SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 6
MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,
SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI SEMA HZ.MEVLANA’NIN KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN SEMA
OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI
DEVAM EDEN SEMA OKULU
Hazırlayan:
Yakup Baba (Koyuncu)
ALTINCI BÖLÜM
1—HZ.
MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SEMA’NIN
HİKMET VE SIRLARI
2—DİNLEYENE
VE DİNLENENE GÖRE SEMA HİKMET VE
SIRLARI
3—KUR’AN,
İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN HİKMET VE
SIRRI
4—NEY’İN
SIRRI KEMAL’E YOLCULUK HİKMET VE SIRLARI
5—SEMA’DAKİ
HİKMET VE SIRLAR
6—HZ.
MEVLANA’DA AKIL, NAKİL VAHİY HİKMET VE SIRLARI
7—İBN
ARABÎ ‘DE SEMA’NIN HİKMET VE SIRLARI
8—HZ.MEVLANA
BÜYÜK BİR UMMANDIR, ESERLERİ VE MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI
9—VAHDET
YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER, HİKMET VE
SIRLARI
10—ŞİİRİN
VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ HİKMET VE
SIRLARI
HZ. MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SEMA’NIN
HİKMET VE SIRLARI
Şüphesiz
Mevlana’nın irşad vasıtalarından biri de insan psikolojisi ve toplum hayatı
üzerindeki tesiri malum olan musiki ve SEMA’dır. Mevlana, iç âleminin enginliklerinden
aldığı ilhamla, VECD
ve istiğrak hislerini, Ney’in dilinden söylerken mana âleminin iştiyak ve
tezahürleri ile SEMA
ederek raks ve musikiyi bir araya getirmiştir. Aslında kendinden önceki diğer
sufilere nazaran Mevlana’nın SEMA konusunda yaptığı şey önceden çeşitli
mutasavvıflar tarafından çeşitli şekillerde ifade edilen fikir ve inançları kendine
has bir üslup ile ifade etmekten ibarettir.
Mevlana
ile selefi olan sufilerin SEMA meclisleri arasında küçük detaylar dışında
temelde bir fark yoktur. Ancak daha sonraları Mevleviliğin aldığı şekil içinde SEMA bu
tarikatın bir esası haline getirildiğinden SEMA ayininin bu tarikata mahsus olduğu
zannedilmekte ve tartışmalar da bu noktada yoğunlaştırılmaktadır. Bir yandan
mesnedsiz bir şekilde Mevlana’nın hiç SEMA yapmadığı iddia edilirken, diğer taraftan da
Mevlevilik’te sonradan ortaya konmuş olan SEMA ayininin aynen Mevlana zamanında mevcut
olduğu düşüncesi yine hiçbir dayanağı olmaksızın ileri sürülmektedir. Şurası asla unutulmamalıdır ki, Mevlana, ‘güzel
ses’ demek olan ‘SEMA’
ile güzel söz demek olan ‘şiir’e özel bir alaka duymuş,
Mesnevi’sinde, Divan’ında, gazel ve rubailerinde her vesile ile güzel ses’e
temas etmekten adeta deruni bir zevk almıştır.
Mevlana’nın
hayat ve eserlerinde hem gerçek hem remiz olarak SEMA’ın oldukça fazla yer tuttuğu
erbabının malumudur. Rubailerinde anlattığı vecihle ezeli ve ebedi, dost
kalbin perdesinde raks ederek görünür de aşığa, SEMA’da dönmek sanatını öğretir. Bu
SEMA derin bir manayı haizdir. Maşuk’un raks ederken
ayağını bastığı yerde ab-ı hayat topraktan fışkırır. Eski kozmik raksa ima eden
beyitlerde, feleklerin Ay çevresinde dönmesine âşıkların maşuk çevresinde
dönmesi benzetilmiştir. Her zerrenin güneş şualarında döndüğü gibi, âşık,
ilahi güneşin nurundan dönerek yanıyor. Çünkü böyle bir SEMA, ruhun ve kalplerin gıdası ve
vuslatın bir sembolü sayılır. Çünkü güzel ses işitilince onun aslı bulunan
cennet sesleri hatırlanır ve hayal edilir. Bu sayede kalp huzuru ve hitab-ı
ilahi hatırlanır. Ebediyet yurdunun kapıları aralanır.
Bu
kozmik tasavvurların yanında, Kur’anı Kerim’e göre, Tur dağının ALLAH’ın
huzurunda titremesine dayanan bir tabirde; Tur dağının raksta kendinden geçmiş
olması gibi insan da, ALLAH’ın huzurunda fenaya ermeyi gaye edinmelidir.
Ruh böyle bir VECD
içinde vücudun zincirlerinden kurtulduktan sonra, vuslata erdiği zaman, “her
ağacın, her nebatın raksettiğine” şahit olur. Büyük kozmik ahenge
uyan, durmadan maşuk çevresinde SEMA’da bulunan insan bütün tabiatın bu ezeli ve
ebedi SEMA’a
iştirak ettiğini görmek saadetine nail olur. İlahi aşkın meltemi esmeğe
başladığı zaman kuru olmayan her dal raksa girer. Bundan anlaşılır ki, SEMA,
aynı zamanda ölmek ve yaşamak demektir. Büyük aşk ahenginde fani olmak ve bu
fena sayesinde aşkın unsuru olan ALLAH’ta bakaya kavuşmak demektir. Schimmel’in
ifadesine göre bu da “bütün dinlerin farklı hareket ve tabirlerle,
en ibtidai usulleri de dâhil, ifade etmeğe çalıştıkları sır, ‘Sema-i semavi’nin
aşk ile beraber doğmasıdır”
Musikinin
ta ‘elest
bezmi’nden insanın aşina olduğu bir zevk olduğu inancını taşıyan
Mevlana aşk, şevk, cezbe ve VECD hallerinde
kendisinden geçerek kâinatın hareketi dediği SEMA’a başlamaktadır. Nitekim
Mesnevi’sinde şöyle der: “Hâkimler bu
musiki nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın tamburla
çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep gökyüzünün hareketinden
alınmadır. Mü’minler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler
de latif olur. Biz hepimiz Âdem’in cüzleriydik. Cennette o nağmeleri dinledik,
duyduk! Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık
hatırlıyoruz”
Mevlana,
burada musikinin insana olan tesirinden bahsetmekte ve cennetin tesirlerinin
her şeyi güzelleştirdiğine işaret etmektedir. Hz. Âdem ve Havva da cennette
iken orada türlü güzel ses işitmişlerdi. Kendi sesleri de güzeldi. Oradan
çıkıp da tabiat âlemine geldiklerinde normal hayat şartlarında yiyip içtiler. O
yeme ve içme onlarda olan su gibi saf bulunan güzel sesi kirletti. Fakat yine
de su gibi olduğu için onda ateş söndürmek tabiatı vardı. İşte musiki
nağmelerini dinlemeye insanların rağbet göstermesi ve güzel sesin insan
tabiatında bulunan gam ve keder ateşini söndürmesi bundandır denilmektedir.
Mevlana
için yaratılış vakası ilahi musikinin ilk sesidir. Dünyadaki SEMA’ların
hepsi sadece asumani SEMA’ın bir fer’idir. Hayattaki SEMA’ların
hepsi de ruhun SEMA’ının
bir parçasıdır.
Bir
çağrı yankılandı yoklukta: Bunun üzerine dedi ki yokluk: “Elbette! Ayağımı o ülkeye
basarım, memnun, taze ve yeşil görünmek için” ve ALLAH’ın ezeli çağrısını duydu, SEMA’a
geldi ve mest oldu; yoklukta idi, şimdi var oldu, kalpler laleler ve inciler.
Bu
sebeple Mevlana için SEMA ve musiki, ALLAH’ın o ilk hitabının tekrarı
olur veya en azından insana onu hatırlatır. Mevlana aynı fikirleri bir başka
yerde de, şu şekilde ifade etmektedir.
“Padişahın,
rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi ALLAH’ın hitabını hayal etmekti. Zurna ve davul
sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan surun
sesine benzer”
Mevlana,
musikinin Hak âşıkları için ruhani bir gıda olduğuna dair selefleri tarafından
ileri sürülen görüşü paylaşmaktadır. “Güzel sesi dinlemek (SEMA)
âşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinleme de kalp huzuru ve ALLAH
ile birleşme zevki vardır. Onun düşüncesine göre, Ruhun gıdasından perhiz etmek
haramdır. Çünkü SEMA
dirilerin ruhunun huzur ve sükûnudur, canının canı olan kimse onu bilir. Yine
ona göre, “Aşkla baş açık yalın ayak oynamak ve ciğerler yakan nağmelerle,
feryatlarla kendinden geçiş hoş bir şeydir” ve “Âşıkların cisimlerinin, âşıkların
canlarının dönmesinden başka dünyada garazsız bir dönüş yoktur. Her şey bir
maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır” Mevlana, bu
âlemdeki müzikal seslerin misal, ideler ve ruhani âlem gibi isimler verilen
öbür âlemdeki müzikal seslerin bir örneği olduğunu kabul etmektedir. O musiki
ve SEMA
hakkındaki nazari düşüncelerini, SEMA’ın dini hükmü ve metafizik mahiyeti hakkındaki
kanaatını bu şekilde ortaya koymaktadır.
Mevlana’nın
bütün eserleri ALLAH’ın,
sevgilinin ve aşkın sırrı etrafında daimi bir dönüş, ifadesi imkânsız olanı
sözle ifade etme gayretidir. Bu noktada ona, yaratıcı aşkın sırrını birazcık
aydınlatmak için uygun görünen yegâne çare musiki ve SEMA’dır. Şu menkıbe Mevlana’nın bu
konudaki hissiyatını bütün kuru teorilerden daha iyi ifade etmektedir.
“Bir defasında Mevlana’nın “Musiki
(rebab sesi) cennet kapılarının sesidir” dediği, orada bulunan ve musikiyi
inkâr edenlerden birisinin; “Biz de o sesi işitiriz fakat neden o sesten
sizde hâsıl olan duygu bizde hâsıl olmaz” demesi üzerine Mevlana, “Bizim
işittiğimiz kapıların açılmasının sesi, sizin işittiğiniz ise kapıların
kapanmasının sesi olduğu için aynı duyguları elde edemiyoruz” cevabını
vermektedir.
Mevlana’nın
SEMA’ın
havas için olduğunu, avam için olmadığını ifade ettiği, musiki aleyhtarlarına
karşı müsamahasız davrandığı ve zaman zaman onlara karşı ağır ifadeler
kullandığı da bilinmektedir.
Mevlana
her hareketi SEMA
olarak görüyordu ve biliyordu ki zerreden feleklere kadar her şey SEMA
ederdi. Arı bal yapmak için SEMA eder, kalp sedefotu tohumu gibi aşkın
ateşinde SEMA
eder ve hatta Kur’an’da ifa de edilen; ALLAH’ın Tur-i Sina’ya tecelli ettiğinde dağın
titremesi hadisesini o, sevgiliyi temaşa ederken dağın aşka gelerek raks ve SEMA
etmesine bir ima olarak görmektedir. O bu keyfiyeti ifade için, “Cebrail,
ALLAH’ın güzelliğine kapılmış oynamada; şeytan
da bir başka şeytanın sevgisiyle sıçrayıp zıplamada” demekte, herkesin
ve her şeyin kendi meşrep ve yapısına göre SEMA ettiğini ifadelendirmektedir.
Ney
Mevlana’nın musiki ve SEMA düşüncesinin merkezinde yer alan bir musiki
enstrümanıdır. Sesi, insan üzerindeki etkisi, kendisine yüklenilen remzi manalar
ve Mevlana’nın anlatmak istediği birçok şeyi onun ağzından dile getirdiği bir
vasıta konumundadır. Bu sebeple Mevlana’nın musiki ve SEMA anlayışını ortaya koyarken
neyin bu hususi durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Mesnevi’nin ilk
beytinde de ifade edildiği üzere “ayrılıktan şikâyet eden bir ney”
motifi, çoğu zaman Mevlana’ya ilahi tecellileri dile getirmede perde olmakta,
feryat ve figan içerisinde beka yurdundan fena âlemine inişin acıları ile yanmaktadır.
Aslında bazen onunla öyle özdeşleşir ki, Mevlana’nın bizatihi kendisi ney
olur. Sevgiliye söylemek istediğini söyleyebilmek için onun nefesinin,
dudağının hasretini çeken bir ney gibidir.
Kamışlıktan
kesilen ney şikâyet ederek kadın erkek tüm insanları ve bütün âlemi ağlatır.
Çünkü onun nağmesi mahlûkata, bir zamanlar ezelde ALLAH’tan, varlığın kaynağından ayrı
olmadıklarını ve yaratılışla ikilik dünyasına vardıklarını hatırlatır. Neyin
çıkardığı sesler ilahi aşkın ateşleridir, içine üfürülen maddi bir soluk
değildir. “Bir kimse de bu ateş olmazsa o yok olsun daha iyidir” diyen
Mevlana, neyin çevreye aşk ateşleri saçtığına inanmaktadır. Ona göre neyden
çıkan ses perdeleri insanla Rabbi arasında bulunan perdeleri kaldırarak kulun
âşık olduğu ALLAH’ı
seyretmesini temin eder.
Ney,
yârinden ayrı düşmüş olan her kesin dert arkadaşıdır, onun ses perdeleri bizim
hicaplarımızı yırtmıştır. Usta kamışlıktan bir kamış kesti, dokuz delik açtı
ona, adını Âdem koydu. A ney; sen şu dudaklardan meydana geldin. Fakat bu
dudaklara soluk veren dudakları gör.
Rebap,
tambur gibi diğer sazlardan da özellikle Mesnevi
ve Divan’ında sık sık söz edilmekte ise de hiçbir zaman bu sazlar ifade
ettikleri mana ve yüklendikleri remzi manalar itibariyle neyin yerini
alamamışlardır. Ancak yine de bu sazlardan da oldukça sık bahsettiği ve bazı
teşbihlerle bu sazlara işaret ettiği görülmektedir.
Def,
vuruşlara, sitemlere amaç olmuştur da o yüzden her SEMA meclisinin,
her zevkin, neşenin parlaklığı, onun sesiyledir. Def, “elleri varolsun bana vuranın”
der. Çünkü bu biteviye vuruşlar ona ottur, gıdadır.
İşsiz-güçsüz
oturma, gir içeriye, tez katıl bize; işsiz beden ya yemeğe düşer, ya uykuya
dalar. SEMA
ehlinden rebap sesi gelmede; onların halkasını bul, SEMA edenlere karış. O nedir ki, SEMA’ların
yüceliği ondandır; o nedir ki gitti mi meclis bozulur gider? SEMA’lardaki
zevkin neyden tefden olmadığı anlaşılsın diye gizli gelir gizli gider O.
Ey
çalgıcı, seher çağına kadar böyle vur def’e, üfle ney’i, gündüze kadar bu çeşit
çalıp çağırmak hoş bir şey.
“Kalk
sıçra! Can ayağa kalktı. SEMA’a girdi. O şeker
gibi def, o ney’e eş dost oldu; önüne ön olmayan sevda, yalımlandı. Nerede o
hay-huyların senin; hey hey denecek vakitler geldi”
Bu
rubailerde onun küçük bir vesile ile ne kadar coşkun bir halet-i ruhiye ve VECD
içinde kendisinden geçtiği görülmektedir. Çünkü onun anlayışına göre, gönül
denizi SEMA
yeliyle dalgalanır; o denizde yüzlerce dalga belirir; her gönül SEMA’a
layık değildir. Gönüller denizine ulaşan kişidir ki, bu yelle coşar, köpürür; SEMA’ın
tadını o çıkarır.
Mevlana,
musiki ve SEMA
hakkındaki görüşlerini zaman zaman -hikâyelerinde hayvanları konuşturduğu gibi-
musiki aletlerini konuşturarak fikirlerini açıklamak yolunu benimsemektedir.
Bu aletlerden “ney” in anlattıkları zaten malumdur ve bu manada “ney”e
bazen “rebap”, bazen de “tambur” eşlik etmektedir.
“Biliyor
musun şu rebabın sesi ne diyor? Ardımdan gel de yolu bul, çünkü doğruya gitmek
için yola düşmüşsün ama eğri bir yol tutmuşsun diyor. Rebap, İsrafil’in soluğu
ile seslenmekte, böylece de yanıp kavrulan gönülleri tazeleştirmekte,
diriltmektedir. Batıp yok olan o sevdalar, balıklar gibi suyun dibinden bir bir
belirip çıkmaktadır”
“Tanbur
ten-tenen diye nağmeye başladı mı, elsiz ayaksız gönül, zincirini koparmaya
koyulur. Çünkü onun ayının ışığında gizlenmiş birinin sesi gelmededir. A yorulmuş
yol arkadaşı, gel demektedir”
Mevlana’ya
göre, Hak erleri için namaz kılmak gibi, SEMA etmek de onların gizlice ALLAH’
ın emirlerine ve nehiylerine uymanın bir misalidir. SEMA’da muganni, namazda imam
gibidir. Eğer muganni ağır söylerse SEMA da ağır, hafif söylerse hafif olur. Bu
onların içinde emir ve nehyin münadisine nasıl uyduklarının bir misalidir
Sufi
geleneğinde “kıllet-i taam - az yemek”, “kıllet-i menam - az uyumak”
olarak bilinen davranışlar Mevlana’nın da benimsediği ve özellikle SEMA
ehli için tavsiye edip şart koştuğu bir husustur.
“A SEMA eri mideni boş tut. Çünkü neyin içi boştur da
onun için ağlar, inler. Karnını birçok yemeklerle doldurdun mu, sevgiliden de
yoksun kalırsın, dosttan da”
SEMA
göklere yoldur, kapıdır. SEMA can kuşuna koldur kanattır. Fakat ey sevgili
sen de orada bulundun mu SEMA Peygamber’in arkasında kılınan namaz gibi bambaşka
bir şey olur.
“A ay
yüzlü, böyle bir gecede ay gibi sen de uyuma. Şu dönüp duran gök kubbe gibi
dönmeye koyul, uyuma. Bizim uyanıklığımız, dünyaya mum olur, ışık kesilir;
bir gecelik mumu gözle, uyuma!”
SEMA
esnasındaki yaşanan manevi zevklerden ve halet-i ruhiyeden bahsederken şöyle
demektedir:
SEMA vaktinde, aşk mutrıbı “kulluk bağdır, efendilik baş
ağrısıdır” dedi. Padişahlık ve kulluk anlaşıldı. Âşıklık, bu kayıtlardan
azadedir. Aşk ve aşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki milletin mezhep ve
milletinden başkadır. Padişahların tahtı onun yanında, tahtadan bir kerevettir.
Dünya padişahları nefislerinin ve tabiatlarının kötülüklerinden, kulluk
şarabından tatmadılar. Yoksa İbrahim Edhem gibi şaşkın ve başı dönmüş bir
vaziyette durmadan saltanatı yıkıp harap ederlerdi.
Mevlana
Divan-ı Kebir’deki bazı gazellerinde müstakil olarak SEMA anlatmakta, mahiyeti,
hususiyetleri ve SEMA’dan maksadın ne olduğu üzerinde uzun açıklamalarda
bulunulmaktadır. Bu gazellerdeki SEMA kelimesi genel anlamda musiki ve özelde de raksetmek
anlamına gelen SEMA’a
delalet etmektedir. Bu ayrıntıya dikkatleri çektikten sonra bu gazellerden
birkaç tanesine göz atacak olursak Mevlana’nın SEMA hakkındaki temel düşüncesini de
anlamamız kolaylaşacaktır. Mevlana sık sık SEMA’a methiyeler söylemiştir: Her mısraının
başında “SEMA nedir biliyor musun?”
sorusunu sürekli tekrarladığı ve bu soruya cevaplar aradığı şu gazeli bir
anlamda onun SEMA
hakkındaki temel düşüncelerini de ortaya koymaktadır:
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? SEMA ALLAH’ın; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların; “Evet;
rabbimizsin!” deyişlerinin sesini duymak, kendinden geçmek, rabbine
kavuşmaktır!”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun hallerini
görmek; lâhut âleminin, görünmez âlemin perdelerinden Hakk’ın sırlarını
duymaktır”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Kendindeki
varlıktan geçmek, mutlak yoklukta zevalsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır!”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun aşk
çarpıntıları önünde, başını top gibi yapıp başsız ayaksız dosta doğru koşmaktır”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Nefs-i emmareyle
harp etmek, yarı kesilmiş kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktır”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Ya’kub’un
derdini ve devasını bilmek, Yusuf’a kavuşma kokusunu, Yusuf’un gömleğinden
koklamaktır”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Musa ‘nın asası
gibi, her an Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmektir!”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? “Benim ALLAH ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakitte ne ALLAH’a yakın bir melek, ne de bir peygamber aramıza
giremez” hadisi şerifinde buyurulduğu gibi SEMA’,
bir sırdır. İşte meleğin bile sığmadığı o yere, vasıtasız varmaktır!”
“SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? SEMA’, Tebrizli Şems gibi gönül gözlerini açmak,
kutsal nurlar görmektir!”
Mevlana,
yine bir başka gazelinde de önce “SEMA nedir?”
diye sorar ve sonra şu izah ile kendi sorusuna cevap verir:
“SEMA; gönüldeki gizli erlerden haberler almaktır.
Onların mektupları gelince garip gönül, dinçleşir, rahata kavuşur. Bu haberler
rüzgârıyla, akıl ağacının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden,
darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf, görülmemiş bir
tatlılık başlar. Ney sesinden mutribin, çalgıcının dudaklarından dile damağa
hoş, manevi zevkler gelir. Dikkatle bak da gör, şu anda SEMA edenlerin ayakları altında binlerce gam akrebi ezilmede,
kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe hali aramızda kadehsiz dolaşmada,
bize mana şarabı sunmadadır. Her taraftan bir Ya’kub, kararsız bir haldi, neşeyle
kalkar, sıçrar. Çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin kokusu gelmededir. Canımız da
“Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür”[1]
sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru değildir.
Çünkü bunun bedenle ilgisi yoktur. Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun
üfürülmesiyle haşr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından
uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de “ney”in feryadıyla uyan, kalk,
kendine gel! SEMA musikisinin tesirine kapılmayan,
dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına
olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir. Gezip dolaşan bir ölüdür. SEMA’ın kadehsiz verilen bu helal şarabını içen beden,
bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır.
Gayb âleminin güzelliği söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için
ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz! Senin içinde öyle parlak bir ay
vardır ki, gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip
duruyor”
Bir
başka gazelinde yine SEMA ‘ı anlatır:
“Bu SEMA âlemi, iki âlemden de dışarıdadır. Yedinci kat
göğün damı, ötelerde, pek yücelerdedir. Fakat bizi Hakk’a yükselten SEMA merdiveni, göğün damını da aşar geçer. Bu damdan
da yücedir. Ondan başka ne varsa ayağınızın altına alın, ayağınızı vurun, ezin.
SEMA sizindir, siz de SEMA’ınsınız.
Zerrelerin kucakları güneş ışığı ile dolunca, hepsi de sessiz sedasız SEMA’a başlarlar. Gel ki, Şems-i Tebrizi aşkın
suretidir, şeklidir. Zira onun aşkından, SEMA’ın
ağzı, dudağı açıkta kaldı”
Musikinin
mahiyetine ışık tuttuğu şu gazeli de bizlere onun bu husustaki düşüncelerinden
önemli bilgiler içermektedir:
“SEMA Hak aşıkı ile diri olan kişilerin canlarına
rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yani hayvani ruhu
değil de insani ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir. Gül bahçesinde yatıp
uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat zindanda uyumuş
kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur. SEMA düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas
olan yerde SEMA olmaz. Çünkü yas yeri feryat,
figan yeridir. Kendinde bulunan cevherden, ilahi emanetten habersiz olan o
eşsiz ayı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle kişiye SEMA’da gerekmez, def, yani musiki de gerekmez. SEMA âşıklar içindir. Gönüller alan, o eşsiz, görünmez
sevgiliye manen kavuşmak içindir. Yüzlerini kıbleye çevirmiş kişiler, manen
miraç edenler, bu dünyada da, öteki dünyada da SEMA’dadır”
Bütün
bu bilgiler ışığında şunu söylemek mümkündür ki, Mevlana vahdet-i
vücud-varlığın birliği anlayışını ve bu anlayıştan kaynaklanan yaşama biçimini
insanlara düşündürebilmek için şiiri, ney’i, rebabı ve SEMA’ı aracı kılmıştır.
Ancak
yalnız bunun için değildir onun SEMA’ı. İnsanlığa her teklif ettiği ilkeyi önce
kendi nefsinde yaşamayı ve kendisi denedikten sonra cihan halkına sunmayı ilke
edinen Mevlana; şiiri, müziği ve raksı, VECD’inin ve coşkusunun ifadesi olarak önce
kendisi için, kendi nefsine bir ikram gibi kullanmış sonra etrafındakilerin
irşadında bir vasıta olarak kullanma yolunu tercih etmiştir.
Mevlana’ya
göre bu hareketteki başlıca hedef, insanın keşfettiği her gerçeği, güzelliği ve
o ışığı estetik bir hareketle başkalarına da iletmektir. SEMA salt güzelliği, yani ALLAH’ın
cemalini raks ile gün ışığına çıkarır. SEMA’ı insanı güzele, yani ALLAH’a ulaştıran bir atılım, bir eylem
olarak değerlendirmek de mümkündür. SEMA’ın estetik ve ruhi güzelliğini yalnız biçim
ve teknikle bağlantılı olarak görmek ve düşünmek eksik, hatta yanlış olur. SEMA’da
müziğin de etkisiyle anlam kazanan her figürde ruhun bedene bir mesaj ve bir
emir verdiği açıktır. Bu gerçek bir SEMA için şarttır ve SEMA’ı, sıradan bir dans olmaktan
ayıran faktörlerden biri de budur.
Her
eylem, belirli bir gerçeği ifade eder. Bu gerçek SEMA ile yaşanıyorsa, gerçeğin
yapısı ile SEMA’ın
yapısı arasında elbette ortak noktalar olacaktır. SEMA, insanın doyum, uyum ve
güzelliğe olan ihtiyacını ve bu kavramlara ulaşmanın yöntemlerini verir. Doğal
dünya ve onun kuralları ile bağdaşmak, kendi genetik ve psikolojik geçmişini
aramak, dünyaya gelişin amacını ve yaşama sevincinin hoş ezgilerini yakalamak;
kısaca, insanın kendisi ile kendi dışındaki her şey arasında bilinçli bir
iletişim kurmak. İşte SEMA budur.
İhtiras
ve bencillikten kurtulan ruhlar, bir ritim psikolojisi içinde kâinattaki umumi
dönüşe intibak ederler. SEMA, armonize edilmiş bir dönüştür. Âlemdeki
genel harekete ve ritme uyumu gösteren müşahhas bir ifade tarzıdır. Âlemlerin
dönüşündeki ilahi tertip ve ahengi algılayan Mevlana, dönüş seyrinin iki yay
biçiminde olduğunu fark etmiş ve SEMA da aynı biçimde yol tutulmuştur. Bu pozisyonda,
yüce bir mananın “Kâbe kavseyni ev edna”nın imajı tezahür etmektedir. Hz.
Peygamber’in “rab” huzurundaki yüce makamının görüntüsü sunulmaktadır. Bu vaziyet
alış ve tarz-ı takdim SEMA eden için derin bir haz ve yüce bir huzur ve
inşirah kaynağı olmuştur. Bunun içindir ki Mevlana SEMA’ı aşk ehlinin canlarının
dinlenmesi olarak takdim etmektedir.
SEMA’,
unsurları itibariyle bedene güç sağlayan, fiziksel bir kondisyon, ruhi
gerginliği izale eden psiko-terapik bir boşalma ve rahatlık, mutlak güzele;
Yüce ALLAH’a
visal duygusunu harekete getiren estetik bir eylem ve âlemlerin dönüşündeki
ritim ve kemali temsil eden müşahhas bir ifade tarzıdır.
Mevlana’nın
SEMA’ı,
âlemin fiziki yapısını dile getirir ve âlemin bir bütün şeklindeki fiziki
yapısıyla, onun en küçük parçacıklarının toplandığı birim atomların yapısı civarında
fark olmadığını ifade eder. Başka bir deyişle bir atom neyse ve nasılsa, âlem
de odur; âlem, atomun aynısıdır. İşte Mevlana’nın SEMA’ı, atomun ve âlemin yapısını
aynı anda sembolleştirir. Mevlana bir cezbe halinde âlemin ve atomun içyüzünü
keşfettikten sonra, buna uygun olarak SEMA’ya başlamış ve bu yapıyı da SEMA’ının
şekli yapmıştır.
Öyleyse
Mevlevi SEMA’ı
da İnsan ile ALLAH
arasında ne gibi bir ilişkinin var olduğunu bize öğretmektedir. SEMA
esnasında semazenen ancak şeyhini selamladıktan sonra dönmeye başlıyor. İşte
İbn Sina’ya göre, yaratılan mahlûk, sadece halık olan ALLAH’ı sevdikten sonra bir şey
yapmaya muktedirdir. Ve onun yaptığı ameliye, bu ilahi aşkın neticesi ve
tecellisidir. SEMA;
SEMA
edeni ilahi aşka götürmez. Bilakis, SEMA edeni harekete geçiren saik kendi fıtratında
mevcut olan bu ilahi aşktır. İbn Sina’ya ait olduğu belirtilen, “Bir
süfli şey aynı zamanda âli olan bir şeyin karşısına çıkan engellere mani olur
ve bu âli olan şeyin bir tecellisidir” ve “her hakiki faaliyet bir aşkın
tercümesidir” şeklindeki anlayışın Mevlana’nın SEMA anlayışı
ile uyuşmakta olduğu, İbn Sina’nın kendisinden yıllar önce dile getirdiği bu
hususları Mevlana’nın SEMA’ında bilimsel
ve temsili olarak bulunduğu da ifade edilmektedir.
Netice
itibariyle şunu söylemek mümkündür ki, Mevlana düşüncesinin temeli oluşturan
aşk SEMA’ın
da yegâne kaynak ve sebebidir. Onun bu derece SEMA’a düşkün oluşunun sebebi de
aşktır. Çünkü “Aşk; SEMA’ı artırır!” Ve onun
nihai amacını ifade ettiği bir rubaisi ile konuyu bitirelim:
Her
nereye başımı koysam, secde edilecek ancak O’dur!
Altı
cihette ve altı cihetten dışarıda da ma ‘bud ancak O’dur!
Bağ,
gül, bülbül, SEMA
hep birer bahanedir,
Bunlann
hepsinden de maksat hep O’dur
DİNLEYENE VE DİNLENENE GÖRE SEMA HİKMET
VE SIRLARI
Rasulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defa Ebu Musa’l-Eş’ari’nin okuduğu Kur’an’ı
dinledi ve ona:
“Ey Ebu Musa, sana Davud (aleyhisselâm)’a verilen mizmarlardan
bir mizmar verilmiştir” [2]Buyurdu.
İbrahim
Hakkı Hazretleri, Marifetneme’de feleklerin adedi bölümünde, feleklerin
sayısını, ses ve nağmelerini irdelerken şunları söyler:
“Bunların
hareketleri de çeşitli olduğundan her felek başka bir perdeden sada verip gönül
yükselten nağmelerle tesbih ve tehlil ederler. Hiç durmadan Yezdanın aşkının
hareketi ile raks ve devran ederler. Feleklerin böyle hallerini aletlerle ve
hesap ile rasat edenler, işitip ve seyredip nice sırlarına vakı olmuşlardır.
Elakin seslerini ve nağmlerini perdeleri ile zapt edip usul ve furuu, derecelerine
göre hakimane olarak birbirine mecz edip, ruhlar için binlerce macun ve
lezzetli şerbetler yapmışlardır. Her bir makamı nice derde deva, nice
hastalıklara şifa, nica tabiata safa, nica kalbe cila ve nice ruha gıda
bulmuşlardır. Bu ilme tıbbi ruhani, hendese-i ruhani, kuvve-i ruhani ve enni
musiki diye isimler vermişlerdir.”
Müzikle
tedavi diye bir uygulama var bizim tarihimizde. Akıl ya da sinir hastası
dediğimiz insanlar musiki ile teskin ve tedavi edilmişlerdir.
İbrahim
Hakkı Hazretlerinin meşhur Marifetnamesinde “Musiki’de öyle sırlar var ki,
onun ara taksimlerine, asıllarına gösterilen itibarlar, makamların ve usullerin
birbirlerine olan üstünlükleri; perde, peşrev, ses ve icra; kar, nakş ve
sözlerin terennümleri; her biri bir hikmetle donatılmıştır ki, bunlar can
bahçesini sulayan birer akarsu gibidir. Bunlardan her biri bir hastalık için
faydalıdır. Her birisi kendi kendi zıddını bedenden uzaklaştırır.”
denmektedir.
SEMA’da
üç unsur vardır.
a.
Söyleyen,
bir metni nağmelerle okuyan ve seslendiren: kavval, guyende, hanende, zakir,
hatib, vaiz.
b.
Okunan
bir metni, yapılan bir konuşmayı ve seslendirilen bir besteyi dinleyen,
dinleyici.
c.
Okunan
metin, yapılan konuşma ve seslendirilen beste, sözler.
Bunlardan
her birine göre çeşitli sınıflandırmalar yapılmış, SEMA bunlara göre değerlendirilmiş
ve bunlardan her birine ayrı ve farklı bir hüküm verilmiştir. Bunlardan bir
kaçı şöyle:
Elestübirabbiküm
hitab olundu. Allahuazimüşşan “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” [3] Bütün
evlüyahullah, kâmil insanlar, ALLAH’ın Salih kulları, her gelen sesi ALLAH’
tan vahiy olarak bildiler.
Kamil
insan için her semavi bir müsikiye dönüşür. Gerçek sufi her sesin ona
sevgilisinden müjde getirdiğini duyar. Her sözcük onun için ALLAH’ın
bir vahyidir.
Gerçektende
İslam tarihi boyunca sufiler gerek bazı düşünceleri ile gerekse bir takım
davranışları ile olaylara ve hayata hep farklı açıdan bakabilmenin, farklı
olmanın en canlı örnekleri olmuşlardır. O kadar ki; farklılık çoğu zaman
ihtilafı ve itirazı da beraberinde getirir; bu yüzden sufilerin düşünce ve
davranışları İslam tarihinde önemli bir yer işgal etmekle birlikte, onlardan
bir kısmı hep tartışıla gelmiş, hep itiraz ile karşılanmıştır.
Sufilerin
her sese, her harekete ilahi bir anlam yüklemeleri de bunlardandır. Sufi kendi
kendine, kendi içerisinde, işittiği her sese, gördüğü her renge ilahi bir anlam
yükleyebilir; bu diğer dindarlar katında fazlaca bir problem oluşturmaz. Ne
zaman ki sufi, duygularının tesirini çeşitli şekiller de dışa yansıtmaya
başlar, işte tartışmada o zaman ortaya çıkar.
Kısaca
söylemek istediğimiz şudur: İlahi keşiflere ulaşmanın ilahi bir aracı ve aynı
zamanda ilahi tecellileri yüksek seviye de hissetmenin birer dışa vurumu da
olan SEMA,
1-
Ebu
Osman Hiri’ye göre SEMA üç nevidir: [4]
a. Sülukun
henüz başında olan mürid ve mübtediler SEMA ile ulvi haller edinmeye çalışırlar. Bunların
fitne ve riyaya düşmelerinden korkulur.
b. Sadıklar
SEMA
ile manevi hallerini artırmak isterler, hallerine ve vakitlerine uygun düşen SEMA
türünü tercih ederler.
c. İstikamet
ehli arifler SEMA
esnasında kalplerine hareket ve sükûn hallerini ALLAH Teâlâ’ya tercih etmezler.
Demek
ki ister tasavvufi hayatın başında, ister ortasında, ister sonunda olsun bu
yola giren herkes için SEMA faydalıdır. Ancak müridlerin fitne ve
gösterişten sakınmaları gerekir.
2-
Ebu
İshak Nehrecuri’ye göre SEMA ehli / semazenler üç tabakadır:[5]
a. Bazıları
sükûn ve hareket gibi hallerinde vaktin hükmüne teslim olurlar.
b. Diğer
bazıları SEMA
esnasında sakin ve sessiz kalma niteliğini korurlar.
c. Bazılan
da aldıkları zevkin etkisiyle SEMA esnasında debelenir dururlar. SEMA
edenlerin en zayıftarı da bunlardır.
3-
Bündar
b. Hüseyn’e göre SEMA üç çeşittir: Kimi talı’nefs ile kimi hal ile kimi de Hak
ile SEMA
eder.[6]
a. Nefs
ile SEMA’da
halk ve havas müşterektir. Çünkü hoş sedadan haz almak insanın yapısında
mevcuttur. Hayvanlarda bile bu his vardır.
b. Hal
ile SEMA
eden üzerine gelen azar - hitab, vuslat - hicran, yakın - uzak olma gibi haller
ve hisler üzerinde derin düşüncelere dalar.
c. Hak
ile SEMA
eden yüce ALLAH
ile ALLAH
için SEMA
eder. Beşeri hazlarla karışık olan haller onda bulunmaz. Bunlar saf ve halis
bir tevhid ile Hak için SEMA ederler, zevk için değil.
Ey
kardeşim! Evvela bilmen gerekn şu ki, SEMA ehli üç kısımdır. Bu üç kısmın
dışındakiler ehil değildir. Bu meseleye delil olması bakımından Ebu Nasr Sirac’ın
sözü önemlidir.:
“Ehl-i
sema üç tabakadan (kısımdan) ibarettir. Birincisi; fukaraü’l-mücerredün’dur. Bu
kimseler dünyayla alakalarını kesmiş olup, kalplerine dünya sevgisine ait bir
pislik sürmemişlerdir. Onlar kalplerindeki Allah sevgisiyle sema ederler. İşte
bu kimseler sema layıktırlar. Ve onlar kurtuluşa en yakın olanlardır. Kalbi
dünyaya meylederek sema edenlerin semaı, sema-i tab’ ve tekellüftür”
Meşayih,
tabiat ve tekellüfle olan semaı da iki kısma ayırmışlardır. Eğer sema edenin
sema etmekten maksadı, nefsanî ve şehvani heyecanı tatmak, şan ve şeref gibi
bir kısım dünyevi emellere koşmak ise; onun yapmış olduğu sema, oyun ve
oyuncaktan ibarettir. Ve bunu yapmak haramdır. Eğer sema edenin maksadı,
yaptığı semayla vecd ve cezbe haline girmekse, ruhani zevk ve lezzete binaen
olduğu için mendubtur. Ve bu nevi sema övülmüştür. Nitekim Kur’an okunurken
ağlamanın ve ağlamaya özenmenin övüldüğü gibi.
İkincisi;
sema eden kimselerin sema halindeyken ruhani hallere ve makamlara erişmesidir.
Üçüncüsü
ise; sema eden kimseler, sema ettikleri vakitte Hakk’ın muhatablığına ve onunla
konuşma mertebesine erişmeye rücü ederler.
Ebu
Ali Dekkak’a göre SEMA ehlini mütesem’mir (zoraki SEMA
eden), müstemi’ (tabii olarak SEMA eden) ve sami’ gayri ihtiyari olarak SEMA
eden olmak üzere üçe ayrılır. İlki vakt ile ikincisi hal ile üçüncüsü Hak ile SEMA
eder.[7]
Başka
bir açıdan SEMA
şöyle sınıflandırılır:
1- Şuur
halinde bilerek yapılan SEMA: Bu durumda SEMA yapanın ALLAH’ın isim ve sıfatları hakkında
doğru bilgilere sahip olması gerekir. Aksi halde katıksız bir küfrün içine
düşer.
2- Hal
ile yapılan SEMA:
Bu durumda SEMA
yapanın beşeri hallerinden fani olması şarttır. Hakikatin hükümleri ortaya
çıkınca beşeri zevklerin izleri silinir.[8]
SEMA
üç çeşittir:
1- Hakikat
ehli SEMA
esnasında Hakk’ın kendilerine hitab etme halini yaşarlar.
2- İkinci
kısım SEMA
esnasında hallerin, vakitlerin ve makamların kendilerine hitab etme hallerini
yaşar. Bunlar bu halde iken bilgi ve dürüstlüğün gereğini yerine getirmek
zorundadırlar.
3- Üçüncü
kısım dünyadan ilgilerini kesmiş olan mücerred fakirlerdir. Temiz bir kalb ile
SEMA
ettiklerinden SEMA’da
onlara yaraşır, SEMA
sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusu olamaz.[9]
Menazilü’s-Sairin
şerhinde Keşani şöyle diyor: “Sema öyle
bir sürükleyicidir ki; herkesi kendi vatanına ve maksuduna çeker.” Samiin
(dinleyenin) kısımlarını anladıksa şayet, şimdi sema’a geçebiliriz.
Sema
üç kısımdır:
1-
İlahi
Sema
2-
Ruhani
Sema
3-
Tabii
Sema
SEMA
yapanın nefsi ölü, kalbi diri olmalıdır. Nefsini çile kılıcıyla boğazlamalıdır
ki kalbi ALLAH’ın
emirlerine uyma nuru ile dolu olsun.[10]
Ruhun
SEMA’sı,
Gönlün SEMA’sı,
Nefsin SEMA’sı
ve Bedenin SEMA’sı
vardır.
Yahya
b. Muaz Razi; Üç şey diğer üç şeyle bulunursa faydalı olur. Oysa biz bugün
bunları tamamen yitirmiş bulunmaktayız: Dindarlıkla birlikte güzel ses, ma’sumiyet
/ iffet ile birlikte güzel yüz, vefakârlıkla birlikte güzel dostluk[11] Bu
söz genellikle Haris el-Muhasibi’ye nisbet edilir.[12] H.
Muhasibi Risaletu’l- müsterşidin’de SEMA’ın caiz olmadığını söyler. [13]
İlahiler
ve SEMA:
Bir kimsenin konusu din olan bir şiiri kendi tabii sesiyle mırıldanması veya
mırıldanan böyle bir şiiri dinlemesi SEMA olduğu gibi besteli şiirleri okuması veya
dinlemesi de SEMA’dır
ilk sufilerin SEMA
meclislerinde enstrüman nadiren kullanılırdı. Daha çok onlar sesi güzel olan
gôyende / kavval dedikleri bir okuyucunun seslendirdiği ilahileri dinler, bundan duygulanır ve coşarlardı. Onların anladıkları ve uyguladıkları SEMA genellikle buydu.
Okunan
şiirin konusu tevhid, münacat, dua ve niyaz olursa buna ilahi (ilah ALLAH,
İlahi ALLAH’tan,
ALLAH
ile ilgili demektir) denir. Fakat ilahilerin konusu zühd, takva, ibadet, taat,
ahlak, edep ve terbiye, ahiret, Kur’an ve Hz. Peygamber (naat ve salâvat-ı
şerifeler gibi) de olabilir.
Başka
bir açıdan bakıldığında sufilerin okudukları besteli şiirlerin yukarıda
anlatılan türden olması da şart değildir. Beşeri muhabbeti, aşkı, şevki,
hasreti, vuslatı, hicranı konu alan besteli şiirler ilahi niyetiyle okunabilir,
dinlenebilir, ilahi olarak algılanabilir, beşeri his ve sevgiliyi konu alan bir
manzume ilahi sevgiye ve dini meselelere uyarlanabilir. Böyle yerlerde şairin
esas maksadı sufiler için hiç önemli değildir. Onlar şiiri alır, şairin aklının
kenarından bile geçmeyen başka bir manada anlar ve algılarlar. Hatta şairin
kasd ettiği mana sufilerin umurunda olmadığı gibi kavval / guyende denilen
okuyucunun da bu manzumeleri okurken gaflet ve ayrı bir hava içinde olması da
onları ilgilendirmez. Yeter ki kendileri ruhen ve zihnen hazırlıklı ve kıvamında
olsunlar. Tabiidir ki okuyucunun dinleyicilerle duygudaş / hemhal olması daha
iyidir, daha etkilidir.
İlk
sufilerin fikir, görüş ve kanatlarını konu alan kitaplara kaydedilen ve SEMA
meclislerinde okunan şiirlerin önemli bir kısmı sufilere ait ve dini nitelikte
de değildir.
Adamın
biri Şibli’ye sormuş: “ALLAH’a tuzak kurdular
ama ALLAH da onlara tuzak kurdu” [14]
mealindeki ayetin yorumu nedir? Şibli: ‘‘ALLAH onları
değiştirmeyi isteseydi değiştirirdi ama onları halleriyle baş başa bırakt”
diye cevap verdi ama bunun soru sahibini ikna etmediğini görünce dedi ki: “Şurada
tanbur çalan kadının şu şarkıyı söylediğini işitmedin mi?”
Başkası
yaptığında çirkin gördüğüm şey, (Ey Sevgili) sen yapınca güzel oluyor bence.
Nereden nereye, o ne söylüyor, bu ne anlıyor?
İmam
Gazali beşeri hususları konu alan şiirlerin dini meselelere uyarlanmasının ve
bu şekilde algılanmasının caiz olduğunu söyler. Ona göre böyle bir şiiri
dileyen onu ALLAH’la
kendisi arasındaki ilişkilere veya bizzat kendi hallerine uygun düşecek şekilde
anlamlandırabilir, algılayabilir. [15]
Özellikle bazı şarkı ve türküler bu niyet ve anlayışla dinlenirse müminin dini
ve manevi hayatında olumlu ve yararlı etkiler bırakır.
SEMA
/ Tasavvufi Musiki dediğimizde dini mahiyette bir musiki anlaşıldığından bunun
içinde daima ALLAH
Teâlâ, O’nun sıfatları, isimleri, fiilleri, ilahi hakikatlar, Rabbani sırlar ve hikmetler; (münaacatlar,
Tevhidler, ilahiler), Peygamberler, onların üstün nitelikleri, Hak Teâlâ ile ilgili
olan ilişkileri (Naatlar, Salâvat-ı Şerifeler); Kur’an-ı Kerim ve ondaki hikmet,
ibret, esrar, ahiret, cennet, cehennem; ahlak, edeb, erkân, vaaz, nasihat gibi
hususlar akla gelir. Güftelerin konusu bunlar olduğu gibi beste ve nağmelerin
de bunların anlamlarını etkili ve duygulu bir şekilde yansıtan ve ruhlara
işleyen bir nitelikte, renkte ve tonda olması lazımdır.
Bu
nitelikte bir SEMA;
dinleyeni mana âleminin engin fezasına götürür, oradaki ilahi esrar ve
hakikatlerle tanıştırır.
Zunnun
Mısri: Güzel ses / SEMA yüce ALLAH’ın temiz ve hoş olan her şeye tevdi etmiş
olduğu hitaplar (ilahi hitaplar) ve işaretlerdir.[16]
Ebu
Yakub Nehrecori: SEMA yanış vakti (ilahı) sırlara dönüşe işaret eden bir haldir.
[17]
Ebu
Abdullah Nebaci: SEMA fikri uyaran ve ibret veren şeydir. Geri kalanı fitnedir.[18]
Bündar
b. Hüseyn: Hoş seda / SEMA icabet eden bir hikmet, selamete erdiren bir
alet, yumuşak bir ses ve latif bir dildir. Her şeyi bilen ve her şeye Kadir
olan Hak Teâlâ bunu böyle takdir etmiştir. [19]
Ebu
Ali Ruzbari: SEMA
sırları keşfederek Sevgiliyi Temaşa etmektir. [20]
Sehl
b. Abdullah Tüsteri: SEMA öyle bir ilimdir ki onun ne olduğunu sadece ALLAH
bilir. [21]
Ebu
Osman Mağribi: Hak ehlinin gönülleri (ilahı) huzurda, (can) kulakları ise
açıktır. [22] SEMA’ı
huzurlu bir kalple can kulağı ile dinlerler.
Yahya
b. Muaz er-Razi: Güzel ses / SEMA içinde ALLAH sevgisi bulunan bir kalbe ALLAH’tan
gelen bir rahatlama halidir. [23]
Başka
bir Sufi: Hoş nağmeler ilahı ateş / sevgi ile yanan kalpleri ferahlatmak için ALLAH Teâlâ’dan
gelen bir rahatlama halidir.[24]
demiştir.
KUR’AN, İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN
HİKMET VE SIRRI
İlk
sufiler Kur’an, ilahi ve vaaz dinlemeye de SEMA derlerdi. Kur’an dinlemek de ilahi gibi
dinleyeni derinden etkiler.
1- Sema’ul-Kur’an:
Kur’an’ı okuyan okuduğunu ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinleyen, bundan gayrı
ruhi bir SEMA’a
ihtiyaç duymayan sufiler vardır. ALLAH sözlerin en güzelini, birbiriyle uyumlu ve
tekrarı bıktırmayan bir hitap halinde indirdi. “Rablerinden korkanların bu kitabın
etkisinden tüyleri ürperir” [25]
“Derken
bedenleri de, gönülleri de ALLAH’ın zikrine ısınıp yumuşar...”[26] “Onlar ki ALLAH zikredildiğinde kalpleri titrer...”
[27]
“Kalpler
ancak ALLAH’ın zikriyle huzur bulur...” [28]
Bu ayetlerde geçen ürperme, titreme gibi fiil ve hareketler Kur’ an dinlemenin
neticeleridir. Demek ki Kur’an’ın, dinleyicileri üzerinde bu tür tesirleri
vardır. Bunlar birer his, heyecan ve VECD halidir. Burada hem SEMA / dinleme, hem VECD /
etkilenme hali mevcuttur.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rahmet ayetlerini okur veya dinlerken
sevinir, neşelenir; azap ayetlerine geldiğinde üzülür, kaygılanır ve ALLAH’a
sığınırdı.[29] Bunlar Hz. Peygamberde görülen SEMA ve VECD
halleridir. [30]
Sufiye
demişler: Gel, ünlü hadis âlimi Abdurrezzak’a gidip hadis SEMA eden Abdurrezzak’tan SEMA
neylesin.[31]
Sufilerin kendilerine özgü bir Kur’an SEMA anlayışları vardır. Ca’fer-i Sadık: ALLAH,
kullarına kelamında tecelli etmiştir ama O’nu göremiyorlar, demişti. [32]
Namaz
kılarken Ca’fer-i Sadık bir defa kendinden geçmişti. Kendine gelince sordular:
Ne oldu? Dedi ki: Bir ayeti okuyor, onu tekrar tekrar kalbimden geçiriyordum.
Derken Kelamullah’ı mütekelliminden işittim ve olan oldu. [33]
Hâkimlerden
biri anlatıyor: Kur’an okur ama bunun hazzına varamazdım. Okumaya devam ettim.
Öyle bir mertebeye erdim ki sanki ALLAH Resul’u ashabına Kur’ an okuyor ve onların
içinde olduğum halde ben de O’nu dinliyordum. Okumaya daha büyük bir hevesle
devam ettim. Sonuçta öyle bir hal oldu ki sanki Cebrail Kur’an’ı ALLAH
Resul’une okuyor ve ben de O’nunla birlikte bunu dinliyordum. Okumamı şevkle
sürdürdüm. Nihayet Kelamullah’ı mütekelliminden, Kur’an’ı ALLAH Teâlâ’dan SEMA ettim, dinledim.[34]
Kur’an
okurken benzi sararan, titreyen, gözyaşı döken, hatta kendinden geçen sufiler
vardır. Onların SEMA’ı
bu olmuştur.
Arifler,
mütekellimin sıfatlarını kelamında
görürler. Takva sahipleri Kur’an okurken
ALLAH’ın
kendilerine hitap ettiği hissini taşırlar. Müridler Kur’an okurken dua ve
niyazla ALLAH’a
hitap etme anlayışına sahip olmaya çalışırlar.[35]
Takva
sahibi bir mü’minin güzel sesiyle huşu’ içinde tertil ettiği Kur’an’ı SEMA
edenlerin bundan nasıl etkilendiklerini her yerde gözlemlemek mümkündür.
Sufi
el-Havvas’a sormuşlar: İlahi dinlediği zaman hareket eden ve coşan bir kimse
Kur’an dinlediğinde neden aynı tepkiyi göstermiyor? Demiş ki: Kur’ an’ın SEMA’ı
şiddetli bir etki yapar, bu etkiye maruz kalan bir kimse kımıldayamaz.
İlahilerin SEMA’ı
ise rahatlık verir ve coşturur. [36]
El-Havvas’a
sorulan sorular her zaman sorulduğundan sufiler bunun sebeplerini açık bir
şekilde açıklamışlardır. [37]
İlk
dönem Müslümanları Allah’ın adaleti karşısında duydukları sorumluluk bilinciyle
bütün amellerini mekaniklikten kurtararak ahlakî ve edebî bir veche kazandırmaya çalışmışlardır.
Kur’an’ın
temel niteliklerinden biri nazım oluşudur, cümleleri ve kelimeleri arasında
güçlü bir musiki vardır. Yani şiir olmadığı halde Kur’an’ın ibareleri ses
itibariyle ahenkli, ölçülü, etkileyici ve bedii hisleri uyarıcı bir özelliktedir.
Kur’an’daki ses ve söz örgüsü çok mükemmel olduğundan nazm ve lafz itibariyle
de bu ilahi kitap mucize / harika
sayılmıştır.
Hz.
Peygamber’in de hem Kur’an’ın güzel sesle kıraat ve tilavet edilmesine, hem de
şiirlerin ezgilerle ilahi ya da türkü şeklinde söylenmesine mü’minleri teşvik
ettiği bilinmektedir. [38]
Hz.
Peygamber’in yaşadığı asırla onu izleyen asır dini hayatın zühd, takva ve
ibadet ağırlıklı olarak yaşandığı asırlar olmuştur. Bu dönemde ihtiyaç fazlası
dünyevi mübah nimetlerden uzak kalmak zühd ve takvanın gereği sayılmış, SEMA/musiki
de bu kategoriye dâhil edilmiştir.
Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in âlem-i cemale teşrifinden sonra bu
dağınık vesikaların, sıhhatinde ve vüsukunda ittifak olunan ayetlerin bir
araya getirilmesini ilk defa düşünen ikinci halife-i müslimin Hz. Ömer’dir.
Hz.Ömer, İslamlığı sabit ve kesin esaslara bağlamak isteyen ilk halife-i müslimindir.
Lakin
Kur’anın toplanması üçüncü halife Hz.Osman zamanında kabil olabilmiştir.
Dağınık vesikaların ve hafızalardaki ayetlerin bir araya getirilmesi işi
yapılırken ayetler “nüzul” sıralarına göre sıralanmak, ahkâma göre fasıllara
ayırmak, “Nasih” ve “Mensûh” olanlar karıştırılmamak gibi kayıtlara bağlı kalınmamıştır.
Sadece ayetlerin uzunluk ve kısalıklarına, cümle sonlarındaki “seci” ve “kafiye”lere,
nihayet Mekke’de veya Medine’de nazil oluşlarına göre bir tasnif yapılmış,
nüzul sebepleri olan hadiseler ve şahıslar hakkında bir repertuar yapılmasına
lüzum görülmemiştir.
Yani,
tertip işinde ilmi ve hukuki bir metot takip olunmayarak sadece edebi bir saikle hareket edilmiştir.
Bundan başka Arap yazısının vuayelden mahrum bulunması, noktalama ve
harekeleme usullerinin vakti ile tatbik edilmemesi yüzünden de ayetlerin
okunuşu, manalara tesir edecek şekillerde tenevvü etmiştir. Bundan dolayı,
birçok Kıraat, yani okuma tarzları meydana çıkmış, bunlar arasında da en makbul
ve muteber olarak yedi tanesi, daha doğrusu on türlüsü “sahih” olarak
sayılmıştır. Buradan da görüldüğü gibi Kur’an’ın 7 veya 10 makamda okunması ne
kadar manidar ve hikmetli sırlar göstermektedir. Kur’an’ın manasının musikisine
işaret ediliyor.
Yine
de söz konusu iki asırda din dışı / profan musiki önemli bir gelişme
göstermiş, bu durum Kur’an’ın kıraatına ve tertiline yansıdığı gibi konusu din
ve takva olan şiirlerin / zühdiyat
ilahiler şeklinde okunup terennüm edilmesine de sebep olmuştur. İşte ilk
sufilerin SEMA
/ musiki anlayışı böyle bir
zeminde vücuda gelmiş, zamanla neşv-u nema bulmuş ve gelişmiştir. Söz konusu
iki asırda yaşamış olan ve sufi olmayan takva sahibi büyük imam ve âlimlerden
bir kısmının SEMA
ve ğınaa / musikiye karşı
olmalarının yanında diğer kısmının buna taraftar olmaları en azından belli
ölçüler içinde caiz ve mübah görmeleri sufileri SEMA konusunda etkilemiştir.
Bahsedilen
sebeplerden dolayı hicri ilk iki asırda yaşamış olan ve zahid / zühhad, abid / ubbad, nasik / nüssak ve kari i ku’ra gibi isimler verilen büyük
dindarların SEMA
konusunda söyledikleri fazla bir söz ve açıklama yoktur. Çünkü bu dönemde SEMA
onların tasavvufi ve ruhani yaşantılarının önemli bir parçası değildi. SEMA
(dini - tasavvufi musiki) ile ilgili yorumlar ve değerlendirmeler Hicri 3 / Miladi 9. Asırda yaşamış olan
sufilerle başlamıştır. Çünkü bu dönemden itibaren SEMA tasavvufi hayatın önemli bir
parçası haline gelmiştir.
Peygamberimiz
‘SAV)’in “Kur’an’ı güzel sesinizle ziynetlendiriniz.”[39]
tavsiyesi vardır. Bilal-i Habeşi’ye ezan okuması için “Erihna
Ya Bilal!”[40]
hitabında bulunan Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) güzel bir
okuyuşa sahip Muaz Bin Cebel’den de güzel makamlarda Kur’an-ı Kerim okumasını
isterdi.
Sema
lugatte duymak işitmek anlamına gelir. ALLAH’ın
yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’in nuzulü “oku”[41] diye
başlar. Okuyan, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gibi kendine ait her türlü istek ve arzudan geçip ALLAH’a ayna olur. ALLAH’ın söylediğini aynasında yansıtan, ney’e benzeyen bir kâmil
olunca, okunan kulağa geldiğinde manası ile ruhu ve
sesleri ile de vucudu harekete geçer.
İşte
Kur’an’ın manasının musikisini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkulu
vecd haliyle dönmeye sema denir.
Kâtip
Çelebi bu konuda şöyle diyor:
“Namelerin
ruh ve beden üzerinde tesiri olduğundan hükema şöyle demiştir: Şol kimsenin ki
ruhu nefsine galip ola, tasfiye ve riyazetle nefsi emareyi kahr eyleyüp beden
memleketinde hâkimiyet dizginini ruh sultanının eline vere, nameleri ve musikal
sesleri dinlemek ruhu ruhaniyet canibine tahrik edip telluh ve mebde-i evvel
evsafı ile ittisa ve teşşebühe şevk verir.”
2)
Vaaz SEMA
Etme: Hitabet, şiir ve musiki gibi güzel sanatlardan bir sanattır. Konuşmanın
sırrına vakıf takva sahibi salih bir din âlimi kürsüde vaaz ederken veya minberde
hutbe okurken fasih, beliğ ve etkili konuşmasıyla cemaatını bazen ağlatır,
bazen coşturur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sohbet
meclislerinde onun konuşmasından etkilenip duygulananlar, heyecanlananlar,
gözyaşı dökenler ve hatta kendinden geçenler olurdu. Benzeri haller sufilerin
sohbet meclislerinde de görülür ve bu da vaaz ve nasihatı SEMA / dinleme adını alır.
NEY’İN SIRRI KEMAL’E YOLCULUK
HİKMET VE SIRLARI
Hz.
Mevlana’nın, Mesnevi’sine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm,
tasavvuf ehli nezdinde ayrı bir öneme haizdir. Muhteva ve mana olarak eserin
aynı zamanda ‘önsöz’ü mesabesinde olan bu kısım birçok müellif tarafından
önemine binaen geniş bir şekilde değerlendirilmiştir, hatta sadece bu kısıma
ait şerhler kaleme almışlardır. Bu bağlamda Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti,
Mevlana’nın fikri yüceliğini ve onun eserinin mana zenginliğini gösteren bir
numunedir denilebilir. Bu on sekiz beyit, Mesnevi’nin adeta bir ‘Fatiha’sı
olarak da telakki edilmektedir. Bu beyitlerin bir başka hususiyeti de, bizzat
Hazret-i Mevlana tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Eserin geri kalan kısmı
ise Hz. Mevlana tarafından dikte edilerek, Çelebi Hüsameddin tarafından
yazılmıştır.
Burada
‘İnsan-ı
kâmil’in remzi olan “ney”in iki temel vasfı üzerinde
durulmaktadır. Birincisi onun ‘sır’rı, ikincisi de onun bu sırrı da
içerisinde barındıran ‘inilti’si! Burada eserin ilk
kelimesi olan ‘Dinle!’ emriyle de insanın bu sır ve iniltiye kulak vermesinin
varlığını ve mahiyetini idrak noktasında onun için vazgeçilmezliğine dikkat
çekilir.
Tasavvufi
düşüncede bir bakıma ebediyet yolcusu olan insanoğlunun bu yolda celal ve cemal
tecellileri ile karşılaşması mukadderdir. Bu yolculuğun önemli bir bölümü olan
dünya hayatı; ömürle sınırlı ve ebediyetin kendisiyle kazanılacağı bir ara
mekândır. Bu mekândaki dikkatli ve hassas olunması gereken yolculuğun kolayca
amacına ulaşması, ya da bu yolda nihai hedefe, menzile ulaşılması ancak kâmil
bir mürşid’in rehberliğinde gerçekleşecektir. Kendisi de bu yolun yolcusu olan
kemal ehlinin Mevlana düşüncesinde ve özellikle Mesnevi’nin hemen başında yer
alan bu on sekiz beyitlik bölümde ney ile temsil edilmesi manidardır. Onun
iniltileri de bu rehberlikte cemal ve celal tecellilerinin etkisiyle elde etmiş
olduğu tecrübelerin bu yolda yeni olanlara intikal ettirilmesinden başka bir
şey değildir.
Hazret-i
Mevlana, İnsan-ı kâmil’in gönül nağmelerini, başından geçenleri, yani kendi
halini ney’in feryadı olarak anlatmaktadır. O daha söze başlarken “Dinle!”
diyerek dikkatleri celbetmiş sonra da; “Sırrım feryadımdan uzak değildir, sırrım
feryadım içindedir” diyerek ma’rifet yolunun sır kapılarını
aralamıştır.
Onun
“Dinle!” sözüne kulak verirsek bakın nelerle karşılaşıyoruz:
Dinle,
bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni
kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın, herkes ağlayıp
inledi.
Ayrılıktan
parça parça olmuş kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından
uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben
her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes
kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim
esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten
candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye
izin yok.
Bu
neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun! Aşk ateşidir ki
neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney,
dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi
yırttı.
Ney
gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim
gördü?
Ney,
kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu
aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri
yoktur.
Bizim
gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler
geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen
kal!
Balıktan
başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham,
pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.
İnsan-ı
kâmil, yani “ney” bu ateşli iniltiler ve gönül yangınlarıyla rehberlik ettiği
insana kendisinin her merhalesini bin bir meşakkatle geçtiği o yolda başından
geçenleri aktarıyor:
“Benim
önceleri anavatanım bir kamışlık idi. Köklerim su ve topraktaydı. Esen
rüzgârlara uyar, ahenkle salınırdım. Fakat bir gün beni kamışlıktan kesip,
vücudumu aşk ateşiyle dağlamak suretiyle yakıp deldiler. Vücudumda çeşitli
yaralar açtılar. Sonra beni bir ulvi nefeslinin eline ve dudaklarına teslim
ettiler. Onun aşkının sıcak nefesi benim içimden geçti ve bu nefes, benim
derunumda aşktan başka ne varsa hepsini silip süpürdü. Bundan sonra aşk ile
inleyip, feryad ü figan ettim. Aslında benim bu feryadım ve iniltim, içimdeki
sonsuz-ilahi sırları söylemektedir. Ancak gözleri bulanık gören ve kulakları
iyi duymayan kimselerde benim bu sırlarımı görecek göz nuru ve söylediğim
hakikatleri anlayacak kulak hassasiyeti yoktur!”
Hazret-i
Mevlana, ney’in sadası ile ulvi duygulara ulaşılmasını arzu eder. Ney’in ait
olduğu yer olan sazlık ya da neyistan, bir semboldür ve bununla anlatılmak
istenilen remzi anlam şudur:
“İnsan
ezel âleminde Hak ile beraber idi. İnsan geçmişteki bu beraberliği
hatırlamalıdır. Cenab-ı Hakk; “İnsan’a ruhumdan bir
nefha üfledim!”[42]
buyurur. İnsanın ruh dünyası ALLAH’tan bir nefha
ve sır taşımaktadır. Bunun farkına varan ney, ya da insan-ı kâmil de, bu
ayrılığın acısı ve vuslat arzusu ile yanıp tutuşmakta ve bütün bu feryad-ü
figanı bundan kaynaklanmaktadır.”
Hazret-i
Mevlana, ney’i, nefsanî arzulardan kurtulmuş, benliğini yok etmiş, aşk-ı ilahi
ile dolmuş insan-ı kâmil’in sembolü olarak ele alır. Ney’in inleyiş ve feryadı,
kamışlıktan, yani aslından ayrı düştüğü içindir. İnsan da, bu dünyaya ezel
âleminden, yani Hakk’a yakınlık dergâhından imtihan olarak sürgün edilmiştir.
Dolayısıyla Hak’tan ayrı düştüğü için muzdariptir. İnsan, kemali aradığı ve
buldukları ile kâmil olduğu ölçüde şu gurbet diyarında, elem ve keder içinde çırpındıkça ruhlar âlemindeki mutluluğunun
hasretiyIe yanacaktır. Böylece bedenen olmasa da ruhen yabancı olduğu ve sürgün
gibi yaşadığı bu fani ikametgâha aldanmadan vuslat âlemine doğru kanat
çırpmanın gayret ve iştiyakı içinde tıpkı ney’in feryad etmesi gibi ömür boyu
feryad edecektir. Yine insan bu dünyada bir ten kafesindedir. Ten ise, ilahi
vuslata engel teşkil eder. Bu sebeple kemal ehli için ten kafesi, bir
hapishanedir ve daim derin bir hicran ve hasret ateşine vesile olmuştur. Bu
ateşin yakıcılığıyla gönlün feryadı yükselir ki, bu da aynen neyin içli
nağmeleri gibidir. Öyleki, hem vuslatın ve hem de Hak’tan ayrılığın sırlarını
anlatır. Dolayısıyla ney dinleyenler, yani ayrılık ve kavuşma sırlarına kulak
veren kadın-erkek herkes, aynı şekilde feryad-ü figan eyler.
Hâsılı
ALLAH
aşkı ve muhabbeti ile dolu olanları içinde yüzdükleri aşk deryası kandıramaz.
Ama bu sevgi ve aşktan mahrum olanlar ise, bomboş geçen bir ömür içinde
çırpınır dururlar. Böyle ham ruhlar da, elbette ki has ve kâmil ruhların
halinden, onların ulvi nimet ve mazhariyetlerinden habersiz ve mahrum kalırlar
ve böylelerine asla söz tesir etmez.
Netice itibariyle; “Dinle!” ikazı ile
başlayıp: “Hal-i hass’dan anlamaz bir türlü ham, Söz az olsun, özlü olsun
vesselam!” dizeleriyle son bulan Mesnevi’nin on sekiz beyitlik bu
girişi, genel olarak ve külli bir yaklaşımla bakıldığında önemli bilgiler ve
manevi sırlar ihtiva etmektedir. Hazreti Mevlana, bu beyitlerde bizlere adeta
varlığın seyrini, nereden kalkıp nereye doğru yol aldığını ve sonunda nereye
varacağını ifade etmektedir.
Bir
mütefekkir, Mevlana’nın deruni hallerini idrak etmekte insanların acziyetini şu
şekilde ifade eder:
“Biz,
Mevlana Celaleddin’in VECD’inin feryatlarını
dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin
ta dibinden sıyrılıp, ta suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazreti
Mevlana’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik.
Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine
yalnız o daldı. Bize VECD’inin fırtınasından
çıkan sesler kaldı. Heyhat! Onu Mevlana zannediyoruz!”
Mevlana,
gönlündeki sırları herkesin idrak edemeyeceğini, ancak kendisi gibi vuslat
ateşiyle yanan âşık ruhların anlayabileceğini ifade eder.
“İştiyak
ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir
gönül isterim.”
Mevlana
eserlerinde kâmil insan aramaktadır ve gündüz elinde fener insan arayan Diyojen’e
göndermelerde bulunarak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu dile getirir. Aslında
bu arayış ve çaba, varlıkların en şereflisi olan kâmil insan arayışıdır. Ve
arayışlar, içli bir feryad haline dönüştüğü an, aranan bulunacaktır. Bu özlem
ve iştiyaktan uzak olan gönülden hiçbir sonuç alınamaz. Çünkü aşk, arzu ve
iştiyak içerisinde feryad etmekle başlar. Celal ve cemal dalgaları ile dolu bu
dünyanın ebediyete uzanan rotasında yalpalamadan yol alabilmek ancak bu aşk, VECD ve
gönül sızıları ile gerçekleşecektir.
SEMA’DAKİ HİKMET VE SIRLAR
Mevlana
ile tanınan ve âlem-ı cemale irtihalinden sonra onun adına tesis edilen
Mevleviliğin tarikat ayinine isim olan SEMA; Arapça bir kelime olup lügate; ‘dinlemek,
işitmek, kulak vermek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma’ gibi
anlamlara gelir. Terim olarak ise; musiki namelerini dinlemeye, dinlerken VECD’e
gelip harekette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynayıp raksetmeye, tasavvuf
ehlinin cezbe haliyle ayakta zikretmelerine verilen isim olmuştur.
Mevlevilerin
belli günlerde bir araya gelip yaptıkları SEMA zikri’ne ‘Mukabele’, SEMA
gününe de ‘Mukabele Günü’ denilmiştir. Mevlana zamanında bir nizama bağlı
kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle icra edilen SEMA,
daha sonraki devirlerde Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanında Pir Adil
Çelebi zamanına kadar geçen süre içinde bir nizama bağlanmış; icrası öğrenilir
ve öğretilir olmuştur. Böylece 15. Yüzyılda son şeklini alan SEMA
Töreni’ne daha sonra sadece 17. Yüzyılda ‘Na’t-ı Peygamberi’ eklenmiştir.
SEMA’nın
yapıldığı alana ‘Semahane’ denilir. Mevlevilikte semahanenin dairevi şeklinden,
Mevlevilerin üzerine giydiği elbiseye, üstüne oturdukları postların renklerinden
SEMA
esnasındaki hareketlerine kadar her şeyin bir anlamı vardır.
Mevlana
zamanında vakte bağlı olmaksızın VECD hali zuhur ettiğinde yapılan SEMA,
Mevlana’dan sonra genellikle Cuma veya öğle namazını müteakib icra edilmiştir. SEMA
yapılacak gün namazını kılan dervişler, hepsi birden manevi huzur içinde oturur
ve tıpkı evreni oluşturan unsurların bir araya gelmesi ile çokluk âlemine ilk
defa geliyor gibi beklemeye başlarlar.
SEMA
töreni 17. Yüzyıl bestekârlarından Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin Rast
makamında bestelediği Na’t-ı Şerif ile başlar. Na’t-ı Şerif kâinatın
yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i öven, Hz. Mevlana’nın bir şiiridir. Bu na’tı, naathan
ayakta ve musikisiz okur. Hazır bulunanlar manaya vakıf olma arzusuyla nat-ı
şerifi can kulağı ile dinler. Böylece görünen dünyayı kuşatan eşyaların özünde
saklı bulunan hakikati anlamak için bir ‘kalb-i hafız’a (hatırlayan bir
kalbe) sahip olurlar.
Na’tı,
bir kudüm sesi izler. ALLAH’ın kâinatı yaratılışındaki “Ol” emrini sembolize eden bu kudüm sesinin ardından,
kâinata ruh verilmesini ve ilahi nefesi (ilk nefes) temsil eden ney taksimi
başlar. Taksim yapan neyzenin taksiminden dağılan nağmeler ve icra ettiği
makamdır; ALLAH’ın
tecellilerine dalmış ve O’nun varlığında kendini yok etmiş ölmeden önce ölmek
sırrına ermiş, nefislerini çekici dünya hevesleri karşısında dizginlemiş Salih
insanların durumlarına işaret kabul edilir. Yine Mevlevilere göre; ney’in sesi
aynı zamanda bütün yaratılmışların yok olacağını ve ölümden sonra âlem-i
berzahta bir süre hareketsiz ve sessiz bekleyeceklerini haber vermektedir.
Kısa
süren bu ney taksimin ardından kudümzenbaşı nın kudüme ilk vuruşuyla birlikte
şeyh ve Semazenler ALLAH’ın insanın önce cansız bedenini yaratması
sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmesine, böylece evreninin oluşumuna ve
can buluşuna misal olmak üzere hep birlikte içlerinden “ALLAH” diyerek ellerini yere vurur
ve birden ayağa kalkarlar. Bu aynı zamanda Kur’an ayetlerinde bildirilen
yeniden dirilme ve bir araya toplanma gününe de işaret sayılmıştır.
Sema
lugatte duymak işitmek anlamına gelir. ALLAH’ın
yüce kitabı Kur’an-ı Kerim “oku” [43]diye
başlar. Okuyan, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi kendine ait her
türlü istek ve arzudan geçip ALLAH’a
ayna olmuş, ALLAH’ın söylediğini aynasında
yansıtan, ney’e benzeyen bir kâmil olunca, okunan kulağa geldiğinde manası ile
ruhu ve sesleri ile de vucudu harekete geçer.
İşte
Kur’an’ın manasının musikisini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla
raks etmeye ve dönmeye sema denir.
O
halde insanı yaratanına götürmeyen bir musiki ile dönme
SEMA olmuyor...
Evet,
efendim SEMA
ruhtan kaynaklanmalıdır cesetten değil. SEMA’nın sağdan sola kalbin etrafında çark atıp
dönerek ALLAH’ın
sonsuzluğuna teslim oluşu anlatan bir ibadet olduğunu unutmamak gerekir.
Hareket ve dönme varlıkların var olma sebeplerinin başında gelenidir. Makro ve
mikro âlemin yani kâinat ve atom’un çevresindeki elektronlar sistem üzere
dönerek var olurlar. Evet, her zerre her mevcut daima harekettedir ve dervişler
gibi daim SEMA’dadır.
Kâbe’de
nasıl merkez gönülse, SEMA’da da merkez mürşidin gönlüdür ki o gönül ALLAH’ın
nuru makamındadır. Ayet-i kerimede de buyrulduğu gibi “ALLAH
göklerin ve yerin nurudur.” [44]
SEMA’yı
yani dönmeyi Kâbe’nin etrafındaki tavafa benzeterek şöyle diyebiliriz; Hacılar
gönül makamı olan Kâbe’nin etrafında dönerek günahlarından arınırlar. SEMA
eden derviş de kendi gönlünün etrafında dönerek kötü duygulardan arınır. Çünkü
dönen cisim, kendinden olmayan şeyleri dışarıya fırlatır, atar. Bunun anlamı da
kalbe küfrü (yani ikiliği; her yaratılmışta ALLAH’ı görememek küfürdür)
sokmayacaksın, girmişse de atacaksın demektir.
Mevleviliğin
sembol zikri SEMA’da
da maksat ve niyet ruhen yükselmek, ALLAH’a giden yolda mesafe almaktır. SEMA’daki
dönme hareketi, musikinin nağmeleri ile birleşir, her çark atışta zikredilen “ALLAH”
ism-i celalinin feyzi, gönlü bir ağ gibi sarar, kuşatır, dervişi eritir,
şeffaflaştırır, bir nur sütunu halinde Hakk’a yüceltir.
Musikinin
nasıl bir işlevi var burada?
Mevlan’nın
da müşahede ettiği gibi, hiçbir sanat, insan ruhuna musiki kadar doğrudan
doğruya ve içinden kavrayacak şekilde nüfuz edemez. Bundan dolayıdır ki musiki,
son derece değerli bir manevi temizlenme, ferahlanma ve yücelme vasıtasıdır.
Ruhu, kendisine bulaşan pas ve kirlerden temizlediği gibi, ona arız olan
dikenleri de ayıklayarak tedavi eder. Musikinin tedavi edici kudretini çok iyi
bilen ecdadımız, bundan dolayı onu akıl hastanelerinde kullanmış; hangi
makamın, hangi rahatsızlığa iyi geldiğini tespit edecek kadar bu sahada
derinleşmiştir.
Musikinin
sihri, dönmeyi kamçılar; lafza-i celal kalbin pencerelerini aralar, gönle akan
feyz-i ilahi mayalanır da mayalanır, coşar, taşar, yanar, yandırır, bütün
güzelliklerin harman olduğu meydan-ı şerifin manevi burçlarından yükselen
görülmez merdivenlerle Semalara yükselen derviş, tevhid (birlik)
güzelliklerinin gülzarına (gülbahçesi) konar ve SEMA’ına orada devam eder.
Semazeni
koynuna alan tevhid de (ALLAH’ın her yaratılmışta aynadaki akis gibi tecelli
ettiğini görüp yaratandan ötürü yaratılmışa hürmet etmek) SEMAa başlar; böyle bir SEMA,
bitmeyen senfoninin bitmeyen SEMAıdır.
SEMA,
kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcıya olan aşk ile
harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip İnsanı Kamil’e doğru yönelişini ifade
eder.
Benliğinden
ölü olan Mevlevi dervişinin, başındaki sikkesi nefsinin mezar taşı, giydiği
tennuresi nefsinin kefeni, sırtındaki hırkası nefsinin kabridir.
Semahane
nedir?
Semahane
kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mana âlemidir.
Semahane denilen yer, nefis ile muharebe halinde olunduğundan, sanki bir
muharebe meydanıdır. Nitekim Resulullah, cihaddan avdet buyurdukları vakit: “Biz küçük cihaddan büyük cihada avdet ettik.”[45] buyururlardı.
Sancaklar, teberler, topuzlar bir arada ilahiler, naatlar, tevşihler okuyan
zakirlerin, birer asker sayılan dervişleri nefis muharebesine teşvik edip o
heyecanı uyandırmaları, hep insanın yüksek duygulara doğru yol alması içindir
ve bütün bu ilahi nağmeler, sesler, sözler bakınız bunlar ile ne diyoruz? ALLAH
diyoruz. Davulla dümbelekle hep onu söylüyoruz, demektir.
Semazenler
sanırım abdest alarak Semahaneye giriyorlar... Bunun özel bir anlamı var mı?
Abdest
almak su ile ilişki kurmak dirilmek demektir. Su may-i hayattır. İnsan bir
damla sudan yaratıldığı için yaratıldığı madde ile buluşması tekrar hayat
kazandırmaktadır. İnsan su vasıtası ile dirilerek ve temizlenerek ALLAH’ın
önünde hazır durur. Gönlünde duyduğun bir anlık cezbe yârin huzuru demektir ve
onunla olmak demektir. O cezbe haliyle nefes alıp vermek visalin ta kendisidir,
bayramdır. Çünkü yar ile birleşmektir.
Bütün
taat ve ibadetlerden maksat, hep huzuru bulmaktır. Zira huzur ile kılınan iki
rekât namaz huzursuz bin rekât namazdan daha üstün ve daha makbuldür.
Resulullah Efendimiz de; Huzursuz namaz, namaz değildir, buyurur.
İki
rekât namazı huzur ile kılmak, bin rekât namazı şuhutsuz kılmaktan aladır.
Huzursuz namaz yatıp kalkmaktan; huzursuz hac, sefer meşakkatinden; huzursuz oruç,
dilin damağına yapışmasından ibarettir. Huzurdan maksat edebdir. Bir kimse
zahiren abdest almakla bedenini temizlemiş olur. Hâlbuki günahlardan korunmak
ve temizlenmek için lazım olan su, ibadet ve hayır işlemektir. Kalbin ve
nefsin pisliklerini ve fena ahlaklarını gidermek için lazım olan su ise, ALLAH’ın
ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da
masivayı yani sana dünya olan bağları terk etmektir. İşte, insanın abdesti
böyle olmayınca yani aşk ve muhabbet çeşmesinde yıkanıp dört tekbiri bir
etmeyince, hakiki olarak SEMA yapılmış olmaz.
Dört
tekbiri bir etmek nedir, denilirse, dünyayı terk, ahirete terk, varlığı terk ve
terki de terktir. Bu abdesti alıp fena (yokluk) mertebesini bulduktan sonra,
nasıl istersen öyle hareket et. Çünkü o vakit amelinde cehil ve fiilinde de
günah yoktur. İşte bu mertebe ALLAH’la seyir mertebesidir ki, her şeyde
ikiliksiz ALLAH’la
olmaktır. Yani Kurb-ı Kâbe kavseyn-i ev edna (Sonra Muhammed’e yaklaştı,
derken daha da yaklaştı. O kadar ki birleştirilmiş iki yay arası kadar, hatta
daha da yakın oldu) mertebesi budur.
Abdestlerini
alan Semazenler, canlar, baş keserek Semahaneye girerler, kıdemlerine göre
kenarlarda dizilerek yerlerini alırlar. En kıdemli yer, şeyhin postuna en yakın
olan yerdir.
Hatt-ı
istiva ne anlama geliyor?
Semahanenin
giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen
bir çizgi, Semahaneyi iki yarım daireye böler. ‘Hatt-ı İstiva’ denilen bu
çizgi, Mevlevilerce kutsal sayılır ve asla üzerine basılmaz. Adeta sırat-ı
müstakimdir. (Hakk’ın zatıyla zatına tecellisinden ibaret olan Ahad’e ait
müşahedenin yoludur, tevhiddir) Semahanede Hatt-ı İstiva’nın başlangıcı olan
noktası, yani Şeyh’in bulunduğu yer ‘Mutlak Varlık Âlemi’ ni, bunun tam
karşısındaki, yani Hatt-ı İstiva’nın bitiş noktası ‘İnsan Mertebesi’ni simgeler.
Sırat-ı müstakime insan olarak girilir, ALLAH’ta yok olarak çıkılır. Hatt-ı İstiva bu
şekilde SEMA
yapılan alanı iki kısma ayırmış olur. Mutlak Varlık’tan İnsan’a inişi
simgeleyen kavis, görünen maddi âlem’e, İnsan’dan Mutlak Varlığa çıkışı
simgeleyen diğer kavis görünmeyen manevi âlem’e işaret eder. Buna seyr-i suluk
denir.
Bir
de ‘post’
var Mevlevilikte. Post’un Mevlevilikte ve diger turuk-i aliyyedeki anlamından
bahseder misiniz?
Mevlevilikte
tevhidin merkezi ve Hz. Mevlana’nın makamı sayılan Post, Hz. İbrahim
zamanından beri kullanılagelmektedir. Bilindiği gibi sınama mahiyet arzeden
ilahi bir yönlendirme ile Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i kurban edeceği esnada, ALLAH
tarafından, Cebrail vasıtasıyla bir koç gönderilmiş ve İbrahim, o koçu kurban
etmişti. Sonra İbrahim o koçun postu üzerine oturmuş ve namaz kılmıştı. İbrahim’den
sonra İsmail’e de peygamberlik verilmiş, İsmail de mezkûr posta oturmuştu. Daha
sonraları tarikat büyükleri, postu manevi makam sembolü olarak benimsemişler,
onlar da posta oturmuşlar. Post, ALLAH’ın kâmil insandaki tecellisinin maddi ifadesidir.
Şeyhin postu kızıl renkte olur. Güneş gurub ederken kızıl renge büründüğü ve
Hz. Mevlana da güneşin gurub ettiği sıralarda Hakk’a vasıl olduğu için kızıl
renk ‘vuslat rengi’ olarak benimsenmiştir. Aynı zamanda Lafza-ı Celal’in
nuru da kırmızı olduğu için Mevleviler Kırmızı post kullanmaktadır. Ölümün, ahirete doğuş ve ahiret gerçeği ile
bir araya geliş inancıyla da kızıl renk, ayrıca bir zuhur ve tecelli rengi
sayılmıştır. Güneş doğarken de sema kızıl bir renk alır. İkinci doğum sembolize
edilmiştir.
SEMA
neyle başlıyor?
‘Naat-i
Şerif’ ile başlar. Naat-i Peygamberi kâinatın yaratılmasına vesile
olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i
öven, Hz. Mevlana’nın bir şiiridir. 17. Yüzyıl bestekârlarından ‘Itri’
adıyla tanınan Buhürizade Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu naati,
naathan ayakta ve sazsız okur. Bu edeb anlatır. Naati, kudüm darbları izler. Bu
yüce yaratıcının kâinata “ol”
emridir. İslam inanışına göre ALLAH, insanın önce cansız bedenini yaratmış,
sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Naatden sonra yapılan ney
taksimi işte bu ilahi nefesi temsil eder.
Peki, ‘ney’in tasavvufi dilde manası nedir?
Ney,
kâmil insandır, peygamberin manasını aksettirir. Adeta Hz. Mevlana
anlatılmaktadır. Kamil insan, Hz. Mevlana’nın dediği gibi: “Ben
yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.” diyendir.
Ney
misali ruhlar âleminden yani sazlıktan koparılmış dünyaya gelerek, aşırı arzu
ve isteklerinden arınması için içi oyulmuş, sonra üzerine her musiki
namesindeki meşrebi anlatan insanların sesini verebilmesi için delikler
açılmış (bu yüzden kâmil insana ters gelen bir ses ve söz olamaz, her notanın
sahibidir o) ve kendisine ait hiçbir sesi kalmayana dek fırında yakılarak (ALLAH
aşkı ile yanarak) sadece üfleyenin sesini veren bir musiki aleti olmuştur.
Bu
yüzden ney kendine ait bir isteği ve arzusu olmayan ALLAH’ın sesini veren kâmil insanın
sembolüdür. “Benim Habibim nefsinin heveslerinden ve
arzularından söylemez. O’nun sözleri benim vahyimdir”[46].
Taksimi
ne izliyor?
Taksimden
sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve Semazenler, SEMA meydanında sağdan sola doğru
(dünyadan ahirete; sülük) dairevi bir yürüyüşe başlarlar. SEMA meydanını üç kez dolaşmaktan
ibaret olan bu yürüyüşe ‘Devr-i Veledi’ denir. Devr-i Veledi
esnasında Semazenler, postun önünde birbirlerinin yüzüne bakıp başkestikleri
ve birbirlerini saygıyla selamladıkları için Mevlevi ayini mukabele kelimesi
ile anılmıştır. Namazda yüzümüzü döndüğümüz ‘Kıble’ kelimesi de aynı
kökten gelmektedir. Namaz kılarken kıbleye yöneliyoruz, özde kıble de size
yöneliyor. Siz kıbleye saygı sunuyorsunuz, kıble de size saygılarını sunuyor.
Aslında
Kâbe, kıblenin bir sembolüdür; aslında aslolan insandır, Hazret-i İnsan. Kâbe’nin
mahiyeti, insanların müştereken tek ALLAH inancı etrafında birleşmeleri ve
odaklaşmalarıdır. Kur’an-ı Kerim’de: “İnsanlar arasında
haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse yorgun argın, nice uzak yoldan
develer üzerinde sana gelsinler.” [47] buyrulur.
Bu hacc ayeti, Kâbe’ye davet ayetidir. Böyle olduğu halde her şeyin mahiyetini
herkesten iyi bilen ve hâkim olan yüce ALLAH “Kâbe’ye gelsinler.” buyurmuyor da “Sana
gelsinler.” buyuruyor (Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i
kasd ediyor). Çünkü Kâbe de insan içindir, insan kâinatın amacı ve merkezidir. “Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman siz hemen
onun için secdeye kapanın.” [48]ayet-i
kerimesi hükmünce, meleklerin bile kendisine secde ile emrolunduğu en yüce varlıktır
insan. Ve insanın bu yüceliği, yüceler yücesi ALLAH’ın ruhunu taşımasından
kaynaklanmaktadır.
Hz.
Mevlana da “Beni insan olarak yarattığı için O’na binlerce şükür. ‘Her şeyi gören,
bilen bir aklım var’ diye kendini aldatma artık.” buyurmuştur. “Ve lekad kerremna beni Âdem” [49]
(Biz, hakikaten insanoğlunu şerefli kıldık.)” ayeti, insan için inmiştir ve
insandan başka hiçbir varlık bu denli ilahi iltifata mazhar olmamıştır.
Bütün
varlıklar insan içindir, insanın istifadesine arz olunmuştur. Ve Hz. Mevlana’nın
ifadesiyle “İnsan bir incidir.” varlık âleminin kolyesindeki en müstesna
inci. SEMA’da
merkezde kâmil insanın oluşu ve diğerlerinin ona benzemek amacıyla etrafında
dönüşü bu yüzdendir. Hz. Ali’nin: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi
sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür.” sözü insanların kulağına
küpe olmalıdır.
“Sultan
Veled devri” tabir edilen bölümde neler oluyor?
Şeyh
ve bütün Semazenler içlerinden “ALLAH”
diyerek, ellerini kuvvetle yere vurup ayağa kalkarlar. Devr-i Veledi’ye
başlamak üzere bu kalkış ölümden önce Sur sesiyle dirilmeye, ihtiyari ölümden,
benlikten, görece varlıktan sıyrıldıktan sonra Gerçek Varlık’ta hayat bulmaya
yönelmenin simgesidir. Bu ölüm aşırı arzu ve isteklerden sıyrılarak her şeyden
memnun olma derecesine ulaşmak böylece dünyada cenneti bularak, ALLAH’ın
huzurunda olmak ve cennette sabit kalmaktır. Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş
hali sur sesiyle başlar.
Dünyadaki
sur sesi mürşidin “Yolcu nereye gidiyorsun?” diye seslenişini duymaktır. Yolcu bu
hitabı duyar, titrer ve der ki; “Ben Peygamber’in mutluluk hattını ve
muhabbetini arıyorum” Buna rüşt yani buluğa erme denir. Sonra kendinden
daha üstün bir varlığın ona hükmettiğini hissetmeye başlar. Buna iman denir.
Sonra o varlığın üstünlüğünü ve kendi hiçliğini idrak eder buna tevbe denir.
Daha sonra ALLAH
onu sever ve hadis-i kutside dendiği gibi; “Kul nafile ibadetlerle ALLAH’a yaklaşınca Cenab-ı Hakk sevgisini onda başat
kılar. Kulun zahiri ve batını Hakk’ın nuruyla boyanır. O’nunla işitir, O’nunla
görür, O’nunla konuşur, O’nunla yürür.” Bu an beşerin insan olma ve
sırat-ı müstakime giriş anıdır. ALLAH’ın da ondan tecelli etmesi anıdır. İşte SEMA bu
makamların tamamlanışını anlatır.
Devr-i
Veledi, Semazenlerin birbirine üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi
yürüyüşüdür. Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır... SEMA meydanının sağ tarafından post
hizasına gelen Semazen, Hattı İstiva’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden
dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen Semazenle karşı karşıya gelir.
Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş
keserler. Buna ‘Mukabele’ denir. Hatt-ı İstiva’nın Mutlak Varlık Âlemi’ni
simgeleyen bu noktasında yapılan niyazla ALLAH’ın İnsan’daki zuhuru takdis edilmiş olur.
Postun tam karşısında Hatt-ı İstiva’nın SEMA meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada
da baş keser ve Hatt-ı İstiva’ya basmadan yürüyüşüne devam eder.
Üçüncü
devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledi
tamamlanır.
Bütün
bu devrin manevi anlam dünyasında neler yatıyor?
Mutlak
Varlık’tan çıkarak üç âlemde, cansızlar, bitkiler ve canlılar âleminde seyir
etmiş olurlar. Bu devirler, ALLAH’ın halifesi olan şeyh denilen manevi
terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakikat’i ‘İlme’l-yakın’ olarak bilişi,
‘Ayne’l-yakın’
olarak görüşü, ‘Hakka’l-yakın’ olarak da O’na erişi sembolize eder. İlm-el
yakin Hz. Musa’nın makamıdır ki ALLAH’ı ilimle bilmeyi anlatır. Bu yüce makamda o
yüce sultan “Ya Rabbi bana kendini göster!” diye istekte bulunmuş ve
bilgisinin ona yetmediğini ilan etmiştir. ALLAH da onun bu isteğini kendisine bir mürşid göndererek
(Hızır), bütün ilimlerin ötesindeki ilmi öğreterek (ilm-i ledün) onu
cevaplandırmıştır. Musa, İsa makamına yükselerek bildiği şeyleri görmeye, yani
ruhunda hissetmeye başlar. Görmenin sonu sevdiğinde yok olmak devri Hz.
Muhammed makamıdır. O kadar ALLAH’ın emrine tabi olmuştur ki normal bir insan
gibi hayatını sürdürmüştür.
Kudümzenbaşının
Devr-i Veledi’nin bittiğini ikaz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim
yapar ve ayin çalınmaya başlar. Semazen üzerindeki siyah hırkayı (yokluk)
çıkararak, sembolik olarak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakamını
temsil eder. Böylece ALLAH’ın birliğine şahadet eder. Semazenler ALLAH’ın
Halifesi olan şeyhin elini öperek izin alır ve SEMA’a başlarlar. SEMA,
her birine ‘selam’ adı verilen dört bölümden oluşur ve Semazenbaşı
tarafından idare edilir. Semazenbaşı, Semazenlerin dönüşlerini kontrol ederek
intizamı temin eder.
Selamın
manasına gelirsek...
Selam,
insanın kendi kulluğunu idrak etmesidir. 1. (Şeriat) Selam, ALLAH’ın
büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifade eder. 2. (Tarikat) Selam bu hayranlık
duygusunun aşka dönüşmesidir. 3. (Hakikat) Selam insanın yaratılıştaki
vazifesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslam’da en yüce makam, kulluktur. 4.
(Marifet) Selam; Marifet, ALLAH’ın manasını hissettikten sonra bu manayı
Kur’an gibi sırlar içinde halka anlatabilmektir.
Bu
yüzden anlatılanları herkes kendi idrakiyle anlar ve anladım zanneder. Şeriat,
dinin amel ile ilgili ahkâmı ve zahiri kısmıdır. Vücuttaki ten gibidir, insanı
korur. Hakikat, dinin içi, özü ve gerçeğidir. Tarikat, Şeriatten hakikate giden
ve götüren yoldur. Marifet ise dinin sırları ve mahiyetidir. Marifet, hakikate
ulaştıktan sonraki hal olup tecelli eden esrar-ı ilahiyenin yaşanması ve
sırların saklanması edebine de riayettir. Hz. Mevlana, Şeriatı muma, Tarikatı
mumla yol almaya, hakikati varılacak yere ve maksada ulaşmaya benzetir. Marifet
ise, maksada ulaşıldıktan sonraki dini yaşantının muhafazası ve gereğinin
yerine getirilmesidir.
4.
Selam’ın başlaması ile “postnişin” yani ALLAH’ın Halifesi olan Şeyh efendi de hırkasını
çıkarmadan ve kollarını açmadan SEMA’a girer. Postundan SEMA meydanının ortasına kadar
dönerek gelir (Semahanenin bu merkez noktasına ‘Kutup Makamı’ denir) ve
yine dönerek postuna gider. Buna ‘Post SEMA’ı
denir. Burası Mevlana’nın ve O’nun yolunu temsil eden kişinin, başka bir
deyimle ‘Hakikat-i Muhammediyye’nin varisi olan Kutb’un makamıdır.
Mürşidin SEMA’ya
katılışı kulluğa dönüşünü sembolize eder. Bu arada 4. Selam bitmiş, Son Peşrev
ve Son Yürük SEMA’i
çalınmış, son taksim yapılmaktadır.
ALLAH’ın
Halifesi olan Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı
Kerim’den bir bölüm yani ‘Aşr-ı Şerif’ okunur. Son dualar, ALLAH’ın
adı olan “Hu” nidaları ile son selamlaşmalarla SEMA Töreni sona erer. ALLAH’ın
Halifesi olan Şeyh sağ ayakla girdiği Semahane’den sol ayağıyla çıkarak
haremine yönelir sonra Semazenler ve mutrıp da şeyh postunu selamlayıp
Semahaneden derviş hücrelerine geçerler.
Bazı
kimseler, SEMA’yı
bir ‘dans’ olarak niteleyip eleştiriyorlar...
SEMA,
enbiyadan miras olarak kalmıştır. SEMA bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o
halde kendi varlığından geçer; elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamiyle
mahvolur, işte “nübüvvet” de budur. ALLAH Kur’anda: “Onun
Rabbi dağa tecelli ettiği vakit, onu parça parça etti ve Musa da bihuş olarak
yere yuvarlandı.[50]“ buyurmuştur. Hz. Peygamber’i bir yaygıya sarıp eve
getirirlerdi. Bununla beraber her gördüğünüz SEMA değildir, asıl SEMA,
kendinden geçmektir.[51]
Hz. MEVLANA’DA AKIL, NAKİL VAHİY
HİKMET VE SIRLARI
Genellikle
Tasavvufta insan aklının önemsenmediği, hatta çoğu zaman küçümsendiği ve
aşağılandığı kabul edilir ve bu ön kabulden hareket edilerek tasavvuf ve
sufilik ağır bir şekilde eleştirilir, İslam toplumlarının geri kalmışlığı buna
bağlanır. Bu düşünce elbette ki tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Biz bu eserde
bu düşünceyi Mevlana merkezli olarak değerlendirmeye ve tartışmaya çalışacağız.
Öncelikle
şunu ifade edelim: Tasavvufun akla ve bilimsel düşünceye karşı oluşu tezi aynı
zamanda mistisizmin bütün şekillerine karşı da ileri sürülmüş, bu hareketin özünü
oluşturan sırrılığın ve tabiatüstü kuvvetlere inanmanın ve bunlarla ilişkiye
girmenin hurafelere ve batıl inançlara yol açarak, bilimsel zihniyeti yok
ettiğide, ileri sürülmüştür. Bu da toplumların gerilemesi ve ilmin ışığından
yoksun bir halde karanlık bir dünyada yaşama neticesini doğurmuştur.
Sufilerin
bazı teolojik ve metafizik alanlarda aklı yetkisiz ve nassı / nakli yetersiz
gördükleri doğrudur. Ama sufilerin bu görüşü dini/ilahı meselelerin belli bir
kısmıyla sınırlıdır. Dünyevi ve sosyal alanla ilgili olarak aynı şeyi söylemek
mümkün değildir. Sufiler hem dini, hem de dünyevi alanda aklın önemli bir
işlevi bulunduğunun altını çizerler. Dünyevi ve maddi alanda geniş ölçüde hür
ve serbest olan akıl, dini ve ilahi konularda sadece bu alanda meseleleri
anlama ve kabul etme durumundadır, hüküm verme ve yorum yapma konumunda
değildir. İlk sufilerden itibaren tarih boyunca bu durumu bütün mutasavvıflarda
gözlemlemek mümkündür.
Sufiler
şu iki hususta görüş birliğindedirler:
1-
ALLAH’ın
varlığının delili yine bizzat ALLAH’ın kendisidir. Bu konuda akıllı insan nasıl
delile muhtaç ise aynı şekilde aklın kendisi de delile-rehbere muhtaçtır ve
delil de ALLAH’tır.
Akıl mahlûk olduğundan kendisi gibi mahlûk olan hususlarda delil olur.
2-
“ALLAH Teâlâ’yı ancak akıl sahipleri bilir/tanır”
Akıl, kul için bir alet olup bununla ancak kendisine tarif edileni tanır, kendi
başına ALLAH
Teâlâ’yı tanıyamaz.
Sufiler
marifet, irfan, Marifetullah ve arif-i billâh gibi meselelerden (ilahiyat,
teoloji) bahsederken aklın bu alanda yetersiz olduğunu söyler, gayb âlemi ve
ahiret gibi metafizik konuları da bu alana dâhil ederler. Bunlar: ‘Ma-vera-yı
akl’ yani akıl sahasının ötesindeki saha ile ilgili hususlardır.
İlahiyat
bahsinde aklın yetersiz kaldığından, çoğu zaman eksik ve yanlış bilgi veren
akla bu hususta güvenilemeyeceğinden, bu alanda aklın insanı şaşırtarak yolunu
kaybetmesine sebep olacağından bahseden sufiler bu konularda sağlıklı ve
güvenilir bilgi elde etmenin yegâne yolunun vahyi ve bunun bir devamı olan keşf
/ ilham olduğunu söylerler. Akıl doğma-ilham konusunda kendisinden önceki
sufileri izleyen Mevlana’yı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Mevlana
diğer mutasavvıflar gibi ilahiyat ve mana âlemi ile ilgili hususlarda aklın ve
aklı kullanmanın çeşitli şekilleri olan nazar, istidlal ve kıyasın işe
yaramayacağı kanaatindedir ve bu meseleye bütün eserlerinde münasebet düştükçe
çeşitli şekillerde temas eder.
1-
İlk kıyas yapan iblistir: Yüce ALLAH, “Âdem’e secde ediniz”[52] Şeytan:
“Âdem’i
topraktan beni ateşten yarattın, ateş topraktan üstündür”, şeklinde bir
akıl yürüttü, kibirlendi ve ALLAH’ın emrine uymadı. Burada açık seçik bir
emir, bir vahiy varken şeytanın kıyasa başvurması lanetlenmesine ve hüsranda
kalmasına sebep olmuştu. Yapılması gereken Melekler gibi hiç düşünmeden emre uymaktı.
Bu konularda vahye ve onun devamı olan keşfe / İlhama tabi olmak yegâne
sağlıklı yoldur.
2-
Sağırlar Diyaloğu: Mevlana gaip olanı şahit olana, görünmeyeni görünene kıyas
etmenin ve kıyasın sonucu olan hükümlere itibar etmenin saçma ve gülünç
olduğunu anlatmak için hasta ziyaretine giden sağır bir kişinin zihninde
tasarladığı hükümler ile gerçek durum arasındaki tezadı örnek verir. Sağır
ziyaretçi, ziyaret edeceği hastaya sorduğu sorulara hastanın nasıl cevap
vereceği konusunda akıl yürütür. Ona göre zihninde cümleler kurar, ama sonunda
mahcup olur, hastayı memnun ettiğini sanır ama gerçekte onu üzmüştür ve oradan
kovulur. Sağır hastanın: “Nasılsın, ne yedin, doktorun kim”
sorularına, “iyiyim, mercimek çorbası içtim, doktorum falan zattır” diye
cevap vereceğini farz eder. Buna göre: “çok şükür, afiyet olsun, o iyi bir tabiptir”
şeklinde cevaplar vermeyi tasarlar. Ama hasta: “ölüyorum, zehir yedim, doktorum
Azrail” şeklinde cevap verince sağırın kurguladığı cevaplar, arzu
ettiği neticenin tersini verir. Mevlana der ki: “Senin de gayb âlemine karşı
kulağın sağırdır. Akla ve mantığa dayanarak fizikötesi âlem ve varlıklar
hakkında konuşanların bu hali tam bir sağırlar diyaloğudur.”
3-
Bedevi - Filozof Örneği ve Pratikte Fayda Temin Etmeyen Teorik ve Spekülatif
Bilgiler: Bir bedevi, devesine bir çuval buğday yüklemiş, dengeyi sağlasın diye
öbür tarafa da bir çuval kum yüklemişti. Bunu gören filozof: “Akıllı
kişinin yapacağı iş kumu boşaltıp buğdayın yarısını bu çuvala doldurmak”
demiş, bedevi de bu fikri beğenmiş ve sormuş: “çok akıllı bir kimsesin. Padişah
mısın vezir misin?”
Filozof:
“İkisi
de değilim”
Bedevi:
“Ne
kadar deven ve davarın var?”
Filozof:
“Hiç
yok”
Bedevi:
“Dükkânın
var mı?”
Filozof:
“Hayır”
Bedevi:
“Ne
kadar paran var?”
Filozof:
“Hiç
yok, hiç bir şeye sahip değilim”
Sonuç
olarak bedevi: “Bendeki ahmaklık sendeki akıl ve hikmetten daha iyi faydası olmayan
hikmet neye yarar!
Dünya
hikmeti şüpheyi artırır, İlahi hikmet ise insanı semalara yükseltir...
Akıl,
ilim ve bilgi maddi ve manevi bir fayda temin etmeli, eğer ikisi de yoksa bu
akıl neye yarar?
4-
Eskiden beri bir hocanın dindeki mertebesi Arapçayı özellikle Nahiv
ilmini/grameri iyi bilmesiyle ölçülür. Gemide yolculuk yapan molla kaptana
Nahiv ilmini bilip bilmediğini sorar, “bilmiyorum” cevabını alınca: “Eyvah,
ömrünün yarısı boşa gitmiştir der” der. Bir süre sonra fırtına çıkar,
gemi sallanmaya başlar, kaptan mollaya; “Yüzme biliyor musun?” diye sorar, “Hayır”
cevabını alınca; “Yazık bütün ömrün boşuna gitmiştir” der. Mevlana bu yolda “Nahiv
İlmi değil, mahvolma ilmi/tasavvuf lazımdır”
der ve Fıkıh İlmi’ni de Nahiv İlmi gibi değerlendirir. Hz. Musa-Hızır
kıssasında Hz. Musa aklı, Hızır vahyi temsil eder ve Hz. Musa’nın şaşkınlığı
vahiy karşısında aklın şaşkınlığını ifade eder. Dudu kuşu hikâyesi ve su
birikintisini umman sanan sineğin hali de kıyasın ve mantığın bu alandaki
yetersizliğini göstermek için anlatılmıştır. Mevlana, Mustafa’nın huzurunda
aklı kurban et der ve ekler: İstidlal ehlinin akılcıların ayakları tahtadandır,
zayıftır.
Nakli
İlim: Mevlana kitap okunarak öğrenilen veya rivayetlere dayanan nakli
bilgilerin de keşf ve ilham karşısında aklı bilgiler gibi yetersiz kaldığını
söyler. Hz. Nuh’un oğlu keşke: “dağa çıkar kurtulurum demeseydi de babasına
teslim olsaydı.” Gönlü bir veliden aldığı bilgiyle dolu olsaydı da
zararı yok nakli bilgisi az olsaydı. Zamanın kutbunu ilmi yanında nakli ilim su
varken teyemmüm etmeye benzer der. Dini bilginin yaşanan ve uygulanan canlı bir
bilgi olması gerekir. Böyle olmayan kuru ve ölü bilgilerin insana kazandıracağı
fazla bir şey yoktur.
Cüz’i
Akıl - Külli Akıl
Genellikle
mutasavvıfların birçoğunda görüldüğü gibi Mevlana da cüz’i ve külli akıldan
bahseder. Külli akıl bütün âlemin suretidir, insanların atasıdır, ona uygun
hareket edilmelidir. Cüz’i akılda veya akl-ı meaşda var olan bilgilerin kaynağı
külli akıldır. Külli akıl öğretmen, cüz’i akıl öğrenci gibidir. Peygamberler
akl-ı küllidir. Külli akıl, ilim ve marifetin kaynağı olan ve peygamberlere
vahiy getiren Cebrail’dir. Evliya’nın bilgi kaynağı da odur. Bundan dolayı
mutasavvıflar hakiki bilgi için o kaynağa yönelmek gerektiğini her fırsatta
ifade ederler.
İmren’in
hanımı, Meryem anamız rahmine düşmeden Rabbine Niyaz’da bulunmuştu. Cüz-i
iradesini kullanaraktan Külli iradeye tabi olarak “Rabbim bana bir evlat verirsen
senin yoluna manastıra hediye edeceğim”[53]
diye. Cüz-i iradenin Külli iradeye uygun hareket etmesiyle Hz. Meryem gibi bir
kız çocuğu dünyaya geldi ki ondan da insanlığı aydınlatacak Hz. İsa gibi bir
Peygamber doğmuştur.
Bir
diğer benzer kıssa ise Yusuf Aleyhisselam ile Züleyhanın hikâyesidir. Züleyha
çok genç ve yakışıklı olan Yusuf Aleyhisselamı görünce ondan faydalanmak ve
nefsini tatmin etmek istediğini söyledi. Fakat Yusuf Aleyhisselam aklı meaş ile
cüz-i iradesini Külli iradeye ramedereketen zinayı tercih etmiyorum dedi.
Züleyha kendisine ya zina ya zindan dediğinde de Zindanı tercih etti. Bunun
karşılığında da önce Mısır’ın sultanlığı ardından da istikbalde büyük bir Peygamberlik
ilan edildi. Buna benzer birçok hadiseler bulunmaktadır.
Cüz’i
akıl insanların tecrübe yoluyla dünyevi işler konusunda bilgi edinmelerini
sağlayan beşeri bir akıldır. Buna akl-ı meaş da denir. Mevlana bundan
bahsederken:
“Cüz’i
akıl (dünya ile ilgili) sözlerimizde ve işlerimizde bize yar olur, hal bahsine
gelince Lal / hiç olur” diyor. O, asla ilahı sırra vakıf olamaz...
“Akıl,
akla uygun olan her şeyi mucizesiz kabul eder. Mucizeye ihtiyaç gösteren
hususları akıl tek başına kavrayamaz.”
Cüz’i
akıl mezara kadar olan sahayı görebilir, ilerisini göremez. Diğer hususlarda
Peygamberleri ve velileri taklit eder. Bu akıl mezardan ve topraktan öteye
gidemez. Cüz’i akıl şimşeğin meydana getirdiği aydınlığa benzer, belli bir
alanı bir an için aydınlatır, uzun mesafeler için kılavuz olamaz. “Aklı
olan herkes bilir ki her hareket edenin bir hareket ettiricisi var, O’nu
görmesen bile eserlerini görürsün.” Bu alanda, eğer (cüz’i) akıl rehber
olsaydı Fahreddün-i Razi dinin esrarına vakıf bir âlim olurdu, oysa O’nun aklı
şaşkınlığını arttırmıştır. Razi, “aklın ulaştığı nihai noktada ayağı bağlanır”
demişti. Tasavvuf da bu anlamda akıl erlerin bağıdır.
“Bugün
akıllı bir kişi (mahir bir usta ile) bir arada bulundu mu değerli bir kumaş
olur, taş akıllı bir kişi (mimarla) birlikte bulundu mu bir şaheser, bir saray
olur. Akıllı bir insanla bulunan bir adamın kişiye neler kazandıracağını varın
kıyas edin. Taşa bile tesir eden akıllı adam insana tesir etmez mi hiç.”
[54]
Mevlana
yılan yutan bir adamı kurtaran akıllı bir adamdan bahsederken: “Akıllının
düşmanlığı bile can kurtarır, ahmağın dostluğu ise cana cefadır” der.
ALLAH’a
giden yolda akıl Burak, aşk refref gibidir. Aklın kılavuzluğu ile Yüce ALLAH’a
belli bir yere kadar yaklaşır, ama daha ileriye gidemez, ötelere refrefle, yani
ilahı aşkla gidilir. Mevlana, bir ülkenin sultanı aşk olunca orada aklı bir
hırsız gibi idam etmek gerek, derken buna işaret ediyor. Bu yolda aklı batağa
batmış bir eşek gibi aciz görmesi de bundandır.
İn
ne neemestu ne nemleestu ne hah
Vah-yı
Hak Alla’a A’lem bisevab
Görülüyor
ki, mutasavvıfların eleştirdikleri ve yetersiz olduğunu söyledikleri akıl
ilahiyat ve tabiat ötesi hususlar hakkında kıyaslar yaparak hükümler veren ve
bu hükümleri de birer kesin hakikat olarak algılayan teorik ve spekülatif
akıldır. Bu akıl kendi tabii alanını ve sınırını aştığından tenkit edilir.
Maddi ve dünyevi konularla ilgili ve sınırlı olan akıl, fikir ve mantık
tasavvufta daima övülmüştür. Kendi tabii faaliyet alanında kalan ve haddini
tecavüz ederek insanları yanlış yollara sevk etmeyen akl-ı meaş/dünyevi akıl,
akl-ı cüz’i maddi âlemle ilgili akıl Mevlana tarafından övülür ve onun bu
âlemde bize rehber olduğu ifade edilir. Diğer yandan da cehalet ve ahmaklık,
bilgi ve akıl yoksunu olmak ağır bir şekilde yerilir.
Bütün
mutasavvıfların ve mistiklerin akıl ve nakil karşısındaki tavırları; akıl ve
nakil ile aralarına koydukları mesafe bir ve aynı değildir. Bazı tasavvufi
hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle yakın durur, hatta bu ikisiyle iç içe
ve barışık iken diğer bazı tasavvufi hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle
karşı oldukça soğuk bir tavır sergiIer, durumu kurtarmak için sadece şeklen
akla ve nakle atıflar yaparlar. Bu iki uç arasında akla ve nakle bakış açısı
itibariyle farklılık gösteren daha başka birçok tasavvufi hareketler ve
mutasavvıflar vardır. Aynı çağda ve farklı bölgelerde yaşamış olan Haris
Muhasibi (öl. 243/857) ile Sultanu’l Arifin Bayezid Bistami (öl. 234/848) bu
bakımdan karşılaştırılmaya değer. Muhasibi akla, akli izah ve tahlillere önem
verir ve Tasavvuf felsefesini geliştirirken akla ve nakle geniş yer ayırır. Bu
iki kaynaktan azami derecede faydalanır. Fakat O’nun bu tavrı selefilerin de
sufilerin de pek hoşuna gitmez. Başta İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere
selefiler O’nu biatçı bir kelamcı olarak suçlarken, sufiler de O’nun
tasavvufuna sıcak bakmazlar. Vefat ettiğinde cenaze namazı sadece dört kişi
tarafından kılınmıştı. Şathiyatıyla ünlü olan Bayezid Bistami’nin tasavvufu ise
dini-tasavvufi his, heyecan, coşku, sevgi, aşk, şevk, sekr gibi mistik hallerle
doludur. O’nun söz ve açıklamalarında hemen hemen aklın ve ilmin izlerine
rastlanmaz. Bazen alıntıladığı nakil ve naslara da tamamıyla tasavvufi bir
şekil ve renk verir, meşrebine göre yorumlar. Tarikat silsilelerinde H. Musabihi’ye
hiç yer verilmezken Beyazıdi Bistami’ye önemli ve geniş bir yer verilmesinin
sebeplerinden biri, hatta en başta
geleni bu durumdur. Tasavvuf tarihinde çeşitli meşreb ve tarikatların mevcud
oluşunda bu durumun payı büyüktür.
Sufilik
Tarik-ı Ahyar, Tarik-ı Ebrar, Tarik-ı Şuttar şeklinde sınıflandırılırken
bahsedilen husus dikkate alınır. Aynı şekilde muhafazakâr tarikatlerin yanı
sıra nispeten daha hür ve serbest düşünen tarikatlerin mevcudiyeti de bu
durumla açıklanabilir. İlham, keşf, irfan ve hikmet gibi mistik
akımların en önemli ve birinci derecede bilgi kaynağı olan hususlara ne kadar
yaklaşılırsa akıl ve nastan o kadar fazla uzaklaşıldığından tam, saf ve mutlak
mistisizm demek tamamıyla akıldan ve nastan bağımsız algılama ve yaşama tarzı
demektir. Bu sebeple ehl-i kitab ve mesavi dinler mistisizmin bu türlerini
ilahi dinleri aşındıran ve altını oyan tehlikeli heretik akımlar olarak görerek
reddetmişlerdir. İslam toplumlarında tasavvuf adı altında faaliyet göstermiş
olan bi-şer’ (şeriatsız), batıl, merdud ve ibahiyeci olarak nitelenen
hareketler böyledir.
Diğer
taraftan her dinin, özellikle Semavi/ilahi dinlerin özünde belli bir ölçüde
mistiklik/sırrilik, esoterism/Bâtınilik (derunilik, içsellik) de mevcuttur. Bu
özden mahrum olan bir din bile değildir. Herhangi bir dini hareket yapısında bu
öze yer verirse ve yer verdiği ölçüde dini olur. Bu özün az ve yetersiz oluşu
nispetinde doğmatik ve şekilci olur, dinin duygu tarafı ve derinliği yok olur.
Hz. Mevlana’yı bu açıdan değerlendirdiğimizde O’nun İslam’ın manevi, ruhani ve
sırrı özünü azami derecede geliştirmiş ve her zaman bu öze bağlı kalmış olmakla
beraber naslarla, yani dinin açık ve kesin hükümleriyle uyum içinde olduğu, bu
özelliği ile bir Müslüman velisi sufisi kimliğine sahip bulunduğu açıkça
görülür. Bu arada O’nun Yüce ALLAH’ın insanlara en büyük nimeti ve lütfu olan
akl-ı cüz’i ve akl-ı meaştan insanların faydalanmaları için sıkça teşvikte
bulunduğu ve bu hususun altını kalın bir çizgiyle çizdiği de muhakkaktır.
İBN ARABÎ ‘DE SEMA’NIN
HİKMET VE SIRLARI
SEMA,
tasavvufa yöneltilen eleştirilen ana konularından birisi olmuştur. Sufiler,
bilhassa fıkıhçılardan gelen eleştirilere karşı bazen onu savunurken, bazı
sufiler SEMA’ı
tasavvufun dışına çıkartmaya çalışmıştır. En genel anlamda konu, VECD-tevacüd-vücud
terimlerinde ifadesini bulan ve insanın kendisini VECD’e gelerek SEMA etmek şeklinde
ifade edebileceğimiz çabanın bir parçasıdır. SEMA, İbnü’l-Arabî’de mahiyet
değiştirmiş ve yeni bir gözle yorumlanmıştır. Bu yorumda İbnü’l-Arabî, SEMA’ ya
taraf ya da karşıt görüşleri farklı bir açıdan harmanlayarak yeni bir anlayış
getirmiştir. Öncelikle belirtmeliyiz ki İbnü’l-Arabî, SEMA ve devranın ‘feleklerin
hareketine katılmak, onları duymak, tesbih ve zikirlerine ortak olmak’
şeklindeki tanımlarına ve bu konuda ileri sürülen görüşlere açık olduğu
görülmektedir.
Buradan
İbnü’l-Arabî’nin terimler dünyasına girebiliriz: İbnü’l-Arabî, tasavvuf
tarihinde en fazla kavram üreten sufidir. Bu üretkenlik, İbnü’l-Arabî’nin
tasavvufun alanını genişletmesi ve yeni düşünceler geliştirmesiyle ilgiliydi.
Bu bağlamda onun zengin kavram dünyasına iki açıdan bakabiliriz: Birincisi,
sadece kendisine özgü olan ve herhangi bir şekilde önceki sufilerde bulunmayan
terimlerle karşılaşırız. Bu gibi terimler çoktur. Vakıa, İbnü’l-Arabî, pek çok
terim geliştirerek tasavvufi tefekkürü yepyeni boyutlara taşımıştır. Onun
düşüncesini besleyen kaynakların zenginliği, neticede, hiç kimsenin boy
ölçüşemeyeceği çeşitlilikte bir kavram dünyasını üretme fırsatını kendisine sunmuştur.
İkinci nokta ise, geleneksel tasavvuftan tevarüs ettiği kavramları yorumlaması
ve onlara kazandırdığı boyutlardır. Bu yönüyle İbnü’l-Arabî, neredeyse hiçbir
kavramı kendisine geldiği haliyle bırakmamıştır. Terimlerle ilgili eleştiriler
getirir, onlara yorumlar katar, görüş ayrılığı bulunan terimlerde kendi
tercihini belirtir. Kısaca, tevarüs ettiği her terime yeni bir şey ekler veya
bazen çıkartır. Aslında bu tavrı, sadece tasavvuf kavramlarıyla sınırlı da
değildir. Buna felsefe, kelam, ya da diğer bilimlerin kavramlarına yönelik
tavrını da eklemek, büyük düşünürün düşünce dünyasının genişliği ve derinliği
hakkında ipucu verebilir.
İbnü’l-Arabî,
insan için mutlaklık-sınırlılık terimlerini kullandığı gibi insanın yapısını
oluşturan her uzuv için bu terimleri kullanır. Her organ, kendi
alışkanlıklarıyla sınırlanmıştır. Bu tespit, en çok sufilerin akıl görüşünde ve
eleştirisinde kendisini gösterir. Onlar, aklın sınırlayan özelliğini kendi
anlamından hareketle tespit eder ve akla yönelik eleştirilerinde sürekli bu nokta
üzerinde dururlar. Ancak daha az bilineni, sufilerin diğer bütün organların
sınırlanmışlığı ve seyr-u sülukun hedefinin o organları sınırlanmışlıktan
mutlaklığa taşımak olduğu hakkındaki görüşleridir. Böylece insanın uyguladığı
riyazet yöntemleri, sonunda bütün organlarının doğal alışkanlık ve şartlanmalarından
kurtulup mutlak hale gelmesini temin eden vesileler işlevini görür. Bu sayede
her organ, varlık sebebi olan işlevini yerine getirebileceği gibi aynı zamanda
her birisi diğer parçanın işlevini yapabilir hale gelir. Çünkü bütün organlar
tek bir gücün sınırlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Sınırlanma kalktığında ise,
güçlerdeki birlik de ortaya çıkar. Bu durumda ‘Gördüğüm her şeyden önce ALLAH’ı gördüm’ demekle ‘Duyduğum her sesten önce ALLAH’ın hitabını duydum’ demek, aynı anlama
gelen iki farklı ifade biçimi haline gelir. Böylelikle duyma ya de SEMA,
daha yaygın olarak bilinen müşahede’nin başka bir tarzı ve ifadesi sayılır.
Öte
yandan İbnü’l-Arabî’de SEMA, başka pek çok konu gibi, kurb-ı feraiz ve kurbı
nevafil konusuyla ilişkili ve ancak onun çerçevesinde anlamını kazanan bir
konudur. Bu yönüyle mutlak SEMA tabiri de, nihai anlamını ancak bu iki
terimle dile getirilen ve insan ile ALLAH arasındaki nihai vuslat halini ifade eden
düşüncede bulur. Sufiler, insan ile ALLAH arasında seyr u sülükte karşılıklı bir ilişkinin
gerçekleştiğini kabul eder. Hemen belirtmeliyiz ki onlar, Ehl-i Sünnet bilginlerinin
ALLAH
ile yaratıkları arasında öngördükleri farklılık ve zıtlığı göz önünde tutarak
-ki bunu keyfiyeti bilinmeden ve Hakk’ın şanına yaraşır biçimde gibi
ifadelerde kalıplaştırmışlardır- bu düşünceleri terimleştirmişlerdir. Bununla
birlikte özellikle kurb-ı feraiz ve kurbı nevafil (nafile-gönüllü ibadetlerle ALLAH’a
yaklaşmak, farz ibadetlerle ALLAH’a yaklaşmak veya bu yakınlığın sağladığı
makam) başlığında dile getirilen düşüncenin tasavvufun en teknik ve anlaşılması
çetin konularını teşkil ettiğini hatırda tutmalıyız. Farz ibadetler sonucunda
kul Hakk’ın kendisiyle duyduğu duyma gücü, kendisiyle gördüğü görme gücü vs.
olur. Bu durumda kul, Hakk’ın duyma gücü veya görme gücü veya bizzat gözü diye
nitelenir.
Artık
ALLAH,
o kul vasıtasıyla duyar, onun vasıtasıyla görür, onun vasıtasıyla tutar,
cezalandırır, ödüllendirir vs. Buradan hareketle İbnü’l-Arabî insanı ALLAH’ın
gözü diye isimlendirir. İnsanın varlıktaki yerini ve varoluş gayesini müstesna
bir şekilde tasvir eden bu yaklaşım, Fususu’l-Hikem’in ana temasıdır.
Öte
yandan insan, nafile ibadetlerle ALLAH’a yaklaşmasını sürdürür. Bu durumda, artık kendi
beşeri varlığı ortadan kalktığı için bütün fiillerini Hak vasıtasıyla işler
hale gelir. Sufilerin “Hak ile gördüm”, “Hak
ile süluk ettim”, “Hak ile duydum” vs. gibi ifadeleri
bu çerçevede anlaşılabilir. Burada ise kul edilgen Hak ise fail ve etkindir.
O
halde her iki yorumdan da SEMA, her yerde ve durumda Hakk’ı duymak demektir
ve Hakk’ ı görmekle eşanlamlıdır. İbnü’I-Arabî’nin böyle bir SEMA
derecesine ulaşmanın önündeki
engellerden saydığı bir takım meclislerde
SEMA ve devran etmek hakkındaki eleştirileri de, bu
çerçevede değerlendirilmelidir.
Metnin
tamamı şöyledir: İbnü’I-Arabi müride tavsiyede bulurken diyor ki: “SEMA meclislerinde bulunmaktan sakın. Şeyhin o
meclislerde bulunmanı işaret ederse, bulun, fakat SEMA
etme ve sadece zikirle ilgilen. Çünkü senin zikrin vasıtasıyla SEMA etmen şiirden dolayı SEMA
etmenden daha üstündür. Kavvaller gazel okuduğunda, muhabbet ve özlem hakkında
okurlar ve nefs bu esnada heyecana gelir. Kavval, ölüm hakkında şiirler terennüm
ettiğinde ve seni korku, kabz, hüzün, cehennemi hatırlayarak veya ömrün gitmesi
veya ölüm ve sıkıntılarını veya hesabı veya kısası veya kıyamet duraklarını
hatırlayarak ağlamaya sevk ederse, o zaman kulak ver ve getirdikleri şey
üzerinde düşün. Seni duyularından geçiren bir hal sana baskın gelir ve ayağa
kalkarsan, bu kalkışın nedeni kendin değilsindir. Bu durumda seni varidin ayağa
kaldırmıştır. Bilincin geri döndüğünde hemen otur ve itidal haline dön. Çünkü SEMA’da hareket itidal halinden sapmadır ve yönelişe
göre çeşitlenir. Hareket edersen, hareketinin farkındasındır. Dolayısıyla
hareketin yukarıdan aşağı doğru inen birisi gibi siccin’e varıncaya kadar
aşağıya doğrudur. ALLAH’tan afiyet dileriz.
Hareket eder ve bu esnada kendinden ve bilincinden geçmiş olabilirsin. ALLAH’ın büyüklüğünün kalbine egemen olmasıyla, ALLAH’ta veya cennetlerde ve ateş üzerinde düşünmekle
kendinden geçmiş isen, hareketin yücelere yerleşinceye kadar yükseğe doğrudur.
Yaratılmış bir sevgilinde kendinden geçmiş isen, hareketin ateşe doğrudur.
Bununla birlikte kendinden geçmen sahih bir haldir. Fakat bu sahihlik,
bozukluktaki sahihliktir. İnsanlar senin ALLAH
uğruna kendinden geçtiğini zanneder. SEMA
meclislerinde bulunmaktan zinhar sakın!” [55]
İbnü’l-Arabi
Futühat-i Mekkiyye’de (33. bab) İnşaü’d-devair’deki açıklamalarının benzerini
yapar: “Rical, himmetlerinin yüceliği nedeniyle nağmelerle sınırlı SEMA’yı kabul etmezler. Onlar, sınırsız SEMA’ı kabul ederler. Çünkü sınırsız SEMA, onlarda ancak anlamları kavramayı meydana
getirir. Söz konusu olan ilahi-ruhani SEMA’dır ve
o, büyüklerin SEMA’ıdır. Sınırlı SEMA ise, mensuplarına nağmelerin etki ettiği tabii
(doğal) SEMA’dır. Bir insan, sınırlı SEMA’da nağmelerle anlamı duyduğunu iddia eder ve
şöyle diyebilir: Anlam olmasaydı, hareket etmezdim. Bu esnada, yani hareket
ettiren sebepte doğanın hükmünün dışına çıktığını iddia edebilir. Bu iddiada
bulunan şeyh taslakları ve bu yolun türedilerini gördük. Böyle bir iddia sahibi
dürüst değilse, yalancılığı hemen ortaya çıkar”
Kaşani,
Tasavvuf Sözlüğü’nde İbnü’I-Arabî’nin düşünceleriyle tam olarak uyuşan SEMA
tanımlarını ve SEMA’nın
kısımlarını ayrıntıyla zikreder. Şöyle der: SEMA: İntibah, uyanıklık. Herkes,
nasibince ondan pay alır. SEMA, herkesi kendi vatanına, başka bir ifadeyle
maksadına götüren bir sürücüye benzer. Avamın SEMA’ı: Emre bağlanmak için ikaz
edilmek. Seçkinlerin SEMA’ı: Görülen ve işitilen her şeyde Hakk’ı
müşahedeyi sağlar. Çünkü onlar, sadece Hak ile Hak’ta, Hak için ve Hak’tan
işitirler. Hak ile SEMA: Nefs âleminden bir kalıntının kalmadığı
kimselerin SEMA’ı.
Onlar, nefislerin kirlerinden arınmakla, ALLAH’ın her şeyi ayakta tutuğunu görürler. Hak’ta
SEMA:
ALLAH’ın
her kemali kendinde topladığını müşahede edenlerin SEMA’ı. öylece o, başkasına nispet
edilen bir kemal işitmez; her kemal, özü gereği kemal sahibi olduğu için, Hakk’a
nispet edilir. Hak için SEMA: Nefsini, malını ve makamını fedaya dair
duyduğu her teşvikte, bunların başka bir şey uğruna değil, Hak için
dağıtıldığını müşahede edenin SEMA’ı. Hak’tan SEMA: Hitabı ALLAH’tan duyan kimsenin SEMA’ı.
Bu duyma, Hakk’ın katına layık ve hakikat ehlinin duyduğu meşru tarzdadır. Sehl
b. Abdullah, buna şöyle işaret etmiştir: “Otuz senedir ALLAH’tan
işitmekteyim, insanlar ise onları duyduğumu zannederler.” SEMA,
besteli şiirler okumak ve onları dinlemekle sınırlı değildir. SEMA,
ehlinin dinledikleri itibarlar, kutsiyet mertebesine yakınlık nuruyla kalpleri
aydınlanmış kimselerin nimetlendiği manalardır.
Bu
nedenle ruhlarına ulaşan ruhani lezzetler, onları duyulur, mevhum ve akledilir
lezzetlerden alı koyar. Hakk’ın işitmesi: Abdu’s-semi’ de denilir. es-Semi’
isminin mazharı. O, es-Semi’ isminin mazharı olduğu için, varlıklardaki her
şeyden ALLAH’ın
kelamını işiten kimsedir. Bu nedenle her şeyden ALLAH’ın kelamını duyar, çünkü bütün
varolanlar, “Kün/Ol” sözünün gereğince, ilahi sözden ortaya çıkmışlardır.
Ayrıca bu söz, Hakk’ın (yaratıklarına) her anda yardım etmesi nedeniyle,
kesintiye uğramaz. Eksiksiz işiten, tek kelime, hatta tek harfle yüce zatı
işitir; onun dili, ilk taayyünü ve birliği cihetinden içerdiği her şeyi kendi
kendisine anlatır. Kamil işitmek: Hakk’ın işitmesi. Âlemin işitmesi: Hakk’ın
işitmesi. Semi’ isminin mazharı olduğu için, Hakk’ın işitmesi olmuştur. Bu
nedenle o, âlemin işitmesidir. Çünkü es-Semi’ ismi olmadan işitme söz konusu
değildir.
Belirtmeliyiz
ki bu tarz bir ifade, İbnü’I-Arabî’den daha çok geleneksel tasavvufun fena ve
nefs görüşüne uygundur. İbnü’I-Arabî nefsin arızi bir takım durumlarının
izalesiyle kendi gerçekliğini ve hakikatini öğrenmesi üzerinde durur ve
geleneksel fena öğretisinden uzaklaşır. Bu yönüyle İbnü’I-Arabî için “Nefsini
bilen Rabbini bilir” anlamındaki hadis, geleneksel tasavvufun -İbnü’I-Arabî
kendisinden önceki tasavvufa genel olarak taife veya sufiler diye atıf yapar-
ona yüklediği anlamdan farklı olarak nefs hakkında daha olumlu bir bakış
açısıyla temellendirilir.
MEVLANA BÜYÜK BiR UMMANDIR ESERLERİ VE
MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI
Mevlana’nın
Eserleri
Mesnevi,
yirmibeş binden fazla ve Divan yüz bine yakın beyitten meydana gelmiştir; her
ikisi de Fars dilindendir; Divanda bir kaç tane de Türkçe ve Rumca gazel
vardır.
Kâtip
Çelebi Mesnevinin beyitlerinin 26,600, Nesip Dede 25,810 olduğunu söyler; Şeyh
Galip Nesip Dedenin fikrindedir; Sahih Ahmet Dede 25,585 olarak kabul eder.
Aradaki farklar, Mesneviyi istinsah edenlerin bazı beyitleri atlamış
olmalarından ziyade, bazı nüshalara bir takım eklemeler yapılmış
bulunmasındandır. İlave yapanların başında Sultan Veled gelir. Eldeki birçok
Mesnevi nüshalarının sonundaki ilave de Sultan Veledindir; en büyük ilave de
sonraları meydana çıkan yedinci cilttir; ilk zamanlarda yazılıp bugün
ellerimizde ve kitaplıklarda bulunan nüshalarda yedinci cilt yoktur.
Sultan
Abdülmecit devrin de, (Dar-üt-Tıba’a-tül-amire) de, 1268 hicri yılında basılan
nüsha hepsinden fazla beyti ihtiva ettiği halde bu da yedinci cildi
almamıştır. Altı ciltlik Mesneviyi şerh eden Ankaralı İsmail Rusuhi Dede
yedinci cildi de ayrıca şerh etmişse de, eski yazmalarda bu cildin bulunmayışı,
altıncı ciltte yarım kalan bir hikâyenin sonuna yedinci ciltte devam edilmeyişi,
Sultan Veledin altıncı cilt sonundaki ilavesinde babasının Mesneviyi ikmal
edemediğinin açıklanması, altıncı cildin baş taraflarında, Mevlana’nın, Pişkeş
miaremed ey manevi Kısmı-i sadis der temam-i Mesnevi diyerek eserinin altı
ciltte biteceğini bildirmesi ve nihayet yedinci cildin edasının, neşesinin hiç
te Mevlana’nınkine uymayışı gibi kuvvetli deliller yedinci cildin ona ait
olmadığını ve İsmail Ankaravi’nin bu cildi zorla şerh etmek mecburiyetinde
kaldığını gösterir. Vakıa (Hazret-i Şarih) yedinci cildin de Mevlana’ya
ait olduğunu ispat için, yedinci cilt şerhinin baş tarafında bir hayli yorulmuşsa
da kanaat verici bir neticeye varamamıştır.
Vahdet-i
Vücutçuların takip edildikleri, bu meslek mensuplarından birçok âlimlerin idam
olundukları kara taassup devrinde, Mevlana’yı ve Mevlevileri teşhirden korumak
ve kurtarmak emeli ile Mevlana’ya mal edilmek istenilen bu yedinci cildin
İdris Bitlisi veya bunun oğlu Hüsameddin tarafından tertip edildiği rivayet
olunmaktadır. Başka, bir rivayete göre de, yedinci cilt sayılmak istenilen
eser, Tebrizli Necib’in Safaviye şahı adına düzenlediği (Seb’al Mesani) adlı
eserin bir cüzüdür.
Mesnevinin
yazılmasına 658 (H.) de başlanılmış ve son beyti 666 (H.) de yazılmış, yani, 9
yılda tamamlanmıştır. Mesneviyi telife başladığı zaman Mevlana 55 yaşındaydı
ve Şemsten ayrı düşeli 15 yıl olmuştu. Bu tarihler hep tahminidir; ancak ikinci
cildin yedinci beytinde, Mevlana
Matla-i
tarih-i in sevda vü sud
Sal-i
hicret şeşsad-u şast-ü dü bud
“Bu
karalamaya ve maksada başlanıldığında hicret yılı 662 idi” demektedir.
Bu tarih Mesnevinin başlangıç tarihi midir, yoksa birinci ciltten sonra
yazılması bir müddet geciken ikinci cilde başlama tarihimidir, açık değildir.
Çağlar
boyunca gerek ülkemizde ve gerekse diğer milletler tarafından daha fazla ilgiye
mahzar olan bu eser, hikâye ve öğütler yoluyla insanları eğitmesi bakımından
didaktik bir hüviyet kazanmıştır.
Hz.
Mevlana’nın dikte sureti ile Hüsameddin Çelebi’ye yazdırdığı orijinal nüsha
meydanda yoktur. Bu nüshanın Mevlana’nın kabrine konduğu söylenirse de
gerçekleştirilememiştir. Eldeki nüshalar hep Asli Nüsha’dan istinsah olunduğu
kaydını taşır. En eskisi 677 (H.) tarihli olup Konya müzesinde saklıdır.
Mevlana’nın âlem-i cemale teşrifinden beş yıl sonra kopya edildiği anlaşılan bu
nüshanın birçok sayfaları tezhipli ve altın yazılıdır. Ketebesinde, Muhammed
bin Abdullah El-Konev-i El-Mevlevi tarafından 677 yılı Recebinin bir
pazartesi günü yazılıp bitirildiği, asli nüshadan kopya edildiği, gerek
müellifinin, gerek halefinin huzurlarında defalarca okunup tashih edildiği
yazılıdır.
Mevlana’nın
üç bini aşkın gazel ve iki bine yakın rubailerden oluşan şiirleri de Divan-ı
Kebir adlı eserde toplanmış ve onun hal dünyasını rumuzlar halinde bizlere
yansıtmıştır. Bu iki eser günümüz Batı dünyasında da ilgi görmekte olup,
seçkiler halinde hemen hemen tüm dünya dillerine çevrilmiştir.
Mevlana’nın
bu iki manzum eserinden başka; çeşitli konularda halkı ve müritleri
aydınlattığı sohbetlerini içeren Fihi Ma Fih; çeşitli şahıslara yazdığı
mektupları kapsayan Mektubat ve verdiği vaazların kaydedildiği Mecalis-i Seb’a
adlı mensur eserleri vardır.
Mevlana’ya
ait olduğu kesin olan bu eserlerin haricinde, ‘Işkname, Tıraşname ve Risale-i
Afak-u Enfus gibi küçük tasavvufi eserler de bazı yazmalarda kendisine ait
olduğu kaydedilmekle birlikte, gerek üslup ve gerekse konu bakımından bunların
Mevlana’ya ait olmadığı kesinlik kazanmıştır.
Ayrıca;
bir dua ve zikir kitabı niteliğinde olan Evrad-ı Kebir, dönemine yakın
kaynaklarda geçen Mevlana’nın Vasiyeti ve sözlerinden seçilerek oluşturulmuş
Mevlana’nın Yedi Öğüdü adlı bazı küçük risaleler de Mevlana’nın eserleri
arasında değerlendirilmekle birlikte, bunlar münferit bir eser değildir.
Yine
son dönemlerde Esrarü’l-Celaleddin adında Mevlana’ya yeni bir eser isnat edilse
de bu eser, kenarında rubailerin yazıldığı Fihi Ma Fih’in İstanbul Süleymaniye
Kütüphanesi Fatih Bölümündeki bir nüshasının olduğu anlaşılmıştır.
Mevlana ve Mesnevi
Sahanın
uzmanlarınca İslami tasavvuf edebiyatının zirve noktası olarak değerlendirilen
Mesnevi, sadece kendi döneminde değil,
tarih boyunca da ilgi görmüş; günümüzde ise dünya çapında artarak devam eden
bir aştırmacı ve okuyucu kitlesine sahip olmuştur.
Mevlana’nın,
özet olarak “Kur’an Tefsiri” olarak nitelendirdiği bu eseri akla gelebilecek
her tür konuda onun fikirlerini barındırmakta, bu özelliğinin yanı sıra 13.
yüzyıl Anadolu’sunun sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtmakta, sosyal
adalet, pedagojik formasyon ve modern bilimle ilgili de günümüzde en çok
ihtiyaç duyulan önemli bulgu ve tespitleri içermektedir.
Bu
bağlamda; bir hükümdarın ağzından “Ben kendi soframda ne yersem, halkıma da onu
yediririm. Ben ne giyersem halkım da onu giyer” diyerek sosyal adaleti
vurgulamakta; para ve makam hırsının insanın özgürce yaşamasına engel teşkil
ettiğini belirterek, günümüz insanının en büyük sıkıntısını göz önüne sermekte
ve “Bu
ikisinden de kurtulursan özgür olursun” demektedir. Mevlana’nın, bu
basit gibi görünen önemli tespiti dikkatle incelenir ve uygulanırsa kişisel
kavgalar sona ereceği gibi, dünya barışı için de önemli bir doktrin olacaktır.
Yine
Mevlana’nın Mesnevi’si derinlemesine incelendiğinde, modern bilimin bile yeni
keşfettiği bulguları çeşitli teşbihlerle orada bulmak mümkün olmakta;
zerrelerin hareketinden ve patlamasından söz ederek, adeta henüz geçtiğimiz
asırda keşfedilen atomun yapısına değinmekte [56].
Coopernik (ölm. (543) ve Galile (öIm. 1642)’den de 300 yıl önce dünyanın
döndüğüne işaret etmekte [57],
Newton (ölm. 1727)’dan 500 yıl önce yer çekiminden bahsetmekte[58],
Hücre Kuramı’nın kurucuları Alman botanikçi Matthias Schleiden (1881) ve zoolog
Theodor Schwann (1882)’dan 600 yıl önce insanların hücrelerden meydana geldiği
ve hücrenin bal peteği şeklinde olduğu tespitini yapmaktadır[59].
Ayrıca son yüzyılda unutulmakla birlikte günümüzde önemi tekrar anlaşılan
bitkisel tedavinin önemine de değinerek, “Suda yüz binlerce ilaç gizli; çünkü her ilaç
onun vasıtasıyla yetişir, gelişir” [60]
demektedir.
Mevlana
eğitimle ilgili olarak da öğretmenlerin belirli merkezlerde yetiştirilmesi
gereğine savunmakta, ayrıca günümüzde bile yapılamayan öğretmenlerin sürekli
kendilerini yenilemesi hususuna da özel bir önem vermektedir. Yine 21. yüzyıl
modem eğitim sistemi olarak yeni kullanılmaya başlanan çocukların oyunla eğitim
formasyonunun önemine de dikkat çekmektedir.[61]
Tarih
boyunca güncelliğini yitirmeyen ve yukarıda birkaç konusuna işaret edilen
Mesnevi’nin belki de en önemli özelliği ve hatta yazılma amacı insanca, mutlu
ve barış içinde yaşama katkıda bulunmak amacıyla öğütler ve ilginç püf
noktaları dile getirmesidir.
Edebiyatımızın
tanınmış simalarından H. Ziya Uşaklıgil’in “Bazı keder ve üzüntü zamanlarımda
hala Mesnevi’ye el uzatır, onun yaprakları arasında hayatın elemleri için bir
teselli ararım” sözü, kişisel sorunlardaki çözüme çare olduğu gibi;
İngiliz doğu bilimci ve Mevlana araştırmacısı Prof. Dr. Arthur J. Arberry’nin “Mevlana,
sekiz yüzyıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde
Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” tespitini yapması da
dünya insanları açısından Mevlana’nın fikirlerinin önemini vurgulamaktadır.
Orijinal
dili Farsça olan ve ilk 18 beytinin bizzat Mevlana tarafından kaleme alınıp,
devamı Hüsameddin Çelebi tarafından kaydedilen Mesnevi; Türkçe, İngilizce,
Arapça, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Urduca’ya tam metin olarak tercüme
edilip yayınlanmış, tespit edebildiğimiz kadarıyla da Boşnakça, Özbekçe, Hintçe
ve Endonezyaca’ya tam çevirileri yapılmıştır. Bunların haricinde de birçok
Dünya dillerine de seçki olarak tercüme edilmiştir. Bu bilgilerin ve
gerçeklerin ışığında da Mevlana tarafından dile getirilen “Mesnevi’miz, güneşin doğduğu
yerden battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve bütün ülkelere
ulaşacaktır. Bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır’
sözü, 800 yıl sonrasında ispat edilmiş olmaktadır.
Kuran’ın
bir de mana tefsiri vardır. Yani Kur’an’ın tefsiri herhangi bir ayetin ‘ruhu’nu
alıp aktarabilmektir. Bu anlamda baktığımız zaman evet Mesnevi Kuran
tefsiridir. Bunu Mevlana Mesnevi için söylediği gibi, birçok sufi de kendi
eseri için söyler. Mesela Muhyiddin ibn-i Arabî de Fütuhat-ı Mekkiyye’si için “Ben
bu kitabı Kur’an hazinesinden aldım” der. Bir bakıma Kuran tefsiridir,
der. Kuran tefsiri, ayetle ayet açıklanması şeklinde değil, mana açıklaması
şeklindedir. Ve gerçek arifler gerçek tefsirin bu olduğunu söylerler. Ötekisini
de lengüistik açıklama olarak görürler ki sufiler için o tefsir değildir,
sadece istifade edilebilir bir çalışmadır.
Mecaz”ın,
ismi müsemmaya bağlamadaki işlevi nedir, Mesnevi’yi bu açıdan ele alabilir
miyiz?
Tasavvufta
mecaz kelimesinin çok yüksek metafizik bir anlamı vardır. Nedir mecaz, nedir
hakikat. Mecaz ve hakikat irtibatı hem felsefenin hem de tasavvufun ana konularındandır.
Bütün ariflere göre mecaz, hakikate giden işaretlerdir. Bakınız ALLAH
(cc) “Bunlar ayettir” diyor. Ayet ne
demek, işaret demek, hakikat değil. “innehu le Kur’anun
kerimün fi kitabin meknun” “Şüphesiz bu Kuran
bir gizli kitabın içindedir”[62]
diyor, “Ben size bu kitabı gizli bir kitap içinde gönderdim”
diyor. Bir kitap bir kitabın içerisine, gönderildiği gibi, aşağıların aşağısına
indiriliyor, çünkü inerken mertebelerde katlanarak iniyor. İnsan yukarılardan
aşağı doğru ulvi âlemden aşağı doğru inen bir hakikattir aslında. Binaenaleyh
bu gözle baktığımız zaman, hakikatler bu süfli yani aşağıya inme âleminde ancak
‘mecaz’
ile ifade edilebilir, ‘hakikaten’ ifade edilemez. Hakikatler
hakikaten, olduğu gibi ifade edilecek olsaydı, bütün denizler mürekkep, bütün
ağaçlar kalem olsaydı yine de ifade edilemezdi. Biliyoruz ki peygamberler
tarihinde kendine bir sayfa gönderilmiş peygamber var. Kimisine iki sayfa,
kimisine sahifeler, suhuf... Fakat kendisine bir sahife gönderilmiş peygamber
için dahi şu ifade kullanılıyor. “Yaş ve kuru ne ararsanız burada var”
Şimdi yaş ve kuruyu eğer fiziki olarak düşünecek olursak bir sayfanın içinde nasıl
olsun? Demek ki burada biz bunun içinde işin esprisini, işin prensiplerini
gönderdik, detaylarını değil! Ama siz bu prensip ve düsturlara tabi
olursanız... Mevlana’nın o ‘pergel’ metaforunda, mecazında
kullandığı gibi pergelin iğneli ayağını merkeze saplarsanız öbür ayağıyla
yetmiş iki âleme yorum yapabilirsiniz, yorum açıktır. Bundan dolayı sufiler bir
yönüyle kaynağa bağlıdırlar, ama diğer elleriyle serbest yorum içerisindedirler.
O serbestlikleri bazı medrese ulemasına ağır gelmiştir. “Hayır efendim! Bu kadar yorum
yapılamaz!” demişlerdir. Ancak sufilerdeki serbestlik ‘mutlak
serbestlik’ değildir, kendileri bir eliyle kaynağa saplanırlar, diğer
eliyle serbestlik yaparlar ki bu da en tabii ve insanı oluşturur, aksi hali ise
pıhtılaşmak ve donmaktan ibarettir ki selefi akaidi ile sufi akaidi arasındaki
en temel fark budur. Birisi donuktur, diğeri ise dinamik bir akaid anlayışı
ileri sürer.
“Bismillahirrahmanirrahim.
“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak
iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler
müstesnadır.” [63]
Mehmet
Akif’in sureyle ilgili bir manzumesi şöyledir:
“Halikin namütenahi adı var en başı Hakk
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak
Hani ashab-ı kiram ayrılalım derlerken
Mutlakla sure-i velasr’ı okurmuş bu neden?
ÖÇünkü meknun o büyük surede esrar-ı felah
Başta iman-ı hakiki geliyor sonra salah
Sonra hak sonra sebat: işte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık”
Kur’an
Allah merkezli bir yapı arzettiği için öncelikle Allah bilincini geliştirmeyi
hedefler. Bu bağlamda Allah’ı unutmamanın sonucu şahsiyetleri parçalanmayan
insanlarda pekişen Allah bilinciyle yeryüzünde ahlak ve edebe dayalı sosyo-politik
bir düzen kurmak doğrudan ilişkilidir.
Hazreti
Mevlana’nın gelişim evreleri hakkında neler söyleyebiliriz? Bugünün insanı için
bu basamakları tatbik imkânı var mıdır; bununla mükellef miyiz?
Mevlana’nın
yaşadığı kendine özgüdür. Biz onları yaşayabilir miyiz? Yaşayabilirseniz
yaşarsınız, yaşayamazsanız Mevlana olamazsınız. Mevlana’ya soruyorlar: “Sen
bu hakikatleri nasıl elde ettin” diye, “Ben ol da anlarsın!”
diyor. Yani Mevlana olmadan onu o düzeyde anlamak mümkün değil. Çünkü herkes
hakikate durduğu noktadan bakar. Mevlana’nın durduğu yerden hakikate bakabilmek
için Mevlana’nın olduğu yere gelmek gerekir.
Mesnevi
ve diğer eserlerini dikkat okuduğumuz zaman Mevlana, kuru kuruya zahiri ilimle
bir yere varılamayacağını, ilmin bir aşk ve mana boyutunun da bulunduğunu, mana
boyutundan soyutlanmış zahiri ilimlerin tamamen kuru bir hayat süreceğini
söyler ki Mevlana’nın Mesnevi’si ve diğer şiirleri, bütün bu dinle kurumaya,
dinde pıhtılaşmaya dinde Yahudileşmeye bir İsa nefesi üflemek, bir aşk boyutu
yüklemek demektir. Kendisi de zaten böyle bir fonksiyonu görür. Aslında bütün
sufiler bir bakıma kendilerini şeriat-ı Muhammediyye içerisinden ‘Dem-i
İsa’ ile Hz. İsa nefesi ile özdeşleştirirler. Buradaki sembolik anlatım
çok önemlidir.
“Gel,
ne olursan ol gel!” sözünü doğru anlıyor muyuz? Ya da nasıl
anlamalıyız? Bu sözün Mevlana’ya ait olmadığı söyleniyor siz ne diyorsunuz?
Gel, Gel çağrısı Sultan-ül Ulema’nın ta Horosan Mekteplerinde
başlattığı “Gel…
Gel… İlim ve aşk medeniyeti İslam’a gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı
değildir” çağrısının Hz. Mevlana
tarafından devam ettirilmesidir.
Gel..
gel… ilim ve aşk medeniyeti İslam’a gel, yüz bin defa tövbeni bozsan da gel. Bu
kapı umutsuzluk kapısı değil! Gel.. Yine gel!
Evet,
bu söz literal anlamda Ebu Said Ebu’l-Hayr isimli bir büyük sufiye aittir. Ama
bu söz, mana olarak Mevlana’ya da yakışır, bütün sufilere de yakışır. Evet,
Mevlana’nın hiçbir yazılı metninde bulunmamaktadır. Fakat her arifin sözü
manipülasyona açık olduğu gibi bu söz üzerinden de değişik niyetler
gösterilmiştir. Burada önemli olan Mevlana’nın gerçekte niyetinin ne olduğunu
bilmektir. Burada “gel ne olursan ol gel” demek “gel hele bizim bir dergâhımıza
gel, ben seni ne yapıyorum burada bir gör” anlamı taşır. Yoksa gel o
halinle seni kabul ediyorum anlamına gelmez. Mevlana dergâhının kapısının
üstünde şu yazar: “Kabetil-uşşak başet in makam her ki nakıs amed.”Yani “Burası
âşıklar kabesidir, her kim nakıs gelir kâmil olur.” Bak nakıs gelir
kâmil olur, diyor. Yani kimi hırsızdır, kimisi şudur, kimisi budur, kimisi
putperesttir. Burada kemal dersleri alır, onun için “Gel ne olursan ol gel” bu
manadadır. Ümitsizlik dergâhı değil, biz kovucu değiliz, geniş bir hoşgörü.
Gerçekten bu açıdan Müslümanların Mevlana’nın bu sözünü iyi anlamaları gerekir.
Müslümanların “gel” davetlerinde biraz problem var, iyi davet edemiyorlar
davet edilen kimselerde de icabet problemi var.
Mevlana’nın
kendisi zaten evrensel ve insani noktayı yakaladığı için tercüme edildiği bütün
dillerde aktif olarak çalışmaktadır. Bu manada her hangi bir yardımcıya
ihtiyacı yoktur. Mevlana’nın yadımcısı Hakk’tır. Biz ise ne yapabiliriz?
Müslümanların öncelikle Mevlana’yla barışmaları gerekiyor. Mevlana’da barışıp
Mevlana’yı aktarabilselerdi Mevlana’yı daha iyi tanıma imkânı bulurduk. Bu
birlik olmadığı için günümüzde Mevlana adı altında bir hayli manipilasyonlar
yapılmaktadır.
Sonuç
olarak;
Mevlana’yı
sadece mutasavvıf bir şair olarak değerlendirip, onun fikirlerini mistisizmin
sınırlarına hapsederek yorumlamak, kendisine yapılacak büyük haksızlıklardan biridir.
Çünkü Mevlana, başta Mesnevi’si olmak üzere bütün eserlerinde günümüz
insanlığının düştüğü problemlere de çözümler sunmakta, bilim dünyasıyla ilgili
olarak da benzetmeler yoluyla dikkate değer bilgiler vermektedir.
Ayrıca;
Mevlana, eserlerinde sunduğu derin fikirleriyle bir sosyolog, bir psikolog gibi
insanı ve toplumu inceleyip problemlerine çözüm sunan bir düşünür; bilimsel konularla
ilgili olarak söylediği beyitleriyle de gizemli bir bilim adamı hüviyetindedir.
Bundan dolayı başta Mesnevi olmak üzere onun eserlerini her kesimden, her
meslek grubundan insanın okuyup incelemesi, mutlak olarak kendisinin ve insanlığın
faydasına olacaktır.
“Bizden
sonra, Mesnevi önderlik edecek, arayanlara ve isteyenlere doğru yolu
gösterecektir.” (Hz. Mevlana)
Mevlana’nın
bilinen eserleri arasında en büyükleri
(Mesnevi-i
Şerif) ile (Divan-i Kebir) dir.
VAHDET YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER
HİKMET VE SIRLARI
Biz
vahdet yolunun sufileriyiz.
Biz
şah-ı hakikatin sofrasından nimetleneniz. (Mevlana)
Silsilenamesinde
Hz.Pir Mevlana Celaleddin Rumi Mevleviye tarikatı, tasavvuf tarihinde Anadolu’ya
has tarikatlardandır. Tarih seyri
içerisinde tekke, asthane, dergâh, zaviyelerin tesisiyle, Anadolu coğrafyası’nın
sınırlarını aşmış Ortadoğu, Hicaz yarımadası ve Balkanlara uzanmış, günümüz
batı ve doğusunda dervişan ve muhibbanıyla en yaygın sufi yollarından olmuştur.
Mevleviliğin
seyr-u sülük esasları, adap ve erkânı, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled ve torunu
Ulu Ari Çelebi devrinden itibaren, tarikatın tekâmülü tarihi sürece parelel
şekilde teşekkül etmeye başlamış; Mevlevi yolunun kibarını kayda geçiren Sakıp
Dede’ye (ö.1148/1735) göre tarikatın adap ve erkânı Ulu Arif Çelebi’nin oğlu
Pir Adil Çelebi zamanında müesses hale gelmiştir.
Mevlevi
sülukuna dair ilk kaynaklardan Divane Mehmed Çelebi’nin Tankatü’l-arifin adlı
risalesi tarikat usülünün sembolik niteliklerini içeren ve bazı erkânını
yansıtan ilk eser olmasının yanında, 17. Asrın ilk yarısında Beyoğlu Galata
Mevlevihanesi yedinci postnişini, Mesnevi şarihi İsmail Rüsühi Ankaravi Dede’nin
(ö. 1041/1631) özellikle Mesnevi Şerhi, Minhacu’l-fukara, Nisab-ı Mevlevi ve
Risale-i usuI-i tarikat adlı eserlerinde Mevleviliğinin yolunun esaslarını
tayin etmiş, Osmanlı Mevleviliğinin adab, erkân ve nazariye açısından günümüze
naklinde önemli bir konumda bulunmuştur.
İsmail
Ankaravi, Minhacu’I-Fukara’da ‘Mevlevi tarikatının mahiyeti’
başlığı altında Mevlana’nın bir sufi, onun yolu, erkânı ve ayininin tasavvuf ve
dedeganın da sufiler olduğunu belirtmiştir. Mevleviliğin mahiyeti bir sufi
tarikatı olarak belirleyen ve kendisinden önceki Mevlevi meşayihi tarafından
sistematik şekilde vaz edilmediğinden dolayı tarikatın mahiyeti hakkında ortaya
çıkan yanlış anlayışları tashihe girişen Ankaravi, tarik-i tasavvufun temelinin
“fakr” diğer bir ifadeyle “zühd” olduğunu söyler ve şunu ilave eder: “Mevlevi
tarikatını sufiyye tarikatı şeklinde tarif etmek, Mevleviliği tarik-i aşk ve
muhabbet veya tarik-i fakr olarak tavsif etmeyi muhtevidir” Zira
tasavvuf, aşk, fakr, zühd ve marifet gibi tasavvuf mahiyetine ilave olunan
özellikleri kendi içerisine alan üst bir kavramdır. Dolayısıyla Ankaravi,
Mevleviliği ‘tarikat-ı ışkiyye” (aşk yolu) şeklinde tarif edenlerin
tariflerinin eksik olduğunu, Mevleviliğin mahiyetine yönelik bir tanımlama
getirmek gerekirse, bunun ancak ‘tarikat-ı sufiyye” olması gerektiğini belirterek,
bu konuda çıkan tartışmaları bertaraf eder ve daha kuşatıcı bir tanımlama
getirir.
Ankaravi’ye
göre Mevlevi tarikatının mahiyeti tasavvuf yoludur, tasavvuf yolunun yapısında
ise fakr vardır. Bu itibarla Mevleviliğin esas ve rükünleri, her şeyi bezl
etmek, cömertçe vermek ve ihtiyarı terk etmektir. Ankaravi, “sufi
isminin Kadiri, Rufai, Mevlevi, Gülşeni, Halveti, Nakşibendî gibi tarikat
ehlini ihtiva ettiğini” belirtirken, Mevleviliğin diğer tarikatlar gibi
tasavvuf yolu olarak görülmesine işaret eder ve Mevleviliği sufiyye yolunun
dışında daha önce zikredilen aşk yolu, melâmet yolu fakr yolu gibi çeşitli
şekillerde tanımlamayı eksik bulur. Ayrıca fakr ile tasavvuf veya fakir ile sufi
arasında derecelendirme yaparak, “Mevlevi fukarası” tamlamasının ne
anlama geldiğini tespit eder ve sufiyi fakirden üstün tutar.
Ankaravi,
Mevlevilik söz konusu olduğunda sufiyi kemal mertebesinde görüp, Mevlana ve
halifelerini sufi olarak tanımlamasıyla, Mevlana’nın zenginliği değil manevi
tam tercih ettiğini ve dolayısıyla Mevlevi meşayihinin de Mevlana’ya ittiba ile
manevi fakrı benimsemelerinin daha doğru tavır olduğunu ileri sürer. Bununla
birlikte Mevlana, Mevlevi meşayihine tavsiyede bulunarak kendilerine teveccüh
eden iktidar sahiplerinin aşırı cezbei ilahi gibi mücbir sebepler olmadan
iktidarlarını terketmelerini tasvip etmez, iktidar ve dünyevi meslekleri
muhafaza ederek tarikatta sülük etmenin esas olduğunu belirtir.
İsmail
Ankaravi, Mevlana ve Mevlevi meşayihini “sufiler” olarak tanımlarken yine
tasavvuf kavramı ve disiplini altında Mevlevi saliklerini de “mutasavvıflar”
şeklinde ifadelendirir.
Şeyh
Ankaravi’ye göre Mevlevi tarikatının ve bu tarikatta sülük eden saliklerin her
hal ve fiilleri, Kur’an ayetleri, hadis ve sufi meşayihin eser ve haberlerine
dayanmalıdır. Bu itibarla Mevlevi salikinin yolu, Kur’an, Sünnet, velayet yani
tarık-i müstakim ve tarikat-ı Muhammediyyedir. İfrat ve tefritten azade, itidal
üzere olan Mevlevi tarikatını ‘aşk yolu’ veya ‘cezbe yolu’ şeklinde
tanımlamak, aslında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in (nübüvvet)
yolu ya da velayet yolu şeklinde tanımlamaktan başka bir anlam ifade etmez.
Nitekim Ankaravi’ye göre Mevlana, VECD ve cezbe zuhur etmedikçe itidal yolundan
ayrılmamıştır. Bu açıdan Mevlevi salikinin evvela şeriatı uygulaması gerekir.
Zira tarikat şeriatın tatbikidir. Şeriatsız tarikat olmadığı gibi, tarikatsız
da hakikate varmak muhaldir. Şeriat, tarikat ve hakikat üçlemesinde ‘Mevlevi’ye
yol katettirecek temel saik ise öncelikle aşk, marifet, irşad ve hizmettir.
Zira Mevlana tasavvufi düşünce tarihinde zühd, ilahı aşk ve melâmet ile marifet
tavırlarını cemş eden bir sufidir. Zahidlik, tariki ilahinin başlangıcıdır.
Zühd tavrı, ilahi ahlaklanmayla neticelenir. Tarikte yol katetmeyi hızlandıran
ve marifete ermeyi temin eden yegâne saik aşktır. Bu itibarla sadece kuru zühd
tavrı marifeti hâsıl etmez. Ancak zühd ile beraber aşk olmalıdır ki marifet
tahsil edilsin. Hem âşık hem de zahid olan arif olabilir. Marifet, ilahi ahlaklanmayı
gerçekleştiren salike ilahı hakikatle tahakkuku sağlar ve salik son mertebede
mukallid likten kurtularak muhakkik sıfatını kazanır. Muhakkik, eşyanın
mahiyetini ya da eşyanın değişmeyen sabit ‘hakikatlerini idrak etmeye çalışan
kimsedir. Bu itibarla Mevlevi her şeye Hakk’ını veren sufidir (tahkik).
İsmail
Ankaravi, Mevlevilikte Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin de en yüksek tavır şeklinde
derecelendirdiği ‘melâmet tavrının’ baskın tavırlardan biri olduğun belirtir.
Ankaravi
düşüncesine göre, MevleviIikte melâmet yolunu ihtiyar etmek için iki sebep
olabilir.
1.
Şeyh makamında olan arif, dervişinde bazı sıfatlar görür ki, onların ortadan
kaldırılması ancak melâmet ile mümkün olabilir. O zaman dervişe gereken bu emre
uymaktır.
2.
Melâmeti ihtiyar eden kimse, şeyhi olmaz da, kendisi kendi nefsinin hilelerini
bilir. Halk ise kendisinin hüsn-i haline rağbet eder. Halkın bu iltifatı ve bu
rağbeti onun sülukuna ve zevkine zarar verir. O zaman bu hile (hile-i tarikiyye)
ile halk arasında şöhret bulmaktan kurtulur. Ancak yaşayan bir mürşide intisab
etmeden kemale ermek de mümkün değildir. Bu anlamda Ankaravi’ye göre şeyhin
veya müridin melâmet tavrın tercih etmesi zorunlu hallerde ortaya çıkan bir
durumdur: Yani Mevlevi salikinde ve meşayihinde olmazsa olmaz bir meslek
değildir. İsmail Ankaravi, Mevlevilikteki meşreblerin farklılığı konusunda tarikattaki
Melami sonra meczub meşrebinde olanlar hakkında da açıklamalar getirir.
Hâsılı
Şeyh İsmail Rüsuhi Dede’ye göre Mevleviliğin mahiyetine eklemlenen her ne kadar
farklı tasavvufi meşreb farklılıkları olsa da yolun tasavvuf yolu olmasına
binaen Mevlevilerden beklenen şey, aşk, marifet, irşad ve hizmetle zahir sufi
olmaktır.
Bu
esaslara sahip olmak isteyen talip, muhib veya çilekeş can olmak için Mevlevi
Dedesine müracaat eder. Şeyh muhibbin müracaatını kabul ederse, gusül abdesti
alan muhibbin başını şeyh dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve
her ikisi de Fatiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda
tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperler (görüşme).
Tarikatta
çilekeş can olmak isteyen talip ise dergâhtaki bin bir günlük riyazet sürecine
tâbi tutulur. Mevlevilikte riyazet hizmet olarak tayin edildiğinden, hizmet
çilesiyle nefsini tasfiye etmeye girişen çilekeş can, Mevlevilikteki iç
teşkilatın -ki merkeziyetçi bir yapıya sahiptir- en önemli mekânlarından olan
matbahta (mutfak) çeşitli hizmetleri deruhte ederek ‘hamdım, piştim, yandım’
sırrına erer.
Her
Mevlevi’nin bilmesi gereken hafi ve devranı zikir olan SEMA, bin bir günlük eğitimin önemli
rükünlerinden biridir. Sadece Mevlevi zikri olan mukabele devri değil, Mevlevi
süluku da devridir. Mevlevilerin bedenleri devrettiği gibi ruhları da devreder.
İki tür sülük yani tarik (yol) vardır: Düz yol (tarik-i müstatil) ve dairesel
yol (tarik-i devri). Düz yolda gidenler (taliban-ı tarik-i müstatil), büluğ
çağından vefat edinceye kadar şeriat ve tarikat üzere giderler. Ancak ruhani ve
cismani her ne mertebe ve menzile varsalar, Hakk’ı hariç bilirler ve tenzih
yoluna saparlar. Daima Hakk’ı bu mertebelerden daha yüce bir mertebede ve /
veya mertebesiz sanırlar. Enlem ve boylam hapsinde mahpuslardır, daireyi
çizemezler diğer bir ifadeyle dairede yolculuk yapmak nasiplerinde yoktur.
İkinci kısım yani dairesel yolda ise, Hakk’ın inayeti ve mürşidin himmetiyle
tarikatta sülük edip varlıkta vahdeti keşfedenlerdir. Bu itibarla Muhammedi
olan sufi Mevlevilerin süluku ve mukabeleleri vahdet-i vücud üzere daireseldir.
Mevleviliğin
irşad kitabının Mesnevi ve Mesnevihan lığın tarikatta bir makam olması
sebebiyle Mevlevi meşayihi yazdıkları Mesnevi şerhleriyle Tasavvufi düşünce
literatürüne edebi ve nazari açıdan mümtaz katkılarda bulunmuşlardır.
Mevlevilik tarih boyunca halk tabakalarından devlet adamlarına kadar toplumun
her kesiminden insanların manevi hayatı üzerinde tesirli olmuş; adab ve
erkânında musikiden minyatüre dek sanat faaliyetlerini bilfiil tatbik
etmesinden ötürü Türk-İslam kültür ve sanatının en önemli şair, musikişinas,
hattat ve ressamlarını yetiştirmiştir.
Mevlana
mesleğinin ve prensibinin dün de, bugün de, yarın da insanlık ideali için bir
mürşit ve rehber olarak yaşamakta olmasının hikmeti, arz edilen sentezin
sırrındadır.
Anlaşılıyor
ki, Hz. Mevlâna’nın tebliğ şekli, Mecusiliği, Şamanîliği, Yunanlığı,
Yahudiliği, Hıristiyanlığı, felsefeciliği ve bütün geçmiş dinleri içine alan,
daha doğrusu bunlar arasında bir seçim yaparak her milletin geleneklerine haz
ve revaç veren şekilde olduğu için İslamlığa yeni giren eski milletleri
kendine çeken bir cazibede idi.
Kendilerine
bağlanılan zâtların hareket, tavır ve tarzlarından Tarikatlar doğmuştur, yani,
tarikatları (Pir) denilen zâtlar kurmamış, O Pir’i kendileri için bir önder
ittihaz edenler tesis etmiştir.
Bu
itibarla tarikatlar, tatbikî birer mektepti, birer züht meslekiydi. İslâmi
esaslardan ayrılmamak şartı ile ‘İlm-i Kelam’ İle ‘Kadim
felsefe’yi meczederek ve İslami ahkâm ile milli görenekleri
barıştırarak meydana getirilmiş birer Ahlak yolu ve nihayet bir rejim idi.
Mevlana
âlim, hâkim, hekim ve mutasavvıf olduğu kadar birçok âlimler yetiştirmiş bir
müderristi de. Ana dili olan Türkçe’den başkaca, Arapça, Acemce, Rumca ve Latince
de bilirdi; musikiye, aşina idi, rebap çaldığı rivayet edilir.
Mevlana,
kendisinden öncekilerin felsefelerini, mezheplerini ve tarikatlarını tetkik ve
tahlil etmiş bulunmakla beraber doğrudan doğruya hiç birinin taraftarı
değildi.
Sufi
geleneği öğretisine göre İslamiyet, insanların gerek yaratıcılarıyla gerekse
diğer insanlara ve tabiatla olan dünyevi ilişkilerini düzenleyen ilahi ilkeler
bütününe sahip olduğunu belirten son şeriattır. Dini/ilahi ilkelerin pratiğe
aktarımıyla teşekkül eden bu şeriat, sosyo-ekonomik adalete ve insanlık hakları
eşitliğine dayalı ahlaklı bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Bunu sağlayan
pratik ilahi ilkelerin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kadar bütün peygamberlere, Tevhid-Nübüvvet ve Mead şeklinde
özetleyebileceğimiz aynı teorik boyutla farklı zaman ve mekânlarda farklı
toplumlara gönderildiği de bilinen bir husustur.
Aynı
teorik boyutun en son ve kapsayıcı pratiğe aktarımı olması hasebiyle Peygamberi
şeriat, doğası gereği özelde Müslümanların; genelde bütün insanların sorunlarına
çözüm üretebilecek ilkelere sahiptir. Nitekim bu pratiğin tebliğcisi olan Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün insanlığa gönderilmiş son
peygamberdir; görevi ise bütün insanları uyarmak ve müjdelemektir. Sufilerin görevi
de budur.
Bu ifadelerden çıkan tabii sonuç, Kur’an’ın
gönderildiği andan itibaren bu ilkelerin kıyamete kadar yeni sorunlar ve durumlar
karşısında yeni yorumlamalara açık olmasının gerektiğidir. İşte bu yazının
hedefini kısa bir sürede Arabistan bölgesinden üç kıtaya yayılan İslamiyet’in
ilahi ilkelerinin ‘‘modern’’ durumlar karşısında ürettiği çözümleri ve ilkeleri
yeniden yorumlama çabaları üzerinde düşünmek oluşturmaktır.
ŞİİRİN VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ
HİKMET VE SIRLARI
Aslında
müzikle ilgisi yok zannedilen şiir meselesini burada bahis konusu etmemizin
sebebi, genellikle güftelerin ve müziğe konu olan sözlerin şiir oluşundandır.
Bu
devrede Araplar sadece şiiri kendi tabii sesleriyle, müzik makamı olmaksızın
okumuşlar ve ondan zevk almışlardır. Müziğe doğru atılan ilk adım bu olmuştur.
Bilindiği gibi şiir müziğin anasıdır.
Mevlan’nın
da müşahede ettiği gibi musiki ile temizlenmeyen bir ruh irtifa kazanmaz,
havalanıp fezada kanat çırparak uçamaz. Bilakis yerdeki her nevi bayağı
ihtiraslara bulaşır, kirlenerek kararır ve küntleşir. Gerçek musiki insana
behimi hisleri duyurmak şöyle dursun, ‘Sonsuz Varlık’ı sezdirir, hissettirir.
İşte Mevlevi dergâhlarında da icra olunan böyle bir musiki, insan ruhuna
hürriyet vaat ederken, hislerdeki bu sublimasyon neticesinde onu Yüce Varlık’a
ulaştırır.
Şair,
‘ithaf’
isimli şiirde “Abdülhak Hamid’den sonra ledünni şiirin menbaları kurudu.” der.
Bu söz, aynı zamanda bir hayıflanmayı da hissettirir okuyucuya hatta bir tenkidi.
Çünkü bu hayıflanma tasavvufi düşüncenin ortadan çekilmesiyle ilgilidir. Tenkid
de muhtemelen tasavvufi kurumların kapanması/kapatılmasıyla ilgilidir. Çünkü
şiirin devamında tasavvufsuz bir hayatın nasıl çoraklaştığı, karardığı
üzerinde durulur. Artık semadan nur inmemesinden, destur diyecek pirlerin ve
erlerin ortada olmayışından söz edilir. Konuyla ilgili vurucu dörtlük ise
Aba
var, post var, meydanda er yok;
Horasan
erlerinden bir haber yok
Uzun
yollarda durdum hiç eser yok
Diyar-ı
Rum’a gelmiş evliyadan
Şair,
bu kanaatinde elbette haklıdır. Üstelik kuruyan sadece ‘ledünni şiirin menbaları’
değil bütün bir hayatımızdır. Tanzimat’la yönümüz Batı’ya çevrilince, bu yanlış
tercih bir yandan kadim devletimizin yıkılmasına yol açarken bir yandan da bu
yıkılışla birlikte bu medeniyeti kuran, yaşatan, ayakta tutan her türlü
değerler manzumesi de -buna tasavvuf da dâhil ortadan çekilmiştir. Bu durumda
karşılaştığımız manzara ise tam anlamıyla bir ‘boşluk’tur. Ve bu boşluk,
hiçbir felsefi düşünce yahut akım tarafından elbette ki doldurulamamıştır.
Ortaya çıkan sonuç ise, insanın yeniden gaflet perdesine bürünmesi, benlik
elbisesini giyinmesi, Yaratan’ından uzaklaşması ve O’nu ve kendini unutmasıdır.
Böyle bir durumun insanlık için doğuracağı menfi sonuçlar ise hepimizin, bütün
insanlığın yaşadığı / yaşamakta olduğu ve bu hatadan dönmezse yaşayacağı
olumsuzluklardır.
Gönül
erlerinin ortadan çekilmesiyle ortaya çıkan bu manzara karşısında şairin bu
şiirinde söylediklerini bir feryat olarak da görebiliriz. Hatta aynı zamanda o
muhteşem çağlara bir hasret. Çünkü o Anadolu ki, Horasan erenlerinin bu
toprakları kutlu bir yurt yapmalarından asırlar sonra böyle bir kaderi ve kederi
de yaşamak zorunda kalmıştır. Ama bir
toprak ana ise, onun hamuruna nice bin evliyanın nefesi katılmışsa elbette gün
gelecek hayat-ı asliyesinin bu canlı damarına elbet kavuşacaktır. Çünkü
varlığını, canlılığını asırlarca bu düşünceyle devam ettirmiş, bağrında
binlerce güzellik bu düşünceyle oluşmuştur.
Gün
gelecek, Horasan erenleri çekildikleri, çekilmek durumunda kaldıkları bu
topraklarda yeniden İsa nefesi üfleyecek, ya yeni erler yetişecek ya da
öncekiler yeniden konuşacaklardır.
Nitekim
öyle de olmuştur. O meşum yıllarda hayattan kovulan bu anlayış, şiirde olduğu
gibi kimi zaman bir şairin mısraları arasına gizlenmiş, kimi zaman ebruda,
minyatürde kendini muhafaza altına aldırmıştır. Düşünce hayattan çekilmek
zorunda bırakılsa bile sanat eserlerinde varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
Ya da asıl mukimi olduğu gönüllerde, aşk-ı ilahi’nin tecelligah’ı bu kutlu
yerde toprağın altına gizlenmiş bir tohum gibi uygun mevsimin gelmesini
beklemiştir. Nitekim “sohbet halkaları” yeniden kurulmuş ve tasavvuf modern
çağın önüne yeniden bir diriltici ışık olarak gelmiştir.
Bu
ışığın çağlar boyunca en parlağı şüphesiz ki Mevlana olmuştur. Dolayısıyla biz
şimdi bugünü bırakarak geçmişe dönelim ve Horasan ellerinden gelen bu yolcunun
öyküsünü hatırlayalım bir kez daha... Çünkü onu hatırlamak, anlamak, onu ve
düşüncesini yeniden hayata katmak manasına gelecektir. Bu, mevcut izmihlalle
semamızı kara bulutların kapladığı vehminin nasıl yanıltıcı bir zan olduğunu da
anlamak demek olacaktır aynı zamanda. Çünkü Mevlana’nın yaktığı kutlu ışık hiç
sönmedi. Sadece insanlık uzak kaldı ona... Üstelik bugün Mevlana ateşi nice yürekleri
tutuşturacak; Mevlana rüzgârı sadece, neşet ettiği Anadolu toprakların değil
bütün arzı diriltecek bir nefes hükmündedir.
“Mevlana,
sekiz yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde
Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir” fikirleridir. Prof.
Dr. ArturJ, Arberry’nin bu sözleri şahsi bir kanaatin eseri değil bütün bir
insanlığın ortak sesidir. Bunun farkında olsak da olmasak da böyledir bu. Zira
sekiz yüz yıl öncesinin şartlarını hatırlayacak olursak bunun böyle olduğu bu
nefesin diriltici soluklarının bugüne de bir Rahman şifası ulaştıracağı/ulaştırdığı
muhakkaktır.
Öylesine
manevi coşkuyla dolu olan gönül sahibinin dili de elbette en uygun vasıta
olarak şiiri seçecekti. Ama şiir, onda tabi bir söyleyiş şekli ve bir ‘eğitim
aracı’ idi. Nitekim kendisi de bu durumu anlatırken “Ben şiir söylemiyorum. Benim konuşmam
böyledir” demekteydi.
Yani onun için şiir, günlük konuşma diliydi. Mesnevi böyle yazıldı, Divan-ı
Kebir, Fih-i Ma Fih, Mektubat, Mecalis-i Seb’ a böyle oluştu.
Mevlana,
şiirle girmeyi başardı insan gönlüne. Gönüllerdeki kıvılcımı yanardağlara
çevirdi. Ardından o gönülleri musiki ile kanatlandırdı. Çünkü ona göre musiki ‘Elest
bezminin avazesi’ydi. Mevlana bu durumu şöyle açıklar: “ALLAH,
ruhlar âlemini yaratırken “Ben Sizin Rabbiniz değil
miyim?”[64]
diye sordu. Yaratıcı’nın sesindeki güzellik ruhları öylesine etkiledi ki, bu
güzel ses karşısında bir an cevap veremediler. Daha sonra ise ancak “Evet...”
diyebildiler. Ruhlar, bu tasdikten sonra bedenlerine bürünüp dünyaya
geldiklerinde o ilk duydukları sesteki letafeti aramaya başladılar”
‘Elest bezminin avazesi’yle
hedeflenen, çirkinlikten güzelliğe, çokluktan tekliğe, yalandan hakikate
ulaşmaktı. Böyle bir manevi oluşum için önce ruhi kirlerden arınarak
gerekiyordu. Mevlana sözün ve nağmelerin bu anlamdaki tesir gücünü biliyordu.
Mesela ney, ayrılığın yanık sesiydi. Bu sesi duymadan bu acıyı anlamak ve kavuşmayı
özlemek mümkün değildi. Böylece ney, ötelerin, az önce belirttiğimiz gibi
geldiğimiz âlemin seslerini, o âlemin konuşmalarını hatırlatıyordu.
Nitekim
öyle oldu. Neyin nağmeleriyle bu dünyanın örtüsünü üzerimizden atıp,
kulaklarını hakikate açmanın sırrını öğrendi insanlık. Neyle sıcak nefes üflendi
gönüllerine. Çünkü onun nağmeleri Mevlana’ya göre Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’in Hz. Ali’ye söylediği sırrın şerhiydi. Bu sır ise her şey
demekti. Varlığın, yokluğun kudretin, acziyetin anlaşılabilmesi bu sırrın
bilinmesiyle mümkündü. Sadece ney değil rebap da tanbur da aynı şey içindi.
Rebap, da tıpkı ney gibi ALLAH’tan ayrılıp şu fani dünyaya gelişimizin
feryadını dile getirmekteydi.
Rebab sesi dinlemekten maksat, yana yakılarak, hasret
çekenler gibi ALLAH
hitabını hayal etmekti. Ve gönüller gıdasıydı,
apaçık bir çağırıştı hakikatin sahibine. Kalp düğümlerini çözendi, kilitlenmiş
kalp şehrinin kapılarını açandı. Zincirleri kırandı. Beden kaydından kurtulup,
aşk ülkesine yol almak isteyenlerin yol kılavuzuydu. Kapkaranlık bir geceyi
onun sesi aydınlatıyordu. Onun sesi o ülkedendi, O’ndandı. O’nun yayıyla okuyla
vurulmanın biricik silahıydı rebap...
Ağıt
sesine, inleyişlere alışmak durumunda kalan gönülleri bir düğün evine
taşıyacak olan de def sesiydi. Çünkü bir olanla birlik içinde olmanın hali bir
düğün havası içinde olmaktı. Oydu her kederi bir şarab-ı ilahi tadıyla sevince
dönüştüren. Gamları gideren... Öyle bir sesti ki derin sesi Hz. Mevlana onun
sırrını ifade için şöyle demekteydi: “Kardeş, mezarına Def’siz gelme... Çünkü ALLAH meclisinde gamla oturmak yaraşmaz” Böylece
Mevlana çağının bin manevi tabibi olarak sesle, sözle iyileştirdi insanların
gönül yalarını... Çünkü âşıklara gıda olan güzel ses ve söz, onunla yüce
manaların, derin sırların taşıyıcısı oldu. Böylece kalpler huzura kavuştular, ALLAH’la
beraber olmanın zevkini tattılar.
[1] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72
[2] Buhari, Kitabü fazailü’l-Kur’an bi’hüsni’s savtı
bi’l-kıraat.
[3] Araf Suresi; Ayet 172
[4] Serrac, 349; Kuşeyri, 647
[5] Serrac,349
[6] Serrac, 350; Kuşeyri, 648
[7] Kuşeyri, 657
[8] Kuşeyri,645
[9] Serrac,351
[10] Kuşeyri, 645
[11] Ebu Talib Mekki, I, 123
[12] Serrac, 340; Kuşeyri, 644
[13] S. 70-71
[14] Al-i İmran, 3/54
[15] İhya, II, 285-89
[16] Kuşeyri, 644, Serrac, 339
[17] Serrac, S. 340; Kuşeyri, 645
[18] Kelabazi, 161
[19] Serrac, 340
[20] Kuşeyri, 649
[21] Kuşeyri, 649
[22] Kuşeyri, 647
[23] Serrac,339
[24] Serrac, 339
[25] Enfal Suresi; Ayet 2
[26] Zümer Suresi, Ayet 22
[27] Hac, Suresi; Ayet 35
[28] Ra’d Suresi, Ayet 28
[29] Nesai, İftitah, 77; Ahmet b. Hanbel, Müsned, VI, 92,
119
[30] Daha başka örnekler için bkz. Serrac, 352-55;
Kuşeyrl, 649 - 52
[31] Cami, trc. S. 226
[32] Mekki, 1,100; Gazali, II, 278
[33] Mekki, 1,100; Gazali, II, 287
[34] Gazali, II, 287
[35] Mekki, I,100
[36] Kuşeyri, 649
[37] Serrac, 356-57, 363; Kuşeyri, 649, 6 Gazali, II,
293,295-98
[38] Uludağ S. 63-118
[39] Acluni, Keşfu’l-Hafa:1/535
[40] Ebu Davud:Edeb 78
[41] Alak suresi; Ayet 1
[42] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72
[43] Alak suresi; Ayet 1
[44] Nur Suresi; Ayet 35
[45] Ömer Nasuhi Bilmen, 500 Hadis, 379
[46] Necm Suresi; Ayet 3,4
[47] Hacc Suresi; Ayet 27
[48] Sad Suresi; Ayet 27
[49] İsra Suresi; Ayet 70
[50] Araf Suresi Ayet:143
[51] Cemâlnur Sargut; Kenan Rifâî ile AŞKA YOLCULUK; Timaş,
163-172
[52] Bakara, 2/34
[53] Ali İmran Suresi ayet 35
[54] Fihimafih, s. 338
[55]
İnşaü’d-devair, müride tavsiye bölümü.
[56] bkz. Mesnevi, 6, 38, 36, 50; 5, 5402, 3401, 4580, 4581;
1, 2502
[57] bkz. Mesnevi, 1/3331, 3/1966, 3287
[58] bkz. Mesnevi, 6/2900
[59] bkz. Mesnevi, 4, 2943; I, ]813
[60] Mesnevi, 5,
213
[61] bkz. Mesnevi, 6, 2255; 5, 3597, 3598
[62] Vakıa Suresi: Ayet77,78
[63] Asr Suresi,Ayet
1,2,3.
[64] Araf Suresi; Ayet 172
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar