada, sıhhat ve tıptan bahsedilirken Güzide Hanımefen-
di:
- Nasıl oluyor da doktorlar, zararını herkesten iyi bildikleri halde
içki içiyorlar 1 ? dedi.
- "Doktorluk başka, nefsin arzuları başkadır. Doktor olmak, hattâ
ilim sahibi olmak, bu arzuları öldüremez. İnsan nefsinin esîri oldukça
hür sayılamaz. İnsanlık, irâde sahibi olmaktır. Yoksa, değil kürsîye
vaiz, arşa çıksan âdem olmazsın!"
Yine Güzide Hanımefendi, gerek, Neş'et Ömer Bey 'in gerek bâzı
meslek arkadaşlarının günde üç dört paket sigara içtiklerini duydu-
ğundan bahsetti.
- "Fakat yine bu doktorlardır ki, hastalarına zararlarından bahse-
derek sigarayı men ederler. Fakat kendileri, bu iptilâdan vazgeçemez-
ler. Çünkü irâdeleri yoktur.
İşte bu bile bile yapmaya, cehl-i mürekkep derler ki, elbet ki
neticesi, bilmeyerek yapanınkinden daha ağırdır, eşeddir. Âyet-i
kerîmede de: Nâs'a şunun fenalığı vardır, diye söylersiniz. Halbuki
kendi nefsinizi unutursunuz, buyurulur." 1
1- Bakara sûresi, 44. âyet.
SOHBETLER 281
Roma İmparatorlarından Mark Orel'in bir kitabından tercüme
edilmiş şu parçayı okuduk: İnsan, deniz kenarında kırlarda inzivâgâh
aramak îtiyâdındadır. Senin de böyle şeyleri istemek âdetindir. Ne za-
man arzu edersen kendi kendinde yâni gönlünde inzivaya çekilmek
imkânı varken böyle bir istekte bulunmak ne akılsızlıktır. Zira hiç kim-
se, kendi ruhu inziv agâhından daha sakin ve sükûnet verici bir
inzivâgâh bulamaz:
- "Öyle ya... Bu huzur ve sükûnun kalben elde edilmesi lâzım ge-
lirken, rahip olup manastırlara kapanmak, dağ başlarında ağaç kovuk-
larında nefsine ezâ etmek neye lâzım?
İki arkadaş varmış. Bunlardan biri bir dağ başına çekilerek
riyâzat ve mücâhede ile keramet derecesini bulmuş ve bir gün, şehirde
kunduracılık eden arkadaşına bir tülbente süt koyarak götürüp
dükkânın duvarında bir çiviye asmış. Derken içeri bir kadın girmiş. Öl-
çü verip pabuç ısmarlayacakmış. Kunduracı ölçüyü alırken, kadının
baldırlarını gören arkadaşına ne olmuşsa olmuş ve mendilindeki süt de
şır diyip akıvermiş. Bunun üzerine kunduracı: Köftehor dağ başında
ermek bu kadar olur. Marifet bunları göre göre ermektedir, demiş.
Evet, asıl marifet, nefsinin müştehâsını tatbik edecek zemine rağ-
men onu hükmü altında tutabilmektir."
Aileden birisinin, mektepçiliğin dedikoduya çok elverişli olduğun-
dan bahsetmesi üzerine:
- "Dünya dedikodusuz olmaz ki oğlum! Esasen dünya hayâtı dedi-
kodudan ibarettir. Ancak âyet-i kerîme mucibince, bu dünyâda dediko-
dudan baş çekenlerdir ki felah bulurlar. 1 İşte bunlar salât-ı
dâimededirler. Bunlar ağızlarını açıp Allah'ın yaptığı şeye itiraz etmez-
ler. İşte salât bu salâttır. Yoksa beş vakit namaz kılıp, şâir zamanlarda
yapmadığın rezalet kalmazsa ne işe yarar? Nereye baksan, orası
Allah'ın kıblesidir. Onun için sâde beş vakit namazda değil, dâimi salât
üzre huşu ve huzur içinde olmalısın."
1- Mü'minûn sûresi, 1-3. âyet: "Kad eflahal-mümînûn ellezîne hüm fi salâtihim
hâşiûn, vellezîne hüm ani'l-lağvi mu'rîdûn."
282
Asıl firkat ve hicran nedir, diye sorulması üzerine:
- "Dünyâda azâb-ı nar, yâni cehennem ateşi, Hak'tan uzaklık, ay-
rılık, gaflet ve cehildir. 1 "
Aliye Hanımefendi:
-Ama o cehil ve gafletten kurtulmak da yalnız istemekle olmuyor
ki!
- "Niçin olmasın? Sen talep et, iste de... Talebin de üç derecesi
vardır. İsmi, cismi, ruhu... eğer ruhu bulabilirsen, işte o vakit gerçek
talepte bulunmuş olursun."
Semîha Hanım:
- istek, istenen şeyin müjdecisidir, demiştiniz.
- "Çünkü senin gönlüne o isteği veren de Hak'tır.
Bir şeyhin zevce veya evlâtlarını yahut yakınlarından birini gör-
düğünüz vakit, sözlerinden, o şeyhin iktidar ve irfanını anlamaya çalı-
şırsınız. Lisan bülbülü söylemeye başlayınca, o kimsenin ne olduğu
meydana çıkar. Hattâ konuşmasa bile, eğer şeyhinin hâlini giymiş ise,
bu suretle de ne olduğu anlaşılır. Çünkü hal de bir lisandır.
Şunu bilmek lâzımdır ki, dervişler şeyhin kalbi kitabının
sahîfeleridir... Bu itibarla onların yaptıkları ve söyledikleri döner ken-
dilerini yetiştirene gelir. Bunu bilince de, dervişten ona göre hareket
etmesi beklenir."
Nazlı Hanımefendi odaya iki çiçek saksısı getirdi. Her ikisi de bo-
zulmaya yüz tutmuştu. Hocamız: Getirme onlar bozulmuş! deyince
Münîre Hanımefendi; eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı! de-
di. Fakat derhal üzülerek sözünü geri almak istedi. Zira yine bir gün
bu sözü söylediği zaman, Hocamızın: "Bir daha senden bunu işitmeye-
yim, kıymetli bir halı eskimekle değerinden kaybeder mi? Bilâkis kıy-
meti daha fazla artar. Mâdene, eskimekle ne zarar gelir? Pabuç eskisi
olursa o başka..." demiş olduğunu hatırlayarak özür diledi.
Bu sırada Tanbürî Cemil Bey 'in bir taksimi gramofona konmuş
bulunuyordu:
- "Münîre Hanım, tanbur nelerden ibarettir?"
- Tellerden ve tahtadan!
- "Ya bu ses nereden çıkıyor?"
- Tellerden Efendim.
- "Peki bu sesleri ve ahengi bu tellerden çıkaran nedir?"
1- Rabbena âtinâ fî'd-dünya haseneten ve fî'1-âhireti haseneten ve kına azâbe'n-nâr.
SOHBETLER 283
- insandır.
- "Demek oluyor ki bu insan, isterse seni, şu tel dediğimiz bağır-
sak veya mâden parçasına dokunarak gaşyedebiliyor. O mest edici nağ-
meleri bu tellerden çıkartıyor. Camit, cansız denen bir bağırsak veya
mâden -ki bunlar hakikatte cansız değillerdir- parçasından bu ahenk
ve güzellikler çıktığı halde ya bir vücuttan neler çıkmaz? O halde sen
de kendi vücûdun tanburunu çalarak etrafını faydalandırmazsan sana
yazık değil mi?
Kâmil insanın vücûdu tanburundan, âlem halkına saçılan nağme-
ler gibi, yakınlarının da kendilerine göre âlemi istifâde ettirmesi icap
eder.
Şu Tanbûrî Cemil Beyin eserleri, bundan beş yüz hattâ bin sene
sonra da, yine şimdiki gibi arzu ile aranacaktır. İşte öyle bir eser ki pek
uzun zamanlar devam eder ve hiçbir zaman bit pazarına düşmez. Za-
man geçtikçe kıymetini kaybetmeyenler işte böyleleridir. Senin gibi
hakikate yol gösteren kimselerin eserleri ise hesapsız yıllar ölmez ve
fena bulmaz.
Şu da var ki, bu ahengi vücûda getiren muhtelif notalar olduğu
halde, meselâ, bunlardan birini alıp yalnız (re, re re) yahut (mi, mi, mi)
diye hep aynı sesi çıkarsa, aynı tanbur ve aynı teller, şu anda duyduğu-
muz zevki verebilir mi? Demek ki bu ahengi vücûda getiren, seslerin
ihtilâfı, birbirine zıt seslerin ustalıkla bir araya getirilmesi imiş. İşte
ilâhî saltanat da zıtlar ile tecellî edegelmiştir.
Cemil Bey'in sanatındaki tesir, içine aşk karışmış olmasındandır.
Taklit başkadır, aşk başkadır. Kaynağı aşk olan san'at, evvelâ
sanatkâra tesir eder, oradan da karşısındakilere sirayet eder.
Fakat şunu da söylemek lâzım ki bir kimsede bu aşka ne derece
istidat olursa olsun, yine de sanatı kazanmak için çalışması şarttır. Bir
sanatkâr, sazına hâkim olabilmek için en az yirmi sene çalışmaya mec-
burdur.
Bir tahta parçasının üzerine bunca yıl emek sarfetmeyi çok gör-
müyoruz da vücûdumuz kemanını veya tanburunu söyletmek için bu
yirmi otuz seneyi neden fazla buluyoruz?"
Münlre Hanımefendi:
- Çok şükür bize bu hakikatleri bildiriyor sun, kıymetini de bildir
Efendim...
-"Hiç olmazsa onu bilebilseniz... Gıll ü gışsız ve takıntısız olarak.
Fakat kelimede kalma, mânâya geç."
284
Hüsniye Hanım:
- Kâmil insanı tasdik edemeyen zahir ehli, görmüyorlar mı ki
Kur'ân-ı Kerîmin bütün mânâsı açık açık kâmil insanı söylüyor.
- "Açık açık... diyorsun. Bu, size gösterildiği için kolay geliyor.
Gerçi Kur'ân-ı Kerîmde: Vesileye uyunuz 1 ve Tahayyürde kaldığınız
bilemediğiniz zaman zikr ehlinden sorunuz 2 ve Resûlullâh'a hitaben
de: O kadar zikr ile iştigal et ki sana mecnun desinler^ gibi işaretler
vardır. Fakat o kimseler bu gibi delilleri de kendilerine göre tefsir eder-
ler.
Kur'ân'da size gösterilen mânâyı görüp anlamak kolay bir şey de-
ğildir. Hattâ o mânâyı uzun uzun izah edersin de yine anlamazlar.
Hazret-i Mûsâ: Yâ Rabbî bana kendini göster!., dedi. Cenâb-ı Hak
ağaçtan tecellî edince Mûsâ düştü bayıldı.
Buna karşı şeriat ehli, Hazret-i Mûsâ ulü'1-azim bir peygamber
iken Allah'ı göremedi; onu görebilmek kimin haddine derler.
Halbuki biz de deriz ki, Mûsâ ulü'1-azim bir peygamber iken nasıl
olur da vâki olamayacak bir talepte bulunur? İşin aslı, Musa'ya: Beni
göremezsin 4 hitabından maksat, beni bu beşeriyet gözüyle göremezsin,
demektir. Yoksa onların anladığı mânâda değil. Ne çâre ki şeriat ehli,
tarikat erbabını her vakit inkâr etmiştir."
Semîha Hanım:
- Halbuki tarikat erbabı şeriat ehlini inkâr etmiyor. Hattâ Hazre-
t-i Pir: Bir adamı havada uçarken bile görseniz, şeriat terazisi ile tart-
mayınca itimat etmeyiniz... buyuruyor.
- "Şüphesiz. Tarikat, tevhîd ve edeptir. Bu edep ve tevhide mâlik
olmayanlar da kâmil insanı tasdik edemezler. Tarikat, şerîatin tevhîd
ve edep kısmıdır."
Lâubalîlikten ve lâubalîliğin ruha yaptığı tesir ve zararlardan
bahsediliyordu:
- "Lâubalîlik zehirdir. Meselâ Medine'ye üç aylık yoldan hacılar
gelirdi. İlk zamanlar, uzaklardan bile Türbe-i Saâdet'in hizasından ge-
çerken niyaz edip salât ü selâm getirirler, fevkalâde tazimlerde bulu-
nurlardı. Fakat orada yerleştikleri takdirde bu incelik ve hürmet kal-
1- Mâide sûresi", 35. âyet: "Vebtegû ileyhi'l-vesîlete"
2- Nahl sûresi, 43. âyet: "F'es'elû ehle'z-zikri in küntüm lâ-ta'lemûn."
3- Kalem sûresi, 51. âyet: "...Lemmâ semiû'z-zikre ve yekülûne innehû le-mecnûn.'
4- A'râf sûresi, 143. âyet: "Len terânî"
SOHBETLER 2 85
madıktan başka Resûlullâh'ın huzurunda ayaklarını uzatıp uyumak gi-
bi türlü lâubalîliklerde bulunurlardı."
Meliha Hanımefendi, Emirgân'da tuttukları yalının güzelliğinden
bahsederek: Hem iyi hem güzel... Böyle bir yer tutmak hiç hatırımda
yoktu! dedi.
- "Zâten sahip hatırında olmayana verir!"
Münîre Hanımefendi birden teessüre kapılarak:
- Efendiciğim, beni âhirette kurtarmazsan bağırırım, feryat ede-
rim... diye ağlamaya başladı:
- "(Manidar ve hafif bir tebessümle) Fakat sesin çıktığı kadar ba-
ğırırsın!"
Herkesin görgüsünün kendi istidadı kadar olduğundan bahsolu-
nuyordu:
- "Bir dereye veya denize akseden, gökteki yıldızların ve ayın ken-
di midir? Hayır, aksidir. Elma ağacının suya akseden gölgesini tutabi-
lir misin? Bunlardan maksat, Hakk'ın isim ve sıfatlarının bu dünyâda
tecellîsidir. Bunlarda devam ve beka yoktur.
Meselâ güzel bir şey yahut güzel bir kimsede gördüğün o güzellik-
ler hep Hakk'ın süsleyişi, ziynetleyip giydirişleridir. Eğer Allah o
füsunu etmese, ne haddine senin ona âşık olabilmen! Ama yine Allah
sana acır ve lütfeder de o aksin içinden kendini gösterip: O hayaldir,
hakikat benim! derse işte bu, Hakkın sana kudüm ve teşrifi, gönül
hanene ayak basmasıdır, seni ağırlaması ve ikram etmesidir. Nasıl ki
Mecnun: Leylâ, Leylâ! diye sahralara düşüp de nihayet karşısına Leylâ
çıkarak: İşte bak ben geldim! dediği zaman; Sen hangi Leylâ'dan bah-
sediyorsun? Benim bütün vücûdum Leylâ kesildi, demişti.
işte gönül ehli de bir yâr bir sevgili ister ki onunla izzet ve şeref
bulsun. Bir gören, bir söyleyen, bir dildar ister. Yâni bir âşinâ ister.
Mânâda aşinalık demek, kalplerde, ruhlarda, akıllarda benzerlik,
yakınlık ve uygunluk demektir.
Demek oluyor ki zahirde insanların kalplerinde olan zihnî tasav-
vurların, fikrî nakışların, aklî nurların ve ruhî parıltıların hepsi o vah-
286
det hazînesinin veyahut ehlullâhın bâtınından doğup tecellî eden
hakikat ayının, herkesin istidadına göre akseden nurlarıdır.
Allah, doğruyu da eğriyi de senin istidat ve talebine göre verir. Eğ-
ri ağacın gölgesi doğru olur mu? Herşeyi veren Hak'tır; fakat senin
istidat ve talebine göre verir. Onun için Resûlullah Efendimiz: Yâ
Rabbî bize Hakkı Hak olarak göster ve ona uymayı nasip et. Bâtılı da
bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmayı müyesser et, yâni eşyayı
hakîkatiyle göster! buyururdu. Çünkü biz, bir şeyin iyi veya fena oldu-
ğunu bilemeyiz. Parlak ve güzel görürüz, halbuki zehirdir. Fena görü-
len bir şeyden ise hayırlar çıkabilir."
Münîre Hanımefendi 'nin söz arasında sermayesizlikten bahsede-
rek, yaşım ilerledi, sermâyem de yok... demesi üzerine:
- "En büyük sermâye, sermayesizliktir. En büyük bilgi, bilgisizlik-
tir. Keza, en büyük âlet, âletsizliktir.
(Henüz bir yaşında olan küçük torununu göstererek:) Bak görü-
yorsun bu çocukta ne sermâye var? Fakat herkes ona sermâye yetiştiri-
yor. Bir şeye kadir olmadığı için ona bakıyor, yediriyor, giydiriyor,
istirâhatini düşünüyor. Aleti yok, fakat âletler içinde...
Ne mutlu o kimseye ki acz ve hayret, kuvvet ve gıdasıdır. O, iki
dünyada da dostun gölgesinde uyur.
Acz ve hayret gibi sermâye mi olur? deme. Hazret-i Mûsâ, Cenâb-ı
Hakka: Yâ Rabbî bu zamanda benim gibi bir kulun var mı? Deyince
Cenâb-ı Hak da Musa'ya: Git Hızır'a... Sana göstersin... dedi. Mûsâ git-
ti ve bakınca elinde yüz bin asâ ile yüz bin Mûsâ gördü. İşte o zaman:
Yâ Rabbî, senin hakkında hayretimi ziyâde et , dedi."
- "Aşkta çağ yoktur. Târihte hiç rastlamadım. Ölümde var mı?
Ölümde de yoktur."
Yalova'nın imârından ve bir cennet köşesine benzetilmiş olmasın-
dan bahsedilirken, "cennet" kelimesinin yaptığı tedai ile:
- "Hikmet ve marifet çengi ve rebâbı olan kâmil insan ne vakit ki
1- Rabbi zidnî fîke tehayyüren.
SOHBETLER 287
hikmetler saça, söze başlaya, bilir misin cennetten hangi kapı açılır?
Onu ancak, hikmet ve irfâmn bu dünyâdaki cennet olduğunu bilen ve
dâima hikmet ve irfan peşinde koşan kimseler bilir."
Bâzı Mesnevi beyitlerini açıklarken 1 :
- "Kur an-ı Kerîm'de buyurulan Allah'ın habl-i metini yâni kop-
maz ipi ve Kur'ân-ı Kerîm'in baştan başa mânâsı nedir, bilir misiniz?
Nefsin hevâsından ve tabiatın zevklerinden kaçmaktır.
Ad kavminin helakine sarsar rüzgârı sebep oldu. Çünkü azmışlar-
dı. Onların nefislerinin azgınlıkları, sam rüzgârı şeklinde göründü ve
onları yaktı.
Unutmayın, tutulacak o kopmaz ip ve kelâm-ı kadîmin mânâsı,
nefsin arzularından kaçmaktır. Çünkü can ne kadar hayat bulursa, ne-
fis o kadar ölür. Nefis ne kadar hayat bulursa, can o kadar ölür.
Canın ölümü, ulaştığı ruhlar âleminde rabbani nuru görememesi
ve rûhânî zevkleri tadamamasıdır."
- "Aşkın nuru ne demektir? Aşkın nuru ilâhî tecellî demektir.
Akıl, ancak aşk nûriyle Allah'ın cemâlini görebilir. Vâkıâ maaş aklında
da nur vardır. Ama o, bütünü görmeye muktedir değildir. Bu yüzden de
onu, aşk nuru görür ki bu da Sübhân'ın tecellîsidir. İşte bu aşk nuru
maaş aklına göz olursa, o vakit "çeşm-i tîz", 2 parlak görücü olur.
Sözün kısası, ne kadar güzel ahlâk ve müstesna vasıf varsa cümle-
si aklın eseridir.
Edep bir taçtır. Onu başına koyduktan sonra istediğin yere git...
diyoruz. İşte, cümle güzel ahlâk ve müstesna vasıflar aklın eseri olduğu
gibi, edep de aklın suretidir ve tarîklerin cümlesi de edeptir.
Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali Efendimize: Yâ Ali, kulları
Cenâb-ı Mevlâ'ya ulaştıracak yollar pek çoktur. Fakat en kestirmesi,
bir âkil kişinin gölgesinde olmak ve ona hizmet eylemektir. Buyurur.
Mevlânâ Hazretleri de, Resûlullâh'ın bu tavsiyesini: Mes'uttur o kimse
ki acz ve hayret kuvvet ve gıdası olmuştur, çünkü bu kimse iki
1- Çîst hablullah rehâ kerden hevâ
Kim hevâ şüd sarsarî mer Âdrâ
2- Şâd bâş ey çeşm-i tîz-i murtazâ
288
dünyâda da dostun gölgesi altındadır, sözüyle açıklar.
Hani Züleyhâ'nın, ihtiyar, kamburu çıkmış, yüzüne bakılmaz ol-
muş bir çöküntü hâlinde iken bu iki büklüm olmuş kâmetiyle Yûsuf 'un
geçeceği yol üstüne çıktığı hikâye olunur. Yâni ölmeden evvel ölüp acz
ve yokluk ile ona sığınır olunca Yûsuf un nazariyle nasıl gençleşmiş
ise, keza evvel de âhir de her zaman aczini gören ve ölmeden evvel ölen
kimseye de, manevî Yûsuf güneşinin ziyaları aksedince, o kimse güzel
çehreye şîrin ve latif huylara sahip olarak gençleşir ter ü taze olur.
Onun için amellerde, ibâdetlerde dâima ihlâs lâzımdır. Zünnûn-i
Mısrî Hazretleri ihlâsı şöyle tarif buyurur: İhlâs odur ki insan cümle
eşyadan ilişiğini kesip Allah'ı görücü olsun; her şeyde her yerde ve her
vakitte Allah'tan yardım istesin. Kendi düşünce ve irâdesine güvenme-
yip Allah'a ulaşsın.
Onun için Allah, hâlis kullarım medhediyor. Şeytan herkesi alda-
tıyor, ancak ihlâs sahibi kullarını aldatamıyor ve köpeğin kapı önünde
bekçilik etmesi gibi, o da bu kimsenin karşısında yaltaklanıp itaatli ve
zararsız oluyor."
Semîha Hanım:
- Sana gelen sendendi?', buyurulduğu halde, Allah'ın öyle lutufla-
rı oluyor ki kulun kabiliyet ve istidadının üstünde bulunuyor ve kul,
hiçbir suretle o lutfa lâyık olmadığı halde yine de ihsana garkoluyor.
Hattâ onun isyan ve hatâsı arttıkça, Hakk'ın lütuf ve ihsanı ekşitmi-
yor. Bu hal nedir?
- "Buna, Allah'ın hafi, gizli lutfu derler ki, kulda iktidar olmadığı
ve hatâlarla dolu olduğu halde kudretler veriyor, kusur ve
kabahatlerini iyiliklere tebdil ediyor, bilmediklerini bildiriyor. Bu, doğ-
rudan doğruya sahibin bir lutfudur. İsterse verir. İşte bir misal de ben!
Bir vakitler Mesneviyi kürsüden değil, mihrapta ve sırf özünün
özünden takrir ederdim. Günün birinde Dergâh-ı Şerif 'e misafir gelen
bir Mevlevi şeyhi: Mesnevi Fârisî söylenir. Bu nasıl Mesnevi takriri?
diye îtiraz etmiş. Ben de Fârisîyi yalnız mektepte öğrendiğim kadarıyle
biliyordum. Fakat bu vak'adan sonra Allah'ın izni ve lutfu ile hem
Fârisî olarak hem de usûlü gereğince söylemeye başladım."
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, bundan sonra hani Mevlevi şeyhlerinden Kazasker
Molla isminde bir zat gelmişti de, Yenikapı Mevlevîhânesi'ne giderek
oradaki şeyh efendilere, elli senedir Mesnevi okuyup okuttuğu halde,
SOHBETLER 289
sizden dinlediği Mesnevinin bir benzerini bundan daha mükemmelini
duymadığını söylemiş, gidin de Mesneviyi o zattan dinleyin! demişti.
Müsâade ederseniz, selâmlıkta olanların bu zat hakkında naklet-
tikleri bir vak'ayı da anlatalım: Kazasker Molla denen bu şeyh efendi,
dergâhımıza ilk gelişinde nargilesini de beraber getirmiş ve uşağına:
Ateşle! diye emretmiş. Uşak nargileyi hazırlayıp ateşlemiş, fakat daha
bir nefes çeker çekmez ateş sönmüş. Uşak ateşi tazelemiş, fakat bu defa
da lüle devrilmiş. O zaman: Anlaşıldı, anlaşıldı. Burada içilemeyecek,
kaldır, diyerek nargileyi kaldırtmış.
- "Cenâb-ı Hakk'ın aşikâr lutfu, ibâdetlere tâatlere karşılık ihsan
buyurduğu lutuftur. Gizli lutfu ise kusur ve eksiklikler içinde ihsan bu-
yurduğu lutuftur. Onun için buna gizli lütuf denir. O günahkâr kul, gü-
nâhına karşı ceza beklerken lutfa mazhar olur.
Hazret-i Abdülkâdir'in evine bir hırsız girerek dolaba saklanmış.
Kendileri de, vefat eden bir kutbun yerine bir başka zâtın tâyini için
bir meclis toplayarak görüşmek üzere, hırsızın saklı olduğu odaya gir-
mişler. Fakat bir neticeye varmadan sabahlamışlar. Nihayet hazret:
Canım şu dolapta bizimle beraber sabahlayanı tâyin ediverelim... diye-
rek birkaç saat içinde, asırlar boyu alınamayacak bir yolu kat etmiş ve
hırsızlıktan kutupluğa yükselecek liyâkati kazanmış olan kimseyi tâ-
yin ederek meseleyi halletmişler."
Bu sohbetin ince olduğu kadar derin de olan mânâsı hepimizi dü-
şünceye daldırmıştı. Gerek yaşının gerek mevkiinin verdiği cesaretle
herkesten rahat konuşabilen Münîre Hanımefendi, mûtadı olduğu üze-
re yarı ciddî yarı latife yollu: Aman Efendiciğim bayılacağım şimdi!
dedi.
Hocamız da Münîre Hanımefendi' nin yumuşattığı havaya uyarak:
- "Sakın bayılma, fesleğen kokla!"
Diyerek fesleğen saksısını gösterdi.
Münîre Hanımefendi' nin istediği olmuş, hafiflettiği havaya uygun
konuşma fırsatı bulmuştu. Derhal zengin hafızasında bir mâni bula-
rak:
Fesleğen ektim çayıra
Dalı budağı bayıra
Yukarıda Mevlâm çatmış
Aşağıda kim ay ıra
dedi. Fakat, söz yine Münîre Hanımefendi' nin elinden kaymış az evvel-
ki istikâmete doğru yüz döndürmüştü:
- "Yukarıda Mevlâ'nın çatmış olduğu şeyi tabiî ki burada kimse
290
ayıramaz. Yâni insanın cismi binasında zuhura gelen şeylerin hepsi,
hakîkî yapıcının ilim ve iradesiyle zuhura gelir. İnsanın cismi
binasından zuhur eden ikrarlar, inkârlar şunlar ve bunlar, nasıl ki
zahirde gördüğümüz şu binaların çatıları, temelleri duvarları hep Ek-
rem gibi, Arif gibi mimarların ilim ve endîşelerinden meydana geliyor-
sa, hep hakîkî Sâni'in ilim ve irâdesinden husule gelir.
Çatanın çatmış olduğu şeyi ayırmak kimin haddine! Yâni onu kim
ezelî hassasından ayırabilir? Meselâ şeftaliye verdiği şeftâliliği alıp onu
elma yapamazsın.
Herkesin kendine mahsus bir ezelî istidadı ve kendine has bir ta-
biatı vardır ve işte bu tabiat, onun âyân-ı sâbitesidir, yâni ezel künyesi-
dir."
- "Münîre Hanım! Cananın yüzünü örten, maşukun cemâlini per-
deleyen nedir, bilir misin? Bizim cismânî ilişiklerimiz ve toprağa men-
sup bedenimizdir. Çünkü cisim ne kadar zevk ve sefada olursa, rûh o
nisbette mihnet ve cefâdadır. Ve belâlar da insana, en ziyâde zevk ve
sürür aramakta olduğu zamanlarda gelir...
Münîre Hanım, meselâ sen bir kimseye yaklaşmak, ünsiyet edip
şöyle bir hoşça vakit geçirmek ve dert ortağı bulmak için gidiyorsun. İş-
te bu yaklaşmak isteği, vicdanî bir emirdir. Vicdanî emir ise mânâdır.
Demek ki senin o yâre, o kimseye gitmen, mânâya, yâni mânâ
âlemine gitmen demektir.
Şu halde sen de beden âlemine değil, Hakka, mânâ âlemine gidi-
yorsun. Ama bunu ister bil, ister bilme. Bilmezsen hüsran, bilirsen guf-
ran olur.
Bütün seyr ü sülük ashabı, bu zevki, bu vicdanî lezzeti bulmak
için çalışırlar. İşte bu zevk, mânâdır, hakikattir, Hak'tır.
Düşünsene bir kere... Elin, ayağın, kulağın, gözün ve bütün kuv-
vetlerin iş göremez halde olsa yine de sen konuşmaz, duymaz, söylemez
ve görmez misin? Soruyorum cevap ver!"
Münîre Hanımefendi:
- Kalbimle duyarım Efendim,.
- "Demek oluyor ki görür, işitir, söylersin. İşte buna da en büyük
delil hakikat âlemi, mânâ âlemidir. Meselâ sen rüyada tattığın zevkle-
ri, elin, ayağın, gözün, kulağın ve diğer nişlerinle mi duyarsın? Bu kuv-
vet ve duygu âletleri ortadan kalktığı zaman da kendi kendine konuşup
hissediyorsun:
SOHBETLER 291
İşte bunun gibi, kış, nasıl dalları budakları yaprakları yere düşü-
rüp indiriyor ve bu onların ölümü oluyorsa, insanın da his ve kuvvetle-
rini düşüren ölüm askerleri de vücûda saldırdığı vakit -ki bu ölüm as-
kerleri tehlikeli hastalıklardır- o insan bahardan medet umamaz. Me-
ğer ki canında yârin cemâli baharı ola, başka türlüsüne imkân yoktur.
(Küçük torunu Ahsen Hanım'ın ortada duran bebeğini işaret ede-
rek) Şunun bir insandan ne farkı var? Seninle onu ayıran ancak bir
ilâhî nefestir. Yoksa geri kalan, şekilden ibarettir."
İki yaşındaki küçük Ahsen cilâlı tepsiye bakıp kendi hayâlini gör-
dü ve temenna eyledi:
- "Cisim can ile bir olursa onun zikri, bunun zikri; bunun zikri
onun zikri olur. Çünkü o cismin, cisimliği fânî olup cananın aşkı ile do-
lar.
Şu halde bir kabın içinde ne varsa, o kabdan da o sızar.
Binâenaleyh ehlullah der ki: Benim vücûdum, can Yûsuf'unun gömleği
gibidir. Onun kokusu, benim vücûdum gömleğine tesir etmiştir. O ko-
kuyu duymak ve benim vücûdumun, Yûsuf 'un gömleği olduğunu anla-
mak için Yâkup gibi bir âşık isterim.
İnsan ilâhî aynada kendi âyân-ı sabitesini görünce anlar ki aradı-
ğı kendisi imiş.
Ahsen'in aynaya bakmasıyle temennayı kendine etmesi gibi... gö-
rür ki suret de mânâ da kendisi imiş.
Öyle ise çalışalım ki güneşe tapmayalım, Allah'a tapalım. Çünkü
âşık için yâr, gün için güneş gibidir. Âşığın günü ve güneşi cananıdır.
Bu maddî güneş ve güneşe benzeyen mecazî sevgililer, o cânâna perde-
dir. Kim ki perdeyi canandan kaldırmadıysa, o güneşe tapıcı oldu."
- "Bakınız meselâ, yılan, ağzında bir yaprak tutuyor üstüne de bir
kurt koyuyor ve kendisini gizliyor. Kuş geliyor kurdu kapmak isterken
yılan onu avlıyor ve yutuyor. Timsah ağzını açıyor, dişlerinin arasında-
ki et parçalarını kuşlara gösteriyor. Kuşlar etleri görüp, ağzının içine
doluşuyorlar. Timsah ağzını kapatınca hepsini yutuyor. Tilki, avlamak
istediği hayvanlara kurduğu tuzağın üstünü örtüyor, bu suretle de on-
ları elde ediyor ve ilh...
Hayvanda bile bu kadar hîle olursa, insanda daha neler olmaz?
292
Fakat iş böyle olduğu halde yine o insan, kendi içinde, kendi yakınında
olan nefsini nasıl oluyor da avlayamıyor? Bu şâyân-ı hayret değil mi?"
Sejnîha Hanıma hitaben:
- "Felsefe ile tasavvuf arasında ne fark vardır?"
Semîha Hanım:
- Biri hakikat, diğeri vehim, şüphe ve hayal yolu değil mi Efen-
dim?
- "Evet, biri aklî hikmet, diğeri hakîkî hikmettir. Yâni biri zan ve
vehim yolu, diğeri hakikat yoludur.
Felsefeni a bir şüphecilik ve zan yolu olduğu sununla da sabittir ki
Schopenhauer, Kant, Nietzsche gibi filozoflar dâima birbirlerini çürüt-
müş. Meselâ eski felsefenin bugünkü felsefeyi baştan başa nakzedişi gi-
bi.
Halbuki hakikat yolunda, hangi ehlullah, bir diğerinin dediğini
çürütmüş, nakzeylemiştir? Bin bu kadar sene evvel gelen bir Hak velîsi
de, beş yüz bu kadar sene sonra gelecek olan da hep aynı hakikati söy-
lerler. Çünkü hakikat ehlinin beyanları görgüye dayanır. Hak'tan alır
ve Hak'tan bahsederler."
- "Sana bir masal söyleyeyim Münîre Hanım... Evvel zaman için-
de kalbur saman içinde bir adamcağız varmış. Bu zavallı hileyi pek se-
vermiş. -Şeytan gibi- Bir gün karısına demiş ki: Evimizde yiyecek içe-
cek bir şey yok. Sıkıntı içindeyiz. Bak, kaşların kavs gibi... Gamzen ne
şuh, ne dilber... Müstesna bir kadınsın. Bunları Allah sana birçok kim-
seleri avlayasın diye vermiş. Bize onlardan avla. Ama bir şartla: Tatlı
görün, acı ol! Onlara maksutları imişsin gibi görün, maksutlarını ver-
me!
Kadın razı olmuş ve doğruca mahkeme kadısına gitmiş, göz süze-
rek, işveler saçarak naz ve istiğna ile söze başlamış: Aman kadı efendi,
bu kocamdan bir çekmediğim yok... Ne yapsam beğendiremiyorum, de-
miş. Kadının bakışları okları kadı efendinin ciğergâhına işlemiş ve: Ha-
nım, demiş, burası kalabalıktır, çok söz olmaz. Sen bunları bana bir
halvet yerde anlat da hükmümü vereyim... deyince kadın: Peki ama
halvette de bir kimseler bulunabilir. Daha iyisi bizim eve gel! demiş.
Kadı efendi bu teklifi çok münâsip bularak kadının evine gitmiş. Ken-
SOHBETLER 293
dişini kapıda karşılayan kadın, saçlarını dökmüş, süslenmiş, bezenmiş
olarak, mumların yandığı bir hazır sofra başına almış.
Manzaranın hazzı içinde kendinden geçen kadı efendi tam söze
başlayacağı sırada kapı çalınıp kadın pür telâş: Eyvah, kocam geldi di-
ye bağırmaz mı? Eli eteği tutuşmuş görünen kadın, derhal bir boş san-
dığın kapağını açarak misafirini içine sokup kilitlemiş.
Şiddet ve öfke ile içeri giren adam: Be karı diye bağırmış, ben sa-
na söylemiyor mu idim? Herkes bu sandıkta bir şeyler var zannediyor.
Götürüp pazarın orta yerinde yakacağım. Başka çâre yok... diye kadına
söylenip bağırmaya başlamış. Kadın her ne kadar: Aman koca, ola ola
bir sandığımız var, ne istersin bundan?.. Hem âlemden bize ne? dediyse
de adam: Hayır... ille yakacağım... Alem bu sandığı para ile dolu zanne-
diyor! diye a}^ak diremekte devam eylemiş.
Kadıcağız o geceyi sandıkta geçirmiş. Sabah olunca da adam bir
hamal getirerek sandığı sırtına yükleyip pazarın yolunu tutmuşlar. Ka-
dı, hamalın sırtında giderken: Hamal, hamal, kuzum hamal! diye ses-
lenmeye başlamış. Hamal bu sesleri evvelâ cinlerden perilerden zan-
netmişse de sonradan işi anlayarak dinlemeye başlamış ve insaflı bir
adam olduğu için de ortalığı velveleye vermemiş. Kadı: Aman hamal,
bu sandığı yere bırakır bırakmaz mahkemeye gidip naip efendiye haber
ver. Kaç para olursa olsun gelip sandığı satın alsın! demiş.
Hamal gidip işi naibe anlatmış. O da pazara gelip sandığa talip ol-
muş. Fakat adam: O senin bildiğin sandıklardan değildir. Ben onu güç
hal ile ele geçirdim. Onun için çok para isterim... diyerek birçok pazar-
lıktan sonra sandığı naibe fahiş bir fiatla satmış; kadı da bu suretle
kurtulmuş.
Allah ayıpları örtücüdür. Sen de kimsenin kabahatini meydana çı-
karma. Kim ki bir kardeşinin ayıbını meydana çıkarırsa onu yapmadan
olmaz. Men dakka dükka!
Hay budala kadı... Nasıl oldu da gidip o sandığa girdi, deme. Bu
sandık bizim vücûdumuz sandığıdır. Biz şeytanın aldatmaları ve göz
boyamaları ile her gün ne kadar belâ sandıklarına giriyoruz. Gaipte
olan sultanlarımız bizi paralarıyle satın alıyorlar da kurtuluyoruz.
Yoksa kadı gibi meydana çıksa işimiz gülünç olur.
Şu ahvâli söylemesem, kimi kadıya, kimi karıya sövecek. Halbuki
o kadı sensin, o kendi sebep olmuş diyorsun. Sen de sebebin birisin.
Tatlı görünüp acı olmak şeytanın vasfıdır. Bu aldanışlar ne can
yakıcıdır. İnsanı hem sandığa sokar hem de arzularını yerine getirmez.
Kadıya neden söğüp sayıyorsun? Düşünmüyor ve utanmıyor mu-
sun ki bir nurzâde Mustafa olduğun halde o kahbe dünya seni de alda-
294
tıyor. O kavs gibi olan kaşları, ok gibi olan gamzeleri yüreğine saplanı-
yor, kendine râmediyor. Kendini kâm gibi gösterip acılık oluyor, çünkü
varlık gibi görünen bir yokluktan ibarettir.
Nerede o milyonerlerin, yere göğe sığmayan zenginlerin azamet ve
ihtişamları, debdebeleri nerede? Bunların hepsi burada kalıyor ve me-
zara kuru bir kefenle gidiliyor. Akraba, ahbap, dost kimin varsa seni
kendi hâlin ve âmâlin ile yapyalnız bırakıyorlar. Çünkü dünyânın
vefası yoktur. Onun için dünyâya bağlı her ne varsa hiçbirinde de vefa
arama!"
- "Aşk zehirinden daha güzel ve daha leziz hiçbir şerbet içmedim.
Aşk hastalığından daha hoş bir sağlık bulmadım.
Hastalık... dedim. Çünkü aşk, dünya işlerini idare eden aklı, cis-
min arzularını ve hayvanı ruhu mahveder, hasta eyler de onun için
hastalık diyorum.
Nice seneler, nice günler ve aylar, bu aşkın bir ânına nisbet, bir
saat gibidir.
Aşk ateşinin mâdeni lâmekândadır. Yedi cehennem bu aşk ateşi-
nin bir kıvılcımıdır. Var seyret ne imiş kendisi! Bütün güzelliklerin ve
lezzetler harmanının sahibi olan kâmil insan, ormanda arslan nasıl ge-
zinirse, öylece gönüllerde ve düşüncelerde dolaşır.
Koskoca aslan nasıl gezinir? dersen -çünkü ben ayrıyım sen ayrı-
sın!- o vakit sana, ateşin tencere altında olmasını misal veririm. Şöyle
ki tencere ayrı, ateş ayrı olduğu halde, ateşin mânâsı tencere içinde
kendini gösterir.
İşte o kâmil insan da, bunun gibi senin damarlarında, zerrelerin-
de cevelân etmekte ve mânâsının sırrı bâtınında seyran etmektedir.
Bu kâmil insandan cennet de cehennem de korkar. Ondan ne bu-
na ne ona aman vardır. Sıratı geçerken, cehennem: Aman... der, çabuk
geç... Zira benim ateşimi söndüreceksin. Ateşime kesat vereceksin.
Cennet de keza: Geç, buradan çabuk geç... Çünkü herkes senin
cemâlinin seyrine dalacak. Bana rağbet etmeyecek, nimetlerime ehem-
miyet vermeyecekler...
Geçenlerde anlattığımız kadı hikâyesindeki naip gibi, işte o gönül
ve fikirlerde dolaşan kâmil insan da, sizi, nefsinizin soktuğu belâ ve
iptilâ sandığından satın almakta ve azat etmektedir. Fakat hiç olmazsa
sizi taşıyan hamala: Aman hamal başı beni kurtar! diye yalvarmaksı-
nız."
SOHBETLER 295
Hocamız, anlattığı dikkate değer bir hâdiseden sonra:
- "Bakınız, ben bir şey duyup, öğrendiğim zaman hemen sevdikle-
rime naklediyor, yetiştiriyorum. Siz de duyduklarınızı yakınlarınıza
söyleyip anlatmalısınız. Bir sahrada herkes susamış... Sen de susuz-
sun. Bir birikinti su bulmuşsun, onu sâde kendin içip başkalarını dü-
şünmemek olur mu?"
Meclisten birinin bu hususta bâzı mazeretler söyleyip, meselâ; biz,
duyduklarımızın hepsini toplayıp söyleyemeyiz, demesi üzerine:
- "Hepsini söyleme de, ikisini üçünü söyle... Birkaçını da başkası
söyler. Sen yolunda bulun kâfi... Karınca: Dağı delmeye gidiyorum, de-
di. Bu boyunla mı dediler. Eh yolunda bulunurum a... diye cevap verdi."
Aynı şahıs tekrar, bu meclise gelecek kadar vakit bulamayan onu
dinlemek için de vakit bulamaz, deyince:
- "İşte bunlar şeytanî vesveselerdir. Bu tevillerden, bu şeytanî
mantıktan dolayı ilerlenmiyor. Allah, istidada göre emirde bulunur, ol-
mayacak teklifte bulunmaz. Biz de Hakk'ın yolunda olduğumuz için
onun gibi yapmaya çalışıyoruz. Ben, olmayacak, yapılmayacak bir şeyi
size teklif etmem."
Fuzûli nin:
Yâr her ne cevr kılsa reva âşıka
illâ firakı oduna yakmak reva değil
bey tindeki cevr 'den maksadın ne olabileceği sorulması üzerine:
- "Yârin çevri yâni cefâ ve sitemi o kimsenin bir şey veya bir kim-
se tarafından hoşuna gitmeyecek bir muameleye mâruz kalmasıdır.
Her şey Hak olduğu için, herhangi bir taraftan kırılmak, incitilmek de
Hakk'ın çevridir. İşte bunu böyle bilerek kimseden incinmemeye çalış-
mak lâzımdır.
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin
Sözü de bu mânâya delâlet eder."
Dünyânın gelip geçiciliği bilindiği halde yine de ona aldanıldığın-
296
dan bahsedilmesi üzerine:
- "Peki mademki bunu biliyorsun, o halde niçin ihtiyarî ölümle öl-
müyor, yâni elinde iken bu gelip geçici şeylerden, nefsinden kendini
kurtaramıyorsun?
Fakat bu dünyâda türlü aldanışlar var: Güzel bir kadın görüyor
ona bakıyorsun; güzel bir ses işitiyor, onu dinliyorsun... Peki sen bizzat
zevkin kaynağı iken, neden bütün bunlara esir oluyorsun? Yürü, asla
git. Esir olacaksan Allah'a esir ol. Tâbi olacaksan, bende olacaksan da
yine ona ol!"
Semîha Hanım'ın Kandilli Lisesine tâyin edilmesi münâsebetiyle:
- "Başına gelen şeyi bu benim hakkımda hayırdır, diye kabul et-
men lâzımdır.
Nazar sahibi olmak yâni gerçeği görebilmek güç şeydir. Fakat der-
vişlikten maksat da budur. Gördüğüm bir, sevdiğim bir mânâsını hal
etmek gerek. Bu hâli kazanan ise her şeye sahip oldu demektir. Fakat
onu da söz ile kazanmak mümkün değildir. Bal, bal!., demekle ağzın
tatlanır mı? Mutlaka balı bulup yemen lâzımdır.
Semîha Hanım'ı görünüşte müsteşar bey yahut vekil bey tâyin et-
ti. Fakat hakikatte yapan Hak'tır. Bunu böyle bilirsen o vakit şüphesiz
her şeyde hayır bulursun. Bunu yapabilirsen beşeriyetin üstüne çıkmış
olursun ki, işte insanlık da budur."
Hocamız, akşam üstü bize şu bilgiyi verdi:
- "Sene hangi günde başlarsa yine o günde nihayet bulur."
Sonra cep takvimini getirterek 1931 senesinin perşembe günü baş-
layıp yine perşembe günü nihayet bulduğunu gösterdi. Sonra da bir
takvimden, yirmi sekiz sene sonra aynen istifâde kabil olduğunu ilâve
etti.
Doktor Ali Mazhar Bey 'in annesi rahmetli Pırlanta Hanım' dan
bahsediliyordu:
- "Ne mutlu Pırlantaya... İhvanı tarafından yâd ediliyor."
Meclisten biri: Hele mürşidi tarafından yâd edilmesi onun için ne
büyük nimet...
SOHBETLER 297
- "Ne mutlu o kadına ki bir el tutmuş ve yetmiş yaşma kadar zik-
ri, fikri, hayâtı hep Hak olarak yaşamış...
Ezelde ruhlara; Ben senin Rabbin değil miyim? dendiği vakit:
Evet, sen benim Rabbimsin! cevâbını verdikleri için, onlara; Şu halde
gidin, bu dâvayı dünya mahkemesinde ilim ve amel şâhitleriyle isbat
edin denilmiş.
İlim, sahibini bilmek ve bulmak demektir. Yoksa maksat, zahir il-
mi yâni kıyl ü kal değildir.
Amel ise, onu gerek bedenen gerek kalben işlemeye çalışmak, fiil
ve hareketlerini ona uydurmaya gayret eylemektir.
İşte bu iki şahidi mürşidinin önüne getirip, mukaveleyi burada
tasdik ettirirsen ne mutlu sana! O zaman âhirete gittiğin vakit de ra-
hat edersin!"
Mesnevî-i Şerif okuyorduk: Her yaptığın işin altında Allah rızâsı
olsun. Çünkü sen Hakk'ın kulu ve esirisin. Yemen, içmen, uyuman bile
Hak nâmına olsun, diye bir söz geçmesi üzerine:
- "Ah işte bu yapılabilse mesele kalmayacak. Evet, Hakk'ın
esirisin. Çünkü onun tarafından yaratılmışsın. Bu itibarla elbet o senin
her şeyindir. Hattâ senin için onun rızâsını istemek de hicaptır ve bir
derecedir. Mademki seni vücûda getiren Hak'tır; şu halde ona rızâsı
için mi, yoksa kendisi için mi hizmet etmek lâzım gelir? Tabiî ki sırf va-
zifen bunu icap ettirdiği için, Allah için yapmalısın. Yemen, içmen,
uyuman, her şeyin, onun tarafından sana verilen emirlerin gereğidir.
Bütün bunları da rızâ için değil, Allah için yap!
Eğer bu hal hâsıl olursa, korkma... İşte hasbetenlillah, sâdece Al-
lah için olmak bu demektir. Bu hâli giydikten sonra çok çok ibâdet ve
tâatlara da lüzum kalmaz. Çünkü ibâdet ve tâattan maksat şu söyledi-
ğimiz hâli kazanmaktı. Yakîn gelinceye kadar Rabbine ibâdet et 1 .
Yâni güneş doğunca idare kandilini söndür! Her işini Hakk'ı görerek
yap! İşte o vakit her şeyi Hakk'ın muvafakati ile yapmış olursun."
Mesnevi okumaya devam ettik. Yine bir yerinde: Kendini Cenâb-ı
Hakk'ın kudreti elinde bilip ona tamâmıyle âciz ve boynu eğri olduğu-
nu anlamak ve ölmeden evvel ölmek ve hesaba çekilmeden evvel kendi-
1- Hicr sûresi, 99. âyet: "Va'büd Rabbeke hattâ ye'tiyeke'l-yakîn"
298
ni hesaba çekmek lâzımdır, deniyordu:
- "İşte o vakit yalnız sıfatlarını değil, zâtını da tebdil etmiş olur-
sun!"
Okuduğumuz Mesnevî-i Şerifte: Günahkârlara hakaretle bakma-
mak lâzımdır, diye bir cümle okunması üzerine Hocamız:
- "Evet, çünkü onlar, Hakk'ın kânunlarının memurları ve
vazifelileridir," diye izahlı bir cevap verdi.
Gece salonda idik. Mesnevî-i Şerif okuyorduk. Kendini unuttuğun
vakit Allah'ı zikret âyet-i kerîmesinin tefsirinde, Hocamız:
- "Çünkü sen kendinle olduğun vakit Hakk'ı zikretmekle şirk işle-
miş oluyorsun. O halde kendini unuttuğun vakit Allah'ı zikreyle!" diye
izah eylemişti.
Ertesi gün akşam yemeğinden sonra yine salonda toplanmıştık.
Hocamız kömür sobasının yanına gelip Behîce ve Güzide Hanımefendi-
lere, sobayı kuşatmış olan ince bir teli göstererek:
- "Bu tel buraya niçin konmuş acaba?" diye sordu.
Behîce Hanımefendi' nin, boruyu tutmak için efendim! demesi ile
beraber borunun alt kapağı büyük bir gürültü ile yere düştü. Orada
bulunan Sâdiye Hanım ise, hemen ileri atılarak, ateş gibi sıcak olan
boruyu alıp yerine taktı.
Biz hâdisenin heyecanı içinde iken:
- "Bu vakada iki cephe var. Biri dün akşam konuştuğumuz: Ken-
dini unuttuğun vakit Allah'ı zikret kelâm-ı şerifine işaret ki işte Sâdiye
Hanım, kendini unuttuğu için bu işi yapabildi ve Allah da onu hıfz etti,
yakmadı. Eğer o sırada aklı başında olsa idi bunu yapamazdı. İşte bu-
nun gibi, Allah'ı da kendini unuttuğun vakit zikredersen, o zikirden
maksat hâsıl olmuş olur.
İkincisi de budur ki, ben size o telin ne işe yaradığını sordum. Siz
de bana yekten boruyu tuttuğunu söylediniz. Halbuki, tutanın tel ol-
mayıp sahip olduğunu gördünüz. Demek ki, Allah isterse tutarmış iste-
mezse değil. Bu suretle de sebeplerde bir şey yoktur. İş müsebbipte
yâni sebebi yaratandadır, demek istendi."
1- Kehf sûresi, 24. âyet: "Vezkür Rabbeke izâ nesîte..."
SOHBETLER 299
Hasbetenlillah olmaktan, Hak rızâsını esas almaktan bahsedili-
yordu:
- "Bugün pencereden bakıyordum. Komşu, hindisini içeri alıyordu.
Dedim ki: Ey hindi, o seni, sana olan muhabbetinden dolayı böyle
muhafaza edip bakmıyor. Onun bu hareketi hasbetenlillah değil. Belki
seni kendi yiyebilmek için besleyip sonra da kesmek için îtinâ ediyor.
Sana nefsi için bu ihtimamı gösteriyor. Yoksa senin hayrın için değil.
Fakat bîçâre hindi bu hakikati sen bilmiyorsun."
Mesih Paşa (Eski Ali Paşa) Camii, çok harap, camsız çerçevesiz
hattâ kapısız ve tabiî ki cemaatsizdir. Bu camiin imamı olan yaşlı zat,
bütün bu noksanlara rağmen, kış ve yaz beş vakitte camiye çok uzak
olan evinden kalkarak gelir ve biz de konağın önünden geçişini görü-
rüz.
Birgün Hocamız sokağa çıktığı sırada, imam efendi seslenerek
durdurmuş, sonra da yaklaşarak ellerini öpmüş. Her zamanki gibi
vazifesine gidiyormuş. Fakat yürürken topallamakta olduğunu gören
Hocamız koluna girerek rahatsızlığını sormuş. Ayağının yanmış oldu-
ğunu ve kim bilir hangi hatâsından dolayı bu işin başına geldiğini söy-
lemesi üzerine şöyle cevap vermişler:
- "Niçin böyle söylüyorsun? Bir mümin, kırk gününü kendisine
elem verecek ve üzecek, velev cüz'î olsun keyfini kaçıracak bir hâdise
bir iş olmadan geçiremez.
Hattâ Ebû Bekir Efendimiz, kırkıncı gün olduğu halde böyle bir
şey olmadığından endişelenmekte iken koşa koşa gelen kölesinin: Yâ
seydî, üzüleceğiniz bir haberim var, çok sevdiğiniz deveniz öldü, demesi
üzerine Ebû Bekir Hazretleri şükran secdesine kapanıp; Yâ Rabbî sana
şükür... Hiç olmazsa beni kırkıncı gün hatırladın! der."
Bu kıssayı dinledikten sonra hoca efendi tekrar Hocamızın elleri-
ne sarılıp: Aman ne irşat, ne irşat! diyerek ferahlamış ve yoluna devam
etmiş.
Gece salonda idik. Ateşli olan kok sobasına bakarak:
- "Bu sabah Behîce Valideniz, bu sobadan, atılmak üzere bir de-
300
mir parçası çıkardı. Kömürlerin içinde yanıp yanıp da artık atılacak
hâle gelen bir demir parçası... Evet, bir demir parçası der ve ehemmi-
yet vermezsiniz. Halbuki unutmayınız ki her şey, her şey zî-hayattır;
canlıdır. O demir orada günlerle yandı, yandı, nihayet atılmak üzere
bir tarafa bırakıldı. Orada da kim bilir zerre zerre oluncaya kadar, sı-
cağın ve soğuğun içinde daha nice zamanlar kalacak. Ondan sonra da
toprak olup ondan ot bitecek. -Bir kere toprak oldu mu iş kolaylaşmış
demektir- O otu hayvan yiyip nihayet hayvanı da insan yiyecek ve bu
suretle beşeriyet mertebesini bulacak.
Bu sözleri ehemmiyetsizce dinlemeyin. Şu anlattığım ne hazin ve
müşkül bir seyirdir. Onun için Resûlullah Efendimiz: Öldükten sonra
başınıza gelecekleri bilseniz ayaklarınızı uzatıp yatamaz, kana kana
su içemez, başınızı alıp dağdan dağa kaçardınız! buyuruyor. Hemen
Cenâb-ı Hak cümlemize lııtfu ile muamele etsin.
Sıratı geçmek için âhireti beklemeye lüzum yok... Onu, burada
geçmektesin.
Tekrarlıyorum: Ayağınızı denk alın! Gafletin yeri, vakti, zamanı
değil! Burası muharebe meydanıdır. Kurşun kime isabet ederse o gider.
Gıybet, ara bozuculuk, yalan, iki yüzlülük ve gaflette bulunmayın. Her
yerde Hakk'ı seyredin. Hâsılı kimseyi incitmeyin, kimseden incinme-
yin. Size dâima nasihatim budur!"
Gece Mesnevî-i Şerif okuyorduk. Bu arada cami ve misafir
hikâyesi de okundu. Hikâyede, geceyi camide geçirenlerin sabahleyin
ölü olarak bulunduğu yazılmakta idi. Günün birinde bu camiye
misafir gelen bir kimseye, sakın burada kalma, yoksa sen de ölürsün!
demişler. Fakat o: Ko ölürsem ben öleyim, demiş ve camiye girerek ka-
pıları örtmüş. Gerçekten de bir müddet sonra bir ses: Ey Âdemoğlu ge-
liyorum! diye bağırmış. Fakat korkup telâşa düşecek yerde misafir: Ge-
leceğin varsa göreceğin de var! diye cevap verince, etraftan altunlar bo-
şalmış. Meğer bu söz, o altunların tılsımı imiş.
Hikâye tamam olduktan sonra:
- "Hakikate âit sözler çabuk unutulduğu için bakınız bir hakikat
nasıl da şu hikâyenin içinde tatlı tatlı anlatılmış.
Misafiri camiye girmekten menetmek isteyen ses, şeytanın sesidir.
Nitekim şeytan, insanı tarîkate girmekten alıkoymak için: Orada ölüm
vardır, çilesi çoktur, diye türlü türlü tezvirlerde bulunur. Fakat o kim-
se Hak erbabı ise: Ko ölürsem ben öleyim... der ve girer. Neticede de
SOHBETLER 301
manevî saadet altunlarına mâlik olur.
Mesnevî-i Şerifte Sadr-ı Cihan ismindeki bir şahın, gazap ettiği
bir bendesini hatırlamasıyle, o bendenin de kalbine pişmanlık gelip
şaha doğru icabet ettiğini okuduk. Bu sırada Hocamız ayağa kalkarak
radyonun fişini elektrik pirizine taktı ve radyo da çalmaya başladı:
- "İşte, şu kutu bâtına, hoparlör ise zahire benzetilebilir. Fişi cer-
yana taktın mı, bâtın zahire aksediyor ve bâtında olan her ne ise o zu-
hur ediyor. Fakat iş kendini o ceryana bağlayabilmekte. Bu olmadıktan
sonra da hiçbir şey hâsıl olmaz.
Radyocu dükkânlarında bu kadar radyo âletleri ve hoparlörler
var. Sıra sıra durdukları halde ceryana bağlanmadan sesleri çıkıyor
mu?
İşte Sadr-ı Cihanın onu gönlünden geçirmesi de o bendenin gönlü-
ne aksedip şahın kendi tarafına meyletmesine sebep oldu. Yoksa ne
haddine o bendeye ki o sultan onu isteyip affetmeden böyle bir meyil ve
teşnelik duyabilsin."
Hocamızı ziyarete gelen aile kuyumcusu Nişastacıyan Efendinin
söz arasında bir dostu hakkında: Öldü de kurtuldu, demesi üzerine:
- "Geçende bir hıristiyan ahbabımın cenaze merasimi için kiliseye
gitmiştim. Papaz, nutkunun sonunda, Sokrat'tan aldığı şu sözleri söyle-
di: Şimdi siz hayâta ben de ölüme gidiyoruz. Hangimizin talihli oldu-
ğunu Allah bilir. İşte biz müslümanlar böyle demeyiz, dedim. Biz, bir
nefes fazla Allah deyip ve Hakk'a kulluk edebilirsek yaşamak isteriz.
Hakka kulluk ederek yaşayana ne mutlu.
Fakat, burada Hakk'ın rızâsı üzere yaşamayan kimselerin günah-
ları daha fazlalaşmamak için yaşamayıp ölmeleri elbet hayırlıdır."
Hocamız sofrada, damadı Doktor Ziya Cemal Bey 'e, Fener Rum
Mektebi muallimlerinden Hamı Bey ismindeki bir zat ile yapmış oldu-
ğu bir konuşmayı anlatıyordu. Birkaç dil bilen ve okumaktan çok hoş-
lanan bu kimsenin ilmî tedkikleri olduğunu, bilhassa islâm dîni hak-
kında yaptığı araştırma ve tercümeleri Avrupa'ya göndermekte bulun-
duğunu söyledikten sonra, Çin târih ve medeniyeti hakkındaki tedkik-
302
leri neticesi, bu milletin, binlerce sene evvelden beri târihî vak'aları gü-
nü gününe kayıt ve muhafaza ettiklerini de söylemiş. Bu kitabelerin bi-
rinde: Semavî bir hâdise oldu. Kamer süzüldü ve iki parça oldu, diye
kaydedilmiş bulunduğunu, vak'anın zamanını tedkik edince de Asr-ı
Saadet 'te olan şakk-ı kamer, ayın ikiye bölünme hâdisesinin târihiyle
tamâmı tamâmına karşılaştığını söylemiş:
- "Ben de dedim ki: Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki; İlmi
Çin'de bile olsa arayınız."
Güzide Hanımefendi:
-Demek ki bu hadîs-i şerif bunun için söylenmiş.
- "Yine dedim ki bir İngiliz astronom da tedkiklerinden bahsede-
rek, bir zamanlar ayın iki parça olduğunu tesbit ettiğini, bunun olsa ol-
sa müslümanlarm iddia ettikleri şakk-ı kamer hâdisesinden ileri geldi-
ğini söylemektedir.
Hâmî Bey, evet, dedi. İngilizlerin İslâmiyet hakkında ilmî tedkik-
ler yapmakta olduklarım ve her gün fevc fevc İslâm'ı kabul edenler bu-
lunduğunu, hattâ Lordlar Kamarasında bir müslüman âzâ grubu oldu-
ğunu sözlerine ilâve edip İstanbul'da da bir ay zarfında üç yüz yirmi
beş kişinin müslüman olduğunu söyledi.
Ne hoş nasibi ve ne güzel meşgalesi olan bir zat!"
- "Bugün gaybdan bir şey bilmek istedim; sonra kendimden uta-
narak başımı çevirdim!"
- "Mademki Allah'tan gayrı fail yoktur diyoruz. Şu halde yapan da
yaptıran da O'dur. Bir kimse seni gördü mü, elinden, dilinden, belinden
emin olmalı. Âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi: O kimseler ki Rabbim
Allah'tır dediler ve istikâmet ettiler, onlar için korku ve keder
yoktur 1 .
Resûlullah Efendimiz: Emrolunduğun üzre istikâmet et 2 âyet-i
kerîmesi beni ihtiyarlattı, buyurdu. Onun için kimseyi incitme, kimse-
den incinme, sabret, sükût eyle, hazımlı ol, Allah'ın işine karışma, için-
deki kötü huyları atmaya, onların yerine sâlih ameller koymaya bak!
Allah'ın mahlûkâtına şefkat eyle! Çünkü her zerre Hakk'm tecellîsine
1- Ahkâf sûresi, 13. âyet.
2- Hûd sûresi, 112. âyet.
SOHBETLER 303
mazhardır. Su gibi girdiğin kabın şekliyle şekillen, uysal ve munis ol!
Sen nerede olsan Allah seninledir. Sen onunla olmaya dikkat et! Araya
pürüz sokma! Nefis denen şey yamandır. Bahusus yakınlık görürse, ca-
dılık etmek ister. Sakın büyük lâf söyleme. O nefis öyle yamandır ki,
yakarsın yakarsın gene dirilir. Cenâb-ı Hak, Şâzelî Hazretlerine: Sen
benim seçkin kulumsun, fakat yine nefsinden emin olma, buyuruyor.
Bir gün Resûlullah Efendimiz şeytanla karşılaşır: Nereye gidiyor-
sun? diye sorar. İnsanları yoldan çıkarmaya der. O zaman Resûlullah
Efendimiz: Ben güzel ahlâkı bildirmek üzere gönderildim. Fakat
hidâyetten bende bir şey yok. Şeytan da günah işletici olarak gönderil-
di. Fakat onda da dalâletten bir şey yok, buyurur.
Hz. Pîr, domuza, sabahın hayır olsun diye selâm verdiği zaman se-
bebini soranlara, dilimi iyiliğe alıştırıyorum, diye cevap verirdi.
Bütün yaratılmışlara Hak nazariyle bakarsan her şey sana fayda
verir.
- "Bayram Velî Hazretleri Anadolu'nun çivisidir. Ehlullah kabir
ehli değil, hayat ehlidir."
İhlâs nedir diye sorulması üzerine:
- "İhlâs, amelin riya, kibir, hîle ve hattâ isteklerden arınmasıdır.
Allah için olan din, bunlardan temizlenmiş dindir.
İhlâs, amelden ameli görmeyi çıkarmak ve ameline itimat etme-
mektir. Hattâ ameli sevap için kılmak bile ihlâsı zedeler.
Cenâb-ı Hak, ibâdetinde hiçbir zaman şirk istemez."
- "Allah'ın mağfireti, o mağfirete karşı acizden başka bir şey değil.
Bende ol ki azat olasın."
Meclisten biri:
- Yûsuf'un gömleğinin kokusunu onu taşıyanların duymayıp tâ
uzaktan Yâkup'un duyması nedendir?
- Tanımdadır Yemen'dedir. Yemen'dedir yanımdadır, mânâsının
zuhûrundandır. "
304
- "Bu dünya tûfânı içinde yüzücülüğüne itimat etmeyip Nuh'un
gemisine canını atana ne mutlu! İşte siz onu yaptınız."
Memleketin uzak bir vilâyetine tâyin olunarak Hocamızın mecli-
sinden uzak düşmüş bir kardeşimizin yanıp yakılması üzerine:
- "Bil ki, külle yevmin hüve fi şe'n 1 muktezâsınca her gün görülen
görülmeyen bir oluş, bir tecellî zahir olmaktadır. Şüphesiz ki, tecellînin
bu genişliğinden ve sonsuzluğundan habersiz olanlara, zuhurun böyle
çeşitli şekiller ve hallerde olması düşüncelerini karmakarışık edip,
elemler kederler verir. Fakat zamanın babası 2 , yâni zamana tasarruf
edici olup da Hakk'm tecellîsinde mahvolanlar her bir zuhurda bir nur
cilvesi görüp daimî zevkte olurlar. Bil ki zuhurun gereği hem kabz ve
bast, yâni darlık ve ferahlık, hem celâl ve cemaldir ki bu tecellîler bir-
birinden ayrı değil, birbirine eştir.
Binâenaleyh âşıklar nazarında değil dünya, âhiret dahi mâsi-
vâdır. Mâsivâ ise hiç, yok demektir. Mürşidin için dünyâda da ukbâda
da ikâmet tasavvur dışıdır. Çünkü Hakk'ın zâtında seyretmek isteyen-
lerde ikâmet fikri olamaz. Öyle ise sen de benimle ol! Benim aynımla
her nereye varırsan var, âlem sende olur.
Hulâsa, buradan uzakta oluşunu atılmak addetmek, kendi noksa-
nından, kendi vücûdundandır. Keşke bir sene için dünyâya gelmesey-
dim, keşke yaşamak zevkini tatmasaydım diyormuşsun.
Cenâb-ı Hak herkesi insanlık mertebelerini tamamlamak için bu
taayyün âlemine, bu dünyâya göndermiş ve bu işe memur etmiştir.
Eğer bu kimseler, verilen emirlerle hareket edip ve gösterilen istikâ-
mette amel ederlerse yavaş yavaş yol alıp mertebelerini tamamlayıp
ferdî cevherlerini meydana koyarlar. Bu çokluk âlemi terbiye ve tahsil
dünyâsı olduğu gibi vuslat meydanıdır.
Eğer bu dediğim kemal ve yol alış öteki âlemde hâsıl olaydı bura-
ya gelmeye lüzum kalmazdı. Binâenaleyh bu menzilin kadrini ve ne
için vazîfelendirildiğini anlamayıp keşke dünyâya gelmeseydim demek
doğru olamaz. Bu dem, fırsat demidir. Ömrün sermâyesi elde iken gel-
diğin ve gideceğin âlemler için amellerde bulun.
1- Rahman sûresi, 29. âyet: "O her gün bir şendedir."
2- Ebü'1-vakt.
SOHBETLER 305
İnsanın ezelde saîd olmasının alâmetleri bir hakîki mâye sahibine
ulaşmış olmasıdır. O rabıtaları dolayısıyle bu kimselerin ruhları yol al-
maktan uzak değildir. Dünyânın neresinde olursa olsun ve ne kadar
kesif bir meşgale içinde bulunursa bulunsun, bir gün kendisini maksut
olan menzile ulaştıracak manevî ilerlemesi devam eder. Çünkü tarikat
ve dervişlik Hak meşgalesidir. Diğer işler ise beden ve madde meşgale-
sidir. Bunların ikisi birbirine manî değildir. Binâenaleyh kesrette Hak
ile vahdette halk ile olmak basiret erbabının yoludur.
Hayır sen henüz yaşamak zevkini tatmadın. Yaşamak zevki, asla
kavuştuktan sonra olur ki, işte şimdi sen bu sermedi zevki bulmak için
yaşıyorsun.
Kendimi en yakın mahrekteyim zannederken... dedin. Ne kadar
yanlış düşünüş! Hakikat cihetiyle muhitin hâricinde kalmak nasıl ka-
bil olabilir? Bir münevver insan olarak her şeyin bu muhit dâhilinde ol-
duğunu okuyup öğrenmedin mi? Ya mâ'şere'l-cinni ve'1-insi in'iste-
ta'tüm!. 1 âyet-i celîlesi de buna işaret değil midir? Bahusus ki sen, ilâhî
nurun ışıklarından bir ışık olmasaydın bu zevki, bu âlemi, bu çekilişi
hissedebilir miydin? İş, manevî tesir ve incizaptadır.
Çekilen bir şeyin mutlaka maddî ve görülen kuvvetlerle mi çekil-
mesi lâzım gelir? Görülmeyen kuvvetlerle olan incizâbı nasıl inkâr ede-
riz?
Yakınlığın uzaklığın alt ve üstün sağ ve solun bu hususta bir
tesiri olamaz. Yanımda olsan Yemen'desin; Yemen'de olsan benim-
lesin 2 . Sandığın gibi ayrılık elemi hayâtına kastetmez. Her şey hayatta
kazanılır. Bu elem senin hayâtını imha etmeyecek, belki yapma benli-
ğini, beşerî pürüzlerini imha edip hakîkî vücûdunu ortaya koyacaktır.
Bu hayat mânâsız değil çok manâlıdır. Eğer buradan hakikatini bula-
mayarak gidersen o gittiğin yerde şimdiki nedamet ve sûzişten daha
fazlasını görecek, yağmurdan kaçarken doluya tutulacaksın. "Ah aslım,
maksûdum orada imiş, ben buraya niye gelmişim, diyeceksin. Sen ne-
rede olsan Allah seninle beraberdir. Ve hüve maaküm eynemâ
küntüm 3 ; ister Anadolu'nun en ücra bir köyüne git, ister Himalâya te-
pelerine çık. Seninle beraber olandan ne kaçabilir ne uzaklaşabilirsin.
Elektrik bir saniyede dünyâyı şu kadar kere dolaşırken ona hâkim
olan bundan âciz mi kalır? Gelsen de gitsen de gene o merkezden uzak-
1- Rahman sûresi, 33. âyet. "Ey cin ve insan cemâati, göklerin ve yerin bucaklarından
geçmeye gücünüz yetiyorsa-ki bir kudret olmadıkça asla geçemezsiniz- haydi geçin!"
2- Pîş-i menî der Yemeni, der Yemeni pîş-i menî.
3- Hadîd sûresi, 4. âyet: "Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir."
306
laşamazsın. İnnâ liilâhi ve innâ ileyhi râciûn 1 ; her şeyin rücûu, dönüşü
hep o merkeze, hep Allah'adır. Uzaklıkta yakınlıkta varacağın nokta,
hep aynı merkezdir.
Gitmeye çalışacağına, çalış ki bu dünyâda iken eşyanın aynasında
Allah'ın tecellîsini, ahadiyeti yüzünü, can gözüyle göresin. Bu suretle
de marifet cennetine giresin. Ve hakîkî âdem mertebesini hâsıl edip
mabmut olasın.
Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki: Dünyâda bir cennet vardır ki
onu bulan âhiretteki cennete hasret çekmez. O da marifet cennetidir.
Hâsılı Cenâb-ı Hak, tabını temkin ve canın yüzünü yakîn gözüyle Hak
görücü edip zahirde ve bâtında mâmur olasın.
Mademki mürit oldun, ihtiyarî ölümü kazanıp nefsini bilicilerden
ol. Ve sıddık sıfatiyle muttasıf ol, yoksa mecazî hayatta bir şey bula-
mazsın. Sözde kalıp özden mahrum olma! Tarikat gerçeklerine sarıl ki
mevhum vücûdunu nefye muvaffak olasın. Nefsini aciz makamında tu-
tup yokluğu sermâye et! Tâ ki Hak varlığına yetişesin. Hakk'm zâtı
zenginliğine vâsıl olasın."
- "Buda der ki: Tabiatta iki tesir vardır. Bunlardan biri aşk, diğe-
ri marifettir. Aşka sahip olmayan bir vücut, ebedî surette tabiat zinda-
nında kalmaya mahkûmdur.
Schopenhauer bedbin bir filozoftur. Esasen felsefe, şüpheciliğe da-
yanır. Şüphe içinde kalanlar ise iki dünyânın da saadetinden mahrum
kalırlar. Anlayışıma göre Schopenhauer, Buda mezhebine inananlar-
dandır. Der ki: Ben, Buda'nın talimatını okudukça şükrediyorum. Çün-
kü bunlar, hem hayâtımın hem de ölümümün tesellisi olmuştur.
"Buda" hakîm demektir. Buda mezhebine göre dünya, âhiretin
tarlasıdır. İnsanın bugünkü hayâtı, bütün zevkleri ve kederleriyle geç-
miş ömürlerin amelleri neticesidir. Bu böyle olduğu gibi, şimdiki amel-
lerimiz de gelecek ömürlerin tohumlarıdır."
- "Hürmüz'ün, talebesi Eskülapa, talimatı şunlardan ibarettir:
Allah, düşüncenin tasvir ettiği şeylerden münezzehtir. Dil ile anlatılıp
vasıflandırılâmaz. Göz ile görülemez, cismânî ve şekilsiz olan nişleri-
mizle anlaşılamaz.
1- Bakara sûresi, 156. âyet: "Biz Allah içiniz ve biz ancak ona dönücüleriz."
SOHBETLER 307
Ebed, zaman denilen küçük ölçü ile tartılamaz. Gerçi burada lâ-
hûtî hayâtı kazananlar, o hakikat alemiyle yakınlık peyda ederlerse de
bunu kimseye açıklayamazlar.
Hürmüz'den, bedenden ayrılan ruhun akıbeti ve hakikate nasıl
kavuşabileceğinin sorulması üzerine verdiği cevap şu olmuştur: Ruh,
yaşar ölmez. Yalnız ruhun mahvolması, şuursuzluk neticesidir.
Hakikat ise verilmez. İnsan onu kendinde bulur. O gösterilmez de.
Binâenaleyh onu ya kendinde görür, yahut da göremezsin.
İşte, bütün bu sözleri söyleyen kimselere kâfir diyoruz. Halbuki
onlar tevhîd ehlidirler. Hakikatten bahseden tevhîd ehli ise kâfir ola-
maz. Bunlar, ehlullahtır, Allah adamıdır. Çünkü hakikatten söz ediyor-
lar."
Hakikat neden gizleniyor, diye sorulması üzerine:
- "Bütün bu hikmetler bu hakikatler hep Hakk'ı bilmek içindir.
Bunları neden gizliyorsun güzel Allah'ım? Dâima bu hakikate tapanlar
müşküller ve zahmetler içinde, berikiler ise, refah ve rahat içinde...
adet itibariyle de çoğunlukta bulunuyorlar diyebilirsiniz. Buna cevap
olarak Cenâb-ı Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyin: Bir şeyin kıy-
meti zorluğu ile mütenâsiptir 1 . Keza: Efdalü'l-a'mâli ahmezühâ 2 ."
- "Hz. Mevlânâ'nın buyurduğu gibi: Her kim ki aslından uzak dü-
şerse hasret kaldığı o visali özleyici olur.
Asıldan maksat nedir? denecek olursa, âyân-ı sâbitesidir; Allah'ın
isimlerinin türlü görünüşleridir. Ama bu isimlerden murat, Cenâb-ı
Hakk'ın bir sıfatı ile zuhurudur.
Külli ve cüz'î oluşlardan her şey, Hakk'ın isimlerinden bir veya
ikisine mazhardır. Nasıl ki melekler selbî isimlerin mazharıdır ve
Cenâb-ı Hakk'ı: Nahnü nüsebbihü bîhamdik... 3 diye teşbih ederler.
Şeytan da Mudil, Mütekebbir isimlerinin mazharıdır. Onun için bunlar
da Cenâb-ı Hakka: Febi izzetike... 4 diye kasem ettikleri için hakların-
da: Ben Âdem'e secde edin, deyince baş çektiler ve kibrettiler 5 diye
buyruldu.
1- El-ecrü alâ kaderi't-teab.
2- Amellerin efdali güç ve zor olanıdır.
3- Bakara sûresi, 30. âyet: "Biz Sen'i hamdinle teşbih ve Sen'i takdis ederken..."
4- Sâd sûresi, 82. âyet: "(İblis) dedi: İzzetine and ederim ki ben de artık onların hepsini
muhakkak azdıracağım."
5- Bakara sûresi, 34. âyet.
30S
Fakat insanın hakikati bütün isimlere birden mazhar olmuştur
bunun için kâh Mudil, kâh Hâdî ve ilh... isimlerle tecellî eder.
Her mevcut, mazhar olduğu isme tâbi ve onun hükümüne
mahkûmdur. O isim ona der ki: Hele birkaç gün istediğin yere git... Dö-
nüp dolaşacağın yer yine benim!
Bir insan âyân-ı sabite, yâni kopup geldiği makam itibariyle, bir
ismin mazharı olduğuna göre onun o isme ulaşabilmesine, aslına ka-
vuşması denir.
Bu vusul yâni bu kavuşma hicranın aksi demektir. Fakat hakikat
erbabı indinde vusulün mânâsı, mevhum ve geçici olan bilcümle alâ-
kalardan uzaklaşmak ve ilimde hakikat mertebesine ulaşmak demek-
tir.
Bir şeyin hakikati, o şeyin gerçeği, gerçekte bulunduğu mâhiyet-
tir. Buna ermek ancak yakın ile yâni gönül bilgisiyle olur.
İnsan, kesret gecesinin karartısının sonu ve vahdet günü nurunun
başlangıcı olması dolayısıyle berzahların toplandığı ve fecirlerin uyan-
dığı noktadır.
İnsaniyet mertebesini bulmadan evvelki maddî sıfatlar, nebatî ve
hayvânî mertebeler dahi hep gecenin karanlığı demektir. Ancak insana
erişince vahdet gününün nuru ışıldamaya başlar. İşte o vakit insan as-
lına vuslat için kabiliyet kazanır.
İşte aslına erişmek, aslına vusul iki türlü seyirle olur ki bunun bi-
ri ıztırârî yâni elinde olmayan, diğeri ihtiyarî yâni arzûsuyle yaptığı se-
yirdir.
Iztırârî seyirde meselâ Hâdî isminin tesiriyle nefsinin icapları
üzere ölüm gelecek ve kendini kendinden alacak olursa hakikati göre-
mez. Yalnız burada hayır ve serden ne işlediyse onu bulur, ona kavu-
şur, aslını bulamaz. Aslına vusule kabiliyet mertebesi olan insan
vücûdunu giymişken burada o insanlığa yakışmayan nefsânî tutumun-
dan dolayı, ıztırârî mevt gelip de ölünce aslına kavuşamaz.
İkinci seyir ise ihtiyarî olanıdır ki, Cenâb-ı Hak ezelden o kimse-
nin kalbine muhabbet meylini vermiş olduğundan, aslını arama şevkini
tattırmakla: Ben bir gizli hazîneydim, istedim ki bilineyim, sırrı zahir
olarak o kimsede aslını aramak iştiyakı uyanıyor ve arayıcı oluyor.
Arayan neyi bulmaz? Mevlâsını da bulur, belâsını da... Cenâb-ı
Hak bu arayıcı kuluna mürşit suretinde tecellî ederek onu madde, ne-
bat ve hayvan mertebesinden geçirir. İçini arıtıp temizler. Bu suretle
de dün} T âda iken aslı ile aşinalık eder. Bulacağını bulur, göreceğini gö-
rür yâni ihtiyarı ile ölerek nefsinin esaretinden kurtulup Hakkın
esrarı mahremi, yârı olur ve doğrudan doğruya aslını bulur.
SOHBETLER 309
İşte Hz. Mevlânâ'nın: Her kim ki aslından uzak kaldı, onun vaslı-
nı arayıcı olur, demekten maksadı budur.
Fakat herkes bu mürşidi bulduğu vakitte kendi zannınca ona yâr
oldum zanneder, fakat olamaz.
Resûlullah Efendimiz'in buyurduğu gibi: Zandan sakınınız, çünkü
zan, görünüşlerin en yalancısıdır. Zan, ancak hakîkî olmayan bilgiler
hakkında varit olabilir. Şer 'î, naklî ve aklî bilgilerde zannm yeri vardır.
Fakat hakîkî marifette zannın değil, ilmin yeri vardır. Onun için mür-
şidin gönlü sırlarına vâsıl olmak isteyen, mutlaka zanm bırakmalıdır.
Onun gönlü sırlarına nasıl varalım, dersen, Hz. Pîr, sorulabilecek
bu suâle cevap olarak: Benim sırrım, benim âhımda, sözlerimde gizli-
dir, der. Nasıl ki Seyyidinâ Cafer: Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de
tecellî etmiştir, fakat görmüyorsunuz, buyurur.
İşte bu, kişinin sözünden anlaşılır kıymeti, yahut: Sözünden anla-
şılır evliyanın esrarı, demektir. Gene Hazret-i Mevlânâ: Ey yaranım!
Ben Mevlânâ, sizin karşınızda olan bu cisim değilim. Ben, o zevk ve
hoşluğum ki müritlerim bâtında, kelâmımdan Allah Allah diye başları-
nı yere vururlar, der.
Dünyâda iki büyük âmil vardır: Biri marifet biri aşktır. Aşka maz-
har olmayan bir insan yeryüzünde daimî surette vücûdu zindanında
mahbus kalmaya mahkûmdur.
Aslını bulmak da mutlak bir kâmil rehber bulmakla olur. Onu ya
burada hayatta iken yahut ölmek üzere yâni hâlet-i nezîdeyken bulabi-
lirsen maksat hâsıl olur. Veyahut bulmak veya aramak yolunda o şevk
ve taleple ölürsen orada da bulursun.
İnsanın aslını bulamaması ne demektir. Meselâ mü'min mertebe-
sinden gelen bir kimsenin gene mü'min mertebesini bulamaması de-
mektir. Aslını bulmak demek bir kimsenin zuhur ettiği mertebeye ka-
vuşabilmesi demektir."
Cüzi irâdeden bahsediliyordu:
- "İnsanda olan cüz'î irâde nasıl inkâr edilebilir? Biz kendi hal ve
hareketlerimiz ile onun mevcudiyetini her an isbat ediyoruz. Meselâ
şurada gayet güzel ve müstesna bir kız olsa, ona hayran hayran bak-
makta iken birden bire kalkıp dizliğini çözse ve huzurunuzda defi ha-
cet etse, yahut bu derece ileri varmayıp şiddetle geğirse, bu hareketleri
güzelliğine bir eksiklik getirmemekle beraber, nazarınızda onun, biraz
evvelki kıymeti kalır mı? Eskisi gibi yine hayran hayran bakabilir misi-
niz?
310
İçinizden herhangi biriniz, velev bu türlü ihtiyaçlardan birini his-
setseniz de, herkesin önünde yapmaya cesaret edebilir misiniz? Hayır
değil mi? Çünkü bu kabil hareketlerin ayıp olduğunu size ihtar eden
cüz'î irâdeye sahip bulunuyorsunuz.
Fakat bir de zaruretler bahsi vardır ki, irâde, nizam ve çemberi-
nin dışına çıkar ve ayrı bir mesele teşkil eder.
Meselâ Arif Efendi merhum anlatırdı: Plevne Muharebesinde bir
yürüyüş sırasında askerin biri şiddetli bir defi hacet ihtiyâcı hissetmiş.
Fakat bir asker için kendiliğinden taburu terketmenin kurşuna dizil-
mek gibi şiddetli bir cezası olduğunu bildiğinden, büyük bir çaresizlik
içinde kalarak hemen çömelmiş ve ihtiyâcını defetmeğe başlamış. Fa-
kat tam bu sırada zabitinin yanından geçtiğini görerek, bir neferin
zabitini selâmlamamasının da yine büyük bir cürüm teşkil ettiğini dü-
şünerek, o vaziyette zabite selâm vermiş.
İşte, bu harekette zaruret vardır ve kimse de kendisini ayıplamaz,
bilâkis mazur görür.
Şu halde kendimize âit meselelerde cüz'î irâdemizi kullanıyor ve
çekinilmesi lâzım gelen şeylerden kendimizi çekiyoruz da, neden Hak
yolunda hatâ işlemekten ve Hakk'm hoşlanmadığı şeyleri yapmaktan
çekinmiyoruz? Üstelik bir hatâ işlediğimiz vakit: Bunu bana Allah yap-
tırdı! diye irâdemizi inkâra kalkıyoruz.
Zahirde yaptığımız hatâlar dünya ehline nasıl tesir ederse, kalben
işlenmiş bir hatâ da bâtın ehline öylece tesir eder."
Münlre Hanımefendi, Hafız Şîrâzî'nin:
Elâ yâ eyyühe's-sâkî edir kesen ve nâvilhâ
Ki aşk evvel nümûd asan vellk üftâd müşkilhâ
beytini okudu. Cevap olarak:
- "Münîre Hanım! Maad aklı ve maaş aklı olmak üzere iki türlü
akıldan bahsedilir. Maaş aklı, dünya iş ve bilgilerine yarar. Yâni adetâ
gemideki dümen vazifesini görür. Aynı zamanda ubudiyete, Hakka
kulluk etmeye de âlettir. Fakat kendisi hadis ve mahlûk olduğundan
halikı yâni yaratanı göremez. Maad aklı ise, ancak aşkın zuhuru ile
kendini gösterir.
Cüzî akıl, cemâli görmekten perdelidir. Ne vakit aşk nuru zuhur
ederse, o aşk nuru akıl gözüne kuvvet verir, onunla nurlanır. Çünkü
aşkın nuru, Allah cemâlinin tecellî nurudur. Onun için akla îtimat gös-
SOHBETLER 311
terip onun her şeye kadir olduğunu, hattâ Allah'ı da görebileceğini zan-
neden kimseler yanlış düşünenlerdir.
Cenâb-ı Hak, âşıklardan tecellî etmiştir. Âşıkların çokluğu ona
perde olmuştur. Eğer sen Hakk'ı görmek istersen benliğini ortadan kal-
dır. O vakit yalnız onu görürsün. Çünkü aşkın sırlarından biri de bu-
dur ki ona ikilik sığmaz ve ayrılık gayrılık olmaz. Elektrikte bile piller
birleşmedikçe şule çıkmıyor. Keza iki ipliği bir etmeden iğne deliğinden
geçiremezsin. Onun için Resûlullah Efendimiz: Senin vücûdun öyle bir
günahtır ki onunla hiçbir günah ölçülemez, buyurur.
Cenâb-ı Hakkın: Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim
dediği gibi, ruh da ister ki, can aynasında mânâ suretleri görünsün ve
cümle âlem ondan faydalansın.
Ayna, güzeli güzel, çirkini çirkin, uzunu uzun, kısayı kısa gösterir.
Hiçbir veçhile doğruluktan şaşmaz. Şu halde bizim can aynamızda bu
hakikatler neden görünmüyor? dersek, aynanın tozlarının aşkla temiz-
lenmesi lâzımdır, derim.
Herkes, vücûdu memleketinin çobanıdır. Nefis, kalp, sır, kalıp,
âzâ, hisler ve bedenî kuvvetler senin emrindedir. Onlar hakkında hak
ve adaletle muamele etmen ve onları hevâ ve hevesten alıkoyman, kö-
tülüklerden muhafaza etmen lâzımdır. İşte bu hal hâsıl olursa o can
aynasında da mânâların güzel yüzü zahir olur."
- "Nazlı Hanım, tahkik ehli buyurmuştur ki: Visale lâyık olmayan
kimsenin yaptığı her ihsan dahi günahtan ibarettir. Yâni meczup sâlik
yahut sâlik meczup 1 olmayan bir kimse, nefsini riyâzatlar ve mücâhe-
deler ateşinde helak etmiş olsa da, yine Hakk'ın yakınlığından sürülüp
çıkarılmış bir ezel mahrumudur. Resûlullah Efendimiz: Senin vücûdun
öyle bir günahtır ki onunla hiçbir günah ölçülemez, buyuruyor.
Şu halde kendi vücûdiyle yâni benliği ve nefsâniyeti ile kalan kim-
senin bütün işledikleri günah olmuş olur. Onun için bu dünyâda seni
senden kurtaracak sana yol gösterecek bir rehberi bulman gerekir.
Çünkü burada kör olan, orada da kördür. İşte o kâmil üstadın eteğine
yapışarak o tek ve mutlak olan Hakk'ın katına ucasın, böylece de
hakîkat-i insâniyye kâfina erişesin.
Anka, o kâmil üstadın ruhudur. Kâf ise hakîkat-i insandır ki
1- Meczup sâlik, evvelâ cezbeye erişip sonradan sülûke giren ve bu suretle kemâle eren
kimsedir. Sâlik meczup ise, önce sülûke girip nice çalışma ve gayret sonunda cezbeyi
bulan kimsedir ki her iki fırkanın da adamı kurtulmuşlardandır.
312
Cenâb-ı Hak bütün isim ve sıfatlarıyle onda tecellî etmiş, mevcudat ve
kâinatın hülâsası olan o, zat isminin mazharı olmuştur."
- "İnsanlara hayır öğreten kimselere Allah ve melâikesi, yerde ve
gökte olanlar, hücresinde karıncalar, denizde balıklar cümlesi salât
eder ve hayır dûa ederler. Çünkü hadîs-i şerifte: Bütün mahlûklar
Allah'ın ıyâli, çoluk çocuğudur. Allah indinde hayırlı kul, ailesine fay-
dalı olandır 1 buyurulur. Çünkü insanı Allah'a yaklaştıran, Allah'ın
mahlûklarına şefkattir.
İşte Hazret-i Pîr Seyyid Ahmede'r-Rifâî de bulduğunu, mahlûkâta
şefkat ve acz, boynu büküklük ve nefsini kırmakla bulmuştur. Bu bü-
yük insan, ne hıristiyan der, ne müslüman der, herkese birden şefkat
gösterirdi. Bir gün: Ey ashabım, eğer bende bir ayıp görürseniz rica
ederim söyleyiniz. Tâ ki bu ayıbımdan vaz geçeyim... buyurması üzeri-
ne mecliste bulunanlardan biri: Ben bir ayıbınızı biliyorum. Sizin ayıbı-
nız bizim gibi dervişleriniz olmasıdır. Eğer mahşer gününde bizi kurta-
racak olursanız ayıbınız kalmaz! dedi. Bunun üzerine Hazret-i Pîr; ge-
mi sağlam olursa içindekiler de kurtulur! buyurdu.
Dikkat edelim. Allah'ın velîsine muhabbet etmeyenlerin akıbeti
kötü biter. Nerde kaldı ki inkâr edenlerin!"
Birbirlerini seven iki kimseden bahsolurken:
Aliye Hanımefendi:
-Akraba mıdırlar 1 ? diye sordu.
- "Elbet akrabadırlar! Çünkü manen akraba olmasalardı birbirle-
rini sevemezlerdi. Akrabalık, ruh bilişikliği ve cinsiyetidir. Orada an-
laşmış olanlar burada da barışıktırlar. Orada ihtilâfta olanlar burada
da anlaşmazlıktadırlar.
Meselâ bâzı kimseyi daha görürken seversin; halbuki bâzısından
ürker, korkar kaçarsın. Hattâ ismini işitirken muhabbet veya nefret
hissettiğin kimseler vardır.
Âlem, Hakkın isimlerinin aynasıdır. Âdem de o isimlerin
sahibinin suretidir. Bu yüzden, büyük küçük her şey, cihanda bir ismin
mazharıdır ve âyân-ı sabitede olan aslı, onun rabbi ve hâkimidir. O da
bu ismin mahkûmu ve zebûnudur. Sonunda da dönüşü yine onadır.
1- Küllü halkın ıyâlullâhi, ehabbühüm ileyhi men enfauhüm li-ıyâlihi.
SOHBETLER 313
Bu sebeple, dünyâda herhangi bir isme mazhar olan kimse tabiî
tek değildir. İşte aynı isme mazhar olan o kalabalıktan bir kimse, ken-
di mânâsını taşıyan bir başkasını görünce elbet ondan hoşlanır.
Meselâ Hâdî isminin mazharı olan milyonlarca kimse vardır ki
hakikatte bunlar tek vücut, tek adam mesabesinde oldukları gibi, bun-
ların zıttı olan isimlere mazhar olanlar da keza böyledir. İşte aynı isme
mazhar olan bütün bu insanlar, birbirlerinin akrabalarıdır. Yekdiğerini
gördükleri vakit de, şüphesiz bu yakınlığın icâbı olarak, birbirlerinden
hoşlanırlar. Onun için:
Nadanı nadan bulur, dânâyı dânâ, dûnu dûn
Cinsine meyleyler elbet bu cihanda her kişi..."
Hüseyin Rahmi Bey'in bir romanı hakkında meclisten birinin:
- Bu romanı okumak, vakit kaybından başka bir işe yaramıyor,
demesi üzerine:
- "Dükkükî Hazretleri buyurur ki: Eğer Cenâb-ı Hakk'ın doksan
dokuz isminden doksan sekizi bende olup da, biri âleme serpilmiş bu-
lunsa, ben ondan da baş çeviremem!
Bu âlemde abes bir şey yoktur. Esasen bütün bu tezatların bir
araya gelmesiyledir ki zevk hâsıl olur. Sinemada, tiyatroda bile iki se-
vişenin arasına bir cadı girmeyince tad olmuyor. Eğer bu âlemde de
âşık ve maşuk, şaki ve denî mevcut olmazsa hayat noksan kalmış olur.
İşte bu çoklukta birliği görüş ve o suretle Hakk'ın cemâlini temâşâ ediş
ne kadar tatlı şeydir. Sen o münkirde de ilâhî saltanatı seyret. Buna
muvaffak olan, marifet sahibidir. İrfân-ı Muhammedi'ye mâliktir. İrfan
demek bu demektir.
Keza, insan da bir zıtlar âbidesi değil midir? Meselâ bir güzelin
bağırsağını, gözünü, ciğerini ve küme küme saçlarını getirseler, bütün
itibariyle meftun olduğun o güzelin gözünü, dudağını öpebilir misin?
Aksine, ne iğrenç, ne korkunç şeyler! diye korkar kaçarsın. Ancak bun-
ların hepsi birleşince zevk ve ahenk meydana geliyor ve o zaman ne gü-
zel insan diyorsun.
Ses için de başka türlü düşünülemez. Şöyle ki: A güzelim nerde-
sin, göster bana kendini, ilâhîsinin ne güzel bir bestesi vardır. İşte bu
besteyi notalara ayırıp, teker teker do, re, mi... diye okusan derhal o
ahenk ve zevk kaybolup gider. Halbuki inceli kalınlı, diyezli bemollü
bir kompozisyon olarak ne kadar tesirli, ne kadar ahenkli ve zevklidir.
314
Onun için kötü dediğimiz şeylerin de bu âlemde bir vazifesi ve yeri var-
dır. Bunu idrak etmek ise er kişi kârıdır.
Cenâb-ı Hak bile Kur anda âyetlerini tekrar ediyor. Eğer bir kere
söylemek kâfi gelse idi herkesin cihan allâmesi olması lâzım gelirdi. İş-
te biz de onun için, evvelce de söylediğimiz bir bahsi burada tekrarla-
mak istiyoruz. Şöyle ki: Ruhlar kırk fırkadır. Bunlardan dördü, hiç
dünyâya gelmemiş olan mücerret ruhlardır. Diğer dördü ise dünyâya
gelmiş olan nebilerin, velîlerin, sâlih, arif ve müminlerin ruhlarıdır.
Bu dört fırka içinde, beşeriyet icâbı dünyâya uyup geldiği yeri bir müd-
det için unutmuş olanlar olsa bile, küçük bir vesile, bir kıvılcım, uyan-
malarına ve içlerindeki ateşin yeniden şûlelenmesine sebep olur.
Geri kalan otuz iki fırka da, münkirlerin, kâfirlerin, münafık
vesâirenin ruhlarıdır.
Demek oluyor ki dörde karşı otuz iki ne kadar büyük rakamdır.
Bunlar, ıslâhı kabil olmayan ruhlardır. Esas böyle kurulmuştur. Böyle
gider. Lâkin şu da var ki her ruh, kendi sırât-ı müstakiminde terakki-
dedir.
Farzedelim ki bu otuz iki fırkadan birine mensup olan kimse
zamanın sahibini bulsa, onunla tanışsa, hattâ ona intisap edip sohbeti-
ne girse ve gönlünde bir muhabbet de uyansa, bakarsınız ya son nefe-
sinde kâfir olarak ölür veyahut da, o hakikat deryası onu beşeriyet
sahiline atarak uzaklaştırır.
Fakat karşısına gelmiş ve halkasına girmiş bu kimseyi ezel dam-
gasından tanıdığı halde iade etmek, geri çevirmek kâmil insanın
sânından değildir. Çünkü Hak yolunda cimrilik yoktur. Hattâ alâka-
sızlığını dahi kimseye sezdirmez. Ancak bu kimsenin, kendi kendisini
tasfiye etmesi ile alâka sona erer.
Bize, münkir ve kâfirlerin halleri ve tutumları hakkında söz söyle-
mek de düşmez. Bütün yaratılmışlar gibi, bunlar da vazifelerini yap-
mak ile mükelleftirler. Bu âlemde, herkes kendi memur olduğu işin
icâbını işler. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kânun değişmez. Eğer biz
merd-i sûfî isek, bunların hepsini hakikat gözüyle görüp kendi hissemi-
zi almamız lâzım gelir.
Merd-i sûfî o kimsedir ki dünyâda bulunuşu nefsiyle değil, Hak'la-
dır. Cüneyd-i Bağdadîye: Tasavvuf nedir? diye sordular; Tasavvuf,
Cenâb-ı Hakk'ın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi bekâsıyle dirilt-
mesi, ihya ve ibkâ etmesidir, buyurdu.
Hâsılı tasavvuf birlik demektir."
SOHBETLER 315
İbnü'l-vakt ve ebü'l-vakt 1 tan sorulması üzerine:
- "Malûmdur ki bir ibnü'l-vakt bir de ebü'l-vakt vardır. İbnü'l-vakt
olan kimseler, seyirlerini Allah'la yapan kimseler olmakla beraber bun-
lar vaktin mahkûmudurlar. Dereceleri büyük ise de bu kimseler tem-
kin ve televvün yâni sağlam bir inanışla şüphe ve ikilik arasında boca-
larlar.
Ebü'l-vakt ise, bu dünya kalabalığı içinde ferttir, tektir. O, vaktin
hükmünde değil, vakit onun hükmündedir."
Münîre Hanımefendi' nin Cenâb-ı Hakk'ın bunca nimetlerine kar-
şı şükürden âcizim... hakkıyle şükürde bulunamıyorum! demesi ve bu
nimetleri saymaya başlaması üzerine:
- "Hakkıyle şükretmek kimin haddine? Resûlullah Efendimiz bile:
Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyle bilemedik, 2 buyurduktan sonra bi-
ze ne düşer? Yalnız şu da var ki, nimeti verenin nimetlerini yâd etmek
de şükürdür."
- "Hazret-i Ali'ye en güzel kazanç hangisidir? diye sordular. Kal-
bin Allah'la zengin olmasıdır, buyurdu. Kimin ki kalbi Allah'la ganîdir,
zengindir, dünyânın yokluğundan gam çekmez ve varlığından ferah
duymaz -çünkü bunların ikisi de beşeriyetin icâbıdır- kim ki bu ikiden
kurtulmaz, Hak'ta fâni olmak mertebesini bulamaz.
Bir insan dünyayı terkettiği vakit nasıl dünya arkasından koşar-
sa, bu dünyâya bağlılıktan bu dünya ilişiklerinden alâkasını kesen
kimsenin de bütün makamlar peşinden koşar, ona boyun eğer, çünkü
sıfat, zâta tâbidir.
İşte Münîre Hanım, netîce yine şükre geliyor. Hazret-i Davut öyle
demiş: Yâ Rabbî ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü şükür de senden
bir nimettir. O nimete de ayrı şükür lâzımdır. Bunun üzerine buyurul-
muş ki: Yâ Davut, şükre iktidarın olmadığını, aczin bulunduğunu bil-
mek asıl şükürdür.
Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nimetin nimeti ve-
riciden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, manevî olsun,
nimetlerin Allah'tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.
1- İbnü'l-vakt, vaktin oğlu, yâni vaktin tesiri altında kalmakta olanlar. Ebü'l-vakt,
vaktin babası, yâni vakti kendi tesir ve hükümleri altında tutanlar.
2- Mâ arefnâke hakka mârifetike ya ma'bûd.
316
Biri de lisan şükrüdür ki, nimeti vereni lisanla medhetmektir.
Üçüncüsü ise âzâ ile şükürdür ki, bu da Allah'a itaat ve ibâdet et-
mektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.
Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci de-
rece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şü-
kürde avam da havas da dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerle-
mek, maaşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.
ikincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak'tan her
ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.
Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl'de o kadar müstağrak
olmak ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı
budur. İşte, bu şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol."
Ihlâs ve samimiyetten konuşuluyordu:
- "Adamcağızın biri Beytullah'ta otururken yanma bir kimse so-
kularak: Sana iltica ediyorum... Mutlak haccımın kabul olunduğuna
dâir berâtımı vereceksin! demiş.
Adamcağız, bu işin arkadaşlarından birinin azizliği olduğunu an-
layarak, berat isteyen kimseyi başından savmak istemiş ise de muvaf-
fak olamamış. Nihayet çaresiz kalarak: Git.. Beytullâhin kapısı ile Ha-
cerü'l-Esvet arasına ve: Yâ Rabbî, benim berâtımı ver! diye üç kere ba-
ğır! demiş.
Adam bu söyleneni yapmış ve elinde bir kâğıt ile dönmüş. Bu
kâğıtta; kulumun ateşten necatı için berâtıdır, diye yazılı imiş.
Allah isteyince olmayacaklar da olur. İşte meselâ bu adam sahi-
bine ne kadar sıkı sığınmış ki sahip de bu yüzden bir bahane göster-
mek istemiş."
Maksada erişmenin çârelerinden bahsedilirken Münîre Hanıme-
fendi:
-iş tarîkate girmekte... dedi.
- "İş tarîkate girmekte değil, gönül sahibinin gönlüne girmektedir.
O tarîkate giren kimse, isterse bütün gün ve gece riyâzat ve tâatle,
ibâdetle meşgul olsun, öldüğü vakit karşısında yaptığı iyilik veya kötü-
lüğü bulur.
Fakat bir gönül sahibini bulursa, o vakit iş kolaylaşır çünkü o
sayede ahlâkını tasfiye eder.
SOHBETLER 317
Tabiî, bulandan maksat, rengine boyanan, onun isrine yâni yoluna
giden demektir. Buna muvaffak olamayan kimse, o üstadın değil, şey-
tanın, nefsinin yoluna gidiyor, demektir.
Kâmil üstadı bulan, cemâli bulur. Ne kadar mevcudat varsa, hepsi
de o kâmilin kalbi vâsıtasıyle Hakk'ı bulmaya çalışır.
Yârin yüzü, Hakk'ın cemâlidir. Hacca gidenler, taşı toprağı tavaf
ederler. Bir gönül ele getir ki hacc-ı ekberdir. Bin kâbeden bir gönül
evlâdır. Kabe'ye gitmek için ihrama bürünürler, yâni esvaplarından so-
yunurlar. Gönül kâbesine teveccüh eden âşıklar ise iki cihandan soyu-
nurlar. Onların ihramı budur.
Kabe Sübhân'ın rızâsı mahallidir. Çünkü oraya Allah'ın rızâsı için
gidilir. Gönül ise Rahmanın müşahede edildiği yerdir. Binâenaleyh bir
gönül, yerler ve göklerden dünya ve kâinattan Kâbe-i âlîşân'dan daha
yücedir. Ne mutlu o kimseye ki hakîkî Arafat olan ârif-i billahi bulur ve
onda Hakk'ın cemâlini seyreyler."
— "O gün, ne mal, ne evlât, ne ibâdet, ne tâat, ne şu, ne bu fayda
verir. Ancak kalb-i selîm ile gelenler kurtulur 1 . Kalb-i selîm pasapor-
tun olursa geçersin. Ya kalb-i selîmin olmalı, yahut kalb-i selîm
sahibinin kalbine girmelisin.
Kalb-i selîm demek, kalp selâmeti demektir. Kalp selâmeti de aşk
ateşiyle husule gelir. Bu aşk ateşi ne ile yanar? derseniz, bu aşk ateşi,
zikrullah kılıcı ile yanar. Zikrullah'tan da maksat, sabahlara kadar li-
sanla: Allah, Allah... demek değildir.
Rabbini zikret, kendini unuttuğun vakit 2 ... buyurulur. Yâni
Allah'ı öyle zikreyle ki Allah'tan gayri bir şey kalmasın ve kendi nefsin
de kalmasın. Çünkü hakîkî zikrin mânâsı, zikreden, zikredilen ve zik-
rin bir olmasıdır.
İşte bu türlü zikirde bulunanın kalbinde ikilik ve o kimsede benlik
kalmaz. O kimsenin kalbine hakîkî sevgili nazar eder ve kendi cemâlini
o kimsenin kalbinde görür. O zaman öyle hitap eder ki: Bu gönülde, bu
mülkün içinde yârdan başkası yoktur. Ve yine öyle hitap eder ki: Bu-
gün âlem mülkü kimin içindir? Cevap: Kahhâr ve tek olan Allah
içindir^ .
1- Şuarâ sûresi, 89. âyet: "Yevme lâ yenfeu mâlün velâ benûn illâ men et' Allâhe bi-
kalbin selîm."
2- Kehf sûresi, 24. âyet: "Vezkür Rabbeke izâ nesîte."
3- Gâfir sûresi, 16. âyet.
318
İşte bu hâli kazanmış kimsenin sırrının sırrının sırrından, Hazre-
t-i Mevlânâ'nın buyurduğu gibi: Cümle âlem maşuktan ibarettir, âşık
bir perdedir, zinde olan maşuktur, âşık ise ölüdür 1 sözleri zuhur
eder."
- "Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'e Kabe'yi bünyad etmesini em-
retmiş. Kabe, dört duvar, üç sütun üzerine yapılmıştır. Yâni, Fati-
hanın yedi âyeti ve insanın cemâlinde olan yedi işaret demektir ki
ateş, hava, su ve topraktan ibaret dört unsur ile; akıl, ruh ve nefse işa-
rettir.
İnsan vücûdu da, akıl, nefis ve ruh sütunları üzerine kurulmuş-
tur. O kimse ki, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet derecelerinden geçe-
rek temizlenir müctebâ, murtazâ, mustafâ yâni seçilmiş, beğenilmiş,
safiyet kazanmışlardan olursa o vakit zamanın kutbu ve feleklerin
merkezi olmuş olur.
İşte muhabbet sâlikleri de bu yüceler yücesinin kalbi etrafında ta-
vaf eder ve o kalpten: Nereye dönersen dön Allah'ın cemâli oradadır 2
sırrı zahir olur.
Bütün kemallerin toplandığı yer olan o kâmil insanın kalbinde,
Hakk'ın bilcümle isim, sıfat ve hattâ zâtı mevcuttur. Kul oradan
Allah'ına bensiz, bizsiz, benliksiz münâcâtta bulunur.
İşte kalb-i selim sahibi olmak yahut kalb-i selim sahibinin kalbine
girmek bu demektir."
- "Münîre Hanım, Ruzbahân-ı Baklî Hazretlerine son zamanla-
rında felç gelmiş. Müritleri, kendisine haber vermeden Mısır'a gitmiş-
ler. Orada felce ijâ gelen bir yağ varmış, alıp getirmişler. Hazrete tak-
dim ettikleri zaman kendileri buyurmuş ki: Falan yerde bir uyuz köpek
vardır. Gidiniz bu yağı ona sürünüz. Benim rahatsızlığım, aşk bağla-
rından bir bağdır. Ctyle yağla iyileşmez. Onun çâresi, ancak Sübhân'ın
cemâlinin müşâhedesidir. Ben onu bekliyorum, ona intizar için aşk ba-
na bir bağ koydu! demiş."
1- Cümle ma'şûkest ü âşık perdeî
Zinde ma'şûkest ü âşık müıdeî
2- Bakara sûresi, 115. âyet: "Fe-eynemâ tüvellû fesemme vechullah.'
SOHBETLER 319
- "Bir müridin ayağını yılan sokmuş. Ayağı şişen mürit şeyhine
gelerek: Siz bana her şeyin Hak olduğunu söylediniz. Halbuki yılan be-
ni soktu! demiş.
Şeyhi de ona: Cenâb-ı Hakk'ı celâl sıfatında görürsen kaç! Yılan
da Cenâb-ı Hakk'ın celâl sıfatında görünüşüdür, diye cevap vermiş!"
Tasavvuf nedir, diye sorulan bir suale verilen cevap:
- "Tasavvuf incitmemek ve incinmemektir, yalnız incitmemeye de-
ğil asıl incinmemeye alışmak gerek.
Dervişlik, sâdece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar i-
bâdet etmek, hayratta bulunmak demek değildir. Çünkü bunlar bende-
lik icaplarıdır. Asıl dervişlik, incitmemektir. İşte bu mertebeye vâsıl
olan kimse derviş olur. Yâni fakr sahibi olur.
Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemâlini bulursa vuslat
hâsıl olur. Kendinden bir şey kalmaz, Allah tecellî eder 1 .
Fakir denilen kimse herşeye mâliktir; ona ise kimse mâlik olamaz.
Binâenaleyh bu mertebeyi bulmak için insanda havfın mânâları zahir
olmalıdır.
Havfın yâni korkunun üç türlü mânâsı vardır: Biri korku, biri
haşyet, biri de heybettir.
Bizim bildiğimiz korku, îmânın şartındandır. Haşyet, amelin şar-
tındandır. Heybet ise marifetin şartındandır.
Her türlü cezadan korkmak, nefis makamıdır. Allah'ın cilve ve
oyunlarından korkmak, kalp ve huzur makamıdır.
Fakat sır ve şuhut makamının korkusunda, heybet ve azamet var-
dır ki bu görgü makamıdır. Resûlullah Efendimizin: Allah'ı herkesten
ziyâde ben bilir, herkesten ziyâde de ben korkarım, buyurdukları gibi,
Allah'tan korkan Allah'ı bilenlerdir, dendiği gibi."
Hüsniye Hanım:
- Yakınlık talebinin de nûrânî hicaplardan olması nedendir? Su-
suz olan kimsenin su istemesi tabiî değil midir?
- "Su içinde yüzen kimsenin su istemesi ayıp değil midir? Yakınlık
talebi adamına göre hicaptır. Hak'la hak olmak derecesini bulan kimse,
1- İzâ temme'l-fakrü fehüvallah.
320
istemek ve istememek derecelerini de geçmiş, kahır ve lutfu birleyip
deryaya dalmıştır.
Daha hangi yakınlığı isteyebilir? Suya gar kolan kimsenin susuz-
lar gibi su istemesi tuhaf olmaz mı?
Faraza sen: Ben üstadımı severim, onun yoluna canımı feda ede-
rim! diyecek olsan, ne kadar ayıp etmiş olursun. Başkaları için hasenat
olan bu söz, senin seyyiâtm olur.
Hani bir hikâyede âşık maşukuna: Ben senin için sabahlara kadar
uykusuz kaldım. Göz yaşlarımdan ırmaklar hâsıl oldu. Hiçbir sabah be-
ni uyuyucu görmedi... gibi sözler söyledikten sonra mâşûku: Evet... di-
yor. Doğru., hepsini yaptın. Fakat asıl yapılacak olan şeyi yapmadın,
kendini bende fânî etmedin, yok olmadın!
İşte, nûrânî hicaplar, bu âşıkm maşukuna sayıp döktüğü benlik
gösterici şeyler ve emsalidir."
Bu âlemdeki birlikten söz ediliyordu:
- "O kimse ki kelime-i tevhidin mânâsını hal eder, yaşar ve ona
göre hareket eder, Allah'tan başka fail, Allah'tan başka mevcut yoktur
demek suretiyle failin ve mevcudun Hak olduğunu bilirse, can, canan
olmuş olur.
O kimse, her mevcudun Cenâb-ı Hakka bir mazhar olduğunu gö-
rürse ondan Hak görünür. İşte ilim ve irfan budur. İrfan sahibi,
marifet sahibi dediğimiz bu kimselerdir. O zaman, âlem içinde ona hay-
ret ve ibretten başka bir şey kalmaz. Çünkü kaç kıyamet görmüş, her-
kes gibi bir adam iken ne büyük tasarrufa sahip ne azîm bir varlığa
mâlik olmuş ve fena mertebesinden beka mertebesine geçmiştir.
Hâsılı, bu dünyâda Hak'tan gayrı nesne yoktur. Onun için insan
ne ederse kendine eder, dedikleri bundandır."
- "Kur an-ı Kerîmdeki kıssalarda ne kadar benzerlik vardır. Bun-
lar, esasen hep bir mânâdadır. Meselâ Hazret-i Âdem'in kıssasıyle
Mûsâ'nınki birbirlerine ne kadar benzer.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Adem'e: Sana cenneti ihsan ettim. Maksa-
dın cennet ise hâsıl oldu. Nimetler de verdim. Gayen bu ise o da oldu.
Ye, iç, otur, eğlen, gez, yürü... Yalnız şu yasak ağaca yaklaşma... Çün-
kü sana ihsan ettiğim şeyler akıl ölçüsü içindedir. Yasak olan ağaç ise
aşk' tır. Onun meyvesi gam ve mihnet, gölgesi zulmet ve hayrettir. Süsü
SOHBETLER 321
güzelin göz yaşıdır. Mihnet muhabbetsiz olmaz, yakınlık belâsız olmaz.
Cennet ise rahat köşesi ve sığınaktır. Aşkın kan bahası candır.
Hazret-i Musa'ya da Cenâb-ı Hak: Nedir elindeki yâ Mûsâ? deyin-
ce, asâmdır yâ Rabbî... dedi. Onunla ne yaparsın? buyurulunca, bu
hitabın zevkiyle mest olan Mûsâ, duyduğu zevkin lezzetini uzatabilmek
için: Onunla koyunlarımı sürerim, ağaçtan yaprak düşürürüm, yürür-
ken dayanırım 1 ... diye sözüne devam etti ve yine bu hitabın mestliğin-
den dolayı: yâ Rabbî bana kendini göster! dedi 2 . Cevap olarak: Beni
göremezsin 3 buyruldu.
Musa'ya tecellî bir ağaçtan vâki oldu. Keza Âdem de memnu mey-
veyi bir ağaçtan yedi. Hazret-i Musa'ya: Beni göremezsin, yâni beni bu
beşerî varlığınla göremezsin, buyrulduğu gibi, Âdem'e de muhabbet ve
aşk dalına yapışmak ve yasak olan meyveden yemek isteyince: O bura-
da olamaz; dünyâda gerektir. Oraya git ve mihnetlere sataş! buyurul-
du. İşte onun için de Âdem, cennet bahçelerini iki tane habbeye 4 feda
eyledi.
Râhatıyle istedim vasimi kahr etti bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cananım benim"
Münîre Hanımefendi:
-Adem'in bu hâli de kaza ve kader îcâbı değil miydi?
- "Tabiî... Fakat Âdem, kabahati nefsinde gördü ve: Yâ Rabbî nef-
sime zulmettim 5 dedi. Cenâb-ı Hak: Yâ Âdem, bu hal benim kaza ve
kaderim îcâbı olduğunu bildiğin halde niçin kendini suçlu tutuyorsun?
buyurunca: Biliyorum Yâ Rabbî... Fakat sendendir demeye edebim bı-
rakmadı, diye cevap verdi. İşte Âdem'in bu kendisini hor hakir edip ac-
zini bilmesi, onu tekrar kendine, âlâ mevkiine yükseltti.
Şeytana gelince, Cenâb-ı Hakka: Bana dalâleti sen verdin! demek
suretiyle Hakk'm dergâhından kovuldu.
Allah, iki cihanda da edebi tevfık etsin. Çünkü edepsiz kimse, iki
dünyâda da hüsrandadır."
- "Münîre Hanım, aşk, evvelâ kimden zuhur etmiştir?"
Münîre Hanımefendi:
1- Tâhâ sûresi, 17-18. âyet.
2- A' râf sûresi, 143. âyet: "Rabbî erinî..."
3- A' râf sûresi, 143. âyet: "Len terânî."
4- Buğday
5- A'râf sûresi, 23. âyet: "Rabbena zalemnâ.
322
- "Kadından zuhur etmiştir. Aşk, Allah'ın sıfatıdır. Hazret-i
Âdem, aşkın zuhurunu Havva'dan gördüğü için ona âşık oldu. Resû-
lullah Efendimiz de onun için: Bana kadın sevdirildi 1 buyururlar."
- "Astrilid nâmındaki bir hakîm diyor ki: En iyi şey, iyilik yapmak
ve aleyhinde söylenenlere tahammül etmektir.
Fakat güç bir iş. Hadîs-i şerifte de: Amellerin en iyisi güç olanıdır,
yâni nefsine güç gelenidir, buyuruluyor.
Epiktet de diyor ki: Birisi seni zemmettiği vakit: Bu adam benim
ne olduğumu bilseydi, hakkımda bu kadarcık söylemekle kalmazdı, de!
Sonra Mark Orel'in de bu mânâyı ifâde eden güzel bir sözü vardır:
Sana zemmedildiğin, çekiştirildiğin haber verilince neden hiddet edi-
yorsun? Sana hiddet et demediler ki... Yalnız hakkında konuşulduğu-
nu, gıybet edildiğini haber verdiler."
Bahçede oturuyorduk. Doktor Ziya Cemal Bey, denizden gürültü
ile geçen bir motoru işaret etti ve sessiz giden büyük gemiler ile muka-
yese ederek, büyüklerin küçüklere nazaran gürültü ve gösterişten uzak
olduklarını söyledi:
- "İnsan Allah'ı bildi mi kelle lisânuhû, lisânı susar. Bir hadîs-i
şerifte de tâle lisânuhû, lisânı uzar buyurulur. Yâni icâbında ve sıra-
sında, sırf halkı irşat maksadıyle söyler.
O yaygaracı motor, denizde bir parça yol alabilmek için kıyameti
koparıyor, âlemi bîzar ediyor. Halbuki koskoca bir dritnot dağ gibi dal-
galara göğüs verdiği ve ötekinden çok süratli gittiği halde sesini kimse
duymaz. Şu da var ki, o dritnottaki ağırlığın küçük bir kısmı bu motora
yüklenecek olsa derhal batar."
- "Ya bir şey öğrenmeliyim, ya da öğretmeliyim. Meselâ, bir
mecmuada okumuş olduğum şu basit bilgiyi de size duyurmayı lüzumlu
bulurum. Okuduğum bu yazıya göre, bir ormanda veya başka bir yerde
yolunu kaybedenin karıncaların gidiş istikâmetine dikkat etmesi lâzım
1- Dünyânızdan bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz...
(Hadîs-i şerif).
SOHBETLER 323
geldiği, çünkü onların dâima şimalden cenuba doğru gittikleri bu su-
retle de ne tarafın şimal ne tarafın cenup olduğunun anlaşıldığı belirti-
liyordu.
Yine yol şaşırma hâlinde, ağaç kütüklerine de bakılarak cihet
tâyin eylemek mümkün olduğu yazılı idi. Şöyle ki: Ağacın makta'ındaki
yâni kesitindeki dâirelerin bâzı tarafları geniş bâzı tarafları dardır. Ge-
niş tarafları güneşe fazla mâruz olan kısımdır ki bunlar da cenubu gös-
terir."
Sâmiha Hanım:
- Hazret-i Ayşe'den, Resûlullah Efendimiz' in ahlâkını sormuşlar.
Cevap olarak: Siz Kur' ân okumuyor musunuz'? Resûlullah' in ahlâkı
Kur' ân dil buyurmuş.
- "Evet... Cenâb-ı Hak da Resûlullah Efendimiz hakkında: Muhak-
kak ki en yüce, en güzel ahlâk üzre yaratıldın 1 buyuruyor."
Sâmiha Hanım:
- Hazret-i Pir: İnsanın himmetinin yüksekliği, almakta değil ver-
mektedir. Bâr olmakta değil, yâr olmaktadır:
- "Öyledir, öyledir... En dikkat edilecek nokta, kimseyi rahatsız et-
memek, yâni bâr olmamak ve incitmemektir. Mahlûk olmak itibariyle
insanla hayvanın bir farkı olmadığına göre bütün yaratılmışları kapla-
yan bir şefkat ve merhamet, derviş kişinin kârıdır.
Hele, bir kimsenin kalbine dokunup incitmemeye, kaba sözler sar-
fedip onu mahcup edecek hareketlerde bulunmamaya çok dikkat etmek
lâzımdır."
Küçük Ahsen, büyük babasının kucağında idi. Kâh başını göğsü-
ne koyuyor kâh ayaklarını ceketin içine sokuyordu. Çocuğun bu tatlı
nazlanışını bir müddet tebessümle seyrettikten sonra:
- "Hangi biriniz şu hareketleri yapabilirsiniz? Bu, çocuk olduğu,
masum bulunduğu için yapabiliyor. İşte, Allah'ın sevgilileri de böyledir.
Sizin hatânız, onların hasenatı olur."
1- Kalem sûresi, 4. âyet: "İnneke le-alâ hulukın azîm."
324
- "Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: Biz emâneti göklere, yere ve dağ-
lara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, onu
çok câhil ve çok zâlim olan insan yüklendi 1 , buyuruyor. Biz bu âyet-i
kerîmedeki (emânet) sözünü ne mânâda tefsir etmiştik?"
-Aşk... diye.
- "Evet öyle... Şimdi bir tefsir daha yapalım: Cenâb-ı Hak fiiliyle,
kavliyle, sıfat ve zâtiyle, zahir ve bâtın tasarruflarıyle insandan zuhur
etmiştir. Binâenaleyh Allah'ın lütuf ve keremi, kahır ve gazabı, insan-
lara yine insanlardan zuhur eder. Keza, rızkı da yine onların elleriyle
verilir. Demek oluyor ki Cenâb-ı Hak bizden işitiyor, söylüyor ve tasar-
ruf ediyor. O halde bizim vücûdumuz Cenâb-ı Hakk'ın fiiline, kavline,
zahir ve bâtın tasarruflarına bir âlettir.
İşte insan, Hakk'ın olan bu tasarrufu kendinden bilip de bu tasar-
ruf benimdir, dediği zaman, bu cehlinden dolayı nefsine zulmetmiş olu-
yor. Halbuki bu tasarruf, onda iğretidir ve emânettir. Allah bunu on-
dan alıverince ne tasarruf kalır ne de vücut... İşte Resûlullah Efendi-
mizin: Nefsini bilen Rabbini bilir 2 , buyurduğu, bu sırdır.
İnsan kendini bilir, fiil, kavi ve tasarrufun Hak'tan olduğunu id-
rak edecek olursa, işte o vakit Allah'ını bilmiş olur. Yâni kendi yoklu-
ğunu bilen, Allah'ın varlığını bilmiş olur. Yok eğer bilmeyecek olursa,
bu cehliyle nefsine zulmetmiş olur. Onun için tasavvuf ehlinde bulun-
ması lâzım olan iki türlü edep vardır ki biri zahirîdir, biri de bâtını...
Zahirî edep: Namaz, oruç, hac, zekat vesaire gibi şeylerdir. Bâtınî
edep de: İnsanın hayvan sıfatlarından kurtulması, elinden, dilinden
kimsenin rencide olmaması ve kalbinin hîle ve fesat gibi kötülüklerden
arınmış olarak Allah'ın cemâlini seyretmesidir. İşte tasavvuf ehli diye
bunlara derler."
- "Tarikat pirlerinden İbrahim Gülşenî Hazretleri vardır. Kânûnî
Sultan Süleyman zamanında yaşamıştır, türbesi de Mısır'dadır. Seksen
beş yaşında gözlerine zaaf gelerek görme kudretini kaybeylemiştir.
Bir gün Kânûnî Sultan Süleyman rüyasında, kendisine İbrahim
nâmında birisinden çok zararlar erişeceğini görmüş. Dâmâdı İbrahim
Paşanın yanında: Hayırdır inşallah, bu gece bir rüya gördüm... diye
1- Ahzâb sûresi, 72. âyet: "İnnâ aradne'l-emânete..."
2- Men arefe nefsehû fekad arafe Rabbehû.
SOHBETLER 325
rüyasını anlatmış. Akıllı bir adam olan paşa, bunun kendisi olduğunu
hissettiğinden, derhal sözü başka vâdîye döküp, kendisini bu şüphe ve
töhmet vartasından kurtarmak için: Evet Efendim... Pek doğru gör-
müşsünüz. Mısır'da İbrahim Gülşenî nâmında bir zat vardır. Müritleri
pek çoktur. Ondan size zarar gelmesi düşünülebilir! deyince Kanunî
Sultan Süleyman, derhal bu zâtın İstanbul'a getirilmesi için emir ver-
miş.
O zamanın vâsıtalarıyle Mısır'dan İstanbul'a kısa zamanda ve ko-
laylıkla gelinmediği için İbrahim Gülşenî Hazretleri de uzun bir müd-
det sonra İstanbul'a gelmiş, fakat getirtenler tarafından da kendisinin
niçin davet edildiği unutulup gitmiş.
Böylece de İbrahim Gülşenî Hazretleri bir yerde ikâmete başla-
mış. Bir gün camiye teşrifleri sırasında müritlerinden büyük bir kala-
balık tarafından uğurlanıyormuş. Bu sırada gezmeye çıkmış olan
Kânûnî Sultan Süleyman bu kalabalığın sebebini sorup öğrenince, her-
kesin mübarek bir zat olduğunu söylediği hazreti huzuruna celbettir-
miş ve sohbetinden de büyük bir haz ve hoşluk duymuş. Nihayet, çok
zaman evvel görmüş olduğu bir rüya ile tahtının ve saltanatının bir ne-
vi tehlikesi zannıyle Mısır'dan celbettirilmiş zat olduğunu anlayınca
özürler dilemiş. Pâdişâhı tebessümle dinleyen Gülşenî Hazretleri ise,
zayıf göğsüne eliyle vurarak: Pâdişâhım bu tahta, taht ister mi hiç? di-
ye her türlü dünya saltanatına olan kayıtsızlığını belirtmekten geri
kalmamış. Hâdiseye çok üzülen hükümdar bu defa da: Ah Efendim, ne
olaydı mübarek gözleriniz beni görecek kadar açık olaydı da bu şereften
mahrum olmayaydım, deyince, Gülşenî Hazretleri elleriyle gözlerini sı-
vayıp: Allâhu nûru's-semâvâti ve'l-ard 1 demiş ve gözleri açılmış. Bu
hâli gören Kânûnî Sultan Süleyman hemen tahtından inip sultanın
ayaklarına kapanmış ve bundan böyle İstanbul'da kalmasını ve her
türlü istirâhatinin temin olunacağını söylemişse de, Gülşenî Hazretleri
Mısır'a dönmekte ısrar eylemiş.
"Allâhu nûru's-semâvat" ne demektir? Yerin ve göğün nuru Al-
lah'tır, demektir. Bu nura mazhar olan kimse, her yerde her şeyde
Hakk'ı gören kimsedir.
Nurdan maksat varlık, zulmetten maksat da adem yâni yokluk
demektir."
Dünya ve hayattan bahsedilirken, bir kimsenin de yapmış olduğu
1- Nur sûresi, 35. âyet: "Allah göklerin ve yerin nurudur..."
326
haksızlığın cevâbını acı bir şekilde almış olduğu söylendi:
- "Dünya demek, dedikodu; hayat demek, can çekişmek demektir.
Hayâta ibret gözüyle bakanlar tedkik ve takip edenler bunu her an gö-
rebilirler. Göremeyenler ise târihi okusunlar. Dünyânın herhangi bir
varlığına vefa görmek ümidiyle bağlanan kimse mutlak cefâ görür. Bu
kaide değişmez. Herkes bu değişmeyen kaide önünde müsavidir. Çün-
kü hayat gelmek, çekmek, ölmek kelimeleri içinde toplanabilir. Ulu-
muz, Peygamberimiz bile bunun dışında kalmış mıdır?
O yaptığı haksız muamelenin cevâbını alan kimseye gelince,
Cenâb-ı Hak yine onu esirgemiş ki kabahatini geciktirmeden cezalan-
dırdı. Eğer sevilmeyen bir kimse olsa idi, suçu geriye kalırdı.
Şunu biliniz ki kimsenin hakkı kimsede kalmaz. Ve herkes ne
ederse onu bulur. Yalnız kimine er, kimine geç!"
- "Hulûs, ihlâs ne demektir, Münîre Hanım?"
- "Her şeyi Allah için yapmaktır. Bu nasıl olur? Meselâ yemek yi-
yiyoruz, su içiyoruz, uyuyoruz... derseniz, ben bu yemeği, bu suyu kuv-
vet bulup Allah'ıma ibâdet etmek, onun yolunda bulunmak için yiyip
içiyorum. Uyuyorum, dinlenip daha zinde olarak yine Hakk'ın yolunda
bulunacağımı düşünüyorum.
Hulâsa, her ne yaparsan Allah için, hep o niyetle yapmalısın. Çün-
kü kul için her ne yaparsan riyadır."
Sabîha Hanımefendi:
-iş, her meselede niyette...
- "Elbet niyettedir. Amel demek, niyet demektir 1 , ne büyük bir
düsturdur."
Kâzım Beyefendi 'nin, îman etmek için mucizeye ihtiyaç olduğun-
dan bahsetmesi üzerine:
- "Hayır oğlum... îman, ezeldeki aşinalıkla olur. Öyle olmamış olsa
idi, Resûlullah Efendimize herkesin îman etmesi lâzım gelirdi.
Resûlullâh'a îman etmek için Ebû Bekir mucize mi istedi? Halbuki Ebû
Cemle kameri ikiye böldü de o yine inanmadı. Binâenaleyh mucize
mûcib-i îman değildir. Mûcib-i îman olan, ezeldeki aşinalıktır. Güneşi
1- Inneme'l-a'mâlü bi'n-niyât (Hadîs-i şerif).
SOHBETLER 327
de yere indirsem, o an için hayret eder, fakat sonra eski hallerine dö-
nerler.
Zâtın birine demişler ki: Falan kimse o kadar keramet sahibi ki
havada uçuyor. Aman demiş, sinekler de uçuyor. Ama bu zat, bir anda
mağripten maşrıka gidiyor, diye cevap verince: Şeytan da öyledir, bu-
yurmuş.
îman da insanlık da mucize ile değildir. İnsanlık, bu çokluk âlemi
içinde ve dünya umuru ortasında olduğun halde bir nefes Allah'tan ga-
fil olmamaktır."
Sâmiha Hanım:
- Tevhidin hakikati sükût olunca, hakikate âit sözler bile dediko-
dudan ibaret değil midir?
- "Onun için zâtın biri öyle diyor: Hak'tan gayri kelâm söylesem
faydasız, lüzumsuzdur. Hak için kelâm söyleyecek olsam o da ifâdeye
gelmez. Bu sebepten Resûlullah Efendimiz de: Ya hayır söyle, ya sus...
buyuruyor. Hayır söylemekten maksat budur işte.
Fakat insan bu dünya âleminde olduğu için söz söylemekten baş
çeviremez. Elbet ki konuşacak, söz söyleyecektir. Elverir ki söylenen
söz, hakikate dâir olsun.
Şu da var ki, Hak'tan ve hakikatten bahsettiğin bâzı kimseler,
sanki hiç duymamış gibi, sana, mevzu ile asla alâkası olmayan bir ce-
vap verir, tamâmıyle başka şeylerden bahsederler. İşte bu gibi duygu-
suz kimselere sır söylemek caiz olmaz. Onun için buyruluyor ki:
İstidadı olmayan kimseye Hak kelâmı söylemek, domuzun boynuna
gerdanlık takmak gibidir."
Söz arasında ehlullahtan bahsedilirken Münîre Hanımefendi:
- O sultanlara ne mutlu! dedi:
- "Sana verilen kabiliyet ne ise onu tamamlayıp doldurman, senin
için kâfidir. Mutlaka onlar ile aynı ayarda, aynı derecede olmak lâzım
gelmez."
Sabiha Hanımefendi:
- Bir Hak âşıkı, ilk zamanlarında öyle bir halde bulunuyor ki,
ölüm ona pek kolay görünüyor. Hattâ ölürse, sahibine daha ziyâde yak-
328
taşacağını ümit ediyor. Sonra korku ziyâdeleştiği için mi nedir, o hal
kalmıyor:
- "Aşkın güzelliği, âşıkm maşukun eliyle öldürülmesindedir. O
aşk hil'ati üstünden kaldırılan kimse, kendi kendiliğiyle kalır. Yâni an-
cak o vakit kendisini hisseder. Ve bu yüzden ölüm ona müşkül gelir.
Ölümü istemeyişin iki sebebi olmak gerek. Ya o kimse maşukunu
bulmuştur, ondan ayrılmamak için bu dünyâdan gitmek istemez.
Yahut, hatâlarından korktuğundan gitmek istemez..."
Hüsniye Hanım:
-Kemâli bulduktan sonra da hicrana düşmek olur mu?
- "Kemâle ermek, kemal sahibi olmak, aslını bulmaktır. Vuslatta
da hicran vardır, ama bu zevkli ve lezzetli bir hicrandır.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri: Yâ Rabbî, beni cehenneminde de
yaksan, yâni hicran içinde de bulunsam, cennetinde olduğum gibi
zevk içinde olurum, diyor."
Mü türe Hanımefendi'ye deccal hikâyesini anlattırdılar. Rivayete
göre deccal, kıyamete yakın, her kılında bir saz ile ortaya çıkacakmış.
Onu görmek merakiyle başlarını pencerelerden uzatanların da birden-
bire boynuzları çıkıp bir daha başlarını içeri alamayacaklarmış.
Bir kısım insanlar ise, deccâlin sesini işitince, ibâdet ve tövbeye
koşacaklarmış. Sonradan Ak Minare' den Mehdi zuhur edip deccâli
katleyleyecek ve her tarafta adalet hüküm sürecekmiş:
- "Şam'da Emeviye Camii vardır, ki Yahya Aleyhisselâm orada
medfundur. Başı ise Beyrut'tadır. Ak Minare, Emeviye Câmiinin minâ-
residir ve minarenin de dört basamağı vardır. Bu hikâye bir sembol ol-
sa gerektir.
Cenâb-ı Hak bir kuluna hidâyet murat ettiği, yâni bir kulunu il-
men bilmek derecesinden aynen yâni görerek bilmek derecesine yük-
seltmek istediği vakit o kulun kalbinde hidâyet nuru tecellî eder. İşte o
vakit bu kulun ruhu îsâ olur. Gökten Isâ indi Mehdî tamam etti zu-
hur... denmesinin sebebi budur.
Bu hidâyet, bu Rahman cezbesi geldiği zaman, ruh da, rûh-i izafî
olup ne kadar yaramaz ahlâk varsa; ki bunlar deccâldir, katleder. Bun-
lar ölüp gidince de:
Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem şehr ü bâzar kalmadı
Sırrı zuhur eder. Böylece de ruh nefis, nefis de ruh olmuş olur."
SOHBETLER 329
Münîre Hanımefendi:
-Ah Efendiciğim, ölmeden bende de bu hal olacak mı?
- "Ehlullahtan Mâşûk-i Tûsî varmış. İmam Gazâlî ve buna benzer
evliyâ-yı kiram demişler ki: Ne olaydı kıyamette herkesin bir şey ile
kendini gösterdiği vakit biz de kendimizi, Mâşûk-i Tûsî'nin bastığı top-
rağız! diye arzetseydik!"
- "Münîre Hanım, Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Biz kulumuza şah
damarından daha yakınız 1 . Cenâb-ı Hak neden biz diyor?
İşte geçen gün tefsir ettiğimiz: Biz emâneti göklere, yere ve dağla-
ra arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, onu çok
câhil ve çok zâlim olan insan yüklendi âyet-i kerîmesinde, Cenâb-ı
Hakk'ın zahir ve bâtın tasarrufunun insanlardan zuhur ettiğini ve in-
sanlarda birşey olmayıp, sırf Cenâb-ı Hakkın tasarrufuna âlet oldukla-
rını ve insan, kendinden zuhur eden bu tasarrufun, Hakk'ın olduğunu
bilmediği için zâlim ve câhil olduğunu söylemiştik.
Şimdi de; Biz kulumuza şah damarından daha yakınız âyet-i kerî-
mesinin bâtmî tefsirinde, (biz) in mânâsının cümle mevcudat demek ol-
duğunu söylemek isteriz. Yâni, (biz)im fiillerimiz, isim, sıfat ve zâtımız,
bu gördüğün mevcudattan zuhur ediyor. Onun için (biz sana) yâni sen
ferde, cümle eşyadan zuhur eden tecellîlerimiz ile yakınız, demektir."
Münîre Hanımefendi:
- Efendim, ayıp, noksan ve hatâlarımızı affetsin, günahlarımızı
bağışlasın, dedi:
- "O seni bilip de aldı, kabul etti. Senin ayıbın yine o ayıp... Onun
ilmi de yine o ilim... Yeni bir şey değil ki...
Şehâ, rûz-i ezelde beni aybımla almıştın
Senin ilmin benim aybım, yine aynı iken anlar
Beni mümkün mü reddetmek, çün beni sen beğenmiştin."
Kenan Rifâî'nin oğlu ile, çocukluğunda arkadaşı, sonra da hem
ezel ve ebed dostu olan Doktor Server Hilmi Bey 'in oğlu aynı çatı altın-
1- Kâf sûresi, 16. âyet: "Nahnü akrabü ile3'hi min habli'I-verîd.'
330
da büyümüş iki gençtir. Bir gün Ken'an Rifâî, oğluna:
- "Kâzım... Bir gün Sedat ile sen muhtaç vaziyete düşseniz ve ben
de ancak bir kişiye yardım edecek kudrete sahip olsam, bil ki sana de-
ğil, Sedat'a yardım ederim," demişti.
- "Münîre Hanım! Allah'ın sevgililerinden biri Fırat nehrine düş-
müş, boğuluyormuş. Her ne kadar gayret etmişse de kurtulamamış.
Nihayet: Yâ Rabbî, demiş. Çalıştım çalıştım kurtulamadım. Eğer beni
buradan kurtarırsan sana üç kul hüvallâhü okurum.
Bu sözü söyledikten sonra da sudan kurtulup çıkmış.
Lâkin ahdini yerine getirmek üzere kul hüvallâhü diye sûreyi
okumaya başlayan bu zat ahad'e gelince, yeniden başlangıca dönmek
suretiyle bir türlü devam edemez ve hep yeniden sûrenin başına döner-
miş. Bunun sebebini merak eden birisi, bir türlü akıl erdiremediği bu
tekrarlamanın neden ileri geldiğini sorduğu zaman o zat: Kul hüval-
lâhü diyorum, ahad'e gelince Hak bana soruyor: Evvel söylediğin ben;
peki ahad kim? diyor. Onun için yeni baştan alıyorum. Yine kul hüval-
lâhü diyip ahad'e gelince yine soruyor. Ben de tekrar ediyorum. İşte ye-
di senedir de böylece okuyup okuyup gidiyorum! demiş."
Güzide Hanımefendi, bir târih profesörünün, talebesine: Allah'a
inanmadığını, fakat son nefesinde inanabileceğim, talebeden birinin
de: Buna şüphe olmamakla beraber o zaman iş işten geçmiş bulunacağı
cevâbını vermiş olduğunu nakletti:
- "Şâir Recâizâde Ekrem Bey öyle der:
Yâ Rab bu ne kudrettir ki bir akl-ı selimi
Tutup yıllarca inkâr üzre gâhî
Kemâl-i meskenetle ettirirsin
Ölürken ref-i dest-i özr-hâhî
Allah'ın varlığını tanıyamıyorum, diyorsun. Neyi tanıyamıyorsun?
O varlığa şu vücûdun şahit değil mi? Cenâb-ı Hak: O günde biz onların
ağızlarını mühürleriz, elleri ayakları onlar hakkında şehâdet ederler 1
buyuruyor.
1- Yâsîn sûresi, 65. âyet: "El-yevme nahtimü alâ efvahihim.
SOHBETLER 331
Hak'tan ayan bir nesne yok.
Gözsüzlere pinhan imiş
O varlık her şeyde, her zerrede apaçık görünmektedir. Lâkin o kimsele-
rin gözleri kör olduğundan bu hakikati göremezler.
Mısır Üniversitesi profesörlerinden Tâhâ nâmında bir kimse var-
dır. Bu adam anadan doğma gözsüz olduğu halde, Allah ona, üniversite
hocalığına yükselecek kadar akıl, zekâ ve ilim vermiş. Sonra da Allah'ı
inkâr edecek kadar cehalet ve akılsızlık vermiş. Şu azamete bakın.
Geçende de söylemiştik. Cenâb-ı Hak Azrail'e: Canını aldığın kim-
selerden en fazla kime acıdın? diye sorduğu zaman: Senin emrinle bir
gemiyi batırdığım zaman, anasız ve hiç kimsesiz olarak dalgaların bir
ıssız adaya attıkları çocuğa acıdım Yâ Rabbî... diye cevap verince,
Cenâb-ı Hak: Yâ Azrail... Ben ona kendim baktım. Rüzgâra emrettim,
ona temas ederken ılık esti. Güneşe emrettim, hararetle yakmadı. Kap-
lana emrettim, onu emzirdi. Hâsılı ona karşı herşeyi müşfik ve okşayıcı
kıldım. Fakat bu çocuk büyüyünce, benim Halil'im İbrahim'i ateşe attı
ve beni inkâr etti. Benimle muharebe için göklere çıktı.
İşte bu hikâyeyi göz önünde tutmak gerektir. Öyle ki sen, bir kat-
re meni iken, Allah bir vücut verdi, sıhhat verdi, akıl, fikir verdi. Ya
sen bunca ihsan olmuş nimetlerin şükrünü nasıl edâ ediyorsun?
Meselâ o âmâ profesör ile hikâyede bahsolunan Nemrut arasında
ne kadar benzerlik vardır. İşte, iki gözden mahrum olduğu halde Ce-
nâb-ı Hak ona ne zekâ ve ne akıl ihsan etmiş ki böyle yüksek mevkilere
çıkabilmiştir. Sonra da bütün bunlara rağmen Allah'ı inkâr edebiliyor.
Arada şunu da belirteyim ki, maksadımız o adamı ayıplamak de-
ğil, ilâhî azameti görmek ve göstermektir.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hakkı vardır, derler. Bunu bile unut-
mamak icap ediyor. Ya Allah'ın nimetleri bir fincan kahveye mi ben-
zer?
Şu da var ki yıllarca küfürde kalmış bir kimseyi, Allah isterse bir
anda İslâm ile şereflendirir. Meselâ Medine'de Mehmet Ali nâmında bir
zat vardı. Bir Fransız bahriye makinisti iken ve memleketinde yüz Na-
polyon altını gibi ehemmiyetli bir maaş alırken, İslâm'ın nuru gönlün-
de doğmakla, bir anda çoluğunu çocuğunu ve her türlü rahatını ve alış-
kanlıklarını terkederek Medine'ye gelmiş, yersiz yurtsuz, parasız taşla-
rın toprakların üstünde yatmaya razı olmuştu. Kendisine mektepte
mubassırlık teklif ettiğim zaman kabul etmedi. Huzuruma mâni olur
istemem... Ben istediğim zaman Harem-i Şerifte bulunmak isterim, de-
di. Kendisine: Sen bu vazifeyi kabul et, işlerini ben yaparım... Sen yine
istediğin zaman gelirsin... dedim. Olamaz... Benim için bu da bir kayıt-
332
tır.. Ben Resûhıllâh'a kayıttan âzâde olarak ve her şeyi terkederek gel-
dim, dedi."
- "Dün baktım da yolda birisi kana kana su içiyordu. İç, iç dedim.
Allah'ımın o güzel suyunu iç... Gittiği yer dert görmesin."
Bahçede idik. Fıskiyeden havuza su dökülüyordu. Bir müddet
dinledikten sonra:
- "İşte bu sese hiç doyulmuyor. Bir güzel mûsikî parçasını, kendi-
ni teşkil eden seslere ayırıp mütemadiyen aynı notaları tekrar edecek
olsak, meselâ yalnız: do, do, do... yahut: si, si, si... diye çalsak, zevki ka-
lır mı? Hattâ aynı şarkıyı bir çok defalar tekrar etsek yine zevki olmaz.
Halbuki aynı perde aynı ahenk üzerinde devam eden bu suyun sesin-
den bıkılmıyor, rengi ve kokusu olmayan bu sudan da bıkılmıyor. Çün-
kü onda vahdetin güzelliği var. Saf bir güzellik var. Halbuki bütün
renklerin, koku ve seslerin tekrarından ve devamından bıkılır.
Ben, suyun mahrumiyetini çok gördüğüm için çok da kıymetini bi-
lirim. Hele onun sesini bütün mesamata yayılan bir zevkle dinlememek
mümkün değil..."
- "Zâtın biri: Ey Huda... Bir kul sana nasıl erişir? demiş. Cevap şu
olmuş:
Ne vakit benden onu alıkoyacak bir manii kalmazsa!"
Münîre Hanımefendi:
- Allah'ım bize ne nimetler ve saadetler ihsan etmiş... Maddî
manevî lutuflarıııa nail etmiş. Allah cümlemizi celâlinden muhafaza
buyursun... Hemen lutfuna sığındık! dedi:
- "Yahya (a.s.) Hazret-i isa'ya sormuş: Yâ Isâ! En dehşetli şey ne-
dir? demiş. Hazreti Isâ: Allah'ın gazabıdır! buyurmuş. Ondan nasıl sa-
kınmalı? deyince de: Kendi gazabını terketmekle! cevâbında bulun-
muş."
- "Ehlullahtan birine: Bize bir keramet göstersenize... demişler. O
da: Bu vücûdun bu kadar günahlarıyle beraber şu dünyâda gezip dola-
şabilmesinden büyük keramet olur mu? cevâbını vermiş."
SOHBETLER 333
- "Ehlullahtan birine: İrtihâlinizde cenazenizin önünde âyet oku-
yalım mı? demişler. Âyet ulu şeydir okuyunuz. Lâkin şunu da okuyu-
nuz demiş:
Bugün fiilsiz kûyinde ey şâh
Kemâlinden dileriz şey'en lillâh.
- "Nakşibend Hazretleri seyahate çıkacağı bir sırada kendisine bir
genç intisap etmiş. Seyahatten döndüğü vakit, müritlerinden bâzıları,
bu gencin hâlinde pek bağlılık görmediklerini söylemişler. Nakşibend
Hazretleri genci çağırtarak: Beni hiç rüyanda gördün mü? diye sorun-
ca, genç: Evet bir kere gördüm! cevâbını vermiş. Öyle ise maksat hâsıl
oldu! diyerek, bir kere bile rüyada görmekle himayesine almış olduğu-
nu belirtmek istemiş."
- "Sükût ikidir: Biri dilin, diğeri kalbin sükûtudur. Dilin susması,
mâlâyâniden, hayırsız şeylerden boş ve faydasız sözlerden sükûttur. Bu
hâsıl olur da kalbin sükûtu olmazsa, insanın yalnız günahları azalır.
Kalbin sükûtu ise dünya endîşe ve takıntılarını bırakmaktır.
Hem dilin hem de kalbin sükûtu hâsıl olursa, o kulun sırrı kendini
gösterir ve Cenâb-ı Hak o kimseye tecellî eyler. Çünkü bu hâsıl olunca
vahdet zahir olur.
Eğer ne kalbin ne de lisânın sükûtu olmazsa, o kimsenin vücûdu
şeytanın memleketi olur; şeytan ona hâkim olur.
Ken'an samt ü sükût sana olsun me'vâ dediğimiz samt ü sükût, iş-
te dilin ve kalbin sükûtudur. Bu ikisi hâsıl olursa çaldın düdüğü... Ol-
mazsa yedin kütüğü!"
- "Başlıca üç türlü kalp illeti vardır: Biri haset, bilhassa Allah'ın
sevgililerini kıskanmaktır. Resûlullah Efendimiz: Haset, iyilikleri, ate-
şin odunu yaktığı gibi yakar, buyurur.
İkincisi, ahmaklıktır ki, Hazret-i îsâ: Ben ölüyü bile dirilttim, fa-
kat ahmaktan kaçarım, buyurmuştur. Üçüncüsü mürit de olsa, hakikat
nüktelerini anlayıp idrâke kadir olamamaktır."
334
Münîre Hanımefendi gazetede okunan bir vak'ayı nahoş bularak
Allah'a sığındı:
- "Fenalık ve iyilik telâkkiye göre değişir. Sana fena olan, bir baş-
kasına iyi olabilir. Dur sana bir hikâye söyleyeyim:
Şeyh Sadreddîn Hazretleri yolda giderken birkaç gencin cirit oy-
namakla meşgul olduklarını görmüş. Bunların içinden bir delikanlıyı
işaretle müritlerine: Şu güzel yüzlü gencin hidâyete erişmesi için duâ
edelim buyurmuş.
Böylece de Şeyh Hazretleri duâ etmiş. Müritler âmin demişler ve o
gece Yahya ismindeki delikanlı, rüyasında kendini Sadreddîn Hazretle-
ri'nin huzurunda görmüş, bu suretle de gelerek intisap etmiş.
Lâkin genç müridin babası Bahâeddîn, oğlunun bu alâkasını hoş
görmeyerek mâni olma yolunda elinden gelen aksiliği yapmaya başla-
mış. Günün birinde genç Derviş Yahya, yatsı namazını vaktinde edâ
edememiş olduğu için gece yarısı kalkıp kılarken iki ayağı birden tut-
maz olmuş. Hal bu merkezde iken yine bir gün evin bacasından içeri gi-
ren Şeyh Sadreddîn müridinin ayaklarını sıvazlamış ve genç Yahya da
iyileşmiş. Fakat bu hâli gören bir câriye, gidip hâdiseyi Bahâeddîn'e
haber vermiş. Fevkalâde öfkelenen baba da oğlunun yanına gelip: Se-
nin şeyh diye intisap ettiğin Sadreddîn, Resûlullâh'ın emri hilâfına ha-
reket ediyor. Resûlullah Efendimiz: Evlere kapılarından giriniz, diye
buyurmuyor mu? deyince Yahya: Ne yapsın... Yol, dikenler içinde! diye
cevap vermiş. Bu defa Bahâeddîn: Yolda diken falan ne gezer... deyince,
oğlu: Senin inkârın dikenleriyle dolu! karşılığını vermiş.
İşte bu sözü işiten Bahâeddîn'e bir vecid hâli gelmiş ve Hazret-i
Sadreddîn'e kendisinin de intisabı hususunda şefaat etmesi için ricada
bulunmaya başlamış.
Şeyh Sadreddîn bu ricayı kabul etmiş, fakat bir sene müddetle oğ-
lunun kunduralarını çevirmesini şart koymuş. Gerçekten de Bahâeddîn
bir sene bu vazifeyi yaptıktan sonra bu defa da oğluna, babasının kun-
duralarını çevirmesini emretmiş."
- "Sana bir hikâye daha söyleyeyim Münîre Hanım! Bir gün Yah-
ya Hazretlerinin huzuruna bir kimse gelerek: Ah Efendim berâtımı
kaybettim diye üzüntüsünü bildirmiş. Yahya Hazretleri de sanki bu
sözleri duymamış gibi: Al şu akçeyi ve bununla helva al, pek severim,
SOHBETLER 335
demiş. Adamcağız gidip helvayı almış ve Şeyh Yahya'ya uzatmış. Şeyh
Hazretleri helvanın sarılı olduğu kâğıdı işaret ederek: Kâğıdı aç bak!
buyurmuş. O kimse kâğıdı açınca, bunun, aradığı berâtı olduğunu gör-
müş. O zaman Şeyh Yahya: Bu helvayı da götür, karşıdaki arsada oy-
nayan çocuklara dağıt! buyurmuş."
- "Yahya Hazretleri bir gün müritleriyle beraber muhteşem bir zi-
yafete davet olunmuş. Besmele çekip bir kaşık çorba içtikten sonra ir-
fan ve hikmet bahisleri açılarak, elinde kaşık olduğu halde yemeğin so-
nuna kadar sohbet devam etmiş. Bu arada herkes yemeğini yemiş oldu-
ğundan, kendisi de: Elhamdülillah.... deyip elinden kaşığı bırakmış.
Fakat müritleri üzülerek: Efendim, biz yedik, ama siz yemediniz... de-
yince, Lokman Hekim bir hokka macunun kokusuyla aylarca gıdâ-
lanmış... Bana bir kaşık muhteşem yemek kâfi değil mi? cevâbında bu-
lunmuş."
- "Bir gün Şeyh Sadreddîn'in taşkın dervişlerinden biri semâ' edi-
yormuş. Şeyh Sadreddîn'e bakarak: Mağrur olma... Senin bu güzelliğin
benim aşkımdandır! demiş. Hazret de ona: Ne tuhaf! Bir baba, evlâdını
kollarıyle yukarı kaldırdığı vakit, o oğul kendini babasından büyük far-
zeder. Fakat baba bırakıverirse düşüp parça parça olur, karşılığını ver-
miş.
Şeyh Hazretlerinin bu cevâbını alan derviş bir ishale tutularak üç
gün içinde ölüp gitmiş."
- "Şeyh Osman Hazretleri henüz derviş olmadan evvel kendisine
bir cezbe gelir. Bu hal esnasında gökte beş tane kuş görür. Kuşun bir
tanesi kendisine der ki: Her şeyin hazîneleri Allah'ın indindedir ve icap
ettiği, lüzum gördüğü kadarını gönderir 1 .
ikinci kuş: Yâ Rabbî, sen her şeyi îcap ettiği yaratılış üzre halket-
tin ve o halkettiğin kimselere de o icâba göre hidâyet ettin. Yâni o
vazifeyi yapmaya yol gösterdin 2 .
Üçüncü kuş: Ey ulu Allah'ım, sen peygamberleri insanlara, bütün
1- Bkz. Hicr sûresi, 21. âyet.
2- Bkz. Tâhâ sûresi, 50. âyet.
336
yaratılmışlara delil olarak gönderdin. Resûlullâh'ı ise hepsine üstün
kıldın.
Dördüncü kuş: Ey Allah'tan gafil olanlar, uyanın, koşun Allah'a 1 ...
Cenâb-ı Hak size bol ihsanlarda bulunur ve günahlarınızı affeder 2 .
Beşinci kuş da, Münîre Hanım... Dünyâda Allah ve Resûlullah için
olandan mâada, iş olsun, söz olsun, amel olsun, her ne varsa bâtıldır,
der.
Şeyh Osman Hazretleri uyanınca, gidip bir şeyhe intisap etmem
lâzım! diye yola çıkar ve giderken de bir zâta tesadüf eder. Olacak bu
ya Münîre Hanım... Bu zat kendisine: Merhaba yâ Osman! der. Şeyh
Osman Hazretleri şaşırarak: Ay sen benim ismimi nerden biliyorsun?
diye sorunca bu zat: Ben dün Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin mecli-
sinde idim. Buyurdular ki: Yâ Hızır, Allah'ımın Osman isminde bir ku-
luna cezbe ihsan olundu ve Cenâb-ı Hak onu kendine kuş dilleriyle
davet etti... Git bu kulu bana ilet... ve Şeyh Osman'a: Haydi gözlerini
kapa... der, Şeyh Osman da gözlerini kapayınca kendini Bağdat'ta bu-
lur. Hızır da kaybolur.
Abdülkâdir Hazretleri ise Şeyh Osman'ı: Allah'ımın kuş dilleriyle
davet ettiği Osman! diye kabul eder ve müritleri arasına alır."
- "Bir gün Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin, yârânı ile sohbette
iken: Şimdi Beytü'l-Mukaddes'ten, tövbe etmek üzere bir müridim gel-
di, demesi üzerine mecliste bulunan kimselerden biri: Kudüs'den bir
lahzada buraya gelebilen bir kimsenin şeyhe ve tövbeye ne ihtiyâcı var-
dır? deyince Abdülkâdir Hazretleri de: Ona bir daha böyle uçmaktan
tövbe ettirdim. Şeyhe ihtiyaç da, Allah'a delil olması içindir, cevâbını
vermiştir."
- "Adamın biri, Şeyh Hammâd nâmındaki bir zâta giderek: Bu se-
ne Mekke'ye gitmek arzusundayım. Yedi yüz lira da param var. Bu
suretle hem ziyaret hem ticâret etmek istiyorum, ne dersiniz? diye so-
rar. Şeyh Hammâd: Bu sene giderseniz haramiler kafileleri soyacak,
bir çok kimse katledilecek bu meyanda siz de öldürüleceksiniz. Onun
için bu sene gitmeseniz iyi edersiniz, der.
1- Bkz. Zâriyât sûresi, 50. âyet.
2- Bkz. Zümer sûresi, 53. âyet.
SOHBETLER 337
Bu cevâbı alarak Şeyh Hammâd'ın yanından dönerken yolda Ab-
dülkâdir Geylânî Hazretleri'ne tesadüf eder. Kendisine, nereden geldi-
ğini sorması üzerine: Hacca gitmek üzere Şeyh Hammâd'dan müsâade
istemiş, fakat hazretin şu şu sebeplerden dolayı menfî cevap vermiş ol-
duğunu söyler. O zaman Abdülkâdir Hazretleri: Mademki niyet etmiş-
sin git... Ben seni himaye ederim, buyurur. Adamcağız da bu söz üzeri-
ne kalkar gider. Yolculuk esnasında defi hacet için kafileden uzaklaşır,
esasen mola zamanı da olduğundan kumların üstüne yatarak uykuya
dalar. Rüyasında kafileyi soyarlar ve kendisini de vururlar. Uyanıp da
arkadaşlarının yanına gittiği zaman, bakar ki gerçekten kafile hem so-
yulmuş hem de pek çok kimseler öldürülmüş...
Memleketine avdette, Şeyh Hammâd'a mı gideyim, yoksa Abdül-
kâdir'e mi gideyim, diye düşünürken, Şeyh Hammâd'a tesadüf eder.
Kendisine: Abdülkâdir'e git... zamanın sahibi odur. Seni ölümden o
kurtardı, o himaye etti, der.''
- "Her ay, doğmadan evvel Abdülkâdir Hazretleri'ne insan
suretinde gelirmiş. Meselâ Recep ayı: Ben, güzellikler, hayırlar ve bol-
luklar ile geldim, emrinizi bekliyorum... dermiş.
Hayır ve iyilikler ile dolu olan aylar hep güzel yüz ile gelirlermiş.
Bâzan da çirkin çehre ile gelen aylar olur ve: Bu ay kıtlık olacak, hasta-
lık, ölüm olacak! diye hâli arz eyler ve öyle doğarmış.
Bir Ramazan ayı doğmazdan evvel vakarla gelmiş: Özür dilerim
yâ Abdülkâdir... Bu ay içinde siz, Cenâb-ı Hakk'ın hakkınızda takdir
etmiş olduğunu bulacaksınız! demiş."
- "Bir gün Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin müritlerinden iki ih-
van birbirleriyle konuşuyorlarmış. Biri diğerine: Sen Hazret-i Pîr'e inti-
sap ettikten bu yana ne gibi fazilete mâlik oldun? diye sormuş. O da ce-
vap olarak: Dile benden ne dilersin? demiş. Bunun üzerine ihvanı:
Cenâb-ı Hakk'ın beni cehenneminde yakmayacağına dâir bu dünyâda
berâtımı isterim, demiş.
Tam bu sırada gökyüzünden yazısız bir kâğıt düşmüş. Bu kâğıdı
alarak Hazret-i Pîr'e götürmüşler. Hazret kâğıda baktıktan sonra sec-
deye vararak: Yâ Rabbî sana çok şükürler... Ashabımın cehennemde
yanmayacağına dâir âhiretten evvel dünyâda iken berâtını veriyorsun,
buyurmuş. O iki zat Abdülkâdir Hazretleri'ne: Efendim bu kâğıdın üs-
338
tünde hiçbir yazı yok... Berat olduğu nerden belli? demişler. Hazret-i
Pîr cevaben: Cenâb-ı Hak kara yazı yazmaz, nuru ile yazar, buyur-
muş."
- "Abdülkâdir Hazretleri bir gün camide vaaz ederken müritlerin-
den birinde fevkalâde şiddetli bir defi hacet ihtiyâcı hâsıl olmuş. Hu-
zurdan ve kalabalık olan cemâatin arasından kalksa, bunun kendisi
için çok utanılacak bir şey olduğunu düşünerek, olduğu yerde kıvranır-
ken, nazarlarıyle Hazret-i Pîr'e ilticaya başlamış. Bu sırada hazret,
minberden bir adım inmiş ve minberin altından da bir baş peyda ol-
muş. Bir adım daha inmiş, bu sefer başın omuzları da çıkmış. Bir adım
daha atınca, Abdülkâdir Hazretlerinin heyetinde bir zat zuhur ederek
gelmiş ve kendisinin başına bir mendil örtmüş. Bu anda adamcağız
kendini, içinden geniş bir nehir akan büyük bir sahrada bulmuş. He-
men cübbesini ağaca asmış ve defi hacet ettikten sonra da nehirden
abdestini alarak iki rekat namaz kılmış.
Az evvel başına mendil örten zat, örtüyü çekince, kendini yine
camide bulmuş. Şöyle üstüne başına bakınca, kollarının henüz yaş ol-
duğunu, cübbesinin de arkasında bulunmadığını görmüş.
Bu vakadan bir müddet sonra kendisine bir seyahat îcap etmiş.
On dört günlük bir yolculuktan sonra, içinden nehir akan bir sahraya
gelmiş. Vardığı bu sahrayı tanıyarak: Abdest aldığım yer işte burası...
diye düşünmekte iken ağaçta asılı duran cübbesini görüp almış.
Dönüşünde bu vakayı Hazret-i Pîr'e naklettiği vakit: Bunu, ben
hayatta bulundukça kimseye söyleme, buyurmuş."
- "Abdülkâdir Geylânî Hazretleri müritleriyle beraber giderken
bir mevkide Şeyh Hammâd'm kabri önünde durmuş. Ashabı, kendisi-
nin burada uzun müddet durması karşısında, bu bekleyişin sebebini
sormuşlar. O zaman Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şu cevâbı vermiş:
Bir gün Şeyh Hammâd ve arkadaşları ile beraber gidiyorduk. Ben ne-
hir kenarından geçerken Hammâd beni suya itti. Islandım. Hava da so-
ğuktu. Üşüdüm. Cübbemi sıktım. Yine beraber yolumuza devam ettik.
Hammâd: Seni imtihan için bunu yaptım. Çok metin imişsin, dedi.
Hammâd, şimdi mezarında idi. Üzerinde mücevherlerle süslü bir
hil'at, başında yine mücevherli bir taç, ayağında da süslü nalınlar var-
dı. Yalnız sağ eli hareketsizdi. Bana: Yâ Abdülkâdir, bu sana karşı yap-
SOHBETLER 339
mış olduğum küstahlıktandır, duâ et! dedi. Ben de, elli dört bin evliya-
nın iştirakiyle duâ ettim. Allah kuvvetini ihsan etti. Elinin kuvveti
iade olunduktan sonra da benimle sağ elini kullanarak musâfaha
etti, selâmlaştı."
- "Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin huzurunda biri oturuyor-
muş. Cebinde bir kitap varmış. Nedir o cebindeki? diye sormuşlar. Fel-
sefe kitabı! diye cevap vermiş. Bâtıldır, eve gittiğin vakit onu yıka! bu-
yurmuş. Adamcağız ise içinden: Eve gittiğim zaman bırakırım bir daha
getirmem. Ben bundan istifâde ettim! demiş.
Bunun üzerine Hazret: Versene o kitabı! buyurmuş ve eliyle sıvaz-
layınca kitabın sahifeleri bembeyaz olmuş. O vakit bu kimseye: İçin
başka dısm başka olmaktan tövbe ettin mi? buyurmuş."
- "Ebû İshak Hazretleri buyurur ki: Benden bahseden kimseler
evliyâullahtır. Çünkü benden iki türlü bahsedeceklerdir. Ya iyilik ve
hayır cihetiyle veya kötülük ve düşmanlık cihetiyle. Hayır ve iyilik ci-
hetiyle yâd edenlerin kendileri de bu sıfatlar ile sıfatlanmamış olsalar,
bu türlü bahsedemezler. Düşmanlık ve kötülük cihetiyle bahsedenlere
de Allah keşf ve keramet ihsan etmiştir ki beni tanımışlar."
- "Hazret-i Muhiddîn, Hicrî 560 senesinde Endülüs'ün Mürsiye
şehrinde dünyâya gelmiştir. Kendisi zindanda vefat ettiği için kabri
malûm değildi. Bu hâle evvelden işaret ederek kitabının başında: Sin,
Şin'e girdiği vakit Muhiddîn'in kabri aşikâr olacaktır 1 , diye buyurmuş-
tur.
Hazret-i Muhiddîn'i küfr ile suçlamalarının başlıca üç sebebi var-
dır: Biri, kendisine: Hangi mezheptensin? diye sorulduğu vakit, hiçbir
mezhepten değilim, Muhammedi'yim! buyurmuş olmasıdır. Yâni bu sö-
züyle, mezhepler şek ve şüphe üzerine bina olunmuştur. Ben ise doğru-
dan doğruya Resûlullah'tan alıyorum, demek istemiştir.
İnsan, bilmediği yâni câhili olduğu şeyi inkâr ettiğinden bu sözün-
den dolayı Hazret-i Muhiddîn'i küfürle suçladılar.
1- İzâ dahale's-sîn fi'ş-şîn zahara kabrü Muhyiddîn
340
İkincisi, ey ulu Allah, o beni görür ben onu görmem, ben onu görü-
rüm, o beni görmez 2 , sözüdür.
Üçüncüsü de vahdet-i vücûdu kabul ve müdâfaa eylemesidir ki iş-
te başlıca bu üç husus tekfir edilmesine yâni küfürle suçlanmasına se-
bep olmuştur.
Hazret-i Muhiddîn, Endülüs'ten Şam'a hareket edeceği zaman:
Cenâb-ı Hak bana dünya ve âhirette neler olup biteceğini göstermeden
denize çıkmayayım, diye ahdetmiş, Allah da kendisine her şeyi göster-
mişti.
Bir gün Şam'da iken kendisini bir yere götürmüşler ve:
Hükümdarın kızı hastadır, bu kızın millete çok iyilikleri vardır, nazar
buyursanız... demişler. Kız, ölüm hâlinde imiş. Muhiddîn Hazretleri
nazar buyurduktan sonra gözlerini açmış ve Hazret-i Muhiddîn'i hür-
metle selâmlamış, böylece de yavaş yavaş iyileşmiş.
Hâdise karşısında Hazret-i Muhiddîn buyurmuş ki: Azrail Aley-
hisselâm bu kızı götürecekti. Fakat kendisinin çok iyilikleri ve etrafına
türlü faydaları olduğu için, onun yerine kendi kızımı vereyim, dedim.
Çünkü gelince bir şey götürmeden gitmek âdeti değildir.
Sonra kızıma dedim ki: Evlâtlarımın içinde en sevgili sensin. Fa-
kat bir hükümdar kızı kadar millete faydan dokunamaz. Bu sebeple de
onun yerine seni veriyorum. Babasının teklifini memnuniyetle kabul
eden kız, o anda ruhunu teslim etmiş."
- "Şeyh Ebü'l-Abbas bir gün yanında arkadaşları olduğu halde gi-
derken, icâbında çocuğuna abdest bozdurmak için bir şişe satın almış.
Fakat yolda su ve şerbet içmek isteyenler olunca yanlarında başka kap
olmadığı için onu kullanmak mecburiyetinde kalmış. O zaman şişe, hal
veya kâl lisânı ile sizin gibi Allah'ın sevgililerine hizmet ettikten sonra
ben idrar kabı olamam, demiş ve çatlamış.
Ebü'l-Abbas, hâdiseyi Hazret-i Muhiddîn'e anlatmış. Hazret de
buyurmuş ki: O, öyle demek istememiş. Demek istemiş ki: İçine Cenâb-ı
Hakk'ın marifeti dolan bir kalbe artık ondan gayri bir şey giremez ve o
kalp Allah'ın yasakladığı şeyleri taşıyamaz. Kırılmasıyle de, Cenâb-ı
Hakk'ın heybeti huzurunda insanın böyle acizden kırılması lâzım geldi-
ğini göstermek istemiş, buyurmuş."
Nitekim Birinci Sultan Selîm Şam'ı aldığı zaman Hz. Muhiddîn'in kabrini meydana
çıkarmıştır.
2- Yâ men verânî ve lâ erâhu
SOHBETLER 341
- "Münîre Hanımefendi! Bir gün Tûnisî Hazretleri yolda gidiyor-
muş. Karşıdan da Telbisan hükümdarı büyük bir debdebe içinde ve üs-
tünde son derece kıymetli bir elbise olduğu halde geçiyormuş. Maiyeti,
hükümdara: Abdullah Tûnisî geliyor... demişler. İyi ki söylediniz...
Kendisine sorulacak bir suâlim var! diyerek atından inmiş ve hazreti
selâmladıktan sonra: Benim bu ziynetli ve ihtişamlı elbise ile namaz
kılmam caiz midir? diye sormuş.
Hazret, kahkaha ile gülerek: Ne tuhaf bir sual! buyurmuş. Bir kö-
pek, murdar bir leşe atılmış, üstü başı kan ve pislik içinde kalmış, son-
ra idrarını yapacağı vakit, aman bu kirden bana bir damla sıçramasın,
diye ayağını kaldırmış.
Sana gelince, karnın haram, zulüm ve kul hakkı ile dolu bulunu-
yor. Bütün bu kirleri görmeyip, süslü ve ihtişamlı elbise ile namaz kılı-
nıp kılınmayacağım sormak ne abestir!
Bu îkâz üzerine hükümdar, Hazret'in ayaklarına kapanarak salta-
nattan vaz geçer ve dergâhta hizmete girer.
Aradan üç gün geçtikten sonra Yahya İbni Yiân nâmındaki bu zâtı
Tûnisî Hazretleri çağırarak: Misafirlik üç gün olur. Bu ipi al, git iki sa-
atlik ormandan odun getir... Kendin için lâzım olanı ayırdıktan sonra
geri kalanı fukaraya dağıt! buyurur.
Yahya İbni Yiân, uzun zaman bu vazifesinde devam eder. Abdul-
lah Tûnisî Hazretleri kendisinden duâ isteyenlere: Yahya İbni Yiân'dan
duâ talep ediniz, çünkü o, saltanattan bu fakre erişti. Belki ben o salta-
natta olsaydım fakrı bulamazdım, buyururdu."
- "Şâzelî Hazretleri ilk zamanlarında bir gün sahraya çıkmış otu-
ruyormuş. Bir set üzerinde uyumuş. Etrafını bütün vahşî hayvanlar ta-
vaf ediyormuş. Bu manzara karşısında kendi kendine: Cenâb-ı Hak'la
bize ünsiyet ve yakınlık hâsıl oldu. Bu, o makamın hâlidir, diye düşün-
müş. Ertesi gün bir dere kenarından geçerken Şâzelî Hazretlerini gö-
ren bıldırcınlar uçuşuvermişler. Hattâ Hazret, beklemediği bu ânî ka-
çışla ürkmüş. O vakit bir ses duymuş: Bunda şaşıp korkacak bir şey
yok.. Dün bizimle idin. Şimdi ise kendinlesin."
342
- "Şâzelî Hazretleri bir gün Hamza Hazretlerini ziyarete giderken
yolda birisine rastgelmiş, beraberce Hamza Hazretlerinin yanına var-
mışlar. Şâzelî Hazretleri yanındakine: Bu zat, abdaldan biridir ve bu
zaman da, duâmn kabul olduğu bir zamandır, haydi duâ edelim, demiş.
Adamcağız, Şâzelî Hazretlerinden bu sözü işitince: Yâ Rabbî bana
günde bir dinar nafaka ihsan et! diye duâ etmiş. Şâzelî Hazretleri de:
Yâ Rabbî bana dünyâda da âhirette de af ve afiyet ihsan et! niyazında
bulunmuş.
Oradan çıkıp tekrar yola koyulduklarında bir zatla karşılaşmışlar.
Ve o, Şâzelî Hazretlerinin yanında bulunan kimseye: Duanın Allah in-
dinde kabul olunduğu bir zamanı bir dinara sattın, demiş."
- "Şâzelî Hazretleri birisiyle mağarada oturuyormuş. Haydi, de-
miş, Allâhımızm vuslatını talep edelim... ola ki yarın kapılar açılır.
Ertesi gün mağaradan içeri bir zat girmiş ve: Bu nasıl velayet yâ
Şâzelî? Yarın ile kayıtlanacağına Allah'a tapsan a... demiş. Şâzelî Haz-
retleri de bu sözü duymakla tövbekar olmuş."
- "Şâzelî Hazretleri bir gece uykuda iken Resûlullah Efendimizi
görür. Resûlullah kendisine der ki: Yâ Şâzelî elbiseni çirkeften temizle.
Tâ ki her nefeste Allah'ın ihsan ve desteği senin ile olsun.
Yâ Resûlallah, nasıl elbise deyince, buyurulur ki: Allah sana beş
hil'at vermiştir. Bunların birincisi, muhabbet hil'ati, ikincisi tevhîd
hil'ati, üçüncüsü marifet, dördüncüsü îman, beşincisi İslâm'dır.
Allah'ı anlayan ve sevenin her şeyi kolay olur.
Allah'ı anlayanın nazarında hiçbir şey kalmaz.
Allah'ı birliğiyle bilenler ona şirk koşmazlar.
Allah'a îman edenler, her şeyden emîn olurlar.
İslâm olanlar Allah'a âsî olmazlar. Âsî olsalar da özür dilerler ve
özürleri kabul olunur."
- "Bir gün Şâzelî Hazretleri bir mağarada oturmakta iken: Yâ
Rabbî sana nasıl şükredeyim? demiş. Buyurulmuş ki: Herkesten ziyâde
sana nîmet verdiğimi bildiğin vakit bana şükretmiş olursun.
Aman Yâ Rabbî bu nasıl olur? Aşikâr ki enbiyâya da, ulemâya da,
SOHBETLER 343
ümerâya da benden ziyâde nîmet vermiş bulunuyorsun.
Cevap olarak şöyle buyurulur: Enbiyâya o nimeti vermeseydim,
sen Hakk'ın yolunu nasıl bulurdun? Ulemâya o nimeti vermeseydim
sen onlara nasıl uyabilirdin? Emirlere o nimeti vermeseydim, malın-
dan, canından nasıl emin olabilirdin? Binâenaleyh o nimetleri de sana
verdim demek oluyor."
- "Şâzelî Hazretlerinden duâ istendiği vakit: Allah senin için ol-
sun! diye duâ buyururdu. Bu duâ, bütün istekleri içine alır. Fakat,
onun, seninle olması için senin onunla olman lâzım gelir. Çünkü kim ki
Allah'la ise Allah da onunladır 1 ."
- "Şâzelî Hazretleri ilk devirlerinde, ehlullahtan bir zâtın dağ ba-
şında yaşamakta olduğunu duyarak, ziyaret maksadıyle bulunduğu ye-
re gitmiş. Fakat geç olduğu için içeri girmeyip mağaranın kapısında
yatmayı münâsip görmüş. Gece içeriden Hazret'in sesini işitmiş: Yâ
Rabbî, birçok kimseler halkın kendilerine hayran olmasını ve bağlan-
masını istiyorlar. Halbuki insanların benim hakkımda kötü davranışlı,
çetin ve haşin olmalarını niyaz ediyorum. Tâ ki senden başka sığınaca-
ğım yer olmasın."
- "Şâzelî Hazretleri ilk zamanlarında seksen üç gün oruç tutmuş,
aç kalmış, içinden: Elbet bu hâlim Allah indinde makbul olmuştur, di-
ye düşünmüş.
Dağda gezerken bir mağaradan çok güzel, nur yüzlü ve müstesna
bir kadın zuhur ederek: Altı aydır açım. Fakat amelimle Allah'a hiç
nazlanmadım. Adamın biri seksen üç gün aç kalmakla amelini önüne
koyuyor, demiş."
- "Kırklar kaç erdir? diye zâtın birine sormuşlar. Kırk nüfustur,
demiş. Niçin er demediniz de nüfus dediniz? diye tekrar sorunca: İçle-
rinde kadın da vardır da onun için... buyurmuş.
1- Men kâne lillâhi kân Allâhu lehû.
344
Kadının fazileti, sırasında erkeğinkinden fazla olduğuna şüphe
yoktur."
- "Râbia Adeviye Hazretleri, sahâbe-i kiramdan Süfyân-ı Sevrî ile
dâima görüşürlerdi. Bir gün Süfyân-ı Sevrî Râbia Adeviye Hazretle-
ri'ne gelerek: Yâ Rabbî bana selâmet ihsan eyle... diye duâ etti. Bu duâ
üzerine Hazret-i Adeviye ağladı.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri: Niçin ağlıyorsun yâ Adeviye? diye so-
runca, beni sen ağlattın. Dünya için selâmet talep ediyorsun da... Dün-
ya için selâmet onu terketmektir. İşte bunun için ağladım, buyurmuş-
tur."
- "Yine bir gün Süfyân-ı Sevrî Hazretleri: Ah ne mahzunum, ne
gamdayım! demiş. Râbia Hazretleri de: Yalan söylüyorsun, doğru söyle-
miyorsun. Çünkü hüzün ve gamda olsan, dünyâdan zevk almazdın.
Dünyâdan zevk alman, mahzun ve gamlı olmamana işarettir. Benim
gamım ise kederli olduğumdan dolayı değil, kedersiz olduğumdan dola-
yıdır, buyurmuştur."
- "Râbia Adeviye Hazretleri: Her şeyin semeresi vardır; marifetin
semeresi ise yüzünü Allah'a döndürmektir, buyururlardı."
- "Bir zamanlar Bağdat'ta hiç yağmur yağmamış. Hazret-i Abdül-
kâdir'in bir Hak âşıkı halası varmış. Ahâli gelmiş, kendisinden rica et-
mişler. O da bu yalvarışlara dayanamamış: Yâ Rabbî, demiş. Süpürge
süpürdüm, sen de sula! Derhal yağmur başlamış, hattâ seller olmuş."
- "Fatma-i Nişâbûriye nâmında bir sultan hâtûn varmış. Seriyy-i
Sakatî ve Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriyle tanışır ve görüşürlermiş.
Bir gün Zünnûn-ı Mısrî'ye bir hediye göndermiş. Zünnun,
hâtûndan hediye almak küçüklüktür diye kabul etmemiş.
Buna karşı Fatma-i Nişâbûriye: Dünyâda ulu sûfî o kimsedir ki
SOHBETLER 345
ortada sebep görmeye... cevâbında bulunmuş.
Bu hâtûn hakkında fikri sorulan Bâyezîd-i Bistâmî: Onun Kur'-
ân-ı Kerîm hakkında verdiği tefsir hayretimi mucip oluyor. Ulu bir sul-
tandır, buyurmuştur.
Fatma-i Nişâbûriye: Men etallâhe bikalbin selîm âyet-i
kerîmesini, ancak kalb-i selîm ile Cenâb-ı Hakka ulaşmak ve kalbinde
ondan başka bir şey olmamaktır, diye tefsir edermiş.
Yine Bâyezîd ondan rivayet ederek diyor ki: Fatma demiştir ki:
Allah'ı müşahede etmek üzere amel etmeyen kimseler, her meydanda
yürür ve her lisan ile konuşurlar. Fakat Allah'ı müşahede etmek üzere
amel edenlerin dilleri tutulur, söylemez olur ve her an Cenâb-ı Hak'tan
haya ederler.
Yine ondan rivayet ederek diyor ki: Allah'ı müşahede etmek üzere
amel eden kimseler ariftir. Allah'ın kendilerini gördüğünü bilerek amel
eden kimseler ise muhlistir."
- "Seriyy-i Sakatî'nin bir kadın talebesi vardı. Bu sultan kadının
çocuğunu bir gün hocası gezmeye götürür. Fakat çocuk oynarken dere-
ye düşerek boğulur. Hoca, Seriyy-i Sakatî'ye hâdiseyi haber verir. Haz-
ret de talebesine vakayı birdenbire söylemek istemez. Cenâb-ı Hakk'ın
kazasına rızâ ve sabırdan söz açar. Kadın kuşkulanır ve bu bahsin açıl-
masının bir sebebe dayandığını söyleyince Seriyy-i Sakatî de vakayı
anlatır.
Fakat meseleyi öğrenen kadın: Hayır, benim çocuğum boğulma-
mıştır, haydi gidelim, bana yerini gösterin! diyerek dere kenarına gi-
derler. Kadın çocuğun ismiyle: Mehmet, Mehmet! diye bağırır. Çocuk
ses verir ve kadın elini uzatıp çocuğu sudan çıkarır. Sonra yanındakile-
re: Gördünüz mü, ben size çocuğum boğulmamıştır, demedim mi?
Allah'ım benim hakkımda yaptığını bana söylemeden hiç yapmamıştır.
Bunu haber vermediği için boğulmadığını anladım, der."
- "Hacı Bayram Velî Hazretlerinin şeyhi, Şeyh Hâmid Hazretle-
ri'dir. Bu zat, zahir ve bâtın ilimlerini kendinde toplamış bir sultandır.
Bir gün müritlerinden biri, biri kendisine diğeri de Şeyh Hâmid Haz-
retleri'ne âit olmak üzere iki tarla ayırmış. Fakat işe bakın ki şeyhin
tarlasında o sene hiç mahsul olmamış. Müridin tarlasında ise pek çok.
346
Mahsul zamanı mürit, şeyhini tarlalara götürmüş. Şeyhi: Hangisi
benim, hangisi senin? buyurunca, mürit, mahsullüyü yâni kendi tarla-
sını şeyhininki olarak göstermiş.
O zaman Şeyh Hazretleri: Allah Allah... şimdiye kadar hiç hatırla-
mıyorum ki Allah'ım bana böyle dünyalık versin... Bu acaba hangi
hatâmın cezasıdır? buyurmuş."
- "Ak Şemseddîn Hazretleri Hacı Bayram Velînin halîfesidir.
Bayram Velî Hazretleri nefsini kırmak için zaman zaman müritle-
riyle şakalaşırdı. Bu hal ise Ak Şemseddîn Hazretlerinin hoşuna git-
mezdi. Bu târihlerde de Zeynel Hâfî Hazretlerinin nâmı şöhret bul-
muştu. Ak Şemseddîn Hazretleri içindeki kırıklık dolayısıyle Bayram
Velî Hazretlerinin yanından ayrılarak yollara düştü ve günlerce yürü-
dükten sonra Halep'e geldi. Fakat o gece rüyasında kendisini Anka-
ra'da ve boynunda da bir zincir olduğu halde Bayram Velî Hazretle-
ri'nin kapısında gördü. İşaret açıktı. Hemen ertesi gün Ankara'ya hare-
ket etti. Şehre vâsıl olup Hazret'in huzuruna vardığında, Bayram Velî
Hazretleri dervişlerine yoğurt ve buğdaylı ekmekten mürekkep güzel
bir yemek çıkarmış, dervişler de öbek öbek oturmuş yiyiyorlarmış. Aynı
zamanda köpekler için de ayrı bir sofra hazırlanmış.
Ak Şemseddîn Hazretleri huzura girdiği zaman şeyhinden hiçbir
iltifat göremeyince doğruca gidip köpeklerin sofrasına oturarak yemek
yemeye başlamış. Bu sırada Bayram Velî Hazretleri içeri girerek man-
zarayı görünce: Gel beri be köse... Beni çabuk avladın! buyurmuş."
- "İbrahim Edhem Hazretleri adamcağızın birine: Ehlullahtan bir
velî olmak ister misin? diye sormuş ve: İsterim cevâbını almış. Öyle ise,
buyurmuş, dünyâdan da âhiretten de arzu ve rağbetini kes. Çünkü
dünya ve âhiret arzusunda bulunmak, Hak'tan baş çekmektir. Kendini
muhabbet için hazırla. Yâni kalbindeki her muhabbeti Allah'ın muhab-
beti için boşalt. Yalnız Allah'ın muhabbet ve aşkı için yer bırak ve
Hakka teveccüh et ki hakîkî kıble budur. Nasıl ki erlerin baş tacı olan
Râbia Adeviye Hazretleri: Yâ Rabbî, ben senin cehenneminden korktu-
ğum veya cennetini talep ettiğim için sana ibâdet ve kulluk etmedim.
Kulluğum, ancak cemâlin içindir, diye buyurur."
SOHBETLER 347
- "Şeyh Sâdî-i Sahavî Hazretleri, bindiği atı bir gün dereden geçir-
mek istedi. At bir türlü geçmedi. Suyu bulandınn, dedi. Bulandırdılar
ve at dereyi geçti.
Demek oluyor ki, insan da kendini gördükçe, Hak yolunu geçemez
ve vücut kaydından azat olmadıkça maksûda eremezmiş."
- "Bir gün balıklar toplanarak demişler ki: Su, su... dedikleri bir
şey varmış. Yalnız ismini işitiyoruz, kendini göremiyoruz. İçlerinden
biri demiş ki: Falan denizde herşeyi bilen bir balık vardır. Gidelim de
ona soralım... Olsa olsa müşkülümüzü o halleder.
Gidip dertlerini anlatmışlar ve: Su nerededir, bize göster! demiş-
ler. Hazret de: Suyun olmadığı yeri siz bana gösterin! cevâbında bulun-
muş.
Bunun gibi, her bir zerreyi nurun nuru olan Cenâb-ı Hakk'ın nuru
ihata etmiş, her şey onun vücûdundan zuhur etmiş ve ona yakın olmuş-
tur. Nasıl ki Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîmde: Sana benden soranlara
de ki: Ben onların yakınındayım 1 .
Adamcağızın biri rüyasında Cenâb-ı Hakk'ı görmüş, koşmuş elleri-
ne yapışmış: Senin elinden başka bir el bilmiyorum! demiş. Uyanınca
kendi elini tuttuğunu görmüş.
Adamcağızın biri de karşısında kendisine hücum eden bir eşeği
görmüş kulaklarını yakalamış. Uyandığı vakit kendi kulaklarını tuttu-
ğunu görmüş.
Bir sûfî ile kelâmcının biri konuşuyorlarmış. Kelâmcı demiş ki:
Yakınırım o Allah'tan ki köpek ve kediden zuhur eder. Sûfî de demiş ki:
Ben de yakınırım o Allah'tan ki köpek ve kediden de zuhur etmez.
Bunlar birbirlerini bu suretle tekzip ederlerken arifin biri onların
hallerinden haberdar olur ve der ki: Sen de haklısın, o da haklıdır.
Çünkü köpek ve kedi en değersiz hayvanlardan olmak hasebiyle, biri-
niz böyle kıymetsiz hayvanlardan Cenâb-ı Hakk'ın zuhurunu Hakk'a
bir noksan addettiği için haklıdır. Diğeriniz ise, her şeyde Hakkı gör-
düğü için bunlardan da zuhur etmeyen Hakk'ın zuhurunda noksan ola-
cağından, o noksanlığı Hakk'a isnat etmediği için haklıdır."
1- Bakara sûresi, 186. âyet. "Ve izâ seeleke ibâdî annî feinnî karîb..."
348
- "Resûlullah Efendimize ashâb-ı kiram sormuşlar: Yâ Resûlallah
bize geçmişlerden bir şey buyursanız... demişler. Kendileri de şu
hikâyeyi anlatmışlar: Evvel zamanda üç kişi vardı. Bunlar bir mağara-
ya iltica etmişlerdi. Tam yerleştikleri zaman dağdan koca bir kaya ko-
pup düşerek mağaranın kapısını kapadı. Uğraştılar, çabaladılar, kaya-
yı yerinden kımıldatamadılar. Nihayet bir tanesi: E arkadaşlar,
hulûsla Allah nâmına yaptığımız amellerimiz varsa onu bu felâketli
günde kendimize şefaatçi tutalım! dedi.
Bunun üzerine birincisi anlatmaya başladı: Ben fakir bir adamım.
Anam da var, babam da. Bir de keçim var ki onun sütüyle anamı baba-
mı beslerim. Bir gün nasılsa geç kaldım. Eve geldiğimde, ikisinin de
uyumuş olduklarını gördüm ve aç kalmış olmalarına son derece üzül-
düm. Yine keçinin sütünü sağdım ve elimde süt kabı sabaha kadar bek-
ledim. Sabah oldu uyandılar, sütü ancak o zaman içirebildim.
Bu söz üzerine kaya bir parça kımıldadı.
ikincisi de dedi ki: Ben amcamın kızını sevmiştim. Fakat kız beni
sevmiyor ve alâkadar olmuyordu. Onu güç halle ve bir çok vaadlerle
kandırdım. Tam halvet olacağımız sırada Allah'tan haya ederek vaz-
geçtim.
Kaya bir parça daha kımıldadı.
Üçüncüsü de şöyle söyledi: Bir iş yaptırmak üzere amele tutmuş-
tum. Akşam oldu. Herkes hakkını alıp gitti. Fakat bir tanesi görünme-
di. Ben de hakkını ayırıp bir tarafa koydum. Günler geçip gelmeyince
de bu para ile bir koyun aldım. Koyun hâmile imiş, doğurdu. Bu
vakanın üzerinden otuz beş sene geçti. Koyunlarım çoğaldı. Döl döş ol-
du, çok kâr ettim. Fakat günün birinde o amele çıkageldi: Ben
muhtacım paramı ver! dedi. Al, bütün bunlar senindir! dedim. Adam
hayret etti, inanmak istemedi.
Bu söz üzerine kaya tamâmiyle yerinden oynayıp düştü ve yol
acildi 1 ."
- "Münîre Hanım, dünyâda en büyük, en yakın akrabalık bir
ihvanın diğer bir ihvana olan muhabbetidir. İşte hasep ve nesep budur.
Bu muhabbet, amca, dayı, kardeş muhabbetine benzemez. Hepsinin üs-
tündedir. Çünkü Allah içindir, Allah nâmmadır. Diğerleri ise tesadüf
icâbıdır.
Resûlullah Efendimize sormuşlar: Bir kimse, yolunda olan bir
1- Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikir, 27.
SOHBETLER 349
kimseyi sevip muhabbet etse fakat yolunda gidemese, netice ne olur?
demişler. İnsan sevdiğiyle beraberdir, diye cevap buyurmuşlar.
Amelden yana müflis bir adam mahşer günü ümitsiz ve çaresiz bir
halde iken Cenâb-ı Hak ona: Hiç benim sevgili kullarımdan birini tanı-
dın ve sevdin mi? diye sorar da, evet Yâ Rabbî, senin sevgililerinden fa-
lanı tanırım! derse affa mazhar olacaktır.
Bir tanımakla affa mazhar olursa, ya o sevgilisinin boyasıyle boya-
nırsa ne olacağını sen var kıyas eyle! Allah'ın lutfu ihsanı boldur. Onun
için hiçbir vakit ümidini kesme. Kerîmlerin eteğine yapıştıktan sonra
her şey kolay olur."
Güzide Hanımefendi duymuş olduğu bir vak'ayı kısaca bize de
anlattı. Yeni evlenmiş bir adam, henüz zevcesi hâmile iken hastalan-
mış ve fenalaştığını hissederek zevcesine: Ben gidiyorum. Çocuğuma
beni tanıt ve bunu da sana vasiyet etmiş olduğumu söyle. Zira onlar
benim cennetlerimdir; ben onların bahçesinde dolaşırım, demiş ve kısa
bir zaman sonra da vefat etmiş.
- "Bu söz bir bakıma doğrudur. Çünkü insan, bıraktığı şeyler ile
alâkadar olur. Eğer bu bıraktıkları iyi eserler ise, ruh da alâkadar ol-
makla zevklenir. Ama kötü eserler ise bu defa elem duyar, muztarip
olur.
Eserler deyince, bunda evlât, mal hepsi dâhildir. Eğer bu sözü söy-
leyen kimse bir mânevi seviyeyi bulmuş ise (onların bahçelerinde dola-
şırım) demesi, ruhun bekası cihetiyle yerindedir.
Fakat o gezilen bahçelerin cennet bahçesi olmayıp gayya da olma-
sı ihtimâli vardır. Sözün kısası, iş insanın amellerine dayanıyor, de-
mektir. Yâni insan, bıraktığı ameller ve eserler bahçelerinde dolaşır."
Radyoyu ve cereyan tellerini işaret ederek Doktor Ziya Cemal
Bey' e:
- "Bak oğlum... Allah insana ne büyük kudret vermiş. Her şeyi na-
sıl onun emrine vermiş, ona boyun eğdirmiş. Şu radyoyu işleten elekt-
rik, bir kahredici ve helak edici kuvvettir. İnkâr edersen koy elini der-
hal gidersin. Halbuki insanlar bu öldürücü muazzam kuvveti en sefil
hizmetlerinde kullanıyorlar. Onunla makinelerini işletiyorlar, mesken-
lerini ısıtıyor, yemeklerini pişiriyor, odalarını temizliyorlar.
350
Fakat şu elektrik denen kuvvet size hitap edip: Ey efendi sen beni
emrin altına aldın ve kendine hizmetkâr kıldın. Fakat ben neyim onu
söyle! dese, ne cevap verebilirsiniz?
Evet, sen bir elektriksin... Mâhiyet ve kudretini bilmekten ben
âcizim, demekten başka ne cevap verebilirsin?
İşte, onu hükmün altına almakla beraber ne olduğunu bilemiyor-
sun. Bir kere o kudrete sonra da bu acze bak! İşte bu, kudret-i ilâhîdir.
Sonra meselâ göz kapaklarındaki arpacığı kırklıyorsun. Yahut
makası değdiriyorsun geçiyor. Her gerçeği madde ile ölçen ve îzah eden
kimseler: Kırklama masaj yerine geçer. Makası değirmekle de soğuk
bir cisim kanı oradan kaçırır, bu suretle arpacığın iyileşmesine sebep
olur, derler.
Halbuki o arpacık yalnız bir tekerleme söylemekle de geçebilir.
Keza, menenjit gibi ağır hastalıklar ile ihtilât eden yılancık için de
bakarsın bir zavallı kadıncağız gelir, okur, üfler ve hastada derhal iyi-
lik alâmetleri belirir.
Sarılık için de aynı hal vâkidir. Aylarca süren bu müziç hastalığa
karşı bir sarı taş içine iki iğne atarak okurlar hasta yine şifâyâb olur."
Bu arada Güzide Hanımefendi, gençliğinde Kırk Kilise de bulun-
duklarını ellerinde ise altmış üç adet siyil bulunduğunu, saatlerce
uzak bir mesafede bulunan bir hocayı okutmak için getirtmek istedikle-
ri zaman adamcağızın gelmeğe lüzum olmadığını, yalnız kendi adiyle
baba ismini ve siyillerin miktarını bir incir dalına yazıp göndermeleri-
nin kâfi olduğu haberini yollamış bulunduğunu, neticede de iki gün
sonra ellerinin tertemiz hâle geldiğini anlattı.
Ayrıca, Trablus Garp' ta bulunan bir akrabası, yılan sokmalarına
karşı okuyan bir hocanın evinde olduğu sırada, hocaya bir telgraf gele-
rek iki günlük mesafedeki bir vak'a için yardım istendiğine şahit ol-
muş. Telgrafı alan hoca efendi işini bırakarak, misafirin anlamadığı
bir şeyler okumuş. Hâdisenin sonunu merak eden bu zat, nihayet
meseleyi tahkik etmek suretiyle hastanın iyileştiğini öğrenmiş.
Güzide Hanımefendi' den sonra Nazlı Hanımefendi de başından
geçen şu vak'ayı anlattı: Çocuktum. O sene, yüzde çıkan bir çıban salgı-
nı vardı. Yalı komşularımızdan bir çoğu bu hastalıktan öldüler.
Nihayet ben de aynı hastalığa tutuldum. Pek ağır bir halde yatıyor-
dum. Yüzümün rengi mosmordu. Bize bir hoca sağlık verdiler. Getirt-
tik. Yüzüme kırmızı bir bez örttü ve okudu. Bezi yüzümden çektikleri
vakit cildim pembeleşmişti. Bir saat sonra hiçbir şeyim kalmadı.
Tamâmiyle iyileştim.
- "İşte, bütün bunlar hep akıl hâricinde keyfiyetler... Bir kudret
SOHBETLER 351
var ki elektrik diyoruz. Fakat sen onun hakikat ve mâhiyetini, bu kud-
reti her işinde kullandığın halde bilmiyorsan, o okuma izni verilmiş
olanlar da hem okuyorlar hem de hakikat ve mâhiyetini bilmiyorlar.
Fakat hakikat erbabı biliyor.
Faraza o arpacık için okunan tekerleme veya yılan sokması için
okunan duâ ehlullahtan bir zâtın kendisinden şifâ isteyen kimseye söy-
lemiş olduğu bir söz olabilir. İşte o büyük insanın kudretinden bir neb-
ze taşıyan o sözler, kıyamete kadar deva ve şifâ hassasını muhafaza ve
devam ettirir."
Meclisten birinin, Hocamızın her fırsatta Avukat Mustafa Rızâ
Efendi' den gıyabında hoşnutlukla bahsettiğini söylemesi üzerine:
- "Bu zat, vaktiyle bize bir iyilikte bulunmuştu. Gerçi Cenâb-ı
Hak her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bize de o iyiliği bu zat vâsıtasıyle
ihsan etmekle beraber, onu gördükçe, Allah'ımın lutfu bu adamdan te-
cellî etmişti. Ne güzel bir mazhariyeti var! diye onu hoşlarım.
Eğer Allah isterse, bir iyiliği sebepsiz de ihsan eder. Hazret-i
isa'nın atasız dünyâya gelişi, bizim Medine'ye gittiğimiz zaman, halkın
haberi olmadığı halde, askerî mızıkaya kadar bütün Medine halkının
istasyona gelip fevkalâde tezahüratta bulunmaları gibi...
Fakat ekseriyetle Cenâb-ı Hak, bir hayrı bir sebebe bağlar.
Geçen gün bir zat gelmişti. Bir hadîs-i şerifin tefsirini bir kitapta
şu şekilde görmüş: Cenâb-ı Hak bütün mevcudattan zuhur eder.
Bunda anlaşılmayacak bir şey yok, pek bariz... dedim. Zahir de Al-
lah, bâtın da Allah... Evvel de Allah, âhir de Allah... Âyet-i kerîmede
de: Hiçbir şey yoktur ki Cenâb-ı Hakkı teşbih ve tahmit etmesin 1 bu-
yuruluyor.
Şu masayı cansız zannediyoruz. Fakat hayır. Bunun içi hayat do-
lu. Güneşin etrafındaki yıldızlar gibi, bu zerreler de merkezlerinin
etrafında harekettedir. Harekette olan şey ise hayattadır. Hayat da
Hak'la kâimdir. Hayatta olan şeyden şüphesiz Hak zuhur eder.
Bir gün Rızâ Efendi söz arasında damadının vefat ettiğini söyle-
mişti, dedim ki: Bir kavga meydanı olan bu dünyâda kurşun kime
isabet ederse o gider. Esasen her mevcut, mutlak kendi cinsinin de-
vamına çalışmakta, ölümsüzlüğe gitmektedir. Ama kendini yok etmek-
te, yerine başkasım koymaktadır."
1- İsrâ sûresi, 44. âyet: "Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihî."
352
Akşam yemeğinde havuç vardı. Nazlı Hanımefendi, havucun ta-
bak içindeki manzarasını karidese benzetti:
- "Niçin bir nebatı hayvana benzetiyorsun? Her şeye hakkını ver-
sene..."
Nazlı Hanımefendi:
- Evet ama efendim, hayvan mertebesi nebattan daha yüksek de-
ğil mi?
- "Evet, fakat bu havuç, şimdi insana kavuşuyorum diye kendi
zevkiyle zevklenirken, neden onu, sen hayvan olsaydın merteben daha
büyük olurdu, diye tahkir etmeli? Onun da zevkine hürmet etmek,
onun da hakkını vermek lâzımdır."
Sâmiha Hanım:
- Bir kere idi, dervişliğin buyruk dinlemek olduğunu söylemişti-
niz.
- "Tabiî, tabiî... Dervişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan,
Allah'ın buyruğudur. Bütün kitaplar bu dört kelime içindedir. Bunu
hal eden, lâ ilahe illallah demiş olur."
Meliha Hanımefendilere gidilmişti. Hasep ve nesepten konuşulu-
yordu:
- "Allah indinde hasep ve nesep yoktur. Hakk'm ziyâfethânesine
kabul edilmek için mürur tezkeresi isterler ki o da kalb-i selimdir. Bun-
dan mâada olan şeyler, ibâdet, mal veya hasep ve nesebin faydası yok-
tur. Allah indinde seyyitlik ve şeriflik ancak kalb-i selimdir. Cenâb-ı
Hak: Allah indinde ekreminiz muttaki olanınızdır 1 buyuruyor.
Eğer hasep ve nesebin faydası olsaydı, Nuh'un oğlunun îmâna gel-
mesi lâzım gelirdi. Hazret-i Mevlânâ'nın oğlunun ise Hazret-i Şems'in
katlinde iştiraki olmazdı. Bir müşrik olan Azer'den de Hazret-i İbrahim
gibi bir sultan zuhur etmezdi.
Bunun için, Allah ölüden diri, diriden ölü çıkarır. Şu halde mühim
olan hasep ve nesep değil, manevî irsiyettir. Hazret-i Rifâî oğluna: Be-
1- Hucurat sûresi, 13. âyet.
SOHBETLER 353
nim yolumda gitmezsen seni mahşer günü inkâr ederim, diyor. Hazre-
t-i Mevlânâ da: Neslimden gelen evlâdım değil, yolumdan gelen
evlâdımdır, buyuruyor.
Ama bir velînin sulbünden gelen aynı zamanda yolundan da gel-
mekte ise o zaman nurun alâ-nûr...
Hazret-i Nûh, Cenâb-ı Hakka: Yâ Rabbî, sen benim evlâtlarımı
muhafaza edecektin, dediği zaman, kendisine: O senin oğlun değildi...
buyurulmuştur. Selmân-ı Fârisî Hazretleri ise Resûlullâh'ın evlâdı de-
ğil iken Efendimiz: Selman benim âl'imdendir, buyurmuştur.
Kendi zürriyetinden olamayan ve hiçbir kan rabıtası bulunmayan
kimsenin evlâtlık vasfını hâiz oluşu işte hasep ve nesebin bir manevî
kazanca vesîle olmayacağına delildir."
Bir mesele hakkında iyi ve fena diye mukayese yapılması üzeri-
ne:
- "Fena yoktur. Fenalık denen şey, iyiliğin bir derecesidir. Fena
da iyidir. Niçin iyidir? İyiliğin kıymeti onunla meydana çıktığı için.
Dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Bir kimse için fena
olan, diğer biri için iyidir.
Dünyâdaki bütün sedalar, Türk, Arap, Acem, Kürt, italyan, İngi-
liz, Çin, Japon, eşek, köpek, arslan, kurt, ağustos böceği, yılan sesleri-
nin hepsi dodan si'ye kadar olan yedi notanın içindedir. Nasıl ki
elif, ( \ ) bütün harfleri kendinde toplamışsa... Meselâ elifi şöyle kıvır-
san ( <—» ) böyle kıvırsan ( -> ), ( <J> ) ve ilh... olduğu gibi, bütün sesler
de bu yedi notanın muhtelif tarzda sıralanmasından ibarettir.
Böyle olmakla beraber, sizin pek hoşlandığınız alaturka bir parça-
dan bir Avrupalı hazzetmeyebilir. Onun da hoşlandığından siz zevk al-
mayabilirsiniz. Ama hoşlandığınız da hoşlanmadığınız da hep aynı no-
taların evrilip çevrilmesinden ibaret. O halde bunları nasıl beğenmez
de fenadır, dersiniz? Binâenaleyh hiçbirini ayırt edip hor görmemeli.
Hepsini hürmetle dinlemeli ve seyreylemelisiniz. Hiç değilse zevk alan-
ların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk al-
mak meselesi başka!"
Denizden, römorköre bağlı bir kayık geçiyordu:
- "Bakınız talebe üstadına bağlı olduğu gibi, bu kayık da öyle. Fa-
354
kat yine de dümen mevkiinde bir adam var. Bundan şu anlaşılıyor ki
insan her ne kadar tarikat cihetiyle şeyhine bağlı ve mütevekkil olsa
da yine akıl dümenini elinde tutup idare etmesi, sağa sola çarparak
üstadına söz getirmemesi lâzımdır."
Hüsniye Hanım:
- Fakat kayıkların bâzısını, geminin tâ yanına bağlıyorlar. Böyle
borda bordaya bağlanan kayıkların içinde dümencinin bulunmasına
lüzum olmuyor.
- "O başka mesele... O hal müstesna ve enderdir. Ekseriyet ise
kayığı motorun arkasına bağlar. O senin dediğin hal, kendini Hakkın
varlığında tamâmiyle fânî kılmış olanların mertebesidir ki, yakınlık ve
beraberliklerinin kemal derecesini bulmuş olmasından dolayı, ida-
recileri de Hak olmuştur. Onlar Akıl Mustafa'nın önünde kurbandır/
Hasbiyallah de ki Allah yeter 1 sırrına mazhar olanlardır."
Münîre Hanımefendi:
-Dervişlik Zamân-ı Saâdet'ten sonra ne zaman başlamıştır?
- "Dervişlik ilmi, tasavvuf demektir ki bu, insan tabiatının vazge-
çilmez bir hadisesidir.
Tasavvuf, dünyânın her devrinde ve her yerde, türlü türlü şekil-
lerde görünmüştür. Hindistan'da, Mısır'da, Yunanistan'da, İskenderi-
ye'de, Mûseviyet'te, îseviyet'te ve nihayet İslâmiyet'te tekemmül etmiş
olduğu halde kendini göstermiştir.
Mademki Resûlullah Efendimiz'den evvel peygamberler gelmiştir,
tabiî ki tasavvuf anlayışı o zamanlarda da mevcut idi.
Topkapı Sarayı Kütüphanesinde, Mevlânâ Hüsâmeddîn Oğlu
Mustafa nâmında bir zâtın, Risâle-i Zevkiyye isimli el yazması kitabın-
da şöyle denmektedir: İlk dervişlik, beşerin babası olan Hz. Âdem'le
başlamıştır.
O zaman başlayan dervişlik her devirde var olmuştur.
Buda'yı ele alalım. Buda der ki: Kötülüklerin, kederlerin, ölümün
sebebi şehvettir. Her bir insanın başına birer belâ kesilen ihtiyaçları
kalplerde uyandıran yine şehvet ve hırstır. Bunun için Buda, şehvet ve
hırstan kurtulmak çâresi olmak üzere riyâzat yâni perhiz ve ayni za-
manda derin derin tefekkürü, insanın yavaş yavaş dünya arzularından
çekilmesi ve benliğinden kurtulması yolunu göstermiştir.
1- Akl kurban kün be-pîş-i Mustafâ
Hasbiyallah gû ki Allâhem kefâ
SOHBETLER 355
Demiştir ki: En büyük şer, cehalettir. Hayât-ı tayyibe, yâni
hayâtın ıslâhı, kendi vücûdunu düzene sokmak ve marifet kazanmakla
olur. Çünkü kendinde salâh peyda eder, kendini düzenlersen âlemle de
salâh üzere olursun. Yâni: Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar kal-
mamış sırrı hâsıl olur.
Marifet ve aşk, kâinatta iki büyük âmil, yâni iki büyük ve tahrik
edici kuvvettir. Aşkı olmayan kimse, daimî surette beden zindanında
kalmaya ve hayâtın devr-i dâim çemberinden kurtulmamaya mah-
kûmdur.
Yine demiştir ki: Bütün mevcudat, ruhlar ve cisimler, kâdir-i mut-
lakın yâni Allah'ın bedeni mesabesinde olup, beden ruha nasıl tâbi ise,
bunlar da öylece ona tabidirler.
Buda şunları da söylemiştir: Muvaffak olmaya da olmamaya da
kayıtsız kalmalıdır. Bütün yaratılmışlara şefkat gözüyle bakmalıdır.
Bizim bugünkü hayâtımız, eski zamanlarımızda kendi arzu ve
ihtiyarımız ile yaptığımız amellerin neticesidir.
İnsan melce'i, yâni sığınacak yeri tefekkürde aramalıdır. Dünya,
âhiretin tarlasıdır. Gerek iyi gerek kötü şeylere ne sevinmeli ne de bun-
lara muhalif olmalıdır.
Kaplumbağa nasıl azasını kabuğunun içine çekiyorsa, bir insan da
zahirî hislerden kendini çekmeyince hikmet sahibi olamaz. Yine diyor
ki: Beni her şeyde görün; her şeyi de bende görün!
İşte bütün bu konuştuklarımızdan da anlaşılıyor ki tasavvuf da
tasavvuf ehli de her zaman mevcuttur. Fakat bu hakikate sahip bulu-
nanlar, idrakleri noksan olan kısa akıllıların taşlamalarına ve kötüle-
melerine mâruz bulunduklarından, kendilerini gizlemek lüzumunu
duymuşlar ve kendilerini nâmahremlerden saklamışlardır."
Semîha Hanım:
- Hazret-i Meulânâ da Hazret-i Hüsâmeddîn'e: Senin gibi Yûsuf a
kuyu dibinde olmak gerek, der ve yine: Nâmahremlerden korkmasay-
dım senin medhinin çadırını zuhur sahrasına kurardım, buyurur.
- "Hulâsa, tasavvuf, dünya kurulalı beri mevcuttur. Çünkü bu, in-
san tabiatının vazgeçilmez, yok edilmez bir hadisesidir."
Meliha Hanımefendi, fakir düşen bir akrabasından bahsederek:
Allah iyi gördüklerimizden ayırmasın! dedi:
- "Camille Flammarion'un bir eserinde üç şey nazar-ı dikkatimi
celp ederek hoşuma gitmişti. Birincisi, ışığın bir saniyede kat'ettiği
356
süratle semâvatta hayâlen yaptığı bir cevelân, bir seyahattir ki yıldız-
ları ve bütün semâvâtı dolaştığı halde, büyüklüğün nihayetine eremez,
ikincisi, insanların yüzlerinde bir hayvan sıfatı okunduğunu söy-
lemesidir. Kitabına koyduğu resimlerin kimine: Bakınız şu adam ne
kadar maymuna benziyor. Bu ise tıpkı bir ayı... diyerek her birinde gör-
düğü hayvan suretini açıklar.
Üçüncüsü, Evolution du Monde isimli kitabının mukaddimesine,
Mahmûd-ı Gaznevî'nin eline geçirdiği yazma bir risâleciğini teberrüken
koymuş olmasıdır.
Mahmûd-ı Gaznevî bu risâlecikte şöyle demektedir: "Bir şehirde
yaşıyordum. Bir müddet sonra öldüm. Aradan beş yüz bin sene geçtik-
ten sonra öldüğüm noktada tekrar dirildim. Bir de baktım ki eskiden
şehir olan bu yer şimdi koca bir deniz olmuş, etrafta balık avlıyorlar.
Gittim bu balıkçılardan, buranın ne vakitten beri deniz olduğunu sor-
dum. Bana: Sen aklını mı sattın? Burası oldu olası denizdir. Biz baba-
larımızdan, onlar da babalarından ve ilh... hep böyle duymuşuzdur, de-
diler.
Tekrar öldüm. Aradan beş yüz bin sene daha geçti, yine dirildim.
Baktım ki deniz bir mera olmuş, koyunlar otluyor, çiftçiler çift sürüyor.
Bu sefer gittim. Onlara sordum. Bana: Haydi oradan... Burası, cedleri-
mizden de duymuşuz ki hep meradır, dediler.
Yine öldüm. Uzun asırlar sonra tekrar aynı mahalde dirildiğim
vakit, buranın ilim ve fende ilerlemiş mükemmel bir şehir olduğunu
gördüm. Eh dedim. Artık buradaki ilim ve fen adamlarından, memleke-
tin târih öncesi hâlini öğrenebilirim.
Böylece de bir tarihçinin yanma giderek bütün bu vakaları anlat-
tım. Kendisi pek meşguldü. Benimle konuşmaya ancak on dakika ayı-
rabildi. Ve bu müddet zarfında suallerime cevap olarak: Sizin bütün bu
söyledikleriniz hakkında malûmatımız yoktur, dedi... Ancak burada,
târih öncesine âit bâzı kulübecikler olduğunu ve zaman geçtikçe şehrin
ilerleyerek böyle mükemmel bir hâle gelmiş bulunduğunu söyledi.
Camille Flammarion: İşte bir Türk, bundan pek çok zaman evvel
bizim bu kadar ilmî tedkikler ve teknik vâsıtalar ile çıkarmaya çalıştı-
ğımız netice ve hakikati kendi kafasıyle buluyor. İşte ben de bu risaleyi
teberrüken kendi kitabımın başına koyuyorum, diyor.
Hazret-i Muhiddîn, Beytullâh'ı tavafı sırasında tesadüf ettiği bir
zat kendisine: Ben senin ecdâdındanım; deyince: Hangi ceddimsin diye
sordu. Çok eski! cevâbını alınca beş yüz sene evvelki mi? Hayır. Bin se-
ne mi? Hayır, daha çok, daha çok eski. Öyle ise ilmin, hilkat târihi ola-
rak gösterdiği zamandan, yâni Hazret-i Âdem'den beri mi? deyince, o
SOHBETLER 357
zat: Kaçıncı Âdem'den bahsediyorsun, karşılığını verdi.
Târihin kaydettiği ve en eski dediği Sokrat, Eflâtun, Fisagor gibi
büyük kimselerin anlayışlarıyle, Mûsâ, îsâ ve bütün dinleri ihata eden
Muhammed dîninde gösterildiği gibi, asıl bu sözleri söylememize sebep
olan: Allah insanı iyi gördüğünden ayırmasın temennisine karşı, işte
bu zatlar diyorlar ki: Hayat, kederleri, elemleri, sürür ve neşâtı ile, hep
geçmişte kazanılan şeylerin semeresidir.
Meselâ Sokrat der ki: İnsan, kendi felâketini kendi hazırladığı gi-
bi, saadetini de yine kendi hazırlar.
Resûlullah Efendimiz de buyuruyor ki: Öldükten sonra başınıza
neler geleceğini bilseniz, iştihâ ile yemek yemez, istirâhatle uyuyamaz,
başınızı alıp dağdan dağa kaçardınız.
Cenâb-ı Hak da Kur'ân-ı Kerîm'de: Zerre kadar hayır işleyen ha-
yır bulur, zerre kadar şer işleyen şer bulur. Ve yine: iyilik yaptığınız
vakit kendiniz için yapıyorsunuz, kötülük yaptığınız vakit yine kendi-
niz için yapıyorsunuz, buyurur.
İşte, bütün bunlar ve buna benzer nice sözleri insan görüp işitiyor
da yine kuru kafalar bunlardan ders almıyor. Gelişi güzel, ulu orta,
yapmadığımız kalmıyor. Evet ama sonu çok acı!
Hâsılı şunda ve bunda ve kendimizde gördüğümüz vak'alar,
felâket veya saadet, hâdiselerin hükme bağlandığı ilâhî mahkemede
verilen kararların icra ve infazından başka bir şey değildir.
Allah'ımıza sığınalım da lutf-ı hafîsiyle muamele etmesini niyaz
edelim. Yoksa Hazret-i Adem'in dediği gibi: Yâ Rabbî, biz nefsimize zul-
meyledik, eğer sen merhamet etmez ve bizi affetmezsen hüsranda ka-
lanlardan oluruz 1 ."
Meliha Hanımefendi:
- O ilâhi mahkemenin verdiği hükmü Cenâb-ı Hak sevgilileri yü-
zü suyu hürmetine hayırlara çevirir inşallah.
- "Onun çevrilmesi güç Meliha! Ateş düştüğü yeri yakar.
İtfaiyenin vazifesi, ateşin genişlemesine mâni olmak olduğu gibi,
ehlullâhın himmeti de o cürüm ve isyan ateşlerinin yayılıp îmânı yak-
maması içindir. Yoksa, çıkan ok tene vurur. Evliyanın himmeti, onun
cana geçmesine mâni olur."
Bu konuşma sırasında yalının önünden geçen vapur iskeleye yak-
laştığı için düdük çaldı. Söze şöyle devam edildi:
- "Şu vapur düdük çalar çalmaz iskeleye yanaşmadı. İskeleye yak-
laştığı için haber verdi. İşte ölüm de gelmeden evvel habercisi olan has-
1- A'râf sûresi, 23. âyet.
358
talıkları gönderir. Bu hastalıklar, vapurun düdüğü gibi, habercidir. Fa-
kat bunları da türlü türlü devalar ve ilâçlar ile susturmaya bakarız.
Tabiî bu sözlerden maksadımız tedavide kusur etmek, yâni tedbirde
bulunmamak değildir. Belki ölümü unutmayıp dâima ona hazır ve tetik
bir halde bulunmayı tavsiyedir."
Yalı komşumuza sık sık misafir gelen dünya güzeli Kerîman Hâlis
Hanım' dan bahsolunurken:
- "Şimdi bu kız, dünya güzeli olduğu için ne kadar mağrurdur. Fa-
kat insan, her şeyde olduğu gibi bu meselede de gafil bulunuyor. An-
cak, dâima her şeyin kıymetini ölçerek hareket edecek olursa gâfıl ol-
mamış olur.
Hakîkî kıymet, mutlak olan ve devam eden şeyde yâni gerek bura-
da gerek sonradan başlayacak hayatta sahibiyle beraber kalandadır.
Güzelliğin ise ne kıymeti vardır? O güzelin yüzünde bir çıban çıkması
veya arızî bir sebeple meselâ düşerek, bir takım çizgilerin, buruşukluk-
ların hâsıl olması, güzelliğin bir anda mahv olmasına sebep olur. Hele
ölüp de kabre konduğu vakit: Bu mu dünya güzeli diye kaçarsınız. Ara-
dan birkaç gün geçip ceset çürüyüp kurtlanacak olursa acaba kim ya-
nında durmak ister?
Onun için, her şeyin kıymetini bilerek ve ölçerek hareket etmeli-
dir. Kıymet takdirinden âciz olarak, çakıl taşlarını pırlanta zannıyle
toplayan kimseler çocuk meşrebinde olan zavallılardır. Bu çocuk meş-
rebinde olan gafiller, sonradan aldandıklarım görerek pişman olurlarsa
da iş işten geçmiş bulunur. Onun için, dayanacaksan Allah'a dayan. Se-
veceksen onu sev. Hazret-i Rifâî Efendimiz, gurur ehline hitapla: Nedir
bu gururun senin? Evvelin bir katre meni, âhirin bir leş! buyurur."
Münîre Hanımefendi bir ilâhî mırıldanırken yavaşça âh etti. Bu
ilâhî söylemeler, nükteler ve zekâ oyunları, Münîre Hanımefendi' nin
sık sık müracaat ettiği şahsî tedbirlerdi. Öyle ki ağır ve yüklü sohbet-
lerle maneviyâtın derinliklerine dalmış olan Hocamız' a dünyevî ufuk-
lar açardı. Nitekim yine öyle oldu. Ve latife yollu:
- "Münîre Hanım'm söylediği kendine tesir etti! Sokrat da:
Faziletin mükâfatı kendindedir, diyor," dedi.
Günlerdir devam edegelen ağır ve ciddî bahisler adetâ kapımızı
SOHBETLER 359
çalıyor ve gene de bizi kendine çağırıyordu. Onun için de Münîre Hanı-
mefendinin tedbîri yine hükümsüz kaldı ve sohbet devam etti:
- "Sokrat, Milâttan dört yüz yetmiş sene evvel Atina'da dünyâya
gelmiştir. Bu zatla Eflâtunun tasavvuf târihinde ehemmiyetli mevkii
vardır ve ahlâkî felsefenin müessisidirler.
Sokrat, talebelerine dâima çarşı ve pazarda ve gezdiği yerlerde
ahlâkın faziletlerinden bahsederek tavsiyelerde bulunur, onlara de-
vamlı olarak kendini bil! sözünü tekrarlardı. Her vakit ve her mevsim-
de dâima aynı hırkayı giyer, yaz demez, kış demez yalın ayak gezer,
cezbe sahibi bir adamdı. Bâzan bakışları bir şeye dikilir, orada sabah-
ladığı olurdu. Her an, her vakit, her zaman ve her mevkide, hattâ ölüm
tehlikesine mâruz kaldığı vakit bile adaletten ayrılmamıştır.
Sokrat, Cenâb-ı Hakk'ın mevcudiyetini, âlemin nizâmından anla-
mıştı. Şu suretle ki, bedenimizde bulunan uzuvların her birinin bir
vazife ile mükellef olduğunu, meselâ dilimizin acı ve tatlıyı bilmek ve
lezzetleri anlamak için bir âlet olduğunu, kulaklarımız ile bütün sesleri
işittiğimiz halde, onların dolup tıkanmadığını, gözlerimiz ile âlemin şa-
şaa ve ihtişamının görüldüğünü ve bunların birer küçük uzuv olduğu
halde kapaklar ile korunduğunu ve icâbında bu kapakların örtüldüğü-
nü, hulâsa iç ve dış uzuvlarımızın her birinin birer hususla vazifeli bu-
lunduğunu görüyor ve bu âlemde her şeyin kendi kendini arınmaya gö-
türücü bir dâhili tertibatı olduğunu söylüyordu. Bu yaratılış âleminde
hiçbir şeyin abes olmayıp, bedenimizin uzuvlarının olsun, şâir eşyanın
olsun hep birer vazifesi bulunduğunu, bir parçası oldukları bütünün
selâmetini temine çalıştıklarını bildiriyordu. Her şeyin intizâmının, ye-
rin, göğün, gök kubbenin bir ahenk ve düzen içinde bulunmasının ve
bütün mevcudatın çalışıp didinmesinin ve cümle mahlûkâtın çoğalış ve
doğuruş hâlinde bulunmasının, hep insanın menfaat ve hizmeti adına
olduğunu, yâni bu mümtaz ve seçilmiş olan insana hizmet yolunda kul-
lanıldığını anlatıyor ve bakınız diyordu, giydiklerimiz, onların postla-
rından, yediklerimiz onların etinden ve sütünden değil mi? Bütün bu
faydalanışlar, hepsinin insan için hazırlanmış olduğunun bir delili de-
ğil mi?
Güzellikler ve hoşluklar ile göz kamaştırıcı olan âlem içinde, bun-
lardan en fazla faydalanan insandır. Bakınız, bütün mevcudat içinde
ayakta durmaya istidadı olan insandan başka mahlûk var mıdır? Bu
ayakta durma imtiyazına nail olan insanın hâli, uzaklıkları görmesi ve
bir çok tehlikelerden kendini muhafaza etmesi içindir.
Cihanda hiçbir şey tesadüfe dayanmaz. Her şey bir gayeye, o gaye
de daha yüksek daha üstün bir gayeye ve neticede herşey tek gaye olan
360
tevhide müteveccihtir.
İşte, yekpare bir kaside gibi olan tabiat da, bu gayenin hakîkaten
tek olduğunu isbâta kâfidir. Sokrat, düşününüz bir kere diyor, nasıl
olur da bu kadar mevcudat, şekilsiz olan bir maddî kütleden kendi ken-
dine meydana gelir? Nasıl olur da bunlar o muazzam varlık içinde ken-
di kendilerine bir şekil ve mevki verirler?
Binâenaleyh hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Her şeyde ilâhî
bir cevher olmakla beraber, onları bu şekilsiz küllî maddeden, bu karı-
şıklıklardan çıkaran ve bu intizâma sokan bir hakîkî yaratıcı vardır.
Bu hakîkî yaratıcı, her yerde hazır ve galip ve her yerde mevcuttur.
Ama biz onu göremiyoruz. Güneş, hepimizin gözlerimize ışığını aksetti-
riyor. Fakat ona gözümüzü dikecek olursak göz kör oluyor.
Hâsılı bu kadar teferruat ve azamet-i kibriyâsı îcâbı bütün
mevcudat, en seçkin varlık olan insanın hizmeti için hazırlanmış ve ya-
ratılmıştır. İşte bu akl-ı âzam o büyük yaratıcı hiçbir şeyi tesadüfe bı-
rakmamıştır. Nasıl ki ruh bedenin uzuvlarını kendi emir ve arzusu
dâiresinde kullanırsa, her olan şey de bir akıl dâiresinde o büyük yara-
tıcının ve muazzam aklın emir ve hükmü dâiresinde hizmet etmekte-
dir.
Bir fidan diken bahçıvan, bu fidanın meyvesini kimin yiyeceğini
bilemez. Keza, bir siyâset adamı, diğer siyâsî kimseler ile iş birliği
eder, fakat neticede bunlardan kendisine bir hayır gelip gelmeyeceğini
bilemez. Bir serdar, kumanda ettiği askerden kendisine bir fayda olup
olmayacağını bilemez. Evlenen adam, aldığı güzel kadının kendisine
saadet veya felâket getireceğini bilemez.
Demek ki sâdece zahir ilmi ile bir şey bilinmiş, o şeyin hakikatine
erilmiş olmuyor. Bundan da anlaşılıyor ki işin bir de sır tarafı var. Bu
sırları vakti geldiğinde aşikâr eden o büyük yansıtıcıdır.
O, fazileti pek çok seviyor. Fazîletkâr bir adamın duasından hoşla-
nıyor, onun duasını kabul etmeyi de seviyor. Ona, gerek ilham gerek
sebepler yolunu göstererek bildirdiği şeyleri öğretiyor. Bu hikmetler
sahibi yaratıcının lutfu nasıl inkâr edilir ki? Meselâ senin gözün bir
yağ parçası iken fersahlar kat'ediyor. Ruhun, bir anda Atina'nın, İsviç-
re'nin yahut da dünyânın birbirinden çok uzak yerlerini gözü önüne ge-
tirebiliyor da, ya o hikmetler sahibi nasıl her şeyi istiap ve ihata ede-
mez sanılıyor?
İşte, fazileti seven o büyük san'atkâr, kullarından rızâsını kazan-
malarını istiyor. Kullarına birçok ihsanlarda bulunan ve dualarını yeri-
ne getiren o yaratıcı hakîm, bu kullar için nelerin faydalı olduğunu bili-
yor ve: Ey hikmetler sahibi olan yaratıcı, senin indinde faydalı olan şe-
SOHBETLER 361
yi bana ver! diye duâ etmelerini istiyor.
O fazileti sever, çünkü faziletin mükâfatı kendindedir. Bir insan
iyiliği, yapacağı iyilikte bulduğu gibi, fenalığı da, yapacağı fenalıkta
bulur. Çünkü insan, kendi felâketini kendi hazırlar. Fazilet sahibi bir
kimse hiçbir şeyden korkmaz. Onun için fakr, hakaret, ölüm hep
müsavidir. Çünkü fazilet sahibidir.
İşte Sokrat'ın bu nasihatlerini ve bu talimatını hıristiyan
hakimleri kendilerine mâl etmişler ve (sebepler ve vâsıtalar maksat ve
gayeye göre düzenlenmiştir) tarzındaki nazariyesi de talebesi Eflâ-
tunun ve keza onun talebesi Aristo'nun felsefesine girmiştir.
İslâmiyet'te de Cenâb-ı Hak buyuruyor: Allah bir şeyi arzu ettiği
vakit sebeplerini de ona göre hazırlar.
Sokrat, birinci olarak ruhu, ruhta aklı ve akılda da mefkureyi gör-
müştür. Onun için aklî ruhiyatın kurucusudur. Ama bu yüksek düşün-
ce ve büyüklüklerini zaman çekemedi. İftiralar ve anlayışsızlıklar ile
idama mahkûm ettiler. Çok kimseler vardır ki saadetleri yıldızı öldük-
ten sonra parlar. Onun da kıymeti, öldükten sonra meydana çıktı.
Sokrat dâima: Ben size Allah'ın emrini tebliğe memurum, derdi
ve: Her zaman bir melek gelir, şunu şöyle yap, bunu böyle yap... diye
emirler verir. Ama beni idama mahkûm ettikleri vakit o melek gelme-
di. Anladım ki Allah'ın rızâsı bu yoldadır, dedi.
Eflâtun, Sokrat'ı zindandan kaçırmak için bütün malını fedaya
hazırdı. Fakat hocası bu teklifi kabul etmedi.
Onun sözü sohbeti, dâima ahlâk, fazilet ve Sübhân'ın azameti
babında idi.
İşte bütün bu söylediklerimle demek istiyorum ki, tasavvuf, çok
eski devirlerden beri mevcuttur. Bu sözlerin içinde İslâmî anlayışa ay-
kırı bir nokta bulmak güç. Çünkü hakîkat-i Muhammediye'den alın-
mıştır."
Münîre Hanımefendi, tahattürden yâni hatırlayışlardan söz aç-
mıştı:
- "Beylerbeyi'ndeki köşkte yengemin bir kedisi vardı. Elleriyle şi-
şeyi tutarak emzik emiyor. Geçen gün resmini getirdiler, hoşuma gitti.
Çünkü bu kediyi evvelce biliyordum. Görünce de tanıdım. İşte tahattü-
re canlı bir misal! Vaktiyle görülmüş bir şeyin sonradan görülmesiyle
hâsıl olan bir zevk...
Demin de pencereden bakarken, bir müddet evvel Mısır'dan gelen
362
komşunun uşağının bir Mısır gazetesi okuduğunu gördüm. Bu adamın
orada iki çocuğu ve karısı olduğunu işitmiştik. Bir müddet okudu. Son-
ra dalgın dalgın gözlerinin yaşını sildi. Yâni bu gazeteyi okumakla, va-
tanını, çocuklarını hatırlamış oldu. Önünde onlar canlandı ve ağladı.
İşte bu da tahattüre bir misal!
Geçende de Sokrat'tan bahsederken tahattur meselesine temas
etmiş ve Eflâtunla Sokrat'ın tasavvuf yolunda büyük yerleri vardır de-
miştik.
Fuzûlî, nasıl her zamanın, her asrın ve hattâ bütün dünyânın
şâiri ise, Eflâtun da her zamanın, her asrın meşhur hakîm ve dâhileri
arasında birinci safta bulunan bir filozoftur.
Eflâtun, Mîlât'tan 426 sene evvel dünyâya gelmiştir. Şiirler, traje-
diler yazardı. Bir gün Atina'da Akademi bahçelerinin birinde gezerken
Sokrat'a rastgelmişti. Sokrat, gençlerle konuşuyor, onlarla zulüm, ha-
yırhahlık ve hakikat mevzuunda söz ediyordu. Bu sözleri dinleyen
Eflâtunda tahatturun bir perdesi kalkıverdi. Böylece birkaç gün Sok-
rat'ın sohbetine devam etti ve evvelce kendi bildikleri ve şimdi de Sok-
rat'tan duydukları kalbinde bir değişiklik hâsıl etti. Bu târihten sonra
da artık tek mısra bile yazmayacağını ve bütün manzumelerini yakaca-
ğını söyledi. Bu suretle Sokrat'ın sohbetlerine müptelâ olmuş ve ondan
ayrılmaz hâle gelmişti.
Evvelce de söylediğimiz gibi, Sokrat'ı mahkûm edip zindana attık-
ları zaman, Eflâtun, hocasını kurtarmak için olanca servetini verdi, fa-
kat Sokrat kabul etmedi. Sokrat'ın idamından sonra da Eflâtuna Ati-
na'da oturmak müşkül oldu ve şehri terkederek diyar diyar gezdi. Bir-
çok yerlere gitti ve ilmini büsbütün genişletti. On sene devam eden bu
gurbet yılları esnasında birçok idamlardan, ölüm tehlikelerinden ve
esirlikten kurtuldu ve birçok kırallar onun büyük nüfuzunu kıskandı-
lar.
En nihayet İtalya'nın cenubuna giderek, orada Fisagor'a âit
tarîkatin âdap ve icaplarını öğrendi. Hattâ Fisagor'un bu âdaba âit bir
kitabını, kitabın ağırlığınca para vererek satın aldı. 1
Nihayet Atina'ya döndü ve bir felsefe jimnazında ders vermeğe
başladı... Yirmi iki sene bu iş devam etti. Nihayet ömrünün sonlarına
doğru derslerini, talebelerinin en iyi yetişmiş olanına bıraktı.
Kendisi, etrâfındakileri nefisleriyle mücâhedeye teşvik ederek bir
köşeye çekilip ibâdete daldı ve Hakka müteveccih olarak, seksen yaşın-
da olduğu halde vefat etti.
1- O devrelerdeki kitapların ağırlıkları, hacımları çok büyük olduğu için bugünküler
ile ölçülemeyecek kadar fazla idi.
SOHBETLER 363
Eflâtun derdi ki: Bu mevcut olan suretlerin her birinin birer tam
ve mükemmel numunesi misal âleminde mevcuttur. Ruh cesetle birleş-
mezden evvel insan âlem-i makulde iken birçok âlî hakikatleri temâşâ
etmiş, güzellik, adalet ve hakikati görmüştür. Fakat günün birinde
âlem-i ma'kulde böylece uçmakta iken, temizlikle alâkasını kesmiş
rezîlet gıdasını yemeğe mecbur olmuş. -Hazret-i Adem'in, cennette
memnu meyveyi yemesi gibi- nihayet kanatları çıkmaz olmuş ve uç-
maktan kalarak ceset zindanına düşmeğe mecbur kalmış. Fakat bura-
da ruhun ruhunun hayra olan meyil ve teveccühü ve âlem-i ma'kulde
gördüğü yüksek hakikatlerin kendisinde husule getirmiş olduğu tesir-
ler, tabîatiyle kendisinde bu karanlıklar diyarından uçmak, gitmek için
hâtıralar uyandırmıştır.
İşte, Eflâtun, bu tahattur, diyalektik sayesinde oldu, demektedir.
Diyalektik, akıl nazariyle istidlal demektir. Eflâtun, bunu bir ma-
ğaraya benzetiyor. Meselâ mağarada bir ateş yakılmış esirin biri de ar-
kası dönük olarak oturtulmuştur. Ateşin aydınlığı sayesinde dışarıdan
gelip geçenlerin gölgesi duvarlara aksedince; esir bunu hakîkî vücutlar
zannediyor.
Eflâtun yine diyor ki: Bu esîri dışarı çıkartınız, birden bire ateşe
bakamaz, alıştırmak lâzımdır. Öyle ki evvelâ suların yüzüne akseden
gölgeleri, sonra yıldızları göstereceğiz, daha sonra eşyaya ve nihayet
ateşe baktıracağız.
Bunun gibi, ruh da yuva tuttuğu o karanlıklardan birdenbire mi-
sal âlemine nazar edemez. Çünkü tahammül edemez. Bunun için onu,
burada misal âleminin bir tamamlanmamış gölgesi vaziyetinde olan
eşyanın suretlerine baktıracağız. Sonra çeşitli cinsleri göstereceğiz, bu
çeşit çeşit cinslerden umûmî kânunlara ve riyâzî hakikatlere geçirece-
ğiz ki misal âlemine en yakın olanlar bunlardır. Bu da esirin yıldızlara
bakması gibidir.
Misal, cevher demek, hakîkî mevcut, yâni gördüğümüz o şeyin ha-
yat ve vücûdunun sebebi demektir. Misâlin Fransızca karşılığı "idee"
dir.
İşte her bir nevin, o misal âleminde tam ve mükemmel bir
hakikati vardır. Hulâsa işin nihayeti, o küllî misal manzumesinin mer-
kezi olan hayıra kadar yükseliyor ki, bütün misaller, mevcudiyetini,
zâtını, cevherini bu misalden, o küllî misaller manzumesinin merkezi
olan hayır misâlinden alıyor.
Hayır ne demektir? Hayır misâlin en üstünüdür. Bütün misaller
ne demektir? Cenâb-ı Hakk'ın sermedi olan sıfatları demektir.
Hayır, en üstün misal, yâni Cenâb-ı Hak demektir.
364
Fakat bu misallere geldiği vakitte, o çokluklar içinde bir vahit,
fert bir misal arıyor ki o misal hem kendi kendine hem bizzat kendin-
den başkası ona mütevakkıf olsun ve kendi bir şeye muhtaç olmasın.
İşte onu da hayır misâli olarak buluyor. Yâni esirin ateşe bakışı gibi
oluyor.
Sokrat der ki: İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. Meselâ hesap-
ta bir veya iki meçhullü bir meseleyi halletmek için mutlak evvelce
bâzı bilinen şeyler konmuş olmak lâzımdır. Cebirde de meçhullü
muadele halletmek için evvelâ bâzı malûm şeyler konmalıdır. Onun
için ilmin başlangıcı cehil olamaz, demiş. Fakat bu beyânını şerhetme-
miştir. Eflâtun da der ki: Bilmek demek, evvelce bilinen şeyi hatırla-
mak demektir. O halde insanın dünyâya geldiği vakitte aradığı nedir?
İlimdir. O ilmi bilecek, ondan sonra hayıra kavuşacak ve hayıra kavuş-
tuğu vakitte de onu icra edecektir. İşte o vakit ilim, ameli meydana ge-
tirmiş olur.
Bunun için lâzım olan, evvelâ diyalektik mertebeleri geçmektir.
Birinci mertebede ruhu; ayıplardan, fenalıklardan temizlemek lâzım
gelir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edile-
medikçe hayıra kavuşulamaz.
Yine der ki: Kâinatı ibda eden mîmar, bu tabiatı kendine benzet-
miş ve öyle tasvir ve tanzim eylemiştir. Binâenaleyh tabiat, yaratılmış
değildir. O, evvelce de mevcut idi. Hazret-i Muhiddîn'in buyurduğu gibi
bu imkân âlemi içinde bundan daha güzeli yoktur.
Hâsılı Eflâtun, Allâhü azîmü'ş-şâm, alîm, hakim bir zatî mevcut
olarak bilip vahdaniyete yâni Allah'ın birliğine kail bulunuyor. Anak-
sagor gibi bir nous'tan ibaret veyahut Sokrat gibi hayrı irâde eden bir
akıl olarak kabul etmiyor da, bizzat kendisi hayırdır, diyor.
Binâenaleyh Eflâtun İrâde hayrı bilmek, onu fiile getirmek yâni
işlemektir. Ruh, rûh-ı âzamin bir zerresi bir cüz'üdür, diyor ve ruhta
üç kuvvet tanıyor: Biri, başta olan nous yahut akıl; ikincisi, kalpte olan
şecaat, thymoeides; üçüncüsü, karında olan şehvet, epithymetikon'dur.
Eflâtun, ruhu bir koşuya benzetiyor ki, arabacısı akıl, iki attan bi-
ri şecaat, öteki de şehvet.
Şecaat, fevkalâde asil ve güzel bir hayvan. Öteki ise haşin ve
dâima yoldan çıkmaya müheyya bir varlık.
İşte akıl bu arabayı sürdükçe koşunun intizâmını muhafaza edi-
yor. Yine Eflâtun diyor ki: İnsanlarda isteyerek kötülük ve fenalık yok-
tur. Ne kadar fena da olsa, faziletin aslına bağlıdır. Eğer hayır misâli o
kimsenin karşısına çıkacak olsa, onun mukavemet kırıcı aşkına daya-
namaz. Çünkü o, o kadar güzeldir. Binâenaleyh fazilet, hayrı bilmek ve
SOHBETLER 365
Allah'a benzemek olduğu için, ahenk ve intizam dâiresinde hayat de-
mektir.
İşte bu fazilet, dört kuvvete ayrılır. Biri, aklın faziletidir ki, ihti-
yattır. İkincisi kalbin faziletidir ki şecaattir. Üçüncüsü şehvetin
faziletidir ki itidaldir. Bu üçün doğurduğu bir fazilet de vardır ki
adalettir.
Binâenaleyh kendisiyle ve hemcinsiyle, bütün âlemle uygun ve
ahenkli bir hayat yaşayan kimseye âdil insan denir.
Eflâtun; Cenâb-ı Hakk'ın vahdaniyetini ikrar etmiş ve herkesin öl-
dükten sonra ameline göre mücâzat göreceğini veya mükâfat alacağını
kabul ve tasdik etmiştir.
Eflâtunun 46 eseri vardır. Hepsi de muhavere tarzındadır. İşte
Münîre Hanım, sözlerimiz, Eflâtunda tamam oldu. Vakit olsa idi, Haz-
ret-i Mûsâ devrinin tasavvufundan da bugün bahsederdik," diyen Ho-
camız, sözünü şöyle bağladı:
- "Evvelce de temas ettiğimiz gibi, tasavvuf, ezelden beri mevcut-
tur. Fakat bir kağnı arabasında gidenin istirâhati ile bir otomobil veya
şimendiferde gidenin istirâhati bir midir? İslâmiyet'in tasavvuf anlayı-
şı, kağnı arabasına nazaran otomobil gibidir. Her mütekâmil şeyde geç-
miş şeyler mevcut olduğu gibi, İslâmiyet'te de bu eski devir tasavvuf
anlayışlarından çizgiler ve esaslar vardır. Binâenaleyh onlarda da
hakikat payı mevcut olduğundan bir kenara itemeyiz. İşte onun içindir
ki biz de geçmiş devirlerin tasavvuflarından bahsetmekte bulunuyo-
ruz."
- "Hazret-i Mûsâ, târihte en büyük şahsiyetlerden biridir. Çünkü
eski devirlerde Allah'ın birliğini bütün kat'iyetiyle ve açıkça ilân eden
odur.
Hazret-i Musa'nın doğuşundan, soyundan, kazârâ bir kıbtîyi telef
edip Mısır'a kaçmasından, sonra Şuâyip Aleyhisselâm'a mülâki olarak
ondan sonra kendisine peygamberlik ihsan buyurulmasından ve tekrar
Mısır'a dönmesinden bahsedecek değiliz. Zira bunlar kitaplarda yazılı
olduğu veçhile malûmunuzdur. Biz yalnız tasavvuf cephesini ele alaca-
ğız:
Hazret-i Mûsâ, Benî İsrail'i Mısır'dan çıkardığı vakit umûma kar-
şı çok güzel ve veciz bir hutbe okumuş ve ahâlî bundan çok duygulan-
mıştı. Bunların içinden biri dedi ki: Bu cihanda en âlim kimdir? Haz-
ret-i Mûsâ da cevap verdi: Benim!
366
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, kendisinin bilmediği bir ilim olduğu-
nu ve Mecma'-ı Bahreyn'de buna bir kulunun vâkıf bulunduğunu ve
Musa'nın da gidip bu bilmediği ilmi ondan öğrenmesini bildirdi.
Hazret-i Mûsâ ulu 1-azim bir peygamber iken, ledün ilmine vâkıf
olmaması, şerefine bir noksan getirmez. Çünkü Mûsâ, kulları davete
memur bir peygamber idi. Allah'ın kaza sırlarına ve kadere ve içinde
bulunduğu ledün ilmine vâkıf olsa idi, ihtimal ki kulları davet
hususunda kendisine ümitsizlik gelebilirdi. Öyle ya... Davete icabet et-
meyeceği malûm olan bir kimseye: Gel, bu dîne gir, bu davete icabet et,
uy! diye nasıl söylerdi?
İşte, sözsüz, sessiz olarak öğrenilen o Allah ilmi, o bâtın bilgisi,
yahut Hakk'ın sırları ve keşifleri ilmi denen ledün ilmi, Hazret-i
Musa'nın Mecma'-ı Bahreyn'de Şuâyip Aleyhisselâm'dan ve Hazret-i
Hızır'dan bulduğu ilimdir.
Hâsılı, Hazret-i Mûsâ, zevcesi doğurmak üzere olduğundan, üşü-
memesi için işe yarayacak bir şey, bir ateş aramaya çıkmıştı.
Yolda giderken karşıdan, yâni Tur Dağından kendisine bir ateş
göründü ve bu ateşten Rabbi tecellî ve nida etti ve Mûsâ oraya müte-
veccih oldu.
Şimdi düşünelim; Cenâb-ı Hak, Mûsâ Aleyhisselâm'a niçin ateş
suretinde göründü? Çünkü o anda Musa'nın istediği bu idi. Yâni ateşti.
Eğer isteği suretinde görünmemiş olsa idi belki oraya gitmeyecekti.
Şuhut, yâni görmek, mutlak olanı istemek, bir surete bir vücûda
bağlıdır. Fakat bu da insanın kesret hâlinde yâni tefrikada bulunduğu
devreye aittir. Yoksa vücûd-ı hakîkînin müşahedesi, hitap ve kelâma
sığmaz.
Malûm ya, Hazret-i Mûsâ: Yâ Rabbî, bana kendini göster, sana
bakayım! 1 dedi. Cenâb-ı Hak da ona: Yâ Mûsâ, sen ikilik uzaklığına sü-
rülüp kalmışsın. Onun için sende bu benlik oldukça beni göremezsin.
Beni görmek için benim gözüm sende olmalı. Bak, işte ben senin ben-
lik dağına tecellî ediyorum, dedi. Ve tecellî edince de Musa'nın benlik
dağı parça parça mahvoldu. Olan oldu. Yer yüzü nur ile doldu. Hak gel-
di bâtıl gitti."
Hıristiyanlıkta tasavvuf var mıdır?
- "Kelimetullah ve Rûhullah olan îsâ, pek üstün ve kıymetli bir
tâlimde bulunmuştur: İnsanlar, cismen ve ruhen birsiniz; yâni kardeş-
1- A'râf sûresi, 143. âyet.
SOHBETLER 367
siniz. Binâenaleyh birbirinizi seviniz ve Allah'ı da her şeyin üstünde
tutarak seviniz!
Bu tâlim, beşer cemiyetinin, ahlâk sefaleti ve içtimaî sefahat, zu-
lüm ve çeşitli kötülükler içinde boğulduğu bir zamanda olduğu için,
halkı zulmet, sefahat ve sefaletten kurtarmaya çok faydası olmuştur.
Bu husus hıristiyanlık alemince asrımızda da tatbik edilmedikçe,
beşeriyet için huzur ve selâmet olamayacağı da ayrıca söylenmeye de-
ğer.
isa'nın doğumu, başlı başına bir ilâhî mucizedir. Hz. isa'nın
Cebrail Aleyhisselâm tarafından Hazret-i Meryem'e ruh üflenmek su-
retiyle zuhur ettiği malûmdur. Bunun için ona hayat sırrı verilmiş, ölü-
leri diriltmiş, körlerin gözünü açmış, çamurdan yaptığı kuşları uçur-
muş; hâsılı neye değdiyse o şeye hayat bahsetmiştir. Hattâ, katloluna-
cağı vakit göğe çekilmiştir.
Hazret-i Isâ, velayet sahibi olan bir büyük peygamber idi.
Garp âleminde Hazret-i Isâ için pek çok kitaplar yazılmıştır.
Garibi şu ki yine Garp, Hazret-i isa'nın hayâtı hakkında şüphelere dü-
şüp birçok münâkaşalar açmış ve hattâ bu münâkaşalara bizim mat-
buatımızda bile zaman zaman devam edilmiştir 1 .
Tasavvuf, yâni mistisizm kelimesini Iseviyette ilk söyleyen Kne-
ber'dir.
Mistisizm, Yunanca "müo" kelimesinden alınmıştır. Ağzını ve gö-
zünü kapamak mânâsına gelir. Bu itibarla tasavvuf demek, aklın istid-
laller nazariyesine müracaat edilmeksizin kesbolunan kalp marifeti de-
mektir. İlk Milâdî asırda, havari Apostolos'dan hıristiyanlığı alan ve
bilâhare Atina'da piskopos olan Deniş Nom Divin isimli zat Hakk'a
vusulün, ruhun bu his âleminden tecerrüt ve dünya bağlarını terk ve
bizzat kendini unutmakla mümkün olacağını tâlim etmiştir.
İşte aklî istidlalle değil, ancak aşkla elde edilen bir vuslat
sayesinde hâsıl olan bu marifete Deniş, tasavvuf akideleri ismini ver-
miştir. İnsanı Allah'a îsâl eden bu marifeti hiçbir hoca öğretemez.
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ı örten perde, yalnız ona bütün kalbi ile âşık ve
onu ash üzre müşahedeye lâyık ve müstait olanlar için kalkar. İşte sen
de kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiğin ve her tür-
lü hâilden azat olduğun vakit gizlilikler âleminin nurlarına gark olabi-
lirsin derdi.
1091-1153 senelerinde yaşayan Saint Bernard'ın kavline göre,
1- Bunlar hakkında bilgi edinmek isteyenler, Sorbon profesörlerinden bir zâtın, "Le
Probleme de Jesus" isimli kitabına müracaat edebilirler.
368
hayâtın gayesi, Hakk'ın muhabbetidir. Buna da tevazu ve kendini sil-
mekle erişilebilir.
1141'de yaşayan Saint Victor da der ki: Ruhu hakikatin tâ kendi-
sine, Hakka ulaştıran yol, münâcat ve nefsini muhasebe üzre bulun-
durmaktır.
Hıristiyanlık tasavvufunda da esas, Hakk'ın akıl ve ilimle bulun-
ması mümkün olmayıp ancak aşk ile bulunabileceği ve Allah yolunda
vücûdunu vakfetmek ve ancak fîllah ve lillah yâni sırf Allah için yaşa-
mak lâzım geldiğini tâlimden ibarettir.
Heyecan ve şevkinin sebebiyle Hakîm-i İsrâfîlî lakabını almış olan
Bonaventure, ruhun zât-ı ilâhîye ulaşabilmesi için aklın günlük ve hu-
dutlu amellerini aşması lâzım geldiğini söyler.
Avrupa'nın yakın zamanlarda yetişmiş olan mistiklerinden
bâzıları şunlardır: Emanuel Swedenborg, Martinez, Friedrich Jacobi,
Saint Martin, Saint Deniş, Pierre Simon Ballanche.
Jacob Böhme, Almanya'nın yetiştirdiği mütefekkir ve mistikler-
den pek büyük bir zattır. Evvelce kunduracılık yapardı. Fakat zihnini
işgal eden düşünce ile o kadar meşgul olmuştur ki nihayet kendisine
hakikat nurları tecellî eder olmuştur. Vefatı 1624'dür.
Itikâdınca, Allah, âlemden ayrı değildir. Bedende ruh nasılsa Al-
lah da âlemlerde öyledir. Allah, şu gördüğün kâinatta değildir, senin
zâtında yerleşmiştir. Allah uzak değildir. Sen onda yaşıyorsun. O da
sende yaşıyor. Eğer sen pâk, temiz ve arınmış isen, Allah'ın bütün kuv-
vetleri sende faildir. Keza bütün âlemlerde de böyle... Ateş, hava, su,
arz hep Allah'tır. Sen bizzat Allah'tan gayri bir şey olamazsın.
Yıldızlara, yerlere ve göklere baktığın vakit Allah'ı görürsün. İşte
bizzat bu Allah ile birlikte yaşayan sensin. Hakikatte gök yüzündeki
yıldızlar ile yerdeki unsurlar, zât-ı ulûhiyet değildir. Fakat bunların
hayatlarına sebep olan kudret sende de feyzini izhar etmektedir.
Allah, tabiatın bilcümle oluşları altında gizlidir. O, yalnız insanın
nefs-i natıkasında mâruf ve malûm olur. Ruh, ayrı bir vücutmuş gibi
Allah'tan ayrı kaldıkça Allah'ı anlayamaz.
Yukarıdan beri söylediklerimizden verdiğimiz misallerden de an-
laşılıyor ki tasavvuf insanoğlunun vazgeçilmez ihtiyâcıdır. Bu yüzden
de her devirde kendini göstermiş, fakat kemâlini müslümanlıkta bul-
muştur."
"Vaktiyle hükümdarın biri, perilerden birine iyilik yapmış. O pe-
SOHBETLER 369
ri de bu iyiliğe karşı: Dile benden ne dilersin? diye sormuş. Hükümdar
da zenginlik istemiş. Bunun üzerine peri öyle ise her tuttuğun yer al-
tun olsun, diye duâ etmiş.
Filhakika hükümdar her neye değse altın olmaya başlamış.
Meselâ su içecek altun oluyor, yemek yiyecek altun oluyor, ilh...
Nihayet işler sarpa sarmış ve bunalıp kalan hükümdar, tekrar pe-
riye müracaat ederek şikâyette bulunmuş. Bu müracaat ve rica üzerine
peri: Peki, o halde, git, falan yerdeki dereden elini yıka, tılsım bozulur,
demiş. Gerçekten de hükümdar o dereden elini yıkayınca, işler düzel-
miş.
Tabiî iş hikâyede değil... Demek ki insan da ifrat derecede servet
ve sâmâna mâlik olunca, artık bu zenginliğin fazlalığı, ona her temas
ettiği şeyde bir katılık bir zevksizlik bir usanış veriyor. Zevk için her
nereye elini atacak olsa, orası onun için katılaşıyor. Bu fazla varlık onu
bütün zevklerinden mahrum bırakıyor. Nihayet birçoklarının yaptıkla-
rı gibi kendilerini bile öldürüyorlar.
Onun için, her şeyde olduğu gibi, zenginlikte de itidal lâzımdır.
Her şeyin fazlalığı zarar olduğu gibi, servetin de fazlalığı zarardan baş-
ka bir şey temin etmiyor."
Fener Rum Lisesi Müdürü' nün bir müddetten beri hasta olduğu
söyleniyordu. Nihayet Balıklı Rum Hastahânesi'ne yattığını duymuş-
tuk:
- "Bu gün müdürü ziyarete gittim. Beni görünce hem hayret hem
de memnuniyet içinde: Ah efendim, buraya kadar niçin geldiniz, sizi bu
ziyarete sevkeden sebep nedir? diye hem sevindi hem de hastahâneye
kadar gelmiş olmama taaccüp etti.
Esasen evde de hastayı yoklamaya gideceğimi söylediğim zaman
itiraz edenler olmuş: Mübarek kandil günü bu ziyarete ne lüzum var?
demişlerdi.
Hastaya cevaben: Beni buraya sevkeden insaniyet duygusudur,
dedim. Öyle ya... Bir kalbi memnun etmek gibi güzel şey var mıdır? Na-
sıl ki kalp kırmak kadar da fena şey yoktur. Hıristiyan olsun, müslü-
man olsun, her insanın bir kalbi vardır ve kalpten de Allah'a giden bir
yol vardır. Şu halde ben o vazifeyi Hakk'a karşı yaptım; oraya gitmekle
Hakki tazim etmiş oldum."
370
Hocamız, geçenlerde Emirgân'daki yalı komşusu Fuat Paşanın
oğlu Hayreddin Bey' i ziyarete gitmişti. Bir İngiliz gazetesinde çıkan ya-
zı, Hayreddin Bey 'in bilhassa dikkatini çekerek bahis mevzuu etmiş.
Şöyle ki:
- "Cariyle, Londra'da verdiği bir konferansta bir peygamber nasıl
olmalıdır, mevzuu etrafında bir buçuk saat konuştuktan sonra sözleri-
ne nihayet verirken, dinleyenlere hitaben: Bu peygamber kimdir? diye
sormuş. Herkes hatibin: Hazret-i îsâ'dır, demesini beklerken o: İşte bu
peygamber Hazret-i Muhammed'dir, cevâbını herkesin hayreti içinde
vermiş.
Hayreddin Bey'in naklettiği bir başka vaka da şudur:
Bir İngiliz papazı, müslüman olmuş. Fakat gazeteler vâsıtasıyle
İslâm âlemine şöyle bir beyanname neşretmiş: Ey müslümanlar, ben
İslâmiyet'in bütün hakikatlerini görüp tasdik ettim ve elhamdülillah
müslüman oldum, lâkin annem ihtiyardır. Eğer benim müslüman oldu-
ğumu duyarsa kederinden ölür. Şimdi size soruyorum: Annemden,
müslüman olduğumu gizlemek için papaz kisvesiyle gezebilir miyim?
Papaz bu suâli sora dursun, biz de deriz ki, kisvenin hiçbir ehem-
miyeti yoktur. Allah zahirinize değil, kalbinize bakar. Cenâb-ı
Resûlullah da inneme'l-âmâlü bi'n-niyât, yâni amel niyet içinde gizlidir
buyurur. Bu ne büyük bir düsturdur."
Sâmiha Hanım:
- Dünyâda hattâ âhirette Allah'tan gayri ne varsa dedikodudan
başka bir şey değil... dedi.
- "Bu imkân âleminden dünya dağdağasından çıkıp mânâ âlemine
dalarsan ne dedi kalır ne kodu... Fakat bu kazanç da zannetmeyiniz ki
dünyâdan başka yerde hâsıl olur...
Eğer orada olaydı bu maksud
Ya ben bu deyr-i cihan içre ne kare geldim?
Bir pırlanta pırlanta olabilmek için ne zahmet ne meşakkat çeki-
yor; bütün bu safhalardan sonra da ne hırslara ne tamahlara mâruz
kalıyor.
İşte insan da nefsini kırıp onun arzu ve şehvetlerinden geçmeden
bu hâli hâsıl edemez.
Râhatiyle istedim vasimi kahr etti bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cananım benim
SOHBETLER 371
Dört duvardan ibaret olup Allah'ın emriyle bina edilmiş olan
Kabe'ye gidinceye kadar bile ne meşakkatler ne fırtınalar ve ne tehlike-
lere katlanıyorsunuz. Bu böyle olduğu halde Allah'ın cemâlini size ko-
layca verirler mi?
Cemâlin bahâsı, dünya dedikodularından, çamurlarından ve
"lâ"dan yâni Hak'tan gayri olan şeylerden geçmektir. Çünkü "lâ"ya mü-
teallik olan her ne varsa dedikodudur.
Bakınız, bir iki ay evvel Emirgân'da da, şurada oturduğumuz gibi
oturmakta idik. Bendler'e Göksu'ya gittik. Gezdik, yürüdük, eğlendik.
Hep bir an değil mi? Hani nerede o zamanlar? Kalan, yalnız o zaman-
dan kalan zevk, aşk, kelâmullah... İşte bunun nihayeti yok. Başka her
türlü zevk bir hayalden ibaret. Hakikat ise yalnız o... Ondan gayri ne
varsa dedikodu ve hayal... İşte numunesi gözümüzün önünde."
Mühendis Ekrem Hakkı Bey 'e:
- "Oğlum, dünyâda en fena şey gaflettir. Onun için dâima kendin-
de bulun... Gaflet etme. Dünyâda hiçbir şeye güvenilmez. Kimsede bir
şey yoktur. Git mezarlara bak. Hani o: Benim, diye yere göğe sığmayan
pehlivanlar, âşıklar, maşuklar, hükümdarlar?
Şu birkaç günlük ömrü gafletsiz geçirmeye bak. Allah'ın rızâsını
tahsil edegör. Dünyâya gelmekten maksat da budur oğlum!"
Kardeşlerimizden biri, iki kişinin konuşmasına şahit olmuş. Bun-
lardan kadın olan, muhatabı bulunan erkeğe, çocuğunun öldüğünü,
onu Allah'ın aldığını söylemiş. Erkek de alay ederek bu sözün
manasızlığından bahsetmiş, çocuğu iyi bir doktora tedavi ettirmemiş
olduğu için ölmüş olması lâzım geldiği mukabelesinde bulunmuş.
Bu konuşmanın nakledilmesi üzerine:
- "Adamcağızı sakın ayıplamayın. Çünkü Allah'ın kudret ve kuv-
vetini bilmediği için böyle konuşuyor. Bütün bu sözleri cehlinden dolayı
söylüyor. Yoksa Hakk'ın kuvvet ve kudretini ve failin Hak olduğunu
bilse idi böyle söyleyebilir miydi? Onun için ayıplamayın ve elinizden
gelirse irşat edin. Gelmezse boynunuzu büküp çekilin ve: Yâ Rabbî beni
bu gibi câhillerden ırak eyle, ona da hidâyetini ver diye duâ edin.
İbn-i Neccar, kendisini öldürmek istiyenlere karşı: Ne olurdu kav-
mim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını
372
bilselerdi 1 diye duâ etmişti.
İşte siz de herkes için böyle demelisiniz: Eğer bu kimse, yaptığı şe-
yin fenalık olduğunu bilse bunu yapar mıydı?
Bu adamın şu sözü hakikatten uzak olmakla beraber, dalâletin de
bu âlemde bir yeri olduğu için hakir görülemez.
İnsanın vücûdunda faydasız, fena ve lüzumsuz bir şey yoksa, dün-
yâda da her olanın bir sebebi vardır. Ama kaş, göz, ağız, burun gibi ulvî
uzuvların yanında bağırsak vesaire gibi süfli uzuvlar da olduğu gibi, bu
neviden kimselerin de vücutları faydadan hâli değildir. Onun için onla-
rı hoş görmeli ve kendilerine merhametle nazar etmelidir."
Birkaç günden beri hava gayet latif ve sıcaktı. Baharın yaza bağ-
lanan son günleri kadar güzeldi. Hocamız, pencereden dışarı bakarak:
- "Bakınız, herkes paltosuz ve ceketleri iliksiz olarak dolaşıyor.
Fakat bir an sonra bu güzel havanın ne gibi bir değişiklik göstereceği
bilinir mi? Anî bir sert rüzgâr çıksa, herkes titreye titreye yakalarını
kaldırıp kaçmaya başlar.
İşte, tabiata hâkim olman, bu kuvvetin seni bir an sonra ne hâle
çevireceğini bilmen ve mukadderatına hükmetmen imkânsız iken tabi-
atın yaratıcısı ve hâkimi olan Hakk'ı nasıl oluyor da inkâr edebiliyor-
sun?
İnsan vücûdu içinde bir kulağı, bir gözü dikkate al ve bu uzvun ne
büyüklükler ihtiva ettiğini bir düşün! Her birinin içinde ne kanallar, ne
cidarlar, ne dehlizler, ne havuzlar, neler neler var... Peki, bir fabrikayı
bile kurarken bunu bir akıl sayesinde planlıyor ve yapıyorsun da,
hârikaların en mükemmeli olan insan vücûdunu ve bu kâinatı vücûda
getirenin de bir kâmil akıl olduğunu nasıl inkâr edebiliyorsun?
Sonra şunu da düşün... Sen fabrikanı kurarken ne müşkülâtlar çe-
kiyorsun, temeller atıyor, binalar yapıyor, makineler getiriyor, yerleri-
ne takıyor, tecrübeler ediyor ve nihayet işletmeye muvaffak oluyorsun.
Halbuki Allah, bu koskoca insanı bir katre sudan vücûda getiriyor. Bir
kere şu insan vücudundaki azamete bak, sonra da o bir damla suyu dü-
şün!
Bâzı zavallılar, kendilerini ilim sahibi sayarak, faraza tıp bilgisi
kazanmakla gurur ve benlik girdabına düşüp, oradan sesleniyor: Biz
hekim olduk hiç Allah diye bir kuvvete inanır mıyız? diyorlar. Halbuki
1- Yâsîn sûresi, 26-27. âyet: "Kale yâ leyte kavmî ya'lemûne bimâ gafere lî Rabbî ve
caalenî mine'l-mükremîn."
SOHBETLER 373
asıl onların inanması lâzım gelir. Çünkü insan vücudundaki azameti
görüyor, biliyor ve tanıyorlar. Şu halde senden daha çok onların bu aza-
met karşısında eğilmeleri hayran olmaları gerekir. Zîra bilgi arttıkça, o
azamete karşı hayranlığın da artması tabiîdir. Fakat şu var ki, ezelde
îman nasîbi olmayanlar, ne ölçüde büyüklük görseler yine de göremez
ve anlayamazlar."
- "Hz. Ali: Rabbimi niyetlerimin olmamasıyle bildim, buyuruyor.
İşte bu gün aynı hakikat benim başımdan da geçti.
Sabahleyin Sedat'a: Oğlum, dedim, öğleyin otomobille gel de hem
Osman Efendi ile Arif Efendiyi, hem de Râmi'de oturmuş olduğumuz
evi ve mahalle kahvesini ziyaret edelim ve bir de kahve içelim!
Bizim zamanımızda o kahveye Çavuşun Kahvesi derlerdi. Bir kere
de bizi manda arabasıyle Keçe Suyuna ve Kâğıthane'ye gezmeye götür-
müşlerdi.
Ne ise Sedat ile beraber yola çıktık. Fakat kabristanın ortasındaki
kapı örtülmüş olduğu için içeriye giremeyerek dışarıdan ziyarete mec-
bur olduk. Sonra Râmi'ye gittiğimizde kahvenin ve dışarıdaki çardağın
harap olmuş olduğunu gördük. İçeri girdik, Çavuş da yoktu. Sorduk.
Dört sene evvel öldü, dediler. Bunun üzerine Sedat: Mademki kahve iç-
meye niyet ettiniz, gidelim size Mecidiyeköyü'nde bir kahve içıreyim,
dedi. Silâhdar Ağa ve Ayaz Ağa yoluyle Mecidiyeköyü'ne gittik ve Râ-
mi'de içmeye niyet ettiğimiz kahveyi, niyetimizin olmamasıyle Mecidi-
yeköyü'nde içtik.
İnsanlar, kendi dediklerinin olmayıp Hakk'ın istediğinin olmasını
her an canlı misaller ile gördükleri halde, kendi aleyhlerine olarak işte
bunu anlayamıyorlar."
- "Bir gün Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin, kuvvetleri hak-
kında münâkaşa etmişler ve Resûlullah Efendimiz'in huzuruna gele-
rek: Biz ikimiz de birbirimizden daha kuvvetli olduğumuzu iddia ediyo-
ruz. Sizin huzurunuzda güreşelim de karar verin hakikat meydana çık-
sın... demişler. Onun üzerine Efendimiz: Nasıl olur, güreşmek size ya-
kışır mı? Daha iyisi ikiniz de yazı yazıp bana getirin. Hanginizinki da-
ha iyi ise bahsi o kazansın... buyurmuş.
Çocuklar yazdıkları yazıyı Efendimize getirmişler. Fakat Efendi-
miz: Benim güzel yazıyı seçmek hususunda o kadar isabetim yoktur.
374
Siz bunu alın da babanıza götürün, buyurarak birini diğerine tercih et-
meksizin çocukları Hazret-i Ali'ye göndermişler.
Hazret-i Ali de: Ben yazıdan anlamam, annenize götürün, demiş.
Hazret-i Fatma'ya götürdükleri zaman: Çocuklarım bir dizi incim
var bunu koparıp yere atayım, hanginiz daha fazla toplarsanız o galip
gelmiş olsun, demiş ve inciyi kopararak yere dökmüş. Bu esnada
Cenâb-ı Hak, Cebrail Aleyhisselâm'a emrederek: Git, incileri müsâvî
kısma ayır, buyurmuş ve neticede Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüse-
yin'in ellerinde müsâvî miktarda inci kalmış.
İşte, bu kadar cilve ve muhabbete mazhar olmuş o sultanların bir
de akıbetlerini düşünün ve unutmayın ki hiçbir şey hikmetten hâlî de-
ğildir. Hazret-i Hüseyin isteseydi bir emri ile Yezid ordusunu perişan
edebilirdi. Fakat o sultanlar takdîr-i ilâhîye karşı koymazlar."
Mühendis Ekrem Hakkı Bey 'in evine gidilip gidilmeyeceğinin so-
rulması üzerine:
- "Kemâl-i memnuniyet ve iftihar ile... Onlar bana nasıl müştak
iseler ben de onlara öyle müştakım!"
Yazı geçirmek üzere Sarıyer'de bir yalıya göç edilmişti. Akşam üs-
tü ailece oturmuş şundan bundan konuşuyorduk. Bir müddet denize
baktıktan sonra meclise dönerek:
- "Tedâî ile hatırıma neler geliyor... Şu gelip geçen vapurlara ba-
kıyorum da... İşte bizim ömrümüz de durmadan gelip geçiyor. Bir
saniyemize hükmedip onu durdur amıyoruz. İşte bu gün de akşam oldu.
Allah kısmet ederse namaz kılıp yemek yiyeceğiz, sonra yukarı çıkıp
tekrar böylece oturacağız. Sonra yine Allah kısmet ederse uyumak üze-
re odalarımıza çekileceğiz.
Aman Efendim, ne de çok Allah kısmet ederse, diyorsunuz, yollu
bir itirazda bulunursanız, nasıl demeyeyim ki, demin de söylediğimiz
gibi, bir saniyemize dahi hükmümüz geçmeyince, nasıl olur da: Ben ya-
parım, ben ederim; denebilir.
Ne ise, bu böyle... Şimdi şurada, hep bir arada, istediğimiz vakit
Behîreler'e, istediğimiz vakit Melihalara, Hüsniyeler'e gittiğimiz gibi,
bir gün olup da öbür dünyâya intikal olunduğu vakit de böyle sevdikle-
rimizle görüşüp buluşabilecek miyiz?
SOHBETLER 375
Allah bize ne lutuflar etmiş, ne ihsanlarda bulunmuş... Şu hâle bir
bakın! Biz böyle saray gibi yerlerde oturacak adamlar mıyız? Soframız-
da yediğimiz yemekler saraylarda bile bulunmayan cinsten. Hâsılı her
şeyimiz buna göre... Fakat zannetmeyiniz ki bunlar bizim istihkâkımız-
dır. Hayır, bunlar sırf Allah'ın ihsanı... Geçen günlerimiz ne kadar ra-
hat, mesut ve duyulmadan geçiyor... Buna nasıl şükretmeyelim?
Şükür... diyorum. Bu da bizim ne haddimize. Bari hiç olmazsa
sükût edelim. Evet, kendinize çeki düzen verin, bunca nimetlere karşı
nankörlük etmeyin. Onu bunu çekiştirip gıybet etmeyin, birbirinize ke-
net olun, hizmet edin, yardım edin ve ömürleri azap içinde geçen kim-
seleri düşünün. Meselâ geçen sene yalısında Melihaların oturduğu şu
Orhan Sâdeddin Bey, ne naz ve naîm içinde büyümüş, üniversite profe-
sörlüğüne kadar yükselmiş genç ve güzel bir adamdı. Bir an içinde aklı-
nı kaybedip çoluğunu çocuğunu kimsesiz ve garip bıraktı; şimdi de
tımarhane köşesinde azap içinde sürünüyor.
Şu dalyancıların sabahtan akşama kadar deniz ortasında sıcağın
ve soğuğun kahrına mâruz bulunarak her türlü mahrumiyet içinde göz-
cü direğinin tepesindeki hayatlarına bakın... Yedikleri de kuru ekmek.
Haydi Allah'ımıza şükredelim..." diyerek secde etti. Sonra ayağa
kalkarak:
- "Haydi öbür odaya geçelim... İşte mü'minler de ölmezler, bir
dardan bir dara nakledilirler,'' dedi.
Mesnevî-i Şerifte: Her gül kokan yerde muhakkak gül vardır, de-
niyordu:
- "Evet, her gül kokan yerde gül olduğu gibi, her dedikodusuz ve
fesatsız olan mecliste de Hazret-i Muhammed vardır. Nerede muhab-
bet, orada Muhammed, derler.
Fısk, fesat ve gıybet olan yerde de şeytan vardır."
- "Geçenlerde vefat eden Beylerbeyili Mü'mine Hanım'm zevci
Mazhar Bey geldi. Çok yaşlı olmakla beraber beni görmek için Küplüce
Yokuşunu çıkmak zahmetine katlanmıştı. Hemen yanına indim ve ha-
tırını sorarak, nasılsın Mazhar Bey? dedim. Fenayım Efendim, fena-
yım... dedi. Neden, diye sordum. Ne yapayım, yalnız kaldım. Her gün
ağlıyorum, diye cevap verdi. Bu nasıl söz Mazhar Bey? dedim. Bilmiyor
376
musun Cenâb-ı Hak: Ben sizinleyim, siz kiminlesiniz? buyuruyor. Bil-
miyor musun yine Cenâb-ı Hak: Ben sabır edicilerle beraberim, buyu-
ruyor.
Senin Allah'ın var, Resûlullâh'ın, Pîr'in, Şeyh'in var. Bu sözünden,
evlâdım olman hasebiyle ben mahcup oldum. Ben, bana mensup olan
kimselerden böyle şükürsüzlük zuhur etmesiyle üzülür ve mahcup olu-
rum. Bak, Allah sana ne lutuflar ihsan etmiş. Evlâdın gözünün içine
bakıyor. Gelinin karşında dîvan duruyor. Yaşına rağmen sıhhatin ye-
rinde. Ya maazallah, kötürüm olup yataklarda kalsan... Yahut horlanıp
tahkir edilsen... dedikten sonra tekrar: Nasılsın Mazhar Bey? dedim.
Aman iyiyim Efendim, iyiyim çok şükür, çok şükür. Bana bunları söyle-
yip gafletten uyandıracak sizden başka kimim var? dedi."
1931'den 1934'e kadar üç yazı Emirgân'da geçirdik. Bize üç mev-
sim güzellikleriyle rûhânî bir sığınak olmuş olan bu köye, Hocamız
sayfiye için orayı seçer seçmez, resmî makamlarca târihî ismi kaldırıla-
rak Ulu Köy adı verildi. Bu yaz ise, Hocamız Büyükdere'ye nakletti ve
ne hoş bir cilve ki Ulu Köy 'ün ismi tekrar Emirgân oldu.
Akşam üstü okuduğumuz Mesnevî-i Şerifte, arif kimsenin vasfın-
dan bahsedilirken, onların dünya ve kesret renklerinden arınmış ve
Allah'ın cezbe ve tecellileriyle renksizlik mertebesine yükselmiş ve
Hak'la ebedîleşmiş oldukları, böylece de vahdet deryası içinde Hak'tan
başka bir şeye nazar etmedikleri söyleniyordu:
- "İşte, ancak bu kimseler zikir sahibidirler.
Esasen kalp, beşeriyetin kesafet ve tozlarıyle perdelenmiş bir cev-
herdir. Tıpkı bir pırlantanın toprak ve yabancı maddelerle karışmış
olup da onu türlü ameliyelerle taşından toprağından ve diğer yabancı
maddelerinden ayırdıkları gibi, karanlıklar ve gafletlerle kapanmış
olan o kalbin de cilâsı fikirdir; nuru zikirdir; mahfazası ise sabırdır.
Fakat zikir ne demektir? Zikir, İsm-i Celâl yahut Kelime-i Tevhîd
çekmek değildir. Bunlar birer kabuktan ibarettir ki bu zikri gramofon
da yapabilir, insandan aranan ve beklenen ise hakîkî zikirdir.
Zikir kalbe gelen şeytanî vesveselerden o kalbi muhafaza etmek
yâni boşaltmak ve mâlâyânî ile ülfeti terketmektir. Sonra çoklukta bir-
liği görmek, dâvadan uzaklaşmak yâni tam bir sulh içinde olmak ve
SOHBETLER 377
kalbe ilham olan mânâları tefekkür etmek yâni gafil olmamaktır.
Yoksa, sabahlara kadar teşbih çekip kafanı duvarlara vurmuşsun
ne fayda? Ondan maksat bu söylediklerimin icrâsıdır, fakat gaflette
olan, senin vâsıl olduğun hakikatlere erişemez.
Hazret-i Rifâî Efendimize evlâtları Kadir gecesi ne vakittir? diye
sormuş. Oğlum, buyurmuş. Eğer sen basiret gözünü cilâlandırırsan
her ânın Kadir'dir, senede bir gece değil. Demek ki her şeyde hâkim
olan akıldır. Meselâ sen nesin? Fikrin ne ise sen osun.
Hakîkî fikir ne demektir? Rûhânî, manevî, ilâhî fikir demektir.
Çünkü ancak insan o zaman irfan sahibi oluyor, o vakit eşyanın haki-
katini olduğu gibi görebiliyor ve Hakk'ın cemâlinden başkasına bakmı-
yor.
Marifet ne demektir? Marifet, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetini yâni
Rab oluşunu kemâliyle idrak eylemek ve kulluğun sânına lâyık olan
ameller ve vasıflar ile de nefsini tanımak ve hiçbir şeyin Allah'ın em-
rinden hâriç olmadığını rızkı da Cenâb-ı Hakkın verdiğini bilmektir.
İşte ancak bu kimse irfan ve zikir sahibidir.
Bir de, vaktini dedikodu, mâlâyânî, boş şeyler ve zevk u sefa ile
zayi eden kendimizi düşünelim. Cenâb-ı Hak ferahlananları sevmez 1 .
Zîra ferahlanmak yâni kendini kaybedercesine zevk ve safâya dalmak,
böylece de ferah ve sürürün gafleti içinde erimek cinnet alâmetidir.
Yol çok korkuludur; elde ise hüccet yok. Fakat bunları kime anla-
tırsın? Şu alâka ve teessürünüz bir an sonra geçip gidecektir. Halbuki
tefekkür gibi ibâdet olmaz. Hiç değilse düşünce için yirmi dört saatte
yarım saatçik bir vakit ayır. Benim hâlim ne olacak? diye düşün. Dün
ile bu günün amelini mukayese et. Kendini tart, bakalım - ne kazanmış-
sın gör... Resûlullah Efendimiz: Dünden daha az kazancı olan kimse
mağbundur, buyuruyor. Halbuki sende hep gerileme, hep gerileme...
Esasen kalbin karanlık, bari onu büsbütün siyahlatacak şeyleri terket.
Sonra da, Pîr'im var, Şeyh'im var... diyorsun. Senin pîrin değil kendin
varsın. Sen, şeytanı kendine pîr seçmişsin.
Şeyhin dedikodu yapıyor mu? Yapıyorsa sen de yap! Yapmıyorsa
neden yapıyorsun? Bizde hiç düşünce yok, amelimizi tartma hele hiç!
Hazret-i Pîr, her nefes nefsini muhasebe etmeyeni biz ricalden sayma-
yız, buyuruyor. Hangi her nefes? Ben, günde yarım saate de razıyım!"
1- Kasas sûresi, 76. âyet.
378
Beylerbeyi' nde Cemile Hanım isminde yaşlı bir kardeşimiz vardı.
Vefatından sonra Seza Hanım nâmındaki komşusuna rüyasında:
Sinemde Resûlullah karşımda Cemâlullah seyran edip duruyorum, de-
miş olduğunu duymuştuk.
Münire Hanımefendiyi de, vefatından bir gece evvel yine kardeş-
lerimizden Seyyide Hanım rüyasında görmüş geldi, anlattı. Münire
Hanımefendi, üstünde Hatice Cenan Hazretlerinin hediye etmiş olduk-
ları bir elbise olduğu halde etrafında büyük bir kalabalık ile, Konağa
gelen misafirleri karşılamakta ve yanında bulunanlara da: Evlâtlarım,
göreyim sizi... Hizmetinizde, teslimiyetinizde kusur etmeyin... Beni
mürşidim kurtardı!., dedikten sonra misafirleri kendi odasına almış.
Odanın ortasında kendi cesedi yatıyormuş. Bununla beraber ayakta
konuşmasına devam ediyormuş.
Seyyide Hanım bu hal karşısında son derece mütehassis olarak,
gitmiş Münire Hanımefendi' nin dizlerini öpmüş.
Bu rüyaların anlatılmasını müteakip Güzide Hanımefendi: Böyle
sözler işittikçe teselli buluyor, genişliyorum! dedi.
- "Olma, olma.. Teselli olmaya o vakit hakkın olur ki Münire Ha-
nım'ın otuz beş seneden beri, o hanımefendilik mevkiinden inerek ve
saçını süpürge eyleyerek, üstelik bu müddet zarfında etraftan mâruz
kaldığı türlü tazyik ve sıkıntılara ve imtihanlara tam bir teslimiyet ve
rızâ ile dayanması, son nefesine kadar da ihlâs ile çalışması hizmet et-
mesi vârıyle yokuyle caniyle başıyle hep o uğurda gayret göstermesi gö-
zünüzün önüne gelsin ve sonra da kendi amalinizi tartın. Eğer onunki
kadar olduğunu görürseniz, yine de aman babından ayrılmayarak, yâni
Hakk'a sığınarak teselli bulmaya hakkınız olur. Ve yine, bu hâtûnun
son nefesinde mürşidiyle alış veriş etmiş olmasını ve bir nefes Hak'tan
gafil bulunmayarak yaşamış bulunmasını da dikkate almak icap eder.
Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Allah'ım, vasıtalı ola-
rak bana tâbi kıldığı kimselerden büyük büyük meziyetler zuhur ettir-
miştir. Muhlise'nin tek yavrusu öldüğü vakit telefona sarılıp; Hâdî ve-
fat etti, sen sağ ol Efendim., diye bize haber vermesini bilirsiniz. De-
mek istiyorum ki Hak indinde hiçbir şey zayi olmuyor, unutulmuyor.
Bu vesile ile şu da hatırıma geldi. Cenâb-ı Hakkın bir işimizin
hallolmasına vâsıta kıldığı ve o hayırlı işin olması için bize yardım et-
tirdiği Mustafa Rızâ Efendi isminde bir avukat vardır. Bâzı münâ-
sebetlerle bu zattan birkaç defa bahsetmiştik. İşte bu zat, bayramlarda
bizi ziyarete gelirken bu bayram görünmemesi dikkatimi celbederek
kendisini sordurdum ve hastahânede olduğunu haber aldım. Ziya ile
beraber gittik. Bîtap bir halde idi. Bizi görünce fevkalâde memnun ol-
SOHBETLER 379
du: Aman, dedi, beni bırakmayın. Eteğinize yapışmışım, beni bırakma-
yın başka bir şey istemem.
İşte yapılan iyilik zâyî olmuyor. Son nefeste de olsa Allah onu
unutmuyor."
- "Evvelce de birçok defalar söylemiştik. Tasavvuf demek, edep
demektir. Edep ise, göz ile Hak'tan başka bir şey görmemek, lisanla bir
şeye itiraz etmemek, Allah'ın buyruğunu tutmak, menettiğinden kaç-
maktır. Bunların kendisinde yer ettiği kimse, şüphesiz adaletten ayrı-
lamaz, kimsenin kalbini kıramaz. Hâsılı, Allah'ın hoşnutsuzluğuna se-
bep olacak işlerde bulunamaz.
Şunu bilmeli ki bunların dışında hareket etmek, insanın kendi
nefsine zararlıdır. Zarara sebebiyet veren en büyük zarar ise, bir insa-
na, yaptığı fenalık söylendiği vakit, o fenalığı kendisine kondurmayıp
saplanıp kaldığı fikir ile hareket etmesidir ki, bu kimsenin selâmeti,
mutlak başına bir felâket gelmesiyle mümkün olur. Bu ise acı bir
hakikattir.
İlimler içinde terbiye ilminin beşerî muamelelerde ne kadar ehem-
miyetli olduğu, pedagoji denilen çocuk terbiyesi ilminin tedkîki ile de
anlaşılmaktadır.
Bir çocuk, babasından veyahut anasından yavaş yavaş ve bir me-
tot içinde terbiye görmezse, bu hal, sonradan o çocuğun şımarıp
terakkisine mucip olan şeylerden kaçmasına sebep olur. Baba ve ana,
çocuklarını şımarttıkları için, çocuğun sayacak ve çekinecek bir yeri
kalmaz ve reşit oluncaya kadar geçen bu zamanı kaybedecek olursa,
aklı başına geldiği vakit, zamanın geçtiğini görerek, içinden kırılır tees-
sürlere dalar ve bu suretle ahlâkı tekâmül edemediğinden, ahlâksızlık
içinde bocalar.
Bugün aileden bir çocuk aşçı çırağının üstüne tükürmüş. Bunun
birkaç keredir vukuunu işitiyorum. Aşçı çırağı da kendisine: Terbiye-
siz! demiş. Bu cevâbı işiten çocuğun babası da, meseleyi tedkik etmeye
lüzum görmeden aşçı çırağına bir tokat vurmuş.
Hâdise üzerine kendisine, çırağın bu karşılığının, çocuğun
muamelesinden ileri geldiği ihtar edildiği halde o yine: Hizmetçilere
yüz veriliyor. Onların yanında çocuğum hırpalanıyor... diyerek hizmet-
çilerin hizmetçiliğini yüzlerine vurarak ikinci bir pot kırmış.
Şimdi vakanın muhakemesine gelelim: Kendi çocuğu için aşçı çı-
rağına haksız olarak bu tokatı vurup o bîçâreyi ağlatması, herkesin her
380
işini görüp gözeten ilâhî adalete aykırı değil midir? Kendi nazarında
çocuğunu ne büyük ve aşçı çırağını ne küçük görüyor. Allah nazarında
ise her ikisi de birdir.
Bu terbiye, aşçı çırağının yüzüne tüküren çocuğa verilmesi lâzım
gelirken, haksız olarak çırağın bu muameleye mâruz kalması doğru
mudur? Sonra hizmet edenlere hizmetçiliklerini ihtar ederek kalpleri-
nin kırılmasına sebebiyet vermek de bir başka hatâdır.
Bu çocuk, şüphesiz yarın öbür gün, bundan daha fazlasını yapa-
caktır. Çünkü görüyor ki yaptığı haksızlığın hâmisi babasıdır.
Bu sözleri kendisine söylesem, bin dereden su getirerek türlü tür-
lü sebepler ileri sürecek ve neticede sözümün tesiri olmayacağından hiç
olmazsa bu sahîfeye yazdırmak suretiyle belki başkalarına faydası olur
ümidiyle teselli buluyorum.
Bir kimsenin yaptığı haksızlığın cezalanmaması mümkün değil-
dir. Size bu mevzuda küçük bir misal vereyim: Yuvagimyon Kız Rum
Mektebi hocalarından Semîha Hanım'ın dersine giren bir müfettiş, her
halde hüsnüniyetle olmayacak ve galiba onu oradan kaldırtıp yerine ta-
nıdığı bir kimseyi getirtmek niyetiyle olacak ki, biribiri ardınca dersine
girip çıktıktan sonra aleyhinde olarak, cumhuriyet umdelerine muvafık
ders vermediğine dâir şikâyette bulunmuş.
Semîha Hanımı tanıyanlar, bunun ne kadar bariz bir iftira ve
haksızlık olduğunu bilirler.
Gel zaman git zaman bu müfettiş, Ankara Gâzî Enstitüsüne
Semîha Hanimin Yuvagimyon'daki dersiyle hoca olur. Olacak bu ya...
Cumhur Reisi Gâzî Paşa bir gün o mektebe gelir ve bu hocanın sınıfına
girer. Çocuklara birkaç sual sorduktan sonra hocanın tedris tarzını be-
ğenmez ve bâzı ihtarlarda bulunur. Bu sırada hoca, kendini temize çı-
karmak için: Beyefendi şu şöyledir, bu böyledir! diye söze başlayınca,
Gâzî Paşa, tabiî pek yerinde olarak: Be adam, sen daha benim Paşa ol-
duğumu bilmiyor da Beyefendi ile mi hitap ediyorsun? Sen nasıl mual-
limsin? diye herkesin yanında rezil eder ve cehlini yüzüne vurur.
Hoca, bu vaka üzerine başka yere gönderileceği veya azledileceği
şayiaları ile iki hafta cehennem azabı yaşar. Bereket versin ki Semîha
Hanimin amcası olan Maârif Vekîli Esat Bey işin şiddetini yatıştırır.
Böyle misaller hatsiz hesapsızdır. Haksız muamele, er geç cezasız
kalmaz."
Abdestin mânâsından konuşuluyordu:
SOHBETLER 381
- "Bir kimse zahiren abdest almakla bedenini temizlemiş olur.
Halbuki günahlardan korunmak ve temizlenmek için lâzım olan su,
ibâdet ve hayır işlemektir.
Kalbin ve nefsin pisliklerini ve fena ahlâklarını gidermek için
lâzım olan su ise, Allah'ın ahlâkiyle ardaklanmaktır.
Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da mâsivâyı yâni sana
dünya olan bağları terketmektir. İşte, insanın abdesti böyle olmayınca
yâni aşk ve muhabbet çeşmesinde yıkanıp dört tekbîri bir etmeyince,
hakîkî olarak namaz kılınmış olmaz.
Dört tekbîri bir etmek nedir, denilirse, dünyâyı terk, âhireti terk,
varlığı terk ve terki de terktir. Bu abdesti alıp fena mertebesini bul-
duktan sonra, nasıl istersen öyle hareket et. Çünkü o vakit amelinde
cehil ve fiilinde de günah yoktur.
İşte bu mertebe Allah'la seyir mertebesidir ki, her şeyde ikiliksiz
Allah'la olmaktır. Yâni: Kurb-ı kâbe kavseyni ev ednâ mertebesi bu-
dur."
- "Yol gönüldür. Gitmek, kendiliksiz kendine gitmektir, bilmek ve
bulmaktır. Evvelâ kendinden çıkacak, sonra kendiliksiz kendine döne-
ceksin. Yâni kendi hakikatini bilecek ve nihâ}'et kendi hakikatini açık-
ça görüp bulacak ve kayıtsız şartsız, ikiliksiz tevhide kavuşacaksın.
Fakat bu söylediğimiz gerçeklerin, yalnız zahir ilimler ve maaş
akliyle yâni dünya işlerine eren akıl ile idrak edilmesi mümkün değil-
dir. Bunun için mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu
bulunca da hemen Hakk'ı buldun bil.
İşte bu hâli kazanmış kimsenin hiçbir şeyle kaydı kalmaz. Hattâ
kendisine âhiretten bir işaret verilip çağrılsa, hemen: Ben gidiyorum;
der ve gider. Bu gibi kimseler için: Mü'minler ölmezler belki bir
mekândan bir mekâna naklederler, sırrı câri olur."
Kardeşlerimizden bir kimsenin bâzı üzüntüleri yüzünden,
talihsizim ben demiş olduğu söylendi:
- "Niçin talihsiz oluyormuş? Dünya işleri geçicidir, gelir geçer. Al-
lah ona hakikat yolunu göstermiş ve bir üstat ihsan etmiş. Asıl talih
budur.
Başına birçok felâketler geldiği halde, bu kahır tecellîsinin
382
mânâsını idrak ettirecek yolu ve mürşidi bulamamış kimseler yok mu?
O ise, dünyâya gelişinin de gidişinin de mânâsını bulmuş. Yâni dünya
ve âhiretin mânâsını bulmuş, daha ne istiyor?"
Güzide ve Meliha Hanımefendiler, çocukluklarında işitmiş olduk-
ları iki veciz sözü hatırlayarak, konuşma sırasında söylediler:
- "Hikmeti nerede olsa almalıdır. Bunları da kaydet!"
Güzide Hanımefendi, Kırklareli' nde bulunduğu zamanlar, şehir-
de Helvacı ibrahim Ağa isminde birisi varmış. Dâima: Varken sevin-
me, yokken düşünme... dermiş.
- "İşte senden kaybolana esef etme; sana verilene de ferahlan-
ma.. 1 âyet-i kerîmesine ne kadar yakın bir söz."
Meliha Hanımefendi de, bir vapur yolculuğunda şahit olduğu şu
hâdiseyi anlattı:
- Bir köylü hıristiyan kadını, kucağında hasta yatan çocuğunun
hastalığı hakkında etraftan sual sorulması üzerine: Kaç tane çocuğum
öldü! Verirse alırım, isterse veririm! demişti.
- "Bu da Cenâb-ı Hakkın kazasına rızâ ve teslimiyetin bir
numunesi!"
- "Bu sabah baktım da, bir kotra, arkasına bir sandal bağlamış,
kendini rüzgâra vermiş, bir maksat ve hedefi olmadan, oraya buraya
gidip geliyor; arkasındaki sandal da öyle... O da bir iş görüyormuş gibi
kotrayı takip etmekte...
Kendi kendime: Bunda mânâ nedir? diye sordum. Hiç. Gafletten
ibaret! Mânâsız bir zevk, mânâsız bir söz gibi... Hani: Her mürşide el
verme yolun sarpa uğratır mânâsını temsil eden bir hal!"
- "Hazret-i Hasan baştan göbeğe kadar Efendimize benzermiş, gö-
bekten aşağıya kadar da Hazret-i Ali'ye benzermiş.
Bir gün Harem-i Şerifte iken koşa koşa gelmiş, Efendimiz'in ku-
caklarına oturmuş. Başlamış mübarek saç ve sakallarıyle oynamaya...
Resûlullah Efendimiz: Allah'ım ben bunu seviyorum. Seveni de seve-
1- Hadîd sûresi, 23. âyet: "Li-keylâ te'sev alâ mâfateküm ve lâ tefrehû bimâ âtâküm.
SOHBETLER 383
rim! buyurmuş.
Yine bir gün Efendimiz secdede iken çocuk gidip omuzlarına otur-
muş ve kalkıncaya kadar da Efendimiz secdede kalmışlar.
Resûlullah bir gün buyurmuş ki: Ey ashabım, size, ced bakımın-
dan en şerefli kimdir, söyleyeyim mi? Söyle yâ Resûlallah... deyince,
Hasan ile Hüseyin'dir. Ceddinin biri Allah'ın Resulü, biri Hatîcetü'l-
Kübrâ'dır. Ebeveyn cihetiyle en şereflisini söyleyeyim mi? Yine Hasan
ile Hüseyin'dir. Babası Ali, anası Fâtımatu z-Zehrâ'dır.
Bir gün Efendimiz, Hazret-i Hasan'ı mübarek omuzlarına alarak
hâne-i saadetten dışarı çıkmışlar. Sahabeden biri görerek: Ne güzel bi-
nek! demiş. Efendimiz de: Ne güzel binici! buyurmuşlar.
Bir gün de Hazret-i Fatma çok telâşlı olarak Efendimize gelmiş.
Babacığım, kaç saattir çocuklar gelmediler. Babaları burada olsa idi
gönderir aratırdım! demiş.
Efendimiz de: Yâ Rabbî sen bana ayan et... Bu çocuklar denizde
iseler lutfun gemisiyle sâhil-i selâmete çıkar, sahrada iseler de lütuf ve
inayetin ile yine selâmete çıkar! buyurmuş.
Bu esnada Cebrail Aleyhisselâm gelerek: Falan marangozun bah-
çesinde oynuyorlar, demiş. Efendimiz de gidip çocukları getirmişler."
Meliha Hanımefendi bu akşam Konak' ta kalmıştı:
- "Melihanın burada olması şerefine Hazret-i Hüseyin'in bâzı
menkıbelerinden bahsedelim: Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Hasan'dan on
ay on gün sonra dünyâya teşrif etmiştir.
Hazret-i Hüseyin doğmazdan evvel Efendimiz'in amcaları Hazret-i
Hamza'nın haremi Ümmü'1-Fadl bir rüya görerek Efendimize gelip:
Aman Yâ Resûlallah, ben bir rüya gördüm: Sizin bir parçanızı benim
yanıma koydular, demiş. Efendimiz de: Tebşir ederim, Zehra hâmiledir
ve sen, doğacak çocuğun dadısı olacaksın, buyurmuşlar. Ümmü'1-Fadl
da memnun olarak gitmiş.
Hazret-i Hüseyin'in dünyâya geldiği haber verilince Efendimiz he-
men koşmuşlar çocuğu kucaklarına alarak yüzünü mübarek yüzlerine
sürmüş, sevip okşamışlar ve Hazret-i Ali'ye: Çocuğun ismini ne koya-
lım yâ Ali? buyurmuşlar. Hazret-i Ali: Bence hatıra gelen Cafer'dir fa-
kat size takaddüm edemem, ne buyurursanız o olur.
Efendimiz: Ben de Allah'a takaddüm edemem... buyurunca, bu
esnada Cebrail Aleyhisselâm gelerek: Hüseyin koyun. Hazret-i
Harun'un küçük oğlunun adı da Hüseyin'dir, demiş.
384
Bir gün Efendimiz Hazret-i Hüseyin'i dadısından istemişler. Çocu-
ğun yüzünü kendi mübarek yüzlerine sürerken, bir damla idrar damla-
mış. Ummül-Fadl'ın buna canı sıkılarak, çocuğu biraz huşunetle almış.
Bundan müteessir olan yavrucuğun dudakları bükülmüş.
Çocuğun üzüntüsüne Efendimiz'in canı sıkılarak: Yâ Ümmu 1-Fadl
bir damla idrar bir parçacık su ile temizlenir, fakat benim bu husustaki
hüznümün nihayeti yoktur, buyurmuşlar.
Bir gün Efendimiz, bir dizlerinde kendi oğulları Hazret-i İbrahim,
bir dizlerinde Hazret-i Hüseyin olduğu halde ikisini de okşuyorlarmış.
Bu sırada Cebrail Aleyhisselâm gelerek: Yâ Resûlallah, iki inci bir dizi-
de olmayacak. İkisinden birini feda etmen lâzım geliyor, demiş. Düşün-
müşler ki, Hazret-i Hüseyin'i feda edersem, ben, Hatice, anası ve Ali
mahzun olacağız. Fakat İbrahim'i feda edersem, ben ve annesi mahzun
olacağız, ekseriyet mahzun olacağına İbrahim'i feda ederim, demişler.
Çok defa Hazret-i Hüseyin'e bakarken: Ey uğrunda oğlumu feda
ettiğim ciğer köşem Hüseyin! derlerdi.
Yezid ile Hüseyin arasındaki düşmanlığa gelince, Hüseyin'de kin
ve düşmanlık olamaz. Onların düşmanlığı, dîn-i mübîn ve Kur'ân-ı
Kerîm içindir. Fakat Yezîd'in düşmanlığı dünya saltanatı içindir ve
ezelîdir.
Bu düşmanlığın zahir bakımından iki sebebi vardır: Biri Hüse-
yin'in Yezîd'e bîat etmemesidir. İkincisi de, sahabeden Zübeyr'in bir gü-
zel zevcesi varmış. Sesi de çok güzelmiş. Bunu Yezid işitmiş, kendine
almak istemiş. Her türlü fesat ve fitneye baş vurarak kadını Zü-
beyr'den ayırtmış ve Musa ibn-i Eş'arî'yi kadının izdivacına talip ola-
rak bulunduğu memlekete göndermiş.
Mûsâ ibn-i Eş'arî, yolda Hazret-i Hüseyin'e tesadüf etmiş, Hz. Hü-
seyin nereye gittiğini sorup öğrenmiş ve o vakit: Eğer onu istemezse be-
nim için talip ol! buyurmuş.
Bir müddet daha gittikten sonra, Abdullah İbn-i Ebû Bekir'e
tesadüf etmiş. O da nereye gittiğini sorup öğrenince: Eğer onları iste-
mezse benim için talip ol! demiş.
Mûsâ İbn-i Eş'arî kadının nezdine vardığı zaman: Sen güzel bir
kadınsın. Bu güzelliği ziyan etme; birkaç talibin var, demiş. Bunlar
kimlerdir? diye sorunca: Birincisi Yezid, ikincisi Hüseyin, üçüncüsü
Abdullah İbn-i Ebû Bekir, dördüncü de ben! demiş.
Kadın: Sen olamazsın. Çünkü yetmiş yaşındasın. Ben ise gencim.
Ötekileri anlat, demiş.
Eş'arî: Yezîd'e varırsan, dünyalık, mal, saltanat hep senindir. Ab-
dullah İbn-i Ebû Bekir'e varırsan, bu da çok güzel bir adamdır. Hüse-
SOHBETLER 385
yin'e varırsan âhiret senindir, demiş.
Kadın, benim saltanatta gözüm yok. Güzellik ise fânidir. Ben âl-i
Zehra ve âhiret saltanatını isterim, diyerek Hazret-i Hüseyin ile ni-
kâhları kıyılmış."
Geçenlerde bayram münâsebetiyle Hoca Celâl Efendi gelmişti. Söz
arasında, vazifesinin oturduğu semte pek yakın iken uzak bir yere nak-
ledilmiş olduğunu ve buna sebep olanlara beddua ettiğini söylemiş, al-
dığı cevap da şu olmuştu:
- "Onlara beddua edeceğine kendi etrafını tavaf et. Sebeplerin ya-
ratıcısı Allah'tır. Hazret-i Mevlânâ da öyle buyuruyor:
Sıhhatte iken hasta olman, geniş rızk sahibi iken rızkının daral-
ması veya demin söylediğin gibi, yakın bir yerden uzak bir yere nakle-
dilmen vesaire gibi şeyleri kendinde araştır. Birisinin kalbini mi kır-
dın? Allah'ın istemediği bir şey mi yaptın? Bulursan istiğfar et. Bulma-
dınsa, bunda da bir hayır olduğunu bil.
Cevaben dedi ki: Fakat Efendim, Resûlullah Efendimiz de bir düş-
man kabileye beddua etmişti. Şöyle ki, Dirvan ismindeki bu kabileye
otuz kişi elçi gönderdiler. Fakat bu kabile o otuz kişiyi de kesti. Efendi-
miz bu sefer, belki çokluktan ürkerler diye üç yüz kişi gönderdi. Bu
kabile onları da kesti. Bunun üzerine Efendimiz ellerini kaldırdı, yâ
Rabbî bunların cezasını ver! buyurdu. Gerçekten de bu kabileden bir
kişi bile kalmadı.
Celâl Efendiye dedim ki, bilmiyor musun, Resûlullah Efendimiz:
Biz hevâdan söz söylemeyiz buyuruyor. Onun her yaptığı Allah'ın em-
riyle olmuştur. Kendi arzûsuyle değil... Allah bu kabilenin mahvını mu-
rat etmiş, Habîbine de bu duayı ettirmiş. Senin yaptığın ile bunun ara-
sında ne kadar çok fark var... Şimdi tasdik ettin mi Hoca? Evet Efen-
dim, dedi.
Bil ki kimsede bir şey yoktur. Sana bir zarar gelecek olsa onu kim-
se çevirmeye muktedir değildir. Bir hayır da gelecek olsa, onu da kim-
senin tebdil etmeye kudreti yoktur. Bunun için kimseye beddua etme;
her şeyi Hak'tan bil! Her ne şey ki vâki olur, Allah'ın emriyledir. Çün-
kü hüküm onundur: Elhükmü lillâhi'l-aliyyi'l-kebîr 1 Semâvat ve arzın
anahtarları onun kudreti elindedir.
Kulluğun gayesi, Allah'a teslim olup işlerini ona ısmarlamaktır.
Ah, fakat bu da yakînsiz yâni gerçek bilgiyi elde etmeden olamaz!"
1- Gâfir sûresi, 12. âyet: "Hüküm, O çok ulu, O çok büyük Allah'ındır."
386
- "Hadîs-i şerifte: İnsan ilimden bir kelime öğrense, kendini
dünya ehlinin şerrinden kurtarır, buyruluyor.
Resûlullah Efendimiz'e sordular: Mü'min zina eder mi, yâ
Resûlallah? Belki! buyurdular.
Mü'min yalan söyler mi, yâ Resûlallah? deyince: Hayır, hayır, ha-
yır! buyurdular."
Hocamız sabahleyin gazete okurken bacı içeri girdi ve bir an dur-
duktan sonra: Ya seydî, açım, beni doyur, dedi.
Bir şeyle meşgul olduğu zaman konuşmak itiyadında olmadığı
için kısa süren bir tebessümden sonra gazeteyi bırakarak, bacıya
hitaben:
- "Dünyâya Muhammed ümmeti olarak gelmek ve bir mürşide el
vermekten büyük saadet yoktur. Bunu bilip dâima Allah'ımıza şükrede-
lim.
Bir gün Resûlullah Efendimiz Kureyş'in kibarlarını dîne davet
ediyorlarmış. Birdenbire meclise, iki gözü âmâ olan Ümmü Mektum gi-
rerek: Yâ Resûlallah, Allah'ın öğrettiği ilimden bana da öğret! demiş.
Efendimiz mecliste bulunanlara vaaz ve nasihat etmekle meşgul olduk-
ları için ses çıkarmamışlar ve Ümmü Mektum bu talebini birkaç defa
tekrar etmiş. Nihayet Resûlullâh'ın canı sıkılarak mübarek başını öte
tarafa çevirmişler. Bunun üzerine Abese ve Tevellâ sûresi nazil olmuş.
Yâni yüzünü abus etti ve çevirdi.
Bu vakadan sonra Ümmü Mektum'a her tesadüflerinde: Ey senin
için Allah'ımın bana sitem ettiği Ümmü Mektum! diye hitap ederlerdi.
Hattâ kendileri gazaya teşrif ettikleri vakit onu halîfe bırakmışlardır.
işte benim de hatırıma bu vaka geldiği için sana derhal cevap
verdim."
Kul hakkından bahsedilirken:
- "Allah, kendisine karşı olan kusurları affeder, gafûrü'r-ra-
him'dir. Fakat kul hakkı oldu mu iş başkalaşır. En büyük korku,
Allah'a şirk koşmak ve kul hakkıdır. Eğer kul: Allah'ım sen benim de
Allâh'ımsın, hakkımı şundan al! dedi mi, işte o zaman işin tamamdır.
Görmüyor musun, siyâsî ve şahsî iki türlü suçlu var. Siyâsîler bir
SOHBETLER 387
yere kaçınca kurtuluyorlar ve iltica ettikleri memleket kendilerini iade
etmiyor. Hattâ pek çok defalar kendi memleketlerinde bile affa uğru-
yorlar.
Fakat hırsız, katil bir yere kaçsa, kendi memleketinden iadesi ta-
lep olundu mu derhal geri verirler.
Cenâb-ı Hak: De yâ Habîbim, nefislerini israf edenlere: Allah, bü-
tün günahları affeder 1 . Lâkin günah başka, hak başka!."
- "İnsanların, bir zaruret ve içtimâi alâkalar sebebiyle beraber ya-
şadığı kimseler vardır. Bunlarla olan müşterek hayatları her vakit cin-
siyet yâni ezel aşinalığı icâbı değildir. Beraber bulunma, sık temas et-
me ve yakınlık bir alışkanlık meydana getirir. Halbuki aynı mânâyı ta-
şımak, aynı cinsten olmak bambaşkadır. Aynı cinsten olmak için kalp-
lerin benzerliği, ruhların anlaşması, akılların uyuşması lâzımdır. İşte
bu türlü bir aşinalığa erişmiş olan kimseler, hangi şartta olurlarsa ol-
sunlar senin cinsin ve âsinandır."
Ahmede 'r-Rifâî Hazretleri 'nden:
- "Nefsini aciz makamında tutup yokluğu kendine sermâye et. Tâ
ki Hakk'ın varlığına yetişesin ve zat müşahedesinin zenginliğine vâsıl
olasın. Yoksa sözde kalırsan, uzun müddet mahrum olursun.
Halkın çevrini nefsinin mücâhedesi addedip tahammül et, ruhun
kuvvet bulur; iç âleminde ilerleme meydana gelir.
İtibar hâledir. Hal ise, şimdi mâlik olduğun vakittir. Elden çıkan
vakte yetişilmez. Gelecek ise malûm değildir. Şimdiki vaktin demini
görüp ibn-i vakt olmaya çalış.
Bu zuhur âlemi, Hakk'ın aynaları olduğu için, cümleye cemal ile
muamele et ki cemâle mazhar olasın.
Zahir ilimlerinde ne kadar mükemmel olsan, cehlin gider, şüphen
gitmez, belki ziyâde olur. Bâtınî tecellî ise, ayne'l-yakîn görmek ile hâ-
sıl olur.
Toprak ve diğer unsurlardan mürekkep olan bu insan vücûdu, el-
bet bir gün fena bulur. Bakî kalacak olan ise, fikirden hâsıl olan mane-
vî vücuttur ki, buna iktisap edilmiş, kazanılmış vücut denir. Bu da
1- Zümer sûresi, 53. âyet: "Kul yâ ibâdîyellezîne esrefû..."
388
mürşide tam bağlanış ile hâsıl olur.
Allah ve Resulünden ve sevgililerinden başka şeye gönül verme.
Ancak onların muhabbetleriyle vaktini geçir.
Allah'ın mahlûkuna Hak nazariyle bakarak kimseye noksan gö-
züyle bakma. Baktıklarına merhametle bak. Tâ ki her halde Hakkın ve
sevgililerinin merhametine mazhar olasın.
Buraya gelmekten maksat, mânânın kemâlini elde etmektir.
İki gönül bir olunca yalnız dış dünyâya değil gönüllere bile hük-
metmek mümkün olur.
Allah'ın sünneti, halkın ayıbını örtmek, enbiyânın sünneti halkı
idare, evliyanın sünneti, halkın çevir ve ezâsma tahammüldür."
- "Dâima tecellî sahibine bakıp, tecellî olunana gönül bağlamama-
lıdır. Tâ ki kendini kaptırmakla firkat dağdağası çekmeyesin. Zîra zu-
hurun devamı olmaz. Sebatı olmayana takılıp kalanların ise perişanlık
çekmeleri kaçınılmaz bir haldir. Devam istersen mânâdan ayrılma.
Gerçek mü'min her olanı Hak bilip eşyada irâde görmeyip Al-
lah'tan gayri fail yoktur, lâ faile illallah diyerek bütün bu görünen var-
lığın Allah'ın emrinde olduğunu bilir ve öylece amel eder. Tâ ki gönül
ıztırâbından kurtulup daimî cilve ve hoşluk hâsıl ede.
Dünyâdaki bütün zuhurlar, görünüşler, daha varlık kisvesi giyme-
den kaderi damgasını yemişti. İnsanda olan irâde ve tedbir o kaderin
zuhura gelmek arzusudur ki, Hakk'ın bir âleti olan insanın tahayyül
kuvvetine tazyik yapar, o da çaresiz, düşüncesiyle o fiilin zuhuru için
işe koyulur.
Bu sûrethâne olan dünyâda çeşit çeşit şekillerin görünmesi, perde
arkasında suret oynatanın oyunlarıdır ki, dışarıdan bakanlar suretin
hareketinde irâde var zannederler.
Her emir, her fiil, zuhura çıkmadan evvel bir âlete havale olun-
muştur. Vakti geldikte zuhurunu zorlar, coşup suret bulur.
Hakk'ın fiillerinin âleti, insanın elidir. O fiili kendilerine isnat
edenler gizli şirkten kurtulamazlar."
- "Nereye gidersen git, lâ ilahe illallah... nereye gidersen git: Kül-
lü men aleyhâ fân ve yebkâ vechü Rabbike Zü'1-celâli ve'1-ikrâm 1 .. Ne-
SOHBETLER 389
reye gidersen git: Küllü şey'in hâlikün illâ vechehû 2 .."
Belâ, belâyı verenden gafil olmaktır. Eserden görüp müessirden
gafil olmaktır. Güneşin şuâına sarılmaktır.
Hâsılı, her şeyde Allah, Allah... Evvel de Allah, âhir de Allah,
zahir de Allah, bâtın da Allah."
Genç yaşında, Hak tecellîsine ayna olarak bir cila ve kemal ka-
zanmış böylece de üstadının varlığında fâni olmanın dört başı mâmur
örneğini vermiş bulunan Semîha Cemal Hanım, sekiz ay süren vahim
bir hastalıktan sonra, 30 Ocak 1936 da vefat etti.
ilminden, irfanından, aşk ve şevkinden geri bıraktığı feyiz dalga-
ları, Eflâtun Külliyâtı tercümesi ile Mark Orel, Epiktet tercümeleri ve
Gül Demeti isimli edebî eseridir.
Fakat onun asıl işleyip âbideleştirdiği büyük eser, benzeri yok de-
necek kadar ender rastlanan kendi varlığıdır. Yeryüzüne soluk aldırıp
kütlelerin yüzünü güldürecek insan tipinin müstesna bir numunesi
olan ve Ken'an Rifâî'nin eşsiz terbiye tezgâhında dokunarak, meslek,
aile ve cemiyet çevrelerinde yüz ağartmış bulunan Semîha Cemal, asır-
lara sığmayacak muhteşem hayâtını otuz sene gibi kısa bir zamanda
tüketip nihayet dünyâya veda etmiş bulunuyor.
Hocamız, Sâmiha Ay verdi' ye, Semîha Cemal Hanım' in eserlerinin
kitapçıya devredilip edilmediğini sorduğu zaman, O da Garbis Fikri
ismindeki kitapçının "Gül Demeti" ni okumuş olduğunu ve çok dikkate
değer sözler ile hayranlıklarını ifâde ettiğini söyledi. Ezcümle kitapçı-
nın göz yaşlarıyle ve vecd içinde ağzından dökülen şu sözleri nakletti:
Ben Semîha Cemal Hanım' ı bu eseriyle tanıyorum. Çok esef ederim ki
kendisiyle görüşmek fırsatını bulamamış bir kimseyim. Anladığıma gö-
re bu büyük insan, kendi ateşinin ziyâdeliğinden kendini yakmıştır. O,
bütün sözleriyle, hilkatin en büyük varlığından en küçük parçasına ka-
dar her şeyde ilâhî aşkı görmüştür. Ben onu ermiş bir insan olarak ka-
bul ediyorum.
Hani kal ve hal diye bir bilgi tasnîfi vardır. İşte Semîha Cemal
1- Rahman sûresi, 26-27 âyet: "(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir. Ancak azamet
ve ikram sahibi olan Rabbının vechi bakîdir."
2- Kasas sûresi, 88. âyet: "Onun (Allah'ın) vechinden başka her şey helak olucudur."
390
Hanım, hal sahibi olan kimselerdendir. Hal nedir? Gerçi bir tarîkate
girmiş değilim. Ama biliyorum. İstatistik Müdürü Şevket Bey isminde
bir dostum vardır. Bir gün bana geldi dedi ki: Beni kılavuzladılar. Bir
şeyhe intisap etmek istedim. Şeyhim dedi ki: Bu gece yat ve göreceğin
rüyayı yarın gel bana söyle! Ben de o gece gördüğüm rüyayı kendisine
anlatmaya gittiğim vakit, benim gördüklerimi şeyhim bana anlatmaya
başladı ve: İşte bu, haldir, dedi.
Semîha Cemal Hanım ayarında hal erbabı bir muharrir olup ol-
madığını kendime sordum. Fakat ne erkekler ne de kadınlar içinde ona
yaklaşan bir kimse bulamadım.
Garbis Fikri, Gül Demeti' nin muhtevasından teker teker bahsetti,
kardeşi Doktor Ziya Cemal Bey 'in, kitaba başlık yaptığı sözlerin, onun
büyük varlığına karşı az bile olduğunu ifâde etti ve sözüne devamla:
Bunca yaş yaşadım, böyle yazılar ne gördüm ne duydum. Onu okudu-
ğum vakit seni, seni okuduğum vakit onu görüyorum, dedi. Kendisine,
Gül Demetinde hangi parçayı daha fazla beğendiğini sordum. Neyi be-
ğenmedim ki, bahusus Küçük Mevlevi'yi, Çobanı, Pervaneyi... Kitabı
evde okuyorum. Kızım kolejde okumuştur. Benim gibi o da dinlerken
ağlıyor. Bu gibi şeylerden pek anlamayan karım dahi dinlemekten mü-
tehassis oluyor.
- "Zahirde bir hıristiyan olan bu adamın şu anlayışını, birçok
müslümanlarda bulmak muhal. Bu, ruhun anlayışıdır. Bunun, hıristi-
yanlık, Yahudilik, Mecusîlik ile alâkası yoktur. Kimde varsa, bir vesile
ile kendini gösterir. Koskoca Keldânî Patriki de böyle değil miydi? Bi-
zim müslümanlara, şeyhlere ve hocalara âyetler, hadisler okur, dergâh-
ta dinlediği Mesnevi hakkında çok mühim mütâlâalarda bulunurdu.
Halbuki aynı mecliste aynı sözleri takip eden bâzı şeyhlerde bu irfan ve
aşk yoktu.
Rüzgâr, baharın cisminden ne taravetler ne güzellikler ne hayat-
lar çıkarıyor. Fakat yine aynı rüzgâr, sonbaharın cisminden ne harap-
lıklar ne kıyametler ne ölümler meydana getiriyor.
Binâenaleyh her şeyde Allah'ın nuru olduğu ve bu nurun, aslında
renksiz bulunduğu malûm iken, bu nurun şu veya bu cisimlerden
zuhuru, o cismin kabiliyet ve istidadına göre oluyor.
Güneş, renksiz iken kırmızı camdan aksedince yere kırmızı renk,
siyah camdan aksedince siyah gölge aksettiği malûmdur.
İşte zahirde hıristiyan olan bu kimsenin de kalbi camı, bâtında
renksiz olan nuru, renksiz gösterebilecek bir istidat kazanmış oluyor.
Diğeri ise, müslümanlığı hasebiyle bu kabiliyete mâlik olması lâzım ge-
lirken bunu kaybedip kâbiliyetsizlik kazanmış oluyor ki bu kazanç ve
SOHBETLER 391
kaybedişin elbet geleceği için faydası veya zararı vardır.
Maamâfıh Hak yolunda bulunanların ve Hak âşıklarının bir kıs-
mı, şu kitapçının gösterdiği irfanı söz ile dile getirmeye muktedir olma-
salar bile anlayıp zevk duymaktan uzak değillerdir. Yahut bu türlü bir
anlayışları olmasa dahi, sadâkat, hizmet, kulluk vesaire gibi meziyetle-
ri vardır. Herkesin bir seviyede olması mümkün bulunmadığına göre,
bir yüksüğün alabileceği su ile bir bardak, bir sürahinin, bir havuz ve
gölün ve nihayet bir denizin aldığı suyun aynı hacimde olması beklene-
mez.
Hâsılı aşk başka, meşk başkadır. Biri güneşin kendisi, diğeri ise
idare kandilidir!"
Müsbet ve menfîden bahsolunuyordu:
- "Bunların hiçbiri eksik olmaz. Bir nebat kuruyor, dökülüyor son-
ra dökülen tohumlarından tekrar o nebat çıkıyor. Bunlar eksilemez.
Çünkü zât-ı ahadiyette kemal vardır. Onun esma ve sıfatından birine
noksan gelemez."
Bir münâsebetle:
- "Ben evvelce verdiğim sözden zerre kadar dönmem. Ben hep
oyum. Eğer sen bir değişiklik görüyorsan sebebini kendinde ara!"
- "Bir vaiz, cemâate şöyle demiş: Biz oruç tutanlara, bâzı kimseler
hayvan diyorlarmış. Halbuki hayvan ona derler ki, önüne ne koyarsan
yer. Ancak elini kolunu bağlarsan yiyemez. İnsan ise bunun zıddıdır.
Herşey önündedir ve eli kolu da bağlı değildir. Fakat oruçlu olduğu için
yemez.
Sonra vaiz efendi, orucun manevî faydalarını anlatmış.
Vaizin şu tarifi ile yeni bir şey öğrendim diye seviniyorum. Bir şey
öğrenince de sevinirim. Bende ilmin doksan dokuzu olup biri âleme da-
ğılmış bulunsa onu da bulmak için Çin'e kadar gitmek isterim. Hoca
efendinin şu tasviri bana yeni bir şey öğrettiği için çok memnun ol-
dum."
392
Asr-ı Saâdet'teki münafıklardan bahsolunuyordu:
- "Ah işte bu en fenası! Çünkü hırsız içeride!"
- "Kimseye hakaret etmemeli, hor bakmamak. Yoldan azanları
hor görmemeli. Şu şöyle, bu böyle... dememeli. Nene lâzım... Sen kendi-
ne bak. Allah ondan o suretle görünmek istemiş, sana ne?"
- "Hakikat Leylâ'sının yüzünden nikâbı kaldırmak için aşk nuru
lâzımdır. Bu sebeple İbrahim Edhem Hazretleri: Allah'ı görmek için üç
şey lâzımdır, buyuruyor. Birincisi: Dünya ve âhiret sana verilse mem-
nun olmamak, ikincisi: Dünya ve âhiret senden alınsa kederlenme-
mek, yâni gama ve ye'se düşmemek. Üçüncüsü: medh ve zem olunmak-
tan müteessir olmamak.
İşte bunlar, o hakikat Leylâ'sının cemâline perdedir; hicaptır. Aşk
illâ aşktır ki o hakikat Leylâ'sını gizleyen kötülüklerin yanmasını
mucip olur. Başka türlü bu esrar perdesinin kalkması mümkün değil-
dir."
Ahlâk mevzuunda söylenmiş hadîs-i şeriflerden konuşurken Hoca-
mız, hatırında olan aşağıki birkaç hadîs-i şerifi söyledi:
- "Ahlâk, dînin kabıdır.
Güzel ahlâka yapış; zira ahlâkı iyi olanlar, dîni bütün olanlardır.
İnsanın keremi dînidir, hasebi iyi ahlâktır; mürüveti de aklıdır.
İçinizde en ziyâde sevdiklerim, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.
Tanrı, ahlâkın temizini sever, bayağılarını sevmez.
Sirke balı nasıl bozarsa, ahlâksızlık da ameli öylece bozar.
Uğurluluk güzel ahlâktır; uğursuzluk kötü ahlâktan ibarettir.
Her şeyin bir tövbesi vardır. Yalnız kötü ahlâkı olanın tövbesi
yoktur. Zîra o hiçbir günahtan tövbe etmez ki daha fenasını işlemesin.
îman, yetmiş iki türlüdür. En yükseği, Allah'ın birliğini tanımak,
en basiti, halkın yolunda ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Haya da
îmânın bir şûbesidir.
Bir kimsenin kalbi diliyle, dili de kalbiyle beraber olmadıkça ve
sözü işine aykırı olmaktan kurtulmadıkça, komşusu, şerrinden emîn
olmadıkça, mü'min sayılması caiz değildir."
SOHBETLER 393
- "Allah'ın marifeti, o marifete karşı acizden başka bir şey değil-
dir.
Bir kul ancak tam aciz hâlinde olduğu zaman Allah'ın marifetine
erebilir."
- "Ey dünya adamı! Dünyâyı hoş geçirmek için iki şeye tahammül
etmek lâzımdır. Biri, dünyânın tahripkâr olduğunu, ikincisi de insanla-
rın vefasız bulunduğunu bilmektir. Eğer bunları bilirsen, dünyâyı hoş
geçirirsin.
Ey âhiret adamı! Senin için de iki şey lâzımdır: İlim ve marifet.
Bunların biri bilmek, diğeri işlemektir.
Bilmek, neyi bilmek? Yapmak neyi yapmak?
İşte, birincisi nefsini ıslâh etmek; diğeri de, Allah'a şükür edici ol-
mak ve etraftan gelen hâdiseleri Allah'tan bilerek sabretmek, sefadan
cefâdan her ne gelirse buna razı olup, Allah'a teslîm-i tâm ile teslim ol-
mak ve her türlü işini Hakka ısmarlamaktır.
Ey âhiret adamı, işte bunu yapabilirsen, dünyâyı da âhireti de hoş
geçirirsin."
- "İlim nefsini bilmektir. Nefsini bilince de insan Allah'ını bilir.
Marifet ise, şükretmek, sabretmek, razı olmaktır. Bu da amel kıs-
mıdır.
Dünyâya gelmekten maksat da bu iki mânâyı ele getirmektir."
Bu sözler üzerine Güzide Hanımefendi:
- insan bu şeylere riâyet ederse konuşmayı unutacak, dedi.
- "Ne âlâ.. Konuşacağın şeyler seni Hak'tan uzaklaştıracak
mâhiyette olduktan sonra konuşma daha iyi! Ya hayır söyle, ya sus.
Konuş, fakat Allah'a şükürden ve onun azametinden konuş...
Mümkün olduğu kadar zararsız şeyler konuş? Sözlerin zararını tahdit
ederek konuş!"
Yeni vefat eden şâir Abdülhak Hâmid Bey için:
- "Bu kadar güzel yazı aşksız olur mu? Aşkı olan da Allahsız olur
mu?"
394
Sabîha Hanımefendi, semahanenin açık olduğu senelere ait
hâtıralardan bahsediyordu:
- Bu meydan neleri, kimleri gördü 1 ? Gelen geçti, gelen gitti. Kaç
şeyhülislâm, kaç çelebi, kaç âlim, kaç şâir hattâ papaslar ve patrik
efendi... Hepsi de ömürlerinin sonuna doğru gelip bîat ettiler; çabucak
da dünyâlarını değiştirdiler.
Şeyhülislâm Nesîmî Efendi, Abdullah Efendi, Haydarîzâde
İbrahim Efendi sonra Maârif Muhasebecisi Şükrü Bey, Gülzâr-ı
Hakikat muharriri Rahîmî Efendi, Gâzî Ahmed Muhtar Paşa, Şâir
Yusuf Ziya Bey, şeyhler, beyler, paşalar... Hesaba sayıya gelmeyecek
kadar çok ve güzel insanlar...
Sabîha Hanımefendi, son cümlelerini söylerken kapı açıldı ve Ho-
camız içeri girdi ve:
- "Alan aldı, bulan buldu!" diyerek sözü bağladı.
Radyoda güzel bir ud taksimi dinliyorduk:
- "Şu sesleri ayrı notalara bölsek ne zevk kalır? Bu ahenk, zıt ses-
lerin bir araya gelmiş olmasındadır.
İşte dünya. Zâten kesret, dünya; kâmil insan vahdettir."
Akşam yemeğinde Meliha Hanımefendilerde misafir bulunuyor-
duk. Yemek bitmek üzere iken Nazlı Hanımefendi, Hocamıza portakal
ikram etmek isteyerek: Bakın Efendim ne kadar lezzetli! dedi.
- "Ben gıdamı aldım. Yemeği zevk için değil, gıda için yerim!" di-
ye cevap verdi.
- "İnsan, aşk ile öyle bir hâle gelir ki ona her şey hitap eder, her
şey söz söyler. Hattâ çok defa kendi söyler, kendinden kendi öğrenir."
- "Allah gizli değildir. Ondan başka bir şey yoktur ki gizli olsun.
Her şey o, her gördüğün Hak... Gizlilik yok... Gizlilik sende, görmemez-
SOHBETLER 395
lik de sende... Eğer sana Allah'ı göstermeyen vücûdunu, yâni mevhum
varlığını ortadan kaldırırsan, Hakk'ın gizli olmadığını anlarsın.
Haktan ayan bir nesne yok / Gözsüzlere pinhan imiş
Sen gözsüz olduğun, kör olduğun için Hakk'ı göremiyorsun. Ayıp-
lanmaz. Bir köre, niçin güneşi görmüyorsun? denemez. Çünkü kördür.
Allah, görünen herşeyle kendini göstermiş, gizlememiş ayan et-
miştir. Fakat bunu herkes göremez. Zîra görmek için istidat sahibi de-
ğildir.
Şu da var ki, bir kimsede zamanla o istidat ve kabiliyet imkânı ge-
lişebilir ve evvelce anlayamadığını duyamadığını anlayıp hissedebilir.
Meselâ Mesnevi okuyorsunuz. Bazen birinci defa okuduğunuzda
anlayamadığınız bir mânâ, ikinci veya üçüncü okuyuşta sizin için ger-
çek mânâsını gösterebiliyor. Ve meselâ ortadan, hakikate müteallik bir
söz söylüyorum. Açık, Türkçe, rumuzlu falan değil... Yüz kişi içinde ya
üç ya dört kişi anlıyor. Üst tarafı ise dinlediği halde, bütün işittikleri
kulaklarına girmeden dökülüp gidiyor.
Hikâye malûmdur. Biliyorsunuz ve bildiğinizi de biliyorum. Am-
ma yine tekrar edeyim. Olur da içinizde bir bilmeyen ya da unutan var-
dır: Zamanın âlimlerinden, aynı zamanda tımarhane müdürü olan
Merkez Efendi Hazretleri, Topkapısı taraflarında Sümbül Efendi Haz-
retleri isminde bir zâtın halka vaaz etmekte olduğunu duymuş ve gü-
nün birinde de gidip bu vaazlardan birini dinlemek üzere camide bir di-
reğin dibine oturmuş.
Sümbül Efendi Hazretleri vaaza başlayıp bir müddet sonra: Anla-
dınız mı ey cemâat? diye sormuş. Cemâat da: Anladık! diye cevap ver-
miş. Hazret bu defa meselenin iç yüzünden, özünden başlamışlar ve
sözlerine devam ederek yine: Anladınız mı? diye sormuşlar, cemâat bu
defa: Anlamadık! cevâbını verince, Sümbül Efendi Hazretleri: Bunu
yalnız direğin dibindeki anladı, buyurmuş. Yine vaaza devam edip bu
defa da bâtının bâtınından bahsedip tekrar: Anladınız mı? diye sorun-
ca, yine cemâat anlayamadıklarını söylemiş ve Hazret ise: Onu ne siz,
ne direğin dibindeki anladı. Yalnız ben anladım, buyurmuş.
İşte bundan da anlaşılıyor ki, istidatlar ve kabiliyetler ayrı ayrı-
dır. Fakat olur ki bu gün tekâmül etmemiş olan o istidat ve kabiliyet,
bir müddet sonra kendini gösterir olur.
Resûlullah Efendimiz Kur an-ı Kerîm ile geldi ve ben Peygambe-
rim, Allah'ın Resulüyüm! diye cümle âlemi davet ettiği halde, bu
davete icabet etmeyenler ve bu risâlet güneşini görmeyenler olmadı
mı? Halbuki Hazret-i Ebû Bekir'e: Yâ Ebû Bekir, bana bir melek geldi
ve Allah'ın Peygamberi olduğumu söyledi, der demez: Tasdik ettim, sen
396
Allah'ın Resulüsün diyerek ayaklarına kapandı. Hem o Ebû Bekir
memleketin zengini ve eşrafı, Resûlullah ise bir deve çobanı idi."
- Seruer Beyefendi' nin de sizi tanıması bu gerçeğin bir başka
ifâdesi değil mi ?■
- "Evet, öyle..."
Ekrem Bey, şoförünün, rahat ve kendisi için çok müsait olan işini,
küçük bir menfaat için terketmesi üzerine: Allah akıllar versin! dedi:
- "Niçin böyle diyorsun oğlum, her zaman sana söylüyorum.
Hâdiseleri olduğu gibi kabul et. Hayır, olandadır."
Eski maârif vekillerinden ve Doktor Server Hilmi Bey'in yeğeni
olan Esat Bey'in hastalığı dolayısıyle Ekrem Bey:
- Dayımın bu hastalığı bana iki cihetten elem veriyor, dedi. Biri,
kendisinin hasta oluşu; diğeri de mevkiinden düştüğü bir zamanda
hastalanışı. Halbuki daha pek yakın zamanda sıhhatli, neşeli ve ken-
dinden emin bir hal içinde bulunuyordu!
- "İşte biz de onu bağırıp çağırıyoruz ya... Dünyâdan sille yemeden
onun vefasızlığını bilin ve ona göre de böyle dalmayın... Bu hallere düş-
meden evvel uyanık olun. Dünya sizden yüz çevirmeden siz ondan vaz-
geçin! diyoruz.
Geçen gün Kâinat'la sinemaya gittik. Filim fena idi. Dedim ki tıp-
kı dünya! Şimdi size de söylüyoruz: Haberiniz olsun, falan filim iyi de-
ğildir, sakın zahmet edip gitmeyin! diyoruz.
İşte fâni dünyâyı da görüp bilenler, oraya can atanlara böyle di-
yorlar: Sakın kendinizi kaptırmayın. Vaktinizi, paranızı harcayıp ziyan
etmeyin! Amma bunu dinleyen var, dinlemeyen var. Belki de o kötü fi-
limden zevk alanlar da var!"
Server Beyefendi, Galatasaray'da Hocamız ile hem sınıf arkadaşı hem de dokuz ya-
şından on sekiz yaşına kadar devam eden lise hayâtında mektebin en yaramaz iki
talebesi idiler. Mezun olup Hocamız maârifçi, Server Bey doktor olarak iki ayrı isti-
kâmette hayat yollarına devam ederken, yaşları yirmi altıya geldiğinde tekrar karşı-
laştılar. Genç doktorun hiçbir mânevi hazırlığı ve îmânın amel kısmı ile de hiçbir
alâkası yoktu. Arkadaşı da vaktiyle öyle idi. Birbirlerini yaramazlıkta müşterek iki
arkadaş olarak tanıyorlardı. Fakat aradan geçen birkaç yıl, Hocamıza ezelden biçil-
miş maneviyat kaftanını giydirmiş ve onu, dünyânın dış yüzünden iç yüzüne nazar
eder hâle sokmuştu. Genç doktor bunu, bu değişikliği bir anda anlayıverdi ve ilk sö-
zü: Sende bir şey var, beni bırakma! diye arkadaşının eteğini tutmak oldu. Tutuş o
tutuş, son nefesine kadar da bırakmadı.
SOHBETLER 397
Güzide Hanımefendi, târihî bir tefrikadan bahsederken:
- Dünya hırsı, eski insanlarda da varmış, dedi.
- "Nefsin yedi sıfatı insanda olduktan sonra senelerin ne hükmü
olur? İnsan demek göz demektir. Cemâli gören göz demektir. Cemâli
görmeyen göze, göz denmez. Kör denir. Cemâli görmek de basiret
nurunun üstüne nefis parmağını örtmemekle olur. Cihâna gelmekten
maksat da budur. Eğer bu iş o âlemde olsa idi, dünyâya gelmeğe ne lü-
zum vardı?
Senin insan dediğin kimseler ise insan sureti giymiş hayvanlar,
yamyamlardır. Belki hayvandan da daha aşağı yâni dalâlete düşmüş
sapıtmış kimselerdir."
Çeşitli mevzulardan konuşuluyordu:
- "İstikâmet, Allah'tan başka bir şeyi istememektir. Şükür ise, Al-
lah'tan korkmak, yâni verdiği nimetleri mâsiyette, kötülüklerde kul-
lanmayıp, edep dâiresinde Hakk'ın rızâsı yolunda kullanmaktır.
İnsanın himmetinin büyüklüğü, almakta değil vermekte; bâr ol-
makta değil, yâr olmaktadır.
İnsanın mâhiyetini gösteren ayna, sözleridir.
İç darlığı gönül kasveti, başlıca üç sebepten ileri gelir. Birincisi, iş-
lediği günahtan. İkincisi, kendisinden kaybolan dünyalıktan, servet,
evlât, mevki, vesaire... Üçüncüsü, bir şahıs tarafından, şerefine,
gururuna vâki olan taarruzdan.
Günahtan olan sıkıntı için Cenâb-ı Hakka tövbe ve istiğfar eder-
sin. Senden kaybolan dünyalık için, sen de dünyâdan geçer, Rabbine
rücû edersin. Şundan bundan bir fenalık gelirse, onun da ilâcı taham-
mül ve sabırdır. Böylece de gönlüne çöken o darlığı gidermiş olursun."
- "Allah'ın insanı bir derde müptelâ kılması, o kimsenin ahlâkî
cevherini vücûdu mâdeninden çıkarmak içindir. Çok kimse, bir derde
müptelâ olduğu zaman şikâyet eder ve adetâ küfrâna sapar, Allah'la
kavga eder.
Çok kimse de vardır ki bunu Allah'tan bilir, şükranda bulunur,
Allah'ını unutmaz.
398
İşte her iki halde de o kimsenin ahlâkî cevheri vücûdu mâdenin-
den ortaya çıkmış olur."
Şükrün mânâsından söz açılması üzerine:
- "Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür,
çalışmaktır. Hakk'm hoşlandığı her yerde ibretle Allah'ın azametini
seyreylemektir. Şükür ailesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla,
fena ve harama müteallik bir şey dinlememek; elinle, Allah'ın rızâsının
hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere
teveccüh etmemek; hâsılı bütün varlığını Hakk'ın rızâsında kullanmak
şükretmek demektir.
Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil... Bak şu adamın hâline...
Başı da hiç secdeye gelmiyor... deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu ku-
luna hidâyet et, beni de bu halden muhafaza et... Bilirim, istersen bir
anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın. Yâ Rabbî sana
sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allah'a yal-
var.
Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş hem
de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa şükür,
benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah'tan gelen lütuf ve
kahrı hoş görmek, Allah'ın verdiği sefayı da cefâyı da tatlı karşılamak-
tır."
- "Geçen gün anlatıyorlardı. Dâima ibâdetle meşgul olan bir ha-
nım varmış. Bu kadıncağız bir fakire para vereceği zaman: Allah'ım ba-
na cennetini ihsan et... diye duâ edermiş. Kendisinden çok genç olan ve
ibâdetle de pek alâkası bulunmayan bir başkası ise: Neden böyle söylü-
yorsunuz? Ben bir muhtaca para verirken karşılığında hiçbir şey dü-
şünmem, sebepsiz veririm, demiş.
Tabiî ikincisi güzel bir hareket... Esasen hadîs-i şerif de vardır.
Fukaranın eline verdiğiniz para avucu içine düşmeden onu Allah alır.
Yâni bu parayı mademki Allah nâmına veriyorsun, ona başka bir mak-
sadı ortak koşma. Memnun ol ki o kimse elinden bu parayı alıyor.
Mümkünse o uzanan eli öpmeli, yahut kalben olsun beni felâketlerden
ve tehlikelerden koruyacak bu el teşekküre lâyıktır, demelisin.
Bu böyle olduğu gibi, bir iyilik yaptığın kimseye de, o iyiliği yap-
mana vesîle olduğu için teşekkür etmeli, minnettar olmalısın. Bir iyilik
SOHBETLER 399
yapmak, Allah'tan sana inayettir, nasiptir. Onun için bu iyiliğe bir kar-
şılık beklemek elbet abestir. Zira karşılığı, esasen o iyiliğin içindedir."
Tefekkür nedir, diye sorulması üzerine:
- "Tefekkür, kendi yokluğunu ve her yerde ilâhî saltanatı görerek
o azametin sonsuzluğunu ve hikmetini düşünmektir.
Tefekkür, Hakk'ın azametinden ve bunca hikmet ve ibretten ders
alıp, uyanarak gözünü açmak vaktin geçtiğini böylece de hâlinin neye
varacağını düşünmektir.
Tefekkür, insanların her şeyi kendilerinin yaptığını zannederek ve
kendilerine bir kuvvet ve varlık vererek, gerek bugünkü hallerinde ge-
rek yarınki hallerinde ne kadar gülünç bir mevkie düştüklerini düşün-
mektir.
Tefekkür, Allah'tan gayrı fail olmadığını, buyruğun, onun buyruğu
olduğunu, kudret ve kuvvetin hep onun olduğunu düşünmektir.
Hâsılı, kendinin yok ve âciz olduğunu, ancak Allah'ın var olduğu-
nu düşünmektir.
Bir saat kendi yokluğunu, aczini düşünmek, bir sene kendi varlı-
ğıyle ibâdetten daha üstündür. Bir saat acz ve fakr ile yaşamak, bir se-
ne varlık ve benlikle yaşamaktan âlâdır. Onun için âlimin uykusu,
câhilin ibâdetinden daha makbuldür. Meselâ bir muharebede binlerce
asker ölüyor da kimse fazla müteessir olmuyor. Halbuki bir kumanda-
nın eteğini bir kurşun delse, bu, binlerce kişinin ölümünden daha fazla
telâşa sebep oluyor. Çünkü akıl ve kumandanın temsilcisidir. Onu kay-
betmek demek, bütün orduyu kaybetmek demektir.
Size tefekkür hakkında birkaç söz söyledim. Fakat tefekkür hak-
kında sayabildiğim bu sözlerimin aczimden dolayı bir nihayete vardığı-
nı da tefekkür eylemek lâzım. Zîra tefekkür, hiç bu kadarcık bir izahla
mı kalır?"
- "Bu sabah güzel şeyler oldu Sâmiha... Kâinat odamda iken Ba-
lıkçı Andon pencerenin a-
sat gönüldür. İnsan, ya bir gönül sahibi olmalı yahut da bir gönül
sahibinin gönlüne girmelidir. Bir kısım insanlar namazdan selâm ver-
mekle çıkarlar. Bir kısım ise selâm vererek dâimi salata dâhil olurlar.
Bu dâimi salât içinde bulunanlara, Musa'ya olduğu gibi münâcâtı ağacı
bir ateşten fanus olur ki, bu ateşe yaklaşınca: Sen benim Rabbimsin
demek mânâsı zuhur eder ve ağaçtan da: Vâdî-i mukaddestesin, dünya
ve âhiret pabuçlarını çıkar 1 nidasını duyar olur.
Tarikat, kendinden sefer edip, kendiliksiz kendine gelmek demek-
tir. Orada cemal ile müşerref olmak ve o suretle kendi âyân-ı sabitesini
cananın aynasında seyretmek, yâni kendini silip kayıtsız şartsız ona
ulaşmaktır.
Gönül o gönüldür ki dünya ve âhiret, onun bir kenarında kaybolup
gider. Hiçbir yere sığmayan Allah o gönüle sığınıştır. Arş dedikleri de
yine bir arifin kalbidir.
Gönül demek, Allah evi demektir. Allah evi de Allah'tan ibarettir.
Bizim indimizde herşey hazırdır 2 . Ne ararsan orada bulunur. Onun
için: Yerde gökte, dünya ve âhirette ne varsa bu gönülde yâni arifin
kalbinde mevcuttur, deniyor.
Cenâb-ı Hakk'ın isimleri ve sıfatları her yerde ve her şeyde mev-
cuttur. Fakat zâtı ancak arifin kalbindedir. Onun için de Resûlullah
Efendimiz: Beni gören Allah'ı görür. Kim ki Allah'ın velîsine ihanet
ederse Allah'a ihanet eder, buyurmuştur. Onun için kulluk, Allah'a
kulluktur. Onun için bir kâmil velînin tardettiğini hiçbir yer kabul et-
miyor. Zîra onlar: Seninle ahd edenler ey Habîbim benimle ahd etmiş-
lerdir 3 sırrına mazhar olmuş kimselerdir.
Herkeste gönül vardır: Fakat derece derece... Bâzısı da gönül kı-
rıntısıdır. Hayvandan nebattan her şeyden zuhur eden de Allah'tır.
Onun için insanı Hakka yaklaştıran, ayırmaksızın bütün mahlûklara
şefkattir. Çocukluğumda defterimin üstüne su deviren köpeğimin arka-
sından şamdanı atarak ayağını acıtmıştım. O anda da: Şimdi bana da
bir şey olacak diye düşündüm. Aradan yarım saat geçti geçmedi çama-
şır ipine doğru sıçrarken ayağım burkuldu tam iki ay çektim.
1- Tâhâ sûresi, 12. âyet.
2- Yâsîn sûresi, 32. âyet: "Ve in küllün lemmâ cemîün ledeynâ muhdarûn."
3- Fetih sûresi, 10. âyet: "İnnellezîne yübâyiûneke ve innemâ yûbâyiûn allan."
406
Allah'ın nuru her mahlûkta tecellî eder. Hazret-i Pîr, domuza bile
selâm verirdi. Merkeze bağlı olan bir kalbe sataşanın vay hâline! Haz-
ret-i Mevlânâ'nın buyurduğu gibi: Ben Musa'mın elinde bir asayım.
Mûsâm gizlidir, amma ben aşikârım... Hulâsa şunu biliniz ki bütün
kâinat kütlesi tek mevcuttur."
- "Kuvvet, kuvvet... Dâima büyük küçüğü yutar. Denizde karada
hep bu... Büyük balık küçük balığı, büyük kuş küçük kuşu, arslan kur-
du... Fakat illâ insan illâ ondaki vahşet yaman... Büyük devlet küçük
devleti, kuvvetli insan zayıfı ezer, parçalar...
Dünyânın hâli dağılmak toplanmak, yutmak, kusmak... Sanki
tahtravalli..."
Server Beyefendi 'nin bitmez tükenmez hizmetlerinden bahsedili-
yordu:
- "Onun bana intisabı sureti kimseninkine benzemez. Müşterek
mektep hayâtımız esnasındaki yaramazlıklarımız ayyuka çıkmış iken o
bunların hiçbirini göz önüne almayıp bize intisap ettiği zaman, zahirde
şeyhlikle hiçbir alâkam da yoktu. Amma o: Sende bir şey var, beni bı-
rakma! diyerek öyle bir tutundu ki bu sımsıkı rabıta her yiğidin kârı
değildir. Fakat onun bu biati söz ile değil, canla başla bütün varlığıyle
idi.
Hâsılı şunu söyleyeyim ki: Zahirde, bâtında, suret ve mânâda, ezel
ve ebedde ceddim Resûlullâh'a en yakın bulunan, Allah âşıklarının gö-
nüllerinin nuru olan aşk ve cezbeyi, mişkâtı sirâcından aldıkları Allah
arslanı Ali'dir.
İşte Ali, Efendimize ne suretle yakın ise, bu devirde Server bana
herkesten daha yakın oldu ve üstelik, koca bir âşık ordusunun kalple-
rinde cezbe meşalesini menbaından uyandırmaya sebep ve vesile oldu.
Allah onu her iki cihanda da azîz etsin!"
- "İnsanın çektiği kendi cezası, hâşâ ki zulmede Huda'sı... Şîrazlı
Sadî de şöyle der: Her işlediğin fenalıktan, zannetme ki felek baş çevi-
rir, devran aldırmaz. Senin kötü fiillerin, rüzgâr önünde borçtur. Fe-
lek ise ne vakit isterse bu borcu sana ödetir."
SOHBETLER 407
- "Dünya rahat yeri değildir. İnsan tam istirâhati bulamaz. Şayet,
dört başımı mâmur ettim, her şeyim tamam oldu, diyecek hâle gelse
dahi, en beklemediği bir zamanda o sevdiği şeylerden koparılarak ayrı-
lır. Ya ölüm, ya iflâs, ya hastalık veya herhangi bir sebeple vefasız
dünyânın vefasız varlıklarını kaybeder."
Akşam gazetesinde bir havadis okuduk. Amerika Üniversiteleri
arasında cereyan etmiş bir müsabakadan bahsediliyordu. Bir üniversi-
te talebesinin, imrenerek kırmızı bir balığı diri diri yutması üzerine
başka üniversiteler de aynı işi daha fazlasıyle yapmaya başlamışlar.
Kiminde üç kiminde beş balık yutan çıkmış ve bu acayip moda, Ameri-
ka'nın daha bir çok üniversitelerine de sirayet etmiş, nihayet Klark
Üniversitesi talebesinden bir genç, seksen dokuz balığı diri diri yutarak
rekoru kırmış:
- "Yalanı zekâ, büyüklere hürmeti budalalık, küçüklere şefkati
zahmet telâkkîsiyle terk etmekle bu şampiyonluğun mânâ cihetinden
hiçbir farkı yoktur. Bir çok kimseler nasıl bu fena hareketleri bir moda
olarak yapıyorlarsa o gençler de bu işi bir rekor modası uğruna yapmış-
lar.
Şu da mühim ki balık yutan bu gençler münevver kimseler. Yâni
tahsil hayatlarının son basamağına varmış insanlar.
Şunu bilmeli ki ilim, insanlığı îcap ettirmez. Kâinata dedim ki:
Kızım, şimdi sen bu üniversitelilerin harekâtına uyar mısın? Hayır...
dedi. İşte dedim, bu münevver geçinen kimselerin daha bundan gayri
bir çok fena hareketleri vardır ki onlara da uyamaz, benimseyemezsin.
Az evvel söylediğim gibi, bu gün cemiyette hoş görülen bir çok haller gi-
bi ki, onlar da senin için sevimli ve cazip değildir.
Şunu da ilâve edeyim ki, her görülen, her okunan veya duyulan
vaka yahut hâdiseden bir mânâ payı çıkarmaya alışınız. Çünkü her
hâdisenin dili, insana bir hikmet söyler."
- "İnsanda şehvet ateşini söndürecek kuvvet, Allah'ın cezbesidir,
canında, gönlünde Allah'ın cezbesi olmaktır.
Onun için bir kimsenin Allah'ın aşkından gayri, arzuladığı ve sev-
408
diği herhangi bir şeye karşı duyduğu, değil yalnız dünya sevgisi, âhiret
muhabbeti de olsa, aşırı şekilde gönül verdiği bu mahbuptan çekilme-
yince, vahdet cemâlini görmesi mümkün değildir.
Bu türlü kendini gayriye bağlamış kimseler, öldükleri vakit hiç
bilmedikleri ve ahâlisinden tiksindikleri diyarlara düşerler, bin türlü
belâlara müptelâ olarak mahrum ve perişan kalırlar."
- "Bugün gazetede Turhan Tan'ın bir fıkrasını okudum. Muharrir,
bir gişeden bilet alırken, yaşlı bir adam da memura parasını uzatarak
bilet istemek üzere imiş. Bu sırada arkadan bir genç gelerek ihtiyarı it-
miş ve biletini alarak çekilmiş. Tabiî bu hâle Turhan Tanın canı sıkıla-
rak yaşlı adamla bakışmışlar. İhtiyar, muharrire dönerek: Ben bu gen-
ce beş sene de hocalık ettim. Asıl şimdi hayret et, demiş.
Bu münâsebetle muharrir, Kanunî Sultan Süleyman zamanında
cereyan etmiş bir vakayı anlatıyor. Kanunînin çocuklarının gayet ter-
biyeli ve iyi huylu bir dadısı varmış. Bu kadının bir de kendi oğlu var-
mış ki Pâdişâh bu çocuğu çok sevdiğinden, büyüdüğü zaman iyi bir iş
vermiş ve nihayet ilerleye ilerleye defterdar olmuş. Ancak, devrin
nizâmına göre defterdarlar resmî merasimlerde mektupçulardan daha
üstte otururlarmış.
Bu genç bir gün sadrâzamın huzuruna çıkarak Pâdişâhın kendisi-
ni bu vazifeden affetmesini ve daha küçük bir vazifeye tâyin etmesini
rica etmiş. Sebep olarak da, bir zamanlar kendisinin bu zâtın karşısın-
da dîvan durduğu için şimdi üst tarafına geçip oturmanın pek ayıp düş-
tüğünü göstermiş.
Sadrâzam hâdiseyi Kanunîye arzedince Pâdişâh: Bu çocuk ne
helâl süt emmiş... diye iltifat etmiş ve mektupçuların defterdarlardan
daha üst makamı işgal etmelerine karar vermiş."
- "Cenâb-ı Hak iki denizi kavuşturdu. Fakat birbirleriyle karışma-
maları için aralarına bir berzah koydu 1 . Bu âyetin bir çok mânâsından
biri de şudur ki Cenâb-ı Hak hakikat ehli ile dünya ehlini birbirine ya-
kın etti, görüştürdü, buluşturdu. Fakat ezelde olan istidatları sebebiyle
1- Rahman sûresi, 19-20 âyet: "Merace'l-bahreyni yeltekıyân beynehümâ berzahtın
lâyebgiyân: İki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar. (Böyle iken) aralarında bir
engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar."
SOHBETLER 409
aralarına öyle bir berzah koydu ki, o istidatsız kimse, hakikat erbabını
gördüğü halde göremedi, sözünü işittiği halde işitemedi. Nasıl ki deniz
ortasındaki bir adanın içinde tatlı su çıkıp denizin acı suyu ile karış-
maz ve birbirlerinin tabiatına tesir etmezler. Dünyâda da insan, cinsini
arayıp bulur ve cinsinin gayrı ile yakınlık kuramaz. Tatlı su ile acı su-
yun birbirleriyle birleşmediği gibi."
Hüsniye Hanım' in, Hakk'ın sevdiğini herkes de sever mi? diye bir
sual sorması üzerine:
- "Evet, şu şartla ki o kimsenin velev cüz'î de olsa nûrânî bir tarafı
bir istidadı olması lâzımdır.
İyi insanı, büyük insanı, başka dinlerin mensupları da severler.
Halbuki müslümanlar arasında ne Ebû Cehiller, ne Ebû Leheb'ler ne
kötü tıy netliler vardır.
Bunlar, Allah diyemeyen kimselerdir. Onun için Allah'ın sevgilisi-
ni sevemezler. Onlar, kâmil insanı da Kur'ân'ı da sevmezler.
Kur andan söylense küfürleri artar, kâmil insanı görmekle de keza
inkârları ziyâdeleşir."
Hâlimize köpekler güler diye bir teşbih yapılması üzerine:
- "Köpek faziletli bir hayvandır; hattâ pek çok kimselerden... Zira
o, kendisine verilen bir lokma ekmek yüzünden sahibinin uğrunda ca-
nını verir. Ya insanlar, Allah'ın bunca nimetlerine karşı ona kendileri-
ni feda edecek kudreti hâiz midirler? Hattâ Allah uğrunda nefislerinin
en küçük bir arzusunu bile terketmezler.
Allah yolunda en büyük fedâkârlık, nefsinden fedâkârlık etmektir.
Hârûne'l-Reşîd'in karısı Sittî Zübeyde'nin hikâyesi malûmdur. Mek-
ke'ye Bağdat gibi uzak bir yerden ve bin türlü zahmet ve meşakkatler
ile su getirttiği halde Allah indinde bu, o kadar makbul olmamış da, bir
saz ve söz meclisinde hararetle eğlendiği sırada, okunan ezân-ı
Muhammedi hürmetine sazı susturmuş olması, kendisinin cennete gir-
mesine sebep olmuştur."
Dünyânın ezâ verici olduğundan konuşuluyordu:
- "Şu ormanda bir gece geçireyim. Ne hoş yeşillikler... diyorsun.
410
Fakat orada gecelediğin takdirde, azap verici, rahatsız edici hayvanlar
seni rahat bırakmıyorlar, sokuyor, ezâ ediyorlar.
İşte dünya hayatı da böyledir. Büyük ümitler ve arzular ile kendi-
ni oraya bırakırsan, seni sokar, yakar, azap verir. Onun için uzaktan
seyreraber bir fenalığa
sebebiyet vermemek için idare etmek ayrı bir iştir."
Ramazanın ilk günü idi:
- "Bir ramazan daha geldi ve bizi bıraktığı gibi buldu. Belki de da-
ha beter. Daha beter dememizin sebebi, Resûlullah Efendimiz'in: Bugü-
nü dünkü güne müsâvî geçirene yazıktır buyurmalarıdır. Elinde fırsat
varken, bugünü dünden, hele yarını bugünden aşağı geçiren kimseye
yazıktır."
Muhlise Hanım' m, en büyük azap gaflettir, buyurmuştunuz; gaf-
416
letten kurtulmanın alâmetleri nedir? demesi üzerine:
- "Kibrin varsa onu gidermek, hasedin varsa onu silmek, gıybet ve
yalan gibi huyların varsa bunları temizlemek, temizledikten sonra da
Allah'a şükrünü bilmek. Fakat şükür, sâde dille olan şükür değildir.
Allah'ın verdiği nimetleri onun istediği yerlerde kullanmak, sabırlı ol-
mak, Allah için nefsinin hazzettiği şeylere sabretmek, nefsine ağır gi-
den muamelelere mâruz kaldığın zaman şikâyet etmemek, Allah'ın ver-
diğine razı olmak, tam bir teslimiyetle teslim olmak. İşte bunları yapan
kimse ilim ve irfan sahibi olmuş ve dünya karanlığında âb-ı hayâtı iç-
miş demektir ki, artık onun için ölüm, korku ve hüzün yoktur. Bu hal-
lerin, bu alâmetlerin sahibi olan kimse ise tabiî ki gâfıl olamaz.
Fakat Allah'ın hoşnut olmadığı işlerde bulunmak, sabırlı olma-
mak ve saydığımız hallere uymamak ise gaflettir. En büyük azap da
Allah'tan gâfıl olmaktır.
Eğer sana: Muhlise ilim ve irfan nedir? diye sorarlarsa, kısaca nef-
sini ıslah ettikten sonra, sabır ve şükür etmek Hakka teslim ve ondan
gelene razı olmak demektir, dersin. Görünüşte yutulması güç demir bir
leblebi. Fakat Allah'a güvenerek hareket edersen, o demir leblebi yu-
muşak ve latif olur."
Ne zaman Boğaz' a gitsek, çarşı içindeki İstinye Camiine
uğrardık 1 . Duvarda, İkinci Sultan Mahmut'un el yazısıyle bir hadîs-i
şerif vardı ki Hocamız dikkatimizi bilhassa üstüne çekerek:
- "Bakın ne büyük, ne doğru bir kelâm.." derdi. "Mü'minin îman-
da en üstün olanı, ahlâkı güzel olandır 2 ."
- "Yürek yanığı olmayanın Allah demesine bile inanmam. Çünkü
onlar nefislerini ilâh edinmişler, kendilerini Allah'ta değil, Allah'ı ken-
dilerinde görmek istemişlerdir. Halbuki ehl-i dert olanlar kendilerini
Hakkın vücûdunda yok olmuş gördüklerinden, ancak onların Allah de-
meleri Hakkı zikirdir. Esasen Hakk'ı bilmek için onu zikir ehlinden
sorunuz 3 , diye bir âyet-i kerîme vardır.
Fakat zikir ehli dediğimiz kimseler, dergâhlarda zikir edenler de-
1- Bu cami ve yanındaki hamam, yolun genişletilmesi sebebiyle yıktırılmıştır.
2- Ekmelü'1-mu minine îmânen, ahsenühüm ahlaken.
3- Nahl sûresi, 43. âyet, Enbiyâ sûresi, 7. âyet: "Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorun!"
SOHBETLER 417
>il Resûlullâhın esrarına vâris olan ehlullahtır."
Koınşunun evi tamir ediliyordu:
- "Bakıyorum da, şu demirciden tut, kunduracı, lâğımcı, kuyum-
cu, cellât bunların hepsi adam. Meselâ lâğımcıyı çağır, gel şu demir işi-
ni yap, de. Yapamaz. Bilmem der çekilir. Çünkü bilgisi ayrı. Diğerleri-
ne de yine meslekleri dışında bir iş teklif edildiği zaman onlar da özür
diler ve yapamazlar.
Fakat bütün bunlara hâkim olan bir adam var: Servet sahibi! O is-
terse demirciyi de, lâğımcıyı da kuyumcuyu da çağırır, çalıştırır ve üc-
retlerini verir.
İşte bir varlık sahibi kimsenin etrafına hükmedişi ve onları hiz-
metinde kullanışı gibi, ruh da vücûdun bütün azasına hükmeder.
O halde insanların, niçin kâmil kişinin cazibesine kapılmasını çok
görüyor, yadırgıyorsun? Bir zenginde dünyânın bir kısım serveti varsa,
onda da Allah'ın bitmez tükenmez hazîneleri vardır."
Ölmüş olan bir kudret sahibinden bahsolunuyordu:
- "Eğer o kudret sahibi sen olsaydın neredesin şimdi? Sen o olsay-
dın hani o dünyâya nam salmış nüfuzun, iktidarın, yeri göğü titreten
azametin nerede? Demek ki bunlar, denizin üstündeki beyaz kabarcık-
lar gibi köpükten ibâretmiş ve sen de bu kabarcıkların içinde bir habbe
imişsin, kaybolup gittin. Bakî kalan deniz... Evet, sen o olaydın nerede
güzelliğin, kudretin,azametin? Demek ki senden görünen bir kuvvet
varmış.
Amma bu sözleri kime söylüyorum. Bunları kalbinde manevî has-
talık olanlar anlamazlar. Bütün bunları eski hikâyeler yoluyle, Âd, Se-
mud kavminin başlarına gelen vakalar misaliyle anlatmıyorum. Eğer
onlardan misal getirmiş olsam, geçmiş, geçmiş onlar, dersin. Halbuki
eski hikâyelerde senin hâlin gizli...
Sözlerimi taze, yeni, günlük misaller ile anlattığım halde, dinle-
yenlerden birçoğunun bütün intibaları bir, yâ efendim, öyle... demekten
ibaret kalır. Halbuki bunları kendine tatbik etmen, anlayabilmen için
söylüyorum.
Tutup sana, Resûlullah Efendimizin dediği gibi: Rabbimi gördüm,
omuzuma ellerini dayadı, vücûdumda titreme hâsıl oldu. İki memem-
418
den ilim sütleri aktı, dünyâya yayıldı veyahut: Rabbim bana dedi ki:
Ben hastalandım gelip beni yoklamadın desem bunları hiç anlamaz,
inkâra sapar, tîğ-ı teber şâh-ı levend elin avucun bomboş kalakalırsın.
Yahut için anlamak istese de, kâbiliyetsizliğin yüzünden yine an-
lamazsın. Kalbi manen hasta olanlara bu hakikatleri hangi türlü söyle-
sem yine anlayamazlar."
Sâniha Hanım' a hitapla:
- "Hadîs-i şerifte öyle buyuruluyor: Ezelde anlaşmış olan ruhlar
bu dünyâda da itilâfta, yâni anlaşma halindedirler. Ezelde ihtilâfta
yâni zıddiyette olan ruhlar, bu dünyâda da ihtilâftadır. Yâni mânâları
birbirine uyan, birbirini tutan kimseler, bir vesile ile karşılaştıkları za-
man anlaşır, sevişir, halleşirler. Halbuki mânâ beraberliği olmayanlar,
zeytin yağı ile su gibi, ne kadar birbirleriyle yuğurulsalar kendi halleri-
ne kalınca, o bir tarafa bu bir tarafa ayrılıverir."
Sâniha Hanım:
- Kayınvalidem, dînin bütün emirlerine harfiyen riâyet eden fakat
yaptıklarını bir sevap ve ecir mukabilinde yapan bir hanım. Kocam ise
dînî vazifelerine kayıtsız olmakla beraber iyi kalpli ve etrafına karşı
hayırhah bir adam. Bu ikisini mukayese ettikçe, kocamın Allah indin-
de daha makbul olacağını zannediyorum.
- "Mademki danışıyorsun, danıştığın kimse, doğruyu söylemek
mecburiyetindedir. Şunu bil ki Allah, kullarından irfân-ı Muhammedi
istiyor. Kendini bilmek istiyor. Dînî emirlere riâyet, senin menfaatin
icâbıdır. Ve bunu yapmakla, insanlıktan maksut olanı hâsıl etmiş ol-
mazsın.
Keza, iyilik yapmak da yine insanlığın icâbıdır. Tabiî buna muka-
bil, Allah senin dünyalığını arttırır ve karşılığını dünyâda verir. Fakat
yine matlûp hâsıl olmuş olmaz. Maksat kalb-i selimdir. Ya bizzat ken-
din bu kalb-i selime mâlik olacaksın, yahut bir kalb-i selim sahibi bu-
lup onun gönlüne gireceksin.
Ben, çocukluğumda koca Dolmabahçe Sarayını emektarımız olan
bir bahçıvan çırağının sayesinde görmüştüm. İşte, ya saraylı, yâni sa-
raya mensup olacaksın, yahut da o saraya mensup olanın kılavuzlu-
ğundan faydalanacaksın.
Âlim ol, allâme ol, ne olursan ol, elinde pasaport, yâni geçiş tezke-
resi olmadan seni bir memleketten bir memlekete sokmazlar. Hattâ
1- Server Beyefendi'nin oğlu Sedat Bey'in baldızı ve Tüccar Semih Bey'in zevcesi.
SOHBETLER 419
resmî veya husûsî büyük bir ziyafete, davetiye tezkeresi olmadan gire-
bilir misin? Ancak kapıda, o davet sahibinin bir dostunu bir yakınını
görürsen seni içeri alırlar.
İşte şefaatin mânâsı budur."
Radyodan bahsediliyordu:
- "Dünya, insanın bir eşidir. İnsan büyük âlem, dünya küçük
âlemdir. Nasıl ki bir vücut tekâmül devrelerini geçirir, şeriat, tarikat,
hakikat, marifet derecelerini atlarsa, dünya da bir insan gibi bu devre-
leri yaşar. Şimdi, marifet devrindeyiz. Bundan ötesi kıyamet ve yeni-
den iptidaî hayâta başlayış."
- "Bâzı kimseler, Kur an'ın Türkçe olmadığından şikâyet ederler.
Halbuki Tibyan ve Mevâkib isimlerinde iki mühim ve kıymetli tefsir ki-
tabı vardır. Kim ki bir âyetin mânâsını anlamak isterse, onu evvelâ
"Âyet Kitabı" denen bir kılavuzda arar ve kolaylıkla bulur. Aradığı
âyetin karşısında: Bu âyet falan tefsir kitabının falan sahifesinde ve fa-
lan satırındadır, diye işaret olunmuştur.
İşte bu akşam da biz: İnnemâ cezâüllezine yühâribûn allâhe ve
Resûlehû 1 ... âyet-i kerîmesini tefsirde bulmak istedik ve bulduk. Şöyle
yazılmıştı: Allah ve Resûliyle muharebe edenler, arzda fesat çıkaran-
lar için azâb-ı şedid vardır. Allah ve Resûliyle muharebe ne demektir?
Yâni Allah'ın ve Resulünün emirlerini yerine getirmemek, şirk koşmak
vesairedir. Bu, tefsîrî mânâsı. Bir de bunun derin bir mânâsı daha var-
dır ki, o da, insanın vücûdunda ruh ki Hakk'm naibi, kalp ki Resulün
vekilidir. Şu halde ruhunun ve kalbinin îcap ettirdiği güzel amellerde
bulunmayan kimse, Allah ve Resûliyle muharebe etmiş demektir.
Hakk'a sığınalım."
Sâmiha Hanıma hitapla:
- "Geçen akşam siz yokken, asılları cennetle alâkadar olan, yâni
cennetin dört ırmağı ile münâsebeti bulunan kimselerin elbet öldükleri
vakit, alâkaları cihetiyle cennete ve cehennemin tabakalarıyle alâkalı
olanların da elbet asılları olan cehenneme gireceklerinden bahsediyor-
1- Mâide sûresi, 33. âyet.
420
duk. Meselâ, cennette mevcut olan dört ırmaktan bal ırmağı ile burada
ilişiği olan kimsede aşk ve muhabbet olduğunu ve oradaki süt ırmağı
ile ilişiği bulunanın burada ilim, marifet ve irfana sahip olduğunu ve
orada şarap ırmağı ile münâsebeti olanların burada Allah'ın emir ve
tâatiyle meşgul olduğunu ve bu emir ve ibâdetleri zevk ve mestlikle
yaptıklarını; orada su ırmağı ile münâsebeti bulunanların da kalp zin-
deliği, sâlih ameller ve iyi işlerle zinde olduklarını, kalplerinde bunla-
rın filizlendiğini anlatıyorduk.
Sonra, cehennem tabakaları ile münâsebeti olanların da, burada
kibir, benlik, şehvet, zulüm, haset, riya, nifak ile tabiatlandıklarını,
hâsılı dünyâda iken gözü açık olanların, cennetlik ve cehennemlikleri
ayırt edebildiklerini ve hattâ öldükten sonra, mü'min olanların kabrin-
den cennete bir pencere açıldığını ve bunların orada cennet halkının
nîmetlendikleri zevk ve sürür ile kıyamete kadar kabirlerinde zevk ve
hoşluklar ile mükâfatlandırılacaklarını, fakat, Allah'ın rızâsı dâire-
sinde gitmeyenlerin de yine kabirlerinden cehenneme açılacak pencere-
den cehennemin azaplarını görmek ve pis kokularını duymakla keder
ve sıkıntı içinde olacaklarını ve bu kabrin de hakikati, insanın kendi
vücûdu olduğunu ve cennetlik olan kimselerin kalp pencerelerinde hu-
zur ve zevk bulunduğunu, her ne kadar zahirleri fakr ve zarurette bu-
lunsa da gönüllerinin huzur içinde olduğunu, keza cehennemlik olanla-
rın da maddî hayatları her ne kadar refah ve ihtişam içinde olsa da,
kalplerinin sıkıntı ve darlık ile kederli olduğunu, öldükleri vakit ise,
kendi kıyametleri kopuncaya kadar hep bu hal üzere kaldıklarını söyle-
miştik."
Bu sırada Nazlı Hanımın: Peki Efendim, cennetin bu ırmakları
cennetin içinde midir, dışında mıdır? diye sorması üzerine:
- "Sizin bu aşkınız bu muhabbetiniz sâlih amelleriniz iyi işleriniz
ve kalp zindeliğiniz içinizde midir, dışınızda mıdır? diye cevap vermiş-
tim. İşte bu akşam da size aynı bahsi tekrarlıyorum."
- "Bugün Diş Tababeti Mektebi profesörlerinden Şevket Bey gel-
mişti. Kendisine: Kitabı okuyor musun? diye sordum. Aman Efendim
başımı kaşıyacak vaktim yok, nerede? dedi. Yazık sana Şevket... dedim.
Onun bunun dişini tedavi etmekten, dünyânın bitmeyen işlerini bitir-
me}^ uğraşmaktan, asıl lâzım olan şeyle uğraşmaya vakit bulamıyor-
sun, öyle mi? Bütün dünya meşgaleleri, ki hakîkî vazifene karşı tefer-
ruat hükmündedir, nasıl olur da asla verilecek kuvveti ihmal eder de
SOHBETLER 421
teferruatla vaktini ve kendini zayi edersin?
Geçen bayram da babana aynı suâli sorduğum zaman bana: Ne tu-
haf, muharrir Kuzguncuk'daki İrfan Paşayı nereden tanıyor? diye hay-
ret etmiş ve kitabı bir tarafa atmıştı. Arkadaşım olması hasebiyle ken-
dimde söz söyleme hakkı görerek, ona da bir hayli söylenmiştim. Gerçi
sen bana ondan bir gömlek uzaksın. Fakat sende alma kabiliyeti gördü-
ğüm için konuşuyorum. Ezelde, her birimizin ellerimizde birer top var-
dı. Fakat buraya gelirken toplarımızı kaptılar ve: Gidin, arayın... dedi-
ler. Aramak için yola çıktık ve kendimizi dünyâda bulduk. Aradık, ta-
radık. İşte bu toplar, ilâhî emânet idi. Kendimizdi. Biz bu dünyâya ken-
dimizi aramaya gelmiştik. Kendimizi bulunca da Allah'ı bulmuş olacak-
tık."
- "Bayram münâsebetiyle Reşat Bey gelmişti 1 . Ona dedim ki: Oğ-
lum, sen, sevdiğimiz Esat Bey'in oğlusun. Aile seninle hep iftihar etti...
Yüzünün akı ile tahsilini bitirdin, doktoranı aldın. Fakat asıl çalışma
bundan sonra, asıl hayat senin için şimdi başlıyor. Göreyim seni, bu iş-
te de doktoranı alabilirsen, işte o zaman tam insan olmuş olursun. Dedi
ki: Evet Efendim amma, bu işte irâde ve feragat lâzım... Dedim ki: Oğ-
lum, seni Avrupa'ya tahsile zor ile mi gönderdiler? Yoksa kendi arzu ve
irâdenle mi gittin? Tabiî kendi isteğim, kendi irâdemle... dedi. Ve orada
tahsiline devam edebilmek için bir çok da zorluklara katlandın,
feragatlerde bulundun. Anandan, babandan ayrıldın. Gece yarılarına
kadar yorularak çalıştın. Peki dünya işlerinde böyle irâdeni kullanma-
ya ve feragatlerde bulunmaya çekinmiyorsun da adam olma yolunda ne
demeye bundan çekmiyorsun?"
Çirkini de güzeli sever gibi sevmek lâzımdır, deniyor amma insan
yine de güzeli tercih etmekten kendini alamıyor:
- "Güzele de çirkine de Allah'ın mahlûku olmaları dolayısıyle hür-
met etmek lâzımdır. Fakat sevmeye mecbur değilsin. Yalnız bunların
hepsinde Allah'ın nuru olmak münâsebetiyle, saygı göstermeye mec-
bursun.
Şurada, güzel sesli ve çirkin sesli iki kişiye Kur'ân-ı Kerîm okut-
san, her iki ağızdan çıkanı da Allah kelâmı olduğu için hürmetle dinle-
diğin halde, elbet güzel sesliyi tercih edersin.
1- Doktor Server Hilmi Bey'in dayısının oğlu.
422
Bu böyle olduğu gibi, Resûlullah Efendimiz de: Ben güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim. Bunların en başı akıldır. Bir parça akıl,
birçok namaz ve oruçtan daha üsttür buyuruyor. Çünkü akıl, haramla
helâli, doğru ile yanlışı, küfür ile îmânı ayırt eder. Çünkü akıl cevher,
ötekiler ise arazdır. Güzel ahlâkı hal edip Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı
Hakkın buyurduğu gibi: Nefislerini kötülüklerden arıtanlar kurtulur
ve selâmete erer 1 . Aksine, fena ahlâka sahip olanlar, maddî manevî
ilerlemelerden istifâde edemeyerek nefislerini ayıplardan temizleyeme-
yenler şüphesiz helak olur.
Esasen beşerin yaratılışından gaye mekârim-i ahlâktır. Ancak
Resûlullah onu tamamlamak için gönderilmiştir.
Beşeriyetin yaratılışından gaye mekârim-i ahlâk olduğu gibi;
mekârim-i ahlâktan aranılan da niyet selâmeti ve amel selâmetidir.
Yâni niyette sağlamlık, dürüstlük ve amelde sağlamlık, dürüstlük.
Kötü ahlâk sahibi olanları, yâni çirkinleri hor görmeyiz. Çünkü
onların bize çok faydaları vardır. Evvel emirde, iyi ahlâkı gösteren on-
lardır. Edep edepsizden öğrenildiği gibi, bunlar da birer vazife sahibi-
dirler.
Güzel ahlâklı olan kimse, insanların hayırlısıdır. Güzel ahlâk,
Allah'ın ahlâkıdır ve îman cihetiyle Allah'a yakın olan, ahlâkı güzel
olandır. Rivayete göre Hazret-i Âdem halkolduğu vakit Cebrail
vâsıtasıyle Cenâb-ı Hak ona üç hediye gönderdi. Biri akıl, biri haya, bi-
ri de îmandı. Bu üçten birini seçmek lâzım geliyordu. Hazret-i Âdem
aklı intihap etti. Aralarından aklın ayrıldığını gören haya ve îman:
Akıl nerede ise biz de oradayız... dediler ve yanına gittiler. Binâenaleyh
akıl ve güzel ahlâk sahibi olan kimselerin kalplerinden cennete bir yol
vardır ki onlar dâim nîmetlenir ve zevklenirler.
Kötü ahlâklı olan ve akılları ancak dünyâya eren kimselerin de
kalplerinden cehenneme bir yol vardır. Zahirde her ne kadar debdebe,
ihtişam ve varlık içinde bulunsalar da kalpleri cehennem korkuların-
dan ve azaplarından hâlî değildir."
Yeni sene münâsebetiyle:
- "Ne yüz ile birbirimizi tebrik ediyoruz! Bir seneyi kaybettiğin
için mi seni tebrik edeceğim? Sen de, Allah yolunda ne gibi güzel ameli-
mi gördün ki beni tebrik ediyorsun? Eğer bir tekâmülümü gördünse,
1- Şems sûresi, 9-10 âyet: "Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ."
SOHBETLER 423
söyle memnun olayım... Yat, ye, kalk, iç, gez, yürü, hâriçte evde bolca
lâf... İşte şimdiki hâlim benim...
Bu sözü Medine'de birisine okumuştum da: Desenize biz hayvan-
mışız, dedi.
Bugün üç dört saat Allah için çalıştım, dersen, o amellerini
selâmetle, sırf Hak için, içine şahsî bir menfaat karıştırmadan yaptığı-
na delilin var mı? Yahut, ibâdetini bir makine gibi mi yapıyorsun, yok-
sa huşu ile mi? Sonra, niyetinde selâmet var mı? Amel niyete bağlıdır.
Ne kadar hassas bir teraziye bağlı bu şeyler... Öyle teraziler vardır ki
bir tozun konmasından bozulur. Sen de çalış ki böyle bir teraziye mâlik
olasın."
- "Hayır, dört esasta toplanır. Söz, sükût, nazar ve hareket.
Söz, Allah'ı ve Allah'ın hoşlandığı şeyleri söylemek. Zira bundan
başkası mâlâyânîdir, boştur. Dedikodudan kaçıp, baş çeviren mü'min-
ler felah bulur 1 . Resûlullah Efendimiz de: Ya hayır söyle ya sus... bu-
yurmuştur. İnsanların hayrı için konuşmak, onları hayra teşvik ve
fenalıktan çekmek için söylenen sözler, hep bu hayrın içindedir.
İkincisi sükûttur. Fakat bu susmakta, Allah'ı düşünmek gerektir.
Dil susunca dimağ boş durmaz, düşünür. Ancak bu düşünce, şunun bu-
nun hâline veya dedikodusuna âit şeyler olmamalıdır. Allah'ı ve onun
ilâhî azametini düşün ve etrafına faydalı olmanın yollarını tefekkür et.
Hâsılı öyle bir düşünmek ki sana: Güzîde ne düşünüyorsun? diye sor-
duklarında, şunu! diyebilesin. Yoksa âlemin kepazeliğini, ayıbını,
fenalığını düşünmek değil. İşte bu türlü düşünceden uzak olan kimse
hatâ işlememiş olur.
Üçüncü, nazardır demiştik. Nazar demek, bütün mevcudata ibret
gözüyle bakmak, her şeyde Hakk'ı görmek, her bir mevcudu Allah'ın
bir kelimesi bilip onda bir mânâ okumaya çalışmak ve bu suretle de
Allah'ın azametini ibret gözüyle seyreylemektir. Bu nazardan başkası
ise gaflettir. En büyük azap da Allah'tan gaflettir.
Dördüncüsü, harekettir. Yâni Allah'ın emrettiği dînî vazifeleri ye-
rine getirmek ve Allah'ın razı olduğu bir iş için hareket etmek. Ya hem-
cinsine yardım ya onu bir vartadan kurtarmak, bir hayır işlemeye git-
mek gibi çeşitli faydalı işlerde bulunmaktır. Hakk'ın rızâsı yolunda ha-
reket eden kimseler, bir eğlence yerinde bir sinemada bir tiyatroda bile
1- Müminûn sûresi, 1-3. âyet: "Kad eflaha'l-mü'minûne'llezîne hüm fi salâtihim
hâşi'ûn. Vellezîne hüm ani'l-lağvi mu'ridûn."
424
Hakkın azametini seyrederler. İş niyettedir. Resûlullah Efendimiz'in
buyurduğu gibi: Amel, niyetin içinde gizlidir. İş, bu düstûru hal etmek-
tedir. Bütün amellerin bir hududu vardır. Fakat niyetin hududu yok-
tur. Onun için Fahriâlem Efendimiz: Allah sizin amellerinize ve şekil-
lerinize bakmaz, kalplerinize ve niyetlerinize bakar, buyurmuştur. İş-
te bu yüzden ey insan, Allah senin amellerine, hayratına, hasenatına
bakmaz. Onun sana nazarı, ancak senin bir kâmil insanın kalbine gir-
menledir.
Bunun dışındaki hareketler ise, yorgunluktan, hüsran ve
nedametten başka bir şey değildir."
- "İşte evvelce de söylediğim gibi ahlâk güzelliğinde aranan şey,
niyet ve amel dürüstlüğüdür, değil mi? Çünkü âzânın gördüğü amelle-
rin ve fiillerin elbet bir haddi ve neticesi vardır. Buna mukabil, sevap-
ların da yine bir haddi ve hududu vardır. Fakat niyete hudut yoktur.
Onun için Resûlullah Efendimiz: Amel, niyet içinde gizlidir, buyurmuş-
lar ve yine: İnsanlar niyetleri üzere haşrolacaklardır, ve: Cenâb-ı Hak
sizin amellerinize bakmaz, niyetinize ve kalbinize bakar, demişlerdir.
Geçen gün mânâdan bahsediyorduk. Hattâ Lütfıye Hanım'ın kür-
künün de bir mânâsı olduğunu ve bunun da vücûdu ısıtmak olduğunu
söylüyorduk.
Tekrar o mânâya dönelim: Herşeyde kayıtsız şartsız Hak ve
hakikat olduğu için, hakkı ve hakikati her yerde ve her şeyde aramalı-
dır. Gülle bülbülün bir macerası vardır, değil mi? Bunlar manevî
surette birbirleriyle konuşurlar. Fakat mükâlemelerinden aşikâr ola-
rak sızan bir şey var mıdır? Böyle olmakla beraber maceralarını birbir-
lerine sayıp dökmekten hâlî kalmazlar.
Keza, pervane ile mumun da birbirleriyle manevî görüşmeleri var-
dır. Onların sözlerinin sır ve mânâsı da sûzdur, yanmadır. O halde bir
âşıkın da mâşûku ile geçen macerası bunlardan aşağı kalır mı?"
Hüsniye Hanım:
-insan, anlaştığı kimselerle daha fazla kaynaşıyor, halleşiyor:
- "Evet amma, her şey Hak olmak hasebiyle, anlaşmadıklarına da
hürmet etmeye mecburdur. Adamın biri yolda bir yılan görmüş ve yanı-
na giderek tutmak istemiş. Yılan da onu sokmuş. Onun üzerine şeyhi-
SOHBETLER 425
ne: Sen bana herşeyin Hak olduğunu söylemiştin. Halbuki işte yılan
beni soktu... diye şekvada bulunmuş. Bunun üzerine şeyhi: Evet
Hak'tır. Fakat celâl libâsı giymiştir. Onun için tutmayacak, yanına
yaklaşmayacaktın. Zîra vazifesi sokmaktır, demiş.
Evet insanın kendi esmasından olmayan kimselerle bağdaşama-
ması anlaşamaması tabiîdir. Zîra bir zıt isim diğer zıt isimle muharebe
halindedir. Zeytinyağı ile su karışır mı? Halbuki esâsa gelince, zeytin-
yağının da aslı sudur... Ancak taayyün âleminde yâni bu yaratılış
dünyâsı içinde bağdaşamazlar. Zîra aralarında isim ayrılığı vardır.
insanların, aralarında velev azçok bir cinsiyet bir benzerlik dama-
rı olan kimseler ile anlaşmaları kolay olur. Fakat anlaşamadığın kim-
selere de saygı göstermeye mecbursun. Daha ileri düşünürsen seversin
de.
Görmüyor musun, sarhoş çamurda yatıyor da kendini kaba döşek-
te zannediyor. Yüzünü köpek kirletiyor da, gülsuyu zannediyor. Neden?
Çünkü sarhoş. Yâni kendinden geçmiş. Ben beni terkeyledim gördüm
ki ağyar kalmamış, sırrı zuhura gelmiş. Fakat mademki taayyün
âlemindesin, dünyâdasın, ayıksın, sokucu olan yılanın yanından kaç!"
- "Bâyezîd-i Bistâmî zamanında adamın biri bir îsevîye, müslü-
man olmasını teklif etmiş. O da: Beni hangi müslümanlığa davet edi-
yorsun? Eğer Bâyezîd'in müslümanlığına ise, ona takatim yok, îmânım
var. Sizin müslümanlığınıza ise ihtiyâcım yok... cevâbını vermiş."
- Efendim hikâyedeki hıristiyan gibi, bu devirde biz de nelere
şahit olmaktayız. Meselâ Kuyumcu Leuon Nişastacıyan'ın: Eğer mürşi-
diniz, ben peygamberim, demiş olsa ilk tasdik edecek benim! dediğini
kendi ağzından duymuştum. Sonra Terzi Ekonomidis'in sizin için söy-
lediği hatıra gelmez sözler, müslüman olmağa takati olmayıp îmânı
oluşunun bir ifâdesi değil midir? Ya Keldânî Patriği' ne ne demeli?
Sonra Fener Rum Lisesiyle Yuvagimyon Rum Kız Lisesinin hoca ve
talebeleri belki o iki çatı altında hiçbir hocaya nasip olmamış sevgi ve
bağlılık tezahürünü sizden başka kime yapmışlardır? 1 1948 senesinde
ziyarete gelen Fener Rum Lisesi Müdürü Zahary adisin sizi evde bula-
mayınca bıraktığı kartın üzerine eski yazı ile: "Mine'l-mehdi ile'l-
lahd... " diye yazmış olması unutulur şey midir? Geçenlerde bir Rum
1- Hocamızın resminin 1991 senesinde dahî müdür odasının yanında hâlâ duruyor ol-
ması bunun en güzel delilidir.
2- Beşikten mezara...
426
hocanın anlattığı şu vak'a, belki de bütün alâkaların hepsinden ileri.
Fener Lisesi' nin papaz hocalarından biri, ölümünden iki dakika evvel:
Kenan Bey geldi mi? O beni yalnız bırakmazdı, diye etrafında sizi ara-
mış. Bütün bunların Bâyezıd-i Bistâmî hâdisesinden ne farkı var?
Aleme karşı kisvelerini muhafaza ediyorlarmış, etsinler. Allah kalbe
bakar, değil mi Efendim?
- "Dün Ekrem'e dedim ki: Mîmârım, diye niçin böbürleniyorsun?
Biz de mimarız. Herkes hayâtı binasının mimarıdır.
Faraza sen, yaptığın bir yapıyı, fena malzeme kullanır, çürük ve
hesapsız yaparsan, yaptığın bina yıkılır, neticede seni mesul ederler.
İnsanların buldukları, ferah, keder, cennet, cehennem, iyilik ve fenalık
da, hayatları binasını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz
neticenin mesuliyeti başkalarının değil, kendimizindir.
Eğer biz de vücûdumuz binasını çürük ahlâklar ve kötülükler ile
yaparsak, günün birinde kendi kendine çöküverir. Nihayet Cenâb-ı
Hakk'ın huzuruna çıkarılıp: Ben sana bu vücûdu emânet vermiştim.
Onu niçin çürük ve kötü malzeme ile bina ettin? diye muhakeme edilir
ve neticede de mahkûm oluruz."
- "Bizim yolumuzda iki ilim vardır. Biri acz ilmi, biri sükût ilmi.
İnsanın kemâli, bu ilimleri öğrenmekle hâsıl olur. Bu ilimlere sahip
olan kimse, ulu kimsedir."
- "Cenâb-ı Hakk'ın kendisini birlemeye tahsis ettiği kimseler pek
enderdir. Gayr mertebesinde olanların bu mertebeden nasipleri yoktur.
Zira bu tevhîd ancak Cenâb-ı Hakk'ın bekasına erenler içindir."
Hakikate karşı bigâne ve idraksiz olan kimselerden konuşuluyor-
du:
— "Cenâb-ı Hak: O günde biz onların ağızlarını mühürleriz 1 buyu-
1- Yâsîn sûresi, 65-66. âyet: "O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikâp edi-
yor idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder. Eğer dileseydik onları gözle-
rinin üzerinden silme kör yapardık yolda koşuşup kalırlardı. Artık nasıl görecekler-
di?" "El yevme nahtimü alâ efvâhihim..."
SOHBETLER 427
ruyor. İşte bu dediğiniz zümre, mahşer gününü beklemeden gözleri kör
olmuş, ağızları mühürlenmiş kimselerdir ki Hakk'ın rızâsını göremez-
ler, ağızlarına gem vurulmuştur, mânâ şekerini yiyemezler. Eşek şe-
kerden anlar mı? Önüne bin kantar da koysan dönüp bakmaz bile. Fa-
kat bir parça saman verecek olsan, iştihâ ile sarılır.
İşte o kimseler de mânâ şekerini yiyemez, fakat dedikodu ve
mâlâyânî için hemen ağızlarını açar ve iştihâ ile dinleyip söylemeye
başlarlar."
- "Herşeyin evveli sâde ve basittir. Her şeyin başlangıcı bir nokta-
dır. Sonra onu biz çoğaltıyoruz. Faraza bir harp başladığı zaman onun
sonunun ne olacağını Sahip biliyor. Fakat o neticeye ulaşmak için ara-
da ne hâdiseler oluyor, ne kanlar dökülüyor, toplar tüfenkler işliyor,
kıyametler kopuyor. Allah indinde bu teferruatın kıymeti yok ki... Ona
biz ehemmiyet veriyoruz."
- "Dünya zevklerinin etrafını dolananlar pervaneye benzerler.
Uzaktan parlak aydınlık gördükleri bu ışığın ne yakıcı bir şey olduğu-
nu, kanatları yandığı zaman anlarlar. Fakat aradan bir zaman geçince
unutur, tekrar ona doğru atılırlar ve nihayet böyle böyle yanıp kavrula-
rak mahvolur giderler."
Kâinat Hanım:
- Mesnevî-i Şerifte: Her ne ki seni Allah'tan alıkoyar o, şeker gibi
lezzetli de olsa, bil ki can çekişmektir, buyuruluyor:
- "Allah'tan başka olan her istek, hattâ âhirete âit de olsa, şüphe
etme ki o can çekişmektir. Faraza buraya babanı görmek üzere birisi
geliyor. Fakat bulamıyor, yalnız Konağı görüyor. Tut ki burada sazlar
sözler, eğlenceler, bağlar bahçeler de olmuş olsa ne fayda? Asıl gaye,
aradığını görmek, ona kavuşmaktır. Diğer zevkler ve sürurlar ise
etrafında dolaşmak ve maksûda erememektir."
Hüsniye Hanım:
-Bu dünyâda herkes âşık... Fakat farkında değiller...
428
- "Hilkatten gaye aşktır. Biz o aşkı Allah'tan öğrendik. Hadîs-i
kudsîde: Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki bilineyim Duyurulduğu
gibi, insanın yaratılışı aşka mazhar olmak içindir. Fakat aşk, herkesin
istidadına göre bir başka surette tecellî etmektedir. Kimine güzel kadın
ve erkekler, kimine servet ve şöhret, ilh...
Ehline ve erbabına ise Hakk'm cemâli cihetinden tezahür etmek-
tedir ki bu da pek enderdir.
Zahitler ve âbitler, gece gün tâat ve ibâdette bulunurlar, bunlara
zahit, âbit deriz. Bir kısım da riyazet ve mücâhede ile meşgul olarak
nefislerinin terbiyesiyle uğraşırlar. Bunlara da keramet ehli, keşf ehli
deriz. Ancak cemâle has olan kimselerdir ki onlara âşık deriz. Zira on-
ların zikri fikri, hayâtı hep canandır.
Amma diğer zümrelerin de kendilerine göre büyük meziyetleri, de-
ğerleri ve mevkileri vardır. Lâkin cemalden mahrumdurlar."
Hüsniye Hanım:
- Fakat bu vazifeyi de yine onlara Sahip vermiş.
- "Şüphesiz. Fakat istidatlarına göre vermiş. Sen şimdi şu sobaya
iskemle ol... iskemleye de kadeh ol, der misin?
Dün Edhem Ağa bahçede, yağmura rağmen çalışıyor çiçekler eki-
yor, fideler hazırlıyordu. Kendisine selâm ve sigara yollayarak hatırını
hoşladım. Evimin bahçesini süslüyor ve bizim zevkimize hizmet ediyor
diye şurada, sizin aranızda ve şu konuşmalarda bulunabilir mi? Bulun-
sa da konuşulanlardan bir şey anlayabilir mi?"
Servet Bey:
- Efendim, her şeye hayat sudan verilmiştir buyuruluyor. Acaba
mâdenler, yıldızlar ve dünyâda bulunan diğer varlıklar da sudan mı
hayat buldu?
- "Evet, evet, evet... Her şeyin hayâtı sudandır 1 , kelâm-ı şerifinin
mânâsı, Allah, kâinatı kâmil insanın yüzü suyu hürmetine halketti, de-
mektir. Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem'ine: Sen olmasaydın, sen olmasay-
dın ben bu dünyâyı halketmezdim, buyuruyor. Dünyâdan gaye, kâmil
insandır. Allah ona tecellî eder ve onun tecellîsinden de her şeye kuv-
vet ve hayat verir. Çünkü insan, bütün bu mükevvenâtın zübdesi, özü
ve hulâsasıdır.
Her şeye hayat sudan verilir, sözünün bir de biyolojik veçhesini
1- Enbiyâ sûresi, 30. âyet: "Her diri şeyi sudan yarattık.
SOHBETLER 429
düşünürsek, en yakın misal olarak kendi vücûdumuza bakmamız
kâfidir. Meselâ sen, yetmiş kilo sıkletinde bir adamsın... Elli kilon su-
dur. Bu su kurursa ne sendeki demir, çelik, kükürt, kireç gibi mâdenin
kalır ne de hayâtın. Kurur mumya olursun. Dünya demek insan demek
olduğuna göre, dünyânın da hayâtı su ile kâimdir."
- "Şehvet, zehirli şarap gibidir. İçerken hoş ve lezizdir. Fakat so-
nunda ölüm vardır."
Hocamız, pencereden, Caddebostanı sahilinde bir burnu işaret et-
ti. Baktık. Denize dil gibi uzamış bu kara parçasının en ucunda bir
adam durmuyordu. Fakat aradaki mesafe yüzünden bu adam ancak bir
karış boyunda imiş gibi görünüyordu:
- "İşte, üstünde bulunduğu toprakla kıyas edilince ne kadar kü-
çük bir mahlûk... Fakat insan denen mahlûk bu küçücük varlığına bak-
mıyor da göklerde uçuyor, denizlerin altında geziyor, akılları durduran
icatları ile hârikalar meydana getiriyor.
Emâneti yere göğe arz ettik. Kabulden baş çevirdiler. Onu illâ in-
san kabul etmekle zalûm ve cehûl oldu 1 kelâmının mânâsı... Evet, yap-
tıklarının o emânetin icâbı oluşunu bilmeyişidir ki onu zalûm ve cehûl
ediyor. Halbuki kendisinden zuhur eden bilgiler, hep o emânetin kendi-
sine verilmiş olmasının neticesi. O ise kendinden bilmekle câhillerden
ve zâlimlerden olmuş oluyor."
- "Dün Kâinat dedi ki: Neden güneşin batışı doğuşundan daha
cazip, daha zevkli? Ben de dedim ki: Çünkü kızım, batış aslına kavuşuş
demektir. Elbet asıldan ayrılırken çekilen ıztırapla ona giderkenki se-
vinç bir olamaz da ondan.
Fakat şu da var ki her gurup da o senin söylediğin gibi cazip ve
hoş olamaz. Kâh bulutlu, kâh soluk, kâh sisli ve yağmurlu anlarda olan
guruplar dikkatimizi çekmeden geçip gider.
am almak-
ta; aklın lezzeti ise cümle eşyanın hakikatlerini idrak ve mânâsının in-
celiklerini bilmektedir.
Gönül, Mevlâ'nın celâl ve cemal müşahedesine susamış olduğun-
dan, onun lezzeti de maddiyatla ölçülemeyecek derecede leziz olan lika-
da, yâni Hakk'ın cemâlindedir. İnsan ki gönüldür, onun lezzet ve
saadetinin ancak Allah'ın muhabbetinde olmasından tabiî ne olur?"
1- Enbiyâ sûresi, 87. âyet: "Senden başka Tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten
ben haksızlık edenlerden oldum."
436
- "insan nev'inin cümlesi üç sınıftır. Birincisi, bu âleme niçin gel-
diğini ve ondan maksadın kemal kazanmak olduğunu bilmeyip, yeme
içme, uyuma ve sevişmeği kendine put düzmüştür. Bu sınıf, yüce
âlemlerde olan asıl makamına dönemez. Çünkü onlar hayvan sıfatla-
rıyle sıfatlanmışlardır.
ikinci kısım, bu süfli âleme gelmekten maksadın, ancak kemal ka-
zanmak olduğunu bilmiş, lâkin nefsini sevmek, evlât, mal, mevki gibi
dört puta meyletmiştir. Bu sınıftan aslî makamına dönenler varsa da
bunlar yine esirdir ve o dört puta tapmaktadır. Zîra nefsini bilip yüce
makama vâsıl olamamıştır. Ve bu dünyâya gelmekteki maksadı yerine
getirememiştir.
Üçüncü sınıf, bu süflî âleme kemâle ermek için geldiğini bilmiş ve
burada kendisini misafir sayarak nefis putunu kırmakla kemal kaza-
nıp kâmil insan olmuştur."
- "Arifin uzleti, nefsinden kalbine hicret etmektir. Kalbinden de
içeri ruhuna gitmektir ve nihayet ruhundan sırrına, sırrından Mevlâ'sı-
na yetmektir. Uzlet, hakikatte hayvani sıfatlardan kurtulmaktır."
- "Allah'a isteyerek hizmet etmeyeni, Hak, istemeyerek kullara
hizmetkâr eyler."
Meclisten:
Çalabun bir şar yarattı
iki cihan arasında
Bakıcak dîdar görünür
O şârın kenâresinden.
mısrâlarının tefsiri rica edilmesi üzerine:
- "Şardan maksat, cem u'l-cem ve hakikat mevkiidir. Yaratmak,
mânâdan -surete geçmektir. Cihanın biri hüviyet diğeri eniyet'tir. Tâhâ
sûresinin innenî enallah 1 âyet-i kerîmesindeki (innenî) hüviyet (ene),
1- Tâhâ sûresi, 14. âyet: "Şüphe yok ki benim, ben Allah. Benden başka hiçbir Tanrı
yoktur..."
SOHBETLER 437
eııiyettir. Sonra Allah geliyor.
İki dünya arasında yâni mânâ ile suret arasındaki kimse için,
dîdârın görünmemesi diye bir şey yoktur. Herkes görebilir. Yalnız câ-
hiller göremezler. Çünkü kalplerinde cehil perdesi vardır. Onun için gö-
rünmüyor, görünmez, derler. Bunların o dîdârı görmemelerine sebep,
kendi cehilleridir. Hazret-i Niyazi'nin:
Hak'tan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhan imiş
demesi işte bunun içindir."
- "Tarik nedir ve nereden alınmıştır?
Tarik, sâliki maksûduna, müridi muradına, cüz'ü külle kavuştu-
ran yola derler ki, Resûl-i Kibriya (s. a.) Efendimiz tarafından gösteril-
miştir. İşte çeşitli surette görülen ve fakat hakikat cihetiyle yekdiğerin-
den kafiyen farklı olmayan yollar birdir ve hepsine birden tarîkat-ı
Muhammediye denir. Şeriat kavlim, tarikat hâlim, hakikat re'sü'l-
mâlim yâni sermâyemdir sözlerini Efendimiz buyurmuşlardır.
Kabe'ye gitmek için yollar bir midir? Şüphesiz ki hayır. Dünyânın
her tarafından Beyt-i Muazzama'ya giden birçok yollar vardır. Afri-
ka'dan, Amerika'dan, Asya'dan, Avrupa'dan hareket eden hacıların yol-
ları muhtelif olmakla beraber, neticede toplandıkları merkez ve mak-
sut birdir ki o da Kabe'dir. Bu yollar, hacca niyet eden kimsenin bulun-
duğu yere göre nasıl uzun, kısa, güçlüklü veya kolaylıklı oluyorsa, ta-
rikler de böyledir ki sâliklerin ezelî istidadı derecesiyle mütenâsiptir.
Tarik; esas cihetiyle bir olunca, şüphesiz bu tarîkatin yollarında
rehber ve delil olacak zatlar da ayni ruhu ayni irfan ve malûmatı hâiz
olmak dolayısıyle birdirler ki bunlar da yukarıda söylediğimiz veçhile o
büyük muallimden tâlim ve terbiye gören kâmil insanlardır. İnsan tas-
lakları değil.
Dünyâya gelmekten maksadımız, bunlardan birini bulup terbiye-
sine girmekten ibarettir. İş Kadirîlik, Rifâîlik, Mevlevîlik'te değil, in-
san bulmaktadır.
Bir de maalesef tarîki ve tarîkati, dergâhları çok başka anlayıp
işin yalnız dışında, kabuğunda kalmış olanlar vardır. Bütün tariklerde
tâlim olunan zikir, Kelime-i Tevhîd ile İsm-i Celâldir. Fakat sâde Al-
lah demek ve bunu türlü makam, ahenk ve usûlle söylemek kâfî midir?
Lâzım olan, söylediğini bilmek, zikrettiğini görmek, Allah'ı bulmaktır.
Bu ilmi öğretecek bu ilmin semeresini elde ettirip sâlikin geleceğini
438
kurtaracak muallim de, ancak kâmil mürşittir. Fakat: Her mürşide el
verme, yolun sarpa uğratır, mürşidi kâmil olanın yolu gayet asan imiş.
Peygamberlerden halk mucize istediler. Halbuki istedikleri muci-
zeyi gördükleri halde îman etmediler. Bilmediler ki mucize, mûcib-i
îman değildir. Mûcib-i îman olan şeyin cinsiyet, mânâ birliği ve bera-
berliği olduğunu anlayamadılar."
Aliye Hanımefendi:
- Bu sabah keman çaldım. Ferahnak peşrevini Beybabam da
beraber söyledi. Sonra uzunca bir sükût oldu. Bu arada düşünüyor, ge-
çen günkü sohbetin devamını istiyordum. Çünkü insanın kalbini temiz-
lemesinin faydası ve kirli tutmasının zarar ve ziyanı kendisinedir ve
kalbini temizleyebilen huzur duyar, rahat yaşar, pislikleri attığı nisbet-
te de zevki artar, diye kendi kendime düşünüyordum. İşte ben böyle dü-
şünmekte iken Beybabam şöyle buyurdu:
- "Hâsılı, insan kendi vücûdunun mimarıdır. Elemler, kederler,
sürurlar, ferahlar, aydınlıklar karanlıklar, cennetler, cehennemler,
yükselişler alçalışlar hep kendi amellerimizin aksidir, gölgesidir. Anla-
dın mı kızım? Hiç sebepsiz birşey olmaz vesselam... Ne yapıyorsak, ne
buluyorsak bunlar hep kendi arayıp bulduğumuz şeylerdir. Binâen-
aleyh arayan Mevlâ'sını da bulur, belâsını da. Kimseye atıp tutmaya,
sövüp saymaya lüzum yok."
- "Bu dünyâya gelişimizden maksat, Elest gününde verdiğimiz ah-
di yerine getirmek ve levhimizdeki îlâmı -ki kalb-i selimdir 1 - bu dünya
mahkemesinde bir kâmil mürşit kadısından alıp korku ve hüzünden
kurtulmaktır.
Öyle değil mi ya? Elest bezminde Cenâb-ı Hak bize Ben sizin Rab-
biniz değil miyim? diye hitap buyurdu. Biz de Belî, evet... dedik. Fakat
bu evetin doğru olup olmadığını tasdik ettirmek lâzımdır. Onun için
dünya mahkemesine gönderildik. Fakat mahkemede de şahitsiz dâva
dinlenmiyor. Bunun için de mürşit kadısı huzuruna ilimden ve amel-
den iki şahit getirdik ve dâvamızı kazandık. Demek oluyor ki kim bu
îlâmı dünyâdabir kâmil mürşitten alırsa, o kimse hür ve azat olur.
Her alıp verdiğiniz nefesinizi son nefes telâkki ederek ona göre
1- Şuarâ sûresi, 88-89. âyet: "Yevme lâ yenfeu mâlün velâ benûn illâ men et'Allâhe bi-
kalbin selîm: O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a kalb-i
selîm getiren."
SOHBETLER 439
her hususta uyanık ve tetikte olmalı, ayıp bir şey görmemeli, kimsenin
kalbini incitmemeli, mâlâyânî ile meşgul olmamalı, gıybette bulunma-
malıyız."
-Efâl tecelliyâtı nedir?
- "Sâlik sülûkünde ve murakabesinde ilerledikçe, kendisinden zu-
hur eden hareket ve fiillerin Cenâb-ı Hak'tan olduğunu ve kendisinin
adetâ bir ağaç mesabesinde bulunduğunu, keza bilcümle mevcudatın
hareket ve fiillerinin de Cenâb-ı Hak'tan olduğunu bütün mevcudatın
dahi bir ağaç mesabesinde bulunduğunu müşahede eder."
- Sıfat tecelliyâtı nedir?
- "Sâlik, sülûkünde ve murakabesinde ilerledikçe, kendisinin bir
ayna olduğunu ve bilcümle mevcudatın da keza bir ayna olup onlardan
görünen sıfatın Cenâb-ı Hak'tan olduğunu ve fakat görünenin rengine
ve kabiliyetine göre zuhur ettiğini anlar, meselâ müstesna bir güzelin
etrafındaki cilâlı, paslı, kırık, siyah, beyaz, yeşil aynalar, onu kendi ka-
biliyetlerine göre aksettirirler. Keza, suyun konduğu kabın rengini al-
ması gibi, tecellî de tıpkı kırmızı, yeşil bardaklara konmuş su gibi,
rengârenk ve çeşit çeşit belirir.
Demek oluyor ki aslî hakikat birdir, tektir ve fakat mazharların
yâni suretlerin kabiliyet, istidat, şekil ve rengine göre çok ve çeşitli
olur."
-Esma tecelliyâtı ne demektir?
- "Sâlik sülûkünde ve murakabesinde bir feyze erişir ki kendinden
zuhur eden kelâm, zikir, fikir vesâirenin Hak'tan zuhur ettiğini ve ken-
disinin sâdece bir tercüman olduğunu, şâir mahlûklardan ve herşeyden
zuhur eden sesin de Cenâb-ı Hak'tan olduğunu ve bunların cümlesinin
bir tercümandan başka bir şey olmadıklarını müşahede eder.
Bir sâlik bu efâl, sıfat ve esma tecellîsine mazhar olduktan sonra-
dır ki zât tecellîsine vâsıl olur."
Şehitten ve şehâdetten konuşuluyordu:
- "Şehit demek, Allah yolunda can veren demektir. Sen Allah yo-
lunda can verenleri ölü zannetme 1 , diyor Allah. Keza, Hak yolunda
nefsiyle mücâhede eden âşıkların göz yaşları da şehit kanlarıyle
beraberdir."
1- Âl-i İmrân sûresi, 169. âyet.
440
Melâhat Hanım:
- insan kendinin bir sırlar hazînesi olduğunu anlarsa işte o vakit
sahip olduğu şerefi de anlar; bu insanın gurura düşmesine sebep olmaz
mı?
- "Gurur, cehalet işidir. Bilmemezlikten ileri gelir. Bilen nasıl gu-
rurlanır ki, iptidası bir katre meni, nihayeti ise bir leştir."
Aliye Hanımefendi:
- Bu sabah, Beybabamla şundan bundan konuşuyorduk:
- "Güzide, Müfettiş Kıymet Hanıma Sâmiha'nın bir yazısını oku-
muş. O da bu sözler insanı dünyâdan çekecek şeyler... diye cevap ver-
miş.
Çekerse ne olur sanki? Dünya, kiminle alış veriş etmiş de sonunda
silkip atmamıştır? Hangi sevinci vermiş de sonunu âh ü feryat takip et-
memiştir? Dünya işvebaz, gönül kapıcı, fettan bir kadın gibidir. Fakat
kimseye karılık kocalık hakkını ifâ etmemiştir." dediler.
- Beybabamın bu sözlerini kaydediyordum. Bana latife ile:
- "Ne yazdın cadı?" buyurdu. Güldüm ve gösterdim. Sözlerine şöy-
le devam ettiler:
- "Allah'ın öyle sevgilileri vardır ki nazarları derya, sözleri şifâ,
yüzlerine bakmak gönle sefadır. Bunlardan birini bulan bahtiyar kim-
seler için dünya ve âhirette bu izzet, bu yücelik yeter."
Aliye Hanımefendi' nin, bu yaz da geçti, diyen Melek Hanım' in bir
sözünü nakletmesi üzerine:
- "Sene diyorsun. Dünkü gün, yaptığın işleri görmek için şahitler
geldi. Her ne işledinse, şimdi senin yazdığın gibi, yazıp gittiler. Fakat
bu gün yine gelecekler. Çalış ki evvelki yaptığın şeylerden daha iyi iş-
ler yapasın. Bu suretle de şahitler, defterine daha güzel şeyler yazsın-
lar. Bu işi yarına bırakma. Olur ki yarın gelir de seni bulamaz. Onun
için işini yarına bırakma. Deme ki, ben yarın daha iyi amellerde bulu-
nurum. Mark Orel'in dediği gibi: Sen bu günü bırakıp gelecek ile uğ-
raşmaya çalışıyorsun. Halbuki gelecek bu ânın içindedir."
SOHBETLER 441
Aliye Hanımefendi, Beybabasına ıztırârî ve ihtiyarî yâni mecburî
olarak veya istenerek yapılan iyilikten bahsetti:
- "Yaratılışında kötülük olan kimsede iyilik, hal olmadığı için, bir
zaruret îcâbı iyilik yapmaya yeltense de kötülük huyu, onu pusuda
bekler ve bir fırsat bulunca da boy gösterir."
Aliye Hanımefendi:
-Amma Efendim, bâzı kimseler yaratılışları îcâbı sakin ve temiz
olurlar. Bâzıları da pürüzlü olur amma fenalığı görüp ondan kaçarak
iyiliğe doğru gitmeğe çalışırlar.
- "Dediğim gibi, esâsında kötülük varsa nafiledir. Bu iyilik, gün
olup silinir gider. Bir kimsenin fena ahlâkını tashihe çalışması da yine
iyilik damarı olmasındandır. Eğer iyi insan olmasan, kendini düşünür
de fena ahlâklarını düzeltmeye çalışır mısın?
İhtiyarî iyilikten maksadın, yaratılıştan gelen iyilik demekse, şüp-
hesiz o esaslı ve devamlı bir iyiliktir. Bâzı, bâzı muhitin îcâbı olarak
kötülükler ile karışsa bile bir gün olur safiyetini kazanır, parlar, ziynet
bulur.
Keza, ıztırârî yâni çaresiz, mecburî iyilikten maksadın da kendi
tabiatının aksine olarak iyilik yapmaya ve iyi olmaya çalışmak demek-
se, o da tabiî, kendi yaratılışı îcâbı olarak yapılmayıp zarurî olarak
kendini iyi göstermek endişesiyle hareket edildiğinden, bu sunî iyiliği
yapan, yaptığından kendi bile hoşnut olmaz; iyilikleri bir sebeple der-
hal fenalığa dönüverir."
Namazın değişik rekâtlarda emir buyurulmasından söz açılmıştı:
- "Sabah namazı iki rekâttır; cisimle cana işarettir. Öğle namazı
dört rekâttır; dört tabiat kuvvetine işarettir. İkindi namazı dört rekât-
tır; dört unsura işarettir. Yatsı namazı dört rekâttır; cemat, nebat, hay-
van ve insana işarettir. Yahut, nutfe, aleka, mudga ve insana işarettir.
Namazın vasıfları hesaba gelmez derecede büyüktür. Fakat aşk
çeşmesinden abdest alıp dört tekbîri bir etmeyince, cananın cemâline
yüz döndürülemez."
Aramızda kâmil insanı tanımanın şükrünü ediyor ve bu şükrü ve-
renin de yine Allah olduğunu söyleyerek nefsimizin şerrinden Hakk'a
442
sığınıyorduk. Hocamız içeri girdi ve bıraktığımız yerden sözü alarak:
- "Kâmil insanın vücûdunda bütün mevcudat mahvolmuştur;
onun aşkı meydânında bütün mevcudat hayran ve mest olmuştur. Ezel-
de cânâmn yüzünü tavaf edenlerdir ki ancak bu varlığa ererler.
Allah, Kur'ân-ı Kerîminde kâmil insan için: Ağaçlar kalem, derya-
lar mürekkep olsa onu tavsif edemez 1 , buyuruyor. Allah nefsinize uy-
durmasın! Nefislerini temizleyenlerdir ki felah bulurlar 2 ."
Kur'ân-ı Kerim' deki ümit verici tebşir âyetlerinden bahsolunur-
ken:
- "Bir âyet-i kerîmede: Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler ve isti-
kâmet ettiler bu kimseler için korku ve hüzün yoktur 3 , buyuruluyor.
Bu âyetin mânâsı, hem ilmin gayesi olan tevhîd, hem amelin gayesi
olan istikâmet sahibi olanlar için korku ve keder olmadığını beyandır.
Yine bir başka âyette: Nefsânî ihtiraslardan arınan ve güzel ahlâk
sahibi olan kimse gerçek kurtuluşa erer 4 .
Diğer bir âyette ise: O kimseler ki îman ederler ve sâlih ameller
işlerler, onlar için firdevs cennetleri vardır 5 , buyurulur.
Çoğa delâlet etmek üzere burada zikrettiğimiz birkaç âyette görül-
düğü veçhile Kur'ân-ı Kerîm'in kulları cennetle müjdeleyen bu gibi
âyetlerinin mevzuu hep hayırlı işler ve sâlih ameller üzerinedir.
Bu malûm olunca, bilmeli ki dînin esâsı îmandır. îmânın ruhu da
ameldir. îmânın kemâli Allah sevgisidir. Amelin kemâli de halk sevgi-
sidir. Yâni, kul nerede bulunursa bulunsun, kula düşen Allah'ın kendi-
siyle beraber olduğunu bilerek onu sevmek ve halkın Allah'tan gayrı ol-
madığını da bilerek halkı sevmektir.
Malûmdur ki tarikat ehli üç kısma ayrılır. Biri akıl sahipleri olup,
halkı zahir, Hakk'ı bâtın görürler. Diğeri göz sahipleri olup, evvelkile-
rin aksi olarak Hakk'ı zahir, halkı bâtın görürler. Üçüncüsü de saadet
sahipleridir ki bunlar halka hitap etseler Hakka, Hakka hitap etseler
1- Kehf sûresi, 109. âyet: "De ki: Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, Rabbi-
min kelimeleri tükenmeden deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını getirsek (yine
yetmez)."
2- Şems sûresi, 9. âyet: "Kad eflaha men zekkâhâ."
3- Ahkâf sûresi, 13. âyet: "İnnellezîne kâlû Rabbün'Allâhü sümme'stekamû felâ havfün
aleyhim velâhüm yahzenûn."
4- A'lâ sûresi, 14. âyet: "Kad eflaha men tezekkâ..."
5- Kehf sûresi, 107. âyet: "İnnellezîne âmenû ve amilü's-sâlihâti kânet lehüm
cennâtü'l-firdevsi nüzülâ."
SOHBETLER 443
yine Hakk'a hitap ederler.
Hulâsa, korku ve hüzünden azat olan kullar, Allah'ı seven ve hal-
ka şefkat, merhamet, af, hilm ve sabır ile muamele edip bu suretle ne
kimseden incinen ve ne de kimseyi inciten kullardır."
- "Kâinat, akşam seninle tiyatroya gittik. Bu akşam da yine aynı
piyesi seyretmek için aynı tiyatroya gitsek zevk duyabilir misin? Belki
yüzde beş bir zevk duysan bile, üçüncü defa gidecek olsan, bu da kal-
maz. Niçin? Çünkü gördün, kanıksadın ve bıktın.
Bu böyle olduğu gibi, dünya zevklerinin, şehvetlerinin, mevkileri-
nin, servet, itibar ve kıymetlerinin neticelerinin ne olduğunu, târih ki-
taplarında okuduğumuz bir yana, bugün kendi gözlerimizle gördüğü-
müze ne demeli? Öyle ki bir vakitler servet ve iktidar sahibi olan nice
kimseler bir yandan yokluk bir yandan kalp sıkıntıları içinde kıvran-
maktadırlar. Koca hükümdarlar, mevkilerinden düşmüş, taçlarından
tahtlarından olmuş, yaşadıkları saltanatlı hayattan sonra halktan kim-
seler seviyesine inmişlerdir.
Ne tuhaf, insanlar dünya zevklerinin ve dünyâya düşkünlükleri-
nin nedametler ve acılar ile neticelendiğini gördükleri halde, nasıl olu-
yor da yine büyük bir istekle onlara doğru atılıyorlar?
Bunun cevâbını versene... Mademki ikinci defa aynı piyesi seyret-
meye gitmiyoruz, ya bu boş ve fânî zevkler için kendimizde nasıl bir ar-
zu buluruz? Şu hal şaşılacak şey değil de nedir?
Bu dünya kimi sevdi de sonunda atmadı? Kime bir şey verdi de
fazlasıyle geri almadı? Kimi zevk ve eğlencelerine çekip de sonradan o
kimseyi âh ve enine sokmadı?
Bulunduğum bâzı cenaze merasimlerinde, daha kabristandan çık-
madan evvel öyle muhaverelere şahit olmuşumdur ki, hiç değilse bu
manzaradan ibret alarak kendilerinin de ergeç böyle bir çukura tıkıla-
caklarını düşünecek yerde, beş dakika sonra yapacakları hileli işleri
konuşarak nerede olduklarını unutmuşlardı. Hattâ kendi kendilerini
teselli etmek üzere, vefat eden kimsenin yaşını ve hastalığını birbirleri-
ne sorup ne o yaşta olduklarını ne de böyle bir hastalığa duçar bulun-
duklarını söyleyerek, geniş bir nefes aldıklarını da görmüşümdür.
İşte kızım, piyesin canlısı olarak, günde bir kere değil, birçok ke-
reler bu oyunu gördüğümüz halde yine de aynı gafleti işlemekten bık-
mıyor ve ibret alıp uyanmıyoruz.
Şimdi burada, mesele iki ayrı cihetten ele alınabilir. Şöyle ki aklı
444
başında olan bir kimse, görüp tecrübe ettiği bir şeye, değil elem, zevk
dahi olsa, üst üste düşkünlük göstermekten çekinir.
Dünyâya aşırı düşkünlük ve çılgınca zevkler ki, neticesi acılık ve
nedamettir, aklı başında olan kimseler, gözlerinin önünde cereyan et-
miş tecrübelerden ibret alarak onlara kapılmak gafletinde bulunmaz-
lar.
Fakat akl-ı selimden mahrum olanlar için mesele değişir. Gözleri-
ni gaflet perdesi bürümüş olduğundan, sonlarını düşünmeden, tartma-
dan, kendilerini felâkete götürecek her türlü maceraya atılmaktan çe-
kinmezler, böylece de perişanlık gayyasında helak olurlar."
- "Zamanımız filozoflarından biri: Birbirine çok zıt olan iki ayrı
duygunun insanların bâzılarını ilme, bâzılarını da tasavvufa doğru itti-
ğini söylemektedir. Bu iki meyil ve istidadın sevk ve yardımıyle büyü-
müş, yükselmiş kimseler olduğu gibi, diğer meyil ve istidadın şevki ile
şöhret bulup yükselen kimseler de vardır. Meselâ bir İngiliz filozofu
olan Hume'de bu ilim meyli hâkimdir. Halbuki William Black'ı, ilme
karşı şiddetli bir husûmette ve derin bir tasavvuf irfanı içinde görürüz.
Fakat hakimlerin çoğu, ilimle tasavvuf ihtiyâcını birlikte duymuş-
lardır. Onlar bütün hayatlarını bu iki anlayışın arasını bulmaya sarfet-
mişlerdir. Eski hakimlerden, ilimle tasavvufu birleştiren iki büyük filo-
zof gelmiştir ki biri Heraclite diğeri Eflâtundur.
Bence de maddî bilgiler ile mânevi bilgileri birleştirmek, birçok ci-
hetten faydalıdır. Çünkü ruh terbiye ve irşadına memur olan hocaların,
kendilerine müracaat eden talipleri, aklen de tatmin etmeleri lâzım ge-
lir.
Gerçi zahir ilmi olmayan bir mutasavvıfın da müridi, talebesi bu-
lunursa da maddî bilginin yardımıyle irşadın daha tesirli olduğu
aşikârdır. Onun için manevî bilgisi kadar dünya ilimlerine de âşinâ
olan Mevlânâ Hazretleri: Karşıma fâzıllar, âlimler, âkiller ve çok bilen
iyi düşünen kimseler gelsinler de onlara güzel, ince ve garip şeyler arz
edeyim, diye tahsiller ettim ve ilimde türlü zahmetler çektim buyurur.
İlim ne demektir? Garplı ilim adamlarının telâkkilerine göre ilim,
hâdiseleri tahlil ve îzah etmekten ibarettir ki bu connaissance discursi-
ve, yâni nazarî bilginin veya aklın, connaissance intuitive yâni gönül
bilgisi ile münâsebeti yoktur. Belki aralarında ayrılık vardır. Bakınız
îzah edeyim: Auguste Comte ile Littre birbirlerini takiben astronomi,
fizik ve kimyaya, hâsılı maddenin bütün tezahürlerine tatbik olunan
SOHBETLER 445
bu usûlün, o ilimlerde mühim ilerlemeler meydana getirdiğini teslim
etmemek haksızlık olur, diyorlar. Yalnız bu iki hakîm yine diyorlar ki:
Biz yalnız gördüğümüz, işittiğimiz, duyduğumuz velhâsıl hislerimiz
vâsıtasıyle bildiğimiz şeyleri kabul etmeliyiz. Bilinmesi mümkün olma-
yan şeyleri aramamalıyız. İşte pozitivizm denilen meslek budur.
Fakat ne yapalım ki hislerimizin bize bildirdiklerini tahlile koyu-
lunca mutlaka aldandığımızı görürüz. Güneşin, etrafımızda döndüğünü
görüyoruz. Ayın, yıldızların da öyle. Halbuki doğru mu?
Ahenkli sesler işitiyoruz, Bunlar, bizatihi sakin bâzı dalgaları ha-
vanın nakletmesinden ibaret değil mi?
Sonra, ışığın tesirlerini, tabiatın muhteşem manzaralarını ne bü-
yük hayretler ile temâşâ ediyoruz. Hakikate gelince, ne renk var ne de
ışık... Yalnız esiri hareketler vardır ki, bunlar göz sinirlerimize çarptığı
vakit bizde o ışık ihsaslarını hâsıl etmektedir.
Sıcaktan soğuktan bahsederiz. Halbuki kâinatta ne sıcaklık ne de
soğukluk vardır. Var olan yalnız harekettir. Yaratılış alemindeki bütün
hâdiseler, ihtizazdan, hareketten doğmaktadır. Fakat bunların adedini
bilmek mümkün değildir. Meselâ harareti meydana getiren ihtizazların
adedi saniyede 380 tirilyon ile 830 tirilyon arasında olduğu vakit görü-
lebilir.
Elimizi ateşte yakıyoruz. Fakat yanma duygusu, yalnız dima-
ğımızda vücûda geliyor. Su buharı gözle görülmüyor, geçiyor. Şualar
gözle görülmüyor. Hele güneş ışığının gözle görülmeyen ne mühim ta-
rafları vardır. Demek oluyor ki tabe evliya Allâhi lâ havfün aleyhim velâhüm
yahzenûn: Haberiniz olsun ki Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur. Onlar mah-
zun da olacak değillerdir."
450
Bu bahçelerden biri, tevhîd bahçesidir. Şayet burada, şirke âit ve
şüpheye dâir otlar bitmişse, bunları koparıp atmak îcap eder.
Malûmdur ki bütün ilimlerin gayesi tevhiddir. Bu hâsıl edilince,
dünyânın çeşitli zahirî bilgilerine sahip olmuş bir kimsenin lüzumsuz
yere yorulduğu anlaşılır.
İkinci, tevekkül bahçesidir. Tevekkül demek, Allah'tan gayri fail
olmadığını bilmek demektir. Bu bilinmedikçe de, ben Allah'a mütevek-
kilim, demek doğru olmaz. Bu bahçede de korku ve endîşe dikenlerini
koparıp atmak lâzımdır.
Üçüncüsü tefviz, yâni kendini Hakk'ın irâdesine terkeylemektir ki
bu bahçede tedbir ve ihtiyardan, şahsî isteğini kullanmaktan ileri ge-
len dikenler görülürse söküp atmak gerekir. İşini Allah'a bırakanın
yâni tefviz edenin ne elemi olur ne kederi. Her işini Allah'a bırakmak,
tedbir alsan, kendi irâdeni kullansan da bunu sırf bir âdettir diye yap-
mak, tedbîrinden bir şey beklemeden, bir fayda ummadan, Allah'tan
gayri ve onun irâdesinden başka hiçbir şeyin tesîri olmayacağını bil-
mek ve tedbîrine bağlanmamak lâzımdır.
Dördüncü sabır bahçesidir ki, başlıca dört kısma ayrılır: Biri,
Hakk'a lâzım gelen kulluk hususunda karşına çıkacak güçlüklere sa-
bır. İkinci, dünyânın zevklerine, sürurlarma, ferahlarına kendini kap-
tırmamak hususunda sabır. Üçüncü, dünya fazlalıklarını elde etmeye
çalışmamak hususundaki sabır. Dördüncü de, musibetlere, felâketlere
sabır.
Asıl teşbih de sabırdır. İşte bu dediklerimizin hilâfında, bahçesin-
de bir şey görürse onları çıkarıp atmak lâzımdır. Hazret-i Yûsuf kuyu-
dan selâmet sahiline çıkmak için nasıl uzatılan ipe tutunup çıkmış ise,
insanı da bu dünya zulmetinden nûrâniyete çıkaracak ip sabırdır. Al-
lah, sabırlı olan kimseler ile beraberdir 1 .
Beşinci bahçe rızâ bahçesidir ki, Allah'tan ne nîmet için bir şey is-
temek ne nikmetinden yâni ceza ve çile yollu verdiklerinden kurtulmak
için yalvarmaktır. Bilâkis hâdiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp,
bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünlük ve itirazda bulunmamaktır.
Altıncı, marifet bahçesidir ki, Allah'tan gayri ne varsa ondan so-
yunmak ve Hak'tan gayriye meyil eylememek, Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanıp, sabırlı ve razı, mütevekkil ve teslimiyet sahibi olmaktır.
Yedinci bahçe muhabbettir ki, Allah'ın aşk ve muhabbetine hiçbir
şeyi tercih etmemektir. Nefis, evlât, mevki, servet putlarını kırıp at-
maktır.
1- Enfâl sûresi, 46. âyet.
SOHBETLER 451
Sekizinci bahçeye gelince, bu da hikmettir ki kavilde, fiilde, talep-
te dürüst olmaktır. Yâni, Allah'ı söylemek, Allah için işlemek, muradı
Allah'tan gayrı olmamaktır.
İşte bu bahçelere giren bahçıvan, her şeye hayat veren su ile o gü-
zel çiçekleri ve ağaçları sular ve bu suretle de canına can katar."
Vefakâr olmaktan konuşulurken, söz, Erenköyü'nde yaz mevsimi-
ni içinde geçirdiğimiz Doktor Suphi Neş'et Bey 'in köşkünün bahçesin-
deki ceviz ağacına intikâl etti. Hocamız bize dâima:
- "Vefa, Allah'ta ve Allah'ın sevgililerindedir,"
Demiş ve her söylediğini işlemesine alışmış olduğumuz için bu
hükmünü de hareketleri ile doğrulamak ve isbat eylemekten geri kal-
madığını göstermiştir, işte, havalar sertleşmiş ve yazlıktan Konağa
nakledeli bir hayli zaman geçmiş olduğu halde, bir gün Erenköyü'ne
gidip ceviz ağacını ziyaret etmek arzusunu gösteren Hocamız:
- "O bana yazın süt annelik etti. Meyvesinden yedim. Şimdi gidip
ağacı okşamak isterim," diyerek istanbul'dan Kadıköyü yakasına ge-
çip, ağacı ziyaret eylemiştir.
Bir gün de, Filibe'deki Alyans Izrailit Mektebinde sınıf arkadaş-
ları arasında tercihen alâkadar olduğu Izrail Kalep ismindeki bir ar-
kadaşının istanbul'da doktorluk yapmakta olduğunu öğrenerek telefon
rehberinden adresini bulup bu çocukluk arkadaşına bir ziyaret yap-
mıştır. Aradan geçen uzun seneler yüzünden, eski sınıf arkadaşını ta-
nımayan doktor, Hocamızı bir ecnebi hasta zannederek, evvelâ Fransız-
ca olarak ne lisan konuştuğunu sormuş ve: Türkçe! diye aldığı cevap-
tan sonra, Hocamız:
- "Bundan şu kadar sene evvel, Filibe'deki mektepte bir ders sene-
si okuyan tek Türk talebe vardı. İşte o benim!" demiştir.
Sevincinden ve bir o kadar da hayretinden ne söyleyeceğini şaşı-
ran doktor, büyük bir muhabbet ve minnet ile Hocamızın ellerine sarıl-
mış ve ağlar hâle gelmiş, misafirini evinde biraz daha tutabilmek için
çocuklar gibi yalvarmış, dil dökmüştür.
Müsamaha, af ve hoş görürlükten bahsedilirken:
- "Allah her suçu affeder. Ancak kul hakkı ile şirki yâni ikiliğe
düşmeyi affetmez.
452
Hazret-i Pîr Efendimiz bir gün bir kimseyi zina ederken gördü.
Yanındakilere: Bu adama ne dersiniz? deyince: Zânî, alçak, deriz... diye
cevap verdiler. O zaman Hazret-i Pîr: Öyle demeyiniz. Bir tövbe-i na-
suh edip de sizden ileri geçmeyeceğini ne bilirsiniz? buyurdu.
Allah'ın rahmeti geniştir. Bunu unutmamak lâzımdır. Anatole
France'ın, Tais isimli romanını okudunuz. Günahkâr Tais'i kurtarmak
isteyen papaz ne oldu, Tais ne oldu?"
Dervişliğin gerçek mânâsından konuşulurken:
- "Dervişlik kime bağışlanırsa, onun kalbi pâk olur. Etrafına göl-
gesini yayan, yemişi tükenmez, dâim taze olan ağaca benzer. Onun ne-
fesinden misk ü amber tüter. Budağından etrafı yeşillenir, yaprağı
dertliye derman olur. Gölgesinde bir çok hayırlar işlenir."
- "Yaratıcı kuvvet, evvelâ faal (aktif) olarak zuhur etmiştir ki bu-
na akl-ı kül derler. Bu faaliyet, münfail (passif) bir sıfat meydana getir-
miştir ki bu da nefs-i küldür.
Akl-ı kül ile nefs-i külden, yâni yaratıcı kudretin faal (aktif) ve
münfail (passif) sıfatlarından dokuz felek meydana geldi. Bundan da
dört unsur zuhur etti: Ateş, hava, su, toprak.
Bunların birleşmesinden ise üç varlık doğdu: Mâden, nebat, hay-
van ki hepsi birden on sekiz eder. Her biri zuhurdaki çokluk itibariyle
bin sayılır. Bu suretle on sekiz bin olur. Yaratıcı kuvvet, Hakk'ın mut-
lak varlığıdır. Akl-ı kül, hakîkat-i Muhammediye'dir. Nefs-i kül, hakî-
kat-i Muhammediye'nin toplu olarak, öz olarak zuhurudur. Bu iki
âleme, ahadiyet ve vâhidiyet denir. Allah, ahadiyyü'z-zât ve vâhidiy-
yu s-sıfat'tır. Hakîkat-i Muhammediye'nin tafsil ile zuhuru dokuz feleği
meydana getirmiştir."
- "İnsanlık, yalnız iyilik sahibi olmakla tahakkuk etmez. Zîra bâzı
kimsede iyilik yapmak isteği, bir meşrep, bir alışkanlık halindedir. İyi-
lik yapar. Fakat kendisinde iyi ahlâk ve kalb-i selîm yoktur. İçi karma-
karışık, bozuk düzen olan kimsenin yaptığı iyilik o işe mahsustur. Öyle
ki, bu kimsenin niyeti salim ve hulûsu tam değilse, günün birinde nef-
sine ağır gelen herhangi bir sebeple, kafası kızıp, yaptığını da yapaca-
SOHBETLER 453
ğını da ayak altına alır. Hattâ bir zamanlar iyilik ve hayır yaptığı kim-
se hakkında hatıra gelmez fenalıklar düşünür ve yapar. Şu halde iyilik
sahibi o kimsedir ki, nefsinin yalancı balonu bir iğne temâsıyle sönüp
gitmez."
Hüsniye Hanım:
- Hikmetin başı Allah korkusudur, buyuruluyor. Fakat Allah kor-
kusu nedir 1 ?
- "Zâtın biri diyor ki: Zamanımız insanları saadet vermeyen zevk,
ilimden nasip almayan saadet ve hikmetsiz ilim arıyorlar. Onun için de
bulamıyorlar.
Netice hikmete ve ilme bağlanıyor.
İlim ne demektir? İlim, kendini ve Allah'ını bilmek demektir. Bü-
tün ilimlerin gayesi tevhîddir. Binâenaleyh insan ne kadar cihanın
allâmesi de olsa, ona allâme-i cihan denir. Fakat insan denmez. Bir
kimseye insan demek için, kendini ve bu suretle de Allah'ını bilmek il-
mine vâkıf olması lâzımdır.
İlmin bu olduğu ve bütün ilimlerin ruhunun da Allah ilmi olduğu
anlaşılınca, sıra hikmete gelir. Hikmet, kulun Hak'la söylemesi, Hak
için işlemesi ve matlûbu Hak olmasıdır, sözlerinin Hak kelâmı, yâni
Hakk'ın sevdiği kelâm ve işlediği, Hakk'm sevdiği ameller ve talebi de
ne dünya ne âhiret olup, matlûbu ancak Cenâb-ı Hak olmasıdır. Ne
söylerse, ne işlerse, ne isterse onun altında gizli olarak Hakkın rızâsını
gözetmek suretiyle işlemesi, söylemesi ve ancak onun cemâlini talep
eylemesi demektir. İşte, hikmetin başı Allah korkusudur demek bu-
dur."
- "İnsan olana yakışan düşünmek ve ibret almak, sözü şükür ve
medih için söylemek, gördüklerinde Allah'ın kudretini seyretmektir."
Nazlı Hanımefendi, varlık ve yokluktan konuşuyordu:
- "Ben kendi bildiklerimi terketmekle mârufa, bilinene erdim. On-
lar daha kendi bildiklerini terketmediler, kaftanları yeni kaldı."
454
- "Ehlullâhm ilk hallerini görenler kuvvetle Allah'tan çekinir ve
ibâdete düşerler. Sonraki bast hâlinde yâni insanın, Allah'ın lutfunu
gönlünde hissetmekten duyduğu inşirahla söylediklerini duyanlar ise
şaşkına dönerler. Halbuki ehlullâhın bast âleminde söylediği bu sözler
kendilerine âit değildir. Hakk'm bir tecellîsidir."
- "Bugün mektepte, çocuklara bâzı şeyler yazdırdım. Aynı sözleri
size de tekrar edeyim: Sizin olmayan hâriçteki güzellikler ile öğünme-
yiniz. Benim bir atım var, bu atım güzeldir. Fakat benim, atım güzel-
dir, diye gururlanmaya, hiç hakkım yoktur. Çünkü bu güzellik bana de-
ğil, ata aittir.
Öyle ise sana âit olan nedir? Yalnız ve yalnız aklın değil mi? Eğer
bu aklınla eşyayı ve her şeyi olduğu gibi kullanmayı bilirsen, o vakit
kendini takdir edebilirsin. Meselâ bir kimse, arkadaşlarına özenip rakı
içmeye heveslense, evvelâ akliyle, rakının sonunda vereceği maskara-
lıkları ve içkiye müptelâ olanların vücutlarının nasıl harap olduğunu
ve helake sürüklendiklerini, bu uğurda mallarını servetlerini yok edip
ailelerini sefalete mahkûm ettiklerini, keza, kumarın sabahlara kadar
nasıl insanı uykusuz bırakıp heyecan ve üzüntülerle vücûdunu ve kese-
sini harap ettiğini ve meselâ bir kötü arkadaşın sohbetinde bulunma-
nın da bir geçici illet gibi kendine bulaşacağını düşünür de aklını bu
kötü işleri yapmamak hususunda kullanabilirse, o vakit kendini alkış-
lamalıdır.
Evet, benim güzel bir otomobilim, şâhâne bir apartmanım yahut
güzel bir vücûdum var diye gururlanmak elbet akıl kân değildir. Çün-
kü bunlar senin değildir. Dediğimiz gibi, senin olan ancak aklındır."
- "Size saadetin sırrını söyleyeyim mi? Herkes saadet peşinde ko-
şar. Onun için siz de bu sırrı bilmek istersiniz. Bakınız ne basit: Her şe-
yin kendi arzunuz veçhile olmasını istemeyin. Olan şeyleri hoşlukla ka-
bul edin! Kendinizi her zaman hâdiseleri geldikleri gibi kabul etmeye
hazırlayın, istediğiniz gibi olmasına değil. İşte saadetin sırrı budur,
yâni: Hayır olandadır 1 .
Demirden bir leblebi ki yutmak herkesin kârı değildir."
1- El-hayrü fi mâ vaka'a (Hadîs-i şerif).
SOHBETLER 455
- "Size şâhâne bir amelden bahsedeyim: İyilik yapınız ve kendiniz
hakkında şunun bunun fenalık yapmasına veya söylemesine kulak ver-
meyiniz."
Yakınlardan birinin yarın mahkemeye gideceğinden bahsedilir-
ken, etraftan biri: Kim bilir bu dâvanın neticesini düşünerek ne heye-
can geçiriyordur, dedi:
- "Bundan, bizim de mahşer gününde olacak mahkememiz için he-
yecan geçirip geçirmediğimizi düşündüm de hatırıma, Kur'ân-ı
Kerîm' de Cenâb-ı Hakkın buyurdukları geldi: Herkes yarın buradaki
ameliyle cezâlanacaktır. Allah'ın emri yolunda gitmeyenler cehenne-
me sevkolunacaklardır ve orada cehennem zebanileri: Size Cenâb-ı
Hakkın emirlerini söyleyen ve sizi mahşer günü ile tehdit eden resul-
ler gelmedi mi? Niçin onları dinleyip yolunuzu düzeltmediniz de dün-
yânın yalancı ve geçici olan zevklerine dalıp Allah'ınızı unuttunuz?
Şimdi cehenneme giriniz ve orada dâim kalınız. Bu cehennem, kibirli-
ler için ne çirkin bir yerdir 1 " diyeceklerdir.
Allah'ın emirlerini memurlarından dinleyip, Hakk'ın razı olduğu
yolda giderek Allah'a bağlı olan ikinci kısma ise Cenâb-ı Hakk'ın
hazinedarları: Hoş geldiniz, Allah'ın selâmı üzerinize olsun, buyurun...
Cennetlere girin ve orada dâim olarak kalın 2 , diyecekler.
İşte, Allah'ın bu sözlerinden haberimiz yok, bilmiyoruz, duymadık
okumadık... diyenlere de ben dilimin döndüğü kadar söylüyorum. İstinde öldürecek vâsıtaları çoğaltmakta
ve geliştirmektedir."
- Hikmetlerin başı Allah korkusudur, demiştiniz. Bu sözü biraz
SOHBETLER 463
izah eder misiniz'?
- "Allah bir kâbus mudur ki korkulsun! Bir fenalık mı yapar ki ür-
külsün. Bir küçük çocukla anasının arasındaki irtibatı düşünelim: O
anasını ne derece sever. Fakat ana, onun sevgisinden kat kat ziyâde
onu sever.
Fakat çocuk, annenin hoşlanmadığı istemediği ve dolayısıyle ken-
disine zarar verebilecek bir yanlış iş yaptı mı, elbet ananın canı sıkılır
ve çocuğunu tenkit eder, azarlar, sevdiği şeylerden mahrum etmek,
hapseylemek hattâ dövmek gibi hareketlere bile baş vurur. Fakat bu
tutum çocuğun iyiliği içindir. Yoksa ana, çocuğuna karşı bir umacı de-
ğildir.
Ya Allah ki, anaya da sevgiyi veren odur; onu umacı gibi kâbus gi-
bi göstermek reva mıdır? Korkacaksan, kendinden kork. Ben şu işi ve
bu hatâyı Allah'ın sevmediği ve istemediği surette yaparsam, evvelâ
kalbim beni suçlar de. Allah zâlim değildir ki korkasın. O zulmü işle-
yen sensin. O azarlama ve suçlamaya sebebiyet veren sensin. Allah,
gafuru r-rahîmdir. Zalûm ve cehûl yâni çok zulmedici ve çok câhil olan
sensin."
Mürşit karşısında müridin arzu ve taleplerinden bahsediliyordu:
- "Hazret-i Mevlânâ buyurur ki: İsteklerimi, arzularımı gönlüm-
den uzak ettim. Gönlümü onlardan temizledim pâk ettim. Senin gön-
lün ne arzu ediyorsa ben onu talep ediyorum.
İşte hakîkî aşk budur. Yâni cananın arzusu ne ise senin arzun da
o olmalıdır. Yoksa, senin, onun arzu ettiğinden başka bir şeyi istemen,
kendi arzuna âşık olman demektir. Mısrî-i Niyâzî de bu yolda ne diyor:
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasın
Ar u ırzıyla gelip âşıklara bâr olmasın
Onun için Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri buyurur ki: Allah'a gi-
den yollar, mahlûkların nefesleri kadar çoktur. Bunlardan bilhassa üç
yol vardır: Biri tâatler ve ibâdetler ile meşgul olan kimselerin yolu;
ikincisi, riyazetler ve mücâhedeler ile meşgul olan kimselerin yolu;
üçüncüsü aşk yoludur.
Birinci yoldan Hakka vâsıl olanlar pek azdır. İkinciden vâsıl olan-
lar ise evvelkilere nisbetle daha ziyâde ise de yine nâdirdir. Üçüncü yo-
lun başlangıcı bunların nihayeti olur.
İşte bu aşk yoluyle yol alanların istekleri de arzuları da
maşuklarının arzusudur.
464
Yine Mevlânâ Hazretleri buyurur: Benim arzularım, bu cihanın
devlet ve debdebesi değildir. Benim arzum, daimî bir ömür de değildir.
Ben, arzulardan gönlümü pâk ettim. Senin isteğin ne ise ben onu iste-
rim.
İşte hakîkî aşk budur."
Söz bu noktaya gelince mecliste hazır bulunan Hâkim Rızâ Bey:
- insan hiçbir şeyi sevmemeli. . . dedi.
- "Niçin? Dünyâda sevilecek pek çok şey vardır. Fakat hakîkî aşk,
bu sevilecek şeylerin her birinin üstündedir. Gerçek âşık, maşukundan
bir hitap bir davet duysa, bütün diğer sevilecek şeyleri bırakıp gidebi-
len kimsedir."
Bâzı kötü görünen işlerden sonunda iyilikler zuhur ettiği konuşu-
lurken:
- "Hazret-i Mevlânâ buyurur ki: Hiç şüphe etme, her zararın al-
tında ne kadar menfaatler vardır. Her zahmetin sonunda ne kadar fe-
rahlıklar vardır. Her güçlüğün neticesinde ne kadar sürurlar ve kolay-
lıklar vardır. Bu böyle olduğu gibi, ölümü ve fena bulmayı dahi hayat
ve beka takip eder. Çünkü zıt zıttıyle ortaya çıkar."
Sıcaktan ve susuzluktan bunalan bir yolcunun, yolda bulduğu bir
elmayı ısırması sonra da kendisine âit olmayan bir şeyi yediği için el-
ma bahçesinin sahibini bulup helâllik dilemesi, onun ise kör, sağır ve
dilsiz olan kızını nikahlamak şartı ile hakkını helâl edeceğini söyleme-
si üzerine adamcağızın çaresiz razı olması, fakat evlendikten sonra kı-
zın gören, duyan ve konuşan bir dünya güzeli olduğunu anlaması ve
kayınpederi olan zâtın onun ahlâk bütünlüğünü denemiş bulunduğu
hikâye edilmesi üzerine:
- "Allah hakkından o derece korkan bir kimseye Allah'ın verdiği
nîmet de böyle olur. Kullara yapılan en ufak şey dahi kaybolmadığı
halde doğrudan doğruya Hak nâmına yapılan bir şey zayi olur mu?"
Allah'ın kullarına yap ve yapma dediği yâni emir ve nehyettiği
meselelerden söz ediliyordu:
- "Cihanda bulunan bütün mahlûklar, kötülük yapanlar, günah
SOHBETLER 465
işleyenler, münafıklar yoldan çıkmışlar da Allah'ın kuludur ve hepsine
birden bu emir ve nehy gelmiştir. Bâzıları emirlere itaat etmiş ve ne-
hiyden kaçınmış ve Hakk'ı Hak olarak bilmişler, o yoldan Allah'a yak-
laşmışlardır.
Bunların içinden birçoğu da kâh dinlemiş kâh bildiğine gidip kul-
lukta kararsız olmuşlar, bir kısmı ise büsbütün yoldan çıkıp kendi bil-
diklerine gitmişlerdir.
Bir peygamberin ashabı içinde de ona hakkıyle tâbi olanlar bulun-
duğu gibi, münafık ve sapıtmış olanlar da vardır. Peygamber olur da,
ashabı arasında fitne ve fesat ehli bulunmak hele mürtet olmak yâni
îmânından dönmek yakışır mı? denemez. Hayır ehli de şer ehli de kar-
şılığını Allah'tan görürler. Fakat cemiyet bunlardan hâlî olamaz. Velev-
ki peygamberlerin ashabı dahi olsalar...
Keza, bir kâmil insanın etrafında bulunanların hepsinin de, mat-
lûp olan dereceye yükselmeleri imkânsızdır. Bunda şaşılacak bir şey
yok. Bu, böyle gelmiş böyle gider. Maamâfıh bunlar da hak ettikleri
âkibeti ergeç bulurlar.
Bu hususta peygambere bir eksiklik düşmediği gibi, onun vekili
olan kâmil insana da bir noksan gelmeyeceği tabiîdir."
Kendini unuttuğun vakit Allah'ı zikret ... hakikatinden bahsedi-
lirken:
- "Kendini unuttuğun vakit yâni aklı terkettiğin zaman demek.
Çünkü hicap, perde dünyâya taalluk eden akıldır. Binâenaleyh aklı bı-
rakıp aşka kavuşursan, işte o vakit, Allah'ın cemâlinden gayrı her şey
fânidir sırrı aşikâr olur ve bu aşkın içinde zikir, zikreden ve zikrolunan
kendi olur."
Üsküp, Manastır ve Makedonya'nın büyük bir kısmı Türk idaresi
ve hudutları içinde iken, bu topraklarda seyahat etmekte olan Hoca-
mız, Belgrat'ın bir otelinde bir papazla aynı odada kalmaya mecbur ol-
muş. Fakat papazın, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Türkçe hiçbir
lisânı konuşamaması yüzünden bu mecburî sükûtun, o arkadaşlığı
tadsız bir hâle getirdiğini biliyorduk. Buna benzer bir hâdise o eski
hâtırayı bize yeniden düşündürmüştü. İşte bu vesile ile:
1- Kehf sûresi, 24. âyet.
466
- "Allah sarayının mahremleri ve Allah esrarının arifleri olan
kimselerin de aşk ve muhabbet-i ilâhiyeden mahrum olan nâmah-
remler ile beraber bulundukları vakit, ruhen azap ve ıztırap içinde kal-
maları tabiîdir.''
Hazret-i Süleyman, hüdhüt ve karganın hikâyesini konuşuyor,
Süleyman'ın hüdhüte ve hüdhütün Süleyman'a söylediklerini anlatı-
yorduk:
- "Aklı temsil eden hüdhüt, ruhu temsil eden Süleyman'a: Ben bu
tabiat toprağından silkinir ve mâsivâdan soyunup Allah'a yüz çevirerek
uçarım. Beşeriyet ağırlıkları bana hiçbir suretle mâni olmaz, dedikten
sonra sözüne devamla: Uçtuğum yüksekliklerden, her şeyin ne olduğu-
nu bilirim. Ey hükümdar, siz kuvvetleriniz ve hisleriniz askerleriyle bir
sahraya gider, yâni bu dünya muhabbeti sizi bir sahrada bırakır ve su-
suz kalırsanız, işte o vakit ben aşk ve muhabbet, ilim ve marifet suyu
ile sizi sularım ve sizi o tûl-i emel yâni bitmez tükenmez hırs ve arzu
girdabında helak olmaktan kurtarırım diyor.
Karga mesabesinde olan vesvese ise Süleyman'a şöyle sesleniyor:
Adam sende, onun dediğine ne bakıyorsun? Söylediği doğru olsa bari...
görüyorum ki çok defa yanılıyor, tuzağa tutuluyor. Şu halde söyledikle-
ri nerede kaldı?
Mesnevî-i Şerifte geçen bu hikâyenin bir derece daha derin ve
yüksek mânâsı ise şöyledir:
Rabbânî sırların sahibi ve kâinatın mânâsını idrak eden Huda er-
leri, keşif yolu ile her şeyi bilir ve görürler. Fakat bunları inkâr eden-
ler, kaza ve kaderi de inkâr ederler. İşte bu rabbânî sırların sahibi me-
sabesinde olan hüdhüt der ki: Münkirler kaza ve kaderi inkâr etmekle
ne kadar haksızlıkta bulunmuş olurlar. Zîra bilmiyorlar ki kaza ve ka-
der geldiği vakit ay da tutulur, güneş de... Benim de ay mesabesinde
olan aklım ve basîret nuru mesabesinde olan güneşim de tutulur. Bu
suretle kalbimin o geniş ve mukaddes arazîsi zulmet içinde kalır. Bu
münkirler bilmiyorlar ki, kendilerinin inkârları da o kaza ve kaderin
icâbıdır. Bunlar bilmiyorlar ki bir münkirin inkârı ve bir müminin
ikrarı, hâsılı iyi veya kötü her kimsenin kârı, kaza ve kaderin hükmü
altındadır.
Bakın size bir şey söyleyeyim: Allah, Hazret-i Adem'i halkettiği
vakit ona baştan aşağı nûriyle, zâtiyle tecellî etti. Âdem, o tecellînin
doğduğu parladığı ve esma ve sıfât-ı ilâhiyenin zuhur ettiği yer oldu.
SOHBETLER 467
İşte bu halde Allah meleklere, Adem'e secde etmelerini emretti. Melek-
ler, Âdem'in ilâhî tecellîye mazhar olduğunu görünce, Allah'a secde
eder gibi ona da secde ettiler ve Âdem'in o tecellîye mazhariyetinden
dolayı ona tazim ve hürmet secdesi ettiler.
Allah cennette bir ağaç zuhur ettirdi, Havva'yı Âdem'e zevce ola-
rak verdi ve ikisine de hitap ederek: Bu ağaca yaklaşmayınız,
zâlimlerden olursunuz, dedi. Fakat Âdem'le Havva ne yapsınlar ki o
güzel Allah, bu ağacı, aşk ağacı kılmış ve Musa'ya yine bu ağaçtan: Ben
senin Rabbinim! hitabı zuhur ettiği gibi, ondan da aynı hitabı Âdem'le
Havva'ya duyurmuştur. Böylece onlarda da akıl ve fikir ortadan kalka-
rak ağaca yaklaşmışlardır.
Gûyâ Cenâb-ı Hak Âdem'le Havva'ya: Siz, akıl mertebesinden aşk
mertebesine çıkmaya çalışmayınız. Çünkü bu mertebede mihnet ve can
pazarı vardır. Bu suretle nefsinize zulmetmiş olursunuz. Amma öyle
bir zulüm ki bütün adiller içinde, öyle bir cehil ki bütün ilimler içinde-
dir.
İşte bu suretle Cenâb-ı Hak, kabiliyeti olan kimseleri aşka haris
kılmış, adetâ o mertebeye doğru arkalarından itmiştir. Bütün şu üstün
fikirleri sayıp döken hüdhüt, nihayet: Bu yüce kimseler peygamber ol-
dukları halde aldanıyorlar da benim aldanmamı nasıl çok görebilirler
ey hükümdâr-ı zîşân? Kaza ve kader ânı gelince kim aldanmaz ki ben
aldanmayayım? diyor."
Yaşlı, hastalıklı ve bir ayağı sakat olduğu için madenî çizme ile
yürüyen bir kardeşimiz vardı. Çok çetrefil bir Karadeniz aksanı ile ko-
nuşan ve okuyup yazması da olmayan bu ümmı kadına, bir mânâda
hikmet ve irfanın canlı âbidesi demek caizdi. Fazilet onda, sabır onda,
doğruluk onda, insanlık, vefa ve aşk u muhabbet onda idi. Beşerî ölçü-
lere göre câhil denen bu kadın, manevî ölçülere göre hakim ve arif kişi
idi.
Bir gün Efendisini ziyarete gelmiş idi. Dönerken, Güzide Hanıme-
fendi Validemiz: Güle güle Güleser Hanım... diye kapıdan uğurlarken:
-Anacığım bu kapıdan çıkarken insan gülmez, ciğeri yanar... diye
cevap vermiş. Validemizin: Biraz daha dinlen de öyle git... demesi üze-
rine: Sizi görünce hemen yorgunluğum geçer amma, (göğsünü göstere-
rek) burası dinlenmez ki... demiş ve gözlerinin yaşını silerek ağır ağır
yürümeye başlamıştır.
468
Allah nedir, diye sorulmuş olan bir suâle verilen cevap:
- "Allah, akl-ı küldür. Peygamberimizin dediği gibi, Allah'ı bilmek
isteyen, kendi nefsini bilmelidir. Camille Flammarion der ki: Hiçbir
şey yoktan vücûda gelmeyeceği cihetle, bilcümle eşyanın vücûd-ı
Hak'tan neş'et etmiş olması yâni onun tezahürleri ve tecellîsinden
ibaret bulunmuş olması lâzım gelir.
Aşk üstadı Mevlânâ ise:
Şems-i men Hudâ-yi men bekâ-yi men
Ey tü behak resîdeem ey hak hak güzâr-i men
Mevlânâ Hazretleri bu sözleriyle: Beni Hakk'a eriştiren ve bana,
senin ve bütün kâinatın Hak olduğunu öğreterek benim hakkımı ifâ
eden Hak sensin... Eğer sen olmasaydın ben de ulemâ gibi, Allah'ın, şu
kâinat vücûdunun gayrı ve mahlûkâtın halikı ve mevcudatın mucidi ol-
duğuna îtikât ederdim... demek istediğini söyleyenler olduğu gibi, aşa-
ğıdaki mânâyı daha mülayim bulduğum için onu da söylemek isterim.
Ey benim mâlik ve sahibim, ömrüm gibi, azız kurtarıcım! Benim
beka mertebesine erişmeme vâsıta sensin. Ben senin delâletinle
Hakk'a eriştim ey benim ehl-i Hak dest gîrim...
Hulâsa, insanın, vücûdunun Hak'la kâim olup müstakil bir vücû-
da mâlik olmadığını ve Hakk'ın fiil ve sıfatları ile ancak o kimsenin is-
tidat ve kabiliyet derecesine göre onda tecellî ettiğini bilmek gerektir."
Tasavvuftan soruldu:
- "Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hal ve vakitte edeptir.
- "Tarikat tevhîd ilmini öğrenmek için kurulmuş bir cemiyettir.
Böyle olduğu halde bu cemiyette yekdiğerine düşmanlık nasıl olur?
Hâsılı tarîkatin ve insanlığın icâbı tevhîddir. Siz kendi aranızda bu
tevhide varamazsanız nasıl derviş olursunuz?"
Hâtemü'l-evliyâ, yâni evliyaların sonu olan Muhiddîn Arabi'nin
Hâtemü'l-enbiyâ, yâni peygamberlerin sonu olan Resûlullah'tan efdal
olduğunu söyleyenler bulunduğu beyan edilmesi üzerine:
SOHBETLER 469
- "Ulu Peygamberimiz Efendimizin ruhu, her şeyden evvel halk
olunduğu ve: Sen olmasaydın ey Habîbim ben bu kâinatı halketmez-
dim, buyurulduğu için, hâşâ ona üstün gelecek kimse yoktur. Bu anla-
şıldıktan sonra, Resûlullâh'ın ikinci cephesine gelelim: Bir gül fidanı
her nerede biterse o hep güldür. Binâenaleyh Peygamberimizin o güzel
gül ağacından olan bir mânâ gülünün fidanı da herhangi bir yerde biter
ve herhangi zamanda zuhur ederse, elbet o gül de aynı güldür. Kokusu
da şüphesiz o manevî gülün kokusudur. Her ne kadar yerde ayrılık olsa
da o ilim ve zevkte ayrılık olmaz. Bunun için Muhiddîn Arabî Hazretle-
ri de Resûlullâh'ın vekili ve halîfesi olmak ve el-vekîl ke'1-asîl mânâsı
gereğince, vekîlin de asil mertebesinde bulunması suretiyle Muhiddîn
Arabi'den de Peygamberimizin zevken ve ilmen tecellîsi yadırganamaz.
Hazret-i Mevlânâ da aynı mânâya işaretle: Maşrıktan doğan güneş
şayet mağripten de doğacak olsa yine aynı güneştir, buyurur.
Suâlin anlayabildiğim ikinci kısmında, kâmil bir filozofun bir
nebiden efdal olup olmadığı da soruluyor.
Filozoflar içinde bihakkın hakikate ermiş bir kimse tasavvur ede-
miyorum. Çünkü bunların bilgilerine ve bildiklerine akıl delil olmuş-
tur. Akıl ise mahlûk olmak hasebiyle kendi üstünde olan hakikatleri
idrak edecek kudret ve kuvvette değildir. Onun için bunlar, derya için-
de dümensiz seyir ve sefer eden bir gemi gibidirler ki nihayet günün bi-
rinde taşlara çarparak parçalanırlar.
Evet, bunların içinde, Hazret-i Peygamber'in maneviyâtından nur
ve feyiz almış olan Sokrat, Eflâtun, Epiktetos gibi kimseler de vardır.
Fakat hakikati bulmuş olan bu gibilere pek ender olarak rastlanır. Yi-
ne bunlar da bir nebi derecesinde olamazlar.''
Küfrünü îman yerine koymayanın tam müslüman olamayacağı
hakkında bir kanâat bulunduğundan bahsediliyordu:
- 'Lâ ilahe illallah yâni, Tanrıdan başka tanrı yok diyoruz. Lâ
ilahe tanrı yok; illallah ancak Tanrı var, demek.
Ben... demekle, kendimize vücut veriyoruz. Halbuki bu vücut,
hakikatte var olmayıp hayâli olduğu halde onu var zannetmekle küf-
retmiş oluyoruz. Bu hayâli vücûdu başka tanrı yoktur diye atarsak, var
olan can ve hayat olarak kalan ancak Tanrı'dır.
Kendini kesretten kurtarıp vahdete salmak, işte gerçek îman bu-
dur.
Falan kimseden bana şu fenalık geldi, demek küfürdür ve erbâ-
470
bınca Allah'tan başka şeyle oyalanmak, gam veya sevinç hep küfürdür.
Falan kimse sana şunu diyormuş, ko desin, vazifesini yapsın sana ne?
En büyük küfür, senin kendi vücûdundur. Onu atınca gönlünde
hakikat doğar, îman o vakit gelir. Mâsivâyı var zannediyorsun. Yoktur.
Bir varlık gösteren yokluktur. Bu dünya bir puthânedir. İçinde olan ih-
tiraslar ise birer puttur.
İşte küfrü îman yerine koymak demek, kendine vücut vermekten
kurtulup vahdete ermek demektir."
- "Aşk ve âşıkların indinde korku ve hüzün yoktur. Çünkü bunlar,
aşkın din ve mezhebinde kurban olmuşlardır.
Bir kimseyi asrın allâmesi de görsen, onun zahirde olan ilim ve
marifetine bakmayıp, Allah'la ve halk ile olan ahdine vefa edip etmedi-
ğine bak. Çünkü ilim, kabuk gibidir; ahde vefa etmek de o ilmin özü-
dür.
Ey âkil, sakın surete bakma! Çünkü cinsiyet yâni ayni mayada ol-
ma sırrı surette değildir. Suret, taş ve toprak gibidir. Camidin, cinsiyet-
ten haberi yoktur. Cinsiyet, mânâ cihetiyle kalplerin birbirine benze-
mesi, ruhların ezelden bilişikli olması ve akılların yekdiğerine uygun
bulunmasıyle olur. Yoksa, surette ayni cinsten olmanın faydası yok-
tur."
"Ne acı şeydir, kendinden, kendinde olandan uzak olmak. Biz ken-
dimize yaklaşmak ve bulmak için dünyâya geldik. Onun için çalışıyo-
ruz. Aradığımız bizden uzak değil ki... Halbuki onu, kimimiz servette,
kimimiz mevkide, kimimiz şöhrette zannetmişiz. Eğer kendimizdeki
serveti bulsaydık, hâriçtekilere ihtiyâcımız olmazdı ve o zaman, varlığı-
na kulak asmadığımız bu servetler de kendi kendine bize gelirdi. Haz-
ret-i Alinin buyurduğu gibi: Allah haramı menetti, ben helâlinden de
geçtim, diyerek, onun esîri olacağımıza emîri olurduk."
- "Ruh vücutta Allah'ın elçisidir, vekilidir. Bir şeyin olmasını iste-
diğimiz zaman, meselâ karşıki odaya geçmek arzusunu duyduğumuz
zaman, yerimizden kalkıp yürüyor ve oraya gidiyoruz. Emreden ruh,
icra eden de melekelerdir.
SOHBETLER 471
Allah bir şey diliyor: Yakın, yıkın! Yahut: Yapın, kurun! diyor. El,
ayak vesâir uzuvlarımız, bu emrolunan şeyleri yerine getiriyorlar.
Allah'ta olan sıfatlardan, insanda birer cüz' vardır. Gazap, af, sa-
bır, söylemek, işitmek, kudret ve ilh...
Sonra mükevvenatta ne varsa yine insanda mevcuttur: Dağlar,
dereler, kanallar, vâdîler, sahralar...
Ve sonra ceberut, lâhut, melekût da yine insanda mevcuttur."
- "Orucun, şâir ibâdetlerden derecesi çok yüksektir. Çünkü oruç
tutan samediyet sıfatıyle sıfatlanır.
Orucun üç mertebesi vardır: Biri avamın orucu, yemeden içmeden
ve haram olan şâir hallerden imsak etmektir.
Havassın, yâni olgunlaşmış olanların orucu, el, ayak, göz, kulak
ve cümle azasını, günah denilen şeylerden imsak etmek, geri çekmek-
tir.
En üst derecede olanların orucu ise, bütün mâsivâdan perhiz et-
mek ve cümle hevâ ve hevesten sıyrılıp Allah'ın muhabbeti lezzetini
bulmaktır.
Orucun ve açlığın sır ve hikmeti, şehvet ve nefsin kahrından kur-
tulmak ve bu suretle rûhâniyet bulmaktır. Mevlânâ Hazretleri der ki:
Lokma, eğer sende cevher oluyorsa, istediğin kadar ye. Fakat bu lok-
ma, fenalıklar doğuruyorsa, boğazına kilit as."
- "Namaz, tevhîdden sonra farz olan ibâdetlerin efdalidir. Tevhîd,
Hakk'a ortak koşmamaktır. Yüksek ve olgun kimselerin tevhidi,
kâinatta Allah'tan gayri bir şey görmemek, muamelesini yalnız onunla
yaptığını bilmektir. Namazın büyüklükleri hakkında ise evvelce konuş-
muştuk. Onun için burada tekrarlayacak değilim. Ancak şu kadarını
söyleyeyim ki namaz, karanlık gönülleri nurlandıran öyle ilâhî bir nur-
dur ki, ona müminin mîrâcı denir.
Fakat namazı, Hakk'ı görür gibi yahut Hak seni görür gibi kılma-
lı. Burada teberrüken namaz hakkında Allah'ın sevgililerinden
bâzılarının sözlerinden kısaca birkaç söz söyleyelim. Hazret-i Ali: Gör-
mediğim Allah'a tapmam, buyuruyor. Hazret-i Mevlânâ da: Halkın na-
mazı beş vakittir, âşıklar ise devamlı namaz halindedirler, diyor.
Şiblî Hazretleri bir gün namaza durmak üzere iken: Eğer şu anda
472
namaz kılarsam münkir ve münafık olurum. Kılmazsam da kâfir olu-
rum, diyerek birçok zaman bu halde kaldıktan sonra namazını kaza ey-
ledi.
Bunu şöyle îzah edelim: Şiblî namaza hazır olduğu zaman kesret
âleminin hükmü galip idi. Namaza başlayınca görüyor ki ibâdet eden
ve edilen, yâni kul ve Hak hep beraber olmuştur. Eğer namazını ibâdet
eden ve ibâdet edilen ayrıdır diye kılsa, bu takdirde vahdet nurunu
inkâr etmiş olacak. Ve eğer mabut ve âbit, secde eden ve edileni bir ol-
muş olarak görüp namazı terk etse kâfir olacaktır.
Muhiddîn Arabî Hazretleri de: Abd, Rabdır, Rab, abddır. Öyle ise
mükellef kimdir, bilemiyorum, der. Eğer sen, mükellef Rabdır, dersen,
Rab ne halle mükellef olur? Yâni kul, kendinde zuhur eden tecellî itiba-
riyle Rabdır. Rab dahi bu mukayyet vücuttan zuhur ettiği cihetle kul-
dur.
Binâenaleyh eğer vahdet nuru galebe ederse, kulu fâni ve ölü gö-
rüp cümlede Rabb'i görür. Eğer kesret âleminin hükmü galebe ederse,
kulu mükellef ve Allah'a ibâdet edici bulur.
Eğer vahdetle kesretin hükmü birlikte kulun vücûdunda zahir
olursa, hayrette kalır ve işte o vakit: Mükellef kimdir, bilseydim... der.
Fakat bütün bu zikrolunan halet vicdanîdir. Yoksa beşeriyet mer-
tebesinde ve kesret âleminin pençesinde olanlar, cümleden hür ve azat
olan irfan ve vicdan ehlinin hallerini kendi hallerine nasıl kıyas edebi-
lirler? Hazret-i Mevlânâ'nın dediği gibi: Pak olanlar ile kendini kıyas
etmek, bayağı aslanla Acem bayrağında olan aslanı kıyas etmek gibi-
dir.''
- "Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Visale ve Hakk'ın yakınlığına nail
olmak için kendisine en sevgili en makbul olan şeyi infak etmek, bol bol
vermek lâzımdır. Bu yolda mal bezleden, mal veren can bulur. Can ve-
ren cânâna vâsıl olur.
Hulâsa sehânın yâni cömertliğin, bezledişin âlâ derecesi, nefsânî
zulmetlerden ve cismânî arzulardan kurtulmaktır.
Kötü sıfatların en kötüsü, hasislik ve hırstır."
- "İhtiyâcından fazla malı olanın, şer'î ölçü dâhilinde, sâlih olan
fukaraya vermesi vaciptir. Böylece de zenginlerin zekâtı fukaraya ih-
san etmek, mallarından vermek, fakirlerin zekâtı da, zenginlere olan
SOHBETLER 473
ümit ve itimatlarını kalplerinden silmek, yâni verecek diye bekleme-
mektir. Âşıkların zekâtı, cânânı uğrunda canını harcamak, ruhlarını
Allah muhabbetine bezletmek, vermek, hep vermektir. Ariflerin zekâtı
ise, kendi hallerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehil olana, isteye-
ne, talep edene vermek, muhabbet etmek, âşıkları kendi hallerinden
nafakalandırmaktır. İlmin zekâtı, talibine tâlim etmektir. Evlâdın
zekâtı yetime ihsan, evin zekâtı misafiri ağırlamak ve itibar etmek,
sohbetin zekâtı, dedikodudan kaçmak; kuvvetlinin zekâtı zayıflara yar-
dım, nefsin zekâtı, kötü ahlâklardan kurtulmaktır. Cenâb-ı Hak da:
Zekât veren felah bulur, 1 buyurur.
Mevlânâ Hazretleri buyurur ki: Cömertlerin lâyığı para ve mal
vermektir. Âşıkların ise can vermektir.
Hazret-i Muhiddîn, Resûlullah Efendimiz'in bir hadîsini nakledi-
yor: Ehli olmayana hikmeti ve ilmi vermeyin. Eğer verirseniz hikmete
zulmetmiş olursunuz. Ehlinden dahi men ederseniz, o hikmetin ehline,
lâyığına zulmetmiş olursunuz, Mevlânâ da: Cevheri kötü olan kimseye
ilim vermek, yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir, buyuruyor.
Hâsılı lâzım olan, kendisine en makbul olan nesneyi ilmi, malı,
yahut vücûdu Allah yolunda bezletmek, harcamaktır."
Maaş ve maad akıllarından konuşuyorduk:
- "Maaş aklının görüşü hudutludur. Yaratılmış bir varlık olduğu
için ancak kendi gibi mahlûk olanı kavrayabilir. Yaradanı, yâni halikı
değil.
Ancak havaî ve maddî ilişiklerle olan bağ kesilince insan, içine
dünya sızamayan bu sırlar âleminde maddiyattan uzaklaşır. Her kesif
madde, hakikatte şeffaf ve bilimidir. Onun kesafetini yarıp geçecek gö-
rüşe mâlik olanlar, yâni havaî ve maddî alâkalardan geçenler, hâdi-
selerin kesafeti arkasındaki hakikati çıplak olarak görürler. Fakat bir
kimse cüzî akliyle hakikate erişmeye muktedir olamaz. Çünkü bu kü-
çük terazi o büyük yükü çekemez.
Psikoloji okuduğumuz zaman, hocamız Münif Paşa, ruhu meş'ale-
ye benzetmişti. Mum azaldıkça, ruh da yavaş yavaş söner, diyordu.
Doğru. Fakat bu, gıdanın, havanın, fizyolojik ve biyolojik kânunların
tesiriyle vücûda gelen hayvânî ruhtur.
Lâkin izafî ruh, kayda ve zamana sığmayan bir varlıkla devam
1- Mü'minûn sûresi, 1-4. âyet: "Kad eflaha'l-mü'minûne... vellezîne hüm li'z-zekâti
fâ'ilûn."
474
eder. İşte bu ruhtur ki meselenin esrarını çözer. O ruh, aşktır. Bu hâsıl
olmadıktan sonra, bir kimsenin kendi cüz'î aklı ile ruh deryasına ve
hakikat âlemine sefer kılmasına imkân yoktur. Emniyet ve eman, aşk
gemisine iltica ile mümkün olur."
- "Her şeyin bir gayesi vardır. Meselâ ağacın gayesi meyve ver-
mektir. Bir buğday tohumunda yaprak, dal, bilkuvve mevcut olduğu gi-
bi, akılda da bütün varlık âlemi ve bütün kâinat mevcuttur. Keza, her
bir nebat ve ağaç, kendi tohumunun icâbını meydana çıkardığı gibi, in-
san da ezelde kalp tohumunun icâbı ne ise onu bu âlemde meydana ge-
tirir. İşte, meyvenin olgunluğu nasıl ağacın olgunluğunu gösteriyorsa,
insanın da kemâli, evveline ulaştıktan yâni Hakk'a vusulden sonra
olur.
Hâsılı, her şeyin tohumu kendi meyvesidir. Yahut her şeyin mey-
vesi kendi tohumudur."
Dînin vazifesinin insanları ahlâka sevketmek olduğunu ve ahlâklı
kimselerin ise dîne muhtaç olmadıklarını söyleyen bir kimsenin fikirle-
ri üzerinde konuşuluyordu:
- "Dînin zahir yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemâle eriştir-
mek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayâtı kazandırmak için riyazet,
mücâhede, tasfiye, hâlini ıslâh potası içinde temizleme ve pişirme tara-
fı vardır. Ben ahlâk sahibiyim, demekle cehil ve gaflet cehennemlerin-
den kurtulmak ve hakîkî cennet olan ezelî yakınlığa erip aslî fıtratını
bulmak kabil değildir.
Resûlullah Efendimiz şöyle buyurur: Allah, aklı kendisine kulluk
hususunda kullanmak için vermiş. Yoksa rubûbiyet sırlarını idrak et-
mek için değil...
Onun için, aklın varsa, benim hiçbir şeye ihtiyâcım yok demeyip,
kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve ruhundan cehil ve gafleti silip,
onu aslî temizliği ile meydana çıkarmaya bak!"
- "Ulu Tanrı buyruğunda diyor ki: Allah'a, yakîn buluncaya kadar
ibâdet et... 1 Yâni güneş doğunca lambanı söndür. Çünkü yakîn hâsıl
1- Hicr sûresi, 99. âyet.
SOHBETLER 475
olunca, yâni insan aslî hüviyetini bulunca, kendisini aşk tecellîsi güne-
şi kaplar. O vakit mevhum yâni aslında mevcut olmadığı halde var
zannettiğin hayalî varlığın gider, ibâdetin taklîdî olmaktan kurtulur,
Rabb'ini görür ve taptığını bilir, aşkla, kendin de aşk olmuş olursun.
Lamba, yâni vücut zahirde mevcut görünse de güneşin nuru içinde
fânî olur ve o vakit yalnız güneşin nuru bakîdir."
Meleklerin: Yâ Rabbî biz seni her an teşbih ettiğimiz, sanahamd
ettiğimiz halde neden bizi halîfe yapmadın da kan dökücü Adem'i
halîfe kddın? demesi konuşuluyordu:
- "Onlar bilmediler ki insanların hamurları şehvet ve nefsânî sı-
fatlarla yoğurulmuştur. Onun için de insanlardan bir kısmı, akla mâlik
oldukları halde, bu sıfatların zebûnu ve esîri olduklarından, hayvanlar-
dan daha aşağı olmuşlardır.
Bir kısmı ise hayvan derecesinde kalmış, ileri gidememiştir.
Fakat bunların arasında insanlığını bulan ve aslî hüviyetine ka-
vuşanlar, meleklerin üstüne yükselmiş, melekleri, Arş'ı ve Kürsî'yi ve
bütün mükevvenâtı kendilerine secde ettirmişlerdir.
İşte bunlar: Benim kalbim Allah'ımdan söyler sözünü söyleyen ve
ölülerden ölülere intikâl etmiş ilimlere ihtiyâcı olmayan ve hadîs-i kud-
sîde buyurulduğu gibi; Arza, semâya sığmayan ben, o kâmil insanın
kalbine sığdım sözlerinde beyan buyurulduğu veçhile bilgiyi, doğrudan
doğruya gönüllerinde tecellî eden Allah'tan alan kimselerdir."
Ömer Bey :
-Bize Resûlullah'tan ve miraçtan bahseder misiniz?
- "Resûlullah (s. a.) öyle bir ilâhî nurdur ki onu anlamaktan me-
lekler ve insanlar ve bütün mevcudat âcizdir. Muhammed'in yoluna de-
lil sıdktır. Muhammed'in vuslatına delil aşktır. Muhammed bir hidâyet
nurudur. O, âşıkların muhabbet şarabıdır. Binâenaleyh onun hâlini ve
evsâfını anlamak, kimsenin amma kimsenin haddi değildir. Eğer deniz-
1- Ömer Bâlî, Balıkesir'den mücavir olarak Medine'ye yerleşen bir ailenin evlâdıdır.
Zamanla kavmiyet hususiyetleri, mahallî örf ve âdetlerle değişerek kendisi de arap-
laşmış. İşte bu genç, Hocası Kenan Rifâî'nin fazilet ve meziyetlerine hayran olarak
İstanbul'a dönen Hocasını takip etmiştir. Pek iyi kavrayamadığı Türkçe'yi ilerlete-
rek himaye gördüğü Hocası tarafından iş güç sahibi olmuş hem de evlendirilmiş.
Çok iyi bir aile babası olan Ömer Bâlî, üç erkek evlât sahibi olmuş, soyadını da
Özene çevirmiştir.
476
ler mürekkep, ağaçlar kalem olsa yine de onun şan ve şerefini yazmak-
tan âciz kalır. Bir daha tekrarım getirsen yine bitip tükenir.
Bu bilindikten sonra Muhammed, mîrâcı vücut ile mi yaptı, yoksa
tecellî ile mi suâline gelince, bir kere tecellî nedir, onu bilelim.
Resûlullah: Ben de sizin gibi beşerim, amma bana vahy oluyor 1 ... sırrı-
na mazhar olmuş bir sultandır. Böyle bir vahiy kanalı vücûdun, gör-
mek ile görmemekle alâkası olur mu? Onun mîrâcı her vakittir. Zîra o
her an Allah'ta idi. Onu gören, Allah'ı görür. Hattâ onun vârisi olan eh-
lullah için dahi, onlar ile olan Allah'la olur, dendiği halde, ya cümlenin
efendisi olan ne olmaz?
Mîraç gökte mi oldu yoksa yerin altında mı? Resûlullah: Balık
karnında miracını yapan Yûnus'la benim mîrâcım arasında fark yok-
tur, buyurdu.
Mîraç demek, kendi vücûdundan kopup, Allah'la bakî olmak de-
mektir.
Hazret-i Ayşe'nin de bir sözü vardır: Efendimiz mîrâca gitti. Gel-
diği vakitte yatağı sıcaktı. İşte yâ Ömer, o sultanların vasıflarını bizim
akıl yolunda yürüyen kafalarımız alamaz.
Müminlerin mîrâcı da namazdır. Allâhu ekber... diyerek iki elimi-
zi kaldırıyor dünyâyı da âhireti de attık., diyoruz. Dünya ve âhiret kal-
kınca, ne kalıyor? Yalnız Allah..."
Ömer Bey:
-Amma Kurân-ı Kerim' de mîraç hakkında uzun bir izah var.
- "Kur'ân-ı Kerîm umum içindir. O, aynı seviyede olmamak şartıy-
le herkese hitap eder. Zîra içinde mevcut olmuş ve olacak, her şey mev-
cuttur.
Ben Allah'ın kulu, seninle konuştuğum vakit, evlâdımsın mahrem
konuşuyorum. Gizlim yoktur. Fakat yine de vardır. Lakin bir tanıdık
bir dost bir ahbaba senin yanında konuştuklarımı söyler miyim?
Kur'ân-ı Kerîm'in de yedi batnı vardır. Meselâ (Elif, Lâm, Mim) ne de-
mektir? sorarım sana?"
Ömer Bey:
- idrak edemiyoruz.
- "Demek ki bunlar erbabının anlayacağı remizler.. Amma
Kur'ân-ı Kerîm herkes için derece derece açık ve tatmin edici hikmetle-
ri hâvidir. Ebû Hureyre: Ben Resûlullah'tan iki ilim aldım. Birisini size
söyleyebilirim, diğerini söylersem kâfir olduğuma hükmedersiniz, bu-
yurur."
1- Kehf sûresi, 110. âyet.
SOHBETLER 477
Ömer Bey:
- Cenâb-ı Hak: Bana dua ediniz icabet edeyim, kabul edeyim ve
Cenâb-ı Peygamber Efendimiz de: Yâ Rabbî senden af ve afiyet dileriz
ve yine: Senin ismin affedicidir, bizi affeyle ve yine: Yâ Rabbî, senin af-
fınla cezandan, rızânla gazabından, seninle senden istiâze ederim ve
yine: Yâ Rabbî bize hayrı hayır olarak göster ki ona uyalım; şerri de şer
olarak göster ki ondan kaçınalım, diye duâ ettikleri halde, kibâr-ı eh-
lullah duadan içtinap ediyorlar ve hattâ Hazret-i ibrahim ateşe atıl-
mak üzere iken Cebrail'in yetişip: Ne istiyorsun yâ ibrahim söyle bana.,
istersen seni kurtarayım! demesi üzerine ibrahim: Benim isteğim var
amma senden değil... diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın
Cebrail'e: Ne isterse söylesin, diye suâlini tekrarlamasıyle: Benim
hâlimi Allah'ım bilir. Hacetimi söylemeye lüzum yok., dedi. Resûl-
ullâh'ın her zaman duâ buyurması ile ibrahim'in ve bâzı ehlullâhın
duadan baş çevirmeleri nasıl îzah olunur?
- "Yâ Ömer, geçen gün konuştuğumuz gibi, Kur'ân-ı Kerîm herke-
se hitap etmiştir. Orada bütün insanlara, havâssa, ahassü'l-havâssa,
mü'min ve kâfirlere de hitap vardır. Doğrudan doğruya peygambere de
hitap vardır.
Herkese aklının yettiği mertebeden söyle hadîs-i şerifinin verdiği
düstûru ele alırsak, bir çocukla konuşmak ile, rüşde vâsıl olmuş bir
kimse ile konuşmak bir olmadığını görürüz. Keza, zahir ilimlere vâkıf
bir münevver ile konuşmak başka, bilgiden yana, sathî ve basit bilgisi-
nin içinde kalmış kimse ile konuşmak yine başkadır.
Onun için kibâr-ı ehlullah dediğimiz kâmil kimseler, Allah'tan
emir almadıkça duada bulunmazlar. Onlar da duâ ederler, fakat emir
ile duâ ederler. Kendiliğinden yok olduğu için, ettiği duayı kabul eden
de odur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere: O kulum bana yak-
laştığı vakitte ben onu severim. Ben onu sevdiğim vakitte gördüğü
göz, işittiği kulak, tuttuğu el ben olurum, hikmetlerin sırrı ve hilkatin
rumuzu budur işte.
Bize gelince, biz duada kusur etmemeliyiz. Biz muhtacız. Biz,
Acem bayrağındaki arslan gibiyiz. Onlar ise ormanlarda gezen hakîkî
arslanlardır. Binâenaleyh onların işleriyle kendi işlerimizi kıyaslamak
asla doğru olmaz."
1- Gâfır sûresi, 60. âyet.
478
Ömer Bey:
- insanlara çalışma, gayret lâzım değil midir 1 ?
- "Nasıl lâzım olmaz? Resûlullah Efendimiz çalışma hususunda
gayret sarfetmedi mi? Dağlara çıktı, riyazet ve mücâhedeler ile kendisi-
ni öyle yordu ki, Cebrail gelip tutmasa idi, kendini dağdan atacaktı. İç-
tihat et, çalış... Fakat şunu da bil ki aslı şakî olan kimse, çalışmakla
saîd olmaz."
- "Dün Aliye bir kitap okuyordu. Bir esirin esarette çektiği zahmet
ve meşakkatlere hoşlukla tahammülünü anlatan kısmı bana da okudu.
Bir kimsenin, dünyâda mâruz kaldığı cefâ ve sitemleri hoş karşı-
laması, Elest'te verdiği ahde (belî) "evet" demesidir. Allah: Bunları sa-
na veren ben değil miyim? dediği zaman, kulun hoşnut olup (evet) de-
mesi, işte o ahde sâdık kalmasıdır. Bu düstûru her âna teşmil etmek
lâzımdır. Zira her nefeste Cenâb-ı Hak: Ben senin Rabb'in değil mi-
yim? diye bize soruyor. Eğer biz de her ânımızı her hâlimizi hoş karşılı-
yorsak, belî demiş oluruz. İşte bunu yapabilmek için çok uyanık, çok te-
tikte bulunmak lâzımdır.
Netice, insanın her nefesi bir Elest muâmelesidir."
- "İnsan, düşüncesi ile ölçülür. Fikri ne ise kendisi de odur. Bun-
dan başkası et, kemik, yağ gibi hayvani unsurlardır. Allah herkesi ya-
ratılışı imkânları içinde sebat ettirsin.
Bu dünyâda her şey fânidir. Beka, Allah'ın rızâsıdır. Rabbani bir
nefes olan insan gönlünü hayvani sıfatlar ile perdelemek reva mıdır?
İnsana lâzım olan, nefsini aciz makamında tutup yokluğu sermâye et-
mektir. Tâ ki Hak varlığına erişip Hakk'ın zenginliğine vâsıl olsun ve
tarîkatin icaplarına uyup mevhûmî, yâni aslında yok iken var zannedi-
len bu vücûdu yok bilsin ve sözde kalıp özden mahrum olmasın.
Dünya ve âhiret kayıtlarından kaçınmak lâzımdır. İnsan, Hakk'ın
bütün tecellîlerine sahiptir. Onun için her türlü emre âlet olmuştur.
Hatıra gelen bâzı tedbirler takdirin icâbıdır ki ona da Cenâb-ı Hak in-
şam âlet eylemiştir."
SOHBETLER 479
- "Uzaklık yakınlık bu suret âlemindedir. Gönül âleminde ise bir
an ayrılık düşünülemez. Lâkin gözün görmesinde de bir başka zevk
vardır. Tabiat onu da ister. Zahir ve bâtın birleştikte, tam ve yekpare
bir zevk hâsıl olur."
- "Cenâb-ı Hakk'ın yardımına mazhar olmakla manevî rızâyı elde
ederek hidâyet semtine yürüyün! Dâima dâva kokusu saçan sözden, en
büyük günah gibi sakının ve aciz ile nefsinizi terbiyeden geri durma-
yın. Her işinizi Cenâb-ı Hakka havale ederek yapın. Rızâda sabit ka-
dem olup, hakîkî kul ve hakîkî insan derecesine erişerek nefsinizin pu-
tu olan varlıktan ve nefsinize kulluktan, puta tapar gibi sakının.
Hâsılı gerçek kulluğu kazanıp Hakkın rızâsında mahvolun."
-Bilerek suç işlemekle bilmeyerek işlemek aynı ölçüde mesuliyeti
mucip olmuyor. Bilmeyenin bir dereceye kadar mazur sayılması gerek-
mez mı
12
- "Suçu suç olduğunu bilerek yapmak, emmârenin en kötü derece-
sidir. Fakat yapıp da mahcup olmak, kendi kendini levm etmek vardır
ki buna levvâme derecesi deniyor."
- Bir de yaptıktan sonra tövbe etmek var.
- "Tövbe eden günah işlemeyen gibidir, Tövbe, fakat bir daha yap-
mamak üzere tövbe. İşte Allah o günâhı siler, affeyler."
- "Tesadüf, hayâtın gizli hikmetleridir ki, fiillerimizin ve hareket-
lerimizin ceza veya mükâfatı, bu hikmetlerde saklıdır."
Güzide Hanımefendinin edep hakkında bâzı sualler sorması üze-
rine:
- "İmâm-ı Cafer Hazretleri buyuruyor ki: Allah Kur'ân'da tecellî
etmiştir. Fakat görmüyorlar. Ancak edep sahibi tecellîye mazhardır.
Edep ise lâ ilahe illallah demektir. Yâni ben yokum, ancak Allah var
demek. Bu da lâf ile elde edilemez, Allah'ın tecellîsine mazhar olmakla
mümkün olur.
480
Fakat herkes bu tecellîye nasıl mazhar olur? dersen, o tecellî
sahibini görüp ondan feyz alması, göreni görmesi hattâ göreni göreni
görmesi dahi feyzi için yeter bir imtiyazdır.
Şurada yüz adet mumu uyandırsak, yüzüncüde de birincinin
nurundan olduğu için, bu yüzüncüden de birinciden aldığın feyzi alabi-
lirsin. Cenâb-ı Hak: Biz resuller arasında fark gözetmedik 1 , buyuru-
yor. Resûlullah Efendimiz de: Ben Allah'ın nûrundanım, beni gören
Allah'ı görür, diyor. Mîrâcını tamam eyleyen müminler için de: Benim
sıfatlarımla muttasıf olduğunuz halde çıkınız, bana kullarımı ulaştırı-
nız, hitabının müjdesi vardır."
Şîrazlı Sadî'den konuşulurken:
- "Sadî der ki: Lokman Hekîm'e, hikmeti nereden öğrendin? diye
sormuşlar. Âmâdan! demiş. Nasıl olur? dedikleri zaman ise: Önüne ge-
len çukurlara, taşlara, engellere çarpmamak için asâsıyle etrafını yok-
lar ve tehlikelerden kurtulur, demiş.
insanlar da geleceği bilmedikleri için tefekkür asâsıyle yapacakla-
rı ve yapmakta oldukları işleri teftiş etmeleri lâzımdır. Resûlullah
Efendimiz de: Tefekkür gibi ibâdet olmaz, buyurmuyor mu? Pascal da
öyle diyor: İnsanın insanlığı tefekkür iledir ve ahlâkın esâsı da tefek-
kürdür. Yine Efendimiz: Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibâdetten ef-
daldir, buyuruyor."
Doğruluk ve Hakk'a yakınlıktan konuşulurken:
- "Allah'ı her şeyde ve her yerde görmek istikâmettir, yolunu doğ-
rultmuş olmaktır. Ebû Bekir Hazretleri de: Bir şey görmedim ki orada
Allah'ı görmeyeyim; buyurur. Rabbimiz Allah'tır deyip istikâmet eden
kimseler için korku ve hüzün yoktur 2 . Peygamberimiz: Sûre-i Hûd,
emrolunduğun gibi istikâmet et... âyeti beni ihtiyarlattı, buyurmuştur.
İşte, her yerde ve her şeyde Allah'ı görmek suretiyle istikâmet
eden kimseler, lâ ilahe illallâh'ı gerçek mânâsıyle yaşayanlardır. O va-
kit bu kemâle ermiş olanlarda kötü ahlâklardan hiçbiri bulunmaz. Ya-
lan söylemez, riya edemez, kibir eyleyemez, kin ve intikam hislerine yol
veremezler. Hırsta ve hasette bulunamaz, şehvetin esîri olmazlar."
1- Bakara sûresi, 285. âyet: "Lâ nüferriku beyne ahadin min rüsülih."
2- Ahkâf sûresi, 13. âyet: "İnnellezîne kâlû Rabbünallâhü sümme'ste-kâmû felâ havfün
aleyhim ve lâhüm yahzenûn."
SOHBETLER 481
-İnsanlarda nasıl olur da şehvet olmaz 1 ?
- "Aşırı derecede müptelâ olduğun her şey şehvettir. Para şehveti,
mevki şehveti, gösteriş şehveti gibi... Bir de fizyolojik ve tabiî isteklere
olan düşkünlük vardır ki, ona da şehvet deniyor. Fakat herkeste olan
bu arzu için Hazret-i Mevlânâ: Bende de sizde olan şehvet vardır. Fa-
kat ben onun esîri değil emîriyim, demek suretiyle, insanlara, tabiî
arzularının dizginlerini elde tutmak ve ona kul olmamak yolunu gös-
termiştir."
Muhlise Hanım' in bir suâli üzerine:
- "Allah'ın isimleri, sıfatları ve zâtı vardır. Bütün mükevvenat,
Allah'ın isimleri ve sıfatlarıdır. Ancak bunu görmek her kişinin kârı de-
ğildir. Zât ise ancak kâmilin kalbindedir. Zâtı kalbinde bulmak için
isim ve sıfattan geçmek lâzımdır. Pâdişâh konmaz saraya, hâne mâmur
olmadan...
Evet Muhlise... Güç olan isim ve sıfatı bulmak değil, zâtı bulmak-
tır."
- Resûlullah Efendimiz: Bana dünyânızdan kadın ve güzel koku
sevdirildi ve gözümün nuru da namazdadır, buyuruyor. Kadının mu-
habbetini güzel kokudan ve namazdaki göz nurundan evvel zikretmesi-
nin sebebi nedir acaba 1 ?
- "Sebep budur ki yaratılışta kadın, erkeğin bir parçasıdır ve
hakikat itibariyle erkeğin aynidir. Binâenaleyh küllün cüze, bütünün
parçaya muhabbeti, diğer eşyaya muhabbetinden fazladır. Bu yüzden o
Hazret'in kadına muhabbeti, güya kendi cüzüne, belki aynına muhab-
beti gibidir ve külli aklın, küllî tabiata ve külli nefse iştiyakı gibidir.
Enbiyâ ve evliya da Hakk'ı mezâhir yâni görünüşler hasebijde
müşahede ederler. Ve her ne kadar güzele nazar etseler, onların vücut-
ları aynasında Hakk'ın tecellîsini ve güzelliğini görürler. İbnü'l-Fâriz
Hazretlerinin buyurduğu gibi, her güzelin güzelliği, o hazretin
cemâlinden ödünç alınmıştır. İş böyle olunca, ârif-i billâh olanlar,
Hakk'ın mutlak cemâlini, mukayyet cemalde görürler ve onu Hakk'ın
pertevinin tecellî nuru bulurlar. Nasıl ki Mevlânâ Hazretleri bu merte-
beyi Mesnevî'de şöyle beyan buyurur: Âkil kimse üzerine kadınlar ga-
lip gelir. Câhiller ise kadınlar üzerine galip gelir, der ve yine: ,
Hakk'ın pertevidir, haliktır güya, mahlûk değildir, der. Bir başka yer-
482
de ise: Hak, güya bu ince perdeden görünür, buyurur.
Gene Muhiddîn Arabî Hazretleri: O kimse ki sevgilinin
hakikatine ve nurlarına aşinalığı, bilgisi ve marifeti olarak kadına mu-
habbet eylese o kimse Allah'a muhabbet eylemiştir. Fakat o kimse ka-
dına tabiî şehveti yüzünden muhabbet etse, o kadın bu muhabbete ku-
ru ve ruhsuz bir suret olur. O surette hakîkî ruh meşhut ve malûm de-
ğildir. Bunu da bilmeli ki Resûlullah Efendimizin: Benden sonra size
kadınlardan büyük bir fitne bırakmadım; onların hilesi azimdir, bu-
yurduğunu da unutmamalıdır. Bizim söylediğimiz kadınlığın hakîkî
yüzü, ruhu, mefhûmudur. "
Tevekkeltü alellah ne demektir'? diye tefsiri rica edilmesi üzerine:
- "Nefsimi Allah'a teslim ettim. Bütün işlerimi ona ısmarladım,
arkamı ona dayadım. Ona talip olarak, ona rağbet ederek yüzümü yine
ona döndürdüm. Sığınılacak necat yeri ancak ondan onadır, indirdiği
Kitab'a ve gönderdiği Resule îman ettim.
Ey nereye dönsem kendisine teveccüh ettiğim zât-ı ilâhînin
nuruna mazhar olmuş Resûlullah! Senin isminle Rabbim, başımı yastı-
ğa koydum ve ruhumu sana yükselttim. Nefsimi alıkoy arsan ona rah-
met et, alıkoymayıp gönderirsen sâlihlerin nefislerini muhafaza ettiğin
gibi muhafaza ederek gönder.
Ey nurumun nuru! Sana salât ve selâm olsun. Aynı zamanda
halîfelerin Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Haydara da salât ve selâm ol-
sun ve Efendimiz Fâtımatu z-Zehrâ'ya, Hasan ile Hüseyin'e ve onlar ile
beraber bize de... ey ihsanının hududu olmayan Resûlullah 1 ."
1- 1927'de tutulmaya başlayan Sohbet notlan, 1948de Hocamızın rahatsızlığı ile dur-
muş, fakat manevî feyz kapıları açık kalmıştır.
Selâmlık Sohbetleri
1922 - 1925
Bu kısım Sohbetler, Ümmü Kenan Dergâh-ı Şerifinin 1922'den,
bütün dîni müesseseler meyânında, kanunen kapatıldığı 1925 senesine
kadar damatları Profesör Doktor Ziya Cemal Bey tarafından, erkekler
meclisinde zaman zaman tutulmuş notlardır.
Daha ziyâde, ramazan geceleri, selâmlık kısmındaki Sohbet Oda-
sında 1905'de başlayan Sohbet Meclislerinin on dokuz senesinden,
ancak dört yılın bir kısmı zaptedilebilmiştir.
Şeyh Yûnus Efendiye hitapla: 1
- "Şeyhim bir şey buyursanız a, söz açılmış olur."
Fakat ne Yûnus ne Mustafa Efendimde ne de mecliste bulunan-
lardan herhangi bir kimsede söz söylemeye temayül olmayınca, tekrar:
- "Şeyhim, bekliyoruz. Bir şey buyurun da söz açılsın!"
Şeyh Mustafa Efendi:
- Malûm a, evliyâullah satırda değil (eliyle göğsünü göstererek)
onların ilimleri işte burada, sadırda imiş!
- "Evet öyle şeyh efendi... Nefis üzerine, bayağı, bizim bildiğimiz
mâsivâ satırını basmayınca da o ilim hâsıl olmuyor. Ne satırda, ne sa-
dırda... İllâ nefis üstüne indirilecek satırda..."
Şeyh Mustafa Efendi:
- Ö cihet bana ağır geliyor.
- "İşte bu da, lâ ilahe illallah demeyi bilmekle lâ ilahe illallâh'ı bil-
mekle olur.
Lâ ilahe tîgın al ağyarı dilden kat' kıl
Hoş hıram eyle cihân-ı pâk-i illallâha sen
Nefse satırı vurmayınca birşey hâsıl olmaz. Ne sadırda ilim olur
ne satırdaki ilim anl-aşılıf . Bu lâ ilahe illallah öyle muazzam bir kânun-
dur.
Birgün camide idim. Hocanın biri halka vaazederken: Bir kere lâ
ilahe illallah diyen cennetliktir. Biz ki günde kaç kere diyoruz. Haydi
1- Bosnalı Rifâî şeyhi.
2- Hırka-i Şerif deki Uşşâkî Dergâhı şeyhi.
484
deyin, eşhedü en lâ ilahe illallah! diyor ve cemâatle birlikte kubbeyi
gürletiyorlardı.
Evet, diyorlar amma, ammaları çok... Eğer insan lâ ilahe illallah
ilm-i şerifini hakkiyle bilecek olsa, ne huzurlu ne rahat olacak. Hiçbir
şeye gam yemeyecek, her tarafı dümdüz görecek... Hak'tan gayrı ve
abes hiç, hiçbir şey görmeyecek. Bir ilim amma bütün ilimlerin aslı ve
mânâsı... Fakat biz bu ilmin ne kadar kabında ne kadar kabuğunda
kalmış, içine nüfuz edememişiz.
Küçük yaşta Fransızca bir hikâye okumuştum. Bir lantern majikçi
varmış. Yâni şeytan feneri denen ve bugünkü sinemanın iptidâi şekli
diyebileceğimiz bir küçücük kutu. Bu kutunun içinde bir filim var. Ar-
kasındaki petrol lambası yanıp kol da çevrilince, filimdeki şekil ve
suretler perdeye aksetmek suretiyle eğlenceli bir oyun olmuş oluyor.
Lantern majikçinin bir de maymunu varmış. Bir gün efendisinin
sokağa çıkmış olmasından istifâde ederek misafir davet etmiş. Çağırdı-
ğı kimseler de kendi seviyesinde ve horoz gibi, tavuk, kaz, hindi, kedi
ve köpek gibi mahlûklar...
Maymunun işi gücü taklit olduğundan, efendisi gibi yüksek bir ye-
re çıkarak seyircilere hitap etmeye başlıyor ve: Ey hâzirûn! Şu karşıki
perdeye bakınız. Size cenneti göstereceğim. Hazret-i Âdem'i, Havva'yı,
yılanı göstermeye başlıyorum. Bakın Hazret-i Âdem cennette nasıl ge-
ziyor.
Ey misafirlerim, şimdi de size cehennemi göstereceğim. Bakın
ateşlere, topuzlara, zebanilere... diye bir şeyler söylemekte devam edi-
yor.
Bu arada kaz, yanındaki tavuğa: Sen bir şey görüyor musun, ta-
vuk kardeş? diye sorduğunda, tavuk hiçbir şey göremediğini söylüyor.
Öyle ise kediye soralım, diyorlar ve ondan da menfî cevap alınca, sıra
ile hepsi birbirine soruyor. Nihayet sıra hindiye geliyor. O: Bir şey gö-
rüyorum amma, iyice fark edemediğimin sebebini de bir türlü anlaya-
mıyorum! diyor. Meğerse zavallı hindi, kendi kırmızı ibiğini görüyor-
muş.
Maymuna gelince, taklit olarak bütün söz ve hareketleri efendi-
sinden almış. Yalnız noksan olan bir şey varsa, o da fenerin yakılıp içe-
ri konmasını unutmuş olmasıdır. Ziya olmadığı için de o söylediği su-
retler perdeye aksetmemiş ve tabiî ki hiçbir şey de görünmemiş.
Bu hikâyeden de anlaşıldığı üzere bir kimsenin sadrında irfân-ı
Muhammedi olmadıkça, yalnız öteden beriden veya kitaplardan öğren-
diği sözlerden ne kendisi istifâde eder ne de başkalarına fayda verebi-
lir."
SOHBETLER 485
Şeyh Mustafa Efendiye hitaben:
- "Şeyhim, bâzı kimseler ne kadar câhilce sözler söylerler ne ka-
dar yanlış muhakemeler ederler. Meselâ: Nerede o eski ehlullah? Onlar
hep geçti... derler. Fakat bilmezler ki velîlerin mevcudiyeti, Cenâb-ı
Hakk'm mevcudiyeti ile kâimdir. Mademki her zaman Allah mevcuttur
o halde elbet velî de mevcuttur. Allah'ın bir ismi de Velî'dir. Elbet o
Velî ismine mazhar olan noksan kalmaz. Binâenaleyh her an ve za-
man, velîden hâriç kalmaz. Cenâb-ı Hak: Her gün bir başka tecel-
lîdedir 1 buyururken ve günden maksat da her an olurken, nasıl olur da
zaman, o sultanlardan hâlî olabilir?"
Şeyh Yûnus Efendi:
-Namaz nedir?
- "Namazdaki faziletler o kadar büyüktür ki, söylemekle tüken-
mez. Namazı, sâdece yatıp kalkmadan ibaret saymak çok abestir. Zîra
nice hakikatler namazın içindedir. Alemin ve Adem'in yaratılış sebebi
ile ilmullah hep orada gösterilmiştir. Namaz, hilkatin başından zama-
nımıza kadar olan bütün devirleri gösterir. O, bir kitâb-ı mübîndir ki
okumak lâzımdır."
Selâmlık meclisinde bulunan kimselerden biri, bir vaazda
keramete dâir hikâyeler dinlemiş olduğunu anlattı:
- "Evet, maalesef o vaazlarda neler, ne olmadık şeyler söylerler.
İrfan ve maddî bilgi sermâyesi olmayınca uydur uydur söyle... Halbuki
İslâm dîni hikmet, mânâ ve yüksekliklerden ibarettir.
Ben de bir yerde misafir idim. Tekke âlemine de yeni atılmıştım.
Birçok zevat toplanmış hikâyeler anlatıyorlardı. Bunlardan birisi dedi
ki: Abdülkâdir Geylânî o kadar büyük bir adam idi ki, bir papaz ile im-
tihan olmuş. Papaz göğe uçmuş. Abdülkâdir de arkasından uçup gözü-
nü oymuş.
Şundaki muhakemeye bakın! Bu ne uydurma ve ne bayağı bir
menkıbedir. Hazret-i Abdülkâdir'in büyüklüğünden bahsedebilmek fır-
satı için papazı göğe çıkarıyor ve Abdülkâdir'e de göz oyduruyor.
1- Rahman sûresi, 29. âyet: "Külle yevmin hüve fî şe'n..."
486
Ehlullah, esasen keramete tenezzül etmez. Onlar: Ve hüve alâ
külli şey'in kadîr 1 sırrına mazhardırlar. Allah'ın ismine mazhar olmuş
bir vücuttan kerametler zuhuru pek tabiîdir. Fakat tenezzül etmezler,
hoşlanmazlar. Onlara keramet isnadı abestir. Bunları düşüneceğine, o
yolun yolcusu isen kendini ıslâha bak...
Vaktiyle adamcağızın biri: Aman yâ Abdülkâdir, mübarek hırkanı
bana giydir de senin hâlinle halleneyim! demiş. Hazret de: Sen kendin
o hâli bulmadıkça hırkamı değil, kendimi giydirsem fayda vermez, bu-
yurmuş.
Ehlullâhın hırkasını giymekten sana ne fayda? Ancak onların yo-
lunda gidersen faydalanabilirsin. Keza, onların hikâyelerini söylemekle
de eline bir mânâ giremez.
Geçende bir camide vaiz: Bu toplar, Yezid zamanından kalmadır,
bu kırmızı fesleri giymek şeytan işidir, diyordu.
A mübarek adam, sen neredesin? İşte bu türlü câhilce sözler ile
herkesi dinden îmandan uzaklaştırıyorlar. Din ise, hikmet, insaniyet
ve ahlâktır. Bizim vazifemiz de herkesi Allah'a yaklaştırmaktır, uzak-
laştırmak değil... Herkesi cehenneme tık tık... Peki cennete kim kalı-
yor? Neden gireyim cehenneme?
Kul yâ ibâdiy'ellezîne esrefû... 2 âyetini bunlar hiç okumuyorlar
mı? Bir kimseye bir şeyi sevdirmek için o şeyin korkulu olduğunu mu
söylemek lâzımdır? Yoksa güzelliklerini mi tanıtmak îcap eder? Birçok
uydurma ve yakıştırma hikâye ve hükümleri İslâmiyet'e yüklemeğe uğ-
raşıyorlar ve bu suretle herkesi dehşete salıp korkutuyorlar."
Şeyh Yûnus Efendi:
- Sırası geldi de söylüyorum. Memlekette bir Şeyh Süleyman Efen-
di vardı. Derdi ki: Ben kimseyi uyandıramıyorum. Yalnız şunu okuyun
bunu çekin, diye teşbih ve evrat veriyorum.
- "Zavallı ne yapsın... Kendisinde olmayınca ve bir kâmil mürşide
ulaşmayınca nasıl uyandırabilir? Evet, Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in-
de: Vesileye uyunuz 3 âyet-i kerîmesiyle kâmil mürşidi işaret buyuru-
yor. İşte o vesileyi bulmak lâzımdır.
Resûlullah Efendimiz levlâk sırrına mazhar olmuş iken: Mürebbî
olmasaydı Rabbimi bilemezdim 4 buyurdu. Mürebbîden maksat,
1- Mâide sûresi, 120. âyet: "O (Allah) her şeye kadirdir."
2- Zümer sûresi, 53. âyet: "De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin."
3- Mâide sûresi, 35. âyet: "Vebtegû ileyhi'l-vesîle... Ey îman edenler, Allah'tan korkun.
Ona (yaklaşmaya) vesile arayın."
4- Levle'l-mürebbî lemâ araftü Rabbî.
SOHBETLER 487
Cebrail Aleyhisselâm'dı. Demek oluyor ki mürşitten kimse baş çevirme-
miştir. İlâhî kânun böyledir. İmâm-ı Âzam Hazretleri de, İmâm-ı Cafer
Hazretlerinin terbiyesine girmekle ne kadar kazançlı olduğunu ve bi-
raz daha başı boş kalmış bulunsaydı mahvolacağını iki senecik daha
olmasaydı Nûman helak olacaktı, demekle itiraf eyler. Bu böyle olunca
size bize ne kalır?
Hacı Bey söyle bakalım... Mustafa Bey söylesene oğlum... Ömer
söyle... Amma sarftan nahivden değil..."
Ömer Bey:
- Ne hikmet ki ilâhî rahmet bir zümre veya şahsa geldiği halde
fitne zâlim olana da olmayana da birden geliyor .
- "Cenâb-ı Hak: Rahmetim gazabımı örtmüştür, buyuruyor. Çün-
kü Hakkın gazabı içinde de aynı rahmet vardır. Hiçbir şey yoktur ki
onu ilâhî rahmet kaplamamış olsun. -Temsilde hatâ olmaz, Allah bile
misal veriyor.- Bugün meslekler içinde ne kadar müşkülleri var.
Meselâ yaz günü vapur içinde ateşçilik eden kimselerin, hayatlarını
dâima tehlikeli denizlerde geçirenlerin, hergün nihayetsiz korkular
içinde, meselâ mâden ocaklarında çalışan kimselerin hayatları sana
azaplı görünür. Fakat emin ol ki bu kimselerin hem kendilerine göre
tesellileri vardır, hem de hayatlarından memnundurlar. Meselâ Bir la-
ğımcı, aynı işi yapan bir arkadaşını gördüğü zaman, o günkü kazancını
iftihar ile anlatırken: Ben şu kadar necis attım, diye öğünür. Halbuki
sen onun yaptığı işten bucak bucak kaçarsın. Onun tesellisi, azap için-
de rahmettir... Çünkü Allah'ın rahmeti her tarafı kuşatmıştır. Umûmî
olan, herşeyi saran, herşeyi içine alan odur.
Azap ise kısmîdir. Sen kendi evlâtlarını Tâlip'i, Gâlip'i nasıl dö-
ğersin? Döğsen bile, muamelen en ziyâde şefkat ve merhamet üzre de-
ğil midir? Ceza yapman îcap edince yaparsın amma için de sızlar. Se-
nin onları cezalandırmaktan maksadın, yaptıkları yaramazlığı veyahut
kabahati tekrarlamamaları içindir. Onlara ceza yapman bunun içindir,
azap vermek için değildir. Sen ki onların dünyâya gelmelerine bir
vâsıta, bir geçit olmuşsun. Sen nesin ki onlar senin evlâdın olsun? Hep
bir namdan ibaret iken ve sende bu rahmet ve şefkati yaratan Allah
iken, ondan nasıl rahmet ve şefkat sâdır olmaz ki, cümlemiz onun kul-
larıyız.
Evet âyet-i kerîmede, fitneden sakınınız, Cenâb-ı Hakk'ın kahrı
geldi mi ayırmaz buyuruluyor. Cenâb-ı Hak, Lût kavmine azap verdiği
1- Enfâl sûresi, 25. âyet: "Vettekü fıtneten lâ tusîbenne'llezîne: Bir de öyle bir fitneden
sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz..."
488
vakit melekler dediler ki: Yâ Rabbî bunların içinde senin sevgililerin
de var. Onları ne yapalım? Cenâb-ı Hak da buyurdu ki: Benim ihsanım
sonsuzdur. Onlara ne ihsanlar hazırlamışım. Fakat bu azaptan da
istisna etmem.
Çünkü Allah nazarında ölümün ehemmiyeti yoktur. Asıl vatan
orasıdır. Asıl hayat da bu dünyâdan sonradır.
Fitneden dâima sakınmalı. Bir kavme azap ve kahır geldi mi,
onun içinde yaş da yanar; kuru da. Bir ateş gelirse, kumaş, tahta,
Kur'ân tanır mı? Ateş bu, hepsini birden yakar. Fakat tahta ile beraber
Kur'ân'ın da yanmış olması, Kur'ân'm mânâsına zarar verir mi? Orada
Kur'ân'ın zarfı yandı, Kur'ân yanmadı ki. Onun için dâima Allah'tan
iyilikler isteyerek kulluk et. Fitne de ateştir ne bulursa yakıp kül
eder."
Ömer Bey:
- Cenâb-ı Hak, Habîbine: Ben seni âlemlere rahmet olmak üzere
gönderdim, buyuruyor. Bu rahmetin bütün âlemi kaplaması ne şekilde-
dir?
- "Ya Ömer, sen nasıl Peygamberin ümmeti isen, hıristiyan,
Yahûdî ve Mecûsî de o Peygamber'in ümmetidir. Yalnız aralarındaki
fark şudur ki müminlere ümmet-i icabet, diğerlerine ise ümmet-i davet
denir. İşte bu suretle Resûlullâh'm gönderilmesinin rahmeti cümleyi
içine almıştır."
Ömer Bey:
- Tâhâ, mâ enzelnâ'nın mânâsı nedir?
- "Allah bilir amma mânâ ve mefhûmu: Yâ Muhammed biz sana
Kur'ân'ı zahmet ve zorluk olsun diye indirmedik. Ancak Allah'tan kor-
kan kimseler için tezkire yâni ikaz ve nasihat olsun diye indirdik, 1 de-
mektir. Sen namaz kılmışsın bana ne? Kendi ahlâkını temizlemekle
hem vücûdunu hem de ruhunu faydalandırıyorsun. Kendini bulursan
Allah'ını da bulursun. Yoksa şeklen ibâdet eylemekten ne çıkar?"
- "Ömer Efendi, söyle bakalım!"
Ömer Bey:
- Hazret-i Müsâ: Rabbî erini 2 diyerek neden Allah'ın ru yetini is-
tedi?
1- Tâhâ sûresi, 1-3 âyet.
2- A'râf sûresi, 143. âyet: "Yâ Rabbî bana kendini göster, sana bakayım..."
SOHBETLER 489
- "Görmek istedi, görmek için."
Ömer Bey:
- Herkes de bilir ki Allah görülmez. Bu böyle olunca Hazret-i
Mûsâ görmeyi ne diye istedi?
- "İşte bunu yanlış biliyorlar. Çünkü Allah'ın görünmesi gayr-i ka-
bil olsa idi, bir ulülazim peygamber imkânsız ve abes bir şeyi istemez-
di. Onlardan abes bir şey zuhur etmediği gibi, mümkün olmayan bir
şey de zahir olmaz. Allah görülür, çünkü ondan başka bir şey yoktur.
Onu göstermeyen, bizim kendi hicabımız, kendi varlığımız ve benliği-
mizdir.
Hak'tan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhan imiş
Fakat görene, köre ne? Ortadan mevcudiyetimiz kalkınca, Allah kendi
nûriyle kendini görmüş olur. Böylece de Hazret-i Muhiddîn'in buyurdu-
ğu gibi: Kendim söylüyorum kendim dinliyorum, bu âlemde ağyar ve
yabancı diye bir şey yok... sırrı zahir olmuş olur.
Bir zaman gelecek, Cenâb-ı Hak, hitap edip: Bugün kimin günü-
dür? diye soracak. Herkes, herşey fena bulduğu için kimse cevâba muk-
tedir olamayınca yine kendi suâline kendi cevap verecek: Vâhidü'l-
Kahhâr olan Allah içindir 1 ... diyecek.
Şimdi de bu budur. Allah'tan başka bir şey yoktur. Fakat bu sözle-
ri hal olarak bilmeli. Mânâsından habersiz olarak papağan veya gra-
mofon gibi söylememeli.
Kendi benliğin ortadan kalkarsa, yâni sen yok olursan, o vakit
kendi aslım görmüş olursun.
Demek oluyor ki sen sen oldukça Allah'ı görmek kabil değildir.
Sen kendiliğinden kurtulup ortada Allah'ın nuru kalacak olursa, o va-
kit gören de görülen de bir olmuş olur.
Cenâb-ı Hak Musa'ya: Asanı at yâ Mûsâ 2 dedi. Musa'nın attığı ne-
dir? Kendi vücûdu asâsıdır. Kendi mevcudiyetini Allah'ın mevcudiye-
tinde yok edince, gören ve görülen bir olur. Yoksa bu göz ile görmeye
kalkışmak elbet abestir. Çünkü bu gözün nuru değil güneşe, lamba
ziyasına bile tahammülden âcizdir. Nerede kaldı ki Allah'ın cemâli
nuruna takat getirebilsin. Allah, cisim değildir ki cisim olarak, mekânı
yoktur ki şurada burada görebilesin. Onu, ancak kendi nûriyle kendi
görür. Ondan başka bir şey yok ki... Sen, ben, şu, bu hep birer hayalden
ibaret...
1- Gâfir sûresi, 16. âyet.
2- Tâhâ sûresi, 19. âyet: "Kale elkıhâ yâ Mûsâ!"
490
Perde kurdum şem'a yaktım gösterem zili u hayâl
Sen hiç Karagöz'e gitmedin mi? İşte oradaki karagözcü, şem'asını yak-
mış, perdesini kurmuş oynunu oynatırken bak dikkat et ağlayan o, gü-
len, ölen, öldüren de o ve bütün hareketleri idare eden yine odur. Yine
muhtelif sadâlar, Yahûdî, Arnavut, Kürt sesleri de ondan geliyor.
Birgün, Şîrin ile Ferhat oyunu oynanırken, cadı bunları biribirin-
den ayırdığı zaman Arnavud'un biri kızmış ve piştovunu çekerek cadı-
ya sıkmış. Etraftan: Ne yapıyorsun, o bir deri parçasıdır... diye
müdâhale edenler, gülüp alay eyleyenler olmuşsa da, kimse Arnavud'a
lakırdı anlatamamış.
İşte bu câhil adamın hâli ne kadar gülünç ise, dünya perdesinde
de aynı hal vâkidir. Şundan bundan nefsine hoş gelmeyen ve arzuna
aykırı olarak zuhur eden şeyler için, bu şeylerin faillerine hiddet edip
düşman oluyorsun ve hâdiseyi, asıl sahibinden, oyunu oynatandan bil-
miyorsun. Şu halde Arnavud'un yaptığı hareket nasıl gülünç ve akılsız-
ca bir iş telâkki ediliyorsa, faili Hak bilenler indinde de senin hiddet ve
şiddetin öylece acınacak bir hal olarak görülüyor.
Hakikat nazariyle nereye baksan, ancak birlikten başka bir şey
göremezsin. Bütün kesret âlemi, vazifesini yerine getirmek için yaratıl-
mış birer âletten ibarettir. Kudret, kuvvet, fiil, havi, herşey Allah'tan-
dır: Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'1-aliyyi'l-azîm.
Yalnız burada, itidalli bir cebir anlayışından ayrılmamaya çalış-
malıdır. Sırf cebrîliğe gidersek âlemin intizâmı bozulur ve bu türlü dü-
şünen kimse dalâlete düşüp yolunu şaşırır.
Adamın biri, gelişi güzel bir bahçeye girmiş ve bir hurma ağacına
çıkarak hurma yemeğe başlamış. İşi farkeden bahçe sahibi, ağacın altı-
na gelerek orada ne yaptığını sormuş. Adam ise gayet rahat: Allah'ın
bahçesinden, Allah'ın hurma ağacından, Allah'ın hurmasını yiyorum!
cevâbını verince, bu defa bahçe sahibi: Afiyet olsun, ye kardeşim... diye-
rek gidip bir ip ile bir kamçı alarak gelmiş ve adamı ağaca bağlayarak
döğmeğe başlamış. Canı yanan adam bu defa feryat edip, hiddetle hay-
kırmaya başlayınca, bahçe sahibi: Allah'ın ipi ile seni bağladım. Vur
dediği kamçı ile de nerene rast gelirse indiriyorum işte... diye cevap
vermiş.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat anlayışına göre itidal üzere olan cebirde
cüz'î irâde vardır ki dünyânın nizâmı, işte bu gayret ile tevekkül ara-
sındaki ince bağlantıyı muhafaza eden anlayış noktasını hayâta tatbik
eyleyebilmekle mümkün olur."
SOHBETLER 491
- "Âdil Bey bir şey söylesene oğlum... Hacı Bey, Rauf Bey?"
Rauf Bey:
- Şevk ile aşk arasında ne fark vardır? ikisi bir değil midir 1 ?
- "Şevk, aşktan evveldir. Aşk, daha büyük mertebedir. Aşk, şevk-
ten sonra gelir. Şevk bir zincirdir. Elbet zincir dîvâneden evvel gelir.
Dîvânede hayat var, zincir ise cansız bir şeydir.
Hasan Bey söyle bakalım, adaşım söylesene, Ömer söyle.."
Ömer Bey:
- Melâike-i kiram, Hazret-i Adem dünyâya gönderilmezden evvel,
insanın kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden biliyorlardı? Bu
bir nevi bilgiçlik satmak değil midir? Çünkü diyorlar ki: Seni takdis
eden, sana hamd eden bizler dururken neden Adem'i halîfe kılmak is-
tersin ilâhî 1
- "Peygamberimiz, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Adem'i halketmezden
evvel, evvelü mâ halak'allâhu ruhî 2 buyurdu ve ezelî ilminde Adem'in
dünyâda neler yapacağını da bildirdi. Böylece melekler, Âdem'in dün-
yâda neler yapacağını bilip gördüler. Onun için Cenâb-ı Hakk'a böyle
dediler.
Daha insan halkolmazdan evvel, ruhlara Kur'ân'ın mânâsı
bildirilmiştir 3 . Ümmu 1-kitapta yâni ezel levhasında, Âdem'in halîfe
olacağını görünce melekler Cenâb-ı Hakk'a: Biz dururken kan döken,
fitne koparan kimseyi neden halîfe ediyorsun? Biz ki seni teşbih edi-
yoruz sana hamd ediyoruz, bu reva mıdır? dediler.
Meleklerin bu sözlerini sen kendini beğenmişlik, kibir, azamet
saymak istiyorsun. Halbuki bu kibir değil temennidir. Biz ki devamlı
olarak seninle meşgulüz, o vazifeyi bize ihsan et olmaz mı, dileğidir.
Cenâb-ı Hak, Âdem'e bütün esmâ-yı hüsnâyı öğretti ve onları meydana
çıkar! dedi. Melekler ise ancak bir iki ismin mazharı idiler. Âdem'de bu
zenginliği görünce hayrette kaldılar ve: Yâ Rabbî, senin öğrettiğin ka-
darını bilebiliriz 4 , diye acizlerini ortaya koydular.
İşte Âdem-zâde olan bizlerin içinde dahi, babamızın ilim mîrâsına
konup onun halifeliğini icra edenler de aynı suretle esmâ-i ilâhiyeye
1- Bakara sûresi, 30. âyet: "Ve iz kale Rabbüke li'1-melâiketi innî câilün fı'1-ardı halîfe,
kâlû etec'alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfiku d-dimâ' ve nahnü nüsebbihü bi-hamdi-
ke ve nükaddüsü lek."
2- Allah'ın ilk önce yarattığı benim rûhumdur, Hadîs.
3- Rahman sûresi, 1-4. âyet: "Er-rahmânü, alleme'l-Kur'ân, haleka'l-insâne, alleme-
hu 1-beyân: Rahman (olan Allah) Kuranı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğret-
ti."
4- Bakara sûresi, 32. âyet: "Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ"
492
vâristirler. Hâsılı ne ki mevcut ise, hepsi sizin nefsinizde mevcuttur 1 ,
âyeti üzre adam olup bu hakikatleri görünüz. İşte onun için Resûlullah:
Nefsini bilen Allah'ı bilir, buyuruyor. Nefsinizi bilirseniz o zaman
Cenâb-ı Hakk'ı da bilir ve ona aşkla taparsınız.
Bütün kâinatta ne yazılmış ise, Allah onların hepsini bu küçük
vücûda sığdırmıştır. Ayıp değil mi bize ki, eşeğin üstündeki Kur'ân-ı
Kerîm nasıl kendisine bir fayda vermezse, biz de bu nimetler içimizde
olduğu halde onu görüp istifâde etmeyelim.
Tıp ilminden habersiz olanlar için tababet yok demektir. Böyle bir
ilmin mevcudiyetinden haberdar olanlar ise, işittikleri kadar bilirler ki
bu bilmek de bilmemek demektir. Fakat gir tıp fakültesine, oku,
tatbikat gör, uzuvların ne gibi vazifeleri olduğunu öğren, vücûdun teş-
rih ve fizyolojisini anla... Bak o vakit karşında ne âlemler belirecek,
vücûdun ne demek olduğunu nasıl görüp bileceksin ve kendi kendine:
Ben vücûdumu bildiğimi zannediyordum. Meğer bilmeyerek taşıyormu-
şum. Bu ne intizam, ne büyüklük imiş... diyecek ve Hakk'm azametinin
sonsuzluğu karşısında hayretlere düşeceksin.
Fakat bu öğrendiklerin de yine işin maddî ciheti. Hekim olmak,
sana, sâdece vücûdun maddî taraflarını göstermiş olur. Bir de sonsuz
âlemlere açık olan manevî ciheti var ki, bunda bilgi sahibi olmakla his-
sedeceğin hayret, maddeni bilip tanıdığın zaman hissettiğin hayrete gö-
re kıyas kabul etmez derecede nihayetsizdir.
Reva mıdır ki maddî manevî bunca varlıklara sahip olasın da,
kendinde olan bu servetten gafil olasın, Kur'ân taşıyan merkepler gibi,
taşıdığın o Kur'ân'ı yalnız taşımakla iktifa edesin? Allah sana beşer ol-
mak şerefini ihsan etmiş iken kadrini bilmemek elbet nankörlüktür.
Onun için çalışmalıyız. Dervişlik tembellik, işe yaramazlık demek de-
ğildir. Çalışacağız, her hususta çalışacağız. Dünyâya gelmekten mak-
sat, ancak bu hakikatleri bilmek ve hemcinsimize hizmet etmektir ki
dervişliğin mânâsı da budur. Hadîs-i şerifte de buyurulduğu gibi, insa-
nın hayırlısı, hemcinsine menfaati dokunan kimsedir. Yoksa, sâde yat,
ye, iç, kalk, dışarıda evde bolca lâf... Olmaz bu... Lâzım olan, insanın
insanlığını bulmasıdır. Çünkü insanlık büyük şeydir. İşte oraya ayak
bastın mı, artık vara yoka itirazlar, dedikodular kalmaz. Dâima edep
dâiresinde hareket eder, kimseye fena nazar ile bakmaz, herşeyi
Cenâb-ı Hakk'ın yaptığını bilir, dâima iyiliğe çalışırsın.
Her zaman söylüyoruz, dervişlikten maksat, ahlâkımızı tamamla-
maktır. Bir dervişte ahlâk olmazsa, o derviş, derviş değildir. Bâzı kim-
1- Zâriyât sûresi, 21. âyet: "Ve fî enfüsiküm efelâ tübsirûn: Kendi nefislerinizde dahi
nice ayetler var. Bunları hiç de görmüyor musunuz?"
SOHBETLER 493
seler tarîkati ve dervişliği tekke ve tekkede bağırıp çağırmaktan ibaret
zannediyorlar. Halbuki dervişlik sırf tekke ile olmaz. Ancak insanlıkla
olur ve insanı bulmakla olur ki bu da ruhun safiyete ermesi ve cismânî
hırslardan kurtulması iledir.
Resûlullah Efendimiz: Ben ahlâk güzelliğini tamamlamak için
gönderildim, buyuruyor. Yine Resûlullah: Rabbim beni edeplendirdi
ve edebimi güzel eyledi 1 , diyor.
Hâsılı illâ güzel ahlâk, illâ güzel ahlâk... Ahlâk olmazsa, ibâdetten
de bir fayda hâsıl olmaz!"
- "(Şeyh Mustafa Efendiye hitapla) Şeyh efendi hazretleri bir şey
buyurun da söz açılsın..."
Şeyh Mustafa Efendi:
- Biz yalnız dinlemeye memuruz. Dinlemenin daha fazla fazileti
vardır, derler.
- "Söz sözü çeker, bahis açılır."
Şeyh Mustafa Efendi:
- Fakat bu âna kadar söylediklerimden hiçbir şey istifâde edeme-
dim doğrusu. Ben kendi nefsimden bahsediyorum.
- "Kendinizi ortaya koymakla tevazu buyuruyorsunuz. Bizim
cesaretimizi kırmak reva mıdır?
Buyurun Şâir Ziya Bey... Birçok şeyler hazırlamışsınızdır."
Şâir Yûsuf Ziya Bey 2 :
- Gönül, kalp ayrı ayrı şeyler midir?
- "Gönül, kalp, ruh, nefis hepsi bir şeydir. Mektep denince, mahal-
le mektebinden Darülfünuna kadar hepsi mektep olduğu gibi... Yalnız
mektep mânâsının belirttiği derece gittikçe fazlalaşmış olur, fark bura-
da.
Meselâ ben çocuğumu iptidaî mektebine verdim. Terakki ede ede
Darülfünuna geçti ve oradan da icazet aldı. Allah'ın yardımı erişirse
istikbâli açık demektir. Devlet müesseselerinden hangisine müracaat
etse: Buyurun, sizin için yer vardır, diye hoş karşılarlar. Tıpkı âhirette
kalb-i selîm erbabına: Selâm size, buyurun girin, ebedî cennetler sizin
içindir 3 dedikleri gibi...
Sizde akıl, nefis, kalp ve ruh var. Fakat bunlara rağmen siz tek
1- Eddebenî Rabbî fe ahsene te'dîbî.
2- İhvandan Hacı Bey diye anılan zâtın erkek kardeşi.
3- Zümer sûresi, 73. âyet: "Selâmün aleyküm tıbtüm fedhulûhâ hâlîdîn."
494
zatsınız. Eğer irfanı bulmuş, ârif-i billah olmuş yâni sırları ve gerçekle-
ri kavramış iseniz, bu saydığınız akıl, ruh, nefis ve kalp birleşmiş olur.
Eğer olamamışsanız, hangi yerde kalmışsanız hükmünüz de ona göre
olur.
Rızâ Efendi söylesene bakalım... Mustafa Bey!
(Her taraftan sükût ile mukabele edilmesi üzerine)
Âh-ı nâlen ey Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedir
(Yine etraftan ses çıkmaması üzerine)
Hacı Bey söyle bakalım!"
Şâir Yûsuf Ziya Bey:
-insan çalışmakla ârif-i billah olur mu?
- "Azizim, Cenâb-ı Hak herkese o istidat tohumunu ihsan etmiş-
tir: Herkes İslâm olarak doğar. Sonra onu anası babası Nasrânî,
Mecûsî, şu veya bu yapar.
Demek ki herkeste o doğuştan gelen istidat mevcuttur. Fakat ara-
ya giren çeşitli sebepler onu aslî vatanına, cananına kavuşmaktan alı-
koyar. Yoksa zirâate elverişli her tohum, mutlak neşv ü nema bulur,
büyür, boy atar. Ve bir arızaya da uğramazsa kemâle erer. Bu söyledi-
ğimiz, ezelde yâni ümmü'l-kitapta saîd olan kimseler hakkındadır.
Yoksa ezelde şaki olan kimseler hakkında değildir. Bunlar çürük to-
hum gibidir ya toprakta iken boğulur veyahut sakat olarak doğup geli-
şir ve kemâlini bulamaz.
O şakiler hakkında: Sen ne söylesen onları kandıramaz, îmâna
getiremezsin 1 , saîdler hakkında da: Onlar Allah'tan korkar ve
inanırlar 2 yollu tebşirde bulunulmuştur.
Hiçbir anadan doğma kör veya kambur, hekimi çağırıp: Gözümü
aç veya kamburumu düzelt! der mi? Dese bile, hekim tedavide âciz ol-
duğunu söyler. Çünkü hekim, geçici hastalıkların tedavisine memur-
dur. İşte birinci âyet, ezelde kör, kambur, topal olan şakiler hakkında-
dır ki peygamberler ve mürşitler bunlara karşı hiçbir şey yapamazlar.
İkinci âyet ise, geçici hastalıklara uğramış olanlar içindir ki, işte irşat
ve vaaz ve nasihat bunlaradır."
1- Yâsîn sûresi, 10. âyet: "Ve sevâün aleyhim eenzertehüm emlem tünzirhüm lâ
yü'minûn."
2- Yâsîn sûresi, 11. âyet: "İnnemâ tünziru meni't-tebaa'z-zikra ve haşiye'r-Rahmâne
bi'1-gayb."
SOHBETLER 495
- Evliya ve ehlullah arasında ne gibi fark vardır 1 ?
- "Ehlullah, ehl-i şuhuttur. Çünkü bunlar, nereye dönsen Allah'ın
yüzü oradadır 1 , sırrına mazhar olup her yerde Hakk'ı gören şuhut ehli-
dir ve bunlar: Benim sıfatlarımla ortaya çık, seni gören beni görür 2 ,
sırrına mazhar olmuşlardır.
Evliya ise, hayır hasenat sahibi, sâlih, imanlı ve fazilet sahibi olan
Allah'ın sevgili kullarıdır."
- "(Şeyh Yûnus Efendi'ye hitaben) Buyurun şeyhim!"
Şeyh Yûnus Efendi:
-Imâm-ı Ali sülâlesi nereye kadar gelmiştir?
- "Evvelki sülâlesi mi, sonra gelen sülâlesi mi? Sonra gelen
sülâlesi bitmez ki... Kıyamete kadar o biter mi? Evvelki sülâlesi ise hil-
katten beridir.
Şeyhim buyursanıza..."
Şeyh Mustafa Efendi:
-Dinleyeceğiz Efendim...
- "Mâlûm-i reşâdetiniz Hazret-i Pir öyle buyururlar: Sen ki Âdem-
zâdesin, nasıl ki Adem'e kendinden sonra gelecek cümle zürriyetleri
gösterildiyse, sen de onun gibi zürriyetlerini gör. Yâni kendinden son-
ra gelecek zürriyetlerini gör, çünkü Âdem-zâdesin. Onun gibi Âdem
mevkiinde otur ve onları seyreyle.
Demek ki Âdem-zâdenin zürriyeti nihayet bulmaz. Bu böyle olun-
ca Hazret-i Ali'nin zürriyeti kıyamete kadar bakîdir.
Rızâ Efendi söylesene oğlum... Ömer söyle?"
Ömer Bey:
- Bugün Velie fendi Kütüphane si' ne gittim ve Hazret-i Abdülkâ-
dir'in bir kitabını gördüm. Her vakit buyurduğunuz gibi, Kur'ân'ın bü-
tün mânâsının Fatiha' da, Fatihanın da Besmele' de; Besmele' nin
ise ( «_-» ) harfinde; ( *—> ) nin de, altındaki noktada bulunduğunu
o noktanın ise kâmil insan olduğunu söylüyordu.
Insân-ı kâmilin bu mertebeye ulaşması havsalaya sığmıyor, ne
suretle oluyor? Bu kemal Allah vergisi midir, yoksa kazanmakla mı-
dır?
- "Insân-ı kâmilden maksat, hakîkat-ı insâniyyedir. Cenâb-ı Hak
bunu Kur'ân-ı Kerîmde kelime sözü ile ifâde ediyor ve o kelimeyi an-
1- Bakara sûresi, 115. âyet: "Fe eynemâ tüvellû fe semme vechullâh."
2- Uhruc bi-sıfâtî fe men reâke reânî, (Hadîs-i kudsî)."
496
latmak için denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa yine beyan etmeğe
muktedir değildir 1 buyuruyor. Kelimeden maksat, kâmil insan, yâni
hakîkat-ı insâniyyedir.
Ve yine Cenâb-ı Hak: Ben insanın sırrıyım, insan da benim sır-
rımdır, buyuruyor. Sonra Habîbine: Sen olmasaydın, sen olmasaydın
ben bu dünyâyı halketmezdim, diyor. Yine insana hitap ederek: Bak
etrafına abes bir şey görebilir misin? buyuruyor.
Cenâb-ı Hak, insanı her şeyin üstünde ağırlamış, karaları ve de-
nizleri emri altına vermiş, Adem'e bütün melekleri secde ettirmiştir.
İşte hilkatten gaye, aşka mazhar olmuş bulunan bu kâmil insan-
dır. Varlıklar onun için yaratılmıştır. O, senin benim gibi adam değil-
dir. O, mevhum ve fânî varlığını atıp Hak'la Hak olmuştur. O, ismul-
lâha mazhar olmuştur. Onun yüzü suyu hürmetine bu varlık âlemi hal-
kolunmuştur. Mağribî Hazretleri de bu mânâyı şöyle ifâde eder: Benim
vücûdum sendendir. Senin zuhurun da bendendir. Sen olmasaydın
ben vücut bulmazdım. Ben olmasaydım sen zuhur etmezdin.
Hadîs-i kudsîde de Cenâb-ı Hak: Ben bir gizli hazîne idim. İste-
dim ki bilineyim ve yine: Ben her şeyi senin için, seni de kendim için
halkettim, buyurmuştur.
Kâmil insan, insanlığın kemal mertebesini ve Hakkın halîfesi de-
recesini bulmuş kimsedir. Yoksa her kemal iddiasında bulunan kimse
değil. O, felekten, arştan, kürsten, Kabe'den daha faziletlidir. Allah, ci-
simden ve mekândan münezzeh olduğu için kâmilin vücûdu aynasında
o tecellîyi görebilirsin. Onun benzeri yoktur 2 ve o, akıl ile bilinmez.
Zîra her ne ki aklın tasavvur ediyorsa o mahlûktur. Çünkü onu tasav-
vur eden akıl da mahlûktur. Onun için biz uzaklara gidemeyiz. Allah
nasip eder de kâmil insanı buldurursa, her şey bulunmuş demektir.
Kur an, baştan aşağı insân-ı kâmili söyler. Kemâli bulmak için in-
sanın nefsinin ayıplardan temizlenmesini tezkiyesini, ruhunun cilâlan-
masını ve ona lâzım olacak amellerin ifâsını söyler. Yoksa Kurandan
maksat, sâdece onu tecvit üzre okumak değildir. Mânâsım anlamaktır.
Birkaç hoca toplanmışlar, aralarında Fâtiha-yı şerîfedeki (dat)
harfinin hangi sesle okunması lâzım geldiğini konuşuyorlarmış. İçle-
rinden biri (velezzâllîn) diye okumuş. Olmadı demişler. Öteki (veled-
dâllîn) diye okumuş, ona da: Olmadı, demişler, üçüncüsü (veleddellîn)
diye okumuş, yine olmadı, olmadı! demişler. Bu sırada ezan okunmaya
başlayınca münâkaşa eden hocalar namaza kalkmışlar. Aralarında bu-
1- Kehf sûresi, 109. âyet: "Kul lev kâne'l-bahru midâden li kelimâti Rabbî le-nefide'l-
bahru kable en tenfede kelimâtü Rabbî velev ci'nâ bi-mislihî mededâ."
2- Şuarâ sûresi, 11. âyet: "Leyse kemislihi şey'ün."
SOHBETLER 497
lunup çekişmeyi dinleyen bir derviş ise yaktığı çubuğunu içmekte de-
vam ederek, namaz kılacak olanların arasına katılmamış. Hocalar: Be
adam, sen müslüman değil misin, ne duruyorsun, namaza kalksana...
diye çıkışınca, derviş: Kalkayım hocalar kalkayım amma daha siz
Fatihaya karar veremediniz demiş.
İşte bu hikâyede işaret edildiği gibi, Kur anın mânâsı bırakılıyor
da teferruat ile uğraşılıyor. Halbuki o teferruat, hep o mânâ içindir.
Zamân-ı Saadette birisi müslüman olmuş. Resûlullah Efendimiz
sahabeden birine bu adama Kur an-ı Kerîm hatmettirmesini emreyle-
miş. Fakat müslüman olan bu zat: Zerre miskal hayır işleyen hayır bu-
lur, zerre miskal şer işleyen şer bulur 1 âyetine gelince: Bu bana yetti!
diyerek fazla okumak istememiş. Sahabeden olan zat, Resûlullâh'ın
emrini yerine getiremediğinden bu hâli Efendimize bildirmiş. Kendile-
ri de yeni müslüman olan zâtı çağırarak; Kur an-ı Kerîm okumak iste-
meyişinin sebebini sorduklarında adamcağız: Yâ Resûlallah, ben bu
âyetleri hal edeyim, başka bir şeye ihtiyâcım kalmaz, demiş. Bunun
üzerine Efendimiz: Bırakın onu, bu adam fakîh oldu! diye emir buyur-
muşlar.
Onun için Kur'ân-ı Kerîm'i her saat haldır haldır okumak değil,
okuduklarınla amel eylemek lâzımdır. Böyle olmadıktan sonra ne fay-
da?
Meselâ, Ömer... Şu mektubu al, postahâneye götür, teslim makbu-
zunu da getir! desem, Ömer de mektubu postahâneye teslim edeceği
yerde, kâh parayı kâh mektubu evde unutarak muhtelif sebeplerle pos-
tahâneye boşuna gidip gelse, fakat mektubu bir türlü postaya vereme-
se, matlûp hâsıl olur mu? Tabiî olamaz.
Lâ ilahe illallah, lâ ilahe illallah! diye günde on bin kere teşbih
çekmiş, yahut günde on cüz okumuşsun veyahut her gün yüz rekat na-
maz kılmış veya her sene hacca gitmişsin... işte bunların hepsi, Ömer,
mektubu postahâneye götür! demek gibidir. Eğer mektubu postaya ver-
mezsen, yâni matlûp olan irfanı hâsıl etmezsen, bütün zikir, ibâdet,
hac ve namazlardan bir mânâ çıkmamış olur. Sen de o ezelde aldığın
mektubu, o ilâhî emâneti, bu dünyâda mazhar-ı aşk olan Hakk'ın halî-
fesine teslim edip kalb-i selîm makbuzunu almak lâzım gelirken, onu
yapmayıp, birçok namazlar kılıp teşbihler çekmen ve hayratta bulun-
man, tıpkı Ömer'in birçok defalar postahâneye gidip gelmesi ve fakat
mektubu kâh unutarak, kâh parası bulunmayarak verememesi gibi
faydasız olmaz mı?
1- Zilzâl sûresi, 7-8. âyet: "Femen ya'mel miskâle zerretin hayran yerah. Ve men
ya'mel miskâle zerretin şerran yerah."
498
İşte Ömer'in bu hareketinde kaç türlü sebep dikkate alınabilir: Bi-
ri, mektubu alıp cebine koyduğu halde başka şeylere dalarak onu yeri-
ne teslim etmeyi unutması. İkincisi, postahâneye gitmeye lüzum gör-
meyerek: Ömer, şu mektubu al, postahâneye ver makbuzunu da getir!
sözünü sabah akşam tekrar etmesi. Üçüncüsü de: Mektup cebinde ola-
rak postahâne binasına günde beş on kere gidip gelmesidir.
Emâneti cebinde unutmak, dünyânın türlü zevklerine ve nefisleri-
nin arzularına kapılarak Allah'ı unutan kimselerin hâli gibidir. İkinci-
si, Allah'a ve Resulüne itikadı olup emirlerini lafzen bilip söylediği hal-
de amelde bulunmayan kimseler gibidir. Üçüncüsü de: Allah'ın emirle-
rini yapmaya gayret ederek amelde bulunan fakat asıl maksut olan
mânâyı yerine getiremeyen kimselerin hâli gibidir."
- Cenâb-ı Hak kaleme: Yaz! diye emretti, o da her şeyi yazdı. Lâ
ilahe illallah' ı da yaz, dedi, onu da yazdı. Neden Muhammed
Resûlullâh 'ı yazarken çatladı ?
- "Çünkü Hazret-i Muhammed mazhar-ı aşktır. Bu sebeple ta-
hammül edemedi. Aşk girdiği yeri yakar, yıkar ve kendinden başka bir
şey bırakmaz."
-Resûlullâh' in mânevi vârisleri de o aşkın sahibi midirler 1 ?
- "Alimler, enbiyânın vârisleridir 1 . Allah'tan korkan âlimlerdir 2 .
Fakat bu âlimlerden maksat, başına sarık saran ve sırtına cübbe giyen-
ler değildir. Allah'ı, ismiyle, sıfatı ve zâtiyle bilen âşıklardır. İşte bu
âşıklar, Allah'ı bildikleri içindir ki ondan ziyâde korkarlar. Onun için
de Resûlullâh: Ben hepinizden fazla Allah'ı bilirim ve hepinizden fazla
da ben korkarım! buyurdu.
Fakat bu korku ile bizim korkularımızın arasında bir münâsebet
yoktur. O korku, bizim korkularımız gibi cennet ve cehennem merte-
belerinin endîşesi veyahut bulunduğumuz mevkilerin kaybolması kor-
kusu değil, sırf Allah'ın ululuk ve büyüklüğünün heybetinden hâsıl
olan bir korkudur."
- "(Şeyh Mustafa Efendiye hitapla) Bir şey buyurmayacak mısı-
nız şeyh efendi hazretleri?"
1- El-ulemâü veresetü'l-enbiyâ.
2- Fâtır sûresi, 28. âyet: "İnnemâ yahşallâhe min ibâdihi'l-ulemâ."
SOHBETLER 499
Şeyh Mustafa Efendi:
- Dinleyeceğiz Efendim.
- "Bu her gece mi?"
- Evet, her gece dinleyeceğiz.
- "(Şeyh Abdullah Efendiye hitapla) Buyurun şeyhim, bir şey
söyleyin!"
Şeyh Abdullah Efendi:
- Bir ârif-i billâhın ağzından Fusus dinlenilse çok istifadeli olur.
- "Fakat onu anlamak her kişinin kârı değil, er kişinin kârıdır.
Fakir için müşkül... Bir kere, okumak için mükemmel Arapça bilmeli.
Sonra onu anlamak için bilgi sahibi olmalı. Haldır haldır okunur am-
ma, öyle okumak işe yaramaz.
Hazret-i Muhiddîn, zamanının, asrının kutbü'l-aktâbı idi. Kelime
nâmı altında çok büyük hakikatler ve mânâlar meydana çıkarmıştır.
Söylediği sözler, nihayet câhillerce kendisinin küfür ile suçlanmasına
sebep olmuştur ki, bu yüzden zindana atmışlardır. Halbuki onun bir
küfrünün, ötekilerin cümlesinin îmânından üst olduğunu kimse bilme-
miştir."
Şeyh Abdullah Efendi:
- Lâkin Fusus Türkçe'ye tercüme edilmiştir.
- "Amma onu anlamak için bilmeyi bilmeli. Yoksa nice Araplar
var ki Kuran-ı Kerîmin lafzen mânâsını bildikleri halde hakîkî
mânâsını bilemezler. Cenâb-ı Hak ehlullâhın her birine bir başka türlü
tecellî etmiştir. Kiminden aşkı ile, kiminden ibâdet ve türlü türlü isim-
leri ile görünür. Fakat hepsinin de söylediği birdir. Aralarında aykırılık
yoktur. Latifeleri de kendilerine göre zariftir.
Meselâ, bir gün Seyyid Ahmede'r-Rifâî Hazretleri Basradaki evi-
nin bahçesinde kova ile çiçek suluyormuş. Yanlarında da kendilerine
yardım eden bir kimse varmış. Fakat elinde tuttuğu kovaya bir türlü
hâkim olamaz, sağa sola gitmesini önleyemezmiş. Bir zaman bu hal de-
vam etmiş, nihayet yerden bir avuç toprak alıp havaya fırlatmış.
O sırada da Hazret-i Abdülkâdir Geylânî Bağdat'ta ashabı ile
oturmuş sohbet ediyormuş. Birden, altında bulundukları kubbe dehşet-
li bir gürleme ile sarsılmış. Hazır bulunanlar telâşa düşüp kaçacak ol-
muşlarsa da Hazret: Korkmayın, korkmayın Arab'ı kızdırdık, ondan ol-
du, buyurmuş. Meğer bu, Hazret-i Rifâî'nin kovasını sağa sola sallayan
Hazret-i Abdülkâdir'e, Rifâî Hazretlerinin bir cilvesi imiş. Ne hoş, ne
edep dolu bir karşılıklı cilveleşme..
Bu iki sultanın arasındaki birliğe bakınız. Ahmede'r-Rifâî Hazret-
leri her zaman: Bağdat'a gidip Abdülkâdir Geylânî Hazretlerini ziyaret
500
etmeyen benden uzak olsun... buyururlardı. İşte ehlullah hep birbirleri-
ne karşı bu türlü bir birlik ve beraberlik halindedirler. Çünkü bir vü-
cutturlar. Abdülkâdir Geylânî ile Ahmede'r-Rifâî nasıl bir vücut iseler,
Şems-i Tebrîzî ile Mevlânâ, keza Muhammed (s. a) ile Ali (k.a.v.) de
böyledir. Hâsılı bütün ehlullah böyledir. Bu birliği acaba bugün
maneviyat ehli geçindiği halde birbirlerine cephe almış kimselerin bir
çoğunda nasıl bulursun?"
Ramazan münâsebetiyle her gece misafirlere ve yârana açık olan
selâmlık yine dolu idi. Fakat konuşan, bahs açan kimse çıkmayınca
Medîne-i Münevvere hâtıralarından söz edilmeye başlandı:
- "Mekke ahâlîsi develere binmiş olarak Medine'ye gelirlerken iç-
lerinden biri: Ey ehl-i Medine! Size bizden selâm olsun., der. Sonra bü-
tün kafile bir ağızdan: Salli yâ Rabbî alâ Muhammed rahmeten li'l-
âlemîn derler. Yâni âlemlere rahmet olan o Resûl-i Kibriya'ya salât ey-
le yâ Rabbî! diyerek gelir ve Bâbü's-selâm'm karşısında da yine aynı
salâtı okurlar.
Bu mukaddes şehre ziyaret vazifesini yerine getirmek için gidiş
başka, aşk ile gidiş başka... Aşk ile giden, orada her şeyi kendine zevk
edecek, akrebini, yılanını her şeyini sevecektir. Amma bu hal kendin-
den gelmeli... İllâ da yapayım, demekle olmaz.
Bizim bulunduğumuz saâdethâne, Harem-i Saadete pek yakın idi;
Kubbe-i Saadet, içinde gibi idi.
Orada çok garip şeyler olur. Meselâ bir Akkaş Hafız vardı.
Ziyaretini yapıp İstanbul'a gitmek üzere hazırlığını tamamlamış. Tam
hareket edeceği gece Resûlullah Efendimiz Hazretleri mânâ âleminde
kendisine: Bizim vazifemiz ağır mı geldi de gidiyorsun yâ hafız? buyur-
muşlar. Bunun üzerine o zat da Medine'de yerleşmiş kalmış.
Akkaş Hafızın vazifesi, Harem-i Şerifte Kur'ân-ı Kerim okumak
isteyenlere cüz' vermek idi. Ekser zaman Harem-i Şerifte ayakta du-
rurdu. Sokağa çıktığı vakit de ağzından Kuran tilâveti eksik olmazdı.
Birçok zamandan beri mücavir mübarek bir zat idi.
Bir gün kendisine giderek: Efendi Hazretleri, yarın mektepte
mükâfat dağıtma merasimi olacak, mektebi şereflendirirseniz gelişiniz-
le ihya olurum, dedim. Cevap olarak: Oğlum, ben bir yere çıkmıyorum,
fakat mademki arzu ediyorsun, peki, dedi.
Mektep talebesini yerliler, sâdat ve eşraf evlâtları teşkil ediyordu.
Bu mektepte İstanbul mekteplerinin en yeni usûllerini takip ettiğim
SOHBETLER 501
halde, ahâlîden zerre kadar bir îtiraz görmedim. Hep güzel karşıladı-
lar. Zikri geçen bu mübarek zat, mükâfat dağıtıldığı gün mektebi şeref-
lendirdi ve merasimden sonra herkesle beraber gitti. Ertesi gün Ha-
rem-i Şerifte yanıma geldi: Aman oğlum, ver elini öpeyim, dedi. Bu
teklife karşı: Ben senin ayağını öpeyim, dedim. Mumaileyh: Allah
rızâsı için ver öpeyim, diye ısrar edince, neden, sebep nedir? diye sor-
dum. Cevap olarak: Ben bu gece senin için Resûlullah'tan azar işittim.
Dün mektepte mükâfat merasimi için: Kenan Bey burada bu bidati
neden yaptı? Burada böyle şeyler söker mi? diye içimden bir îtiraz ge-
çirmiştim. Bu gece Resûlullah Efendimiz ile müşerref oldum. Yâ Akkaş
ne için onun işine karışıyorsun? diye ferman buyurdular. Bunun için
ben de sizden af diliyorum, dedi.
Hâsılı, Medîne pek acayip bir yerdir. Orada her şey dakikası
dakikasına meydana çıkar. Ben oraya aşk ile gittim. Gözüm başka şey
görmüyordu. İstanbul'da vazifem çok parlaktı. Bu vazifeyi terkederek
oraya gideceğim için maâriften: Orası çöldür, buradaki güzel işini bıra-
kıp da nasıl gidiyorsun, deli misin, sen? diyorlardı. Halbuki oraya değil
müdürlük, mubassırlık veya hademelikle gönderseler yine gidecektim.
Talebeyi toplayıp, Harem-i Şerifte, Hazret-i Peygamberin huzu-
runda bir ağızdan salât u selâm getirmek, benim için en büyük dünya
saadetlerinin üstünde idi.
Seyyitlerin reisi, nakîbul-eşraf, Alevî Bâ-Fakîh isminde mübarek
bir zat vardı. Hazâ Resûlullah nesli olduğu yüzünden okunurdu. İstan-
bul'a geleceğim zaman gittim veda ediyordum: Bu mazhariyet sizden
başka kimseye olmamıştır. Sizi, bilen seviyor, bilmeyen seviyor. Buna
hayret ediyorum. Bu da Resûlullah Efendimizin size karşı teveccühü-
dür, sizi tebrik ederim, demişti.
Medine'ye ikinci defa gidişimde, geleceğimi kimseye haber verme-
miştim. Fakat istasyona mızıka çıkmış. Pek çok kimselerin ellerinde
hurma, bâzılarının ellerinde berâdiye dedikleri su testileri hep istasyo-
na gelmişlerdi. Daha neler ve neler... Cilve-i Resûlullah bunlar. Bu gibi
şeyler akıl ve muhakemenin dışındadır.
Bir Şeyh Osman Efendi vardı. Nakşî şeyhlerinden idi. Mekke'ye
giderken devesini kaybetmiş ve susuzluktan bîtap düşmüş. İşte baygın
düşüp kendinden geçtiği bir sırada: Ey gayb erleri bana su verin! diye
yalvarmış. Derhal karşısında, ellerinde su tulumları ile iki bedevî güze-
li zuhur etmiş. Bunlardan biri: Tefaddal yâ şeydi! Yâni buyur efendi...
diyerek kırbaları adamcağızın ağzına dayamış. Osman Efendi kana ka-
na suyu içtikten sonra: Bu tarafa gidersen kafileye ulaşırsın! diyerek
bir cihet gösterip kaybolmuşlar.
502
İşte burada da görüldüğü gibi, benim de bildiğim bir şey varsa, o
da, kudret ve kuvvetin Allah'ın olduğu ve ondan başka bir mevcut ol-
madığıdır."
- "Rauf Efendi bir şey söylesene oğlum..."
Rauf Efendi:
- En büyük günah nedir?
- "Resûlullah Efendimiz'in buyurdukları gibi: Senin vücûdun öyle
bir günahtır ki ona hiçbir günah kıyas kabul etmez. Bu, bir ejderhâdır.
Yılanın en büyük başı da dünya sevgisidir. Tamah, haset, kibir, şehvet,
öğünme, riya, işte bunlar yılanın diğer altı başıdır ki, birinciye nazaran
küçüktür."
Şeyh Abdullah Efendi:
- Bunlardan kurtulmak için sığındığımız ve güvendiğimiz büyük-
lerimize dua ediyoruz:
- "Sâde duâ ile olmaz. Bu gibi şeyleri yapmamaya da azmetmeli.
ibâdetten maksat, mânâdır. Evvelce büyükler bir seyahate çıktıkları
vakit, gittikleri yerde kabir veya şu bu ziyaretinden evvel insan ararlar
ve onu ziyaret edip manevî zahirelerini tedârik ederlermiş.
Mekke'de bulunduğum vakit, hac esnasında Minâ'da şeytan taşlı-
yorduk. Yanımda iki kişi, her ne sebepten dolayı ise boğaz boğaza kav-
gaya tutuşmuşlardı. Onların bu hareketlerinin mânâdan ne kadar
uzak olduğunu düşünüyor ve istiğfar ediyordum: Zîra bu şeytan taşla-
ma keyfiyeti, içimizdeki şeytanları taşlamak ve böylece de herkese an-
latabilmek için zahire çıkarılmış bir ders idi.
Şeriat esasları, hep insanın kemâle ermesi içindir. Dinler, esas
itibariyle birdir. İptidaî dinlerden tutunuz, İbrahim'den, Musa'dan,
isa'dan İslâmiyet'e kadar bütün dinler mânâ itibariyle hep birdir. Mak-
sat içini temizlemek ve Allah'ın istediği ahlâkı bilmek ve hal etmektir.
Nasıl ki iptidaî mektepten üniversiteye varıncaya kadar bir talebe bilgi
kazanma safhalarını geçirirse, din dahi bu safhaları geçirmiş ve İslâmi-
yet'te son tekâmülünü bulmuştur. Onun için İslâmiyet denince, tekâ-
mül etmiş Mûseviyet, tekâmül etmiş Iseviyet demek olur. İslâmiyet'ten
öte bir tekâmül yoktur. Yalnız bizim noksanımız ilimdir. Onun için
cehaletimiz her bir yanlışa sebebiyet veriyor. Meselâ din bilgisi olma-
yan hattâ din hakkında fikri bulunmayan bir kimse, senden îmâna ve
dîne âit malûmat istiyor, sualler soruyor. Amma onun bu araştırıcılığı-
na karşılık: Sus, kâfir oldun, der, fikrî ve ilmî seviyesine çıkıp onu ikna
SOHBETLER 503
ve tatmin edemezsen elbet senden kaçar. Onun için bir mürşit, zama-
nın ilmine ve fennine vâkıf olmazsa, kuş dili bilici Süleyman olamaz.
Geçen gün hocanın biri, kırmızı fes giymek şeytan işidir, diye
camide vaaz ediyordu. Ne devirdeyiz a hoca? Âlem şimdi ne türlü tekâ-
mül eylemiş ve eylemekte. Sen ise ne diyorsun? Teşbihle muharebeye
gidilir mi? Krup topu kullanılan bir zamanda istersen sen kullanma!"
Şeyh Abdullah Efendi:
-Eski fikirler...
- "Eski ne demek? Kokmuş fikirler! Eski de bir şeydir. Bunlara es-
ki denmez, hurafe denir. Uydurma masal... denir. Eski fikirlerde ne bü-
yüklükler vardır. İki kere iki kâlû-belâdan beri dört eder. Bu, eskidir
diye değişiyor mu? Güneş, eskiden beri şarktan doğuyor, bu da eskidir
diye garptan mı doğsun?
Allah, Allah'tır, hiç değişir mi?
Maârif müfettişliğinde bulunduğum zaman, talimatta talebeye
ilâhî ve marş öğretilme kaydı olduğu halde, ilâhî nâmına hiçbir şey öğ-
retilmediğini teftişim esnasında görmüştüm. Fakat çocuklara, asrın
îcâbı, çok eski ilâhîleri öğretmek mümkün olmadığı için onların anlayıp
zevk alacakları birkaç ilâhî besteledim. Daha fazla alâkalarını çekmek
için de piyano ile geçtim.
Lâkin, derhal itirazlar başladı. Çalgı ile ilâhî okunur mu, diye acı
acı söylentiler çoğaldı. Niçin olmasın, dedim. Çalgı da benimle birlikte
aynı ilâhîyi tatlı bir sesle söylerse neden caiz olmasın. Çalgı da, ben de
ilâhî söylüyoruz. Ayıp ve günah bunun neresinde?"
Şeyh Yûnus Efendi:
- Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve kuvvetine nihayet yok. Meselâ şu li-
sanların çokluğuna bakın. Türkçe, Arapça, Arnavutça ve saire...
- "Fakir, Harem-i Şerifte bulunduğum vakit her ağızdan türlü
türlü sesler zuhur ederdi. Kimi Allâhu ekber, der; kimi salât u selâm
getirir; kimi Besmele çeker, kimi lâ ilahe illallah der; kimi Kur an okur;
kimi kasîde söylerdi. Fakat bu seslerin hepsi toplanır ve yalnız bir hû...
sadâsı işitilirdi. İşte o lisanların da hepsini birbirine karıştıracak olur-
san, hâsıl olacak sadâ, bir "Hû" sesidir.
Hep Hû duyulan cümlesi bir hoşça şadadır
Amma ne nevadır."
Şeyh Yûnus Efendi:
504
- Allah cümlemize ziyaret nasip etsin.
- "Allah cemâlini göstersin. Cemâlini göstermedikten sonra Medi-
ne'yi ziyaretten ne çıkar?
Arif Hoca isminde bir müderris vardı. Medîne-i Münevvere'de bü-
yük bir hayrat işlemiş, Harem-i Şerife yakın bir medrese yaptırmıştı.
Ne mutlu ona. Bir gün fakiri buldu: Aman yâ Hazret, bu gün ben bit-
tim! dedi. Medreseye sabahleyin bir Hintli geldi. Fevkalâde hürmetle
karşıma oturdu. Aman hoca efendi, bu medreseyi siz yaptırmışsınız.
Çok zamandır da burada bulunuyormuşsunuz. Ne kadar hürmete lâyık
bir zatsınız, sizden istifâde etmeye geldim. Hindistan'dan buraya kadar
hep sizin gibi zevatı aramak için geliyorum, dedi. Görseniz bu sözleri o
kadar hürmetkârâne söylüyordu ki yerimde oturamıyordum.
Sonra: Efendim, sizden bir şey soracağım, kaç senedir buradası-
nız? dedi. On sekiz sene! dedim. Maşallah, maşallah... Aman hoca efen-
di, bu on sekiz sene içinde Resûlullâh'ı kaç kere gördünüz? Söyleyin de
yüreğim ferahlasın! dedi.
Yalan söylemek olmazdı. Düşündüm ve: Hiç görmedim dedim.
Ne?! diye bağırdı. Hiç mi görmedin? Allah aşkına hiç mi görmedin? Öy-
le ise burada ne duruyorsun? Hâne sahibi seni istiskal etmiş! Sana yüz
vermemiş, dedi.
İşte böyle bir muameleye mâruz kaldığım için bittim, bu gün... de-
di. Kendisini teselli için: O cilvedir, üzülmenize sebep olup ecir ve
sevaba nail olasınız diyedir, dedim."
Şeyh Yûnus Efendi:
- Evet buyurduğunuz gibi maksat o cemâli görmek.
- "Şeyhim söylesenize!"
Şeyh Mustafa Efendi:
- Siz buyuruyorsunuz ya, hepsi bir değil mi?
- "Amma sözün akışı durur sonra..."
Şeyh Mustafa Efendi:
- Dâima buyuruyorsunuz. Ne söyleyeyim? Söyleyecek lisan yok ki
söyleyeyim!
- "Nasreddin Hocanın yirmi kürkü varmış. Her gün bir tanesini
giyermiş. Nedir bu böyle? diye sormuşlar. Allah'a şükür, o vermiş giyi-
yorum! demiş."
- "Şeyh Abdullah Efendi, buyurun!"
Şeyh Abdullah Efendi:
SOHBETLER 505
-Ali'nin zikri ibâdettir 1 denildiğine göre, Ali ile meşgul olmak
mı ibâdettir?
- "Ali, demek şunun için ibâdettir ki, Hazret-i Ali, Cenâb-ı Hak'ta
fânî olmuştur. Efendimiz (s. a.) öyle buyuruyor: Kabe'ye nazar, vech-i
Ali'ye nazar, vech-i insân-ı kâmile nazar ibâdettir.
Bu böyle olduğu gibi, öyle ulu bir sultanın nâmım anmak da elbet
ki ibâdettir. Allah'ın bir sevgilisini yâd etmek, elbet de Hakk'ın hoşuna
gider.
İbâdetten maksat, kemâl-i sıdk ve sadâkatle Allah'ı sevmektir.
Allah'ın sevdiğini sevmek de Allah'ı sevmektir.
Ya gönül o hazrete ermek gerek
Ya erene gönül vermek gerek!"
Şeyh Abdullah Efendi:
-Bu mastarı failine mi mefûlüne mi muzaf kılacağız?
- "Şeyh Efendi bu suâliniz, "velezzâlîn" mi, "veleddâlîn" mi,
meselesi gibi bir şey 2 .. İbâdetten maksat, Allah'ı sevmek ve onun sev-
diğini sevmektir. Ehl-i Beyt'i sevmek de, onların yolunda gitmek, rızâ-
larını kazanmaktır. Yoksa aşk ve îmânım Ali, Hu Hasan, Hu Hüseyin
demekle, kuru lâfla olmaz. Onlara muhabbet, ancak yollarına gitmekle
olur.
Ben Bağdat'ta kırk arşın atlardım, desen, burada da atla da göre-
lim, der, elinde hüccet ararlar. Hazret-i Pîr'e oğulları: Baba, ben seni
seviyorum, deyince: Yoluma gitmezsen, yarın âhirette evlâdım olduğu-
nu inkâr ederim, buyurdular. Amma o nesilden gelen evlât, yolundan
da giderse, nurun alâ nûr olur.
Resûlullah Efendimiz: Selman, benim âdemdendir, buyuruyor. Bu
ne büyük şereftir. Yoksa, şerif, seyyit olmuşsun, o şerifliğin, o seyyitli-
ğin eğer onların yoluna gidememişsen bu büyük isme lâyık olmamışsan
neye yarar. Ayet-i kerîmede buyurulduğu üzre: Âhirette senin malına,
mülküne, evlâdına bakmazlar 3 yalnız, hani geçiş tezkeren, varsa buyur
geç, derler. Çünkü orada hasep ve nesep, soy sop yoktur. Resûlullah
(s. a.): Sizin Allah indinde ekreminiz en soylu olanınız takva sahibi ola-
nınızdır, buyuruyor."
1- Zikru Alî ibâdetün (Hadîs-i şerif).
2- Bu veleddâlîn hikâyesi, evvelki sohbetlerde geçmiş olan, bir meselenin ruhunu bıra-
kıp şekli ile meşgul olmayı nükteli bir misalle anlatan bir hikâyedir.
3- Şuarâ sûresi, 88-89. âyet: "Yevme lâ yenfe'u mâlün velâ benûn, illâ men etallâhe bi
kalbin selîm."
506
- "Buyurun Şeyh Abdullah Efendi!"
Şeyh Abdullah Efendi:
- Salât-ı Münciye'yi ârif-i billâh efendimiz şerh etmişler mi?
- "Fakiriniz tercüme ettim. Bu tercümesini yaptığım, Salât-ı Mün-
ciye-i Kâdiriye, Resûlullah Efendimiz tarafından Hazret-i Abdülkâdir'e
manen tâlim buyurulmuştur. Kadiri Evrâd-ı Kebîrinde vardır. Başka
yerde yoktur. Lekad câeküm diye başlar.
Büyükler, hiçbir şeyi hazır bulmadılar, hep çalışıp kazandılar.
Dâima çalıştılar, yalvardılar. Hattâ ve hattâ Resûl-i Kibriya (s. a.) Haz-
retleri, dağda, mağarada nice vakitler riyâzatlar ile vakit geçirdiler.
Açlıktan mübarek pehlûlarına taş bastırdılar. Kaç kereler aşkın
galeyânıyle kendilerini dağdan atmaya kalktılar da Cebrail Aleyhis-
selâm men etti. Tâ ki Kendilerine risâlet gelinceye kadar.
Ehlullah neler çekmişler, ne kadar çalışmış, nice gayretler göster-
mişlerdir. Yoksa tarikat, şu şeyh böyle keramet gösterdi, kazanı, masa-
yı devirdi... gibi saçma sözlerle vakit geçirmek değildir. O büyükler, ne
yolda gitmişler, nasıl çalışmışlar, nasıl gayret göstermişlerdir, sen ona
bak! Mademki kendimize derviş diyoruz, onların yoluna gitmek, hiç ol-
mazsa o niyette olmak lâzımdır.
Mâlûm-i reşâdetiniz, bir karıncaya yolda birisi: Nereye gidiyor-
sun? diye sormuş. Dağı delmeğe gidiyorum, cevâbını alınca, bu küçücük
vücûdunla mı? diye hayret edene karşı karınca: Hiç olmazsa yolunda
bulunurum a... demiş.
Tarikat demek, irfân-ı Muhammedi demektir. Falan pir şöyle uç-
tu, falan şeyh böyle keramet gösterdi, demek değildir. Ehlullah kera-
metten son derece kaçınırlar. Esasen ehlullah demek, baştan aşağı ke-
ramet demektir. İnsanın insanlığı, gayreti ile, çalışması ile ölçülür kâi-
desince, çalışmak şarttır.
Elbet ki insanın elinde bir şey yoktur. Hüküm sahibi Allah'tır, bu-
na şüphe yok. Fakat mademki Allah sana çalış, dedi, şu halde çalışa-
caksın. Ehlullâhın menkıbelerini okuyun, hiçbirinin hazıra konduğu
görülmemiştir.
Ehlullah ve hüve alâ külli şey'in kadîr Allah her şeye kadirdir sır-
rı gereğince her türlü kerameti göstermeye muktedir iseler de, Allah'ın
kânunu üzere olmayan bir şeyi yapmaya razı değillerdir. Onun için
zahiren kerametten çekinir, ancak manen icap edeni gösterirler.
İşte herşey kâmil insana boyun eğer, onun emrine tâbidir. Eğer
sen o kâmil ere ve dolayısıyle ezelde Allâh-ı Zü'1-celâl'e "beli" diyenler-
1- Ârif-i billâh sözü ile kastedilen Kenan Rifâî Hazretleri'dir.
SOHBETLER 507
den değil isen, sana o insân-ı kâmil ve o peygamber bir değil bin mucize
gösterse yine îman etmezsin. Çünkü mucize îman sebebi değildir. îman
sebebi olan, cinsiyettir. Eğer benim cinsimden değil isen îman edemez-
sin. Böyle olmasaydı Resûlullah Efendimize herkesin îman etmesi
lâzım gelirdi. Ortada Ebû Cehiller ve Ebû Leheb'ler kalmazdı. Resû-
lullâh'm mübarek yüzü mucize üstüne mucize iken, ona ne eziyetler et-
tiler, mübarek vechine bile tükürdüler. Levlâk sırrına mazhar olmuş
bir sultân-ı zîşan kadar kim olabilir?
Resûlullâh'ın meclisinde kimler oturuyor: Ebû Bekir, Ömer, Os-
man, Ali... Ebû Cehîl'in meclisinde de onun ayarı olan kimseler... Cins
cinse meyleyler. Bu ilâhî bir kânundur. Tahtakurusu horoz ile gezer
mi? Fil fil ile, karınca karınca iledir.
Nadanı nadan bulur, dânâyı dânâ, dûnu dûn
Cinsine meyleyler elbet bu cihanda her kişi
Şu da var ki geçici olarak iki ayrı cins arasında bir yaklaşma vâki
olsa da, ilk fırsatta ayrılık mukadderdir.
Şeyhin biri, söz arasında dâima: Pır ile gelen zır ile gider dermiş.
Bunun sebebini kendisinden sormuşlar. Benim Derviş Mehmet isminde
bir dervişim vardır. Her zaman: Efendim, bakın herkesin etrafında
yüzlerce müridi bulunuyor. Sizin ise benden başka dervişiniz yok... diye
üzülür dururdu. Birgün Karacaahmet'ten geçerken, iki çocuğun kavga
ettiklerini gördüm. Birinin elinde bir kuş başı, diğerinin elinde bu ku-
şun gövdesi vardı. Çocukların kavgasına netîce vermek üzere birinden
başı, diğerinden gövdeyi alıp, Allah'ın izniyle başı vücûda yapıştırarak
uçurdum. Kuş pır diye gidince kavga da kesildi ve bu hâdise de bütün
memlekete yayılarak pek çok keramet düşkünü gelip bize mürit oldu.
Bir gün Derviş Mehmet'e: Cuma namazını bütün ihvanla beraber
kırda kılalım, dedim. Fakat kimseye hissettirmeden uzunca bir bağır-
sak parçasına su doldurup düğümleyerek belime sardım ve yine bir ta-
vuk kursağını da şişirerek yanına bağladım. Böylece imamete geçerek
namaza durduk. Fakat az sonra su dolu bağırsağın ucundaki düğümü
çözdüm, aynı zamanda kursağı da ses çıkaracak surette oynattım. Bu
suretle namazda abdest bozacak iki hatânın zahir olduğu hissini ver-
dim.
Bu halden sonra namaza devam etmekte oluşuma şaşıran ihvan,
birer ikişer cemâatten ayrılarak kaçtılar. Sâde Derviş Mehmet kaldı.
Nihayet ona: Herkes gitti, sen neden buradasın? Benden zuhur eden
halleri görüp işitmedin mi? dedim. Gördüm ve duydum efendim. Fakat
senin her yaptığında bir hikmet olduğunu bilirim. Bunu öğrenmiş oldu-
508
ğum için susmayı uygun buldum, dedi. İşte, dedim, bir pır ile gelenler
zır ile böyle gider."
- "Şeyh Efendi Hazretleri buyurun!"
Şeyh Abdullah Efendi:
- Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmde: Biz o günde herkesi kendi ima-
mı ile davet ederiz , buyuruyor. İmamdan maksat, bildiğimiz mahalle
imamları demek değildir her halde.
- "Tabiî değil. İmamdan maksat, tâbi olduğunuz, uyduğunuz, ken-
dinize rehber ittihaz ettiğiniz kimsedir. Evet Cenâb-ı Hak herkesi ken-
di imamı, yâni peygamberi, mürşidi ile davet edecektir. Doğruyu göste-
rene uymayıp nefsinin hırslarına, arzularına ve şeytanî davetlere uy-
muş olanlar ise kendilerini şaşırtmış olanlara: Siz bizi aldattınız biz de
size uyduk, haydi kurtarın şimdi? diyecekler. Onlar ise: Bizde kudret
olsa kendimizi kurtarırdık. Haydi ulumuz olan şeytana gidip hâlimizi
anlatalım, diyecekler. Şeytan ise ateşten bir taht üstünde oturmuş ol-
duğu halde: Benden ne istiyorsunuz, niçin geldiniz? diye soracak. On-
lar: Senin vaatlerin çıkmadı, bizi aldattın, haydi bakalım kurtar şim-
di... diye feryat edince, şeytan gülecek ve ben sizi zor ile elinizden tutup
da mı kötü yollara şevkettim? Yoksa bu fenalıklar hoşunuza mı gitti de
o kötü yollara saptınız? Yalnız, kötülükleri süsledim, bezedim, size hoş
gösterdim. Hepsi o kadar. Hem Allah, düşmanınız olduğumu size bil-
dirdi. Bana uymayıp kendisine tapmanızı tavsiye etti. Halbuki nefsiniz
benim gösterdiğim yolu cazip buldu, onun için de Hakk'm sözünü değil
beni dinlediniz. Şu halde beni kötüleyeceğinize kendi nefsinizi kötüle-
yin! diyecek.
Şeytan, insanları kandırmak ve aldatmakla mükellef bir memur-
dur. Nasıl ki Cenâb-ı Hakka: Yâ Mudil, diye hitap ediyor ve dalâleti de
Allah'tan istiyor.
Enbiyâ da Cenâb-ı Hakka: Yâ Hâdî! diye hitap ediyor ve hidâyeti
Allah'tan diliyor.
Yalnız şeytanın, Allah'ın has kullarına dişi geçmiyor, onları alt et-
meye gücü yetmiyor. Tıpkı bir bostan köpeğinin, efendisi ve efendisinin
akraba ve taallûkâtı ve hattâ ahbapları önünde yaltaklanıp ayaklarına
sürünmesi gibi. İşte Şeytan da o has kulların ihlâslı kapılarında öyle-
ce yuvarlanır durur.
1- İsrâ sûresi, 71. âyet: "Yevme ned'û külle ünâsin bi-imâmihim."
SOHBETLER 509
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de: Nas, zannederler mi ki, biz
Allah'a ve âhirete îman ederek namaz kılar oruç tutarız; biz Allah'ın
mü'min kullarıyız, demekle bırakılacaklar mı? 1
Keza, ben sâdık dervişim, diyenler için de hiç hatır ve hayâle gel-
meyecek şeyler, hastalıklar, darlıklar, türlü çileler ve mücâdeleler var-
dır. İşte bütün bu nefislerine ağır gelen keyfiyetler ile imtihan olunur-
lar.
Cenâb-ı Hak bu imtihanları neden yapar? Kullarını bilmiyor mu?
derseniz, kendi derece ve mevkilerini gösterip, bizzat tasdik ve imza et-
tirmek için yapar. Tâ ki kim yalancı, kim doğrucu meydana çıksın. Zira
o da sâdıkım, diyor, öteki de. Amma imtihan vaktinde iş meydana çı-
kıp, doğrucu ve yalancı belli oluyor.
Hep hoşuna giden şeylere memnun olup, iğnenin ucunu görür gör-
mez feryat edip bağırmak çağırmak olur mu? Maksat, Allah deyip dur-
mak ve ondan ne gelirse razı olmaktır ki, Hak da senden razı olsun."
- Tevhidin hakikati nedir 1 ?
- "Muhiddîn-i Arabî Hazretleri: Tevhidin hakikati sükûttur, bu-
yurmuşlardır. Tarikattan maksat da edeptir. Hele itiraz, tarîkatin en
büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn-i Arabî Hazretleri öyle buyurur:
Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itminan hâsıl etmek,
yâni emin olmak kanâat getirmek için sormak başka.
Ömer Bey:
- Muâviye hakkında çok şeyler işitiyoruz. Efendimiz ne buyurur-
lar?
- "Muâviye'nin Resûlullah Efendimiz'in huzûr-ı saâdetleriyle,
mübarek cemâliyle müşerref olmasına hürmetim vardır. Kendisinden
birçok şeyler zuhur etmiştir. Fakat biz dervişler, kimseye lanet etmez,
şu şudur, bu budur demeyiz. Bize ancak kendi Yezid nefsimize lanet et-
mek yaraşır. Çünkü biz hiçbir şeye sahip değiliz. Af da bizde değil, ceza
da. Lâ faile illallah. Yâni Allah'tan başka fail olmadığını bilmiyorsak
yazık bize! Çünkü bu takdirde lâ ilahe illallah demiş olamayız. Lâ ilahe
illallah demek için de bütün esmâ-yı hüsnâyı tasdik etmek lâzımdır.
Seyyid Ahmede'r-Rifâî kitabında Kerbelâ vak'asının zuhurunun
1- Ankebût sûresi, 1-3. âyet: "Elif, lâm, mim. Ehasibe'n-nâse en yütrekû en yekülû
âmenna ve hüm lâ yüftenûn...: Elif, lâm, mim. Andolsun, biz kendilerinden öncekile-
ri de denemişken, insanlar "inandık" deyince denenmeden bırakılacaklarını mı san-
dılar."
510
sebebi vardır. Onun için cevizin kabuğunda kalmamalı, özüne ve ondan
da özünün özüne girmelidir. Çünkü özü, îman mertebesidir. Halbuki o
özü, bir ince deri örtmüştür ki, cevizi acı yapar. Onu da sıyırınca acılık
falan kalmaz. Süt gibi olan özün özü meydana çıkar.
Elbet, ben Allah'ın sevdiğini severim; sevmediğini sevmem, bu bir
tabiî haldir.
Dergâhlarda mersiye okunduğu vakit Yezide lanetler ederler.
Hazret-i Hüseyin'i şu kadar yerinden yaraladılar, şöyle yaptılar, böyle
ettiler, diye sayıp dökerek bu hazin ve elîm vakaya birçok da fazlalık-
lar katarlar. Fakat bütün bu sözleri kimi dışarıda sigara içerek, kimi
içeride konuşarak, kimi sâdece bir vakadır diye, kimi ise ağlayarak
dinlerler. Bana kalırsa bu gibi şeyleri tekrarlamak, bir nevî lâubalilik
ve küstahlık demektir.
Yapan, yaptıran Allah'tır. Allah'ın emri olmaksızın bir kıl oyna-
maz. Nerede kaldı ki Ehl-i Beyt hakkında böyle mühim bir vak'a, o
irâdenin hilâfında yapılmış olsun. Lâyığına ceza, müstahakkına mükâ-
fat vermek de o irâdenin sânıdır. Sen kendi başına bak. Seni Allah'tan
ve Ehl-i Beyt'ten uzaklaştıracak olan nefsindir, onu ıslâha çalış.
Edirnekapısı tarafında bir dergâhta yine böyle bir mersiye okunu-
yormuş. Dervişin biri hacet için dergâhtan çıktığı vakit, oracıkta bir si-
mitçinin durduğunu görerek: Be adam, içeride mersiye okunuyor, sen
burada ne duruyorsun? demiş. Simitçi, mersiyenin mânâsını sorup an-
ladıktan sonra: Yâ, demek oluyor ki siz bunları hem dinliyor hem de
hâlâ yaşıyorsunuz, Medet yâ Hüseyin! diye kendisini ortaya atarak can
vermiş.
İşte mersiye dinlemek böyle olur. Böyle olmayınca da onu oku-
makta bir mânâ yoktur. Nefsin Yezit'i senin içinde olduğu halde, bun-
dan bin üç yüz şu kadar sene evvel gelen Yezit'e lanet ne kadar abestir.
Onun için ya hayır söylemeli ya susmalı.
Acaba Allah'ın muradı olmasaydı, bu ciğer paralayıcı vak'a husule
gelebilir miydi? O halde bundan, Allah'ın işine karışmak çıkmaz mı?
Allah'ın işine karışmanın ise ne kadar kötü bir şey olduğunu bilmeye-
cek kadar cehalette bulunmak reva mıdır?"
- "Şeyhim buyursanıza..."
Şeyh Mustafa Efendi:
- Himmetinizi bekleriz Efendim.
- "Hacı Bey söyle bakalım! Rauf Efendi söyle!"
SOHBETLER 511
Rauf Efendi:
- Mesnevî-i Şerifte: Aşk çeşmesinden abdest almaktan bahis ge-
çer. Bu ne demektir?
- "Yâni aşkın bütün vücûdu kaplaması demektir.
Zerrece aşk odu olsa bil yakar varlığın
Aşk odu ister ki yârdan gayrı bir şey kalmasın
Bak âyet-i kerîmede de ne buyuruluyor: Mülûk yâni hükümdarlar
bir şehre dâhil olduğu vakit, o şehrin eşrafını zelil ve hakir kılar 1 . Bu
âyet-i kerîmenin bâtın mânâsı, aşk sultânı kalp memleketine dâhil ol-
duğu vakit, o memleketin ileri gelenlerinden olan benlik gibi, gurur gi-
bi, öğünme, kibir ve şehvet gibi nefsin büyüklerini ya öldürür veya ken-
dine boyun eğdirir. Yâni o kalp evinde hükmünü yürütenleri, Resû-
lullah Efendimiz'in Beytullah'ta putları kırdığı gibi kırar.
İşte aşk çeşmesinden abdest alıp dört tekbir ile er kişi niyetine de-
din mi o vakit senin bu mevhum vücûdun gidip, yerine ilâhî bir vücut
gelir ki, işte bu vücûdun nazarında, kahır da lütuf da bir olur. Etlerini
cımbız ile koparsalar, ateşle yaksalar, yahut gülistan içinde bulundur-
salar senin için hep birdir. Esasen âşıklığın ölçüsü, kahır ile lutfu bir
bilmektir. Bâzı kimseler, sâdece lutfunu isterim, der, celâl tarafına ge-
lince, ben paşamı bu kadar severim, der gibi kaçarlar. Mademki beni
seviyorsun, seni okşamamı sevdiğin gibi, acılarıma da katlanmalısın.
Ancak o vakit beni sevdiğin sabit olmuş olur. Böyle olmadıkça da, beni
sevmekliğin, yalnız iltifat ve lutuflarma muhabbetten başka bir şey ol-
mamış olur, ki bu da bir nevi şirktir."
Hafız Rızâ Efendi:
-Aşk mahlûk mudur?
- "Ben gizli bir hazîneydim, istedim ki bilineyim 2 , gereğince aşk,
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatıdır.
İşte yukarıda da söylediğimiz gibi, aşk çeşmesinden abdest alan
kimse, dünyâyı terk, âhireti terk, varlığı terk, terki terk denen dört
tekbîri bir etmiş olur. Kendi de o zaman lâ ilahe katarına katılıp gider.
Geri kalan ise illallah olur.
Nihayet nedir, diye sorarsan, başlangıca dönüştür."
Hafız Rızâ Efendi: 2
- Terk-i terkten, terkten vazgeçmek gibi bir mânâ çıkmıyor mu?
- "Hayır. O vakit hakikat zahir oluyor ve terkedilecek bir şey kal-
1- Nemi sûresi, 34. âyet.
2- Küntü kenzen mahfîyyen fe ahbebtü en ûrefe (Hadîs-i kudsî).
3- Ali Rıza Sağman, târih hocası.
512
mıyor. Mâsivallâhı yâni Allah'tan gayri şeyleri terketmek bir mertebe
ehli için doğrudur. Fakat bu dereceden yükseldikten sonra göz gayrı
görmez ki terke lüzum kalsın. O zaman lâ mevcûde illallah olduğu or-
taya çıkar. Bunun için onlar terki de terk etmişlerdir.
Beşikteki çocuğa baklava, börek, et vermeyi düşünemezsin. Yavaş
yavaş büyüdükçe onları yemeğe de sıra gelir.
Mademki ben dünya ile doluyum, bu mâsivâ zevklerinden kendimi
sıyıracağım ki yüzümü âhirete döndürebileyim. Ahireti de terkedece-
ğim ki cemâle döneyim. Cenâb-ı Hak: Rabbine o senden, sen ondan
razı olduğun halde dön... 1 buyurmakla kulunu, ihlâs sahibi kullarının
gireceği kendine has cennetine davet ediyor. Çünkü ancak o zaman o
kul Allah'tan, Allah da ondan razı olmuş olur.
Sen hurileri, gılmanları zebercetten köşkleri olan cenneti isteyece-
ğine yüce bir kâmil velînin aşkı halkasına dâhil olmakla elde edeceğin
cenneti iste ki âyet-i kerîmede buyurulan cennete dâhil olmuş olasın.
Bir Debbağ Yûnus Mahallesi imamı vardı. Sesi güzeldi. Ben de o
vakit Nümûne-i Terâkki müdürü idim. O da Kur'ân-ı Kerim hocası idi.
Bâzan oturur hasbihal ederdik. Birgün bu konuşmalarımızın birinde,
hayâtında kendisine tesir etmiş herhangi bir hâdise olup olmadığını
sordum. Cevap olarak dedi ki: Bir gün beni bir kız mektebine mümey-
yizliğe çağırmışlardı. Karşıma güzel bir kız geldi, Kur'ân-ı Kerim oku-
maya başladı. Tecvitten bu ne olur, diye bir sual sordum. Pek cilveli bir
cevapla: İhfâ, dedi. Bu karşılık ve kızın oynaklığı pek hoşuma gitti, duâ
ettim: Yâ Rabbî, bunu bana dünyâda nasip etmezsin bilirim, bari âhi-
rette nasip eyle! dedim.
Allah rahmet eylesin, temiz, müslüman bir adamdı. Güzel Kur'â-
n-ı Kerim okurdu. Amma cennete bu türlü temennilerle buradan hazır-
lanıyordu. A adamcağız, o kızın orada ne olacağını ne biliyorsun? Esa-
sen daha dünyâda elli atmış sene sonra karşına getirseler, istiyordun
al hoca efendi! deseler, iğrenir kaçardın.
Muhakkak ki mânâyı anlamak ve mânâdan zevk almak müşkül-
dür. Faraza bir mecliste aşktan ve mânâdan bahsedersin, bütün o kala-
balık içinde bunu anlayan pek az kimse çıkar. Halbuki cehennemde
zincirler var ki bir tanesi beş bin beş yüz okkadır. Zebaniler şöyle asa-
cak, böyle kesecekler... dedin mi, herkes birden gözlerini açıp döğünme-
ye başlarlar.
İşte idrak seviyeleri daha üst mertebelerin hâlinden anlamayan
çocuk ruhlu kimselere, oyalayıcı hikâyeler tarzında sözler söylersen
1- Fecr sûresi, 28. âyet: "İrciî ilâ Rabbiki râdiyeten mardiyye."
SOHBETLER 513
dinletebilirsin. Bu arada da mânâya âit bâzı şeyler öğretebilirsen ne
âlâ. Fakat sırf mânâdan bahsedecek olsan tahammül edemez, kaçarlar.
Aşk, Cenâb-ı Hakk'ın lutfudur, nasip iledir. Her yiğidin kârı değil-
dir. İşte bu gibi kimseler ak sakallı da olsalar, başlarına babadan kal-
ma bir taç da giyseler, aslı bırakıp teferruat ile uğraştıkları için çocuk
mesâbesindedirler."
Ömer Efendi:
- Enelhak diyenlerin aşkı yok mudur 1 ?
- "Nasıl olmaz? Onların kendileri aşk olmuştur. Esasen onlardan
enelhak diyen de kendileri değil, o aşktır yâni Hak'tır.
Bunuinde enbiyâ ve evliyanın istediği cennet, Cenâb-ı Hakk'ın cemâli cen-
netidir. Bunların, köşkler, huriler ve gılmanlar ile münâsebetleri yok-
tur. Âyet-i kerîmede: Ey mutmainne olan nefis! Ben senden sen benden
razı olduğumuz halde benim sâlih kullarımın zümresine dâhil ol ve bu
suretle bana has olan cennetime gir 2 diye buyuruluyor ki bu has olan
cennet de, cemal cennetidir. Râbia Adeviye Hazretlerinin buyurduğu
1- ed-Dünya mezra'atu 1-âhire.
2- Fecr sûresi, 27-30. âyet: "Yâ eyyühetühe'n-nefsü'l-mutmainne, irciî ilâ Rabbiki
râdiyeten mardiyye, fedhulî fi ibâdî v'edhulî fi cenneti."
522
da işte budur."
Münafıklık nedir 1 ?
- "Münafık, içi dışı başka olan kimse demektir ki en büyük günah-
lardan biridir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de münâfıkı anlatırken:
Kalplerinde olmayanı dilleriyle söyleyenler, yâni içleri başka dışları
başka olanlardır, buyuruyor. Ve yine Allah'a îman ettiklerini zanne-
derler. Hattâ namaz kılıp oruç da tutarlar. Fakat bu halleriyle cehen-
nemin en alt derecesine giderler, diyor.
Hazret-i Peygamber zamanında yirmi yedi münafık vardı ki, Efen-
dimiz bunları yalnız Ebû Zer-i Gıfârî Hazretlerine söylemişlerdir.
Ashâb-ı Kiram, Ebû Zer Hazretleri kimin cenazesinde bulunmazsa, o
kimsenin münafık olduğunu bu suretle anlarlardı.
Resûlullah, hakikat güneşi, Allah'ın sevgilisi ve âlemlere rahmet
olarak gönderildiği, iki cihan da onun için halkolunduğu halde, işte
devrinde yirmi yedi münafık mevcuttu. Peygamberimizden sonra,
neûzibillah, birçokları dinden çıktı."
Mecliste bulunanlardan bâzıları, cami vaizlerinden söz açtı, Şeyh
Yûnus Efendinin de yeni dinlemiş olduğu çok basit bir vaazı naklet-
mesi üzerine:
- "Evet şeyhim, bizim vaiz efendiler, Allah cümlesine ve cümlemi-
ze selâmet versin, nasıl bir noktada kalmışlar ise, hep o noktadan ve
aynı bilgi seviyesinden hareket ediyorlar. Halbuki zaman değişti, deği-
şiyor ve değişecek. Şu halde senin de ona göre ders vermen lâzım ki
dinlensin. Onun için vaazın da zamana göre olması îcap eder. İnsanla-
ra akıllarının yettiği mertebeden söyle 1 hadîs-i şerifi işte bize kâfi bir
ölçüdür. Zamanın idrâki, anlayışı ne seviyede ise sen de o seviyeye göre
konuşacaksın.
Meselâ imanlı, itikatlı bir müslümana: Allah böyle buyuruyor,
Resûlullah şöyle buyuruyor, diyecek olsan, derhal tasdik eder. Halbuki
zanlarına göre kendilerinin bilgili, âlim ve hakikatlere âşinâ oldukları-
nı farzeden ve hayal peşinde koşan kimselere âyet ve hadis ile karşı çı-
kamazsın. Onları hakikatlere yaklaştırmak için, bilgilerinden üstün
bilgiye mâlik olmak lâzımdır. Resûlullah Efendimiz kâfirlerin üstüne
1- Kellimu n-nâse alâ kaderi ukülihim.
SOHBETLER 523
teşbihle yürümedi. Gazaya da üfürükle gitmedi. Hendekler açtırdı, biz-
zat muharebe etti, yaralanmcaya kadar gazada bulundu. Her müşkülü
çözmeye, her mucizeyi göstermeye kadir iken yapmadı. Bir işaretiyle
kâfirleri dağıtmaya gücü yettiği halde niçin bu kadar zahmetlere atıl-
dı? Çünkü zahirin hakkını vermek lâzımdı. Zahiri zahir ile mağlûp et-
mek, Allah'ın sevgililerinin âdetidir. Madde, mânâdan; mânâ da mad-
deden, yâni zahir bâtından; bâtın zahirden; evvel âhirden ayrılmaz.
Bâtın, zahirin, zahir bâtının, âhir evvelin, evvel de âhirin
aynıdır 1 .
Onun için, ezelde şakî olan, nihayette de yine şakî olur. Onun için,
çizmeye başladığın dâirenin son noktası, ilk başladığın noktaya ulaşır.
Meselâ herhangi bir işi evvelâ zihninde kararlaştırır, düşünür,
sonra bu tasavvurunu tatbik edersin. Demek oluyor ki bu yapmak fiili-
ne hükmeden, tasavvur ve karârındır ve yapılan şey, önceden kararlaş-
tırılmış olan tasavvurlarındır.
Senin hareketlerin, fikrî faaliyetlerinin neticesidir. İlâhî irâde
evvelâ Kürs'te, Arş'ta sonra da melekler vâsıtasıyle madde âleminde te-
zahür eder. Bunun gibi, sen de olmasını arzu ettiğin bir şeyi evvelâ ta-
savvur ve tahayyül eder, sonra da vücûdunun meleklerinden olan el,
ayak vesâir âzâ vâsıtasıyle ortaya çıkarırsın. Faraza yazmak istediğin
bir mektubun mevzuu ve mâhiyetini evvelâ düşünür, sonra da melek-
lerden olan elin ve madde mertebesinde olan kalem ve mürekkep vâsı-
tasıyle de bu tasavvur ve tahayyül ettiğin mevzuu kâğıda geçirirsin.
Demek oluyor ki vücûdunda hâkim olan ruh, arzusunu yerine ge-
tirmek için, o arzuyu hayalden ve zihinden geçirerek, el ayak vesaire
gibi melekler mesabesinde olan kuvvetlere emreder, böylece de o arzu-
yu icra ettirir. Hâsılı, bâtında bir fikir zihinde hükme bağlanmadıkça
zahirde meydana çıkmaz."
Ömer Efendi:
- Kulun işlediği kötülükler de Allah'tan mıdır 1 ?
- "Şüphesiz kötülükleri şerri de veren Allah'tır. Hayır da şer de
Allah'tandır 2 . Yalnız, Allah şerre razı değildir. Fakat sen bunu ister ve:
Bana şer ver! dersen, o da verir.
Allah'ın emirlerine muhalif davranmak, karşı gelmek de: Bana şer
ver, demektir. İyilik Allah'tan; şer ise insanın kendi nefsindendir. Fa-
1- Hadîd sûresi, 3. âyet: Hüve'l-evvelü ve'1-âhiru ve'z-zâhiru ve'1-bâtın.
2- Hayrihî ve şerrihî min Allâhi teâlâ (Hadîs-i şerif).
524
kat netice itibariyle hepsi Allah'tandır. De yâ Habîbim her şey Al-
lah'tandır 1 .
Resûlullah Efendimiz şeytanı görüp nereye gittiğini sordu. Şey-
tan, birisini dalâlete düşürmeye, yoldan çıkarmaya gidiyorum, dedi.
Bunun üzerine Efendimiz: Ben Allah'ın emir ve hükümlerini tebliğ için
gönderildim. Fakat bende hidâyetten bir şey yoktur. Şeytan da
dalâlete düşürücü, günah işletici olarak halkoldu; fakat onda da
dalâletten bir şey yoktur, buyurdular.
Demek oluyor ki kudret ve kuvvet herşey Allâh-ı Zü'1-celâl'indir,
vesselam.
Hak yolunda bulunanlar, gerek kötü görünen gerek iyi görünen
hiçbir şeye itiraz etmezler. Çünkü bilirler ki bunlar safha safha oyun-
lardır. Allah'ın tecellîsi bir değildir, sonsuzdur 2 . İlâhî saltanata nihayet
yoktur. Onun için bu kimseler, dâima tarikat edebi ve irfan mektebi
hocalarının öğrettikleri edep üzre giderler.
Edep ise iki kısımdır: Biri zahir, diğeri bâtın edebidir.
Zahir edebi, şerîat-i Muhammediye'yi tutmaktır. Bâtın edebi ise
Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufunu abes görmemektir, şu sarhoştu, şu kötüy-
dü, şu çirkindi dememektir.
Birgün Hazret-i Pîr Efendimiz yanlarında ihvânıyle otururken iç-
lerinden birine: Şurada bir kimseyi zina ederken görsen ne dersin? diye
sordu. Zânî derim, diye cevap alması üzerine: Zânî deme buyurdu. Ne
bilirsin o dakikada bir tövbe-i nasuh ile yana yakıla Allah'ına rücû edip
senden ileri gitmeyeceğini? Bu takdirde o zâta hor gözle baktığından
dolayı hâlin ne olur? İşte bunun için bize kimseyi hor görmek, küçük
görmek yakışmaz. Bahusus fiili Hak'tan bilince, bunun ne büyük küs-
tahlık olduğu meydana çıkar.
Hâsılı hiçbir şeye abes gözüyle bakmayıp, îtiraz etmeyeceksin. Bi-
leceksin ki her şey Cenâb-ı Hak'tandır. Onun için de Âyete'l-Kürsî'yi
okumak kâfidir. Fakat mânâsını anlayarak okumak şart.
Tekrar ediyorum: Bilmeli ki Allah murat etmedikçe bir şey ola-
maz. Onun için dilini tutmak lâzımdır. Hadîs-i şerifte de buyurulduğu
gibi, ya hayır söyle ya sus!
Kur'ân-ı Kerîm baştan aşağı edeptir ve edebi telkin edicidir.
Tekrar edelim ki, iyilik de kötülük de Allah'tandır. Onun için yer-
de süründüğünü gördüğün bir topala bir köre acıma, vah zavallı, neden
böyle olmuş, deme. icap ederse sadaka ver, yardım eyle. Lâyığı ne ise
1- Nisa sûresi, 78. âyet: "Kul küllün min indallâh."
2- Rahman sûresi, 29. âyet: "Külle yevmin hüve fi şe'n."
SOHBETLER 525
Allah ona bunu vermiştir. Eğer kedinin kanadı olsaydı, yeryüzünde
serçe kuşunun tohumu kalmazdı. Her şeyde bir hikmet gizli olduğunu
bilmek, arif kişi kârıdır. Onun için de bize itiraz yakışmaz."
Şâir Yûsuf Ziya Bey'e hitapla:
- "Söylesene şâirim.. Söyle de söz sözü açsın."
Yûsuf Ziya Bey:
-Dünya halkolmadan evvel ne vardı?
- "Allah vardı ve Allah'tan başka birşey yoktu. Kendi de âmâda
yâni ademde idi. Allah vardı, onunla başka bir şey yoktu 1 hadîs-i şerifi,
Hazret-i Cüneyd'in huzurunda okunup îzâhı istendiği zaman, cevap
olarak el'ân kemâkân, şimdi de öyle buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak ademe yâni yokluğa nûruyle tecellî ettiği vakit bu
varlık âlemi zahir oldu. Mağribî Hazretleri de: Bu görünen sen misin,
ben miyim? Hâşâ, hâşâ iki demekten... Benim vücûdum sendendir, se-
nin zuhurun bendendir. Sen olmasaydın ben olmazdım, ben olmasay-
dım sen zahir olmazdın, buyurur.
Yûnus Hazretleri de: Etle kemiğe hüründüm, Yûnus diye görün-
düm sözleriyle aynı mânâyı ifâde eder.
Neş'et Bey söyle bakalım."
Neş'et Bey:
- Hazret-i Pır Efendimizin bâzı hikmetli sözleri var. Meselâ insa-
nın hâlinin aynası, eşi dostu, düşüp kalktığı kimselerdir, buyurmuşlar-
dır, izahını rica ediyorum.
- "Hazret-i Ali (k.a.v.): Herkesin bir miyarı, tartısı vardır, bu ölçü
de görüştüğü kimselerdir, hâlinin aynası, eşi dostudur, buyurur. Öyle
değil mi? Bir kimseyi tanımak için onun dost, arkadaş muhitini tedkik
et ve buna göre de hükmünü ver."
Neş'et Bey:
- Ben zannediyordum ki insan kendini diğerlerinde görür.
- "Ayıp cihetiyle öyle. Yâni birisinde bir fenalık gördün mü, onu
kendinde bil.
Meşhur hakimlerden biri yolda giderken bir deli görmüş. Deli du-
raklayarak hakîme bakmış ve gülmüş. Bunun üzerine hakîm, yamnda
bulunanlara dönüp: Aman demiş, deliliğe karşı ne kadar ilâç varsa be-
ni onlar ile tedâvî ediniz! Yanındakiler hayretle sizde cinnet eseri dahi
1- Kân' Allâhü velem yekûn maahû şey'.
526
yok, bu arzunuza sebep nedir? diye sorunca, hakîm, eğer bu deli bende
bir cinsiyet eseri görmemiş olsaydı, velev bir an olsun, yüzüme bakıp
gülmezdi, diye cevap vermiş.
Güvercin güvercin ile, doğan doğanla uçar. Meselâ sen, gece gün-
düz devamlı olarak hafif ve havaî ve sivri akıllı bir kimse ile oturup on-
dan zevk alabilir misin? Onun için herkesin düşüp kalktığı ve anlaştığı,
kendi eşi dostudur."
Âdem Bey:
- Hazret-i Pır Bürhânü'L-Müeyyed'de, Allah'ın zikrinden gaflet
edenlerin şeytana yoldaş olacağını âyet-i kerîmeye istinaden beyan bu-
yuruyorlar.
- "Elbet... Allah'ı unutanların yoldaşı şeytandır. Şeytanın göstere-
ceği de hep senin zararına olan şeylerdir. Allah Kur'ân'da diyor ki: Şey-
tan senin düşmanındır. Allah'ı unutanlara şeytanı yoldaş ve musallat
ederiz. 1
Başka bir şey söyleyecek misiniz? Adem Bey!"
Âdem Bey:
- Müfessirler burmada, zikirden baş çeken, kör gibi davranan anla-
mazlıktan gelenlerdir, diye tefsir etmişlerdir. Halbuki Hazret-i Pîr bu-
rada, gaflet edenlerdir, diyor. Gaflet edenler buyurulunca, bu tefsir in-
sanı daha fazla dehşete düşürüyor. Zira müptedîler için gaflet etme-
mek mümkün değil. Gafletten kurtulan ancak büyüklerdir. Erkek o
kimselerdir ki onları, ticâretleri, alış verişleri Cenâb-ı Hakk'ın zikrin-
den alıkoymaz.
- "Zikirden baş çevirmek ve kör gibi davranmak anlamazlıktan,
aldırış etmezlikten gelmek gaflet değil midir?
İkinci rical âyeti de: Rical o kimselerdir ki zahiren ve bâtınen te-
miz olmayı, yâni içlerini dışlarını temizlemeyi seven kimselerdir. 3
Üçüncü rical âyeti: Rical, nisa üzerine galip olanlardır. 4
Dördüncü rical âyeti: Rical, Allah'la ahidlerini güden kimselere
derler. 5
Demek ki er, dünya ile herhangi suretle olan meşguliyeti, kendini
Allah'tan alıkoymayan, zahir ve bâtınlarını temizlemeyi seven, nefisle-
rine üstün olan, Allah'la olan ahidlerini güden kimselere derler. Görü-
1- Zuhruf sûresi, 36. âyet: "Ve men ya'şu an zikri' r-Rahmâni nukayyız lehû şeytânen
fehüve lehû karîn."
2- Nûr sûresi, 37. âyet: "Ricâlün lâ tülhîhim ticâretün ve lâ bey'un an zikrillâhi..."
3- Tövbe sûresi, 108. âyet: "Fîhi ricâlün yühibbûne en yetetahharû."
4- Nisa sûresi, 34. âyet: "Er-ricâlü kavvâmûne ale'n-nîsâ."
5- Ahzâb sûresi, 23. âyet: "Mine'l-mü'minîne ricâlün sadakü mâ âhedûllâhe aleyh."
SOHBETLER 527
yorsunuz ki er kimlermiş.
Ehlullah, hakikati görerek aldıkları yerden söylerler. En büyük
azap, Allah'tan gaflettir. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor ki; Allah'ı
unutanlar gibi olmayınız. Allah da size sâlih olacak şeyleri unutturur. 1
Nereye yapışırsanız kurur, faydalı diye el attığınız şeyler zararlı olur.
Danyal Bey söyle bakalım!"
Danyal Bey:
- Halîfetullah'tan maksat nedir, mümin müminin aynasıdır ,
ne demektir? Lütfen tenvir buyurur musunuz 1 ?
- "Halîfetullah, Hakk'ın halîfesi demektir. Melâike Cenâb-ı
Hakka: Biz dururken dünyâda kan dökecek ve fesat çıkaracak olan
Âdem'i mi halîfe edersin yâ Rabbî? 3 deyince Cenâb-ı Hak: Ben sizden
daha iyi bilirim! dedikten sonra Adem'e bütün esmayı öğretti ve
melâikeye hitaben: Eğer siz sözünüzde sâdıklar iseniz bana bu
esmadan haber veriniz, dedi. Bunun üzerine melekler: Yâ Rabbî senin
anlattığından başka bizim bilgimiz yoktur, sen bilicisin, hikmet
sahibisin diyerek acizlerini ortaya koydular."
Ömer Efendi:
-Adem'in kan döküp fesat çıkaracağını, daha Adem dünyâya gel-
meden evvel melekler nereden bildiler?
- "Cenâb-ı Hak, Adem'i halketmezden evvel, ilmullâhı zahire çı-
kardı. Kur'ân'ı bildirdi. İşte melekler de Kur'ân'ı levh-i mahfuzda oku-
dular.
Hattâ Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, Cebrail Kur'ân'ı tâlim ede-
ceği vakit, Cebrail'den evvel söylerdi. Bunun için Cenâb-ı Hak: Yâ
Habîbim, sana Kur'ân vahy olmazdan evvel acele edip söyleme ve:
Allah'ım, benim ilmimi ziyâde et... diye bana yalvar! 4 buyurmuştur. İş-
te bu da, rûh-ı Muhammedi'ye Kur'ân'ın evvelce tâlim olunduğuna
aşikâr bir delildir.
Görmüyor musun Ömer Efendi, Cenâb-ı Hak: Allah Kur'ân'ı tâlim
etti, sonra insanı halketti ve sonra da ona bunun beyânını ve açıkla-
masını yaptı 5 , buyuruyor.
Demek oluyor ki ruhlara Kur'ân'ın tâlimi, insanın yaratılışından
1- Haşr sûresi, 19. âyet: "Velâ tekûnû kellezîne nesullâhe fe ensâhüm enfüsehüm
ülâike hümü'l-fâsikûn."
2- El-mü'minü mir atu 1-mü'min.
3- Bakara sûresi, 30. âyet: "Ve iz kale Rabbüke li'1-melâıketi innî câilün fı'1-arzı halîfe."
4- Tâhâ sûresi, 114. âyet.
5- Rahman sûresi, 1-4 âyet: "Er-rahmânü alleme'1-Kur an. Halaka'l-insâne allemehü'l-
beyân."
528
evveldir. İşte bunun için de Âdem'de olan tecellî, hiçbir yaratılmışta
yoktur. Çünkü Adem: Velekad kerremnâ benî Âdem 1 sırrına mazhar
olmuş ve o Âdem, Rahman sureti üzre halkolunmuştur.
Hakk'ın halîfesi olan peygamberler, Allah'tan haber getirerek sa-
na, doğru ve yanlış yolu gösteriyor. Bu haber verişlerde, halkın tevec-
cühünü kazanmak veya herhangi bir menfaat gibi düşünce aramak
abestir. O peygamberlerin vârisleri de kâmil insanlardır ki vekil, asilin
eşidir, sırrı onlarda carîdir.
Mü'min mü'minin aynasıdır hadîs-i şerîfîndeki birinci mü'minden
maksat kâmil insandır. İkinciden maksat da Cenâb-ı Hak'tır. Bu
itibarla kâmil insan, Hakk'ın aynası olmuş oluyor.
Allah, bir ağaçtan tecellî ettiğine göre, kâmil insandan tecellî et-
miş olması neden çok görülsün? Cenâb-ı Hak, neden melekleri Âdem'e
secde ettirdi? Âdem, Allah mı idi? Hâşâ! Fakat topraktan yaratılmış
Âdem'e, melekler secde ettiler. Çünkü Allah ondan tecellî etmiş idi.
Melekler, birinci secdeyi Hakk'ın emrine itâaten ettiler. Lâkin
başlarını kaldırıp secde ettikleri Âdem'de Allah'ın tecellîsini görünce
tekrar bir secde daha ettiler. Birincisi mütâbaat yâni Hakk'ın emrine
tâbi oluş, ikincisi tahkik ve şuhut ile yâni görerek ve bilerek yapılan
secde idi.
Allah'tan gayrı ne varsa fânidir, bakî olan ise Haktır. 2 Tapılacak,
bilinecek, görülecek, sevilecek hep odur."
Cemâleddin Bey:
- Kur'ân-ı Kerîmde, ecel ne bir saat geri kalır, ne de bir saat evvel
gelir 3 buyuruluyor. Halbuki Resûlullah Efendimiz, hadîs-i şerifte: Sa-
daka belâyı defeder ve ömrü ziyâde eyler... diyor. Bâzı kimseler de,
nebatî gıda alanların, hayvânî gıda alanlardan daha fazla yaşadıkla-
rını söylüyorlar. Bendeniz bu cihetleri anlayamıyorum.
- "Bunda anlaşılamayacak bir şey yok. Allah'ın emri kat'îdir. Ne
bir nokta ileri, ne bir nokta geri gider. Ezelî kânun değişmez. Nebat yi-
yenlerin çok yaşadıkları doğru olabilir. Demek ki Cenâb-ı Hak o kimse-
nin ömrünün uzun olmasını istemiş ve ezelde nebat yemesini takdir et-
miş, böylece de yine takdir olunan ömür kadar yaşamış oluyor.
1- İsrâ sûresi, 70. âyet.
2- Rahman sûresi, 26-27. âyet: "Küllü men aleyhâ fân ve yebkâ vechü rabbike zü'l-
celâli ve'1-ikrâm."
3- Nahl sûresi, 61. âyet: "Feizâ câe ecelühüm lâ yeste'hirûne sâaten velâ yestakdimûn."
SOHBETLER 529
Sadaka belâyı defeder ve ömrü ziyâde eder, hadîs-i şerîfındeki
mânâ, ömre ömür katmak demek değildir. Hekim, eceli geciktiremez.
Ancak hastanın rahatlamasına yardım eder. Yâni bu işe âlet olur. He-
kim de Allah'ın ismine mazhardır. Zahirden de bâtından da tecellî eden
Allah olduğuna göre, ondan da Hakk'ın Şâfî ismi tecellî eyler. Rahat ve
refah ile geçen ömür ise elbet uzundur.
Meselâ kış ortasında, etrafın kar ile çevrili olarak, açıkta kalmış
olsan hastalanıp ölürsün. Halbuki bir kulüben ve ateşin bulunsa, hem
barınır, hem istirahat eder hem de refah ve rahat içinde olmuş olursun.
Bu hal, ölüm içinde hayat değil midir?
Her keder ile geçen ömür, ömür eksikliği; her refah ile geçen ömür
ise, ömür ziyâdeliğidir.
Sadaka verip bir fakirin gönlünü almak ve bu suretle de Cenâb-ı
Hakk'ın hoşnutluğunu kazanmak, insanı, başına gelecek kazalardan,
belâlardan ve kederlerden kurtarır.
Bir de şu noktayı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. İki türlü ka-
der vardır. Birine levh-i mahfuz, diğerine levh-i muallak deniyor. Levh-i
mahfuz, değişmeyen kaderdir. Levh-i muallak ise şarta bağlı olarak de-
ğişebilen kaderdir. Yâni Cenâb-ı Hakkın: Şu kulum şu işi yaparsa ona
falan iyiliği vereceğim, yahut şu kötülüğü yaparsa ondan falan nimeti
alacağım, gibi şartlara bağladığı kaderdir. Onun için levh-i muallak
yâni şarta bağlanmış olan kader, levh-i mahfuz gibi kat'î ve değişmez
kader değildir.
Galata Mevlevîhânesi'nde, Mesnevi şârihi İsmail Rusûhî Ankaravî
Hazretleri medfundur. Kendileri bir zaman hastalanmış ve birkaç haf-
ta mukabeleye çıkamamışlar. Öteden beri kendisine Ganem ismi veril-
miş bir dervişleri varmış. Hazret'in üç dört hafta semahaneye çıkama-
dıklarından pek üzgün olan Ganem Dede de, aşçı dedeye: Sultânımıza
ne oldu? Çok hasretiz... Ne vakit mukabeleye çıkacaklar? diye sormuş.
Aşçı dede de: Vallahi Ganem Dede, Efendimiz çok rahatsız! diye cevap
verince Ganem Dede ağlamaya başlamış ve: Ne olur, bir Fatiha çeksen
de sultânımın uğruna ben kurban gitsem! demiş. Bunun üzerine aşçı
dede bir Fatiha çekmiş ve Ganem Dede de derhal cemâle yürümüş.
Bundan sonra da Hazret gittikçe iyileşerek semahaneye teşrif etmeye
başlamışlar. Ganem Dedenin başının, Hazret'in türbesi içine tesadüf
ettiği bilinir.
İşte bunun gibi, şartlı kaderde, yâni levh-i muallakta kat'iyet yok-
tur."
530
Komşu Agâh Efendiye hitapla:
- "Komşu, aç bakalım bir tatlı yerinden.. Söz sözü çeker. Siz söyle-
yin ki biz de söyleyelim. Ömer, söyle bakalım!.."
Ömer Efendi:
- Müfessirlerin hepsi diyorlar ki bütün ehl-i îslâm için Allah'ı
görmek mümkündür 1 . Râfızîler ise, Allah'ı görmek imkânsızdır diyor-
lar. Safîlerin ileri gelenleri de Hakk'ı görmek, dünyâda cemal için
ibâdet edenlere mahsustur, cennet için ibâdet edenlere değil... diyorlar.
- "Kim ki Rabbinin likasını dilerse, ibâdetinde şirk koşmasın ve
sâlih işler işlesin 2 den maksat nedir? Beyzâvî Hazretleri buyuruyor ki:
Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederken cennet ve cehennemi talep etmeyerek
ibâdet etsin demektir.
Cehennemden kaçmak ve cenneti istemek bir bedel, bir ücret talep
etmektir. Yâni cenneti isteyen ve cehennemden korkan kimse, ibâde-
tine başka şey karıştırıyor, bu suretle de ibâdetini hâlisen li-vechillah,
yâni sırf Allah'ın cemâli için yapmayıp, cennet talebi ve cehennem kor-
kusu ile yapıyor demektir ki, bu amel, bir nevi şirk olmuş oluyor.
Mademki Hakk'ın cemâlini istiyorsun, onunla beraber şunu da isterim,
bunu da isterim demek Allah'a şirk koşmaktır. Allah'ı istiyorsan yalnız
Allah'ı iste!
Hazret-i Râbia Adeviye öyle buyuruyor: Yâ Rabbî ben sana cehen-
neminden korktuğumdan veya cennetini talep ettiğimden dolayı
ibâdet etmiyorum, ancak senin cemâlin için ibâdet ediyorum.
Hazret-i Mûsâ, ulülazim bir peygamberdi. O peygamber ki Cenâb-ı
Hakkın halîfesidir, olmayacak bir şeyi talep etmez. Eğer Allah'ı gör-
mek mümkün olmasaydı, yâ Rabbî bana kendini göster! der miydi?
Cenâb-ı Hak Musa'ya: Bak şu dağa, eğer o yerinde durabilirse sen de o
vakit beni görürsün, buyurdu ve Hak, dağa tecellî edince Mûsâ, dağın
parça parça olduğunu gördü. Kendi de yüz üstü düştü bayıldı. Baygın-
lıktan kurtulduktan sonra: Yâ Rabbî, seni görmek istediğime tövbe
ediyorum. Çünkü senin bu vücut ile görülmediğine ilk îman edenler-
den biri ben oldum! 3 dedi.
Fakat büyük mutasavvıflar diyorlar ki: Allah görülmez olaydı, öy-
le bir ulülazim peygamber böyle bir teklifte bulunmazdı. Ancak, Allah
bu göz ile görülmez. Zayıf olan bu göz, maddî aydınlığa bile dayana-
1- Kıyamet sûresi, 22-23 âyet: "Vücûhün yevme izin nâdıretün. İlâ Rabbihâ nazire:
Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Ve Rabbine bakar."
2- Kehf sûresi, 110. âyet: "Femen kâne yercû likâe Rabbihi fel-ya'mel amelen sâlihân
velâ yüşrik bi-ibâdeti Rabbihi ahadâ."
3- A'râf sûresi, 143. âyet.
SOHBETLER 531
mazken, Allah'ın nuruna nasıl tahammül edebilir? Mahlûk Allah'ı gö-
remez. Allah'ı gören yine kendinin nurudur. Bir şeyin hakikatini gör-
mek ve bilmek için o şeyin kendi olmalıdır. Sen ateş olmalısın ki ateşin
hakikatini bilesin. Allah'ı görmek kulun ne haddine? Demek oluyor ki
sen kendinden çıktığın vakit Allah'ı görebilirsin. O vakit, gören de sen
değilsin, senin hakikatindir."
Ömer Efendi:
- Kıyamet gününde umum ehl-i İslâm Allah'ı görecekler, buyurul-
muş.
- "Benim söylediğim, dünyâda görmek meselesidir. Maamâfıh
cennette bile Allah'ı görmek için giyilecek rûhânî ve nûrânî hil'at var-
dır."
Ömer Efendi:
- Süleyman Çelebi merhum: Bî-hurüf u lafz u savt ol padişah...
diyor. Harf yok, ses yok, söz yok bu nasıl kelâm'?
- "O mühim mesele... Miraçta bulunmadık ki orasını sana anlata-
yım. İnşallah nasip olur da o vakit hakikati anlarız. Yalnız şimdilik şu
kadarını bil ki kalbe gelen bir ilhamda söz ve ses var mıdır?"
Cemâleddin Bey:
- Yeni bâzı icatlar vâsıtasıyle insana anasının babasının ruhları
gösteriliyor. Bunlar cin midir, nasıl kabul edeceğiz?
- "Ruh çağırmaya ispirtizma derler. Bu seanslara gelenler süfli
berzahlarda kalmış olan ruhlardır. Ruhlar kısım kısımdır. Bir kısmı ul-
vî bir kısmı da süfli berzahlarda bulunurlar.
Bilmiyor musun, eskiden büyücü hocalar cinleri davet etmezler
miydi? Bu davete gelenlerin cinler ile iştiraki vardır.
Dârüşşafaka Mektebinde bulunmadığım bir gece, Ahmet Midhat
Efendi, Fatin Efendi ve muallimlerden daha bâzı kimseler bir ispirtiz-
ma tecrübesi yapmışlar. Medyumları da resim muallimi Agâh Efendi
imiş. Şimdiki Dârüşşafaka Müdürü Kâmî Bey ki Şâir İsmail Safâ'nın
kardeşidir. Masa başında otururlarken, bir ruhun geldiğine dâir işaret
olmuş. Kimsin? diye sormuşlar. İsmail Safâ'yım, kardeşime bâzı tavsi-
yelerde bulunmaya geldim, demiş. Tavsiyen nedir? deyince: Dünyâda
iken namaz kılmazdım. Bu yüzden de korkunç berzahlara atıldım. Çok
azaptayım. Kardeşime namaz kılmasını tavsiyeye geldim, demiş.
Bu hâdise üzerine dehşetli korkan Kâmî Bey hem kendi namaza
başlamış hem de ailesine namaz kıldırır olmuş."
532
Cemaleddin Bey:
- Bâzı büyük ruhlar da böyle davetlere icabet ediyorlar mı?
- "İşte o yalandır. Ne gibi büyük ruh?"
Cemaleddin Bey:
- Evliyâullâhın büyükleri...
- "Hâşâ... Onu kim söylemişse yalan söylemiş. Bunu söyleyen
kimseye, böyle bir şey olamayacağına dâir senet verebilirsin. Evet, cin-
ler, şeytanlar, budalalar ile eğlenmeye gelirler.
Edison, ruhlar ile konuşmak isteğiyle, senelerden beri bir telefon
başında çalışıyormuş. Böylece de şimdiye kadar kazandığı şöhreti bu
budalalıkla gölgeliyor."
- "Hacı Efendi söyle bakalım."
Hacı Rauf Efendi:
- Evvelki haftaki derste, kâmil insanın gönlüne girmek lâzım ol-
duğunu buyurmuştunuz. Ne yolda girilir Efendim?
- "Kâmil insanı bulduktan sonra gönlüne girmek vâsıtaları
zahirde de, bâtında da edebe uymak, sadâkat ve tam teslimiyetten ay-
rılmamak ve her ne telkin edip söylediyse, zerrece ondan şaşmamaktır.
İşte Cenâb-ı Hak bir kuluna böylece amel etmek nasibini ihsan ederse,
o kâmilin gönlüne girmek mümkün olur."
Adem Bey:
- Bir hadîs-i şerifte: Kim ki bildiği ile amel ederse Cenâb-ı Hak
ona bilmediği ilmi de öğretir, buyuruluyor. Bu öğretilen ilim nedir?
- "Ledün yâni gizli hikmetleri bilmlere ne kadar yaklaşılırsa, korku da o nisbette artar. İşte
bundan dolayıdır ki Peygamberimiz Efendimiz: Eğer öldükten sonra
başınıza gelecekleri bilmiş olsaydınız iştihâ ile yemek yiyemez, rahat-
la ayaklarınızı uzatıp yatamazdınız, çok ağlar, az gülerdiniz, başınızı
alıp dağlara kaçardınız, buyurdu. Görülüyor ki korku, mertebe ilerle-
dikçe ziyadeleşmektedir."
Rauf Efendi:
- Yessir lenâ ilme lâ ilahe illallah' in mânâsı nedir?
- "Yâ Rabbî, bize sonsuz bir ilim olan lâ ilahe illallah ilmini mü-
yesser kıl da öğrenelim, bilelim! demektir.
Resûlullah Efendimiz: Benim ve benden evvel gelen peygamberle-
rin söyledikleri en faziletli söz, lâ ilahe illallah'tır, buyurmuşlardır.
Esasen dünyâya gelmekten maksat, budur. Vazifemiz, lâ ilahe il-
lallah demeyi bilmektir.
Ezel gününde Elestü birabbiküm 2 denildiği vakit, belî yâni evet...
dedik. Bu dâvayı kazanmak için şu dünya mahkemesinde ilim ve amel
nâmında iki şahit göstermemiz lâzım gelir ki şahitlerden biri olan ilim,
lâ ilahe illallah'tır. Amel ise, adalet ve istikâmettir. Lâ ilahe illallâh'ın
mefhûmu bu demektir. Yâni, Allah'tan gayrı verici yoktur, Allah'tan
1- Mu minûn sûresi, 14. âyet: "Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!"
2- A'râf sûresi, 172. âyet: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?.."
SOHBETLER 539
gayrı men edici yoktur, Allah'tan gayrı hidâyet edici yoktur. Hâsılı ve-
ren de o, alan da o, öldüren, dirilten de o, hep o, hep odur ki bütün bun-
ların bir araya gelmesi, hepsini birden ihata etmesi lâ ilahe illallah'tır.
Onun için lâ ilahe illallâh'ın mânâsını böylece bilerek söylemelidir.
Yoksa Harun Reşid'in papağanı Yâsîn-i Şerifi baştan aşağı ezbere
okurdu. Bir kuşun veya gramofon plâğı denen bir macun parçasının
Yâsîn-i Şerifi okuması veya lâ ilahe illallah demesiyle mü'min ve ke-
mal sahibi olması mı lâzım gelir? Hayır. Çünkü maksut, mânâyı anla-
mak ve ona göre amel eylemektir. Bu da ancak, kemâli bulmuş bir in-
sana mahsustur. Çünkü mânâ ile amel etmedikten sonra, ister kuş, is-
ter gramafon, ister insan olsun, birbirinden seçkin ve üstün değildirler.
Demek oluyor ki lâ ilahe illallah ilminden maksat, teşbihi ele alıp
onu yüz binlerce defa çekmek değil, bitmez tükenmez mânâ-yı şerifini
öğrenip ve kendi mevhum vücûdunu lâ ilâhe'ye atıp illallâh'ı isbat et-
mektir.
Bu ilmi öğrenmek için de: Daha gencim, çok vaktim var dememeli.
Bu türlü özürler makbul değildir. Hazret-i Nûh, dâima ibâdetle meşgul
olurmuş. Kendisine: Ne çok ibâdet ediyorsun. Bin sene ömrün var.. Ya
Zamân-ı Saâdet'te gelseydin ne yapardın? demişler. -Zamân-ı Saâdet'te
tabiî ömür, atmış ile yetmiş arasında imiş- O da cevaben: O zaman gel-
seydim başımı secdeden kaldırmaya vakit bulamazdım, demiş.
Mert, her nefes kendini hesaba çeken kimsedir. Yirmi dört saat
içinde Allah için ne yaptın ve ne kadar zamanını kötülüklerde, Allah'ın
istemediği yollarda sarfettin, meydana koy... Allah Habîb-i Ekrem'i
hürmetine kötü huylarımızı ıslâh etsin, çok acınacak haldeyiz.
Hazret-i Pîr Seyyid Ahmede'r-Rifâî bir gün arkadaşlarıyle oturu-
yorlarken: Kim ki şehvet nazariyle bir nâmahreme bakarsa işte kıya-
met zamanıdır, buyurdular.
Zamân-ı Saâdet'te ashâb-ı kiram, birbirleriyle buluştukları vakit:
Haydi gelin vakit geçirelim, demezler. Dertleşelim, hallerimizi düşüne-
lim... derlerdi. Biz ise, vur patlasın, çal oynasın ile vakitlerimizi gaflet
içinde geçirmekteyiz. Ne büyük devlet ki Muhammed ümmeti olmuşuz.
Birçok kimseler gelip küfürden îmâna geçiyor. İslâm ile şerefleniyorlar.
Biz ise müslüman olarak geldiğimiz halde vakitlerimizi kaybeder ve
nihayette de kâfir olarak gidersek yazık değil mi?"
- "Buyurun bakalım şâirim, tatlı yerinden açın!"
Yûsuf Ziya Bey:
540
- Geçenlerde vahdet-i zât ve vahdet-i vücûdu sormuştum, izah bu-
yurmuştunuz. Derecemiz nisbetinde istifâde ettik. Bu gün de ukübât
(ceza) hakkında ne buyurursunuz 1 ?
- "Sizin ve benim bir mevcudiyetimiz var. Yiyoruz, içiyoruz, doğu-
ruyoruz. Bu, taayyün yâni dünya işidir. Hiçbir yer yoktur ki Cenâb-ı
Hakk'ın nuru ihata etmiş olmasın.
Şimdi benim ve senin bir benliğimiz var. Bu mecazîdir. Ben, ben
miyim, sen, sen misin? Burada, pek sevdiğimiz bir kimse şimdi ölse, ür-
ker, tiksinir, kaçardınız. O halde kimi seviyordunuz, size soruyorum?
Onu seviyor idiyseniz, bu tiksinme nedir? Demek oluyor ki bu sevdiği-
niz ile beraber ruhu seviyordunuz. Sevdiğiniz hakikatte rûh idi. O gi-
dince kalıbın hükmü kalmadı. Ruhun görünüşü olmadığı halde bunu
nasıl sevdiniz? Çünkü bu kalıpta kendini gösterdi ve sevdirmek istedi.
Onun için de, içinde vazife göreceği bu kalıbı, nâm-ı diğeriyle bindiği bu
bineği yedirdi, içirdi.
Meselâ biz seninle beraber şu işi yaptık. İşte taayyün âleminde
yâni bu dünya yüzünde o işleri yapan ben ve sen birer isme mazhar bu-
lunuyoruz. Meselâ ben Kahir ve Mudil ismine mazhar olmuşum. Sen
ise Halim ve Hâdî isimlerinin mazharısın. İşte bu zıddiyet yüzünden
birbirimizin muhalif ve hasmı oluyor ve çarpışıyoruz. Zeytin yağı ile su-
yun tezat teşkil etmesi gibi. Her ne kadar bunları birbirlerine karıştır-
san bir müddet sonra yine ayrılırlar. Bunun gibi yekdiğerine muhalif
yâni ayrı isimlere mazhar olmuş iki kimse her ne kadar zarurî olarak
beraber bulunsalar da, kendi hallerine kalınca yine birbirlerinin zıddı-
dırlar. İşte mazhariyet cihetiyle mücâdeleler, azap ve eziyetler, çarpış-
malar ve netîce itibariyle cezalar bundandır.
Yoksa hakikat cihetiyle, bu zıt isimlerin hepsi bir küldür, vahittir.
O mertebede dâva yoktur. Su ile imtizaç etmeyen zeytin yağının aslı su
olduğu gibi... Firavun ile Musa'nın da hakikatte asılları bir olduğu gi-
bi... Ayrılmaları, zıddiyetleri, mazhar oldukları isimler ve yaratılışları
cihetiyledir."
Muhyî Bey:
- Hadîs -i şerifte: Hazret-i Ali'ye nazar, Kabe'ye nazar gibidir, bu-
yurulmuş, bunu izah eder misiniz?
- "Hazret-i Ali'nin vechine bakmak, Kabe'ye nazar etmek gibidir.
Alimin vechine bakmak da öyledir. Yoksa bu hadîs-i şerif, yalnız Haz-
ret-i Ali'ye tahsis edilmemiştir. Ancak, Ali'nin vechine bakmak
ibâdettir, buyurulmuş olması, Hazret-i Ali'nin Allah'ta fânî olmuş bu-
SOHBETLER 541
lunması itibariyledir.
Kâmil insanlar, tecelliyât-ı Sübhâniyyeye mazhar olmuşlardır.
Onların yüzlerinin çizgileri, Kur anın hatları gibidir. Hakikat aydınlık-
ları onların sımalarından parlar. Kabe, Allah'ın emriyle taş ve toprak-
tan yapılmıştır. Onda Allah'ın emri, kâmilin kalbinde ise kendi vardır.
Hadîs-i kudsîde buyuruluyor ki: Ben her yere kendimi arzettim, bir ye-
re sığamadım. Ancak takva sahibi temiz ve hâlis kulunun kalbine sığ-
dım. İşte bu yüzden onlara nazar ibâdettir. Fakat tarikat demek edep
demek olduğuna göre, bir kimsenin, büyüklerinin yüzüne devamlı bak-
ması doğru değildir."
Necip Bey:
- Hazret-i Ali'nin zikri hakkında da böyle buyurmuştunuz değil
mi Efendim?
- "Evet, yine hadîs-i şerifte, Ali'nin zikri ibâdettir, buyurulmuş-
tur. Bundan maksat da, Ali ve Ali sırrında olan kâmil insanın yâdı ve
ona teveccüh ve murakabedir ki bu da az evvel söylediğimiz mânânın
değişik bir ifadesidir."
- "Neşet Bey buyurun!"
Neş'et Bey:
- Ruhlar, Elestü bi-Rabbiküm hitabında belli "evet" dediler. Bu
beliyi, Cenâb-ı Hakk'ı sıf atiyle ve kemâliyle tanıyarak mı dediler 1 ?
- "Tanıyanlar burada da tanıdılar. Orada hakikat zahirdir, gizli
birşey yoktur. Beli... diyecekleri tabiî idi. Asıl maksat, o belî'yi burada
îtiraf edebilmektir.
Cenâb-ı Hak herşeyi kendi istidadına göre halk buyurmuş, kabili-
yeti ne ise, onu o yola sevketmiştir ki bu yol, o kimsenin sırât-ı müsta-
kimi olmuştur. Elestü bi-Rabbiküm hitabında da her ruh, kendi istida-
dına göre belî... diyebilmiştir.
Cenâb-ı Hak ruhlara kendi nurundan serpti. O nur kime tesadüf
ettiyse saîd oldu, kime etmediyse şakî oldu ve zulmette kaldı. Orada
belî, diyenler, bu belî'yi burada yâni dünya mahkemesinde ilim ve amel
şâhitleriyle isbâta geldiler. İsbat edebilenler, mahkemeden kalb-i selim
hüccetini alarak dâvalarını kazandılar. Etmeyenler de mahkûm olarak
muhtelif cezalara çarpıldılar ve evvelce dedikleri belî'de sadâkatleri
sabit olmadığı için mahkeme-yi kübrâda mahcup ve me'yus oldular.
Cenâb-ı Hakkı tamâmiyle bilmek kimsenin haddi değildir.
Resûlullah Efendimiz: Seni hakkıyle bilemedik Yâ Rabbî! diye buyur-
du. Onun kemâlini kendinden başka kimse bilemez. Kulun Allah'ı bil-
542
me derecesi, kendi istidadının derecesiyle mütenâsiptir. Yâni ancak
istidadı nisbetinde bilebilir."
- "Söyle Ömer?"
Ömer Efendi:
- Dünya ve âhiret için hiçbir şey yoktur ki Kur'ân-ı Kerimde zik-
rolunmasın. Kur 'ân ise Fatiha sûresinde toplanmış olduğuna göre,
şeriat, tarikat ve hakikatin bu Fatiha' da yeri neresidir?
- "Kur'ân-ı Kerîm'de ne mevcut ise Bakara sûresinde mevcuttur.
Bakara sûresinde ne mevcut ise Fâtiha'da mevcuttur ve Fâtiha-yı
Şerîfe'de ne mevcut ise Besmele'de; Besmele'de ne mevcut ise Besme-
le'nin ( •>. ' ) smda ve ( / ) da ne mevcut ise ( u-i ) nın altında-
ki noktada mevcuttur. ( _..ı ) nın altındaki nokta da benim buyuruyor
Hazret-i Ali.
Fatiha, Kur'ân-ı Kerîmin bütününü içine alır. Bir kere şeriat de-
mek, ilâhî hükümlerin kul tarafından ifâsını emredici kânun demektir.
Hakikat ise, Rabbın müşahedesini bildirir. Hakikatle kuvvetlenmeyen,
perçinlenmeyen şeriat, şeriata bağlı olmayan hakikat makbul değildir.
Bu ikisinin arasında bir de tarikat vardır ki, tarikat, şerîatin meyvesi
ve hakikatin ağacı hükmündedir.
Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyet vasfı Fâtiha'da rahmâniyet ve rûz-i
cezaya mâlikiyet ile tarif buyrulmuştur.
İşte Cenâb-ı Hak Fatiha sûresinde: (Elhamdü lillâhi Rabbi'l-
âlemin) ve (mâliki yevmiddîn) buyurduktan sonra kula üç türlü emir
olunuyor. Bir emir, kulun zahir ameller ile mükellef olması ki buna
şeriat deniyor. İşte bu (iyyâke na'büdü) âyet-i celîlesi ile emrolunuyor.
Biz sana taparız, demek.
İkincisi, bu görünen âlemin dışında bir de görünmeyen âlem oldu-
ğunu ve senin zahir fiil ve amellerinin ancak o gayb âleminin o görün-
meyen âlemin emriyle icra olunabileceğini ve senin yüzünü bu görünen
âlemden gayb âlemine çevirmeni emreden tarîkattir ki o da (iyyâke
nestaîn) ile tebliğ buyuruluyor. Ancak senden medet talep ederiz, de-
mektir. Üçüncüsü şehâdet âleminden bilkülliye çekilip bütün umur ve
ahvâli ancak ve ancak Allah'ın elinde görmektir ki bu da makârn-ı
hakikattir. İşte o makamı müşahede eden kulun söyleyeceği veya söyle-
diği (ihdina's-sırâta'l-müstakîm) 1 kelâmiyle gösteriliyor. Bize müsta-
kim olan sıratı göster yâni, şirk karışmayan yola hidâyet et, demektir.
1- Fatiha sûresi, 6. âyet: "Bizi doğru yola ilet!.."
SOHBETLER 543
Fatihada şeriatın, tarîkatin ve hakikatin mânâları bu veçhile mevcut-
tur.
Evet Ömer Efendi, asıl senin soracağın sual, Fatihadan evvel
( ı ) nın altındaki noktada, şerîati, tarîkati, hakikati nasıl görelim?
demek olacaktı. Onu da ben sana söyleyeyim: İşte o nokta için Hazret-i
Ali: Benim! buyurduğuna nazaran, bunun üçü de kâmil insanda mev-
cut demektir. Daha Türkçesi, kâmil insanda: İnsan, dünya ve âhiret,
Muhammed ve Allah tecellî etmiştir."
- Evet Efendim... Hazret-i Musa'ya ağaçtan tecellî eden Allah,
insân-ı kâmil' den tecellî etmez mi?
- "(Şeyh Yûnus Efendi'ye hitapla) Söylesene şeyhim!"
Şeyh Yûnus Efendi:
- Dinliyoruz Efendim.
- "Bu her akşam olur mu? İnsana iki kulak bir ağız verilmiş, biraz
da siz söyleyin! Sen söyle bari komşum!"
Komşu Agâh Efendi:
- Ramazanda iken görüşüyorduk. Şimdi hafta başlarını beklemek
lâzım. Şeref veriyorsunuz.
- "O şeref sizin şerefiniz. Muhabbet kadar büyük şey yoktur. İş, o
muhabbetin gül ü gışsız ve hâlis olmasındadır. En büyük azap, en bü-
yük cehennem, Allah'tan gaflettir. İşte mürşitlere tan ve teşnî edenlere
Allah bu azabı verir.
Mehmed Bahâeddin Nakşibend Hazretlerinin huzuruna çorba ge-
tirirler. O esnada kendileri murakabeye varırlar. Murakabeden sonra:
Ben bu çorbayı içmem, çünkü bunu pişiren kimse, pişirdiği esnada Al-
lah'tan gafil bulunuyordu, buyururlar.
Dervişe lâzım olan, dâima teveccüh ve murakabedir uyanıklıktır.
Onun için dervişlerin yolu kolaydır. Onlara Allah kapısı olmak üzere
mürşit ihsan edilmiştir ki bu suretle derviş mürşide ve dolayısıyle Haz-
ret-i Pire, Resûlullah Efendimize ve Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmiş
olur. Murakabeden maksat, gaflette olmamaktır. Maksada varmak, an-
cak bu suretle mümkündür.
Arife eşyada esma görünür
Cümle esmada müsemmâ görünür
Bu Niyazi'den de Mevlâ görünür
Kande baksan ol güzel Allah'ı bul
Âdem isen semme Vechullâh'ı bul
544
Burada Âdem isen semme Vechullâh'ı bul! deniyor. Çünkü âdem
suretinde ve hayvan sîretinde neler vardır. Ehlullah, bu kimselerin iç
yüzlerini görür. Kimi ayı, kimi eşek, kimi akrep sîretindedir. Onun için
hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere, Allah sizin suret ve amellerinize de-
ğil, kalbinize ve niyetlerinize bakar. 1 Çünkü kalp, Allah'ın nazargâ-
hıdır. Halbuki sen bu ilâhî nazargâhı puthâne etmişsin.
Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde öyle buyuruyor: Nefsini bil, Rabbini
bil. Allah'a vuslat nedir? Bir insanın kendi nefsânî muhabbetlerinden
soyunup zulmânî perdeleri atarak şuhut mertebesine vâsıl olması de-
mektir. Sen kendine vücut veriyorsun. Halbuki Tanrının vücûdundan
gayrı vücut var mıdır? Bir kere kendini erittin mi, görürsün ki senin
vücûdun bir hiç imiş ve Allah'tan gayrı mevcut yok imiş. İşte lâ ilahe il-
lallah demek böyle olur. Çalışmamız, aramamız, o şuhut mertebesine
vâsıl olmak içindir. Allah cümlemize bu mânâyı anlamak ve Allah yo-
lunda, onun rızâsı dâiresinde gitmek nasip etsin.
Bir gün dehrîler İmâm-ı Âzam'a: Bizi ancak dehr helak eder, de-
diler. İmâm-ı Âzam ise cevaben: Lâ tesibbu'd-dehre inne'd-dehre fe
hüvallah 2 buyurdu.
Dehrîler yine: Senin bahsettiğin Allah'ın görülmesi lâzımdır, bize
onu isbat et, nerededir? dediler. İmâm-ı Âzam da bir çanak süt getirtti
ve onlara hitaben: Bu sütte yağ var mıdır? Bana yerini tâyin ediniz! de-
di. Fakat onların küfürlerinde bir değişiklik olmadı, yine îmâna gelme-
diler. Göz kör olduktan sonra hakikati göremez. Resûlullah, Kur'ân gibi
bir delil getirdiği ve bunca mucizeler gösterdiği halde niçin herkes
risâletini tasdik etmedi. Aslında pâk cemâli en büyük mucize idi.
Ebû Bekir. îman için başka bir mucize istedi mi? Asır, hep o asır.
Dem yine o demdir. Zamân-ı Saâdet'te ne ise yine öyle. Muvâfıkı da
mevcut, münâfıkı da. Nerede o eski evliyalar? demek hatâdır. Allah da,
tecellîsi de her vakit mevcuttur. Onun için, dünya Şems-i Tebrîzî dolu,
bana Mevlânâ gibi mürit göster."
- "Şeyhim buyursamza, buyurun!"
- Şeyh Yûnus Efendi:
- İşitmişim, Bayramı Hazretleri: Sohbetle mertebe artar, demiş.
Kimisi de zikir ile artar, diyor. Hangisi doğrudur?
1- İnnallâhe lâ yenzuru ilâ suveriküm ve ilâ a'mâliküm bel yenzuru ilâ kulûbiküm ve
niyyâtiküm.
2- Dehre küfretmeyiniz. Dehr Allah'tır.
SOHBETLER 545
- "Sohbet büyük şeydir. Bir dem Huda mertleriyle sohbet, yüz se-
ne takvadan hayırlıdır, buyurulur. Çünkü ne kazanılırsa sohbetten ka-
zanılır. Zikir ile, Hakk'm esmâsıyle kazanılacak şey, belki bir defada
sohbetle elde edilir. Zikirden maksat, nefsi ıslâhtır. Allah senden uzak
değil ki işittirmek için bağırasm. Bu, senin benim kör nefsimize işittir-
mek içindir. Esas olan, nefsin ıslâhıdır. Nefsin ıslâhı ise elbet sohbetle
daha ziyâde hâsıl olur.
Yalnız, sohbetten istifâde de istidada göredir. Bâzısı dinler, fakat
hiçbir şey anlamaz. Yahut, o esnada başka şeyler düşünür. Zîra bir bar-
dağa denizi de döksen, ancak istidadı kadar alır.
Kur an-ı Kerîm'in zahir mânâsı olduğu gibi, bir de bâtın mânâsı
vardır ki o, aklın üstündedir. Meselâ ben sana: Herşey bu dünyâdadır;
âhiret de bu dünyânın içindedir, dersem, bunu görecek göz, zahir gözü
değildir. Bu hakikati görmek ve bilmek için bir başka göz ve bir başka
akıl lâzımdır. İşte bu yolda aklın itirazlarına yol yoktur.
Nasıl ki Hazret-i Mûsâ ulülazim bir peygamber olduğu halde,
Allah'ın emriyle, ledün yâni esrâr-ı ilâhî ilmini elde etmek için Hızır'a
mülâki oldu. Hızır Hazretleri, kendisiyle arkadaşlık edebilmek için hiç-
bir şeye itiraz etmemesini şart koştu. Fakat malûm olduğu üzere Mûsâ
üç defa Hızır'a itiraz etti. Böylece de Hızır, aralarında firak gerektiğini
Musa'ya bildirdi."
Şeyh Yûnus Efendi:
- Göz buyurdunuz da hatırıma geldi. Şeyhimin şeyhi (göz değiş-
tir) hikâyesinden ve kırk günde göz değiştirmesinden bahsetmişti. Son-
ra da irşada memur olmuş ve elli halîfe uyandırmış. Diğerleri de onun
için: Daha dün geldi, nasıl usta oldu? demişler.
- "İstidat büyük şeydir. Göz değiştirmekten maksat, sâlikin derviş
olmazdan evvelki gözüdür ki, mürşide intisap ettikten sonra erbain de-
nilen kırk gün zarfında sâlikin riyâzâta girmesi ve bundan sonra kalbi-
ne ihsan olunan hikmet nûriyle gözünün görmesidir. Elbet bu göz ile
evvelki gözün arasında büyük fark vardır. İşte bu göze, basiret gözü
derler. Resûlullah Efendimiz buyururlar ki: Bir kimse kırk gün ihlâs
eylese, o kimsenin dilinden hikmet eserleri zuhur eder. işte lisânından
hikmet cereyan eden bu kimsenin şüphesiz gözünden de ibret nuru zu-
hur eder."
İhtiyar Hafız Efendi:
- Bir kimse oğluna yazdığı mektubunda, gayet muhterem bir
zâtın oturduğu sokaktan geçmemesini tenbih etmiş. O öyle görüyor.
Halbuki bu zat ne mübarek bir insan...
- "Ehlullah izini kolay kolay göstermez. Tâ ki kendine lâyık olanı
546
yanında tutabilmesi için çerçöpten uzak kalır. O, keramet göstermeye
de tenezzül etmez. Bir kâmil insan, Hakk'ın bütün isimlerine mazhar-
dır. Onun için ehlullâhı kerâmetleriyle büyük görmek, onlar hakkında
şüphe etmek ve küçültmektir. Görecek gözün varsa, onlar baştan aşağı
keramettir.
Arif bir zâta ulemâdan bir kimse gelmiş: Ben Allah'ı bin bir delil
ile isbat ederim, demiş. O arif zat da cevap olarak: Demek ki senin
Allah'ın mevcudiyetine ve onun her şeyde zahir olduğuna bin bir yerde
şüphen varmış ki bin bir delil ile tahdit ettin ve isbâta ihtiyaç duydun,
demiş.
Fakat bütün bu dediklerimi görmek için basiret gözü olmak lâzım.
Noksan, ehlullahta değil, onu göremeyen senin gözündedir."
- "(Şeyh Yûnus Efendiye hitapla) E şeyhim... Aç bakalım bir tatlı
yerinden... Ben sizi eğlendireyim diye söylüyorum."
Şeyh Yûnus Efendi:
-Allah sizi eksik etmesin, dinliyoruz.
- "Haydi şâirim, sen söyle..."
Şâir Yûsuf Ziya Bey:
- Bir sâlik, birçok seneler hizmette bulunup bir şey istifâde ede-
mezse, mensup olduğu mürşid-i âlîsi onu bir lütuf ile mükâfat-
landırmaz mı? Mademki kendi çalışmasıyle bir şey kazanamadı?...
- "Mürşitten maksadımız, kâmil mürşit olandır. Yâni bizzat ve
manen Resûlullah Efendimiz tarafından memur olanlardır. Hazret-i
Pir öyle buyuruyorlar: Mürşit, sâlike dört yerde yetişir: Biri, can çeki-
şirken, biri kabirde, biri sıratı geçerken, biri de mizanda amelleri tar-
tılırken Sâlike bu dört yerde yetişmeyen mürşit, kâmil değildir.
Bâzıları derler ki: Dervişlikten maksat, ahlâkın tashihi değil mi-
dir? Biz işte ahlâk sahibiyiz. Haset, kibir, gıybet etmeyiz. İyilik yapa-
rız. Yalan da söylemeyiz, rüşvet de almayız. Binâenaleyh bizim derviş
olmaya ihtiyâcımız yoktur. Biz kendi prensibimizle gideriz. Fazla ola-
rak, Allah ve bir de Resûlullah olduğunu biliyoruz. Elimizde
Kuranımız da var. Başka neye ihtiyâcımız olabilir?
Hazret-i Mevlânâ, bu türlü düşünenlere şu sözler ile cevap bu-
yurur: Dal eğri olsun da köke merbut ve yaş olsun. Köke bağlı yaş dal,
doğru olup da köke merbut olmayan doğru fakat kuru daldan elbet
âlâdır. Çünkü o yaş dal, zamanı gelince semere verir, mahsul, meyve
verir.
SOHBETLER 547
Beytullâh'ın kapısındaki paslı bir demir halka, erbabı için nice al-
tım halkadan makbuldür. Demek oluyor ki tarikata mensup olanlarda
bâzı eksikler ve noksanlar olsa bile, o yine dışarıdaki kuru ve semeresiz
kalmışlardan daha makbuldür.
Bu, Âdem'le Şeytanın sırrı meselesidir. Nasıl ki Şeytan da
Âdem'e secde emrolunduğu vakit, ben ondan daha faziletliyim... diye
secde etmedi ve meleklerin hocası iken merdut oldu.
Suâlinize gelince, istidadının kifayetsizliği yüzünden dünyâda
vuslata eremeyen, fakat şeyhine tam teslimiyet gösteren bir sâliki,
kâmil mürşit isterse bırakmaz. Belki son nefeste, yahut âhirette vuslat
nasip olur, kaybetmez. Amma mürşidi kâmil ise...
Onun için, iş tarîkate girmekte değil, insan bulmaktadır. Halbuki
bâzıları, tarikata girmekte zannederler. Tarikat, tarîk-i Muham-
medi'dir. İnsanı tarikat kurtarmaz. Kurtaran mürşittir, kâmil insan-
dır. Hangi tarikte olsa, onu arayıp bulmalı. İş, eline teşbihi alıp sabah-
lara kadar esma çekmekte, yahut zikir ve ibâdette değildir. O kâmil
mürşidi bulup, önünde (lâ) olabilmektedir.
Hakka vuslat demek, tekrar ediyoruz, zulmânî perdelerden sıyırı-
lıp, müşahede mertebesine varmak demektir.
Soyun varından ey Ken'an
Görürsün vâr olan Allah
Esasen ondan gayrı bir şey yok ki..."
- "Şeyhim sıra size geldi."
Şeyh Yûnus Efendi:
-Eyvallah... Aman Efendim eyvallah.. Allah sizden hoşnut olsun.
- "Allah nefsimizin şerrinden muhafaza etsin, rızâsından ayırma-
sın. Geceler geldi, gündüzler gitti. Ramazan ayı geçti. Topla davulla yi-
ne geçti. Öteki aylar topsuz davulsuzdur. Topla davulla olan böyle geçi-
yor. Ötekiler ise hissedilmeden geçip gidiyor.
Avamın Ramazanı, malûm olan ayda, orucu bozan şeylerden,
havassın yâni Allah'ın has kullarının orucu ise fikir ve his günâhları
demek olan gafletten yâni Hak'tan gayrı şeylerden kaçınmak ve
riyâzatta bulunup cananın vuslatı bayramına intizar eylemektir.
Avamın orucu senede bir aya mahsustur. Bu ise vuslat bayramı müyes-
ser oluncaya kadar devam eder."
Şeyh Yûnus Efendi:
548
- Bu akşa?n ayı, fakir de gördüm.
- "Basra'da Anadolu'da bu gün bayram. Halbuki bizim başımız
şerîate bağlıdır. Biz, mademki orucu, ulülemir olan hükümetin topuyla
tuttuk, yine onun topu ile bozarız. Bu hususta mesuliyet varsa, bize âit
değildir. Esasen âlemin intizâmı da bunu îcap eder. Herkes, ben ayı
gördüm... der oruç tutar ve oruç bozarsa, o vakit birlik olmaz.
Hazret-i Osman'ın huzuruna iki kişi gelmiş. Bunlardan biri: Yâ
Emîre'l-mü'minîn! Bu adam bütün varım yoğum olan elmas yüzüğümü
kaptı ve yuttu. Sana şikâyete geldim, demiş. Hazret-i Osman şahidin
var mı? diye sormuş. Dâvâcı: Yok! diye cevap verince, ötekine dönüp:
Sen bu adamın yüzüğünü yuttun mu? diye sormuş ve adam: Yutmadım
yâ Emîre'l-Mü'minîn... diye cevap vermiş. Bunun üzerine Hazret-i Os-
man: Dâva fasl oldu. Çıkınız dışarı. Mademki sen şahit gösteremiyor-
sun. Bu da yutmadığını söylüyor. O halde dâva düştü, diye kestirip at-
mış.
Bu hal karşısında yüzük sahibi ağlayıp sızlamaya ve adamın yü-
züğü yutmuş olduğuna, mukaddesatı üzerine yemin etmeye ve bütün
ailesinin servet ve samanının mahvolduğunu söyleyerek: Aman yâ Os-
man ben şimdi ne yapayım? diye saçını başını yolmaya başlamış.
Adamın şiddetli teessür ve feryadından müteessir olan Hazret-i
Osman: Yâ falan! Ben yüzüğün, bu adamın midesinde bulunduğu yeri
dahi görüyorum. Amma biz zahire göre hüküm vermek düstûrundan
ayrılamayız. Mademki şahit getiremedin, sana cevâbım yine aynıdır.
Başka birşey yapmak elimden gelmez! diye cevap verince, yüzüğü yu-
tan, Hazret-i Osman'ın ayaklarına kapanıp özür dileyerek cürmünü
itiraf etmiş.
Şeriat muhafaza olunamazsa, âlemin kıvam ve nizâmı bozulur.
Mükevvenatta gördüğün intizam, hep şeriatın icâbıdır. Çünkü şeriat
demek, âlem hayâtının intizâmı demektir.
Şeriat, vücûdu kaplayan deri gibidir. Derinin altındaki et, tarikat
gibidir. Onun altındaki kemik, hakikat gibidir. Onun içindeki ilik ise
marifet gibidir. Bunların hepsi birden bir bütündür. Ne et derişiz, ne
kemik etsiz; ne ilik kemiksiz payidar olabilir."
Şâir Yûsuf Ziya Bey:
- Zahir ehli olan kimseler şerîatten ileriye nüfuz edemiyorlar.
- "Kemâle ermek, şerîatin dereceleri olan tarikat, hakikat ve
marifeti de bulmakla mümkün olur. Yoksa yalnız iptidâi mektebini bi-
tiren bir çocuk ile, Darülfünunu bitiren ve istikbâli açılan genç bir olur
mu?
Sıtma tutan kimseye, sulfato verirler, ateşi titremesi geçer. İşte
SOHBETLER 549
ilâç şeriat, yutmak tarikat, hastalığının geçmesi de hakikat gibidir.
Şeriat meşale, tarikat yol, vâsıl olunacak yer, yâni maksut haki-
kattir. Yalnız ilim kâfi değildir. Amel de lâzımdır. Hattâ bu yolda
İmâm-ı Âzam Hazretleri iki benzetme yapar: Bir insan kan fesadından
bir çıban çıkarsa, bu çıbanın dıştan cerahatleri ve kirleri temizlense,
onu meydana getiren hastalık bünyede olduğu müddetçe yara geçer
mi?
Yine İmâm-ı Âzam'ın buyurduğu gibi, şiddetli sıtmaya tutulan bir
kimseyi ellerinden ayaklarından sımsıkı tutsalar, hastanın titremesine
mâni olabilirler mi? İllâ içten kesecek ilâç ister. İşte, sıtmalının ellerini
kolarını tutmak, yalnız oruç, namaz, zekât, hac gibi şerîatin dış yüzün-
de kalıp ruhu temizleyecek mânevi ilâçtan mahrum olmaya benzer.
İmâm-ı Âzam Hazretleri, yalnız zahir ameller ile iktifa edip
mânevi terbiyeye lüzum görmemiş olsa idi, İmâm-ı Cafer Hazretlerine
boyun vermezdi. Bunu da: (Son) iki sene olmasaydı Nûman helak olur-
du, sözüyle ifâde etmezdi.
Resûlullah Efendimiz de: Mürebbî olmaya idi ben Rabbimi bile-
mezdim, buyuruyor. Onun için ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakke'l-
yakîn 1 dereceleri başka başkadır. Meselâ Mehmet Bey Medine'yi gör-
memiş, yalnız tarifini işitmiş. Fakat ne kadar duysa, görmüş gibi ola-
maz. Bir başkası Medine'yi, Harem-i Şerifi görmüş. Elbet onun bilmesi
daha başkadır. Bir de Medîneli olmak var ki, o, beldenin deliğini deşiği-
ni bilir. Dışarıdan gelip gören, ne de olsa, Medîneli kadar bilemez.
Şeriat erbabından olup da tamâmıyle farz, sünnet ve müstehapla-
ra riâyet eden ve ahlâkını tasfiyeye çalışan kimseler, ancak nefsinin ye-
di mertebesinden olan mülhimeye kadar çıkabilirler. Mülhimeden yu-
karıki mertebelere mürşitsiz yükselmek kabil değildir. Böyle olmamış
olsa, Hak yolunun sâlikleri varlarıyle yoklarıyle Allah yoluna düşerler
miydi? Bunlar budala da sen mi akıllısın?
Dünyâya gelmekten maksat, ruhu kemâle erdirmek, kâmil insanı
bulmaktır. İlmi burada bulamadınsa Çin'e kadar gideceksin. Bu husus-
ta mazeret makbul değildir. Çünkü dünyâya gelmekten maksat budur.
Benim evlâdım, ailem var, onlar ile meşgul olmam, onlar için çalışmam
lâzımdır, da desen yine mazeretin makbul olamaz. Evlâdın ve ailen ol-
duğu için yemek yemiyor musun? Şu halde ruhunun gıdası için de ça-
lışman, onu aç bırakmaman lâzım.
Taşı toprağı arayacağına insanı ara... İlmullâhı, kâmil insanı
ara... Seyahatler edip hacca gidiyorsun. Git. Fakat yalnız taşı toprağı
Duyarak bilmek, görerek bilmek, o şeyin kendi kesilerek kendi olarak bilmek.
550
ziyarette kalma... İnsanı bulup onu tavaf et!'
- "Neşet Bey buyurun!"
Neş'et Bey, bu gece sohbet meclisine gelememiş olan Şâir Yûsuf
Ziya Bey 'in bir şiirini okudu. Son mısraları şöyle idi:
Gam yemez matlaba vuslat için erbâb-ı taleb
Reh-i mânâda eğer kâmil ise râh-beri
Görünür şâhid-i esrâr-ı maânî bî-şek
Hazretin olsa o dil mazhar-ı lutf-ı nazarı
Sohbet-i Hazret-i Kenan'a müdavim ola gör
Dinlemek ister isen Hayrü'l-beşeri
Fahreder pâye-i aşkın ile mâh-ı cebin
Gerçi yok Yûsuf-ı sevdâ-zedenin bir değeri
- "Yûsuf Ziya Bey bu akşam neden gelmedi?"
Hacı Bey:
- (Şâirin kardeşi) Bir mazereti var Efendim...
Sobanın üstündeki ibrik kaynıyor ve tatlı bir ses çıkarıyordu:
- "Ne güzel ses... Amma ateşe mâruz kaldığı vakit bu tatlı sesi ve-
riyor. Suyun ağzı var mı imiş, yok mu imiş? Su, ateşe galiptir, derler.
Su mu ateşe gâlipmiş, yoksa ateş mi suya? Yâni, erkek kadın üzerine
kâimdir. Amma surette kâimdir. Mânâda ise, ateşin suya galibiyeti gi-
bi, kadınlar da erkeğe galiptirler. Akıl erbabı, gariptir ki, hakikatte ka-
dınlara mağlûptur. Fakat kadında olan bu galibiyet, akıl erbabının on-
larda gördüğü nûr-ı ilâhî cihetiyledir. Yoksa hayvanı şehvet cihetiyle
değildir.
Kadınlık, çok büyük mertebedir ve çok büyük mevkii hâizdir. Fa-
kat iş, gerçekten o kadınlık mertebesini bulabilmededir. Yoksa bu sözü-
müz, hayvanlık derecesinden yükselememiş kadınlar hakkında değil-
dir. Meşhur meseldir: Kadının fendi erkeği yendi, derler. Biz sözü bura-
da, erkeğe galiptir, diye tefsir ediyoruz. Amma şeytânatta da galip
imiş, onu da erbabına bırakalım.
Kadınlığın vazifesi pek büyüktür. Allah ona yaratıcılık sıfatına
mazhar olmak gibi büyük bir meziyet ihsan etmiş.
Bâzı kimseler ise kadını bir makine yerine koyar, ev eşyası gibi
SOHBETLER 551
addeder, adamdan saymazlar. Halbuki Kur an-ı Kerîmde Cenâb-ı Hak
kadını erkekten hiç ayırmamış. Ayetlerde: Zâkirûne ve'z-zâkirât;
hâfizûne ve'1-hâfizât; müslimûne ve'1-müslimât diye hep beraber zikre-
diyor. Bütün Kur anı içine almış olan Fâtiha-i Şerife bile müennestir.
Güneş de müennestir ve tera'ş-şemse izâ tala'at 1 buyuruluyor.
Cenâb-ı Hak, Kur an-ı Kerîm'de emir buyuruyor: Yâ Resûl'üm, yâ
Habîb'im! Mü'minât olan kadınlar sana mubayaa için geldiklerinde on-
lar ile, Allah'a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık eylemeyeceklerine,
zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, elleriyle ayak-
ları arasında bir iftira düzüp getirmeyeceklerine ve emr-i mârufta sa-
na âsî olmayacaklarına mubayaa et! 2 "
Şeyh Osman Efendi:
- Ekseriya kadınlarda istidat daha ziyâde olur.
- "Evet kadınlar arasında neler var. Ne ehlullah yetişmiş ve ne
büyük sözler söylemişlerdir."
Şeyh Osman Efendi:
-Ne mutlu bir kâmil mürşidi olana.. Her şey onun hidâyeti naza-
riyle aslına kavuşuyor.
- "Fakat kabiliyet de şarttır. Feyze istidadı olmayan bir kimse,
mürşitten ne istifâde edebilir? İsterse otuz kırk sene hizmet etsin...
Maksat hâsıl olmadıktan sonra ne faydası var? Kim ki Allah'la olmak
isterse ehlullahla olsun, buyuruluyor. İş, edeptedir. Edep de, Hak'tan
başka bir şey görmemek demektir. Bu da mürşide olan bağlılık ve mu-
habbetle mümkündür. Şeyhin bir cemâli, senin yirmi sene edeceğin zi-
kirden daha üsttür. Çünkü zikir, esmadır. Ondan tecellî eden ise
Cenâb-ı Hakk'ın nurudur. Zikir ile ibâdet ile gidilen yol, meşk yoludur.
Aşk yolu ise, cemal tecellîsidir. Mevlânâ Hazretleri, mürşit tarafına bir
adım atmak, Hicaz canibine yüz adım atmaktan evlâdır, buyuruyor."
Şeyh Osman Efendi:
- İnsan o edebi o huzuru hal edebilse ne evrat ister ne ezkâr ister.
Allah'ın en büyük nimeti, bir kâmil mürşit ihsan etmesidir. Mürşit ver-
mesi, her şeyi vermesi demektir.
- "Mürşit, Cenâb-ı Hakk'ın memurudur. Amma onu herkes böyle
göremez. Yahut da kendi idrâkine, anlayışına göre görür. Onun için
Cenâb-ı Hak bir hadîs-i kudsîde: Ben herkesin zamandayım, herkes
1- Kehf sûresi, 17. âyet: "Güneşi görürsün, doğduğu zaman...'
2- Mümtehine sûresi, 12. âyet.
552
beni zannına göre anlar, buyuruyor. Hazret-i Mevlânâ da: Herkes ken-
di zannında benim yârim oldu. Herkes zannetti ki beni bildi ve bana
yaklaştı. Halbuki derûnumdan esrarımı talep edici olmadı, diyor."
Şâir Yûsuf Ziya Bey:
- Fuzûlî'yi çok severim. Fakat Şiî olduğunu söylüyorlar. Halbuki
cihar- 1 yâr'ı da takdir eder.
Ger belâ-yı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedir?
mısraını, çok beğenirim.
- "Bu mısraı, şahım sultânım:
Ger belâ-yı aşka düşmez bilmeyen gavgâ nedir
diye okumuşlardı.
Aşık, maşuktan başka bir şey işitmediği ve görmediği için, onun
gördüğü mihnet ve belâ dahi aynı sefadır. Çünkü cânânı vermiştir. Bu
sebeple onu yârin hoşlaması da tekdir etmesi de birdir. Bâyezîd-i
Bistâmî Hazretleri buyurur ki: Eğer Cenâb-ı Hak beni cehenneme de
koyacak olsa, cennette zevk sürenler gibi burada da aynı suretle hoş-
luk içinde olurum. Bana lâzım olan, yârimin benimle olmasıdır."
Şâir Yûsuf Ziya Bey:
- Efendim, Fuzûlî, gerçekten bir ehl-i beyt muhibbi.
- "Fuzûlî âşıktır. Resûlullah'ı sevmek, ehl-i beytini sevmekle olur.
Ashâb-ı kirama dil uzatmak küfürdür. Faraza, sizin evlâtlarınız, dost-
larınız, ahbaplarınız var. Bunlardan herhangi birine fena nazarda bu-
lunanlara karşı hoşnutsuzluk hissetmeniz tabiîdir. Eğer bana dost
isen, şüphesiz benim sevdiklerime de hakaret nazariyle bakamazsın.
İrfân-ı Muhammedi sahibi olanlar hiç kimseyi tahkir edemezler. Nere-
de kaldı ki Resûlullâh'ın ehl-i beytini ve ashabını tahkir etsinler.
Medîne-i Münevvere'de bulunduğum zaman, oranın köpeklerine bile
âşıktım. Ne mutlu bu köpeklere ki burada Peygamberin sokaklarında
bulunuyorlar, derdim!"
- "İnsaniyet ne büyük şeydir. Şeriat erbabının gittiği yol, cennet
yoludur. Halbuki asıl maksat, irfanı bulmaktır ki, bunun da yolu, ce-
maldir.
Derviş olan kimsenin ilk ve son vazifesi, Allah birdir, demektir.
SOHBETLER 553
Yânî lâ ilahe illallah demektir. Bu elde edilemezse, insan müslüman ol-
maz. Tabiî, lâ ilahe illallah demek, sâde teşbih çekip bağırmak demek
değildir. Bir lokomotif, bir bıçkı makinesi, bir vapur da bu sesleri sen-
den daha gür ve güzel çıkarır. Harun Reşîd'in papağanı Yâsîn-i Şerifi
baştan aşağı ezbere okurdu. Böyle yapması, müslüman olmasını mı
îcap ettirir. Bizim aradığımız, insanlığı bulmaktır. Kalıp olarak insa-
nız. Fakat her birimizin içinde bir maymun, bir tilki, bir kurdun
hayvani sıfatları yatmakta. Halbuki dünyâya hepimiz insanlığı bulma-
ya geldik. Bulamazsak yazıklar olsun bize... Allah'ın ahlâkiyle ahlâk-
lanmamış ve Hakk'ın sıfatlarıyle sıfatlanmamış kimse insan olamaz.
Söylesene Hacı Bey... Söyle bakalım, birşey söyle! Danyal Bey, Şa-
hap Bey? Sâde boyun kesmekle olmaz. Âdem Bey söyle bakalım... Sub-
hi Bey? Derviş Mehmet, Kâzım sen söyle!"
Kâzım Bey:
- Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyar kalmadı, buyuruluyor.
- "Tabiî oğlum. Ben kendimi terkeyledim, demek; nefsimi terkey-
ledim, demektir. Ben Rabbime vâsıl olmak istedim, nefsini bırak da
gel... dedi, sırrı budur. Nefsi terbiye etmek, onu nefislikten çıkarır. Ne-
fis kemâli bulmadıkça, insan, insan olamaz.
Resûlullah Efendimize: Cenâb-ı Hak bu âlemi halketmezden ev-
vel kim vardı? diye sordular. Efendimiz de: Allah vardı ve onunla baş-
ka kimse yoktu, buyurdular. Cüneyd-i Bağdadî Hazretlerinin huzu-
runda bu hadîs-i şeriften bahsedilirken: Siz ne buyurursunuz? dediler.
Cüneyt Hazretleri: Şimdi de öyle! diye cevap verdi.
Demek oluyor ki gördüğünü ağyar gösteren yâni Hak'tan gayri
zannettiren nefistir. Eğer ağyarı kaldırır, Hak'tan gayrı bir şey görmez-
sen, lâ ilahe illallah sırrı zahir olur ve sırasıyle Hak'tan gayri mevcut
olmadığını ondan başka verici olmadığını, failin de Hak olduğunu gö-
rürsün. Onun için nefsini (lâ) eden yâni yokluğa salan, illallah demiş
olur ve o vakit de: Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyar kalmamış
hakikati meydana çıkar.
Hilmi, söyle bakalım..."
Hilmi Bey:
-Aşıkta edep olmaz, sözü ne demektir"?
- "Aşık kimdir oğlum? Âşık o kimsedir ki akıl sahibi değildir.
Mecazî aşkta bile bu budur. Âşıkın düşüncesi ancak maşukudur.
Mâşûku için varım yoğunu, yâni nefsinin hattâ ruhunun bütün taleple-
rini feda eder. Aşkın evveli cünun, ortası fünun, sonu da sükûndur.
Bak Mevlânâ Hazretleri ne buyuruyor: Nâydan işit ne söylüyor. Kanlı
yolun, Mecnûn'un kıssalarını söylüyor diyor. Kanlı yoldan maksat, uğ-
554
runda nice başlar giden aşk yoludur.
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasın
Ar u ırzıyle gelip âşıklara bâr olmasın
Bu iş, akıl işi midir? Elbet değildir. Edep ise akla teklif olunur.
Amma aşk erbabının bî-edepliği de bambaşkadır. Çünkü onun kendine
mahsus bir edebi vardır ve öyle bir edep ki cümle edeplerin üstündedir.
Zîra âşıkın bilgisi, görgüsü, nefesleri ve hayâtı hep cananıdır."
Şeyh Osman Efendi:
-Ah Efendim, hep bu sözler akıp gidiyor.
- "Herşey öyledir esasen... Bol ve fazla oldu mu kıymeti bilinmez.
Osman Bey söylesene oğlum."
Osman Bey:
-Namazın esrarı nedir?
- "Namazın esrarına nihayet yoktur. Namaz, müminin miracıdır.
Namazın esrarı, bütün tarîkatin, şerîatin, hakikatin ve marifetin
esrarıdır. Şaşarım o kimselere ki namazın kadrini bilemez, namaz kıl-
mazlar. Resûlullah Efendimiz: Gözümün nuru namazdadır 1 , buyur-
muştur. Yâni mü'minin namazı, ilâhî vuslata yaklaşmasıdır. Namaz
öyle büyük bir şeydir ki tefsir etmeye kalkışılsa kitaplar dolar. İçine
nüfuz edildikçe hayretlere garkolunur. Ufuk gibi sonsuz ve nihayet-
sizdir. Namaz, Allah'ın meleklere, Âdem'e secde ediniz, dediği sırdır.
Namazın fazileti namütenahidir. Bizim söylediklerimiz, ancak o derya-
dan bir katredir. Vay gidi bizim namazımız kılınmış diyen kimselere...
Gözünüzü açın, şerîatten ayrılmayın. Ayrıldınız mı helak olduğu-
nuz gündür. Esasen tarikat, şerîatin içine gizlenmiştir.
Maamâfih bu haftaki derste de söylediğimiz gibi, sırf şerîatle gi-
denler ancak nefsin mülhime derecesine kadar çıkarlar. Yâni hakikatin
hududuna kadar gelebilir, ileri gidemezler. Mutmainne, râdiye ve
mardiye 2 mertebelerini bulmak ve hakikate ermek için mutlak yol gös-
terici bir mürebbî lâzımdır.
Fakat tarikat mürşitleri içinde, şeyhliği, intikâl suretiyle yalnız
babadan alıp, şerîatin hâricinde hareket edenler, kendilerine tâbi olan-
ları bâzı vaadlerle iğfal ederek bîçâreleri dalâlete sevkederler.
Ancak Allah tarafından memur olarak irşat ile vazifelendirilmiş
mürşit ve mürebbîlerdir ki, şeriat babından ayrılmadan, sâliki haki-
kate ve kemâle ulaştırırlar. Şunu bilin ki hangi tarik olursa olsun,
şerîatsiz zındıklıktır. Vücûdu kaplayan deri şeriat, et tarikat, kemik
1- Kurretü aynî fı's-salâti.
2- Nefsin üç üst derecesi.
SOHBETLER 555
hakikat, ilik ise marifet gibidir. Bunların hiçbiri, deri olmazsa payidar
olamaz."
- "Danyal Bey söyle bakalım!"
Danyal Bey:
- Pirimiz Efendimiz Hazretlerine Ebü'l-alemeyn denilmesinin se-
bebi nedir?
- "Büyüklerin kutbü'l-aktab, gavsü'1-âzam, sırr-ı hilâfet, kutbu 1-
ûlâ vesaire gibi mertebeleri vardır. Üçler dedikleri: Kutbü'l-aktab, gav-
sü'1-âzam ve sırr-ı hilâfet'tir. Bunlar her asırda mevcuttur. Rivayete gö-
re de geçen yüz yirmi dört bin peygamberin vekilleri mevcuttur. Binâ-
enaleyh: Nerede o eski evliyâullah... geçti onlar! demek hatâdır. O eh-
lullah her an mevcuttur. Çok kimseler böyle söyleyerek, şerîatte değilse
bile hakikat yolunda küfür işlemiş olurlar. Çünkü Allah'ın mevcu-
diyetine şüphe olmadığı gibi tecellîsine de şüphe yoktur. Tecellî, her an
bir çeşit görünür 1 . Bu malûm olunca, ehlullâhın da her asırda ve her
zaman mevcut olduğu anlaşılır. Bunlardan biri gitse, yerine bir diğeri
geçer.
Üçlerden biri Hakk'ın naibi, biri Hazret-i Peygamberin, biri de
Hazret-i Ali Efendimizin vekilidir.
Yalnız, Cenâb-ı Hakkın bir cilvesi olarak, bâzan olur ki bu üç
mânevi vazife, üç zatta ayrı ayrı bulunur. Bâzı zaman da olur ki bu üç
vazife iki zatta bulunur. Yine bâzı zaman olur ki bu üç vazife bir zatta
toplanır.
Hazret-i Pir Seyyid Ahmede'r-Rifâî, asrında kutbü'l-aktab idi.
Seyyidinâ Abdülkâdir Geylânî ise gavsü'1-âzam idi. Abdülkâdir
Geylânî'nin vefatı ile gavsiyet de kendilerine tevcih olundu. İşte bunun
için Hazret-i Rifâî'ye Ebü'l-alemeyn, deniyor.
Ebü'l-alemeyn denmesinin bir mânâsı da, zahir ve bâtın ilimlerine
sahip olmalarından ve her iki ilimde de yed-i tûlâ yâni kudret sahibi
bulunmalarından dolayıdır.
Hazret-i Pîr'in büyüklüğüne nihayet yoktur. Fakat evsaf ve
ahlâkı, dâima tevazu, acz ve yokluktan ibarettir. Onun için Rifâîlerin
başlıca tecellîsi tevâzudur. Gerçi bütün tarîkatler için tevazu, alçak gö-
nüllülük esastır. Fakat Rifâîlere tecellî, ifrat tevazu cihetiyledir. Düşü-
nünüz, o sultan, Resûlullâh'ın mübarek elini öpmek gibi azîm bir şerefe
nail olduktan sonra Bâbü's-selâm'a yatıp: Allah'ını seven üzerime basıp
1- Rahman sûresi, 29. âyet: "Külle yevmin hüve fî şe'n."
556
da geçsin! buyuracak bir vecd ve tevazu tecellîsine garkolmuştur."
Adem Bey:
- Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri: Muhabbeti kâse kâse içtim... diye-
rek aşkın sonsuzluğunu beyan buyurmuştur. Aşıklardan, doydum,
kandım... diyen var mıdır?
- "İstidada göre oğlum... Bir gün Şems-i Tebrîzî Hazretleri,
Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin karşısına çıkarak atının dizginini tutar
ve Hallâc-ı Mansur mu büyüktür, yoksa, Resûlullah mı? diye sorar.
Mevlânâ'nın: Elbet Resûlullah büyüktür, demesi üzerine Hazret-i
Şems: Peki amma, Hallâc-ı Mansur, Enelhak, dedi. Halbuki Resûl-
ullah: Yâ Rabbî seni hakkıyle bilemedik! buyurdu. Levlâk sırrına maz-
har olmuş ve iki dünya kendisi için yaratılmış iken, seni hakkıyle bile-
medik... neden demiş? diye sorunca Mevlânâ: Çünkü Hazret-i Peygam-
berin kabı o kadar geniştir ki ne kadar dolsa, daha yok mu? der. Hal-
buki Hallâc-ı Mansûr'un kabı ancak o kadarına müsait olduğu için, dol-
dum, dedi cevâbını vermesi üzerine Şems-i Tebrîzî bir sayha vurarak
düşüp bayılır.
İşte aşk da, girdiği kabın hacmi ile mütenâsiptir. Bir yüksük, bir
tencere, bir kazan ve bir havuzdaki suyun nisbeti birbirinden ne kadar
farklıdır. Fakat hepsi de dolunca: Doldum! der. Hallâc-ı Mansûr'un
Enelhak... demesi gibi. Amma bir yüksüğün doldum demesiyle bir ka-
zanın doldum, demesi bir midir?
Keza, herşeyin fıtrî istidadı, hilkati ne ise yaratılışı ve kabiliyeti
de ona göredir. Cenâb-ı Hak herşeye kendi hilkatinin iktizâsını verdi
ve o iktizânın ondan husul bulmasını takdir etti 1 . Binâenaleyh, herke-
se, hilkatinin îcâbı ne ise o kolay gelmiştir 2 .
Aşk da istidada bağlıdır. Kimisi doymaz, kimisi de kabına nazaran
doydum yeter, der. Fakat aşk nihayetsizdir. Çünkü Allah'ın sıfatıdır.
Cenâb-ı Hak kaleme: Yaz! dedi. Kalem, Arş, Kürsî, cennet ve ilh...
Herşeyi yazdı. Lâ ilahe illallah yaz dedi. Onu da yazdı. Muhammed Re-
sûlullah'ı yaz! dedi. Onu yazarken, ortasından yarıldı, şak oldu, çatladı.
Ne için? Çünkü Muhammed Resûlullah, aşka mazhardır da onun için.
Hâsılı aşk, hilkatin gayesidir."
- "(Komşu Agah Efendiye hitapla) Buyurun Agâh Efendi!"
1- Tâhâ sûresi, 50. âyet: "Kale Rabbünellezî a'tâ külle şey'irı halkahu sümme hedâ."
2- Küllün müyesserün limâ hulika lehû.
SOHBETLER 557
Agâh Efendi:
- Efendimiz, Rifâî ve Kadiri tarîkatlerindeki âdetlerin Nakşîlerde
olmamasının sebebi nedir'?
- "Nakşîler, öteden beri zikirlerini hafi, gürültüsüz, kalbî yapar-
lar. Onların zikirleri cehrî yâni sesle olmayıp derûnîdir. Maksadın kalp
zikri olduğunu söyleyerek ağızları ile değil içten zikrederler. Cehren
zikretmekten maksat yine kalp zikrine varmaktır. İşte onun için de
maksat kalbi temizlemek olduğundan zikrimiz de hafidir, kalbidir, der-
ler.
Halbuki diğer tarîkatlere mensup olanlar, zikirlerini nefislerine
de duyurmak isterler ve onu zikre alıştırdıktan sonra tedricen kalbe gi-
derler.
Tekkelere kudümlerin, nafilelerin kabulü esâsı, Resûlullah Efen-
dimiz'in Medine'yi teşrif buyurdukları vakit Medine ahâlisinin, sevinç-
lerinden sütuhlara çıkarak, ellerine ne geçtiyse, sahan kapağı mı olur,
teneke mi, def mi ne buldularsa bunlar ile sevinçlerini izhar etmelerin-
den alınmıştır.
Semahane denilen yer, nefis ile muharebe hâlinde olunduğundan,
sanki bir muharebe meydanıdır. Nitekim Resûlullah, cihattan avdet
buyurdukları vakit: Biz küçük cihaddan büyük cihâda avdet ettik, bu-
yururlardı. Sancaklar, teberler, topuzlar ve bir arada ilâhîler, naatlar,
tevşihler okuyan zâkirlerin, birer asker sayılan dervişleri nefis muha-
rebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları, hep insanın yüksek
duygulara doğru yol alması içindir ve bütün bu ilâhî nağmeler, sesler,
sözler bakınız bunlar ile ne diyoruz? Allah diyoruz. Davulla dümbelekle
hep onu söylüyoruz, demektir.
Yoksa, kudüm ve halîle vurmak, ilâhî ve naat okumak tarîkatin
şartı değildir. Tarikattan maksat, nefsin ıslâhıdır.
Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı zikretmesin. Niçin davulun, defin Al-
lah demesini hoş görmeyelim? Kulağın varsa ne ses çıkardığını işit!
Birgün Hazret-i Pîr Seyyid Ahmede'r-Rifâî henüz pek genç iken
bir şeyhler meclisinde bulunuyordu. Bir kimse def çalarak kasîde oku-
yor, etrafında da ahlar, oflar birbirini takip ediyordu. Bu sırada Haz-
ret-i Pîr, bir darbe ile def çalanın defini patlattı. Yâ Ahmed, neşemizi
niçin bozdun? diye vâki olan itirazlara cevap olarak: Sebebini okuyucu-
dan sorunuz, buyurdu. Kasîde okuyan ise kendisine sorulunca: Dün ge-
ce bir dünya ehli meclisinde idim. İşret ediyorlardı. Ben de def çalarak
onları eğlendiriyordum. Onların hay huyunu bu meclisteki hay huya
benzettim. İşte tam bu sırada şu genç gelip defimi patlattı, dedi.
Bir gün Hazret-i Ali yolda giderken bir kilise çanını dinlemek üze-
558
re durmuş ve zevkle dinlemeye başlamıştı. Kendileriyle beraber bulu-
nanlar: Yâ Ali, bu kilise çanıdır, neden dinliyorsunuz? dediler. Hazret-i
Ali cevaben: Evet kilise çanıdır, fakat Hak! diye bağırıyor, onu dinliyo-
rum, buyurdu.
Her ne ki seni Allah'tan gafil etmezse ve Allah'ın aşkını sende
ziyâde ederse, onu can kulağı ile dinle. Her ne ki seni Allah'tan gafil
ederse, ondan kaç! Allah'a olan aşkını ziyâdelendiren ve Allah'a gittik-
çe seni yaklaştırandan niçin korkarsın?"
- "Şâirim buyurun!"
Şâir Yûsuf Ziya Bey, yazmış olduğu bir şiiri, müsâade isteyerek
okudu.
- "Bunu, sahibim nâmına kabul ediyorum. Şüphesiz bu medh ba-
na âit değil!
Cenâb-ı Fahr-i Alem Efendimizi bir gün medhediyorlardı ve ken-
dileri de bu medihten memnun oluyorlardı. Fakat bâzı kötü görücüler,
münkir ve münafıklar: Bu nasıl şeydir? Biz ahlâkı peygamberden öğ-
renmemiz lâzım gelirken, görüyoruz ki medhedilmekten memnun olu-
yor. Bu hal, ahlâk ile nasıl telif olunabilir? dediler. Hazret-i Peygamber
bu sözü söyleyenleri çağırttılar ve: Bu medihler bana değil sahibime
aittir. Onun medhedilmesinden dolayı memnun oluyorum, buyurdular.
Biz de şu sözlerinizi, Hazret-i Pîr'e ve dolayısıyle Resûlullâh'a ta-
alluku dolayısıyle kabul ediyoruz."
- "Âdem Bey söyle bakalım oğlum..."
Adem Bey:
- Cenâb-ı Hak: Ben kulumun zannındayım, buyuruyor. Ne demek-
tir?
- "Bunun birkaç mânâsı vardır. Bir mânâsı, Cenâb-ı Hakk'ın bü-
yüklüğüne ve ilâhî saltanatına nihayet olmadığını belirtmesidir. Çün-
kü Allah'ın zâtını tasavvur kabil değildir. Cenâb-ı Hakk'ı ne suretle ta-
savvur ve tasvir edebilirsin? Buna rağmen herkesin bir zannı vardır.
Meselâ çoban Cenâb-ı Hakk'a: Gel senin çarıklarını dikeyim... Sana ya-
tak yapayım... diyor. İşte Cenâb-ı Hak bunun için: Ben onun da zannın-
dayım! buyuruyor.
Nebî, ümmetine karşı ne ise, şeyh de kendi kavmine karşı öyledir,
SOHBETLER 559
buyruluyor. Fakat dervişler kendi şeyhlerini hep bir suretle mi bilir
zannedersiniz? Kimi, şeyhinin zahir yüzünde kalmış ve onda fânî ola-
mamıştır. Kimi, bâtınına erişmiş, kimi ise hakîkatına vâsıl olmuştur.
Herşeyden evvel şeyhin ne demek olduğunu bilmek lâzımdır. Tari-
katta kâfir, şeyhinin îmânına vâkıf olmayan, tarikatta ölü, şeyhinin
hayâtından haberdar olmayandır. Onun için şeyhini ilme'l-yâkin ve
hakke'l-yakîn bilmek lâzımdır ki evvelâ şeyhinde fânî olasın, sonra Re-
sûlullah'ta ve nihayet Hak'ta fânî olmak mertebesini bulasın. Bu ilim
de ne ile hâsıl olur? dersen, şeyhini gördüğün gözden daha başka bir
gözle, basiret gözüyle görmek lâzımdır ki onun bâtınına varabilesin.
Mevlânâ Hazretleri de onun için: Herkes kendi zannınca bana yâr
olduğunu sandı fakat derûnumdan esrarımı arayan olmadı, buyuru-
yor.
Sen ne nazar ve zanda bulunuyorsan, o zarının adamısın.
Herkes Allah diyor. Fakat herkes Allah'ı bir mi biliyor? Bu bilgiler
ne kadar ayrı ayrıdır. Fakat herkesin zannında Allah, Allah'tır. Meselâ
hıristiy anlar Cenâb-ı Hakka: Biz seni üç kimseden ibaret biliriz: Baba,
oğul ve ruhu 1-kuds... diye tapıyorlar. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî: Biz yetmiş iki mezheple de beraberiz... Sununla, bununla, Petro
ve Yuvanla da beraber... buyuruyor.
Mevlânâ Hazretlerinin: Bir ayağımız şerîatte sabittir; öteki ile
yetmiş iki milleti devrederiz, buyurmaları, Cenâb-ı Hakkı kemâliyle
görenlerin nihayetsiz anlayışına aşikâr bir işarettir."
Şâir Yûsuf Ziya Bey 'e hitaben:
- "Ziya Bey buyursanıza!"
Yûsuf Ziya Bey:
- Efendim, seven kimse sevdiği üzerine bir gül yaprağı bile atmak
istemez ki, müteessir olmasın... diye. Halbuki Cenâb-ı Hak enbiyâsını
ve evliyasını türlü türlü dert ile mübtelâ kılıyor. Ne hikmet ki sevdiğine
böyle yapıyor?
- "Cenâb-ı Hak, sevdiğinin sesini işitmek için onu derde düşürür.
Resûlullah Efendimiz: Hiçbir peygamber benim gibi ezâ çekmedi, bu-
yurur.
O iptilâlar, bizim gözümüze göre eziyettir. Mânâda ise nimettir.
Çünkü sıkıntı ve eziyet zamanında kul, Allah'a daha yakındır. Ve in-
san ne nisbette mihnetten, gamdan âzâde ise o nisbette Allah'tan uzak-
tır. Sabahlara kadar zevk, safa ve eğlencelerle vakit geçiren o dört başı
560
mâmur kimseler, bilsinler ki Allah'tan gafildirler ve uzaktırlar.
Resûlullah Efendimiz: Dünya, mü minin zindanıdır, buyurur.
Dünyâda nefsini garip kabul et, yahut kendini bir yolcu say... Dünya
zevki içinde yaşayan kimseleri cehennem kuşatmıştır. Onların iç yüzle-
rine baksanız, ateş içinde yandıklarını görürsünüz. Âyet-i kerîmede de
buyurulduğu gibi: Cehennem hâlen bu dünyâda o kâfirleri ihata etmiş-
tir. 1
Ancak Allah'ın halvetgâhmdan başka yerde huzur arama!
Onun için aşk sultanlarının belâları belâ değil, zevk ve muhabbet-
tir. Berikilerinki ise cehennem azabıdır."
Yûsuf Ziya Bey:
-Âşık olmak güç Efendim...
- "Olmakla değil ki... Aşk seni seçer, kendine lâyık görürse çeker
alır. Maşuk seni sevecek ki sen âşık olabilesin. O seni sevecek ki, bu kı-
vılcım ondan sana geçip uyanacaksın. Yoksa bu hal, kendiliğinden na-
sıl olur?
Şem'i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi...
Muhyî Bey söyle bakalım!"
Muhyî Bey:
- Allah güzeldir güzelliği sever 2, den maksat, güzel ahlâk mıdır?
- "Cemal, kalp cemâli, kalp güzelliği musaffa yâni saf hâle gelmiş
arınmış olan ruhun cemâlidir. Bu kelâmın zahire de şümulü vardır. Fa-
kat zahir cemâli, bâtın cemâli olmadan fayda vermez. Puttan ibaret ka-
lır. Zahir güzelliği, bâtın nurundan akseden güzellik olmalıdır. Evet
Cenâb-ı Hak güzeldir, güzelliği sever. Yâni ruhun cemâlini sever, o tas-
fiyeye sahip olan rûh sahibi kim ise onu sever. Güzel ahlâk da o cümle-
dendir. Ruh, güzel ahlâkla tasfiye ve tashih olur."
- "Şahap Bey, Neşet Bey!"
Şahap Bey:
- Cenâb-ı Hak sevdiği kullarını bir takım iptilâlar ile meşgul kı-
lar, buyuruldu. Acaba bu iptilâ, emânetullah cümlesinden mi? Yâni in-
sanın semâvat ve arzı kabul etmesine mi işarettir 1 ?
- "O emânetten maksat, insanın kendinde ve cümle mevcudatta
Allah'ı görmesidir. Sende bir ilâhî sır, bir emânetullah vardır. Onu sa-
1- Tövbe sûresi, 49. âyet, Ankebût sûresi. 54. âyet.
2- İnnallâhe cemîlün yuhibbü'l-cemal.
SOHBETLER 561
na vermişler ki, arayıp bulasın diye... Onu bulmak için de şüphesiz eli-
ne mücâhede kazmasım alıp vücûdunun bina olunduğu o beşerî taba-
kaları birer birer riyâzat külüngü ile yıkacaksın. Tâ ki o yıkıldıktan
sonra, içinden çıkacak hazînede gömülü olan emânetullahı bulasın.
Sonra da onu bulduğun gibi:
Kahde baksan ol güzel Allah'ı bul
Âdem isen semme Vechullâh'ı bul
sırrına mazhar olursun. Yoksa hayat, yiyip içmek gezip tozmaktan
ibaret değildir. Bu hayvanda da vardır.
Emânetullah çok büyük ihsandır. O emânetullahı bulmak, bu
iptilâlar olmasa kabil olmaz. Çünkü bunlar, onun mehengidir. İnsan, o
emâneti kabul etmekle nefsine zulmetmiş oluyor. Yâni benliğini mah-
vediyor. Ölmeden ölmek gerek tâ ki emâneti bulasın."
- "Mehmet Bey, Hacı Bey, Arif Bey, Hacı Efendi, Salâhaddin
Efendi söyle bakalım!"
Salâhaddin Efendi:
- Resûlullah Efendimiz: Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır, bu-
yurmuş. Bu kelâm hadis midir ve bu sözden maksat nedir 1 ?
- "Ben ilmin esâsıyım, Ali de onun kapısıdır. O ilim şehrine bâb-ı
Ali'den girmek lâzımdır, buyurmak istemişlerdir. Yâni bir kâmil insan
ve bir mürşit bulmak ve onun vâsıtasıyle beni bulmak lâzım gelir, diye
bizlere bu hakikati işaret etmişlerdir.
Hazret-i Ali Allah aslanı olmak dolayısıyle, kendisine muhabbet
ve hürmet eden, Resûlullâh'ı da hoşnut etmiş olur. Fakat ona muhab-
bet, yoluna gitmekle olur. Sevmenin şartı budur. Erenlerim ben Ali'yi
severim! demekle olmaz. Dildeki dâvaya hüccet isterler. Ben Halep'te
kırk arşın atlardım, demek para etmez. Atla... dedikleri vakit burada
da atlamalı. İşte ancak o yolda yürürsen bu kapıdan ilmin şehrine gire-
bilirsin.
Bu söz, ister hadis olsun, ister olmasın, hikmeti nerede bulsan ala-
caksın. Bizim maksadımız hikmet toplamaktır. Dâva senin nene lâzım?
Her güzel söz, Resûlullah'ındır. İşte sana kat'î bir düstur. Amma bunu
ister Rifâî, ister Ebû Bekir söylesin. Her güzel şey, hakikat cihetiyle
Resûlullah'ındır. Dâva ile uğraşmamalı. Doğruya bakmalı ve alıp kabul
etmeli!"
562
Şâir Yûsuf Ziya Bey'e hitaben:
- "E şâirim, aç bakalım. Akşam sohbette siz yoktunuz. Haydi din-
liyoruz. Aç bir şey. Açılmadan olmaz ki!.. Kelâm kelâmı çeker."
Yûsuf Ziya Bey:
- Rubûbiyet ile ulûhiyet arasındaki fark nedir 1 ?
- "İkisi arasında ince bir fark vardır. Mâlûm-ı âlîniz, rubûbiyet,
rab, terbiye edici demektir. Yâni, âlemin mürebbîsi, terbiye edicisi de-
mektir. O cihetle dahi, yâ Rabbî! denildiği vakitte, bu duanın en kabule
yakın bir duâ olduğu söylenir.
Allah, yerin göğün ve bütün kâinatın yaratıcısı, mevcudatın halikı
demektir. Rab ise terbiye edici mânâsına gelir. Yâ Rabbî... demek; be-
nim Rabbim demektir. Benim Allah'ım demek değildir.
Allah... denince kevn ve mekânın ve mevcudatın halikı olduğu an-
laşılır.
Cenâb-ı Hak, yâ Rabbî, hitabını sever ve o hitaba cevaben kuluna:
Lebbeyk! der. Bir insan hakîkaten Cenâb-ı Mevlâ'ya teveccüh edip, da-
ğınık olan düşünce ve hislerini toplayarak: yâ Rabbî! dedi mi, kalbinde
bir ferahlık, bir inşirah hâsıl olur. İşte o ferahlık, Cenâb-ı Hakkın o ku-
luna: Lebbeyk! demesidir. Eğer bu kul, hâlis, saf ve pâk bir gönülle, hiç
olmazsa o anda tam bir teveccüh ile yâ Rabbî! dese, bu inşirahı bu fe-
rahlığı hissetmemesi kabil değildir."
- "(İhtiyar Hafız Efendi'ye hitaben) sanki yarım saat evvel burada
toplanmış gibiyiz, değil mi? Zaman ne çabuk geçiyor. Çok yaşamış bir
kimse tasavvur ediniz. Meselâ yüz yaşına gelmiş bir adam... Ona dese-
ler ki: İki yaşınızdan beri aklınızda kalan şeyler nelerdir, anlatınız! O
da size, görmüş ve geçirmiş olduğu hayatı, başından geçen vakaları ço-
cukluğuna ve gençliğine âit her şeyi anlatsa, bütün hayat hikâyesi, en
fazla kaç saat sürer? İki saat... diyorsunuz değil mi? Fakir de diyorum
ki azamî azamî yirmi dört saat sürse, yine de yüz senelik bir hayat yir-
mi dört saat içine sığdı demektir.
Yarın ölüm geldiği vakit ruhlara: Dünyâda ne kadar kaldın? diye
sorulacak. Kimi on gün kadar; kimi hayır hayır bir gün kadar! diyecek.
İşte buna bir misal: Dün akşam burada idik. Dünden bu güne ka-
dar geçen zaman sanki yarım saat gibi geldi. Halbuki bu yirmi dört sa-
atte neler yapılmadı. Sahurlar yedik, iftarlar* ettik, uyuduk, uyandık,
birçok işler gördükten sonra buraya geldik.
Şu Ramazan ayı, her dakikasını topu ile davulu ile bildirdiği hal-
SOHBETLER 563
de, hiç duyulmadan on altıncı gecesi oldu. İnsan ne kadar gafildir. Ra-
mazan geçiyor... diyoruz. Halbuki geçen biziz.
Bu dünyâda neye güvenilir? Bu kadar insanlar gelip geçmiş. Hani
bunların ilimleri, fazılları, kemalleri, paraları, gençlikleri, taravetleri
nerede? Küllü âtin karîb. 1
Bakın Kemal ne diyor:
Sanman binâ-i kasr-ı cihan pâydâr olur
Bir gün gelir ol dahi virânezâr olur
Ümran sarây-ı dehrde her yer mezar olur
Bin inkılâba vesile bir rûzigâr olur
Feyzî merhum da:
Bir acep mamuredir etrâf-ı şehristân-ı aşk
Her taraf atf-ı nigâh etsen beyabandır bütün
Bak neler gelmiş neler ebnâ-yı cinsin başına
Tûde tûde bastığın topraklar insandır bütün"
ihtiyar Hafız Efendi:
- Salih isminde bir tüccar vardı. Namaz kılar, Aşır okuturdu. Fa-
kat nedense battı.
- "Sen namaz kılmasına bakma. Elbet bir isyanı vardır. Allah, in-
sanı sebepsiz düşürmez. Her namaz kılan da Allah demiş olmaz.
Meselâ adam bir yandan namaz kılıyor, fakat hâlen de kalben de: Bana
haramından rızık ver! diye duâ ediyor. Çünkü namazdan sonra harama
el sokuyor. Allah zahire bakmaz. Bu türlü namaza da riya denir. Na-
maz, insanı kötülüklerden alıkoymalıdır ki namaz olsun.
Şu da var ki Cenâb-ı Hak bâzı müstesna kullarını, ellerinden
mallarını ve kendileri için kıymetli olan şeyleri alarak imtihan eder.
Fakat o gibi kimseler bu türlü vaziyet karşısında ne şikâyet eyler, ne de
ondan bundan birşey istemeye tenezzül ederler.
Zâtın biri vaaz etmek üzere kürsüye çıktığı zaman: Yâ Rabbî, sen
ne kadar hırsız, edepsiz, hayırsızlar varsa bunlara iyilikler ver! diye
duâ edermiş. Kendisine bu türlü duanın sebebini sordukları vakit: Na-
sıl duâ etmeyeyim ki bu nimeti onların sayesinde kazandım. Ben vak-
tiyle son derece zengin bir tacirdim. Kervan ile memleketten memleke-
te gidip ticâret yapıyor, para kazanıyordum; fakat bir kere olsun Allah'ı
1- Her gelecek yakındır.
564
zikretmek aklıma gelmiyordu. Bir kere kervanın karşısına hırsızlar çık-
tı. Malımın yarısını çalıp gittiler. İkinci defa yine soyuldum. Fakat
üçüncüde hiçbir şeyim kalmamacasına gidince bir tekkeye ilticaya mec-
bur oldum. Orada karnımı doyurdular. İzzet ikram ettiler. Nihayet
Allah'ımın lutfu erişti. Bir kâmil mürşide intisap ettim ve işte bu gün-
kü mevkiimi buldum. Eğer bütün o mallarım bende kalsaydı hâlim nice
olurdu?
İşte, Allah'ın seçilmiş kulları, fakr gelince de Hakka isyan etmez-
ler ve Hakk'ın bu tasarrufu altındaki hikmeti görerek şükrederler."
- "(Şeyh Yûnus Efendiye hitaben) Şeyhim, buyurun, açın bakalım
bir tatlı yerinden!.."
Şeyh Yûnus Efendi:
-Ne haddimize... Efendimizi dinliyoruz. Ne cevherler doğacak?
- "Dervişten lâ ilahe illallah doğar. Başka ne doğar? Hemen Allah,
lâ ilahe illallah ilmini öğrenmeyi bize müyesser etsin!
Fakat iş, yalnız bunu lisanla tekrarda değildir. Harun Reşîd'in pa-
pağanı da Yâsîn-i Şerifi baştan aşağı okurmuş. Böyle olmakla, o papa-
ğanın mü'min ve hafız olması mı îcap eder? Keza, Kur'ân'ın bir merkep
üzerine yükletilmesi, o merkebe ne fayda verir? Hemen Cenâb-ı Hak,
hakkıyle lâ ilahe illallah demeyi nasip etsin âmin!
Şeriat ehline göre bir hadis, yâni sonradan yaratılmış, bir de
kadîm, yâni ebedî vücut vardır. Onun için de şeriat ehli, Allah başka,
vücut başkadır, derler.
Tevhîd ehlinin inançlarına gelince, onlar, vücut birdir iki değildir,
derler. Yalnız, bu bir olan vücûdun bâtını ve zahiri vardır. Bâtını, bir
nûr-ı münbasittir ki cümle mevcudatı kuşatmıştır. Alem, bu nurun
içinde, güneşe karşı bir zerre, denize karşı bir katre hükmündedir.
Binâenaleyh bu beyan ve tarife gelmeyen, nihayet ve pâyânı olmayan
bir sonsuzluktur. İşte cümle mevcudattan zuhur eden, bu nurdur. Bil-
cümle mevcudat ise bu nurun tecellîsine mazhardır. Her bir varlıktan
zuhur eden işte bu nurdur.
Nur, bir pencereden nasıl gelirse, o nur da pencere hükmünde
olan bu varlık âleminden, bu mevcudata öylece gelir. Halbuki aslında
işiten, söyleyen, bilen, bildiren, ikrar eden hep bu nurdur.
İşitme, görme, kudret, irâdet hep bu nur ile olur.Hazret-i Şeyh-i
Ekberin dediği gibi: Ben söylüyorum ben dinliyorum, bu dünyâda
Hak'tan gayrı bir şey yoktur.
SOHBETLER 565
Tasavvuf ehlinin hazarât-ı hams, beş hazretler dedikleri bir
ıstılah vardır. Bunların biri, ahadiyet mertebesidir ki burada ne ilmen
ne de aynen taayyün yâni bir varlık vardır.
Beş hazretten ikincisi, taayyün-i sânî mertebesidir ki buna âyân-ı
sabite dahi denir. Âyân-ı sabitede de aynen temeyyüz yâni bir vücutlaş-
ma bir varlığa bürünme yoktur. Amma ilmen temeyyüz, yâni fikren bir
seçilme, varlığa doğru fikrî bir hazırlanış kendini göstermiştir.
İşte bu âyân-ı sabite mertebesi, Hakk'ın zâtının, esma ve sıfatının
tecellî mahalli olur. Vahdette kesret, kesrette vahdet mertebesi, bu
mertebedir. Cenâb-ı Hakk'ın mutlak vücûdu, bu âyân-ı sabiteye ayna
olduğundan, bu suretle de vahdette kesret oluyor. Mü'min mü'minin
aynasıdır hadîs-i şerifi budur işte.
Öyle ki, birinci mü'min, kâmil mü'min; ikinci mü'min, Cenâb-ı
Hak'tır. Demek ki kâmil mü'min, Cenâb-ı Hakk'ın aynası imiş.
Beş hazretin üçüncü mertebesi, ruhlar âlemidir. İşte melâike-i ke-
rubiyun rûhü'1-kuds, akl-ı evvel hep buradadır.
Dördüncü mertebe, hayâl veyahut misal âlemidir. Dünya ile bu
ruhlar âlemi arasında bir âlemdir. Rüyalar bu misal ve hayâl âleminde
görülür. Melâike ve evliya, istedikleri kalıba burada temessül edip gö-
rünürler. Kemal erbabı, bu âleme, daha dünyâda iken girmiş, görüp ge-
zip ondan haber vermişlerdir. Meleklerin birçok şekillerde temessül
edip göründükleri yer, bu misal âlemidir.
İşte bu âlemlerin cümlesini hâvi olan beşinci bir âlem daha vardır
ki, o da beşeriyet ve nâsut âlemidir. Ademin hakikati ne büyük şeydir.
Bu hakîkat-ı Âdem, cümleyi ihata etmiş, kuşatmıştır.
İrfan denen bir şey vardır. İrfan, vücûdu bir görmektir. Vücûdu
bir görmek de, o "nûr"a ermektir. O "nûr-ı münbasif'e eren ise bir daha
vücûdunu göremez.
İrfan sahibi demek, bütün zulmânî mertebelerini yırtmış, hodbin-
likten çıkıp Hudâbin olmuş, kendi kalmamış kimse demektir.
Soyun varından ey Ken'an
Görürsün var olan Allah
Tabiî sen yok olunca ne kalır? Allah kalır. Lâ ilahe deyince, ötesi
ne gelir? İllallah, gelir.
Sen zannedersin ki Hakk'ın vücûdundan başka bir vücut vardır.
Halbuki vücut birdir. O da, Hak'tır. O "nûr-ı münbasif'e erip kemâlini
bulunca, o vakit hakikat sana aşikâr olur, kendini gösterir. Ve:
Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı
566
sırrı aşikâr olur. İşte tevhîd ehlinin nazariyesi budur.
O vücûdun zahir görülen kısmı ki, bu mezâhir yâni gördüğümüz
şu zuhur, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhur âlemi, Hakkın isim ve
sıfatlarının mazharları, tecellî mahallî olmuştur.
Onun için Resûlullah (s. a.): Beni gören Allah'ı görür, buyuruyor.
Hazret-i Ali de: Görmediğim Allah'a tapmam, buyuruyor. Hazret-i Ebû
Bekir ise: Hiçbir şey görmedim ki onda Allah'ı görmeyeyim, buyuruyor.
Allâhu nûru's-semâvâti ve'l-ard 1 âyeti de bunu gösterir. Hazret-i
Cüneyd: Rabbimi Rabbimle gördüm, dedi ki: Kimsin? Dedim ki: Senim,
buyuruyor. Bâyezîd-i Bistâmî ise: Evvelce zannederdim ki ben Hakka
talibim. Halbuki Hak bana talip imiş. Yine zannederdim ki Hakk'a
vâsıl olacağım. Halbuki Hakk'a vâsıl imişim ve yine zannederdim ki
ben Hakk'ı zikrederim, halbuki Hak beni zikredermiş. Nihayet kendi-
mi kendi hayrını isteyen sanırdım. Fakat berbâdıma çalışıyormuşum,
hayrımı isteyici ise Allah imiş, diyor.
Hemen Cenâb-ı Hak lâ ilahe illallah sırrını görüp anlamayı ve hal
etmeyi bize nasip etsin. Çünkü işiten de, gören de, bilen, bildiren de
hep odur.
Lâ mevcuda illallah yâni Allah'tan gayrı mevcut yoktur. Lâ faile
illallah yâni Allah'tan gayrı fail yoktur. Keza, Allah'tan gayrı izzetleyi-
ci, hidâyet verici yoktur, diyoruz. Bunların hepsini topla, lâ ilahe illal-
lah zuhur eder.
Mademki senin vücûdun vardır, tamâmiyle mü'min olamazsın.
Bil ki ne ben vardır, ne de sen. Var olan ancak Hak'tır. Tevhîd ehli işte
böyle söylüyorlar. Doğruyu bilici Allah'tır. Biz, büyüklerimizden naklen
söylüyoruz 2 ."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerimde: Yâ Habîbim, o kimseleri âhiret
ile, azapla ister korkut, ister korkutma, onlar îman etmezler,
buyuruyor 4 :
- "Bu âyet-i kerîme, ezelde reddedilmiş ve şakî olanlar hakkında-
dır. Yâni Allah'ın serptiği nurdan üstlerine isabet etmeyen kimseler
hakkındadır. Anadan doğma âmâ olan, kulağı, ağzı, kolu, bacağı olma-
1- Nûr sûresi, 35. âyet: "Allah semâların ve arzın nurudur."
2- Selâmlık Sohbetleri burada tamam oluyor.
3- Bakara sûresi, 6. âyet.
4- Zincirli Kuyu aile arası sohbetleri.
SOHBETLER 567
yan kimseler için hekim çağırıp, tedavilerini istemek nasıl işe yaramaz
ise, ezelde şekavet damgasını yemiş olan kimselerin de peygamberler
ve mürşitler vâsıtasıyle irşatları kabil değildir.
Bunlara, istediğin kadar, Allah'ın ve Resûlullâhin kelâmını söyle
ve hakikatten bahset, kabil değil tesir edemezsin. Çünkü ezelde, kulak-
ları, gözleri ve kalpleri mühürlenmiştir.
Hekîm, ne kadar hâzik ne kadar bilgili olursa olsun, geçici olan
hastalıkları tedâvî eyler."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Meczup ile abdal arasında ne fark vardır?
- "Meczup, ilâhî aşk ile cezbolunmuş kimse demektir. Abdal ise,
kendi beşerî ahlâkını ilâhî ahlâk ile tebdil eden kimse demektir. Yoksa
avam Usanınca kabul edildiği gibi, abdal, ahmak demek değildir."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Efendim, bir şiirinizde:
A güzelim nerdesin
Kaldır hicran perdesin
buyuruyorsunuz. Acaba bu, dergâhların örtülmesiyle, feyz ve muhabbet
meclisinizden uzak kalmış kimselerin hicran ve üzüntülerine bir işaret
midir?
- "Sâde gündüz olmaz a.. Gece de lâzım. Beni, güneşle göremez-
sen, elektrik lambasıyle de görebilirsin. Maksat, mutlaka tekkelerde
hay u huy değildir. Mânâdır. Mânâ ise, insanı bulmakla elde edilir."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Tecellî nurunun ateş şeklinde zuhuruna sebep nedir?
- "Hâriçten öyle görünür. O, nâr değil nurdur. Hazret-i Musa'ya
Cenâb-ı Hak: Ayaklarından pabuçlarını at, 1 yâni dünyâyı da âhireti de
at, nârı nur görürsün! buyurmuştu."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Elem neşrah leke sadrek âyet-i kerîmesinin mânâsını rica edi-
yorum:
- "Senin kalbini biz şerhedip irfan nuru koymadık mı, demektir.
1- Tâhâ sûresi, 12. âyet.
2- İnşirah sûresi, 1. âyet.
568
Kalbe îman nurunun girmesinin alâmeti nedir? dersen, yüzünü bu gu-
rur dünyâsından, sürür dünyâsı olan âhirete döndürmek ve ölüm gel-
mezden evvel ona hazırlanmaktır."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- İnsanlar, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet devirlerini yaşadık-
ları gibi, tabiat da aynı merhaleleri geçiriyor mu? Geçiriyorsa şimdi
hangi devirdeyiz?
- "Evet geçirir. Nasıl ki şimdiki devir, hakikat devridir görmüyor
musun? Evvelce yalnız bâtında olanlar şimdi nasıl zahire vurmuştur.
Bir ehlullah, oturduğu yerden, uzak bir yere tayy-ı mekân ederek
yâni ânında yer değiştirerek gider, oradaki bir kimse ile konuşur
yahut, deniz altında gider, havada uçar. İşte buna benzer bâtını haller,
bugün tayyare, telefon, telgraf, telsiz telgraf, denizaltı gibi vâsıtalarla
zahire de çıkmıştır.
Demek oluyor ki tabiat da tekâmül ediyor. Şimdi ise tekâmül dev-
rini yaşıyoruz. Bundan ötesi selâmet: Yâni iptidaya rücû, kıyamet!"
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Gül müdür bülbül müdür şol zâr u efgân eyleyen
Ten midir, yâ can mıdır Arş' ı seyrân eyleyen
buy ur utmasından maksat nedir?
- "Hazret-i Muhiddîn: Biz, ezelde âlî harfler idik. Sonra biz biz-
den ayrıldık. Daha sonra da biz bize birleştik. Şimdi yine biz biz olduk,
buyuruyor.
Yâni biz aşk idik. Âlî harf idik. Sonra birbirimizden ayrıldık. Gül
olduk, bülbül olduk, diken olduk, sümbül olduk.
Yâni nefis ve rûh olduk. Sonra birbirimize kavuştuk. Ten ruh ol-
du, ruh ten oldu. Gül bülbül oldu, bülbül gül oldu. Şimdi ise yine aslı-
mız olan aşk olduk."
Doktor Ziya Cemal Bey:
-Aşk kelimesi Arapça olduğu halde neden Kur'ân-ı Kerimde mu-
habbet ve fart-ı hub diye geçiyor?
SOHBETLER 569
- "Aşkın karşılığı Arapça'da garamdır. Kur'ân-ı Kerîmdeki yeri
şiddet-i muhabbettir. Aşk, lisâna sonradan girmiş bir kelimedir. Aşk,
ışk kelimesinden alınmıştır. Yâni sarmaşık demektir. Hazret-i Pîr'in
kitabında da "hubb-ı şedîd" şiddetli muhabbet ile zikrediliyor. Aşk,
Kur'ân-ı Kerîm'de sır olarak kalmış, açık açık söylenmemiş. Fakat
hurûf-ı mukattaatta beyan olunmuştur."
Semîha Hanım:
- Aşkın tezahür ve tekâmülü için, geçmişin hâlin ve geleceğin bir
tesiri var mıdır'?
- "Aşkın tezahür ve tekâmülü zamanla kayıtlı değildir. Yalnız, ka-
biliyetlerin gelişmesi nisbetinde kendisini gösterir. Adem'le Havva'da
aşk nasıl zuhur etmişse, el'an bu budur. Yalnız suret ve şekil başka...
Öyle ki senin ana karnındaki hâlin ile rüşte erinceye kadar geçtiğin ve
daha sonra geçmekte olduğun yolları düşün... Bunların hepsi bir midir?
İlim, meyil, muhabbet tâ aşka gelinceye kadar birer mertebedir. Ana
karnından bu zamana kadar geçirdiğin hayat safhalarını dikkate alır-
san, aşkın da kabiliyet ve istidada göre tezahür, cilve, şekil ve suret-
lerini anlayabilirsin."
— "Eflâtun: Bilmek demek, eski şeyleri hatırlamak demektir, di-
yor. İşte buradaki bilişme, kaynaşma ve buluşma da ezelin icâbıdır.
Sokrat'ın yine güzel bir sözü vardır: Felsefe demek, ölüme hazırlanmak
demektir. O zamanın ifâdesine göre tasavvuf, felsefe sözüyle anlatıl-
makta idi.
İşte bütün bu sözler, binlerce sene evvel söylenmiştir. Yâni Sokrat
ve onun gibi hakikat peşinde koşan kimseler, Resûlullah Efendimiz'in
bâtımndan iktibas ederek bulmuş, duymuş ve söylemişlerdir.
Resûlullah da: Nurun kalbe girdiğine alâmet, bu gurur dünyâ-
sından baş çevirip sürür dünyâsı olan âhirete teveccüh ve ölüm gel-
mezden evvel ona hazırlanmaktır, buyuruyor. Yine bir hadîs-i şerifte:
İleride hesaba çekilmezden evvel hesaplarınızı burada görünüz. Amel-
leriniz tartılmadan evvel burada tartınız ve ölüm gelmezden evvel bu-
rada ölünüz! buyuruyor. Fe te'tûne efvâcen 1 âyetini tefsir buyurdukla-
rı sırada: Yarın âhirette herkes bu dünyâda neyin mağlûbu ise ve en
1- Nebe' sûresi, 18. âyet: "O gün Sûra üfürülecek de hepiniz bölük bölük geleceksiniz."
570
fazla ne ile meşgul oluyorsa, yâni o kimseye hangi huyu galip ise,
âhirette de o huyunun îcâbı ne ise onunla haşr olacaktır, buyurmuş-
lardır."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Zevk içinde doğup büyüyen bir kimse, o zevklerin kıymetini tak-
dir edemiyor. Zevksiz cennet bu mudur 1 ?
- "Öyle değil mi ya? Meselâ sen suyun zevkini benim kadar bile-
mezsin. Çünkü ben çölde günlerce susuz kalmışım. Onu bollukta, bura-
da bile elime aldığım vakitte, o hicran demleri gözümün önüne gelir. O
bardaktaki suya hürmet eder ve onu ihsan eden Allah'ıma taparım.
Sen ise bu ihtiyâcı benim gibi tatmamış olduğun için, elbet ki benim
senden daha iyi bilmem tabiîdir.
Evvelâ hâdiseler dalgalarında ve beliyeler tufanlarında bulunma-
lısın ki hakikatten ibaret olan o zevkin tadını tatmış ve zevkini bilmiş
olasın."
- "Hakikat dâima pırlanta gibi gizli bulunur. Hangi kimse mücev-
her kutusunu sokak ortasında, hattâ evinin içinde meydanda bırakır?
Hikmet de istidadı olmayan kimselerden gizlenir."
- Ahlâk nizam ve kaideleri tam olarak hangi yolla temin edilebi-
lir?
- "Ancak mânevi kuvvetler ile sağlanabilir. Hiçbir ahlâkî kânun
maneviyâtın sağladığı ruh ve kalp birliğini tam olarak temin edemez.
Bu husus tarikat ile gerçekleştirilmiştir. Tarîkatin manevî ciheti ruhla-
rı ıslâh ve kemâle sevketmek ve onlara insanlığı buldurmaktır. Maddî
cihet ise insanları biribirlerine yardım edecek, arka olacak kardeşler
hâline getirmesidir. Suya atılan taşın hâsıl ettiği halka nasıl genişler
ise onlar da gide gide yardım ellerini cümle âleme uzatır olurlar.
Tarikat mensupları arasında içtimâi mevki farkı gözetilmez. Belki
bu fark, ruhlarının kemal derecesiyle kendini gösterir. Olgunlukta kim
ileri giderse, büyük odur. Bunlar, vefa ve sadâkatin örneğidirler. Çün-
kü hepsi de bir merkezde birleşmişlerdir.
insanda nefis var mı, yok mu? Bu ıslâh olmadıktan, aradan çıka-
SOHBETLER 571
olmadıktan sonra, maddî hiçbir ahlâk kânun ve kaidesi bu maksadı te-
min edemez. Çünkü bu salâhı, bu temizliği, bu kemâli hâsıl edebilmek
için asıl o nifaka sebep olan nefsin terbiyesi lâzımdır. Hiçbir şey üstat-
sız olmadığı gibi, nefsin terbiyesi de üstatsız olmaz. Bu üstat da işte
kâmil insandır."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Bir insana ezelde verilen kader ve nasip her ne ise burada da o
veriliyor. Halbuki verilmesi mukadder olan şeyler, çalışmalara,
riyâzatlara ve mücâhedelere bağlı oluyor. Bunların, nice çileden sonra
elde edilmesinin sebebi nedir? Acaba maksat işin zevkinin, lezzetinin
artması için mi yoksa?
- "Oğlum, meselâ altın bir mâden değil midir? Yer altından çıktığı
vakitte de bunun altın olduğunda şüphe yoktur. Fakat toprakla karışık
bir altındır, içindeki lüzumsuz maddeleri çıkarmak için potaya koyu-
yor, ayıklıyorsun. Ancak bu muameleden sonradır ki darphâneye yolla-
yıp damga vuruyor, sikke hâline koyuyorsun.
Keza, bir pırlanta, yakut, zümrüt için de bu budur. Fakat meselâ
bir çakıl taşını yontsan, potada kaynatsan mücevher yapabilir misin?
Ne türlü muameleye mâruz bıraksan, taş yine taştır.
Resûlullah Efendimiz: İnsanlar, altın ve demir gibidir, buyurur.
Fakat bir pırlanta nasıl lazımsa, gümüş de lâzımdır. Yâni hiçbir şey
abes halkolunmamıştır.
Görüyorsun ya oğlum, aslında mücevher olan nesneler bile, içle-
rindeki temizlenmesi gereken maddeleri atmak için türlü çilelere tabî
tutuluyorlar. Demek oluyor ki, ezelde saadet damgasını taşıyan vücut-
ların da, burada riyâzat ve mücâhedelere tabî tutulmaları, lüzumsuz
fazlalıklardan kurtulmaları içindir."
- Ezelde insanlara verilen istidat mıdır, yoksa ilim midir? Yâni
irfan ve hakikat burada mı bulunur?
- "İlim, istidat, irfan, senin ruhunda mevcuttur. Fakat burada
yontulacaksın ki, cevherin meydana çıkmaya fırsat bulsun.
Resûlullah Efendimiz Hazretlerine bile, bütün kâinatın mükem-
meli iken, peygamberlik kırk yaşında geldi. Fakat o, aslında mevcut
idi. Zuhuru ise bir zamana bağlı kaldı. Faraza bir kaysı çekirdeğinde
kaysı, bilkuvve mevcut ise de, bilfiil ortaya çıkması zamana bağlıdır."
572
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Ben ben isem canda değil
Ben sen isem tende değil
Sen ben isen can ten olur
Ten can olur bende değil
beyitlerini tefsir buyurur musunuz?
- "Ben ben isem, yâni ben nefsânî benliğimde isem sende değilim.
Yâni ruhta, canda değilim. Canda, yâni benim asıl benliğimde olmak
için ise, nefsânî benliğimden çıkmam lâzım gelir. Nefsimde Firavunluk
varken can olamam, yâni hakikatimi bulamam.
Sen ben isen can ten olur, yâni o vakit cisim ruh kesilir ve cismim
rûhumdur, ruhum cismimdir, sırrı zahir olur."
-Ruhun hakikati nedir 1 ?
- "Resûlullah Efendimiz rûh hakkında kendilerine sorulan suâle
cevap olarak Ruh, Rabbimin emrindendir 1 buyurursa, ben bu babda ne
diyebilirim?
İzafî ruh, Cebrail'in Meryem'e nefhettiği ruhtur ki, bundan atasız
olarak Isâ zuhura gelmiştir. Bu böyle olduğu gibi, intisap zamanında
mürşidin de sâlike nefhettiği nefes de budur ki bundan sâlikin kalbinde
manevî velet zuhur eder. Bunun hissolunan belirtileri, cezbe ve aşktır.
Resûlullah Efendimiz'in Hazret-i Ali'ye söylediği beyan olunan sır da
budur."
Doktor Ziya Cemal Bey:
-Aşk ateşi insanı neden yakıp kavurur?
- "Bir hükümdar bir şehre girdiği vakit, oranın ne kadar eşraf,
ayan ve itibarlısı varsa kılıçtan geçiriyor, asıp kesiyor. Ulu bir şah ol-
duğundan kendisinden başka varlık istemiyor. "Benim!" diyenlerin baş-
larını uçuruyor.
Keza aşk da vücut memleketine dâhil olduğu vakit, orada mevcut
olan nefsin sıfatlarından ne varsa, kin, kibir, şehvet gibi uluları ve
eşrafı esaret altına alıyor.
Bak Hazret-i Mevlânâ da: Bu nâyın, yâni bu aşkın sesi, rüzgâr de-
ğildir. Ateştir, diyor."
1- İsrâ sûresi, 85. âyet: "Kuli'r-rûhu min emri rabbî.
SOHBETLER 573
- Şarap bir kimseyi Allah'tan alıkoymayacak olduktan sonra neden
haram olsun? Mademki o kimse Allah için içiyor, ona şarabın haram
olmaması lâzım gelmez mi?
- "Hikâye bu ya: Hazret-i Nûh zamanında şeytan gelmiş bir asma
dikmiş. Kemâle erip üzümler belirmeye başlayınca şeytan bir hindi bo-
ğazlamış ve kanını içmiş. Sonra koruklar olurken bir maymun kesmiş.
Üzümler olmaya başlayınca da bir arslan kesip yine kanını içmiş.
Nihayet üzümler kemâle gelince bir domuz keserek kanını içmiş.
Hazret-i Nuh bu marifetin sebebini sorunca şeytan: Şarap, birinci
ve ikinci kadehlerde, içenlere hindi kanı gibi tatlı gelir. Amma kadehler
art arda boşalınca, içenler maymun gibi taklitçi, sırnaşık ve geveze
olurlar. Daha sonra arslan gibi yırtıcı kesilir, en sonunda da domuz gibi
sızarlar, demiş.
Zamân-ı Saâdet'te ashâb-ı kiram içinde rakı içenler vardı. Çünkü
henüz şarap ve rakı men edilmemişti. İlk âyette: Üzümden çok fayda-
lar istihsâl olunur, kuvvet ve gıdadır 1 , ikinci âyette ise: Hem fayda
istihsâl olunur hem de zararları vardır; zararı faydasından daha
fazladır 2 , buyurulmuştur.
Ashaptan bâzıları sarhoş olarak namaza durdukları vakit âyetleri
yanlış okurlardı. Onun için üçüncü olarak: Sarhoş olduğunuz zaman
namaza yaklaşmayınız 3 ! âyeti nazil oldu. Fakat iş bununla da kalma-
yıp gittikçe daha bir çok fenalıklar vuku bulduğundan, dördüncü âyet-i
kerîme 4 ile işret tamamen haram kılındı.
Hattâ Efendimizin amcaları Hazret-i Hamza sarhoş olmuş ve
Hazret-i Ali'nin pek sevdiği devesini getirtip ciğerlerini kebap ederek
meze yapmıştı. Hazret-i Ali, pek sevdiği devesinin mâruz kaldığı hâli
işitince Efendimize şikâyet etti. Resûlullah'ın da mübarek canları sıkı-
larak Hazret-i Ali ile beraber Hazret-i Hamza'nm yanına geldi. Fakat o
sırada sarhoş olan Hamza, Efendimiz'e hitaben: Bir yetimi muhafaza
için beni mi korkutmak istiyorsun? diye, sarhoşluğun tesiriyle kendisi-
ne yakışmayacak sözler sarfetti. Efendimiz de üzgün olarak oradan ay-
rıldılar ve işte bu vak'adan sonra dördüncü âyet nazil oldu.
Garip tesadüftür ki Uhud Gazasında Hazret-i Hamza'nın da
mübarek ciğerleri çıkarılıp Hind tarafından çiğnenmiştir.
Bu münâsebetle şunu da söyleyelim ki, Hazret-i Hamza'nın katili
sonradan Efendimiz'e ricacı gönderip sığınarak nasıl müslüman olabi-
1- Nahl sûresi, 67. âyet.
2- Bakara sûresi, 219. âyet.
3- Nisa sûresi, 43. âyet.
4- Mâide sûresi, 90-91. âyet.
574
leceğini sormuş. Efendimiz de: Müslümanlığını kabul ettim. Yalnız za-
man olur ki sevgili amcamın hazin hâtıraları gözümün önüne gelir de
belki kendisine hoş nazar ile bakamayacak olurum, diye karşıma çık-
mamasını isterim, buyurmuşlar.
Sonra bu adam, Yemende türeyen ve peygamberlik iddia eden
Müseylemetu 1-Kezzâb'ı öldürmekle İslâmiyet'e hizmet etmiştir."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Meczup âşık ile aşkı akılla beraber yürüten âşık arasında ne
fark vardır?
- "Aşkta, bilmeyerek, hayret içinde, cezb içinde garkolmak vardır,
bir de bilerek aşk vardır ki, akıl ile beraber aşkı büyütmektir.
Amma akıl yolunda gidende dahi kâh mahv sahva, yâni kendin-
den çıkış kendinde oluşa; kâh sahv mahva yâni kendinde oluş kendin-
den çıkışa galip gelir. Bir başka tâbirle kâh maşuk âşık olur; kâh âşık
maşuk kesilir. Hazret-i Muhiddîn'in: Abd Rab'dır, Rab abd'dır, sözü bu
hâli işaret eder.
Akıldan maksat, bilmek, düşünmek, öğrenmek ve bulmak demek-
tir. Aklın olmazsa düşünemezsin. Halbuki, ben neyim, benim sahibim
kimdir, nedir? deyip arayıp bulman lâzımdır.
Bilerek, düşünerek, görerek ibâdet, görmeyerek, bilmeyerek, dü-
şünmeyerek olan ibâdetten nihayetsiz derecede farklıdır.
Bu akıldan maksat, nefsini bilmek, Allah'ını bilmektir."
Nazlı Hanımefendi:
- Yıldızların ne vazifesi vardır. Zahirde bir vazifeleri yok gibi...
- "İnsanda düşünceler nasılsa, kâinatta da yıldızlar öyledir. Daha
cenin ana karnında iken teşekkülü tamamlanıncaya kadar, büyük yıl-
dızlardan yedisinin, yâni Güneş, Ay, Müşteri, Zühre, Utarit gibilerin
ana karnındaki bu cenine husûsî tesirleri vardır."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Vahiy ve ilham bir lüzum üzerine mi olur?
- "Vahiy, bir ilimdir. Bir ilâhî ilimdir. Vahiy ve ilham ikisi de bir-
SOHBETLER 575
dir. Cenâb-ı Hak tarafından kalbe gelen bir ilim... Ekseriya bir lüzum
üzerine veya cevap olarak veyahut tâlim için gelir. Kalbe, türlü şekilde,
harfsiz, sessiz ve vasıtasız olarak veya vâsıtalar ile ve rüya ile doğar.
Olsa istîdâd-ı arif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak îsâline her zerredir bir Cebrail
Fakat vahiy herkese olmaz. Resûlullah Efendimize Cenâb-ı Hak:
Sana, insandan peygamber nasıl olur? diye itiraz edenlere, de ki: Ben
de sizin gibi beşerim, fakat bana vahyoluyor 1 . İşte farkımız buradadır.
Peygamberlere olana vahy, ehlullâha olana ilham nâmı veriliyor.
Fakat esas cihetiyle aralarında fark yoktur.
Yalnız, ilham, şeytanî ve melekî de olabilir. Bir de bunun örtülü
kısmı vardır ki, güzel görünür, içi çirkindir. Deva görünür, içi zehirdir.
Ancak bunları seçecek olan kâmil insandır. Meselâ bir kadıncağıza bir
altın veriyorsun. Halbuki o kalptır. Bunu anlamaz ki... Anlayacak olan,
altınla alış verişi, ülfeti olan kimsedir. Onu mehekke vurunca, kalp mı-
dır, hâlis midir anlar; sesinden bile farkeder ve hattâ bir görüşte bile
anlayıverir. Ehlullâhın bir kimseyi, saîd midir, şakî midir bir bakışta
anlaması gibi..."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Hâdiselerin şarta bağlanması âlemin nizâmı için midir?
- "İlâhî azametin türlü türlü tecellîsi, her şeyin Allah'ın kudret
elinde olduğunu bu âciz kullara isbat içindir.
On beş yaşında idim. Gazetede bir vak'a okumuştum. Bir Acem'in
elli tane kedisi varmış. Hepsine de derecelerine göre bakarmış. Kimi-
nin kadifeden, kiminin atlastan koltukları varmış. Günün birinde,
adamcağızın ayağında büyük bir çıban çıkmış. Birçok tedaviye rağmen
hekimler, ayağının kurtulmasından ümit keserek kesilmesine karar
vermişler.
Adamcağız bu karar ile pek me'yus ve muztarip, kedilerinin ara-
sında oturmuş hasta bacağına bakıp ağlıyormuş. Bu sırada kadife kol-
tuğundan kalkan bir kedi, efendisinin yanına gelmiş ve hastanın çıba-
nına bir pençe vurmuş ve yarayı yalamaya başlamış. Acem, ıztırâ-
bından düşüp bayılmış, fakat kendine geldiği zaman yarada bir iyilik
görür gibi olmuş. Böylece de bacak, gün günden iyileşerek tamamen
şifâya kavuşmuş.
1- Kehf sûresi, 110. âyet; Enbiyâ sûresi, 108. âyet; Fussılet sûresi, 6. âyet.
576
İşte Allah'ın Şâfî isminin bir kediden zuhuru... Bu adam o hayvan-
ları Allah'ın mahlûkudur diye sevdi, şefkat gösterdi ve baktı. Allah da
onların yüzünden şifâsını göndermek suretiyle azametini gösterdi.
Meselâ, Fransa, İngiltere ve Amerika'nın geceli gündüzlü akıl yo-
rarak vücûda getirdikleri plânları, bir maymunun mahvetmiş olması
gibi 1 .
İşte bunlar, hep o ilâhî azametin zuhur ve tecellîsidir ki neticede
hükmün, galibin değil ekber olan Allah'ın 2 olduğunu gösteriyor. Çünkü
işleyen, yapan, hep Allah'tır. Ondan başka fail yoktur.
Meselâ Nietzsche'nin çıldırması, meşhur riyaziyeci ve Darülfünun
Emini Salih Zeki Bey'in âkibeti, insanların ilminde ve aklında güvene-
cek bir şey olmadığını ve Müzil isminin zuhuriyle, kendilerinde varlık
ve ilim gören kimseleri zelil eden Allah'ın kudret ve azametini göster-
mez mi?
Cihanda her şey bir ismin mazharıdır ve o şeyden, o kimseden zu-
hur eden ameller ve hareketler, kendi isminin icâbıdır ki bu da âyân-ı
sabitesinin ezel istidadının icâbıdır. İşte bundan dolayı kötü huylu kim-
selerden zuhur eden çeşitli amellere atıp tutmayıp onların da kendisi-
nin de Allah'ın irâde ve kudret eli altında zebun olduğunu bilmek
lâzımdır.
Allah'ın azametine bir nümûne de budur ki 60-65 derece hararette
çalışan bir ateşçi bile hâlinden memnundur. O lağımcıları, hamalları
düşün... Yük taşımak güç ve ağır bir iş olduğu halde, hamal, elinden
yükünü bir başkası almasın diye arkadaşlarıyle kavga bile eder.
Memnun demekten maksadım, mesut ve bahtiyar olduklarını söy-
lemek değil, onların da bir çeşit zevk içinde olduklarını anlatmaktır.
Görmüyor musun? Bir alil, yerde sürünüyor, eli ayağı tutmuyor, gözü
görmüyor. Böyle olduğu halde yine kendini herhangi bir kazadan koru-
maya çalışıyor. Bir araba, bir otomobil çarpmasın diye tedbir alıyor ve
ne olursa olsun, şu dünyâdan gideyim demiyor. İşte böylece yerde sürü-
1- Burada kastedilen İstiklâl Harbi'dir. Öyle ki, adı geçen devletler, Türkiye'yi arala-
rında taksim etmek üzere Yunan ordusunu İzmir'den karaya çıkartıp Orta Anado-
lu'ya kadar dayandıkları zaman, Yunan tahtında, bu devletlerin politikasına arka
olan Alexandre isminde genç bir kral vardı. Günün birinde genç Alexandre, sarayın
bahçesinde gezinirken okşamak istediği bir maymun tarafından eli ısırılır ve az son-
ra da kanı zehirlenerek ölür.
Bu hâdiseden sonra Fransız politikasının asla uyuşamadığı eski kral Konstantin,
ölen oğlunun yerine tekrar Yunan tahtına geçer oturur. Ona sinirlenen Fransa
siyâsî çevreleri, Yunanistan'a yaptıkları yardımı bu defa bize yapmaya başlarlar ve
Adana'yı tahliye ile de ilk sempati jestini gösterirler.
İşte bu vaka, Türk talih ve târihinin bir yeni dönüm noktası olarak, Yunan hezimeti
ile Türk zaferinin gerçekleşmesine ciddî bir yardım ve esaslı bir adım olmuş olur.
2- Gafir sûresi, 12. âyet.
SOHBETLER 577
nenin bile hâlinden memnun olduğu hakikati meydana çıkıyor.
Fakat bâzı kimselerin de kendi hayatlarına son verecek kadar hal-
lerinden şikâyetçi olduğu görülmektedir. Bu da o kimsenin lâyık oldu-
ğu cezanın, Cenâb-ı Hak tarafından yine kendi eli ile kendisine verdi-
rilmesidir. Elbet o kimseye yaptırılan bu fiil, hallerinden şikâyet etme-
den yaşayan ve ağır yükler ve meşakkatler altında bulunan kimselerin
cezalarından çok ağırdır. Olabilir ki Allah'ın inayeti, o meşakkatler al-
tında bulunan ve hallerinden şikâyet etmeyen kimselere yetişir de, on-
lara âhirette rahat yüzü gösterir.
Fakat kendisine kıyan kimselerde bu mahrumiyet ve hicran pek
bariz ve aşikârdır. Bu bîçâreler güya elemden kurtulmak için bu fiili
irtikâp ediyorlar. Cenâb-ı Hak bu kimselerden şükür zevkini aldığı için
ve daha büyük cezaya çarpılmaları için bir ilâhî mekr olarak, kendileri-
ne ölümü teselli gibi gösteriyor."
Doktor Ziya Cemal Bey:
- Bu gece yatsı namazının ikinci rekâtında okunan âyet-i kerime-
nin mânâsı nedir?
- "O âyet-i kerîme Tâhâ sûresindendir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i
Musa'ya: Firavun'a git... Çünkü isyan etti, diyor. Mûsâ da Cenâb-ı
Hakka: Yâ Rabbî, öyle ise sadrımı şerh et! (Şerhten maksat, zulmeti
kaldırıp nur getirmektir) ve işimi kolaylaştır, lisânımda olan kekeliği
ref et, tâ ki beni iyi anlasınlar, sözümü iyi işitsinler ve bana, ehlimden
olan kardeşim Harun'u vezir eyle ve onu işimde bana ortak kıl, tâ ki
seni çokça teşbih ve zikredelim. Cenâb-ı Hak da buyuruyor ki: İstedi-
ğini verdim yâ Mûsâ ! 1
Bu âyet-i kerîmenin bâtın mânâsı: Nefsime mücâhedeyi emredi-
yorsun. Öyle ise sadrımı şerh et, aklı bana vezir eyle ve maaş aklı
hususunda işleyen lisânımı ki keke ve pepe sayılır, onu benden kaldır
ve aklı, bu hususta bana vezir eyle ki seni lâyığı veçhile zikr ve teşbih
edeyim yâ Rabbî! demektir."
Doktor Ziya Cemal Bey:
-Kendilerini ibâdet ve tâate tahsis edenler aşk erbabı mıdır?
- "Onlar da aşk erbabıdır. Amma aşkın teferruatına âşıktırlar.
Yâni ya cenneti arzu ettiklerinden veyahut da cehennemden korktukla-
1- Tâhâ sûresi, 24-36. âyet.
578
rından korku veya ümit üzerine Hakk'a ibâdet edenlerdir ki, bunda yi-
ne nefsin parmağı vardır.
İşte aşk erbabı ile zevk erbabının farkı, birinin Allah'ın cemâlini
istemesi diğerinin ise Hakkın sıfatları ile iktifa etmesidir. Şeker şeker
demek ve onu sâde görmekle iktifa edenler ile, şekeri yiyerek tadını an-
layanların arasındaki fark gibi... Yâni suretle mânâ gibi ve bayraktaki
aslan ile hakîkî aslan gibi...
Mevlânâ Hazretleri mürşitlerine hitap ederken, zaman zaman
orada tecellî eden Allah'a hitap eder. Çünkü Cenâb-ı Hak: Ben sana bir
gönül sahibinin gönlünden nazar ederim, yoksa ibâdetlerin, tâatlerin,
hayrat ve çeşitli iyiliklerinden değil... buyurmaktadır.''
Bâzı tasavvuf tâbirleri hakkındaki sualler:
-Neden zikir gününe mukabele deniyor?
- "Çünkü bütün kardeşler, içlerinde herhangi bir fesat bir kötülük
olmaksızın toplanıp, birbirlerine karşı birer ayna gibi olurlar. Nasıl ki
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîmde: Sadırlarında olan gıll u gışşı, haset ve
hıyaneti ııez' ettiğimiz halde, şerirler üstünde birbirlerine mukabil
olurlar 1 , buyuruyor. Yâni cennet ehli olan ihvan, yüz yüze olmak
lâzımdır ki, mü'min mü'minin aynasıdır, hükmü üzerine, kalp kalbe,
gıll u gışsız, cilâlı bir ayna gibi mukabil olabilsin. Bu suretle de tevhîd
ve ittihadın sırları müşahede olunabilsin.
İşte mukabele sözünün asıl mânâsı budur ve bu suretle ariflerin
dünyâda da cennette olduklarına işaret vardır.
Malûmdur ki cennet iki kısımdır. Biri bu dünyâdaki, diğeri de öte-
ki dünyâdaki cennet. Ne zaman ki bir kimse ölmeden evvel ölmek bah-
tiyarlığına erer yâni kendi ihtiyar ve arzusu ile ölürsp, onun vücûdu
kabri, cennet bahçelerinden biri olmuş olur. Bu mertebede o kul
marifet cennetine girer ve şuhut gömüyle Hakkı görür. Dünyâda öyle
bir cennet vardır ki, ona giren, âhiret cennetine iştiyak duymaz, buyu-
ruluyor. Bu cennet nedir yâ Resûlallah? diye soruldukta, mârifetul-
lahtır, diye buyurdular.
Demek oluyor ki dünya cennetine girmiş olan arifler ve dervişler,
mukabele günü bir yerde toplanıp, Hakkın zikri ve fikri bahçelerinde,
canlarını rûhâniyet gülleri ve ahadiyet sırları sümbülleri ile gıdâlan-
dırırlar. Resûlullah Efendimiz: Zikir meclisleri, cennet bahçeleridir,
1- Hıcr sûresi, 47. âyet
SOHBETLER 579
diye buyururlar.
İşte, mukabelede bulunan bu sâlikler, dünya cennetindeki Tûbâ
mesabesinde olan kâmil insanın vücûdu ağacı gölgesinde toplanıp,
onun vücûdu ağacından silkilen irfan ve hoşluk meyvelerini toplarlar.
Efendimiz buyuruyor ki: Cennet ağaçlarından bir ağaç bulduğunuz va-
kitte gölgesinde oturunuz ve yemişlerinden yiyiniz! Dünyâda bu nasıl
kabil olur yâ Resûlallah? dediklerinde, bir ilim sahibi bulduğunuz va-
kit, cennet ağaçlarının birini buldunuz, demektir, cevâbını vermişler-
dir."
- Tasavvuf nedir?
- "Tasavvuf güzel ahlâktır. İç ve dış edebiyle edeplenmektir. Dış
edebi, yâni zahir edep, Allah'ın emrine uymak, nehyinden kaçmaktır.
İç yâni bâtın edebi ise, hayvan sıfatlarından kurtulup iyi huylar ile
alışkanlık peyda etmek, elinden, dilinden bir kimseyi kırmamak, raha-
tını bozmamak ve lüzumsuz düşüncelerden vesveselerden gönlünü pâk
edip, Hakkın cemâli içinde gark olmaktır."
- Murakabe nedir?
- "Kalbi kötü düşüncelerden muhafaza, zahirde bâtında Hakkı
müşahededir."
- Fark nedir?
- "Halkı görerek, halk perdesinin Hakk'ı görmez etmesi yâni bu
âlemi halk görüp Hak'tan gayrı bilmektir."
- Cem' nedir?
- "Allah'ta fânî olmak makamına erişen kimseden beşerî ve dün-
yevî alâkaların kalkmasıdır. Böylece de sâlikin Hakkı halksız görmesi,
eşyayı Hak ile görüp kendi kuvvet ve irâdesinden çıkarak Cenâb-ı
Hakk'ın kudret, kuvvet ve irâdesinin kendinde tamâmiyle zuhur etme-
sidir."
- Cem'ü'l-cem ne demektir?
- "Ahadiyet mertebesidir. Sâlikin küllî bir yokluk ile yok olup za-
hirde de bâtında da varlıktan, dünyâdan fena bulmasıdır. Sâlik bu
mertebede bütün mahlûkâtı ve mevcudatı Hak gözüyle görür. Böylece
de kesreti vahdette, vahdeti kesrette müşahede eder. Onun için vahdeti
görmesi onu kesret görmekten ve suret âlemine bakmaktan men et-
mez."
580
- Mükâşefe nedir?
- "Gönülde olan sırları ve gizlilikleri yahut gayıpta olan kimsele-
rin ne iş işlediklerini bildirmek gibi keşf halleridir. Fakat kemal erbabı
bu gibi işlere iltifat etmezler. Bir nevi cilve ve aldatma kabul ederler.
Bâzı rahiplerin riyâzat yoluyle böyle keşiflere vâsıl olup dünyevî gizli-
liklere muttali oldukları malûmdur. Kemal erbabı ise himmetlerini
Hak'ta fânî olup yine Hak'ta bakî olma yoluna sarfederler.
Bir de manevî keşf ile alîm ve hakîm olan Allah'ın tecelliyâtından
hâsıl olan mücerret hakikatler ve gayb mânâları vardır ki bu da merte-
be mertebedir. İlk mertebesi herhangi bir zorlama ve kıyaslama yapıl-
maksızın zihne gelen bir mânâdır. Ulemâ buna hads (intuition) derler.
Bir üst mertebesi de düşünmeye hacet kalmadan aklî mânâların
münkeşif olmasıdır ki aklın bu mertebesine nûr-ı kuds derler. Hads,
bunun bir parıltısından ibarettir.
Sonra, kalbe gaybın ve ledün ilimlerinin doğması ki buna da il-
ham denir. Bu mertebedeki zevata âyân-ı sabite ve gayb sırları açılır ve
bir şeyin vücûda gelmeden gelecek olan hâlini bilirler. 1 '
- Müşahede nedir?
- "Müşahedenin iki mânâsı vardır: Biri eşyayı Hakk'ın birliğine
delil bulmaktır, ikincisi de, eşyada Hakk'ı görmektir."
-Fena nedir?
- "Fenanın kemâliyle zuhuru, Cenâb-ı Hakk'ın kuluna kendi ef â-
liyle tecellî ederek, onun ihtiyar ve irâdetini ortadan kaldırmasıdır. Kul
o mertebede nefsinin ve gayrının ihtiyar, irâde ve fiilini ancak Hak'la
görür. Muamelesini Hak'la yapar, lisânı Hak'la söyler, gözü Hak'la gö-
rür, kulağı Hak'la işitir, eli Hak'la tutar ve böylece de kemal mertebesi-
ni bulur. Hâsılı mâsivâ yâni dünya hükmünde olan eşyadan sâlik
evvelâ ilmen, sonra hakkan fena bulur ve bakî hemen Hak kalır."
- Beka nedir?
- "Herşeyin Allah'la kâim olduğunu mutlak surette görmeye,
Hakk'ın beka ve devâmıyle bakî olmaya ve sıfatlarıyle sıfatlanmaya,
hayatiyle dirilmeye ve dünya bağlarından halâs bulmaya beka denir."
- Tecellî nedir?
- "Tecellî, zât, sıfat ve ef âl olmak üzere üç nevîdir. Bir kimseye
zât tecellîsi olsa, o kimsenin zât ve sıfatını tamâmiyle ifna ve yok eyler.
Bu mertebede gören ve görülen, kendisinden başkası olmaz.
Sıfat tecellîsi ise, o kimsenin zâtını ifna etmez. Ancak Hakk'ın sı-
fatı onda zuhur eder. Meselâ peygamberlerden Hazret-i isa'ya hâli-
kiyyet sıfatı ile tecellî etti. Topraktan kuş yarattı. Muhyî yâni hayat ve-
rici, Şâfî yâni şifâ verici isimleriyle tecellî edince de ölüleri diriltti, has-
SOHBETLER 581
talan iyi etti.
Hazret-i Meryem'e rezzâkiyyet sıfatiyle tecellî etti. Gayb âlemin-
den ona rızk geldi. Hazret-i Eyyüb'e Sabûr ismiyle tecellî etti, birçok se-
neler belâya sabretti. Mansûr'a vahdet-i mutlaka ile tecellî etti; Ene'l-
Hak, dedi!
Bu söylediğimiz tecellîler, enbiyâ ve evliyadan her birine birer va-
kitte olan tecellîdir. Halbuki safa erbabı bilirler ki Cenâb-ı Hak, her
lahza, kullarının kalplerine birer türlü zuhur ve bir çeşit tecellî ile
tecellî kılmaktadır.''
- Hayat nedir?
- "Hayat, kalbin cehil ölümünden kurtulup ilimle hayat bulması,
ikilik ve keşmekeşten arınıp, himmetini bir araya toplaması ve içindeki
karışıklıktan kurtulmasıdır.
Her dirinin diriliğinin alâmeti hareket etmesidir. İlimle hayat bu-
lan bir kalbin alâmeti de, Hakk'ı istemekte hareket eylemesidir.
Cehil ile ölü olan kalp, ölü gibi sakin olur. Yalnız nefsinin hazları
için canlanır.
Hazret-i Ali buyuruyor ki: Kalbin hayâtı ilimdir, elde ediniz, ölü-
mü de cehildir, sakınınız.
İkincisi, düşünce ve duyguları bir araya toplamakla kalbin diril-
mesidir. Zîra bu toplanış, kalbi mâsivânın kötülüklerinden kesip,
Hakk'ın birliğine bağlar. İşte ebedî hayat denen budur. Tefrika, karga-
şalık ise, kalbi ölü hükmünde olan çeşitli eşyaya bağlayıp dağıtmak ve
nefsin îcap ve arzularına talip olmak demektir ki, cem' ehli indinde bu
ölümdür.
Üçüncüsü, Hakk'ın hayatiyle hayat bulmaktır. Allah'ın Kayyûm
sıfatını her şeyde görüp, bütün eşyayı onunla diri ve onunla kâim gör-
mektir. Zîra bu kâinat şeklinde olan birbirine dolanmış ve uzanmış göl-
geler, Hakk'ın isim ve sıfatlarının eseri olup, yaratılışın aynalarında
tecellî etmektedir. İşte Hakk'ın birliğini müşahede eden bir arif, dâima
hayât-ı tayyibe ile hay olmaktan geri kalmaz."
- istikâmet nedir?
- "Yemede, içmede, düşüncede, amelde, sözde ve ahvalde, hâsılı
her şeyde ifrat ve tefritten sakınıp yolunda dürüstlükle gitmektir.
Cenâb-ı Hak da: Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler ve istikâmet etti-
ler, onlar için korku ve endîşe yoktur 1 buyuruyor. Bu âyet, ilmin ve
amelin hulâsasıdır. İlmin hulâsası tevhîd; amelin hulâsası istikâmettir.
Binâenaleyh hidâyet nurunu bulan, tabîat ve beşeriyet kirlerinden kal-
1- Ahkâf sûresi, 13. âyet: "İnnellezîne kalû rabbünallah sümme'stekâmû felâ hâvfün
aleyhim velâ hüm yahzenûn."
582
bini temizleyen, ağyar ve mâsivâ tozundan kurtulan kimseye istikâmet
sahibi denir."
- I/ılâs nedir?
- "İhlâs, amellerini riya, kibir, hile ve kötülüklerden hâlis kılmaya
denir. Ameli, bir karşılık ve sevap için yapmakta nefis kokusu ve lekesi
vardır. Amele güvenmek ise irfanın noksanına delâlet eder.
Hâsılı ihlâs, ameli bunlardan arıtmaktır. Binâenaleyh cümle kud-
ret ve kuvvetin Allah'tan olduğunu, ibâdet ve tâatin onun tevfik ve
inayeti ile olduğunu bilen ve bu suretle görüp kendi amelini kendinden
bilmeyen ve bu ameline karşılık ücret talep etmeyen ve belki onu
Hak'tan fazl, kerem ve ihsan bilen bu suretle de ilmini ve amelini göl-
gelemekten, kirletmekten kurtulan kimse muhlistir, ihlâs sahibidir."
- Sadâkatin hakikati nedir?
- "Bir kul olarak ne işledinse, amellerin meydana çıktığında, için-
de seni mahcup edecek bir tek amel bulunmaması, sadâkatin hakikate
ermiş olması demektir."
- Aşk nasıl elde edilir?
- "Aşk, ders ve tâlim ile olmaz, gayretle çabalama ile ele gelmez.
Çünkü âşık, aşkın gereği üzere iradesiz olarak yürür. Âşıklara, dostun
güzelliği hoca olur, ders verir."
-insana bu muhabbet nereden geliyor?
- "Allah'tan geliyor ve yine ona avdet ediyor. İnsan, kâinat kitabı-
nın fihristidir."
- insanda ne kadar çeşitli kuvvetler var..
- "Başlıca üç kuvvet mevcuttur. Biri tabiattır ki ondan şehvet
hâsıl olur. Biri nefistir ki ondan arzu, biri de kalptir ki ondan da aşk
zuhur eyler."
-insanlık nedir?
- "ibâdet ve tâatte bulunanlara zahit ve takva sahibi denir.
Riyâzat, mücâhedeler ve teşbih ve tehlilde bulunanlara da keşif ve
keramet sahibi denir. Amma hiçbirine insan denmez. Çünkü insanlık
yolu başka yoldur.
İnsan, insanlığını bulan kimseye derler. Bu da, kemal kazanmak,
yâni irfan, bilgi ve görgü iledir. Bu irfanı nasıl ve nerede bulalım? der-
seniz, bir kâmil insanın gönlüne girip boyasıyle boyandığın zaman irfa-
SOHBETLER 583
na erdin demektir.
İşte bu kemal, bu insanlık da ancak dünyâda, bu vücut kalıbı için-
de kazanılır. Öyle ki, müsbet ile menfi birbirine ulaşıp bir olduğu za-
man ışık meydana gelir. Ruh dahi tendeki kemâle erip, nefis ruha bo-
yun eğip, ruh ile nefis izdivaç edince, mânevi velet zuhura gelir ki işte
ışık, budur.
Kâmil insan pil gibidir. Fânûsa bağlı ampullere elektrik ziyası o
pilden gelir.
Cenâb-ı Hak ruhları halkettiği zaman: Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? dedi. Onlar da: Beiî! yâni evet... dediler. Öyle ise gidin, dünyâ-
da beni bulun ve bu sözlerinizi orada tasdik edin, buyurdu.
Ruh, yalnız olarak bir şey bilemez. Nefis de yalnız olarak bir şey
göremez. Sanki biri kör, diğeri topaldır. Şeffaf olan camın arkasında
karanlık olmayınca yüzünü görebilir misin? Ruh ile nefis de bir olmalı-
dır ki, Rabbini görebilesin. Ten, ruha bir siper gibidir. İşte, canın arka-
sında tenden bir siper olmayınca cananın da aksini göremezsin."
-insanda olan bu kincilik nedir'?
- "Kin sıfatı, cehennemden bir cüz, bir parça, bir örnektir ki senin
dîninin îmânının düşmanıdır. O sıfat, sonunda seni cehennem tarafına
çeker. Her cüzün kendisinin aslı, küllü tarafına gitmesi gibi...
Amma, cennetin cüz u, yâni salâh bulmuş ve iyi niyetli, iyi huylu
isen, o halde yolun, gideceğin yer ve zevkin de cennet olur.
Bil ki bir insanın fazilet ve kemâli, iyiliğinin ve kötülüğünün dere-
cesiyle ölçülür."
- Sözün maddî bir- varlığı bir kalıbı olmadığı halde yaptığı iş ne
kadar büyük?..
- "Sözü söylemeye yarayan dudaklardır. Amma söz cisim değildir.
Nasıl ki Hazret-i îsâ, Hazret-i Meryem'den babasız olarak zuhur ettiy-
se, işte dudaklar da sözü vahy olarak zuhur ettirir. Cebrail'in Meryem'e
ilâhî nefıhte bulunması gibi, söz de nefihten husule gelir ve ölü kalpleri
diriltici îsâ olur ve bu diriltmeyi de Meıyem vâsıtasıyle icra eder. Evet,
maddî bir varlık değilse de, tesir ve hükmü maddî olur."
584
-Bize uahdet-i vücuttan bahseder misiniz?
- "Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Kerîmde: Ey kullarım her nereye dönse-
niz Hakk'm yüzü oradadır 1 , âyeti ile vücûdun bir olduğuna işaret bu-
yurmuştur. Vücut birdir, demekten maksadımız, kâinatta yâni yukarı-
dan aşağı her şeyde ve her yerde, Hakk'ın vücûdundan başka bir mev-
cut yoktur; demektir.
Filozofların çoğu, vücut birliğine inanmazlar. Onlar, Hak için bir
vücut, eşya için de ayrı bir vücut iddia ederler. Bu meselenin idrâki
zevke ve uyanıklığa muhtaç olduğundan, bir dereceye kadar mazur sa-
yılırlar ise de, tevhîd ilmini tahsil herkese farz olduğundan, bu cihetle
de mazur değillerdir.
Malûmdur ki Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi Alîm'dir. Yâni aşikâr olan
ve kalplerde gizli bulunan amelleri ve sırları bilicidir.
Filozoflar Cenâb-ı Hakk'ın bu biliciliği için: İlâhî ilim, âlem zerre-
lerinin cümlesine sâridir. Bu vukuf ve kavrayış vücut ile olamaz. Zîra
vücut fenaya, yok olmaya mahkûmdur, demek isterler.
Halbuki Hakk'a ayrı, eşyaya dahi yine ayrı bir vücut vererek, Al-
lah, âlem zerrelerinin gizli ve aşikâr, zahir ve bâtın hareket, gidiş ve
hâlini ilmen bilir, demek imkânsızdır. Çünkü iki ayrı vücut arasında
bir oluşun ilmen gerçekleşmesi mümkün değildir. Ahmed'in başı ağrı-
sa, Ömer'in bundan haberi olmaz. Çünkü Ahmed'in ilmi, yâni bilgisi,
bedeninden öteye geçemez.
Esasen ilâhî kelimeler olan her bir zerrenin başlı başına olması ve
yekdiğerinin sırrını hâvî bulunması, vücut birliğine işarettir. Meselâ
bin adet elmanın içinden bir adedini ayırıp tahlil etsen, bu elmanın ter-
kibi, ötekininkinin aynıdır. Şu halde aradaki fark, çokluktan ibarettir.
Anlaşılıyor ki her cisim, kendi madde ve sırlarını içinde toplamış
yekpare bir cevherdir ki bu cevhere ilâhî kelimeler denir. Eûzü bi-
kelimâtillâhi't-tâmmât^an maksat küllî ve cüz'î olan isimlerin mec-
mûudur. Mutlak olan Hakk'ın hüviyeti bir cevher ise de, arazın muka-
bili olan cevher gibi değildir. İşte bu nokta, başı ve ayağı sürçtürür.
Onun için, vücut birliğinin sırlarına, ancak bir kâmil insanın terbiye-
sinde bulunmakla erişilebilir."
- "Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Kerîm'de ekber nâmiyle üç şeyi yâd bu-
yurmuştur: Biri ism-i zâtı, biri rızâsı, biri de zikridir.
1- Bakara sûresi, 115. âyet.
2- Allah'ın tâm olan kelimelerine sığınırım.
SOHBETLER 585
İsm-i zât'tan maksat, zâtı bulmak; rızâsından maksat, yakınlığını
kazanmak; zikir de yakınlığına meyil eylemektir.
Hazret-i Ali Efendimiz buyurur ki: Bütün hayırlar dört şey içinde
toplanmıştır: Biri nutk ki Allah'ı söyler. Biri sükût ki murakabe de-
mektir, Allah'ı düşünür. Biri nazar ki, ibretle Allah'ı görür. Biri hare-
ket ki Hakka ibâdet için yapılır.
Bir nutk yâni bir söz ki Allah ile değildir, o boştur. Bir sükût ki,
Hakk'ı fikreylemekten uzaktır, o hatâdır. Bir nazar ki ibretsizdir, o gaf-
lettir. Bir hareket ki ibâdetsizdir, o bocalamadır."
- Bizim hayâta bakışımız, başkalarınınkinden çok ayrılıyor.
Meselâ...
- "Evet meselâ bizim için asıl usûl, usulsüzlüktür. Yâni bir şeyi
Allah nasıl istiyorsa öyle olsun deriz. Bizim arzu ettiğimiz veçhile değil,
onun dilediği şekilde zuhur etmesini temenni eyleriz.
Yine en üst ilim, ilimsizliktir, en ileri bilgi, bilgisizliktir, en büyük
varlık, yokluktur, deriz.
Dünya ehlinin inanış ve anlayışının tam tersi olduğu için değil mi
ki âleme hoş görünmüyor?"
- Yol nedir?
- "Yol gönüldür. Yolcu sensin. Gitmek, kendiliğinden yâni benli-
ğinden çıkmak; gelmek, şenliksiz sana gelmek, bilmek, hakikati anla-
mak, bulmak, şuhut ve ayan ile onu görmektir. Olmak ise noksansız ve
ittisalsiz ve infisalsiz birliğe yetmektir."
-Edep ne demektir?
- "Edep, her neye baksan Hakk'm birliğini görmektir. Esasen der-
vişlikten maksat da budur. Meselâ birisi sana yalan söylüyor. Bunu da
sen biliyorsun. Mademki o Mudil ismine mazhar olmuştur; suçunu yü-
züne vurup hakaret etme, ondan kaç. Dervişlik yalnız baş sallamakla
olmaz. Bir derviş gıybet edemez, yalan söyleyemez, bilerek ve isteyerek
1- Takriben 1918-1920 seneleri arasında, haftanın muayyen günlerinde aile efradı ve
hanım ihvan arasında yapılan sohbetlerden perakende olarak tutulmuş notlardır.
586
kimseye kötülük edemez. Çünkü dervişlik insanlıktır. Bu yaratılış
âlemi Cenâb-ı Hakk'ın "Kün" emrine mazhar olmuş, bu suretle de çeşit-
li esma ve sıfat meydana gelmiş. Mademki sen "Celâl" ismine mazhar
değilsin, kahır ve dalâlet ismine mazhar olanlara yaklaşma. Fakat tah-
kir de etme. Allah'ın doksan dokuz isminden yalnız istediğini alıp di-
ğerlerini atabilir misin? Tabiî atamazsın. Şu halde yaklaşma, fakat
hürmet et. Kendinde kötülük olmayan kimse, başkalarında ayıp ve
noksan aramaz. Şirkten kurtulmak istiyorsan, tevhîd ehli ol."
- Aşkın akıl ile alâkası olmadığı söyleniyor. Halbuki görüyoruz ki
arifler akıllı kimseler... Bunun hakikati nedir Efendim?
- "Arifler, arif olmak için aşkın sükûn mertebesine varmış kimse-
lerdir. Esasen bu dereceyi bulmayan kimselere arif denmez.
Şunu da bilmeli ki, dünya arifi, âhiret arifi ve hakikat arifi vardır.
Ancak hakikat ârifı olanlar ehlullahtır."
- Hakk'a vâsıl olmanın yolu nedir, diye soruldukta nefsini bırak
da gel... cevâbı verilmişti. Nefis nasıl bırakılır? Bu uzun bir iş, kestir-
mesi nedir, Efendim ?
- "Allah'ın emrettiği veçhile istikâmet üzere yürü. Bunun ışığı ve
şulesi ise aşktır.
İstikâmet üzre yürümek demek, kötü ahlâklardan sıyrılıp yerine
iyi huylar getirmek ve nefsinin tamâmıyle âciz olduğunu idrak edip,
ancak mevcut olanın Allah olduğunu bilmektir. Yâni lâ ilahe illallah
Muhammed Resûlullah demek lâzımdır. Amma sâde söz ile değil, ken-
dinin ve mevcudatın Hak'tan ibaret olduğunu bilip muameleni de ona
göre yapmak ile tevhide ermek mümkündür."
- Belâ ve cefâya sabır ve tahammül et, tâ ki hazîneye eresin, buyu-
ruluyor. Belâ ve cefâya sabrederken elem duymamak nasıl kabil olur?
- "Şimdi sana desem ki: Seniye, kızım... Kosova'da Şar Dağı de-
nen, Balkanların en yüksek dağlarından biri vardır. Amma oraya gi-
dişte zorluklar tehlikeler, hattâ hesapta çok defa kar fırtınalarına tutu-
lup ölmek bile vardır. Amma o tehlikelerden korunmak için şu tedbirle-
ri alırsan dağa çıkabilirsin. Çıktığında da zirvede bir yer vardır orayı
kazarsan gömülü olan, bahâ biçilmez mücevher hazînesini alabilirsin.
Bu haberi, sözüne inandığın bir kimse söylerse o hazîneye mâlik
SOHBETLER 587
olmak için Kosova'ya gitmekten ve çekeceğin meşakkatten elem duyar
mısın? Her ne kadar zorluklara katlansan da eline geçecek o muhteşem
varlık, bu çektiklerini unutturur.
Allah'ın verdiği zorluk ve cefâların altında da nice mânevi kazanç-
lar ve hazîneler vardır. Bunu böyle bilince, bu güçlüklere bu elemlere
seve seve katlanmak icap etmez mi?"
- İnsan kime denir'?
- "Beşerin hepsine âdem denir. Amma hepsi insan değil, bir kısmı
hayvân-ı nâtık yâni konuşan hayvandır. İnsan, insanlığını yâni haki-
kati bulana derler. O insan suretinde olanların iç yüzlerini açacak ol-
san, kimi domuz, kimi kurt, kimi maymun sûretindedir.
İnsanlığını bulamayan kimseler, hayvandan da aşağıdırlar."
- Gözün her gördüğü şeyden ibret alması, Allah'ın ihsanı mıdır,
yoksa tedkik ve araştırmalar ile mi olur?
- "Şüphesiz Allah'ın ihsanıdır. Dünya baştan aşağı pırlanta döşen-
miş olsa, nasibi olmayan bir tane alamaz. Her şeyden ibret almak de-
mek, murakabenin verdiği bir ihsan demektir. Nasibi olan bir kapı çı-
tırtısından bile -tabiî delicesine değil- mânâ çıkarır. Çünkü hiçbir yer
Allah'tan hâlî değildir. Her tarafta onu seyretmek lâzımdır."
-İrfan ne ile hâsıl olur?
- "Aşk ile hâsıl olur. Allah, dünyâyı dünya ehline, âhireti âhiret
ehline, cemâli de aşk ehline ihsan etmiştir. Aşkın mânâsı ise, kendinde
zerrece benlik kalmaması, varlığını tamâmiyle Hakk'ın istilâ eylemesi-
dir. İşte bu dereceyi bulan kimse, elbet irfan sahibi olur."
- Dünyâda hiçbir şey yoktur ki istidadı itibariyle Allah'a âşık ol-
masın, deniyor.
- "Evet, kimi ateşe, kimi puta, kimi taşa toprağa tapar. Amma
hepsi de Allah'ı isteyerek tapar. Allah nedir bilmez, yine de aslını bul-
mak istediği için kendince ateşe tapar, güneşe tapar. Fakat Allah'a tap-
ma aşkından dolayı bu yolu seçmiş bulunur. İşte, aslına olan bu çekilişi
de, istidadına göre bir nevi aşk olur."
588
- Yûnus Aleyhisselâm balığın karnına düştü. Balık bundan ha-
berdar mı idi?
- "Balık hayvandır, balık, içine insan gireceğini ne bilir? Vücut da
topraktır; içine insan gireceğini bilmez. Amma, ruh toprağa âşıktır.
Toprak da ruha âşıktır. Çünkü kemâli bu vücutta bulacaktır."
- İnsanları ıslâh eden çektikleri çileler midir?
- "Çocuk değilsin, miden bozuk iken perhiz etmediğin takdirde
işin kötüye gideceğini elbet bilirsin. Onun için elinde iken, hastalığı
müzmin hâle getirmemeğe bak. Yoksa bu işi hekim eline alırsa acı
ilâçlar verir. Bu da işte sana zor gelir. Binâenaleyh iş büyümeden, ken-
din geçirmeye çalış."
-Hayvani ruhun vazifesi nedir?
- "Hayvani rûh, Allah'ın celâl sıfatına mazhar olmuştur. Rızâ-
sından kaçar. Sultanî rûh, Allah'ın cemâline mazhar olmuştur, rızâsına
koşar. İnsan, hayvanlığını temizleyip insanlığını buluncaya kadar nef-
sin elinden kurtulamaz."
-Dervişlik nedir?
- "Dervişlik kalben mâsivâyı bırakıp Allah'ı bir bilmektir. Yoksa
eline teşbihi alıp köşeye çekilmek değildir. Kalbine hiçbir gamı hiçbir
zevki koymamaktır."
-Riyâzat nedir?
- "Riyâzat, yalnız aç kalmak, yemekten perhiz eylemek değildir.
Oruç tuttuğun zaman mekruh hallerden nasıl sakınıyorsan, nefsinin is-
tediği zararlı şeylerden kaçınmak da riyâzat demektir. Meselâ nefsin
öğünmek, sayılmak istiyor. Bundan sakınmak da riyâzattır."
SOHBETLER 589
-İnsanlığı bulmak için en kestirme yol nedir?
- "Aşk yoludur. Aşk demek, başka sevgiyi, Allah'ın sevgisine üs-
tün tutmamaktır.
Aşk, hangi vücutta karar ederse, orada Hak'tan gayri ne varsa ya-
kar, yıkar. Onun için aşk yoluna, kanlı yol denir.
Aşk yolu belâlıdır
Her kârı cefalıdır
Canından ümidin kes
Cânâna irem dersen
Elindeki beş kuruşla mücevher satın alamazsın. Onu almak için
sermâye gerek.
Bir mâden parçası olan pırlantaya, zümrüde, yakuta mâlik olmak
için bile nice zahmetler çekiliyor. Ya aşka sahip olmak için fedâkârlık
edilmemesi nasıl olur? Âşık olan, kötülük istemeye ve nefsin peşine
düşmeye vakit ve fırsat bulamaz. Gezdiği yürüdüğü yerde Hak'la
beraberdir. Zahit ile âşıkm arasındaki fark, işte bu devamlı uyanıklık
ve huzur hâlidir. Namazdan, selâm verilerek fariğ olunur. Âşıkın na-
mazı, daimî namazdır. Yâni o, selâm verdikten sonra da, Hakkın huzu-
runda olduğunu bilir."
- Halk arasında kıyamet gününde müezzinlerin uzun boylu ola-
caklarına dâir bir söz vardır.
- "Müezzinden maksat, Allah'a davet eden kimseler demektir.
Allah'a davet edenler ne diyorlar: Gelin, felah bulmak isterseniz
Allah'a ibâdet edin.
Sen de bir gâfıl kimseyi îkaz eder, gittiği yanlış yoldan çevirir,
Hakk'ın doğru yoluna çağırır isen, bu teşvik ve davetin, müezzinlik
olur."
- Avuçta, kalbe bağlı bir damar vardır. El, haramdan bir şey alır-
sa, kalbe yayılır, deniyor.
- "Bu bir benzetmedir. Şöyle ki, Cenâb-ı Hakk'ın haram ettiği bir
şeye el uzatacak olursan, bu hatâ, kalpte bir siyah nokta olur ve git gi-
de yayılarak kalp simsiyah kesilir. Ancak tövbe eder, pişman olursan
silinir.
Fakat şunu da bilmek lâzımdır ki, beşerin hatâ işlemesi tabiîdir.
590
Hatâ işlememek iddiası da bir hatâdır ve Allah'ın ve Resulünün şefaa-
tine ihtiyâcım yok, demek olur. Yeter ki, şirk gibi, kul hakkı gibi esâsa
dokunacak hatâlar işlemeyesin..."
- Cümle esmada müsemmâ görünür, müsemmâdan da Mevlâ gö-
rünür ne demektir?
- "Muhlise dediğimiz zaman bu bir isimdir, sana delâlet eder, fa-
kat isim göz ile görülmez.. Amma ismi andığımız zaman müsemmâ,
yâni sen görünürsün. Onun için isim başkadır; ismin delâlet ettiği
mânâ başkadır.
Allah ism-i celâli Allah mıdır? Hayır, isimdir. Amma o isim mü-
semmâya delâlet eder. Onun için birer isme mazhar olan her varlıkta,
her isimde müsemmâ, yâni Allah görünür.
Hazret-i Mevlânâ'ya, şeyhiniz hakkında bize malûmat verir misi-
niz? demişler. Hazret de: Ben Şems hakkında size lâyıkıyle malûmat
verecek olsam, ne siz kalırsınız ne de ben kalırım. Yalnız şunu söyleye-
yim ki, dünyâda en küçük zerreden en büyük varlığa kadar, ne varsa
onda Şemsi görüyorum... demiş.
Sen de eğer insanlığını bulursan, her zerrede, her yerde Allah'ı gö-
rürsün."
-Allah yolu için meşakkatli denmesinin sebebi nedir?
- "Bir şey, güçlüğü, meşakkati nisbetinde kıymetlidir ve güzeldir.
Meselâ bir kimse hac farizasını yerine getirmek için çoluğunu çocuğu-
nu evini barkını bırakıp bin türlü tehlikeyi göze alarak kelle koltukta
yollara düşüyor.
Manevî hacca gelince, Hakk'ın cemâli aşkına türlü eziyet ve me-
şakkatlere katlanmamak olur mu?"
- Kalp düzgün olursa vücut da rahat olur, diye konuşuluyordu.
Kalp düzgünlüğü nedir?
- "Kalp vücûdun şahı demektir. Onda olan bir arıza bütün vücûda
sirayet eder.
Zahirde bu böyle olduğu gibi, maneviyatta da aynıdır. Onun için
Resûlullah Efendimiz buyuruyorlar ki: İnsan bir hatâ işlediği vakit
SOHBETLER 591
kalpte bir nokta hâsıl olur. Tövbe etmezse, gittikçe büyür.
Çâresi de, tövbe edip, o hatâdan kurtulmaya azmetmektir. Yoksa
kararmış bir kalbe cananın yüzü aksetmez."
- Günlerin en güzeli, şükredici olarak kalktığımız, Hak zikri ile
geçirdiğimiz ve razı olarak uyuduğumuz zamanmış. Bu nasıl mümkün
olur?
- "Yirmi dört saatlik günü şöyle bir hesap et. Nasıl geçirmiş oldu-
ğunu düşün. Hayırda veya serde ne yaptın? Onu kaydeyle.. Evde, so-
kakta, işte murakabe üzre uyanık olursan, senin için o gün, günlerin en
iyisidir."
- Mümin olan kimsede iki şey bir araya gelmez. Biri buhl yâni
hasislik, diğeri kötü ahlâktır, deniyor:
- "Bir kimse ister şeriat âlimi, ister tarikat âlimi olsun, Allah'ın
sevmediği hasislik sıfatını nasıl benimser? Sonra kötü ahlâk ile nasıl
birleşebilir ki namaz kılan kimsede kötü ahlâkın yeri olmaz. Çünkü na-
maz kötülükleri yakar. Mademki âlimdir, Allah'ın emrini tutması icap
eder. Allah'ın emrini bilen kimse nasıl dedikodu yapar, nasıl harama el
uzatır? Eğer bunları yapıyorsa o âlim değil, zâlimdir."
-Edep nedir?
- "Edep, kalbiyle ve haliyle Allah'tan gafil olmamaktır. Hiçbir
suretle de kendine vücut vermemek, yâni kendinde bir varlık görme-
mektir. Tarîkatten maksat da edeptir. Edep, nûr-i ilâhîden bir taçtır.
Onu başına giydikten sonra nereye istersen git. Edebi olmayan kimse,
iki dünyâda da hüsrandadır."
- Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: Benim ismimi zikretmeyenlerin
rızkını daraltırım , buyuruyor. Kâfirler, zındıklar neden mes'ût yaşı-
yorlar?
- "Rızk iki türlüdür. Maddî, manevî. Maddî rızk, servet ve her tür-
1- Tâhâ sûresi, 124. âyet.
592
lü varlıklar, manevî rızk ise, ilim, irfan ve hikmettir.
Allah'ı zikretmeyenin elbet manevî ilim ve irfanı daralır. Yine
Cenâb-ı Hak: Kıyamet gününde biz o kimseyi âmâ haşr ederiz 1 , buyu-
ruyor. Böyle haşrolan biri ben dünyâda kör değildim neden âmâ haşr
oluyorum? dediği zaman: Bizim âyetlerimize kör idin, onun için şimdi
de kör oldun! buyurulacaktır.
İşte maişette darlık da bu demektir. Efendimiz: Dünya, mü'minin
zindanı, kâfirlerin cennetidir, demiyorlar mı? Yine Resûlullah Efendi-
miz: Dünyâda rahat yoktur, buyurmuyor mu? Allah'a yakın olanlar, bu
dünyânın gaflet verici zevklerinden mümkün olduğu kadar uzak duran
kimselerdir.
Dünya ehlinin zevk ve safa içinde olmaları, Allah'ın oyunudur.
Evet, ne ibâdet ederler ne itaat ederler. Fakat dünyalıkları yerindedir.
Bak gör ki Allah'la olan bir fakirin gönlündeki zevk, huzur ve tesli-
miyet onlarda var mıdır?"
-Allah'a ibâdet nasıl makbul olur?
- "Rızâ ile olursa. Korku veya ümit ile değil, sırf Hakk'ın rızâsı
için yapılan ibâdet ibâdettir.
Küçük bir çocuğu mektebe alıştırmak için, şeker, oyuncak gibi
şeyler vaat ederler. Amma bu çocuk büyüyüp de kendine gelince, o geç-
miş hallere güler. Zira tahsil ve terbiyenin lüzumuna inanmış ve zevki-
ne varmıştır.
Ruhen çocuk kalmış kimseler de işte, cehennem korkusu ve cennet
ümîdi ile ibâdet ederler. Halbuki sözünde, işinde ve her hâlinde Allah
rızâsını hedef alan kimselerin ibâdetleri tam ibâdettir."
- Kerîm ve rahim olan Allah, neden göz yaşından hazzetsin Efen-
dim ?
- "Cenâb-ı Hakkın bizim herhangi bir şeyimize ihtiyâcı yoktur.
Gerek ibâdetimizin gerek tâatimiz ve gerek göz yaşlarımızın onun in-
dinde ehemmiyeti yoktur. Biz neyiz? Evvelimiz bir katre su, âhirimiz
bir leş. Böyle olduğu halde, senden iki damla göz yaşını alıp, yerine lu-
tuflar ihsan ediyor. Çünkü Allah, acizden, yokluktan hazzeder. Yalva-
rıştan hoşlanır. Onun için göz yaşını ve yürek yanığını bir şehidin kanı
1- Tâhâ sûresi, 124. âyet.
SOHBETLER 593
gibi makbul tutar."
- Bâsü bâde'l-meut nasıl olacak? Sual melekleri geldiği zaman
ruh vücûda iade olunacak mı?
- "Uyku ölümün kardeşidir. Uyandığın vakit nasıl oluyorsan işte
öyle olacak. Bizim şimdi bilmemiz lâzım gelen, bir insan olduğumuz ve
ona göre yaşamamız gerektiğidir.
Rüyada gördüğün güzelliklerden kalbine zevk ve hoşluk geliyor.
Kötü bir rüya gördüğün vakit ise, sanki arslanlar tarafından parçala-
nacakmışsın gibi oluyor ve uyanınca rahatlıyor, seviniyorsun.
Bu zevk ve azabı hisseden kimdir? Bir diğer Rebîa'dır. Rebîa için-
de Rebîa. Demek ki bir ikinci vücûdun var ve sen, bu toprak vücûdunla
değil, o görünmeyen vücûdunla bütün o iyilik ve kötülükleri hissediyor-
sun."
- Bir kulun Allah tarafından sevilip sevilmediğini anlaması ka-
bil midir?
- "Tabiî kabildir. Hak yolunda belâ ve mihnetlere ne mertebe sab-
rın var? Nefsini yenmek için ne türlü uğraşıyorsun? Sadâkat ve mu-
habbetin ne ölçüdedir? İşte bunları tarafsız olarak tartarsın. Doğrulu-
ğun, teslimiyet ve istikâmetin nicedir, bunları da düşünür ve Allah'a
olan yakınlığını anlamış olursun."
- Kalp, kabrin ziyneti nuru imiş. Kalp nurlanırsa kabir de ziynet-
lenir mi?
- "Evet, kabrin ziyneti kalbin nûrâniyetidir. Sen ne kadar süslen-
sen, mücevherler taksan, bundan kalbine ne fayda? İşte vücut da bir
nevi kabirdir. Kalbin nûrânî olursa, bu nur hârice de akseder. Seni
âleme de sevdirir, bambaşka hâle koyar.
Sen, insanın öldükten sonra gireceği kabri düşünme, vücûdun
kabrine bak, onu mâmur eylemeye, nurlandırmaya çalış.
Hadîs-i şerifte: Nur kalbe vâsıl olduğu vakit, kalp inşirah bulur,
genişler, buyurulmuştur. Bunun alâmeti nedir yâ Resûlallah? denince,
dünyâdan el çekmek ve yüzünü âhirete döndürmek, ölüm gelmezden
evvel ölüme hazır olmaktır, buyurulmuştur.
594
Amma, dünyâdan el çekmek, bir köşeye çekilip, elde teşbih, işi gü-
cü terketmek demek değildir. Dünyâdan kalben muhabbeti kesmektir.
Dünya nedir? Seni Allah'tan alıkoyan her şey dünyâdır.
Onun için dünyâdan gitmeden evvel, bu vücut kabrini ziynetlen-
dirmek lâzımdır. Yoksa dünyânın şaşaa ve ziynetlerinin kalbinin huzu-
runa asla tesiri olmaz. Nice varlıklı kimseler görürüz ki içleri adetâ ak-
rep, çıyanlar ile doludur. Onun için iş, burada temizlenmek, haşr u neş-
ri burada görmek, hesabı kitabı burada kapamaktır."
- Kazâ-i ilâhî geldiği zaman, helva gibi tatlı olan şeyler acılık ve
belâ olurmuş. Bu nasıl bir kazadır 1 ?
- "Kaza, ilâhî takdir demektir. Yoksa avamın bildiği gibi, düşmek,
bir yeri sakatlanmak veya araba çarpması nev'inden kazaya uğramak
değildir.
Her iş Cenâb-ı Hakk'ın emriyle olur. Onun için derviş olana, her
şeyde Allah'ın kudret ve kuvvetini görmek lâzım gelir. Hazret-i Ebû
Bekir de: Hiçbir şey görmedim ki onda Allah'ı görmeyeyim... buyurur.
Meselâ harareti gideren su, eğer Allah'ın kazasının vakti gelmiş ise,
harareti yok edemez. Bir hastalık gelir, maşrapalar ile su içsen yine de
susuzluğun tükenmez. Nitekim hasta bir kimseyi ateş ısıtmaz ve titre-
mesini geçirmez.. Sağlıkta lezzetle yediğin yemekler, hastalık vaktinde
tatsız ve ikrah verici olur.
Demek ki iş olanda, yapılanda değil, olduranda, ona o hassayı, o
hâli verendedir. Cenâb-ı Hakkın takdirini bozmak kabil değildir. An-
cak duâ, ancak bir gönül sahibinin niyazı, serleri hayra tebdil edebilir."
- Sebâ kavmi gibi şükürsüzlük etmek, bilmeyerek edilen hatâlar
gibi midir?
- "Cenâb-ı Hakkın hazînesi geniştir. İş, esâsa dokunacak hatâ-
lardan sakınmaktadır. Onun için kulluğuna düşen ahlâk, evsaf, sadâ-
kat ve teslimiyette bulunmaktır. Bu yolda yürürsen, Allah gafûru'r-
rahîmdir.
Sebâ kavmi, Cenâb-ı Hakka dilleriyle: Sen bizden bu nimetleri al.,
demediler. Amma Allah'ın emrine aykırı hareket etmekle halleriyle
Hakkın gazabını davet etmiş oldular.
Sen de kendini beğenir, kibirde bulunursan, Sebâ kavminden far-
SOHBETLER 595
kın kalmaz. Amma Resûlullâh'ın yolunda gidersen, onun ashabından
olursun."
- Amel niyete bağlıdır, deniyor:
- "Geçmiş devirlerde hükümdarın biri, askeri geçit resminde iken:
Ah ne olurdu bu askerlerim Zamân-ı Saâdet'te olup da Resûlullâh'ın
gazalarına iştirak etseydi diye içi yanarak kendi kendine düşünmüş. O
gece Efendimiz ile mânâda müşerref olmuş, bu arzusunun aynen işti-
rak etmiş gibi kabul olunduğunu ifâde buyurmuşlar.
Niyet, bir amelin özüdür. Faraza bir muhtaca şu miktarda yardım
etmeği aklına koyuyorsun. Fakat bu arada para kesen kayboluyor. De-
ğil mi ki niyet ettin. O işin esâsına erdin sayılır."
-Cevizin kabuğu olmazsa, içini bulmak imkânsız:
- "Cevizi muhafaza eden kabuğudur. Kabuktan maksat, şeriattır.
Şeriat olmazsa, içindeki tarikat, hakikat ve marifeti yiyemezsin.
İnsanın da derisi var. Deri olmasa, et muhafaza olur mu? Deri
şeriat, et tarikat, kemik marifet, ilik hakikattir.
Şeriat ilimdir, tarikat ameldir. Hakikat, o amelin semeresidir.
Şeriat ilâçtır, tarikat ilâcı yutmaktır. Hakikat iyi olmaktır.
Şeriat semdir; tarikat yoldur; hakikat, varacağın yerdir ve bunlar
biribirine bağlı şeylerdir."
- Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş diyor Haz-
ret-i Niyâzî...
- "Dert olarak kabul edilecek şey, bâtın derdi yâni mânevi dertler-
dir. Burada Niyâzî Hazretleri: Ben derdime derman aradım, yâni aslı-
ma, cananıma kavuşmaya ve kopup geldiğim vatanıma ulaşmaya yol
aradım, dediler ki, derman kendilidedir. Mademki cananının derdini
kendine dert edinmişsin, şu halde ona yana yakıla kavuşursun, demek
istiyor."
- Kur'ân-ı Kerîm'i havf ve haşyetle Hakk'ın huzurunda bulunma-
nın verdiği edepten gelen bir korku ve dikkatle okumalı, denmekten
596
maksat nedir 1 ?
- "Kur an-ı Kerîm Hak kelâmıdır. Onun için Hak'la konuşur gibi
okunmalıdır. Havf ve haşyet ile, Allah'ın huzurunda bulunur gibi, edep
üzre, tıpkı namazda olduğun gibi okumalıdır, demektir."
- Ölüm, ebedî hayâta vuslattır, deniyor. Ölmeden evvel ölen kim-
seler de böyle midir?
- "Elbet ölüm, ebedî hayâta vuslattır. Ölmeden evvel ölen kimse,
ebedî hayat bulur. Şöyle ki, kendi arzuları, irâdeleri ile ölenler, yâni
nefsânî sıfatlarını Hak için öldürenler, kibirlerinden, riyalarından, fe-
satlarından, hilelerinden Allah için geçip bunları Hak nâmına yakarak
yerine güzellikler, iyilikler, doğruluklar, faziletler getirenler, ölmeden
evvel ölmüş kimselerdir. Kim ki Allah için olursa Allah da onun için
olur. İşte bunlar âyet-i kerîmede buyurulduğu gibi: Onlar için korku ve
endîşe yoktur, sırrına mazhar olmuş kimselerdir."
- Aşk, Hakk'ın tuzağıdır. Onunla kulları avlar. Aşk ile alış verişi
olmayan kimseye yazık... diye bir söz okudum, izah buyurur musunuz?
- "Cenâb-ı Hak sevgili kullarını ikiye ayırmıştır. Bir kısmını ibâdet
ve tâatine, bir kısmını da aşkına tahsis etmiştir.
Aşk demek, Allah'ın muhabbetinden başka bir muhabbetin gön-
lünde yer etmesine müsâade etmemek demektir. Ne mutlu o kula ki Al-
lah onu muhabbet âleti ile avlıyor.
Ne yazık o kimseye ki ne ibâdet ne aşk ehlidir. Geçici ve hayalî
olan dünya zevklerine sarılarak aslından uzaklaşır ve mevhum gölgele-
rin arkasından koşar."
- Kolay kazanılmış paradan sadaka vermekle, güç kazanılmış pa-
radan sadaka vermek arasında bir fark var mıdır?
- "Elbet kendi helâl kazancından sadaka vermek daha hoştur.
Amma dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadaka-
dır. Keza bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sada-
ka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına ya-
pılan her iyilik bir sadaka demektir."
SOHBETLER 597
- Resûlullah Efendimizin Hazret-i Ayşe'ye: Sakın gönlü ölü olan-
lar ile görüşme... demesinden maksat nedir?
- "Gönülleri ölmüş kimseler, seni de kendileri gibi ölü hâle getirir-
ler. Ölü kimdir; denirse, ölü dünya ehlidir. Yâni gönlü, dünyânın fânî
zevkleri ve hırsları ile kararmış kimselerdir. Selâmet ise, dâima uyanık
olup, Hak ve adalet üzre yaşamaktır.
Eğer sen Cenâb-ı Hak ile beraber olursan, Allah da seninle
beraber olur. İşte numunesi: Yunanistan, bütün devletler ile beraberdi.
Hattâ bir kısım Türklerden de destek görüyordu. Her taraf onunla idi.
Fakat Allah onunla değildi. Bir maymun, yâni Allah'ın bir mahlûku
krallarını ısırıp öldürdü. İşler de değişti. Çünkü Allah bizimle idi. Kim
ki Allah iledir, Allah da onunladır. Bakın Mustafa Kemal Paşa, Allah
bizimle olduğu için koca devletlere meydan okuyor."
- Bir ahbabım var. Fakat iyi amellerde bulunmuyor. Meselâ ab-
desti, namazı yok. Görüşüp görüşmemeyi bilemiyorum:
- "Namaz, abdest, kulun borcudur. Amma yalnız onlar ile de iş
bitmez. Namaz kılar da beri tarafta yapmadığı kalmaz.
İmâm-ı Cafer Hazretleri, yüz ahbabın varsa doksan dokuzunu sil
biriyle de sık görüşme... buyurur.
Bâzı mecburî münâsebetler vardır ki kaçınılması mümkün olmaz.
Amma biz başkalarının değil, kendi kusurlarımızı görmekle mükellefiz.
Onun için sen kendine, kendi fenalıklarına bak. Allah ile kul arasına
girilmez. Kimseyi ayıplamamalı. Bir gün gelir de nefsim beni fena yola
sevkeder, diye dâima uyanık bulunmak ve yanlış yolda olanları göre-
rek, doğru yoldan ayrılmamak için Allah'a yalvarmak, dalâlette olanlar
için de hidâyet niyaz etmek lâzımdır.
Eğer b« dostluklar seni Allah yolundan alıkoyan zararlı münâ-
sebetler ise, ayıplamadan tenkit etmeden onlardan kaçın ve kendi kar-
deşlerinle, gerçek dostlarınla görüş."
-Mehdinin kırk iki senesinde zuhur edeceği doğru mudur 1 ?
- "Kim söylemiş onu? Kur'ân'da da böyle bir şey yazılı değil.
Kıyametin kopacağı zaman belli mi? Resûlullah Efendimiz: Ne vakit Al-
598
lah zikri ortadan kalkarsa o vakit kıyamet kopacak... buyurmuştur.
Gökten Isâ inip etti zuhur... Bilmedinse bil ki sendendir kusur...
Gelecek ile kayıtlanma. Kendi vücûdunda o Mehdinin zuhuruna
bak ki, ileride o Mehdî de senden hoşnut olsun. Bu da Hakk'ın zikri ve
ehlullâhın gösterdiği yolda gitmekle olur."
- irfanın alâmeti nedir?
- "Arif olan, sözünden de, özünden de, gözünden de, hareketinden
de bellidir. İrfan demek Allah'ı bilmek demektir. Yâni Allah'tan başka
fail, ondan başka mevcut görmemektir. Her nereye baksan ol güzel
Allah'ı görmek, işte irfan budur.
Sanma zahit savm u salât ile biter işin
İnsan olmaya lâzım olan irfan imiş."
- Şekavet ve saadet nedir?
- "Şekavet ve saadet ezelîdir. Kırmızı biberden sümbül ve karanfil
çıkaramazsın. Aslı ne ise o odur. Bir yılan yavrusunu al, büyüt, ilk so-
kacağı sen olursun.
Şakî kimse, bir kâmil mürşidin yolunda tutunamaz. Denizde olan
çerçöp gibi bakarsın sahile vuruvermiştir."
- insan kendi hatâsını kendi imzalar, buyuruluyor. Bu hatâlar si-
linmez mi?
- "Allah merhamet tanrısıdır. Bahane arar. Günâhını affettirmek
için bir gönül yaparsın, Cenâb-ı Hak da hatâlarını affeder. İnsan kendi
hatâsını imzalar amma, Allah da tövbekar olanı affeder. Resûlullah
Efendimiz: Yarın âhirette ben ağlayıcı göz bırakmam. Şefaatim,
sâlihler için değil, günahkârlar içindir, buyurur.
Allah'ın affetmediği, şirk ve kul hakkıdır. Onun için esâsa dokun-
mamalı. Edep ve sadâkatten ayrılmadıkça, Cenâb-ı Hak kusurları ba-
ğışlar."
-Bir sâlih kulun bu dünyâda imtihana tâbi olması niçindir?
SOHBETLER 599
- "İnsanlar, Allah'a, peygambere, âhiret gününe îman ettiklerini
söylemekle bırakılmazlar. Türlü şekillerde imtihan olurlar. Hastalıklar
mal ve evlât kaybı ve şâire gibi zorluklar ile tecrübe edilirler. Tâ ki
iddialarının doğru olup olmadığı meydana çıksın, doğrucular ile yalan-
cılar birbirlerinden ayrılıp belli olsun, diye.
Bir zümre vardır, onlar da sâlihler gibi: Yâ Rabbî seni seviyoruz,
derler. Fakat Hak nâmına kötü bir huyunu terketmesi söylenince
ejderhâ kesilirler. Halbuki bir sâdık ve sâlih kul, ne derece ağır
imtihana tâbi olsa, çatır çatır yanar da yine zerre kadar yolundan şaş-
maz.
İşte imtihandan maksat, iddia sahiplerine bizzat kendi hal ve fiil-
leriyle kendilerini göstermektir."
- İnsanın işlediklerine bakmalı sözüne bakmamak derler:
- "Kızım! Allah ne söze ne şekle bakar. Ancak kalbe bakar.
Binâenaleyh bir kimseyi fiiliyle veya sözüyle tartmak güçtür. Zira çok
kimseler vardır ki sabahlara kadar ibâdetle meşguldür. Fakat yaptığı
ameli kalbiyle mahveder. İyisi mi, kimsede kusur görmemeye bakmalı.
Çünkü biz, hüsn-i zanna memuruz. Kötü bir şey görürsek onu yapan
kimsenin selâmetine duâ ederiz.
Allah'ın işi bir anda değişiverir. Hazret-i Pîr bir evlâdına, karşın-
da zina eden birini görsen ne dersin? diye sorunca: Zânî derim, cevâbını
almış. Hayır, buyurmuşlar. Çünkü bakarsın bir anda tövbekar olup af-
fa uğrar. Onun için sen hüsn-i zanla mükellefsin. Kusuru görülecek
kendi nefsindir. Başkalarının iyilik veya fenalığı Allah'ın bileceği iştir."
- Bir şeye, birine mukayyet olmak bağlanıp kalmak ne demektir'?
- "Surette kalmak demektir. Herhangi bir şeye tutulup kalırsan
müşrik olmuş olursun. Çünkü Allah'tan gayriyi ilâh edinmek, ikilik ol-
muş olur."
- "Aslında tabiat, Rahmanın nefesi demektir. Mevcut olan eşya
Hak'tan gayrı değildir. Onun için biz her zerrede Hakkın nurunu gör-
mekle mükellefiz. Dayalı döşeli bir salona girsen ve bu salon karanlık
olsa hiçbir şeyi göremezsin. Fakat elektrik düğmesine dokunup da orta-
600
lık aydınlanınca, olan biten görünür hâle gelir. İşte ilâhî nurun tecellîsi
demek, Hakk'ın görünmezlik âleminden görünürlük mertebesine
tecellîsi demektir.
Sâdece bir kimseye veya şeye yâni Hakk'ın bir ismine bağlı kal-
dıkça Allah'a tapamazsın. Bak Hazret-i Ebû Bekir ne buyuruyor: Hiç-
bir şeyi görmedim ki orada Allah'ı görmeyeyim, diyor."
- Kıskançlık bir noksan eseri midir?
- "Bir derviş ki Allah için yola çıkmıştır, elbet ki kıskançlık onun
için bir uçurumdur, bir tehlikedir. Kardeşinin ilerlediğini gören derviş
ancak gıpta eder ve: Yâ Rabbî ona verdiğin feyzi bana ve cümle kardeş-
lerime de ver... diye yalvarır."
- Secde kıl ki nefsinden fâni olasın. Eğer secde kılarsan Hakk'a
vâsıl olursun, deniyor. Bu hangi secdedir?
- "Bunun topuna birden cevap, yokluk demektir. Bir toprak parça-
sı olan vücûdunu Hakkin varlığında eritmek ile olur. Yok olmayınca
var olamazsın. Var olmayınca beka bulamazsın. Beka bulunca da ölüm-
süzlerden olursun."
- Tevekkül, sebebi terketmek ve Allah'a güvenmektir ve kaderden
kaçmaya uğraşmak ise kendinden kaçmaya uğraşmak gibidir deniyor:
- "Kader demek, senin vücûdunun yuğurulmuş toprağıdır. Her ne
olup ne bitecekse toprağınla beraber yuğurulmuştur. Zamanı geldikçe
vukua gelir. Fakat bütün bunlar sebeplere bağlanmıştır. Ancak, sen se-
bepleri görme.. Hep Allah'tandır. Evvel de odur, âhir de odur. Zahir de
odur, bâtın da odur.
Şimdi bir el resmi çizsem bu, elin ancak suretidir ve şeklidir. O be-
nim elim gibi tutamaz. İşte sebep de bir şekildir."
-Bir kimse aleyhimde bulunsa kendimi nasıl müdâfaa edeyim?
- "Bunu dervişlikçe mi yoksa insanlıkça mı soruyorsun? İnsanlık-
çası, kısasa kısastır. Yâni, sen de ona söylersin.
SOHBETLER 601
Dervişlikçesi sabırdır. Bende bu fena huyu görmeseydi söylemez-
di, dersin. Yahut, bir hikmet tahtında söylemiştir, dersin veyahut, ileri-
de yapacağım bir kusurum için ikazdır, beni îkaz etmek, uyandırmak
için Allah tarafından söyletildi, dersin."
- Tarikat nasıl bir ihtiyaçtan doğmuştur ve ne sebeple şubelere bö-
lünmüştür'?
- "Tarikat, Resûlullah Efendimiz zamanından beri mevcuttur. Bir
başka ifâde ile, tarikat, insan idrâkiyle başlamıştır.
Resûlullah Efendimiz: Fakr fahrımdır, iftihârımdır buyurmuştur.
Fakrdan maksat, dervişliktir. Cenâb-ı Hak da: Allah'a yaklaşmak için
vesile talep ediniz 1 ve yine: Bilmediğinizi bilenden öğreniniz 2 ... buyu-
rur.
Resûlullah, ashaba zikr telkin için Hazret-i Ali Efendimize: Gözle-
rini kapa, üç kere lâ ilahe illallah de, buyurmuşlardır.
Hadîs-i şerifte, Allah'ı öyle çok zikrediniz ki size mecnun
desinler 3 ve yine; Kur'ân-ı Kerîmde: Kim ki benim zikrimi etmezse ya-
rın âhirette ben onu âmâ hasrederim 4 , buyuruyor.
Efendimiz Hazret-i Ali'ye: Yâ Ali, Allah'a varan en kolay ve emin
yol bir akıl sahibine tâbi olmaktır, buyurmuşlardır.
Tarîkatlerin şubelere ayrılmış bulunması, aralarında ayrılık oldu-
ğuna delâlet etmez. Ancak zamana ve insanların istidatlarına göre bu
şekil farklarının meydana geldiğini düşünmek lâzımdır.
Sözün kısası, tarîkatlerin zuhuru, Allah'ın taayyünsüzlük âlemi-
nin taayyün âleminde zuhuru yâni yaratılışın başlaması iledir."
- Zikr ile sohbetin farkı var mıdır?
- "Bir istidat sahibi, otuz sene zikirde kazanamayacağını yarım
saatlik bir sohbette kazanabilir. İş, o alışa istidatlı olmaktadır. Sohbet-
ten muhabbet hâsıl olur. Muhabbetten aşk hâsıl olur. Aşktan ise her-
şey hâsıl olur."
1- Mâide sûresi, 35. âyet.
2- Nahl sûresi, 43. âyet; Enbiyâ sûresi, 7. âyet.
3- Eksirû zikrallâhi hattâ yekûlû mecnûn.
4- Tâhâ sûresi, 124. âyet.
602
- Mağfiret ve günah, âlemde mutlak mevcut olması lâzım gelen
hâdiseler inidir"? Mağfiret kazananla hiç günahsız kimse arasında bir
fark olamaz mı?
- "Gaffar, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden biridir. Eğer insanlar gü-
nah işlememek üzre yaratılmış olsalardı Gaffar, yâni affedici, gufran
sahibi oluculuğun mânâsı ortaya çıkmazdı. Esasen günâh işlememek
iddiası da günahtır. Bundan, Allah'ın rahmetinden ve Peygamberin
şefaatinden başçevirmek çıkmaz mı? Elbet kul kusursuz olmaz. Kuldan
hatâ, Allah'tan atâ. Böylece de Allah'ın Gaffar ismi yerini bulmuş olur."
-Aşkın gıdası nedir?
- "Aşkın gıdası Allah'tır."
- Ne idik ne olacağız ?
- "Derviş ne geleceği düşünür ne de geçmişi. Hâline bak, halikına
şükreyle. Geçmiş için: Lâ teknatû min rahmetillah 1 , geleceği ise Allah
bilir."
- Çalgı refakatinde ilâhî okumakta bir hatâ var mıdır?
- "Ud, keman ne diyor? Allah... diyor. Allah demek neden hatâ ol-
sun?
Dünya nedir? Seni Allah'tan gâfıl eden her ne ise o dünyâdır. Haz-
ret-i Mevlânâ'nın huzurunda nay da üflenirdi, bendir de vurulur, ud,
keman da çalınırdı. Zamân-ı Saâdet'te, Resûlullah Efendimiz Medine'yi
teşrif buyurdukları vakit, halk sevincinden ellerine geçirdikleri sahan
kapaklarını bile birbirine vurarak sevinçlerini açığa vurdular ve Efen-
dimiz de bundan memnun oldular."
- İnsan, kinini yok etmek için ne tedbir kullanmalıdır?
1- Zümer sûresi, 53. âyet: "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.'
SOHBETLER 603
- "Kızım, bil ki Allah her yerde her şeyde hâzır ve nazırdır ve her
hareketini bilici ve görücüdür. Bu hakikati bildin mi, kîne de, yalana
da, riya veya herhangi bir kötülüğe de yer kalmaz. İşte bu suretle de
kin, yok edilmiş olur.
Hakk'ın razı olmadığı şeyi kalbinden sürüp çıkaramayanlar için
azap vardır.
Amma kin, Allah için Allah nâmına olursa, bu takdirde o kin sana
âit değildir."
-İlimle ibâdet başka, ilimsiz ibâdet başka... buyurdunuz, ilmim
yok ne yapmam lâzım?
- "O ilim, okuyup yazmak, mektepler bitirmek değil, Allah'ı bil-
mek ilmidir."
- Riyâzat kimler için lâzımdır?
— "Herkes için lâzımdır. Bahusus, seferde olan, Allah'ı aramak için
yollara düşmüş olan kimseler için...
Riyâzattan maksat, nefsiyle mücâhede etmek, savaşmaktır. Nefis,
insanı toprağa, rûh ise Allah'a çeker. Nefsiyle mücâhede eden kimse,
elbet riyâzatta bulunuyor demektir.
Meselâ senin kinciliğin var. Onu atınca yerine güzel bir sıfat gelir:
Merhamet. Yalan söylemekten hoşlansan da söylememeye karar ver-
miş ve açtığın mücâdelede galip gelmişsin. İşte riyâzat. Hâsılı kötü
huylarınla uğraşmak, döğüşmek, güreşmek riyâzat demektir.
Resûlullah Efendimiz gazadan avdette, küçük kavgadan büyük
kavgaya geldik, buyururlardı. Zîra mücâdele edilecek en büyük düş-
man nefistir."
- Bir kul cânâna nasıl vâsıl olur?
- "Kendini aradan çıkarınca cânâna vâsıl olunur. Yâni kötü
ahlâklarını iyiye tebdil edip cümle mevcudatın Allah'tan gayri olmadı-
ğını bilerek varlığını lâ ilahe illallah'ta yakınca cânâna vâsıl olunur.
Can kalkınca canan kalır vesselam." •
604
- Takdîr-i ilâhî... başıma bir musibet geldi. Sabretmek için gayret
ediyor, sabretmeye çalışıyorum:
- "Sen adının vaktiyle Sâbire konmuş olduğunu düşünerek ve
Allah'ın da sabrediciler ile beraber olduğunu bilerek isminin hakkını
ver.. Sâbiıierden ol, tâ ki Allah medhini etsin. Sabredici olmak ne bü-
yük meziyet..."
-Hakk'a âşık olan bulurmuş kendi nefsinde Hakk'ı
Bu visale taşradan arzu abestir bilmeli
beytinin mânâsını lütfeder misiniz?
- "Cenâb-ı Hak insana ilâhî nurunu ezelde sunmuştur. Binâen-
aleyh insan, kendinde mevcut olan o ilâhî nuru arayıp bulmalı.. Onu
asla başka yerde aramamalı.
Fakat her şeyin bir usûlü ve yolu vardır. İşte bu usûlü ve yolu gös-
terecek bildirecek olan da kâmil insandır. O size mücâhede edin, kendi-
nizi temizleyin, riyâzatta bulunun tâ ki ezelde Allah'ın vermiş olduğu o
nuru kendi içinizde bulaşınız, der.
Nasıl ki Ferhat ile Şîrin hikâyesinde: Şîrin'i sana veririz amma
dağı delip içinden su akıtırsan... dediler.
Dağdan maksat, vücut dağıdır ki, onu riyâzat külüngü ile delip,
beşerî ve zulmânî toprakları atınca, içindeki berrak su zuhur eyler.
Gerçi Ferhat ile Şîrin kıssası, bir hikâyedir. Ancak basiretle nazar
edilen her şeyde ibret alınacak bir nokta vardır. Amma iş o göze sahip
olmaktadır."
- Her sâlikin kendi kabiliyet ve istidadına göre bir miracı vardır.
Bu miraç, onun için çizilmiş yolu tamamlamasına bağlıdır, deniyor.
Bu miraç, nasıl bir miraçtır'?
- "Bir sâlik, kendi fıtrî yâni yaratılışından gelen var olan istida-
dının gerektirdiği mertebeye çıkınca, mîrâcını yapmış demektir. Fakat
bir küçük zerrenin kendine mahsus devri ile, büyük bir varlığın devir-
leri bir değildir. Onun için o küçücük zerreden, büyük cisimlerin devir-
leri beklenemez. Ancak, her varlığın kendi fıtrî istidadını tamamlaması
mîrâcı olduğu gibi, tamamlayamaması da mahrumiyeti demektir."
SOHBETLER 605
- Kalpten kalbe yol vardır, dendiğine göre bir sâlik için ne vakit
bu yollar açılır?
- "Bir sâlik esasen devamlı olarak murakabe ve teveccühtedir.
Uyanıktır, yüzünü merkeze döndürmüş gönlünü merkeze bağlamıştır.
Bu alışkanlık dolayısıyle o merkezden gelen cereyanı alacak istidadı
aşikâr olmuştur. Bu yolların açılması, murakabenin kuvvet ve şiddeti-
ne bağlıdır. İşte kalpten kalbe yol vardır, dedikleri budur."
- Efendim, kalpten kalbe yol var amma... Allah'ın cismi yok ki
onunla rabıta kurabilelim? Bir sâlik de ancak kâmil insan sayesinde
Allah'a olan teveccüh ve murakabesini bulabilir.
- Din yerine başka bir şey kâim olabilir mi?
- "Hayır. Lâkin dînin de, şeriat, tarikat ve hakikat kısımları var-
dır. Dîni şeriattan ibaret zannedenler aldanırlar. Resûlullah Efendi-
miz: Şeriat gemi, tarikat deniz, hakikat da o denizdeki inciler gibidir,
buyururlar.
Şerîatsız tarikat, tarîkatsız şeriat erbabı gafildirler."
- Sıfat ve zât tecellîleri arasında ne gibi farklar vardır?
- "Daha önce anlatmıştık. Günde kırk kere Hakk'ın tecellîsine
mazhar olan bir zat Bâyezîd-i Bistâmî Hz. ile müşerref olunca, Haz-
ret'in nazarları karşısında kendisinden geçip gitmişti.
Bu keyfiyet Hz. Bâyezîd'den sorulunca: Ona olan tecellî sıfat tecel-
lîsi idi. Bizdeki tecellî ise zât tecellîsidir. Zâtla sıfat birleşince zât tecel-
lîsi sıfatı yaktı, buyurmuştur."
- Resûlullah Efendimiz: Ümmetim arasında yüzü güzelleri sev-
dim. Bana elçi göndermek isterseniz yüzü güzel olanları seçiniz, buyu-
ruyor. Çirkinler daimî hicranda mı kalacaklar?
- "Hiçbir mahlûk yoktur ki güzel olmasın. İnsan, Rahman
suretinde halkolunmuştur. Efendimiz, kalp cemâlinin güzelliğini kas-
dediyorlar. Resûlullah ki fânî olan şeylerden bizi sakınmaya davet
ederken kendisi bir fânî güzelliğe nasıl meyleyler?
Fena huy olur, fena adam olmaz. İnsanın kaşı gözü, ağzı burnu bi-
rer âyettir. Onun için çirkinlik yoktur. Resûlullah bu hadîsi ile: Bana
606
kalbi zulmetli kimseleri göndermeyin... demek istiyorlar. Suretleri gü-
zel öyle kimseler vardır ki, müşriktirler, hâin, zâlim ve katildirler.
Rabbani olan nurun güzelliği ise gönülde parlar, dâimdir, bakîdir."
- Çok korkuyorum:
- "Hayır korkma... Burada ağlayan orada güler. Burada gülen ora-
da ağlar. Dünya âhiretin tarlasıdır. Burada ektiğini orada biçersin.
Kırbana burada su doldurursan, orada içersin. Yoksa çölde susuz kalır-
sın."
- Ölmüş bir kimseyi mezara bırakıp sonra da orayı ziyaret, adak
adamak ve taleplerde bulunmak, insanların tapmak için bir şekil gör-
meye, ondan bir teselli bulmaya muhtaç olmalarından mı ileri geliyor"?
- "Bir kere şunu bilmek lâzım ki, ölü olsun, diri olsun, bir kimse-
nin tasarruf sahibi olacağrı
nîmet olarak nasıl görürsün? Bâzan insanlara bir musibet bir sıkıntı
gelir ve uluorta giderken aklı başına gelerek kendini toplar. Böyle bir
eleme de nîmet dememek nasıl olur?"
- Bir derviş, nefsine ağır gelen herhangi bir şey için karşısındaki-
ne ağır muamelede bulunmalı mı?
- "Bir derviş, mürşidine karşı ağır muamelede bulunur mu? Kar-
deşlerine karşı da bunu yapamaz. Halka karşı da yapmaması îcap eder.
Zîra vahdet gözüyle etrafını seyreden kimse için her bir eşyada Hakk'ın
bir çeşit tecellîsi vardır. Şu halde, keyfiyeti bu hakikat noktasından gö-
rürsen, kimseye kötülük edemez, vefasızlıkta bulunamaz, hakaret na-
zariyle de bakamazsın."
- Korku ile ibâdetin bir alâkası var mıdır?
- "Allah'tan korkmak da ibâdettir."
- Ruhların zillet ve hakaret görüşü cisimlerindendir. Vücutlara
şeref ve izzet ise ruhlarındandır, denir. Ruh, cisme girmekle neden gir-
diği bu cismi terbiye edemiyor?
612
- "Ruhlar, cisimleri terbiye için değil, kendini mükemmelleştir-
mek için gönderilmiştir. Noksan olan ruh, kemâli ancak dünyâda bula-
caktır.
Ruh, toprakla karışmaktan zelil ve sefil olur. Toprak ise ruhla irti-
bat kurmakla ulviyet peydah eder.
Bir ruh ki maksadı kemâle ermek iken, zarf olarak kendisine ve-
rilmiş cismin hırs ve arzularına kapılarak dünyâya gelmekten maksut
olan hakikati unutup süflîyete dalarsa, sefil olması tabiîdir. Amma aslî
vazifesini bilip o yolda gayret sarfeden ruh, cismi de kendi gibi ulvîleş-
tirdiğinden, bu takdirde cisim ruh, ruh da cisim olur."
-Dünya ile meşgul olmaktan ruha zarar var mıdır'?
- "Dünyâya meyletmek, nefse meyletmektir. Dünya hususunda
duyulan azap, ruhun azabıdır. Nefsin îcâbı, Allah'tan uzak olmak,
ruhun îcâbı, Allah'a kavuşmaktır."
-Kulun aczini izhar etmesinden maksat nedir?
- "Dervişe lâzım olan yokluktur. Bizim size öğretmek istediğimiz
de işte bu aczini ve yokluğunu bilmektir. Bunu, Resûlullah Efendi-
miz'den, Hazret-i Ali'den ve Hazret-i Rifâîden öğrendik. Resûlullah:
Fakr, yâni yokluk benim iftihârımdır, buyurur. Hazret-i Ali: Bana bir
harf öğretenin kuluyum, diyor. Hazret-i Pîr ise: Her kapıyı dolaştım,
ancak acz ve yokluk kapısında kimseyi bulamadım ve oradan çabucak
girdim, diyor. İslâmiyet'in şartı da budur. Yâni lâ ilahe illallah, Allah
var başka şey yok, demek. Soyun varından ey Ken'an / Görürsün vâr
olan Allah. . . "
- Nefsin arzularını terketmedikçe insan, kâmil olamazmış:
- "Şuna, insan olmaz de.. Değil kâmil insan, derviş olamaz. O ne-
fis öyle yamandır ki, tamamen yakıp kurtulmadıkça, hilesinden emin
olamazsın. Nefsini öldürmek için de mücâhede ve aşk lâzımdır. Aşktan
maksat da, insanda ondan gayrı bir şey kalmamaktır. Aşk ise bir
rahmânî cezbedir ki onu vücut ocağında bir kâmil insan uyandırır.
Uyandı mı da ne kadar put varsa yakar yıkar."
SOHBETLER 613
- Cenâb-ı Hakk'ın nuru mescitte de kilisede de tecellî eder, denme-
sinin mânâsı nedir?
- "Sözlerimizi iyice zaptetmiş, can kulağı ile dinlemiş olsanız, ken-
di kendinize cevap verirdiniz.
Tekrar edelim: Hiçbir şey yoktur ki Allah'ın nuruna mazhar olma-
sın. Hazret-i Niyazi'nin dediği gibi:
Kabe'de puthânede
Hanede viranede
Çağırırım dost dost
Hazret-i Pîr, ziyaretine gelen bir papazı kapıya kadar geçirince,
etrafında bulunanlar: Aman efendim ne yapıyorsun? diye hayret ettiler.
Cevap olarak Hazret-i Pîr: Ben onun papazlığına değil, onda olan
Hakk'ın nuruna hürmet ediyorum, buyurdu.
O nur, domuzda da, kedide de, farede de mevcut. Hepimiz bir fab-
rikanın malıyız.
Ahmede'r-Rifâî Hazretleri, sokakta domuza selâm verirlerdi. Se-
bebini soranlara da: Nefsimi iyiliğe alıştırıyorum, buyururlardı.
Derviş demek, irfan sahibi kimse demektir. Derviş olan, her şeyi
Hakk'ın bir mazharı bilecektir.
Lâ mevcuda illallah, yâni Allah'tan gayri mevcut yoktur,
mânâsını idrak edince, edeple bu dünyâya bakmak lâzımdır. Dünya
Kurandır. Nasıl ki Kurana abdestsiz olarak el süremezsen içindeki
şeytan, Firavun kelimelerine de yine abdestsiz olarak parmak basa-
mazsın. Dünya da bir Kur'ân olduğuna göre, onun içinde bulunan
Hakk'ın bütün isimlerine de hakaret gözüyle bakamazsın. Her şey
Allah'ın bir ismine mazhardır, onun için söyleyeceğin sözü dikkatli ve
temiz söyle... Zira dervişlikten aranan güzel ahlâktır."
Arandığı takdirde bütün güzelliklerin ve iyiliklerin dünyâda bu-
lunacağından söz ediliyordu. Cevap olarak:
- "Adamcağızın birinin: Ben dünyâda dört şey görmedim: Güzel
dost, helâl lokma, riyasız amel, hasetsiz âlim... demesi üzerine karşı-
sındaki zat da şu cevâbı vermiş: Yalnız ben bunların hepsini dünyâda
gördüm. Güzel dost Kur'ân'dır. Helâl lokma gazabını yenmektir.
614
Riyasız amel, gizli sadaka vermek, kalp zikri ve yine gizli hayır işle-
mektir. Hasetsiz âlim ise ehlullahtır."
- Tasavvuf nedir?
-"Cüneyd-i Bağdadîye aynı suâli sorduklarında: Tasavvuf Cenâb-ı
Hakk'ın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi bekâsıyle diriltmesidir,
ihya edip bakî kılmasıdır, buyurmuştur.
Tasavvuf, birlik demektir. Ve tasavvuf ehlinde bulunması gereken
iki türlü edep vardır. Biri zahirîdir, diğeri bâtınî.
Zahirî edep, namaz, oruç, hac vesairedir. Bâtınî edep de insanın
hayvan sıfatlarından kurtulması demektir.
Böylece de eliyle, diliyle kimseyi kırmaması ve kalbinin dedikodu-
lardan pâk olması demektir."
- İbâdete şirk koşmak ne demektir 1 ?
- "Münafıklar, bir ümit üzre ibâdet ederler. Maişetleri daralma-
sın, işleri iyi gitsin, çocuklarına bir elem, keder gelmesin diye... Amma
istedikleri yolunda gitmezse ibâdeti terkeder, hattâ isyan ederler.
Halbuki Allah, ibâdette ikilik istemez. Sen Hakka Hak için tap...
İşlerinin yolunda gitmesi için ibâdet etmek elbet o ibâdete şirk koş-
maktır."
- İlâhî esmayı görmekte sonsuz zevkim var, her an harfler
semâsına seferim var... diye bir söz okumuştum. Fakat mânâsını lâyı-
kıyle anlayamadım:
- "Bu, nefsinden sefer etmektir. Mücâhedeler, riyâzatlar ile bir
isimden bir isme geçmek, vücut içinde seyreylemek demektir.
Nereye baksan orada Hakk'ın bir ismi görülür. Onun için Cenâb-ı
Hakk'ın isimleri arasında sefer elbet ki bir hazdır, zevktir."
-Bir kimsenin varından ve arından soyunması nasıl olur?
- "Allah nâmına yaptığın bir iş faraza bir ibâdet için kimseden çe-
1- Bu sohbetlerin yapıldığı târihlerde manevî değerlere karşı, o değerleri küçümseme
fikri cemiyette yaygın halde bulunuyordu.
SOHBETLER 615
kinmemek, utanmamakla olur. Meselâ namaz kıldığın için seninle
eğlenebilirler 1 . Aldırmayacaksın. Nefsine ağır giden şeylerden utanıp
yaptığın hareketten vaz geçmeyeceksin."
Hakk'ın cemâli nasıl görülür?
"Cemâli gören, aşkın nurudur, aklın nuru değil.
-Kesret nedir?
- "Kesret yoktur. Kesret, senin gözüne göre vardır. Bu görünüş
âleminde tezahür eden çokluk, Hakk'ın tecellîsidir. Eşya, Hakka ayna
olmuş, Cenâb-ı Hak, bu yaratılış âleminde kendi sıfatlarını ve isimleri-
ni görür. Keza insanlar da bu yaratılış âleminde Hakk'ın tecellîsini gö-
rürler."
-Bir ehlullâhın kabri niçin ziyaret edilir?
- "Hak'la Hak olmuş bir velî, toprakta değildir, kendisine inanan
ve sevenler ile beraberdir. Kabri hürmeten ziyaret edilir. Zâtı dâima ce-
miyetimizdedir."
- Tekke nedir?
- "Semânın ve zikrin hakikatine vâsıl olan kimseye ten tekke, gö-
nül makam olmuştur."
Bir mesele hakkında: Ne diyelim? suâline:
"Sözümüz eyvallahtır, arzumuz da bir Allah'tır!'
-Dünyâya niçin gelmişiz?
- "Allah'ımızı bilmek, görmek, tapmak için gelmişiz. Nefsini bilen
1- Zâriyat sûresi, 56. âyet.
616
Allah'ını bilir, buyurulmuyor mu? Amma işitmekle başka, görmekle yi-
ne başka. Kötü huylarını yak, yerlerine iyilikler, iyi huylar getir ve nef-
sini bil. Cenâb-ı Hak: Ben insanı ve cinni ancak beni bilsinler diye
halkettim 1 , buyurur. Burada Hakk'ı bilecek olanlar ancak Elest
âleminde: Ben sizin Rabbiniz değil miyim 1 , diye sorulduğu zaman tas-
dik edenlerdir."
-Ehlullâhı neden Ashâb-ı Kehfe benzetirler?
- "Çünkü bu dünyâdan uyumuş ve gözlerini öteki âleme çevirmiş-
lerdir. Yâni, onlar, yemelerinde, içmelerinde, sözlerinde, hareketlerinde
Hakk'm tasarrufu altındadırlar. Onları evirip çeviren hep Allah'tır."
- Vücudundaki emâneti ara bul ne demektir 1 ?
- "Hakikat yoluna girmekle arıyorsun demektir. Dünyâya, Al-
lah'ını bulmak, nereden gelip nereye gideceğini bilmek için geldin. Sen
demek, aslın demektir. Aslını bulursan, o emâneti buldun demektir?"
- Cenâb-ı Hak neden rızâsını gizlemiştir?
- "Niçin gizlesin... meydanda. Ne gibi mi? Allah'ın kullarından ne-
ler istediği neler istemediği Kur an-ı Kerîm'de bildirilmemiş mi?
Allah'ın rızâsı zahir ve bâtın iki kısımdır: Zahiri, kalp kırmamak,
yalan söylememek, iftira etmemek, hilekârlık eylememek ve emrolu-
nan ibâdetlerde kusur eylememeye çalışmak gibi herkesin bildiği hal-
lerdir.
Bâtın rızâsı ise, kalben uyanık olup, Hak'tan gelen şeylere itiraz
etmemek ve abes görmemek, bu suretle de edep sahibi olmaktır."
-Allah'tan korkmak ne demektir?
- "Bilgi arttıkça korku ziyâde olur. Amma bu, mertebemden düş-
meyeyim, cehenneme girmeyeyim... korkusu değildir. Bu korku, İlâhî
Saltanat'ın azametinden, o ilâhî büyüklüğünden, heybetindendir."
1- A'râf sûresi, 172. âyet.
SOHBETLER 617
-Bizim sermâyemiz nedir 1 ?
- "İrfân-ı Muhammedi'dir. Ahlâk-ı Mustafâvî'dir. İbâdetler tâatler
hep o irfanı kazanmak içindir. Hazret-i Peygamberimizin ahlâkiyle
ahlâklanacaksın. Bundan büyük sermâye mi olur?"
- Suretten sıfata gel ki yolda safiyet neş'esi bulasın... sözünü anla-
mak istiyorum:
— "Cenâb-ı Hak insanı kendi sureti üzre halketmiştir. Amma bu
zahir suret mânâsına gelmez. Kendi sıfatı ile halkeylemiştir, demektir.
İşte o zahir suretinden geç ki yolda safiyete erişesin."
- En kestirme yol nedir?
- "Allah Rabbimdir, deyip durmak ve her şeyi Allah'tan bilip her
yerde Hakk'ı görmektir."
- Murakabe ne demektir 1 ?
- "Cenâb-ı Hakk'ın, senin her yaptığını görücü olduğunu bilerek
bir göz açıp kapayıncaya kadar ondan gâfıl olmamaya çalışmak, sanki
bir çadır kurup seni içine almış gibi oturmak. Resûlullah Efendimiz de:
Tefekkür gibi ibâdet olmaz, buyururlar."
- Mürşit kimi sever?
— "Allah güzeldir, güzelliği sever. Kalbi pâk, güzel olan evlâtlarını
sever. Mürşit, mürşidi seveni sever. O da ne demektir? İşaretleri dâire-
sinde gideni sever, demektir."
-Aşkın nihayeti var mıdır?
- "Aşk, Allah'ın sıfatıdır. Neticesi, nihayeti olmaz.
Cenâb-ı Hak: Ben kullarımı iki kısma ayırdım. Birini aşkıma, di-
618
gerini ibâdetime tahsis ettim, buyurur.
İkisi de makbul, ikisi de sevgililer yolu. Amma ibâdette kulluk
zevki var, aşkta ise, aşktan başka bir arzu bir zevk mevcut değildir.
Aşk yolu belâlıdır
Her kârı cefalıdır
Canından ümidin kes
Cânâna irem dersen
Elbet aşk yolu güç yoldur. Can pazarıdır. Mîraç'ta, Cebrail Aley-
hisselâm'ın: Ben geçemem, daha ileri gidersem yanarım... dediği, Efen-
dimiz'in ise: Ko yanarsam ben yanayım! buyurduğu yol bu yoldur."
- Cenâb-ı Hak hayır işleyen kullarını severmiş. Biz âciz kullar ne
hayır işleyebiliriz Efendim ?
- "Hayıra niyet etmek de hayır işlemektir. Cenâb-ı Hak, niyete ve
kalbe bakar."
- Merhamet muhabbetten mi gelir Efendim?
- "Muhabbetle merhamet başka başka şeylerdir. Biri sevmek, di-
ğeri acımaktır. İnsan merhamet ve şefkatle mükelleftir. Bir kâfire de
merhamet gerekir. Sevmek değil."
- Tahrîme ne demektir Efendim?
- "Tahrîme, haram etmek demektir. Namaza durduğun vakit ko-
nuşmak, gülmek ve emsali bir harekette bulunabilir misin? Tekbîre de
tahrîme denilmesi şunun içindir ki, namaza duran kimse Allahü ekber
demekle nefsinin arzularını kesip kurban ediyor. Onun için kendini
salât-ı dâimede bilen murakabe ve müşahede sahipleri için haram şey-
lerden sakınmak tabiîdir."
- Bir kimse namazda iken herhangi bir kaza zuhur etse, namazı
bozmak caiz midir?
- "Evet. Cenâb-ı Hak kazadan kaçınınız buyuruyor. Meselâ bir
SOHBETLER 619
ateş zuhur etmiş, zelzele olmuş, namazını bozarsın. Amma Cenâb-ı
Hakk'ın öyle kulları vardır ki onlar hiçbir şeyle namazlarından fariğ
olamazlar. Fakat onların yaptığını herkes yapamaz. Bize göre bozmak,
onlara göre bozmamak caizdir."
- Gönül kıranın hâli nice olur?
- "Gönül başka kalp başkadır. Kalp herkeste vardır. Saf, temiz ve
mahzun kalpler vardır. Bunları inciten elbette cezasını görür. Yahûdiy-
miş, hıristiyanmış, kedi, köpek, domuzmuş ayıramazsın. Derviş kişi
hiçbirine haksızlık edemez. Çünkü hepsinin sahibi ve halikı Allah'tır.
Haksız muamele etmek her vakit insan için pişmanlığı muciptir. Kalp
kıranın îmânı gitmez amma dünyâsı harap kendi perişan olur.
Bir de ehlullâhın gönlüne dokunmak vardır ki bunu yapan ne
dünyâda ne âhirette felah bulur. Gayretullah oku o kimsenin ya îmânı-
na ya cesedine vurur. Cesedine vurursa, ölür kurtulur. Fakat îmânına
vurursa, maazallah imansız gider. Onun için dikkatli, basiretli, uyanık
olmak gerek.
Softalıktan dervişliğe girmiş bir adam varmış. Günün birinde hac-
ca gitmek için şeyhinden müsâade istemiş. Fakat izin yerine: Bu sene
gitmesen daha iyi olur, cevâbını almış. Derviş ise: Arkadaşlarımla ka-
rar vermiştik diye ısrar edince şeyhi de: Pek âlâ, git öyleyse! demiş.
Ne ise, hoca hacca gitmiş. Bir gün Beytullah'ta cemâatle namaz
kılarlarken, imam bir âyeti yanlış okumuş. Hoca hemen bu yanlışı yük-
sek sesle tashih etmiş ve namazdan sonra da cemâate hitap ederek: Ey
cemâat, biliniz ki imam yanlış okudu namazınız fasit oldu, tekrar kıl-
malısınız! demiş. Cemâat de: Siz imamet ederseniz kılarız! demişler ve
böylece de hoca namazı kıldırmış. Zaman geçip de memleketine avdet
ettiğinde, şeyhini ziyaret ettiği zaman kendisine: Ne var ne yok, anlat
bakalım, diyen efendisine hâdiseyi kemâl-i fahr ile nakletmiş ve bu ha-
reketinden dolayı takdir beklerken, hikâyeyi dinleyen şeyh efendi: İma-
mın hatâsı karşısında hiç kimseden ses çıkmadığı halde senin müdâha-
len büyük edepsizliktir. O gün senin sağında namaz kılan zat kutbu 1-
aktâb idi. Solundaki ise falan mübarek kimse idi. Eğer o yanlışın
tashihi lâzım olsaydı, bunu onlar yaparlardı. Böyle bir küstahlıkta bu-
lunduğun ve imamı Allah'ın evinde mahcup edip kalbini kırdığın için
Cenâb-ı Hak da seni huzûr-ı ilâhîsinden kovdu, çık dışarı., bir daha bu-
raya gelme! demiş.
Şimdi bu adam hacca gitmek için şeyhinden mi izin almıştır, hayır
620
nefsinden!
Bizim İzzeddin Hümâyî Bey'in dâmâdı kuvvetli bir hafızdır.
Dergâhlar açık iken, mihraba gelip namaz kıldırmak istermiş. Halbuki
etrafta pek çok hafız olduğu için kendisine sıra gelmediğinden canı sı-
kılırmış. Bir gün buyurun dedik. Namaza başlandı. Fakat Fâtiha-yı
Şerîfe'yi okurken: Elhamdülillâhi Rabbil âlemin... dedi ve arkasını geti-
remeyerek kaldı. Her gün kaç defalar okuduğumuz Fâtiha'yı, koca bir
hafızın yanılarak unutması, nefsine itimâdından gayri neden olabilir?
Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm okumaktan maksat, mânâsını anlayıp
onunla amel etmektir. Yoksa bu gaye hâsıl olmadıktan sonra makine,
aynı işi senden daha âlâ yapar. O huruf ve ibareler, mânâya ermek için
bir köprüdür. Kısırda kaldıktan sonra neye yarar? İşte bunun gibi, şey-
hinin rızâsı hilâfına hacca giden derviş de kısırda kalmış, mânâdan bir
koku duymamıştır.
Şunu da hemen ilâve edelim ki, Fâtiha'yı şaşıran hafızı da size bir
misal ve ibret dersi olsun diye anlattım. Yoksa maksadım o zavallıları
ayıplamak değildir."
- İlimde câhil olanın ibâdet ve tâatı noksan mıdır 1 ?
- "Tabiî. Bilerek bir kere Allah demek cehl ile bin defa Allah de-
mekten evlâdır. İlim demek kitapları yutmak demek değildir. İlimden
maksat, insanlık ve irfandır.
İrfansız ve bilgisiz olarak sabahlara kadar tekkelerde zikretmişsin
ne fayda? Cehl ile Allah demekten ne çıkar? Semahaneye bir gramofon
koysan, oradaki zikri hem de şeyhinin sesiyle içine alır. Ve istediğin za-
man sana tekrarlar. Amma bir gramofon plağında, bir makinede insan-
da olan irfan, ilim ve muhabbet var mıdır?"
Cenâb-ı Hak âhirette kullarına ne suretle tecellî edecek 1 ?
"Dünyâda ne ile ve kiminle meşgul ise ondan tecellî edecek.
Hırstan gazaptan ne suretle halâs olunur Efendim?
"Gıdasını vermemekle."
SOHBETLER 621
- Aşkın akılla alâkası yoktur buyuruluyor. Bakıyorum ariflerde
akıl ziyâde. Arifler âşık değil midir 1 ?
- "Arifler aşkın cünun devresini geçmişler de arif olmuşlardır.
Amma arif de üç kısımdır. Biri dünya arifi, biri âhiret arifi, biri de
hakikat arifidir."
-Kesrette vahdeti, vahdette kesreti görmek nasıl olur Efendim 1 ?
- "Bir buğday tanesi tek bir tane iken, başak olunca birçok olduğu
gibi, siz hepiniz aynı kitabın sahîfelerisiniz. Size bakan hepinizde mür-
şidinizi görebilir. Mürşidiniz ise, Hz. Pîr'den, Hz. Peygamber'den ve Hz.
Hak'tan aldığı feyzi her birinize, istidatlarınıza göre verir. O da sizde
kendi hâlini görür. Keza siz de onda istidadınıza göre kendi nurunuzu
görürsünüz."
- Seni Hak'tan ayıran perdelerin en kalını mahlûka bağlanıp kal-
mak buyrulmuş olmasının sebebi nedir?
- "Burada mahlûktan maksat dünya ve dünya muhabbetidir. Yok-
sa, evlâdının terbiyesi, evinin hizmet ve idaresi gibi meşgale, Allah'ı
unutmamak şartıyla makbul işlerdendir."
- Dünyâda namaz kılmayan âhirette de secde edemez buyrulma-
sından maksat namazın zahiri midir, hakikati midir?
- "Namazın hakikatini bilen için zahirini de bilmek ve icra eyle-
mek lâzımdır. Zahirde namaz kılmayan hakikatte de kılamaz.
Namaz, huzur, huşu, murakabe ve müşahede ile kılınmalıdır.
Yoksa, dünyâyı arkana atmadan kılınan namaz, namaz olmaz."
-Aşk ve sadâkat hakkında ne buyurulur?
- "Her âşık sâdıktır. Lâkin her sâdık kimse âşık değildir. Her nebi
velîdir. Fakat her velîde nebîlik yoktur."
- ismail Aleyhisselâm ten, İbrahim Aleyhisselâm can gibidir.
622
Güya can, nefsin şehvet gerdanını kesmek için Allâhü ekber diyor, buy-
rulmuş, izah eder misiniz?
- "Namaz kılan kimse Besmele-i Şerifi çekip namaza durunca Al-
lâhü ekber demekle, İbrahim gibi olan ruh, İsmail gibi olan nefsin şeh-
vet gerdanını katlediyor. İki elini kaldırmakla, iki cihandan geçiyor. El-
lerini göğsüne koymakla, kalbini mâsivâdan temizliyor. Onun için ruh,
Hz. Halil gibidir; nefs ise Hz. İsmail gibidir."
- Kendi vücûdun kitabını oku, buyruluyor. O kitabı ne suretle
okumalı?
- "Bu, kalbinde gizli olan, Hakk'ın emânetini bul demektir. İnsan
bir kitâb-ı mübîndir ki, dünya ve âhiret ona sığınıştır. Şu halde eline
külüngü al, fena ahlâklarını kazımaya başla. Her tabakada bir yeni
ilerleme görülür. Evvelâ toprak, sonra kil, bakarsın sonra da su çıkıve-
rir. İşte kendi kitabını okumaktan maksat, marifettir. Yâni nefsini bil-
mektir."
-Allah'tan başka kimseye secde edilir mi?
- "Secde, Allah'tan başka kimseye olmaz. Bu secde de iki türlüdür.
Biri Allah'a olan secde, diğeri de Allah'ın emriyle meleklerin, Hz.
Adem'e ettikleri hürmet secdesidir ki, başlarını kaldırdıkları zaman
Hz. Adem'de Allah'ın tecellîsini görerek tekrar secdeye vardılar."
- Bir kimse elde ettiği mertebeden düşecek olsa, bir daha terakki
edemez mi?
- "Niçin edemesin? Düşmez kalkmaz bir Allah. Kul hatâ edebilir.
Allah ganîdir. Çalışanı yalvaranı mahrum etmez. Düştüğünü anlayıp,
öyle de battık böyle de battık, deyip oturmak olmaz. Gafûrü'r-rahîm
olan Allah affetmeye bahane arar. Bir gün olur, beni de affeder deyip,
ümit kesmeden çalışmalıdır. Nefs-i emmâreye kadar düşeni bile yüksek
mertebelere çıkarır."
-Resim bulunan odada namaz kılmak caiz midir?
SOHBETLER 623
- "Resim olan odada neden namaz kılınmasın? Yalnız resime karşı
kılınmaz. Lâkin sen ona dikkat et ki, kalbin odasında resim bulunma-
sın. Ne tuhaf değil mi? Odalardaki resime dikkat edilir de, kalplerde
bulunan suretlere, putlara dikkat edilmez."
- ilme ve akla sahip olan bir kimse, nasıl oluyor da nefsine uyu-
yor? Acaba bir güvenecek nokta mı var ki, ona güveniyor?
- "Ona sen de şaş, ben de şaşayım.
Bir gün Nasreddin Hoca bir bostandan sebze çalmaya girmiş. La-
hanaları pırasaları çuvala doldurmuş. Bahçıvan görüp, sen buraya ne
suretle girdin, diye üstüne gelince, rüzgâr attı demiş. Ya bu sebzeleri
kim kopardı deyince, rüzgâr beni salladı, ben de onlara tütündüm de-
miş. Çuvala kim doldurdu diye sorunca da, ona sen de şaş, ben de şaşa-
yım demiş.
Bir âkil kimsenin nefsine uyması şaşılacak şeydir. Amma bunda
da Allah'ın kuvveti ve kudreti görülür. Öyle ki Cenâb-ı Hak hidâyet et-
mezse, kul hiçbir şey yapamaz. Onun için Allah'ın lutfundan gayri, ne
akla ne de ilme güvenmek caizdir."
- Bir müride, mürşidi dört yerde yetişir. Biri hâlet-i nezide yâni
ölüm döşeğinde, diğeri kabirde, üçüncüsü sıratta, dördüncüsü mizan-
da, deniyor. Dünyâda iken, ölmeden evvel ölmüş kimselere bu dört yer-
de tekrar sual sorulacak mı?
- "Hayır. Evvelce de söylemiştik. Ölmeden evvel ölenlerin suâli,
hesabı dünyâda tamam olur. Çünkü o kimse bir avuç vücûdu suyunu
vahdet denizine karıştırıp eritmiştir."
- Hikmet ne demektir?
- "Hikmetten maksat hakikattir. Vehim ve hayal, hikmet ve
hakikatin önüne perde olur."
- Salih Aleyhi s selâm' in kalbinde Allah'ın emâneti olan bir nâka
(deve yavrusu) vardı. Bir gün o kalpte gizlenmiş olan sır nâkası mey-
dana çıkınca tecelli bulutlarından Cenâb-ı Hak, muhabbet yağmuru
624
yağdırdı. Bu suretle o kalp sahibi Hakk'ın has bahçelerinde ilâhî sırla-
rın meyvalarını topladı ve bunları görüp gözlemenin leziz bir pınar gi-
bi olan suyundan kana kana içti, diye Mesnevî-i Şerifte bir izah var.
Açıklar mısınız Efendim?
- "O sır nâkası, sâde Hz. Salih'te değil sende de var, bende de var.
Bir kimse sülükte kemâle eriştikçe, taş gibi olan kalbinden o sır nâkası
zuhur eder. Ve gönül bahçesinden irfan güllerini ve îman sümbüllerini
otlar ve Hakk'ın esrarı menbaından kana kana içer."
- Bir kimsenin yolunda ilerlemesi için, kâmil bir rehbere ihtiyâcı
olmaması düşünülemez. Ancak onun irşat ve yardımıyle bir taş gibi
olan kalbin yumuşaması mümkün.
- "Kâmil insan zamanın Salih'idir.
Amma şu da var ki kendini her mürşit zanneden mürşit olamaz.
Onun için Mısrî-i Niyâzî:
Her mürşide el verme yolun sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın yolu âsân imiş,
buyurur."
- Gaflet ne demektir?
- "Gaflet, Allah'a sadakatsizlik demektir. Çok, çok ibâdet et,
tâatta bulun. Fakat bir zaman gaflete düştün mü hepsi mahvolur gi-
der. Küçük de olsa sadakatsizlik her şeyi mahveder."
- Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde: Ben bir gizli hazîneydim, istedim
ki bilineyim, buyurmuş. Allah bizim kendisini bilmemizle bir şey ka-
zanmaz. Kulları bilse de bilmese de Allah, gene o Allah değil mi?
- "Bu sözünle sen bize, kendimize bir vücut veriyorsun. Halbuki
biz ve bütün mevcudat esasen hayalden ibaretiz. Evvel ve âhir Cenâb-ı
Hak'tan gayrı bir şey yoktur. Ben bir gizli hazîneydim, istedim ki bili-
neyim, buyurduğu zaman, nasıl kendisiyle beraber kimse yok idiyse,
şimdi şu dakikada da gene öyledir. O zamanla bu zaman arasındaki
fark ancak Hakkın gizlilikten zahire çıkmasından ibarettir. Zahir de
odur, bâtın da o. Evvel de odur, âhir de o.
İstedim ki bilineyim'den maksat, Cenab-ı Hakk'ın kendi kendine
tecellî etmesidir. Bir şeftali ağacı çekirdek iken, ondan dallar yapraklar
ve meyveler zuhur ediyor. Ağaç başka çekirdek başka mıdır? Görünüş-
SOHBETLER 625
te başka, esasta ise birdir.''
-İnsan kalbinden bir pencere açmalı deniyor. Bu ne suretle olur?
- "Her halde duymuşsundur. İnsan öldükten sonra kabrinde bir
pencere açılır. Eğer iyi bir kimse ise cennet tarafına, fena ahlâklı ise ce-
hennem tarafına açılır, derler.
İşte biz de kabre girmezden evvel vücûdumuz kabrinde bir pence-
re açmaya bakalım. Yâni Cenâb-ı Hakk'm birliğine yol bulalım. Tâ ki
Hakkın hakikat ve sırları içeri aksetsin. Kalp ayna gibidir. Bu ayna ne
kadar temiz ve tozsuz olursa o ölçüde cemâli gösterir. Öyle kalpler var-
dır ki her hakikat buraya akseder."
- Kul küllün min indillâh * sırrı nedir?
- "De yâ Habîb'im. Her şey Cenâb-ı Hakkın ind-i sübhânîsinde,
yâni Allah'ın iktidarı elindedir. Bunu hal ile bildin mi sana kimsenin
bir şey yapamayacağını da bilirsin. İşte en yakın nümûne Türkiye'nin
bu günkü hâlidir. Karşı taraf en mükemmel harp techîzâtiyle, topu, tü-
feği ve tayyâresiyle geldiği halde bir avuç Türk askerine mağlûp oldu.
Bu, Allah'tan değil de senin topun tüfeğinden mi idi? Hakk'ın kudretini
bilmek çalışmaktan fariğ olmayı değil, gayret kemerini bağlamayı ge-
rektirir. Çünkü insanın kıymeti himmetiyle ölçülür. Allah bir işi murat
etti mi sebeplerini de ona göre halkeder. Nemrûd'u bir sivrisineğin
helak ettiği gibi, Yunana da bir maymunla neler yaptı?
Allah'ın kuvvet ve kudreti her asırda aşikârdır. Gözün açık olursa,
görürsün. Görene.. Kör'e ne? Hüküm galibindir denirse de hüküm
Allah'ın hükmüdür, hakikati vardır. Fakat insanlar ibret almazlarsa,
ne yapalım?"
-Hayât-ı tayyibe nedir?
- "İnsanların dünyâya gelmelerinden maksat kendilerini öğren-
mek, bu suretle de Cenâb-ı Hakk'ı bilmektir. Kim ki Allah'a kavuşmak
isterse, ef âlini Hakk'ın ef âlinde, sıfatını Hakkın sıfatında, zâtını da
gene Hakk'ın zâtında fâni etsin. İşte o zaman hayât-ı tayyibeyle dirilip
ölmezlerden olurlar ve bu kimseler için korku ve endîşe yoktur. Eğer
1- Nisa sûresi, 78. âyet.
626
bir kimsenin gözü bu dünyâda iken ilâhî hakikatlere açılmazsa, öteki
dünyâda da kör kalacağına şüphe edilemez."
- insanın insanlığı irfan iledir, buyrulmuş. İrfan nedir 1 ?
- "İrfan, gayret ve himmetin semeresidir, mahsûlüdür. Meselâ
odun yanıyor. Semeresi nedir? Isıtmaktır. Meselâ elinde bir saz âleti
var. Onun semeresi de senin bunu öğrenmendir ki, işte irfandır.
Tarikatta irfan ise, lâ ilahe illallah diyebilmek, yâni bütün mevcu-
datı birlemektir.
Arife eşyada esma görünür.
Cümle esmada müsemmâ görünür.
sırrına erip, bunu hal ile bilmek, işte irfandır. Yoksa, plak gibi söyle-
mek değil."
*
- Güneş doğunca idare kandiline lüzum kalmaz, buyuruluyor.
Hakikat dâima aşikâr iken görememenin hikmeti nedir?
- "Güneş doğunca, değil idare kandili yıldızlar bile kayboluyor.
Demek ki hakikat güneşi doğunca da idare kandili gibi olan vücûdun
yok olur. Ama o hakikati görmek kolay mı? Onu görmek için nefsin
nevasından geçmek lâzımdır. Eğer o hakikati görsek her taraf süt li-
manlık olurdu."
- Tarikat erbabı bazen kesretle çoklukla meşgul olmaya sevkolu-
nuyor. Sebebi nedir Efendim?
- "Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: İnsanlar zannederler mi ki, biz
Allah'ı ve âhireti biliriz demekle bırakılırlar. Biz onları hastalıkla,
yoklukla, evlâtlarını ellerinden almakla, arzularını vermemekle imti-
han ederiz. Tâ ki, hangisi doğrucudur, hangisi yalancıdır, meydana
çıksın diye. Gerçi biz onların hangisi sâdık, hangisi yalancıdır, biliriz.
Lâkin bunu kendilerini, kendilerine bildirmek için yaparız 1 .
İşte çokluğa salınan kimselerin de, çokluk içinde birliği bulup şa-
sırmamaları lâzımdır."
Kıyamet sûresi, 36. âyet; Muhammed sûresi, 31. âyet; Bakara sûresi, 155. âyet.
SOHBETLER 627
- Güneş doğunca idare kandiline lüzum kalmaz, buyrulmuştu. Evet,
hakikat meydanda. Güneş doğmuş. İdare kandilini de söndürdük.
Lâkin o hakikata yaklaşmaya, hatâlarımız mâni oluyor. İşte o yaklaş-
ma lutfunu sizden bekliyoruz:
- "Kulun hatâ işlememesi kabil değildir. Mücevheri yontarak nasıl
pırlanta hâline getiriyorlarsa, mürşitler de o pürüzleri, manevî illetleri
tedaviye, düzeltmeye memurdurlar. Hekimler hastalıkları nasıl tedâvî
ediyorlarsa, ruh tabibi olan mürşitler de mânevi illetleri öylece şifâlan-
dırırlar. Lâkin söz dinlemek şarttır.
Mektebe gittiğim vakit hiçbir şey bilmiyordum. Hocamın sözünü
dinlemek, cümle arzularımı hocamın arzusunda fâni etmekle birçok
şeyler öğrendim. Meselâ: Benim arzum sabahleyin geç kalkmaktı; ho-
camın emri üzere erken kalktım. Benim arzum bütün gün oyun oyna-
maktı, oyunlarımı terkedip, mektebe devam ettim. Yâni kendi istek ve
heveslerimden geçip, hocamın çizdiği yolda yürümek suretiyle talebelik
hayâtımı düzenlemiş oldum.
İrfan mektebi olan tarikat de böyledir. Muvaffak olabilmek için,
kendisine gösterilen yolda yürümek lâzımdır."
- Güzel sesin kalbe tesir etmesinin hikmeti nedir 1 ?
— "Cenâb-ı Hakkın Elestte: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? hi-
tabının; cüz'i surette bile olsa, benzerliği yüzündendir. Sanki deryadan
alınmış bir kova su gibidir.
- Kalbe gelen lüzumsuz düşünceleri çıkarmak pek güç oluyor:
- "Bu güçlüğün sebebi o kalpte aşkın olmamasındandır. Gönlün-
de ilâhî aşk olana her şey kolaydır."
*
- Bir sâlik bir kimseye iyilik etse de, sonra o iyilik ettiği kimseden
kötülük görse, bu o sâlikin nefsinden midir?
- "Hayır. Hz. Ali Efendimiz buyurmuşlardır ki, iyilik ettiğin kim-
se leîm ise zararından sakın. Çünkü yaptığın iyiliğin kadrini bilmez,
sana zararı dokunur. Bir kerîme tokat vurduğun zaman, tesiri nasıl kö-
tü olursa, bir leîme de iyilik ettiğin zaman, bu iyilik ona da aynen kötü
tesir eder.
Senin nefsin de böyle leîmdir. Seni Allah yolundan uzaklaştırma-
ya çalışır."
1- A'râf sûresi, 172. âyet
628
Haya ne demektir'?
"Haya, her yerde Hakk'ı görmektir.
- Bir görmek, bir işitmek, bir bilmek için nefs şeytanından kurtul-
mak mı lâzımdır?
- "Birlik yâni vahdet mertebesini bulmuş kimseye şeytan karış-
maz. Bu mertebeyi bulanlar Allah'ın velîleridir. Onlar için korku ve hü-
zün yoktur. Kendilerinden çıkmış, muratsız kalmışlardır. Korku, nef-
sinden soyunamayanlardadır. Diğerleri ise, lâ ilahe illallah sırrına
mazhar olmuşlardır."
- Manevî rızk hususunda da kanâat lâzım mıdır?
- "Manevî rızk için kanâat olmaz. Allah'ın hazînesi kulun hazîne-
si gibi değildir. Sarfolundukça meydana çıkar, artar eksilmez. Cenâb-ı
Hak: De yâ Habîb'im, benim ilmimi ziyâde et! 1 buyuruyor. Neden
Cenâb-ı Hakk'ın feyz-i nurunu istemeyeyim? İlâhî tecellîye nihayet
yoktur ki."
- Taklit ne demektir?
- "Biz yolcuyuz. Nereye gidiyoruz? Hakka gidiyoruz. İşte bu söz
şirk sözüdür. Hak bizden uzak değil ki ona gidelim. Lâkin beşeriyette-
yiz. Böyle söylemek îcap eder. Nefsimizden kalbimize sefer ediyoruz.
Onun için, nefsimize uyup boş şeyler ile vakit geçirmemek lâzımdır.
Taklit, şuhûda ermemek; Hak'tan gayri görmek, Hak'tan gayri işitmek-
tir. Onun için içtihatlar hep zan üzre kalmıştır, ancak tahkîka erenler
hakikate vâsıl olmuşlardır."
-Nefsini bilmek ne demektir?
- "Sen nesin? Vücûdunda varlığında Cenâb-ı Hakk'ın âyetleri ken-
dini göstermiştir. Hak bize şah damarımızdan daha yakındır. Biz ken-
dimizi bildik mi, Allah'ın ilmi meydana çıkar. Hal olarak bunu bilen
ise, nefsini bilmiş demektir."
1- Tâhâ sûresi, 114. âyet.
SOHBETLER 629
- Hayrihi ve şerrihi inin Allâhi Tealâ diyor ve sonra da, Cenâb-ı
Hak zulümden münezzehtir diyoruz. Bunu nasıl izah ederiz?
- "Cenâb-ı Hak haliktır, yaratıcıdır. Hayrı da şerri de yaratan
odur. Amma hayıra rızâsı vardır. Şerre rızâsı yoktur. İrâdeni kullan,
şerre gitme, hayıra yürü."
- Bâzı kimseler bütün zamanlarını ibâdete tahsis ediyorlar. Bu
doğru mudur?
- "Muâviye çok ibâdet ederdi. Bir gün Resûlullah Efendimiz: Yâ
Muâviye çok ibâdet ediyorsun. Amma bir zevk duygun yok. İbâdetin
az olsun, fakat duygulu olsun. Senin vazifen beş vakit namaz kılmaktır
buyurmuştur.
Her şeyden evvel lâzım olan irfan ve temiz ahlâktır. Böylece de
kendini bilmeye, kendini görmeye ve kalbini temizlemeye çalışmaktır.
Sabahlara kadar namaz kılan kimse olur ki bir gün usanır. Hacı Meh-
met isminde çok namaz kılan birisi varmış. Bunu bilen muzibin biri ta-
van arasına saklanmış. Tam namazını kılıp yattığı sırada tavandaki
muzip adam: Yâ Hacı Mehmet kum salli 2 demiş, Hacı Mehmet gâibden
geldiğini sandığı bu sese, peki yâ Rabbi'ciğim, deyip kalkmış. Abdest
tazeleyip, namaz kılmış, tekrar yatmış. Fakat aradan beş on dakika
geçtikten sonra, aynı ses Hacı Mehmet'i bir kere daha namaza davet et-
miş. Adamcağız gene kalkmış, tekrar namaz kılmış ve yatmış. Ancak
"kum salli"lerin arkası kesilmeyince, yorgunluktan tâkâti kesilen Hacı
Mehmet: Usandı yâ Rabbi'ciğim, diyerek muzibin dâvetine icabet etmez
olmuş.
Onun için az olsun da devamlı ve zevkli olsun. Her şeyde ifrat,
şûle-i hayâtı tez söndürür."
-Bir sâlik derecesinden düştüğünü farkedebilir mi?
- "Sâlikin derecesinden düşüp düşmemesiyle kayıtlanmasına lü-
zum yoktur. Bu gibi düşünceler vakit kaybetmekten ibarettir. Onun
gördüğü bir, taptığı bir olmalıdır. Mertebe, derece gibi basit şeyler üs-
1- Hayır ve şer Allah'tandır.
2- Kalk, namaz kıl!
630
tünde durmasına lüzum yoktur. Maamâfih beşeriyet haliyle bir kaba-
hat işleyip farkına varsa, bir daha aynı hatâyı yapmamaya dikkat ede-
rek, Allah'ın lutfu keremine sığınır ve affedileceğinden ümidini kes-
mez."
- Ashaptan birine gece namazı hakkında ne buyurursunuz diye
fikrini sormuşlar. Gündüz Allah'tan kork, gece de uyu buyurmuş.
- "Ne güzel cevap. Yâni gündüz Hakk'ın yolunda yürü, geceyi dü-
şünme uyu, zarar yok. Çünkü ömrünü uyanıklıkla geçiren kimsenin
uykusu da ibâdettir."
- Sâde ilim lezzetiyle iktifa edip, amel acılığını tatmadan kemâle
erilir mi?
- "Faraza seni sıtma tutuyor. Doktora gittin, reçetene kinin yazdı.
Bunu almakla hastalığın geçecek dedi. Sen de ilmen bunun böyle oldu-
ğunu bildin. Fakat o kininin acılığını tatmadan ve böylece de hastalığı-
nı defetmeden ilâcın tesirini yaşayarak bilmiş olmazsın.
Şu da var ki, o amelin acılığını hissetmeden ilâcı yutan müstesna-
lar da vardır. Bunlara âşıklar denir. Nasıl ki acı kinin kaşe içinde acılı-
ğını hissettirmezse, o amelin acılığını da lutf-ı rabbani içinde kabul
edenler böylece müteessir olmazlar."
- Kul, ne kadar dünyâdan uzaklaşmak istese, dünyânın ona mu-
sallat olması nefsinden midir?
- "Sen ne kadar dünyânın arkasından koşmak istersen, o kadar
senden kaçar. Sen ondan ne kadar kaçarsan, o senin esirin ve benden
olur."
- Teşbih ve takdis arasında fark var mıdır?
- "Hal etmez isen, bunların ikisinin de faydası yoktur. Maksat
Allah'ı bulmak, bilmek ve tapmaktır. O hâsıl olmadıktan sonra, teşbi-
hin de tehlîlin de heba olur gider. Allah sizin teşbihinize takdisinize
bakmaz ancak kalbinize bakar. Şu halde işe oradan başlamak lâzım-
dır."
SOHBETLER 6 31
- Kulun bütün ibâdetlerini bir anlık gafletin mahvettiği buyuru-
luyor. Biz ise, daimî gaflet üzereyiz. Hâlimiz ne olacak?
- "O gafletten maksat Cenâb-ı Hakka sadâkat, vefa ve teslimi-
yette noksandır. Alelade kusur demek değildir. Meselâ bir kimse mür-
şidine elli sene yalan söylememiş, fakat bir gün söylemiş. Veya bir ka-
dın zevcine yirmi sene sadâkatle arkadaşlık etmiş, fakat bir gün bir ya-
bancıya meyletmiş olsa, elbette bu gafleti baştaki kazançlarını alıp gö-
türür.
Bir de Hakk'ın yakını olan kullar vardır ki, onlar bütün dünya ile
muamelelerini mürşitleriyle muamele bilirler. Mürşitle muamelenin de
Cenâb-ı Hakka dayandığına inandıkları için, bütün âlemle olan alış ve-
riş ve münâsebetlerini Allah'la yaptıklarını bildiklerinden gaflete düş-
memeyi ibâdetin tâ kendisi kabul ederler."
- Emrolunduğun üzre istikâmet eyle 1 âyet-i kerîmesi nazil oldu-
ğu zaman, Resûlullah Efendimiz, Hûd sûresi saçımı ağarttı, buyur-
muşlar. Emrolunduğu üzere istikâmet eylemek, Resûlullah' a zor gele-
meyeceğinden, bu sözü acaba bizi irşat için mi söylemiş olmalıdır?
- "Şüphesiz. Amma gene düşün ki, bu söz Allah'ın sevgilisinin ağ-
zından çıkıyor. Zîra yakınlık ne kadar fazlalaşırsa, korku da o nisbette
artar. Meselâ bir pâdişâhın veziri mi ondan korkar, yoksa küçük bir ço-
cuk mu? Tabiî ki vezirin korkusu büyüktür. Çocukta ise pâdişâhın bü-
yüklüğünü idrâk edecek kafa yoktur ki korksun. Onun için de huzu-
runda çocukluğun bütün icaplarını yapar. Hoplar, zıplar. Hattâ tabiî
ihtiyaçlarını dahi yapabilir. İşte ak sakallı fakat ruhu çocuk kalmış
olanların da, Cenâb-ı Hakka karşı tutumları budur.
Aslanın biri bir ahıra girerek uyumuş. Akşam olup ineğin sahibi
içeri girdiği zaman, kendi ineği zannı ile aslanı okşamaya başlamış. As-
lan ise, gün doğsun da bir bak, benim kim olduğumu anlayınca okşar
mısın, kaçar mısın, görelim, demiş."
- Herkesin hâli iyi veya kötü kendi kıymetini aşikâr eyliyor:
1- Hûd sûresi, 112. âyet.
632
- "Tabiî senin kıymetin amellerinden belli olur. İyi şeyler iyi kim-
seler içindir. Kötü kimseden iyi şey zuhur etmez. İyi kimselerden de iyi
şeyler zuhur eder. Beşeriyet îcâbı iyi insandan bir kötü muamele zuhur
etse bile bu arızîdir.
Siz bu kadar kardeşsiniz. Ve her biriniz acaba kibir ediyor mu-
yum, tecessüs eyliyor muyum, yalan söylüyor muyum diye kendinizi
yokluyorsunuz. Fiillerini bu tartış, bu muhasebe Hak yolu yolcularına
nasip olmuş bir kazançtır.
Dünya ehli ise âlemin dedisine kodusuna, gaflet ve nisyânına öyle-
sine dalmışlardır ki, tabakhanede çalışanların bir müddet sonra o kötü
kokuyu duymaz hâle gelişleri gibi, içinde bulundukları çeşitli kötülük-
lerin taaffününü hissetmez olurlar. Ama çalıştıkları yerden dışarı çı-
kınca, temiz havada yaşayanlar onların üstüne sinmiş olan bu kokuyu
derhal farkederler."
-Yâ Rab seni bilmeye kadir mi olur ben
Bilse bilir ancak seni sen, bensiz olan ben.
buyrulmuş. Bensiz olan ben ne elemektir Efendim'?
- "İnsanın iki benliği vardır. Biri nefsiyle olan benliği, diğeri de
hakîkî manevî benliğidir.
Sen çok şeysin, Hak ve hakîkat benliğiyle. Hiçbir şey değilsin nef-
sânî benliğinle."
- Seven kimse Allah'ından sevilmek talep edebilir mi?
- "Aşkın dereceleri vardır. Sevgiyi meyveye benzetirsek, yeşil ka-
buğu, dış kabuğu, iç kabuğu ve bir de zarı olduğunu görürüz. Eğer sen
de cevizin yeşil kabuğunda isen, isteyebilirsin. Ama lübbe ermişsen is-
teyemezsin. Çünkü gerçek âşıkta arzu kalmaz. Çünkü kendi kalmamış-
tır. Mademki âşık olmuştur, bu aşkın içinde sevilmek de mevcuttur. Zî-
ra senin sevmekliğin aynı sevilmekliğindir. Eğer sen sevümeseydin, se-
vemezdin."
-Nefsin şehvet gerdanını katletmeye niyet eden zayıf akıllı kimse-
ye, nefs-i emmâre, sûret-i haktan görünüp hücumlara başlar buyurul-
muştu.
- "Dünyâdan yüzünü çevirip, Hak yoluna girmeye niyet eden kim-
SOHBETLER 633
senin karşısına nefs-i emmâre çıkıp aldatmaya koyulur. Şayet onu,
şahsî ihtirasları tarafından yakalayamazsa, çocuğundan, erkekse karı-
sından, kadınsa kocasından, akraba veya ahbabından hulâsa her taraf-
tan hücumlar ederek girdiği yolu kötüler. Ama sen ilâhî muhabbetle
zırhlanmış isen, şeytanın, gönlüne yol bulması mümkün değildir."
- Elinden, dilinden, gözünden, belinden halk rahat olsun buyu-
rulmuş olmasının sebebi nedir?
- "Kimseyi incitme demek. Elinle, kalbinle herkese muhabbet et
demek.
Fakat bu muhabbet "celâl" sıfatıyla gelmiş olanlara emniyet gös-
termek demek değildir. Nefret etme, hürmet eyle. Şu da var ki yılan ve
akrep gibi celâl suretinde yaratılmış mahlûklar dahi, kendilerine fena-
lık etmeyeceğinden emin olsalar kötülük yapmazlar. Bu da ayrı bir
mes'eledir. Yapmazlar; çünkü bütün mahlûkâtın halikı birdir. Başka
Tanrı yok ki. Biz dervişiz, kimseyle kavgamız yoktur. Yılan tabiatlı
kimseden kaç, lâkin tahkir etme."
- İyi olmak istiyoruz, neden olamıyoruz? Acaba kabiliyetimiz mi
yok?
- "Biz iyi olmaya çalışmıyoruz, yok olmaya çalışıyoruz. Yok ol, de-
mek dervişlikte hayır duadır. O oldu mu, her şey oldu demektir."
-Aşırı derece ferahlanmak caiz midir 1 ?
- "Bir şeye çok ferahlanmak iyi değildir. Derviş olana lâzım olan
Cenâb-ı Hakk'ın vermiş olduğu ihsana şükretmektir. Çünkü veren de
odur alan da odur. Bir gün Hz. Abdülkâdir vaaz buyuruyordu. Bir ev?-
lâdınız dünyâya geldi diye haber getirdiler. Evvelden biliyordum bu-
yurdular. Gene bir gün vaazda iken, çocuğun ölüm haberini getirdiler.
Daha doğduğu gün biliyordum, buyurdular."
- Bazen terkettiğimiz kötü ahlâklarımızın yeniden zuhuruna şahit
oluyoruz. Bunun hikmeti nedir?
634
- "Demek oluyor ki onları hal olarak bırakmamışsın. Cenâb-ı
Hakk'a tövbe ve istiğfar etmek bir daha o hâle avdet etmemek demek-
tir.
Bir gün Hz. Ali Efendimiz Kabe'de istiğfar eden bir adam görmüş
ve ne yaptığını sorunca, hatâlarına tövbe ettiği cevâbını almış. Bunun
üzerine Hz. Ali: İstiğfar edeceğine bir daha hatâ işleme, asıl tövbe bu-
dur, buyurmuş."
- Celâlimden yanan kalpte cemâlim hiç nihan olmaz, ne demek-
tir?
- "Allah için ağlayan dâima Allah iledir. Hak uğrunda çilelere
hastalıklara ve türlü imtihanlara mâruz kalan kimse elbette cemalden
mahrum kalmaz.
Râhatıyle istedim vaslını kahretti bana
Derde düşüp ağlayınca güldü cananım benim,
ve gene:
Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasın
Ar u ırzıyla gelip âşıklara bâr olmasın.
Bu dünya irfan pazarıdır. Bizim istediğimiz nakit ise candır.
Candan maksat nedir dersen, senin kendiliğinden geçip, güzel ahlâkla
ahlâklanmandır. Bu türlü can vermek ölümden çok güçtür. Çünkü
ölüm bir kere gelir. Bunda ise her an can vermek vardır."
- Cenâb-ı Hak vaadinden dönmüyor. Lâkin müminler dönüyor:
- "Kâmil mü'min vaadinden hulfetmez, dönmez. Çünkü onun kal-
bi Allah'ın arşından daha geniştir. Onların hâline itiraz küfürdür.
Kâmil mü'min diyor ki, ben hakikat Musa'sının elinde asayım. Mûsâ'm
gizlidir, ben aşikârım. Kim beni sarsarsa, Musa'yı sarsmış demektir.
Vaadden şaşmak iki türlü olabilir. Biri Cenâb-ı Hak ezelde: Ben
sizin Rabbiniz değil miyim? dediği zaman ruhlar, belî, "evet", biz senin
emrini tutarız, menettiğinden kaçarız diye karşılık verdiler. İşte bu va-
adi dünyâya gelip de yapmayana Resûlullah Efendimiz'in buyurduğu
gibi: Kim ki vaadinden cayarsa yazıktır.
İkincisi mü'min kimse sözünün eridir. Vaad ettiğini behemahal
yerine getirmelidir. Bir şeyi veririm demek vaaddir. Veremeyeceğin,
yapamayacağın bir şeyi söylemek yalancılıktır.
SOHBETLER 635
Allah vaadinden dönmediği gibi, kullar da vaadinden dönmemeli-
dir."
- Kim ki ameliyle umduğu şeye vâsıl olacağını düşünürse, hatâ et-
miş, buyuruluyor.
- "Cenâb-ı Hakkın muhabbetine ibâdeti dahi ortak etme. Onun
saltanatı karşısında hiç idin, hiç olacaksın. Amelinle övünüp kendine
bir kıymet verdikçe ve o amel yüzünden kazançlı çıkacağını umdukça,
büyük hatâ işlemiş oluyor ve maksattan da uzaklaşmış bulunuyorsun.
Seni hiçten var eden Allah'a karşı amelinle nasıl övünebilirsin? Ki onu
sana ihsan eden de Hak'tır. Süleyman'a karıncanın bir karınca ayağı
hediye getirmesi ne gülünçtür. Onun için kendinde bir vücut görmeye-
rek amel eyle. Zîra insanda aczden başka bir şey yoktur. Bunu bilmek
her bilginin üstündedir."
- Cenâb-ı Hak kullarına günde yetmiş defa lebbeyk dermiş. Bu
sedayı kullar duyabilirler mi?
- "Bunu düşünmeye lüzum yok. Eğer sen cân ü yürekten yâ Rab
desen hissettiğin zevk, Cenâb-ı Hakk'ın lebbeykidir."
- Secde nedir?
- "Allah'a yaklaşmak secdeyle olur. Secdeden maksat da yokluk-
tur. Çünkü Allah'a yakınlık yoklukla olur."
- Yokluk nedir?
- "Kul, Cenâb-ı Hakk'm azamet ve kudret-i sübhâniyesi karşısın-
da zayıf ve âcizdir. Dâima Hakkın hükmündedir. Mademki vücûdun
bir İaşeden ibarettir, o azamet-i sübhâniye ile aşinalık kur ve kendine
ondan başka varlık verme. Mademki kudret Cenâb-ı Hakk'ındır, sen
aradan çık. Öyle yapmazsan şirke düşmüş olursun."
- Hz. Pîr buyurmuşlar ki, öyle bir mertebeye vardım ki, kalbime
636
isyan edersem, Allah'a isyan etmiş olurum:
- "Yâni kalbimi o suretle tasfiye eyledim ki orada Allah'tan başka
bir şey yok demektir."
- Ölümü düşünmek dâima hoş olur mu? Ölüm düşüncesi insana
korku veriyor:
- "Elbette hoş olur, neden olmasın?
-Âşıklara da ölümü düşünmek caiz midir Efendim?
- "Şimdi sen çamurdan Himalaya dağlarına çıktın. Yâni çamurlu
bir sualden yükseklere tırmandın. Oraya âşıkları ne karıştırırsın?
Âşıklar bir ölümde değil bir çok ölümler içindedirler. Dervişler için bu
sual en ednâ bir sualdir. Allah hemen îman selâmeti versin ve kâmil
mürşidin rızâsı dâiresinde can vermek nasip etsin. Sen onu düşün, ona
bak, ona çalış.
Gariptir, ölümü kimse istemez. Hiç kimsenin kurtulamayacağı bir
şey olduğu halde, insan ne kadar sıkıntıda olursa olsun, gene de ölüm-
den kaçmak ister. İşte acz-i beşer."
- Sırat köprüsü için kıldan ince kılıçtan keskin deniyor. Dünyâda
onun misâli nedir Efendim?
- "Tarikat demektir."
Ümit ve korkudan hangisi ruha aittir?
"İkisi de nefse aittir."
- İnsan bu dünyâya bütün nasibini ezelden kazanarak mı gelir?
Mahrumlardan ise suçu ne?
- "Ezelde Cenâb-ı Hakk'ın nurundan kapamamışsan kabahat ki-
min? Zulmette kalman tabiîdir. Onun için ezelde saîd olan burda da
saîddir. Ezelde şakî olan burda da şakidir. Hiç işitmedim ki bir kırmızı
biber gül olsun."
- O halde cehd ü gayretten vaz mı geçeceğiz?
- "Cenâb-ı Hak herkese cüz'î irâde vermiş. Sen de bu irâdeni kötü
yola sarfetme."
SOHBETLER 637
-Adalet nedir?
- "Adalet insanın insanlığı icâbıdır. Resûlullah Efendimiz: Bir sa-
at adalet yetmiş sene ibâdetten efdâldir, buyuruyor."
- Bir şeyi ilme'l-yakîn bilmenin, ayne'l-yakîn bilmeye faydası var
mıdır?
- "Vardır da yoktur da. Meselâ sen Medîne-i Münevvere 'yi görme-
mişsin. Oraya giden bir kimseden dinleyip bilgi edinmişsin. Böylece de
ilmin, malûmatın olmuş demektir. O ilimden maksat görmekti. Nite-
kim gidip görüyorsun. O zaman ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn olmuş oluyor.
ilmen bilmek de faydadan hâlî değildir. Ama görmek, o bambaş-
ka."
- Allah herşeyi bir sebebe bağlamıştır, isterse sebepsiz olarak da
veremez mi?
- "Sen sebebi Hak'tan gayri mi zannediyorsun? Sebebe güvenme;
fakat onu da Hakk'ın bir âleti olarak küçümseme. Meselâ eğer bu ilâcı
almasaydım, iyileşemezdim demek münafık işidir. Esas ve hakikat ci-
hetiyle Allah'tan başka bir şeye ümit bağlayamazsın. Ancak Cenâb-ı
Hakk'ın lutfu, filân sebepten zuhur etti, diyebilirsin.
Resûlullah Efendimiz bile: Mürebbî olmasaydı, Rabbimi bilemez-
dim buyuruyor. Hz. Ayşe Validemiz, hakkında âyet nazil olduğu vakit,
Allah'a şükredince, pederi Ebû Bekir Hazretleri: Resûlullâh'a da şük-
ret; çünkü onun hürmetine sen o devlete nail oldun, dedi. Efendimiz
de: Vâsıtaya şükretmeyen Allah'a da şükretmiş olmaz, dedi.
Sebepler dediğimiz vâsıtalar da Allah'tan gayrı değildir."
- Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti hayat verici ve diriltici bir pınar gi-
bidir. Bir kimseyi sevmeyi murat ederse o pınarın suyundan içirir. O
sudan içen de hayat bulur:
- "Burada suyun bâtınî mânâsı kâmil insandır. Allah bir kulunu
sevecek olursa, evvelâ ona ehlullâhı sevdirir. Gazap edecek olursa da
638
ehlullâha buğz ettirir. İşte o velînin Kevser Suyu gibi olan sözlerinden
irfan sümbülleri ve marifet nurları biterek, o kimseye hayat verir."
-Akarsu gibi olmak fakirin alâmetidir, buyurulmuş:
- "Akar su çer çöp tutmaz. Fakirde yâni dervişin kalbinde de gıll u
gış, dedikodu, çer çöp bulunmaz. Sonra akarsu etrafını sular, doyurur,
yeşertir."
-Dünyâda en büyük saadet nedir, Efendim?
- "Dünyâda en büyük saadet ve rahatlık dervişliktir. En büyük
nimet kâmil bir insana erişmektir. Allah'ın halvetgâhından başka yer-
de saadet yoktur."
- insan olana kendi kıymetini bilmek lazımmış. Büyük mertebede
olanlar kendi kıymetlerini bilirlerse, gurur getirmezler mi?
- "Hakikati bilen gurur getirmez. Zira bilir ki kendisi hiçtir. Gu-
rur câhil işidir."
- Ruh ihtiyarlamadığı halde, aşk niçin gençlikteki gibi olmuyor?
Bedenin kirlenmesinden mi ileri geliyor?
- "Hayır kirlenmesinden değil, mukavemetinin azalmış olmasın-
dan."
-Ehl-i Beyt'e muhabbet yalnız sevmekle olur mu?
- "Ehl-i Beyt'in kurbanıyım diyorsun. Halbuki sevmek için onların
yolunda gitmeli, isrinde yürümeli. Yalnız îmânım Ali, yâ İmâm-ı Hüse-
yin demekle olmaz. Onlar ne yapmışsa, sen de onu yapmalısın. Muhab-
bet demek budur."
- Gönül iyilik etmek istiyor. Edemeyince de mahzun oluyor:
- "İyilik yapmak iste, fakat yapamayınca mahzun olma. Çünkü
hayır işlemeyi isteyip de iktidarı olmadığından dolayı arzusuna muvaf-
SOHBETLER 639
fak olamayan, istediği iyiliği yapmış gibidir. Çünkü asıl iş niyettir. Al-
lah kalbe ve niyete bakar."
- Bâzı kimselere iyilik etmek onları ne kadar memnun ve müte-
hassis eyliyorsa, bâzılarına yapılan iyilik de onları adetâ kızdırıyor.
Hattâ gazaplandırıyor:
- "İyi mayalı kimse kendisine yapılan ihsandan hayat bulur. Ma-
yası iyi, kerim olmayan kimseye yapılan ihsan ise onu âsî kılar. Öyle
kimseler vardır ki iltifattan, okşanmaktan asla zevk almaz da hakaret
ve hattâ dayak hoşuna gider. Kahr altında olmak onlara ihsan gibi ge-
lir.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîminde Çok kimseler nîmet verilmekle
azdı 1 buyurur. Onun için Allah'ın bâzı kimseye nîmet vermemesi o
kimse için nimettir."
- Bir insan hiddetlendiği vakit ne yapmalı da hiddetini teskin et-
meli?
- "Ayaktaysa oturmalı, oturuyorsa yatmalı, yahut salât ü selâm
getirmelidir."
-İbâdette, maksat nedir?
- "Allah'a teslim olmaktır. Meselâ minareden düşmekte olan bir
kimsenin o esnada talebi ne olur? Nasıl Allah'a sığınırsa, sen de o
suretle ibâdet et, baştan savma değil."
- Resûlullah Efendimiz bana çok salât edenleri tanırım buyur-
muş. Bu salâttan maksat nedir?
- "Salâttan maksat, Resûlullah Efendimiz'i anmak demektir.
Efendimizin buna ihtiyâcı yoksa da senin ihtiyâcın vardır. Bundan sen
menfaatlenmiş olursun. Resûlullâh'ı yâdedeceğin vakit ona "Muham-
med, Muhammed" diye seslenemezsin. Ancak salât ü selâm getirebilir-
sin. Bu da Efendimiz'in rahmetine vesiledir. O sultan, ümmeti için o
1- Alâk sûresi, 6. âyet.
640
kadar haristir ki bana salât ü selâm getirmezseniz, sizi tammam diyor
ve beni unutmayınız zîra benimle kazanacaksınız diyor."
-iyi bir şey olunca seviniyoruz. Bu sevinmekte bir hatâ var mıdır?
- "Allah'ın nimetine insan elbette sevinir. Yalnız ona dikkat et ki
bir keder geldiği zaman da böyle sevinesin. Bu da bana Allâh'ımdandır
diyesin."
- Zahiren kazaya kalmış namazım yok. Lâkin bu namazların ka-
bul olunduğunu bilmediğim için, dâima kaza namazı kılayım mı?
- "Mademki kazaya kalmış namazın olmadığını biliyorsun, şu hal-
de niçin kılacaksın? İşimiz ibâdetlere kalırsa va}' hâlimize. Beş vakit
namazını kıl da, şimdi irfan noktasında ilerlemeye bak."
- insan şer hususunda da hayır hususunda da vehme düşebiliyor.
Bu, insanların kabiliyetine göre midir?
- "Vehim, insanın hissiyatı içinde sıkıcı ve üzücü bir kısımdır.
Yüzde doksan ve belki yüzde doksan sekizi nefse taalluk eden mes'ele-
lerden doğar. Sen dayanacağın yere dayandıktan sonra vehme yer kal-
maz. Acabaları zihninden atmaya bak. Ziyâde amel işlemek arzusu da
bir vehimdir. Çok çok amelde bulunayım da bana cennet, köşkler huri-
ler ve gılmanlar verilsin, temennisinin altında nefsin parmağı vardır.
Gerçi insan yaratılışında, vehmin de yeri vardır. Fakat vücutta onu
hâkim kılmamak ve umurunu Hakk'a bırakmak ve ondan ümidini kes-
memek lâzımdır."
- Bir kulumu seversem, hatâsı ona zarar vermez buyurulmuş.
Cenâb-ı Hak bir kulunu ne zaman bu şekilde sever?
- "Ölmezden evvel öldükten sonra; kendi vücûdundan çıktıktan
sonra."
-Gam ve keder neden ileri gelir?
SOHBETLER 641
- "Gam, keder, kahır dünya bağlılığından arzu ve ihtiraslardan
ileri gelir. Meselâ evin yıkılmış keder edersin. Bir şeyin zayi olmuş ke-
der edersin. Hakkında kötü söz işitirsin keder edersin. Eğer dünyâdan
kalben kopmuş olsan, bunların biri sana tesir etmez. Arzu ve emelleri-
ni yerine getiremeyen kedere ve gama müptelâ olur. Varlık ve debdebe
dahi bu arzuların tatmin olması için kâfi değildir. Öyle milyonerler,
milyarderler vardır ki, dünyânın bütün zevklerini tattıkları halde, so-
nunda intihar ediyorlar. Demek ki gam ve keder fakrdan değil, bitip tü-
kenmeyen arzulardan gelir.
Bâzı kimselere bu kederler dünyâdan çekilmeleri için gelir.
Bâzılarına ceza olarak gelir. Yalnız bu dünyâda yaptıkları değil ezelde
kazanmış olduğu menfî hallerin de onu dünyâda cehenneme sokması
vardır ki bu cehennem ateşinde o hatâları tasfiye olur."
- Bir sâlikte ümit ve arzu olmaz diye. duyuruluyor. Ümitsiz nasıl
yaşanır Efendim ?
- "Allah'ın rızâsını ve cemâlini istemek ümit değil midir? Belki en
şâhâne ümit budur. Onun için isteyeceksen Allah'ın rızâsını iste, başka
şeye gönül verme demek."
Çalışmadan âşık olanlar kimlerdir?
"Allah tarafından kendilerine cezbe verilen kimselerdir."
-Fânî-i mutlak hakkında ne buyrulur?
- "Fânî-i mutlak olamaz. Çünkü Allah dâima mevcuttur. Her yer-
de ve dâima Allah'ın zuhuru vardır. Ben Hakk'a mensubiyetim dolayı-
siyle fânî olmam, yalnız beşeriyetten fânî olurum. Nefsimde fânî olu-
rum. Beşeriyet perdelerini yırtarsam, o vakit içindeki mücevherlere ka-
vuşurum. Benim ezelî olan bir benliğim vardır ki, o bakîdir. İnsan, an-
cak beşeriyetten yâni nefsinin kötülüklerinden fânî olunca, Hakk'ın sı-
fatları ile sıfatlanmış olacağı için, Hak'la bakî olur. Bu yüzden de fânî-i
mutlak yoktur.
Nasıl anladın mı? Dikkatli tercümanlık eyle."
642
-içinde dünya muhabbeti olan kimse mü'min dahi olsa, son nefe-
sinde îmânından korkulur demişler. Müminlerin ekserisinde dünya
muhabbeti görülüyor. Son nefes korkusu beni çok düşündürüyor. Eh-
lullah bile nefsinden korkuyor. Ne yapacağız bu son nefes korkusunu
Efendim ?
- "Senin bildiğin gibi herkes mü'min değildir. Bizim bildiğimiz
müminlerde son nefes korkusu yoktur. îman mertebesi büyük merte-
bedir. Bu mertebeyi bulana îman korkusu olmaz. Herkes nefsine uyu-
yor diyorsun. Allah'ın öyle kulları var ki, nefislerini zebun etmişlerdir.
Ehlullah bile nefislerinden korkuyorlar diyorsun. Ehlullah için nefisten
korku yoktur. Gerçi onlar da korkarlar. Ama korkuları bambaşkadır.
Buna nefis korkusu denmez. Haşyetullah denir. Nitekim: Allah'tan en
ziyâde korkanlar ulemâdır 1 buyuruluyor. Ulemâdan maksat başı sa-
rıklı zümre demek değildir. Nefislerinden kurtulmuş, Allah'ı bilmiş ve
bulmuş olanlardır."
- insan herkesi memnun edemiyor. Bazen iyilik nâmına yaptığı
bir hareket kırgınlığa sebep oluyor:
- "Herkesi memnun etmek kolay mıdır? Sen elinden geldiği kadar
iyilik et, kimseyi incitmemeye gayret eyle, herkeste Hakk'ın nurunu
görüp ona göre yardım et. Yâni dâima yaptıklarını Allah için yap. Üst
tarafını Hak bilir."
- Hakikat ehlinin nişanı yoktur buyurulmuş:
- "Hakikat ehlini görmek için hakikat sahibi olmalıdır. Hz. Mev-
lânâ'ya aşkın hakikati nedir, bize anlatsanıza dediler. Sen, ben olmalı-
sın ki bilesin, buyurdu.
Aşk olmayınca aşkın hakikati bilinir mi? Değil körler, gördükleri-
ni zannedenler de göremezler. Hakikat ehlini anlatmaya kalkacak ol-
sam, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, ağaçlar biter, denizler ku-
rur, gene anlatamam.
Bâzı kimseler hakikat ehlini kendileri gibi kıyas ederler de onda
gördükleri bir hâli hatâ addederler. Hakikat ehli Allah'tan cüda değil-
dir.
Hiç olmazsa, taklîden olsun hakikat ehli huzurunda olduğunu bi-
lip, ona göre edebi muhafaza eylemek lâzımdır."
1- Fâtır sûresi, 28. âyet.
SOHBETLER 643
-Etrafımıza nasıl hizmet eylemeliyiz'?
- "Allah rızâsı için mü'min kardeşine hizmet eden kimse, Allah'ın
himâyesindedir. Kulun kusurlu olduğunu bile bile hizmet ve yardımı
esirgememelidir. Onun için kardeşlerinize dâima yardım etmelisiniz.
Bizim aramızda fakirlik zenginlik yoktur. Hepiniz bir vücutsunuz."
- Kardeşlerimizden bâzısını severken, sevmez oluyoruz. Bu hal
kendi kusurumuzdan mı onun kusurundan mı acaba?
- "Her ikisinden de olabilir. Aynı zamanda karşındaki, tarikatta
bir küstahlık etmiş, şeyhine sadakatsizlikte bulunmuş bu suretle de
gaflete dalmışsa, senin de ona muhabbetin kapanır. Hâdisenin sebebini
anlamak istersen, hotozunu önüne koyarsın senden mi, ondan mı, dil-
den mi, anlarsın."
-Kaybolan Yûsuf u aramaktan maksat nedir, Efendim'?
- "İnsan Elest âleminden buraya gelmekle o hikmet Yûsuf unu
kaybetti ve dünyâya onu aramaya geldi. Sen de ezelde kaybettiğin
Yûsuf u gayret eder bulursan Ken'ân'a erersin."
- Kül kesilmiş cismi yakmak, aşka bir noksan imiş, buyurulması-
nın sebebi nedir?
- "Aşka değil akla noksan imiş olacak, Mesûde. Öyle ya şimdi se-
nin aklın var, sobanın içindeki külü uyandırmak için üfler misin? Bunu
yapana deli derler. Bir âşık da yanmış kül olmuştur. Onun arkasından
atıp tutma. Âşıkı tân eylemeye kalkışmak külü üflemek gibidir."
- Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur, derler. Doğru mudur,
Efendim?
- "Bu söz zahir adamlar içindir. Bâtın adamlar için uzaklık yakın-
lık yoktur."
644
- Mu minin kalbi cisminin şahıdır, sözünün mânâsını anlayama-
dım.
- "İyice düşünürsen anlarsın. Kalp, cisim memleketinin şahıdır.
Kalp çalışmazsa, hiçbir âzâ çalışmaz. Bütün uzuvların şahı kalptir.
Kalpten zuhur eden amel de elbet şaha yakışır. Şaha yakışacak amel
de şâhâne gerek."
-Namaz kılarken kapı çalınsa, namazı bozmalı mı?
- "Namazın bir saat sürecek değil a! Kısa sûreler okursun. İş,
sûrenin uzunluğunda değil, o namazı kimin huzurunda kıldığını bil-
mektedir. Kapıdaki de biraz bekleyiversin."
- insan öğrendiğini yapmalıymış:
- "Evet sâde öğrenip de söylemek olmaz. Ona îman etmek, tut-
mak, işlemek lâzım. Çok doğru Hatice Bala 1 "
-insan ümit üzre mi olmalıdır, korku üzre mi?
- "Yalnız ümîde sarılıp da: Ne olacak, ben kusur etsem de reddet-
mek sânından değildir, diyerek vazifelerinde ve ibâdetinde tembellik
edip, dünyânın lezzetlerine dalmak öldürücü bir zehirdir.
Keza hâlim ne olacak, mahşer günü ne yapacağım diyerek cehen-
nem korkusuyla ibâdetini ziyâde etmek ve Resûlullah Efendimiz'in
şefaatini unutup ibadetiyle cehennemden kurtulacağını düşünmek ge-
ne öldürücü zehirdir. Nasıl ki kuş iki kanatla uçarsa, insanlarda da
korku ve ümit muvazeneli olmalı. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Yâ
Habîb'im kullarıma haber ver, ben gafûru'r-rahîmim, azabım da elim-
dir. Ey Hak yolunda israfta bulunanlar, Allah'tan ümidinizi kesmeyi-
Bu suâli soran, Hatîce Bala isminde yaşlı bir Kırım muhaciridir. Gençliğinde bir
rüya görüyor. Kendisine bir zat, bir erkek evlâdın olacak, kırk sene sonra seni baba-
na götürecek diyor. Gerçekten de bir oğlu oluyor. Çocuk büyüyor. Gün günden artan
Moskof zulmüne ancak kırk sene dayandıktan sonra, bir gün annesine: Artık bize bu
topraklarda yaşamak haram oldu, gel ana, İstanbul'a göçelim, diyor. Böylece de ana
oğul İstanbul'a geldikten kısa bir müddet sonra, Ümmü Ken'an Dergâhını bularak
Kenan Rifâî Hazretlerinin evlâtları arasına giriyor.
SOHBETLER 645
niz. Allah gafûru'r-rahîmdir 1 , Hakkın mağfiretinden ümidini kesmek
de öldürücü zehirdir. Ne kendini sırf korkuya ne de ümide salmalı.
Terazinin kefeleri mutlaka bir olmalıdır."
- Resûlullah Efendimizin miracı cismen mi olmuştur, ruhen mi?
- "Bu mevzuda ihtilâf vardır. Hz. Ayşe Validemiz, Resûlullah
miraç edip geldiği zaman daha yatağı sıcaktı buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak ehlullâha öyle bir kuvvet vermiştir ki cismen de iste-
dikleri herhangi bir yerde görünebilirler. Keza ruhen de.
Rüyada bir memlekete gidiyorsun. Oralarda gezip dolanıyorsun.
Eğleniyor, gülüyorsun. Yahut ağlıyor, korkuyor, üzülüyorsun. Bütün
bunlar olup biterken, sen yatağında uyumaktasın. İşte sende bir benlik
daha var ki, bununla sen sen olduğun halde mânâ âlemine gidip, dönü-
yorsun. Ehlullah ise her an mânâ âlemine gidip gelir.
Bundan kırk elli sene evvel bir macun parçasından sesler çıkacak,
gazeller, şarkılar söyleyecek deseydiler inanır miydin? Gramofon denen
bu âlet bir maddî icat iken gördün ve inandın. Miraç ise aklın hari-
cindedir. Ulvî bir hakikattir. Vücûdun havaya uçmasında âdetullah
carî değildir. Fakat mîraç, miraçtır, yâni vâkîdir."
- Bâzı kimseler âhireti inkâr ediyorlar ne buyurursunuz?
- "Ruh ölmez ebedîdir, bakîdir. Onun için de bir âhiret günü var-
dır. Bu gün ilim ve fen insanların inkâr ettiklerini tasdik ediyor. Me-
selâ dünya mikrobu tanımazken Resûlullah Efendimiz: Elinizi yüzünü-
zü, ağzınızı, burnunuzu yıkayınız buyurmuşlardır. Burun, mikropların
toplandığı mahaldir. Bıyıklarınızı kesin, kaplarınızın ağzını örtülü tu-
tun gibi emirleri tıbbî keşifler daha pek yeni zamanda idrak eylemiştir.
Âhireti inkâr edenler de ilmin gün be gün kemâle doğru yol almasıyla
inkârlarının ne kadar abes olduğunu görüp anlayacaklardır."
-Etrafına aşırı derece acımak nefisten mi gelir?
- "Merhamet Allah'ın sıfatlarındandır. Acımak da merhametten
gelir. Acı, fakat îtiraz etme. Biz dervişler için îtiraz abestir. Meselâ yol-
1- Zümer sûresi, 53. âyet.
646
da bir kötürüm görürsün. Yâ Rabbî bunun günâhı neydi de bu hâle
koydun deme. Elinden geldiği kadar yardım et, sadaka ver. Allah her
şeye, herkese lâyıkmı vermiştir. Kim bilir kötürüm olmamış olsaydı,
neler yapacaktı? Acımak Allah'ın işine itiraz etmek demektir.
Adana'da maârif müdürü idim. Hücrâ köylerin birinde bilgili ve
zekî bir adam gördüm. Edebiyata da vukufu ziyâde idi. Böyle bir kim-
senin bir köyde sıkışıp kalması yakışır mı dedim ve kendisini vilâyete
alarak muallimlik verdim. Fakat bir zaman geldi ki aleyhimde ilk söz
söyleyen o oldu. Ne çâre ki Adana'ya kolera geldi ve ilk götürdüğü kim-
se de bu zavallı oldu.
Mahzun mahzun oturan bir kedi görüyorsun. Ne olurdu bunun da
bir kanadı olsaydı deme. Çünkü kanadı olsaydı serçe kuşlarının neslini
tüketirdi."
- Ruhun gıdası nedir Efendim?
- "Ruhun gıdası Allah muhabbetidir. Hayâtı da Allah'ın likası,
cemâlidir."
-Kur' ân a nazar ve itibar Hakk'a nazar ve itibar mıdır?
- "Kur'ân-ı Kerîmi okuyan Allah'la konuşuyorum diye okursa,
Allah'a itibardır. Ehlullâha, ihvana itibarla da vehmin gider, hikmetin
artar."
- İnsan bazen bir kötü ahlâkından geçtiğini düşünerek seviniyor.
Fakat o geçtiğini zannettiği kötü ahlâkını tekrarladığını görünce de
kendini helak ediyor:
- "Ne geçtim diye sevinmeli ne de geçemedim diye kendini helak
etmeli. O beğenmediği huyunu atmak için azmetmeli. Mademki insa-
nız, hatâ etmememiz kabil değil. Allah'ın mağfiretine sığınmışız, ne ya-
palım? Meselâ baklava yiyince miden bozuluyor diye yememeye azme-
diyorsun. Bir gün önüne o yememeye karar verdiğin baklavayı getirdik-
leri zaman, dayanamayıp yiyorsun. Gene miden bozuluyor. Böyle böyle
sebat edip yememeye nihayet kendini alıştırıyorsun. Hatâların için
helak olurcasına üzülmektense, onları yapmamaya azmetmek daha ha-
yırlıdır."
SOHBETLER 647
- Vesvese ile vahiy birbirine benzemektedir, denilmesinin sebebi
nedir?
- "Vahiy Cenâb-ı Hak'tandır. Vesvese ise şeytandandır. Kalbe çe-
şitli düşüncelerin gelmemesi kabil değildir. İnsan kalbi dere misâli sağ-
dan soldan ne bulursa sürükler götürür. Ona dikkat etmeli ki, gelen
çer çöp bir tarafta birikip kalmasın. Eğer derenin suyu kuvvetli akarsa,
hepsini süpürür götürür. Şeytanî vesveseyi vahiyden ayırmak için
dâima teveccüh ve murakabeye alışmak lâzımdır."
- Hz. Isa ya sormuşlar ki kıyametten daha dehşetli nedir 1 ? Sevgili-
lerin günâhıdır, buyurmuş. Halbuki Allah bir kulunu sevdi mi günâhı
ona zarar vermez buyuruluyor. Bu iki sözün hikmeti nedir?
- "Allah'ın sevdiği kullar sözünü, iki kışıma ayırmak gerek. Bun-
lardan bir kısmını ibâdetine, bir kısmını da aşkına tahsis ettiği kullar-
dır. İbâdetine tahsis ettiği kullar da sevgilidirler. Ama günâhı zarar
vermeyen kullar, evliyası ve kendi ehlidir.
Bir ana babanın birçok çocuğu olsa, bir tanesi bir yaşında, diğeri
üç-dört yaşında, diğerleri on, on iki nihayet yirmi, otuz, kırk yaşlarında
olsa, ana baba nezdinde bunların kusurları aynı derecede mi telâkki
olunur?
Sevgililer zümresinin de kusurları böyledir. Bir yaşındakiyle yirmi
yaşındakinin kusuru bir olur mu? Bir yaşındaki çocukla yirmi yaşmda-
kinin kusuru analarının nazarında nasıl müsâvî olur?
Faraza vefasızlık ve sadâkat eksikliği esâsa dokunan bir kusur-
dur. Lâkin minicik bir çocuk sadakatsizliği de vefasızlığı da bilmediği
için, böyle bir şey yapsa, hoş görülmek îcap eder."
- Bir sâlik bir kabre gittiği vakit kuvvetlice murakabe etse, o
mevtanın ne halde olduğunu öğrenirmiş. Her sâlik için bu mümkün
müdür Efendim?
- "Keşf-i kubur yâni kabirlerin içinde neler olup bittiğini öğrenme
hâdisesi derviş kişinin başlangıç hallerindendir. İlerlemiş kimseler için
asla ehemmiyeti yoktur.
Bir sâlikin bir kabir başında, bunun hâli nicedir? Ne iştedir? Ne
vazifededir diye araştırması küstahlıktır. Kendi kendine zahir olursa o
başka. Bir sâlik şunun bunun hâlini bileceğine kendini bilsin. Kendi
648
vücûdu kabrinde ne oluyor ona baksın! Kabir ehlinin ne halde oldukla-
rını araştırmak senin vazifen değildir. Dâima kendini düşün, kendini
bilmeye çalış."
- "Mümin kardeşinle üç günden fazla dargın durmamak şeriatın
icâbıdır. Sen affet ki Allah da senin nice günahlarını affediyor.
Yalnız Allah'ına, Peygamber'ine, mürşidine, tarikatına karşı söz
söyleyenlerden kaç. Zira o kimseler şeytanın oyununa gelmişlerdir."
- Tekâmül tahdit edilmiş midir Efendim?
- "Tekâmülün nihayeti yoktur. Nasıl olsun ki? Faraza bir insan
insanlığını buluncaya kadar ne kadar inkılâba mâruz kalıyor. Beşeri-
yet bu günkü seviyesini bulmak için, binlerce, yüzbinlerce seneler türlü
inkılâplar geçirmiştir.
Bir kimse insanlığını bulduktan sonra, melek mertebesini, sonra
da Hakka yakınlık mertebesini kazanıyor. Bu mertebeleri bulan için
tekâmülün nihayeti olur mu?"
- Cenâb-ı Hak insanı ahsen-i takvim üzere yarattım buyurmuş.
Ahsen-i takvimin mânâsı nedir Efendim?
- "En güzel yaratılış demek. İnsanlar kendi kadirlerini bilmeyip
süfliyetin içine atılırlar. Resûlullah Efendimiz: Ben güzel ahlâkı ta-
mamlamak için gönderildim, buyuruyor. İşte tarikatlar güzel ahlâk ile
Allah'a kulluk eden kimseleri yetiştiren ocaklardır."
- Âşıkın cehdi çalışması hakikat mertebesine ulaşmak ve âhiret
âlemi içindir buyurulmuş.
- "Âşık olan canandan başka bir şey arzu etmez. Bir görür, bir se-
ver, bir yâdeder."
- Dünya ehlinin baklavasını böreğini yeme de gam yiyici ol, buyu-
rulmasının sebebi nedir?
SOHBETLER 649
- "Zenginin haram karışmış lokmasından kendi tuz ekmeğin daha
hayırlı demek."
- Kabz ve bast yâni Cenâb-ı Hakk'ın kulunun gönlüne verdiği sı-
kıntı ve ferahlık büyük nimettir, buyurulmuş. Sâlik bunu anlayamaz
da isyan ederse:
- "Tarikat mektebinde okuyan bir sâlikin anlaması îcap eder.
Kabz da bast da insana hikmet tahtında gelir. Yahut yaptığı bir hatâ-
dan dolayı içi daralır, kabza düşer. O hal esnasında gaflette olduğunu
anlayarak Allah'tan affını ister. O zaman Cenâb-ı Hak da rahmetini sa-
çar. İnsanın dâima rahat bırakılması olmaz. Arada bir de kulağının çe-
kilmesi lâzımdır."
- İnsan, Hak nezdinde makbul olup olmadığını nasıl anlar?
- "Kendini ve amelini tartmakla. Kalbinde Allah'ın muhabbeti ne
nisbette ise ve Hak nâmına neyini feda ediyor, nasıl bir ferâgatta bulu-
nabiliyorsa, ondan anlaşılır."
- Bir âşık yokluk mertebesini bulduktan sonra gene ölmekten hâli
kalmaz buyuruldu. Yokluk mertebesinden sonra ölmek nedir Efendim?
- "Yokluğun dereceleri vardır. Meselâ bir insan, bir dereceden ölür
başka bir derecede dirilir. Müslüman olarak doğmuş bir kimse farzet.
Fakat ne ibâdet ne tâat lezzetini tatmış. Öyle bir muhitte ki dinden
îmandan nasibi olmayanlarla beraber. Fakat bu adamın gün olup uya-
narak Allah'a dönmesi bir diriliş değil midir? Ama orada da kalmayıp
daha ileri giderek bir tarikata intisapla marifet erbabından olması,
hakîkatta dirilmiş olmaklıktan başka nedir?"
- Her kulun hatâsından dolayı aynı derecede müteessir olmadığı-
nı görüyoruz. Bir kısım aşk ehli var ki bir kabahatinden dolayı hicrana
düşse, kıyamet koptu zannediyor:
- "Farzet ki karşında dört tane mektep çocuğu var. Bunların biri
bir hatâ işlese, daha hocasının haberi olmadan mahcup olur. Kendi
kendine hocama karşı ben bunu nasıl yaptım der. İkincisi, hocası su-
650
cundan haberdar olup da kendisine şöyle bir manâlıca nazar edince
mahcup olur. Üçüncüsü hoca tarafından azarlanınca mahcup olur. Dör-
düncüsü ise, tokatı yemeden mahcup olmaz.
Meşk ehli başkadır, aşk ehli başkadır. Meşk ehli yapılması gere-
ken bir emri Allah böyle istedi diye yapar. Bu gibi kimseler için hicran
fazla tesir etmez. Hem deniz hem karada yaşayan bir çok hayvan var-
dır ki zamanının bir kısmını sahilde geçirir. Denize girince de rahat
eder. Fakat balığın hayâtı yalnız suyun içinde olmasıyla mümkündür.
Ondan ayrılırsa ölür. İşte aşk erbabı da o su içinde yaşamakla hayat
bulur. Binâenaleyh bir suçundan dolayı hicrana düşerse, elbette kıya-
met ve cehennem demek olur."
- Âşıkın taklit ile işi yoktur buyurulmuştu. Gene bir gün, taklit
zaman gelir tahkik olur buyuruldu. izah eder misiniz 1 ?
- "Bu iki söz birbirinden ayrı iki mânâyı ifâde ediyor. Bir sâlik ka-
zanmak istediği bir sıfatı benimsemeye karar verip, onun üstünde işle-
ye işleye bu taklit edilen sıfat, günün birinde onda asıl olup, gerçekle-
şir, tahkik hâline geçer.
Aşk erbabının ise, bu çeşit taklit muamelelerle kaybedecek vakti
yoktur. O göreceğini görmüş, inanacağına inanmış, bulacağını bulmuş-
tur. Aşkın akılla bile işi yoktur, nerde kaldı taklit ile olsun."
- Cümle halk ile sulh ü salâh üzre olmak kabil midir'? Bazen ba-
rış hâlinde olduğun bir kimseden fenalık görüyorsun:
- "Bizim için düşman yoktur. Her yerde Hakk'ı gördüğümüz için
kimseyi tahkir edemeyiz. Mademki dervişim diyorsun, herhangi bir
kimseden sana gelecek veya gelmiş bir kötülük için, bu bana Allâh'ım-
dandır demelisin. Meselâ Mü'mine Hanım rakı içti deseler, hiç alâkan
olmayan bir şeyle suçlandığını görünce, herhalde bir başka hatâm yü-
zünden Cenâb-ı Hak beni bu suretle îkâz ediyor ve mürşidim beni uya-
nıklığa davet ediyor dersin. Bu iftirayı bir terbiye kabul ederek, gider
söyleyenin elini öpersin. Bu kabil olmazsa, kalben hoş görüp o kimse-
nin dâima iyiliğini istersin. Hak kulunu kullar vasıtasıyla terbiye eder.
Onun için bir derviş, olanı Ahmet'ten Mehmet'ten bilmez Allah'tan bi-
lir. Mademki lâ faile illallah (Allah'tan gayrı fail yoktur) diyorsun, bu
takdirde vâsıtayı görmemen icap eder."
SOHBETLER 651
- "Bir kalpte iki muhabbet olmaz. Hem dünya hem Allah muhab-
beti bir yere sığmaz. Çok zengin kimseler vardır ki kalplerinde malları-
nın bir zerre muhabbeti yoktur. Zenginlikleri Allah'ın rızâsını elde et-
mek için bir nevi basamak olur.
Çok fakir kimse de vardır ki dâima tâat ve ibâdet üzredir. Lâkin
kalbinden dünya muhabbeti kalkmamıştır. Amelde aranılacak nokta
niyet selâmetidir. Niyetin Allah için ise korkma. Milyonlar içine gark
olsan da zarar görmezsin. Mademki Allah seni kendi için yaratmıştır,
sen de onun için olmalısın. Sözün kestirmesi budur işte."
- Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir memlekete gittiği vakit, basi-
retin esaslarını ve hakikatin sırlarını ararlardı buyurulmuş. Basiretin
esasları ve hakikatin sırları nedir, Efendim?
- "Basiret doğruyu görmek demektir. Yâni bâtılı bâtıl olarak ve
hakkı, hak olarak görmektir. Basiretin esasları ve sırları ise, ehlullâhın
hakikatidir.
Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyükler bir memlekete gittikleri vakit,
oranın taşını toprağını ziyaret etmez, bir kâmil insan arardı."
- Bir sâlik bilmelidir ki gerek ilim ve irfan, gerek lokma, gerek ten
ve can Hak yolunda sarf edilmelidir.
- "Bildiğini, bilmeyenlere öğretmekten kaçınmak, misafirden sof-
rayı saklamak, îcap ettiği vakit Allah yolunda canını esirgemek Allah
yolu yolcuları için küfürdür."
-Âyetlerin aynasına her dem saffet ve ihlâs ile bak, buyurulması-
nın mânâsı nedir?
- "Bu görünen ne varsa, hepsi âyetler aynasıdır. Cümlesine Hak
nazarıyla bak, demek."
Rûh-ı ilâhî ayı, ten gecesinden başka yerde ışıldamaz ve bu be-
652
den âleminden gayrı yerde kimse onunla aşinalık edemez. Eğer onunla
aşinalık etmek istersen, bu imkânı ten gecesinin halvetinde bulabilir-
sin. Ten gecesinin halveti nedir, Efendim?
- "Bu haftaki Mesnevî-i Şerif tefsirinde hatırınızda kalmış olmalı-
dır ki, âb-ı hayâtın zulmette bulunduğunu söylemiştik.
Âb-ı hayat öyle bir sudur ki onu içen ölmez denir. Bunu herkes
işitmiştir. Mademki âb-ı hayat bulunduğu vakit insan için bir ebedî ha-
yat vardır, işte o ebedî hayat ölüm demektir. Nefsinden ölenin ebedî
hayâta kavuşması tabiîdir. O âb-ı hayat ise, bu ten zulmetinde bulu-
nur. Ten, yâni cisim topraktan meydana gelmiş olması sebebiyle kesa-
fet ve zulmet demektir. Fakat ruh nurdur. Hakk'ın emrinden, rûhun-
dandır. O rûh ile alâka kurmak istersen, onu bu ten zulmetinde bulur-
sun. Bu ten zulmetinin halveti de kalptir. Onun için kalp, Hakkın
halvetgâhıdır."
- Sabûr ismine mazhar olanlar mı sabredicidirler?
- "İnsanlar, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarıyle sıfatlanmak için yaratıl-
mıştır. Sabır güzel ahlâktandır. Güzel ahlâk öğrenen kimseler için el-
bette sabır lâzımdır. Allah sabredenleri sever 1 . Allah sabırlılarla
beraberdir. 2 İnsanlar bu müjdeleri bilirler de niçin sabretmezler?"
- "Bir insanda, yaptığı kötü işlerden, vicdanından, Allah'tan, diğer
kimselerden mesul olmak korku ve endîşesi olmalıdır. Mükâfat fikri
ise, gene kendi vicdanının inşirahı, umûmun hoşnutluğu ve Hakk'ın
rızâsı endîşesi olmalıdır. Elhâsıl insanın dünyâsını da âhiretini de
mâmur eden mekârim-i ahlâkiyedir."
- İnsan istemeyerek bir kimseyi incitmiş olsa, yalnız nedamet ve
tövbe kâfi midir? Yoksa o kimseden af talep etmek mi lâzımdır:
- "Tabiî lâzımdır. Onunla helâlleşeceksin, bu İslâm'ın âdâbmdan-
dır. Hattâ birbirinden ayrılırken bile hakkını helâl et kardeşim denir.
Cenâb-ı Hakkın affetmediği iki günah vardır. Şirk ile kul hakkı.
1- Âl-i İmrân sûresi, 146. âyet.
2- Enfâl sûresi, 46. âyet.
SOHBETLER 653
Hakk'ın huzuruna gittiğin zaman, yâ Rabbî ben bu kulundan
davacıyım, hakkımı isterim dese, Cenâb-ı Hak onu haklı seni haksız
bulur. Onun için kulun mutlaka kendini affettirmesi ve helâlleşmesi
lâzımdır."
- Bütün muzırları öldürmelidir, buyurulmuş :
- "Evet muzır olanı öldürmek... Bu kelâmı yılan ve akrep gibi so-
kucu mahlûkları öldürmek mânâsında anlıyorlar. Ben gene diyorum ki,
senden muzır bir şey yoktur. İçindeki yılanlar, akrepler dururken
hâriçteki yılanı akrebi öldürmeye ne lüzum var? Asıl öldüreceğin nefsin
yılanları, nefsin akrepleridir. Mezarda da seni sokacak olan gene bun-
lardır.
Seni şimdiye kadar hiç yılan, akrep soktu mu? Ben bunların çok
bol olduğu yerlerde bulundum. Ama gene de sokmadılar."
- Mesnevî-i Şerifte buyuruluyor ki: Ben elbette bu tenden ibaret
değilim. Ben bakiyim. Onun için bakî olana nakş ve suret eksik olmaz.
Ruh için her zaman bir suret vardır. Acaba ruh bu cisimden çıkınca,
başka surete mi giriyor'?
- "İnsanın iki cismi vardır. Biri dünyâdaki cismi, biri de öldükten
sonra büründüğü misâli cisimdir ki latiftir. Kemâlini bulan ruh, hiçbir
zaman ölmez. Onun için ruha nakş ve suret eksik olmaz. Sen şu yaşa
geleli kaç elbise eskittin? İş esastadır. Allah'ın aşkıyla yanan bakîdir.
Allah'ın aşkına mazhar olan bir vücut söner mi? Çünkü aşk Allah'ın sı-
fatıdır."
- Aşk, Cenâb-ı Hak tarafından insana ihsan olunan ezelî bir na-
siptir, buyruluyor:
- "Yâni Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır demek. Onu herkese ihsan et-
mez. Ancak sevgililerine ihsan eder."
İnkâr ve îtiraz ateşine düşen, Hakk'ı unutup kendine tapmıştır,
1- Küllü muzırrın yuktel
654
buyuruluyor. Bu tapmaktan ne zaman kurtulacağız Efendim?
- "Ne vakit Allah'a tapmaya alışırsan, ne vakit tapılacak ancak
Allah olduğunu bilirsen..."
- Münîre Hanımefendi, ihvandan Mürüvvet Hanım' in bir komşu-
sunun Rifâî evlâdı olmak hususundaki arzu ve ricalarını söyledikten
sonra, dergâhlar örtüleli beri kimsenin kabul edilmediğini de bildire-
rek boşuna ümide kapılmamasını söylemiş olduğunu anlattı:
- "Çünkü meneden Allah'tır. Elbet itaat edilecek. Mademki fırsat
kaçtı, o halde sabretmesi lâzım 1 ."
* * *
1- Dergâhların kapatılması şeklinde tecellî eden kanunî yasağa titizlikle uyulmuş,
lâkin ezel kânununa bağlı olan manevî alış veriş kesintisiz devam edip gelmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar