Print Friendly and PDF

SEMA OKULU...Yakup Baba (Koyuncu) 6

Bunlarada Bakarsınız


 

MELEKLERİN, PEYGAMBERLERİN,  SUFİLERİN HAYATTAKİ DENGE SANATI  SEMA HZ.MEVLANA’NIN  KURMUŞ OLDUĞU DEVAM EDEN   SEMA OKULU İRŞAD-ÜS SEMA ADAB VE ERKÂNI HİKMET VE SIRLARI  

DEVAM EDEN  SEMA OKULU

Hazırlayan: Yakup Baba (Koyuncu)


ALTINCI BÖLÜM

1—HZ. MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SEMA’NIN HİKMET VE SIRLARI

2—DİNLEYENE VE DİNLENENE GÖRE SEMA HİKMET VE SIRLARI

3—KUR’AN, İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN HİKMET VE SIRRI

4—NEY’İN SIRRI KEMAL’E YOLCULUK HİKMET VE SIRLARI

5—SEMA’DAKİ HİKMET VE SIRLAR

6—HZ. MEVLANA’DA AKIL, NAKİL VAHİY HİKMET VE SIRLARI

7—İBN ARABÎ ‘DE SEMA’NIN HİKMET VE SIRLARI

8—HZ.MEVLANA BÜYÜK BİR UMMANDIR, ESERLERİ VE MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI

9—VAHDET YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER,  HİKMET VE SIRLARI

10—ŞİİRİN VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ HİKMET VE SIRLARI

HZ. MEVLANA’NIN ESERLERİNDE SEMA’NIN

HİKMET VE SIRLARI

Şüphesiz Mevlana’nın irşad vasıtalarından biri de insan psikolojisi ve toplum hayatı üzerindeki tesiri malum olan musiki ve SEMA’dır. Mevla­na, iç âleminin enginliklerinden aldığı ilhamla, VECD ve istiğrak hislerini, Ney’in dilinden söylerken mana âleminin iştiyak ve tezahürleri ile SEMA ederek raks ve musikiyi bir araya getirmiştir. Aslında kendinden önceki diğer sufilere nazaran Mevlana’nın SEMA konusunda yaptığı şey önceden çeşitli mutasavvıflar tarafın­dan çeşitli şekillerde ifade edilen fikir ve inançları kendine has bir üslup ile ifade etmekten ibarettir.

Mevlana ile selefi olan sufilerin SEMA meclisleri arasında küçük detaylar dışında temelde bir fark yoktur. Ancak daha sonraları Mevleviliğin aldığı şekil içinde SEMA bu tarikatın bir esası haline getirildiğinden SEMA ayininin bu tarikata mahsus olduğu zannedilmekte ve tartışmalar da bu noktada yoğunlaştırılmaktadır. Bir yandan mesnedsiz bir şekilde Mevlana’nın hiç SEMA yapmadığı iddia edilirken, diğer taraftan da Mevle­vilik’te sonradan ortaya konmuş olan SEMA ayininin aynen Mevlana zamanın­da mevcut olduğu düşüncesi yine hiçbir dayanağı olmaksızın ileri sürülmektedir.  Şurası asla unutulmamalıdır ki, Mevlana, ‘güzel ses’ demek olan ‘SEMA’ ile güzel söz demek olan ‘şiir’e özel bir alaka duymuş, Mesnevi’sinde, Divan’ında, ga­zel ve rubailerinde her vesile ile güzel ses’e temas etmekten adeta deruni bir zevk almıştır.

Mevlana’nın hayat ve eserlerinde hem gerçek hem remiz olarak SEMA’ın olduk­ça fazla yer tuttuğu erbabının malumu­dur. Rubailerinde anlattığı vecihle ezeli ve ebedi, dost kalbin perdesinde raks ederek görünür de aşığa, SEMA’da dön­mek sanatını öğretir. Bu SEMA derin bir manayı haizdir. Maşuk’un raks ederken ayağını bastığı yerde ab-ı hayat topraktan fışkırır. Eski kozmik raksa ima eden be­yitlerde, feleklerin Ay çevresinde dönme­sine âşıkların maşuk çevresinde dönmesi benzetilmiştir. Her zerrenin güneş şuala­rında döndüğü gibi, âşık, ilahi güneşin nurundan dönerek yanıyor. Çünkü böyle bir SEMA, ruhun ve kalplerin gıdası ve vuslatın bir sembolü sayılır. Çünkü güzel ses işitilince onun aslı bulunan cennet sesleri hatırlanır ve hayal edilir. Bu sayede kalp huzuru ve hitab-ı ilahi hatırlanır. Ebe­diyet yurdunun kapıları aralanır.

Bu kozmik tasavvurların yanında, Kur’an­ı Kerim’e göre, Tur dağının ALLAH’ın hu­zurunda titremesine dayanan bir tabirde; Tur dağının raksta kendinden geçmiş olması gibi insan da, ALLAH’ın huzurunda fenaya ermeyi gaye edinmelidir. Ruh böyle bir VECD içinde vücudun zincirle­rinden kurtulduktan sonra, vuslata erdiği zaman, “her ağacın, her nebatın rakset­tiğine” şahit olur. Büyük kozmik ahenge uyan, durmadan maşuk çevresinde SEMA’da bulunan insan bütün tabiatın bu ezeli ve ebedi SEMA’a iştirak ettiğini gör­mek saadetine nail olur. İlahi aşkın mel­temi esmeğe başladığı zaman kuru olma­yan her dal raksa girer. Bundan anlaşılır ki, SEMA, aynı zamanda ölmek ve yaşamak demektir. Büyük aşk ahenginde fani ol­mak ve bu fena sayesinde aşkın unsuru olan ALLAH’ta bakaya kavuşmak demektir. Schimmel’in ifadesine göre bu da “bütün dinlerin farklı hareket ve tabirlerle, en ibtidai usulleri de dâhil, ifade etmeğe çalıştıkları sır, ‘Sema-i semavi’nin aşk ile beraber doğmasıdır

Musikinin ta ‘elest bezmi’nden insanın aşina olduğu bir zevk olduğu inancını taşıyan Mevlana aşk, şevk, cezbe ve VECD hallerinde kendisinden geçerek kâinatın hareketi dediği SEMA’a başlamaktadır. Nitekim Mesnevi’sinde şöyle der: “Hâkimler bu musiki nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın tamburla çaldığı, ağızla söylediği bu şar­kılar, nağmeler, hep gökyüzünün hare­ketinden alınmadır. Mü’minler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur. Biz hepimiz Âdem’in cüzleriydik. Cennette o nağmeleri dinle­dik, duyduk! Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri biraz­cık hatırlıyoruz

Mevlana, burada musikinin insana olan tesirinden bahsetmekte ve cennetin te­sirlerinin her şeyi güzelleştirdiğine işaret etmektedir. Hz. Âdem ve Havva da cen­nette iken orada türlü güzel ses işitmiş­lerdi. Kendi sesleri de güzeldi. Oradan çıkıp da tabiat âlemine geldiklerinde normal hayat şartlarında yiyip içtiler. O yeme ve içme onlarda olan su gibi saf bulunan güzel sesi kirletti. Fakat yine de su gibi olduğu için onda ateş söndürmek tabiatı vardı. İşte musiki nağmelerini dinlemeye insanların rağbet göstermesi ve güzel sesin insan tabiatında bulunan gam ve keder ateşini söndürmesi bun­dandır denilmektedir.

Mevlana için yaratılış vakası ilahi musi­kinin ilk sesidir. Dünyadaki SEMA’ların hepsi sadece asumani SEMA’ın bir fer’idir. Hayattaki SEMA’ların hepsi de ruhun SEMA’ının bir parçasıdır.

Bir çağrı yankılandı yoklukta: Bunun üzerine dedi ki yokluk: “Elbette! Ayağımı o ülkeye basarım, memnun, taze ve yeşil görünmek için” ve ALLAH’ın ezeli çağrısını duydu, SEMA’a geldi ve mest oldu; yok­lukta idi, şimdi var oldu, kalpler laleler ve inciler.

Bu sebeple Mevlana için SEMA ve musiki, ALLAH’ın o ilk hitabının tekrarı olur veya en azından insana onu hatırlatır. Mevlana aynı fikirleri bir başka yerde de, şu şekilde ifade etmektedir.

Padişahın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi ALLAH’ın hitabını hayal etmekti. Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıya­met gününde çalınacak olan surun sesine benzer

Mevlana, musikinin Hak âşıkları için ruhani bir gıda olduğuna dair selefleri tarafından ileri sürülen görüşü paylaş­maktadır. “Güzel sesi dinlemek (SEMA) âşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinleme de kalp huzuru ve ALLAH ile birleşme zevki vardır. Onun düşüncesine göre, Ruhun gıdasından perhiz etmek haramdır. Çünkü SEMA dirilerin ruhunun huzur ve sükûnudur, canının canı olan kimse onu bilir. Yine ona göre, “Aşkla baş açık yalın ayak oynamak ve ciğerler yakan nağmelerle, feryatlarla kendinden geçiş hoş bir şeydir” ve “Âşıkların cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garazsız bir dönüş yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır” Mevlana, bu âlemdeki müzikal seslerin misal, ideler ve ruhani âlem gibi isimler verilen öbür âlemdeki müzikal seslerin bir örneği olduğunu kabul etmektedir. O musiki ve SEMA hakkındaki nazari düşüncelerini, SEMA’ın dini hükmü ve metafizik mahi­yeti hakkındaki kanaatını bu şekilde or­taya koymaktadır.

Mevlana’nın bütün eserleri ALLAH’ın, sev­gilinin ve aşkın sırrı etrafında daimi bir dönüş, ifadesi imkânsız olanı sözle ifade etme gayretidir. Bu noktada ona, yaratıcı aşkın sırrını birazcık aydınlatmak için uygun görünen yegâne çare musiki ve SEMA’dır. Şu menkıbe Mevlana’nın bu konudaki hissiyatını bütün kuru teori­lerden daha iyi ifade etmektedir.

 “Bir defasında Mevlana’nın “Musiki (rebab sesi) cennet kapılarının sesidir” dediği, orada bulunan ve musikiyi inkâr edenlerden birisinin; “Biz de o sesi işitiriz fakat neden o sesten sizde hâsıl olan duy­gu bizde hâsıl olmaz” demesi üzerine Mevlana, “Bizim işittiğimiz kapıların açılmasının sesi, sizin işittiğiniz ise kapı­ların kapanmasının sesi olduğu için aynı duyguları elde edemiyoruz” cevabını vermektedir.

Mevlana’nın SEMA’ın havas için olduğu­nu, avam için olmadığını ifade ettiği, musiki aleyhtarlarına karşı müsa­mahasız davrandığı ve zaman zaman onlara karşı ağır ifadeler kullandığı da bilinmektedir.

Mevlana her hareketi SEMA olarak görü­yordu ve biliyordu ki zerreden feleklere kadar her şey SEMA ederdi. Arı bal yap­mak için SEMA eder, kalp sedefotu to­humu gibi aşkın ateşinde SEMA eder ve hat­ta Kur’an’da ifa­ de edilen; ALLAH’ın Tur-i Sina’ya tecelli etti­ğinde dağın titremesi hadise­sini o, sevgiliyi temaşa ederken da­ğın aşka gelerek raks ve SEMA etmesine bir ima olarak görmektedir. O bu keyfiyeti ifade için, “Cebrail, ALLAH’ın güzelliğine kapılmış oynamada; şeytan da bir başka şeytanın sevgisiyle sıçrayıp zıp­lamada” demekte, herkesin ve her şeyin kendi meşrep ve yapısına göre SEMA ettiğini ifadelendirmektedir.

Ney Mevlana’nın musiki ve SEMA düşüncesinin merkezinde yer alan bir musiki enstrümanıdır. Sesi, insan üzerindeki etkisi, kendisine yüklenilen remzi mana­lar ve Mevlana’nın anlatmak istediği bir­çok şeyi onun ağzından dile getirdiği bir vasıta konumundadır. Bu sebeple Mevla­na’nın musiki ve SEMA anlayışını ortaya koyarken neyin bu hususi durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Mesnevi’nin ilk beytinde de ifade edildiği üzere “ayrı­lıktan şikâyet eden bir ney” motifi, çoğu zaman Mevlana’ya ilahi tecellileri dile getirmede perde olmakta, feryat ve figan içerisinde beka yurdundan fena âlemine inişin acıları ile yanmaktadır. Aslında bazen onunla öyle özdeşleşir ki, Mevla­na’nın bizatihi kendisi ney olur. Sevgiliye söylemek istediğini söyleyebilmek için onun nefesinin, dudağının hasretini çe­ken bir ney gibidir.

Kamışlıktan kesilen ney şikâyet ederek kadın erkek tüm insanları ve bütün âlemi ağlatır. Çünkü onun nağmesi mahlûkata, bir zamanlar ezelde ALLAH’tan, varlığın kaynağından ayrı olmadıklarını ve yaratılışla ikilik dünyasına vardıklarını hatırlatır. Neyin çıkardığı sesler ilahi aşkın ateşleridir, içine üfürülen maddi bir soluk değildir. “Bir kimse de bu ateş olmazsa o yok olsun daha iyidir” diyen Mevlana, neyin çevreye aşk ateşleri saçtığına inanmaktadır. Ona göre neyden çıkan ses perdeleri insanla Rabbi arasında bulunan perdeleri kaldırarak kulun âşık olduğu ALLAH’ı seyretmesini temin eder.

Ney, yârinden ayrı düşmüş olan her kesin dert arkadaşıdır, onun ses perdeleri bizim hicaplarımızı yırtmıştır. Usta kamışlıktan bir kamış kesti, dokuz delik açtı ona, adını Âdem koydu. A ney; sen şu dudaklardan meydana geldin. Fakat bu dudaklara soluk veren dudakları gör.

Rebap, tambur gibi diğer sazlardan da özellikle Mesnevi ve Divan’ında sık sık söz edilmekte ise de hiçbir zaman bu sazlar ifade ettikleri mana ve yüklendikleri remzi manalar itibariyle neyin yerini alamamışlardır. Ancak yine de bu sazlardan da oldukça sık bahsettiği ve bazı teşbihlerle bu sazlara işaret ettiği görülmektedir.

Def, vuruşlara, sitemlere amaç olmuştur da o yüzden her SEMA meclisinin, her zevkin, neşenin parlaklığı, onun sesiyledir. Def, “elleri varolsun bana vuranın” der. Çünkü bu biteviye vuruşlar ona ottur, gıdadır.

İşsiz-güçsüz oturma, gir içeriye, tez katıl bize; işsiz beden ya yemeğe düşer, ya uykuya dalar. SEMA ehlinden rebap sesi gelmede; onların halkasını bul, SEMA edenlere karış. O nedir ki, SEMA’ların yüceliği ondandır; o nedir ki gitti mi meclis bozulur gider? SEMA’lardaki zevkin neyden tefden olmadığı anlaşılsın diye gizli gelir gizli gider O.

Ey çalgıcı, seher çağına kadar böyle vur def’e, üfle ney’i, gündüze kadar bu çeşit çalıp çağırmak hoş bir şey.

Kalk sıçra! Can ayağa kalktı. SEMA’a girdi. O şeker gibi def, o ney’e eş dost oldu; önüne ön olmayan sevda, yalımlandı. Nerede o hay-huyların senin; hey hey denecek vakitler geldi

Bu rubailerde onun küçük bir vesile ile ne kadar coşkun bir halet-i ruhiye ve VECD içinde kendisinden geçtiği görül­mektedir. Çünkü onun anlayışına göre, gönül denizi SEMA yeliyle dalgalanır; o denizde yüzlerce dalga belirir; her gönül SEMA’a layık değildir. Gönüller denizine ulaşan kişidir ki, bu yelle coşar, köpürür; SEMA’ın tadını o çıkarır.

Mevlana, musiki ve SEMA hakkındaki görüşlerini zaman zaman -hikâyelerinde hayvanları konuşturduğu gibi- musiki aletlerini konuşturarak fikirlerini açıkla­mak yolunu benimsemektedir. Bu alet­lerden “ney” in anlattıkları zaten malum­dur ve bu manada “ney”e bazen “rebap”, bazen de “tambur” eşlik etmektedir.

Biliyor musun şu rebabın sesi ne diyor? Ardımdan gel de yolu bul, çünkü doğ­ruya gitmek için yola düşmüşsün ama eğri bir yol tutmuşsun diyor. Rebap, İsrafil’in soluğu ile seslenmekte, böylece de yanıp kavrulan gönülleri tazeleş­tirmekte, diriltmektedir. Batıp yok olan o sevdalar, balıklar gibi suyun dibinden bir bir belirip çıkmaktadır

Tanbur ten-tenen diye nağmeye başladı mı, elsiz ayaksız gönül, zincirini kopar­maya koyulur. Çünkü onun ayının ışı­ğında gizlenmiş birinin sesi gelmededir. A yorulmuş yol arkadaşı, gel demektedir

Mevlana’ya göre, Hak erleri için namaz kılmak gibi, SEMA etmek de onların gizli­ce ALLAH’ ın emirlerine ve nehiylerine uyma­nın bir misalidir. SEMA’da muganni, namaz­da imam gibidir. Eğer muganni ağır söy­lerse SEMA da ağır, hafif söylerse hafif olur. Bu onların içinde emir ve nehyin müna­disine nasıl uyduklarının bir misalidir

Sufi geleneğinde “kıllet-i taam - az yemek”, “kıllet-i menam - az uyumak” olarak bilinen davranışlar Mevlana’nın da benimsediği ve özellikle SEMA ehli için tavsiye edip şart koştuğu bir husustur.

A SEMA eri mideni boş tut. Çünkü neyin içi boştur da onun için ağlar, inler. Kar­nını birçok yemeklerle doldurdun mu, sevgiliden de yoksun kalırsın, dosttan da

SEMA göklere yoldur, kapıdır. SEMA can kuşuna koldur kanattır. Fakat ey sevgili sen de orada bulundun mu SEMA Pey­gamber’in arkasında kılınan namaz gibi bambaşka bir şey olur.

A ay yüzlü, böyle bir gecede ay gibi sen de uyuma. Şu dönüp duran gök kubbe gibi dönmeye koyul, uyuma. Bizim uya­nıklığımız, dünyaya mum olur, ışık ke­silir; bir gecelik mumu gözle, uyuma!

SEMA esnasındaki yaşanan manevi zevk­lerden ve halet-i ruhiyeden bahsederken şöyle demektedir:

SEMA vaktinde, aşk mutrıbı “kulluk bağ­dır, efendilik baş ağrısıdır” dedi. Padişah­lık ve kulluk anlaşıldı. Âşıklık, bu kayıtlar­dan azadedir. Aşk ve aşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki milletin mezhep ve milletinden başkadır. Padişahların tahtı onun yanında, tahtadan bir kerevettir. Dünya padişahları nefislerinin ve tabiat­larının kötülüklerinden, kulluk şarabın­dan tatmadılar. Yoksa İbrahim Edhem gibi şaşkın ve başı dönmüş bir vaziyette durmadan saltanatı yıkıp harap ederlerdi.

Mevlana Divan-ı Kebir’deki bazı gazellerinde müstakil olarak SEMA anlatmakta, mahiyeti, hususiyetleri ve SEMA’dan maksadın ne olduğu üzerinde uzun açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu gazellerdeki SEMA kelimesi genel anlamda musiki ve özelde de raksetmek anlamına gelen SEMA’a delalet etmektedir. Bu ayrıntıya dikkatleri çektikten sonra bu gazellerden birkaç tanesine göz atacak olursak Mevlana’nın SEMA hakkındaki temel düşüncesini de anlamamız kolaylaşacaktır. Mevlana sık sık SEMA’a methiyeler söylemiştir: Her mısraının başında “SEMA nedir biliyor musun?” sorusunu sürekli tekrarladığı ve bu soruya cevaplar aradığı şu gazeli bir anlamda onun SEMA hakkındaki te­mel düşüncelerini de ortaya koymaktadır:

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? SEMA ALLAH’ın; “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların; “Evet; rabbi­mizsin!” deyişlerinin sesini duymak, ken­dinden geçmek, rabbine kavuşmaktır!

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun hallerini görmek; lâhut âleminin, görünmez âlemin perdelerinden Hakk’ın sırlarını duymaktır

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Kendindeki varlıktan geçmek, mutlak yoklukta zevalsiz, devamlı varlık tadını tatmaktır!

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Dostun aşk çarpıntıları önünde, başını top gibi yapıp başsız ayaksız dosta doğru koşmaktır

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Nefs-i emmareyle harp etmek, yarı kesilmiş kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktır

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Ya’kub’un derdini ve devasını bilmek, Yusuf’a kavuşma kokusunu, Yusuf’un göm­leğinden koklamaktır

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? Hz. Musa ‘nın asası gibi, her an Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmektir!

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? “Benim ALLAH ile öyle bir vaktim vardır ki, o vakitte ne ALLAH’a yakın bir melek, ne de bir peygamber aramıza giremez” hadis­i şerifinde buyurulduğu gibi SEMA’, bir sırdır. İşte meleğin bile sığmadığı o yere, vasıtasız varmaktır!

SEMA’ın ne olduğunu biliyor musun? SEMA’, Tebrizli Şems gibi gönül gözlerini açmak, kutsal nurlar görmektir!”

Mevlana, yine bir başka gazelinde de önce “SEMA nedir?” diye sorar ve sonra şu izah ile kendi sorusuna cevap verir:

SEMA; gönüldeki gizli er­lerden haberler almaktır. Onların mektup­ları gelince garip gönül, dinçleşir, rahata kavuşur. Bu haberler rüzgârıyla, akıl ağa­cının dalları açılır, uykudan uyanır. Bu sarsılışla beden, darlıktan kurtulur, genişler, huzura kavuşur. Bedende tuhaf, görülmemiş bir tatlılık başlar. Ney sesinden mutribin, çalgıcının dudaklarından dile damağa hoş, manevi zevkler gelir. Dikkatle bak da gör, şu anda SEMA edenlerin ayakları altında binlerce gam akrebi ezilmede, kırılıp ölmede. Binlerce ferahlık ve neşe hali aramızda kadehsiz dolaşmada, bize mana şarabı sunmadadır. Her taraftan bir Ya’kub, kararsız bir haldi, neşeyle kalkar, sıçrar. Çünkü burnuna Yusuf’un gömleğinin kokusu gelmededir. Canımız da “Ona ruhumdan ruh üfürülmüştür[1] sırrıyla dirilmiştir. Bu ruh üfürülüşünü, yemeye, içmeye benzetmek doğru değildir. Çünkü bunun bedenle ilgisi yoktur. Mademki bütün yaratılmış varlıklar, surun üfürülmesiyle haşr olacaklar, surun üfürülmesinin zevkiyle ölüler uykularından uyanacaklar, sıçrayıp kalkacaklardır; sen de “ney”in feryadıyla uyan, kalk, kendine gel! SEMA musikisinin tesirine kapılmayan, dönüp, buz kesilen, ölüp yok olanlardan da aşağı olan kişinin toprak başına olsun! Çünkü o, gerçek bir insan değildir. Gezip dolaşan bir ölüdür. SEMA’ın kadehsiz verilen bu helal şarabını içen beden, bu şarapla mest olan gönül, ayrılık ateşinde kavrulur, pişer, tam olgunlaşır. Gayb âleminin güzelliği söze sığmaz, anlatılamaz, övülemez. Onu görebilmek için ödünç olarak binlerce göz al, binlerce göz! Senin içinde öyle parlak bir ay vardır ki, gökyüzündeki güneş bile ona; “Ben sana kulum, köleyim” diye seslenip duruyor

Bir başka gazelinde yine SEMA ‘ı anlatır:

Bu SEMA âlemi, iki âlemden de dışarıdadır. Yedinci kat göğün damı, ötelerde, pek yücelerdedir. Fakat bizi Hakk’a yükselten SEMA merdiveni, göğün damını da aşar geçer. Bu damdan da yücedir. Ondan başka ne varsa ayağınızın altına alın, ayağınızı vurun, ezin. SEMA sizindir, siz de SEMA’ınsınız. Zerrelerin kucakları güneş ışığı ile dolunca, hepsi de sessiz sedasız SEMA’a başlarlar. Gel ki, Şems-i Tebrizi aşkın suretidir, şeklidir. Zira onun aşkın­dan, SEMA’ın ağzı, dudağı açıkta kaldı

Musikinin mahiyetine ışık tuttuğu şu gazeli de bizlere onun bu husustaki düşüncelerinden önemli bilgiler içermektedir:

SEMA Hak aşıkı ile diri olan kişilerin canlarına rahatlık verir, huzur verir. Arif olan, canında can bulunan yani hayvani ruhu değil de insani ruhu taşıyan, bunu, bu hakikati bilir. Gül bah­çesinde yatıp uyuyan kişi, gül kokusu duymak için uyanmayı arzu eder. Fakat zindanda uyumuş kalmış kimse, uyanırsa hoş bir şey olmaz, ziyana düşmüş olur. SEMA düğün evinde olur, düğün olan yerde olur. Yas olan yerde SEMA olmaz. Çünkü yas yeri feryat, figan yeridir. Kendinde bulunan cevherden, ilahi emanetten habersiz olan o eşsiz ayı gönül gözü ile göremeyen kişi var ya; öyle kişiye SEMA’da gerekmez, def, yani musiki de gerekmez. SEMA âşıklar içindir. Gönüller alan, o eşsiz, görünmez sevgiliye manen kavuşmak içindir. Yüzlerini kıbleye çevirmiş kişiler, manen miraç edenler, bu dünyada da, öteki dünyada da SEMA’dadır

Bütün bu bilgiler ışığında şunu söylemek mümkündür ki, Mevlana vahdet-i vücud-varlığın birliği anlayışını ve bu anlayıştan kaynaklanan yaşama biçimini insanlara düşündürebilmek için şiiri, ney’i, rebabı ve SEMA’ı aracı kılmıştır.

Ancak yalnız bunun için değildir onun SEMA’ı. İnsanlığa her teklif ettiği ilkeyi önce kendi nefsinde yaşamayı ve kendisi denedikten sonra cihan halkına sunmayı ilke edinen Mevlana; şiiri, müziği ve raksı, VECD’inin ve coşkusunun ifadesi olarak önce kendisi için, kendi nefsine bir ikram gibi kullanmış sonra etrafın­dakilerin irşadında bir vasıta olarak kullanma yolunu tercih etmiştir.

Mevlana’ya göre bu hareketteki başlıca hedef, insanın keşfettiği her gerçeği, güzelliği ve o ışığı estetik bir hareketle başkalarına da iletmektir. SEMA salt güzelliği, yani ALLAH’ın cemalini raks ile gün ışığına çıkarır. SEMA’ı insanı güzele, yani ALLAH’a ulaştıran bir atılım, bir eylem olarak değerlendirmek de mümkündür. SEMA’ın estetik ve ruhi güzelliğini yalnız biçim ve teknikle bağlantılı olarak görmek ve düşünmek eksik, hatta yanlış olur. SEMA’da müziğin de etkisiyle anlam kazanan her figürde ruhun bedene bir mesaj ve bir emir ver­diği açıktır. Bu gerçek bir SEMA için şarttır ve SEMA’ı, sıradan bir dans olmaktan ayıran faktörlerden biri de budur.

Her eylem, belirli bir gerçeği ifade eder. Bu gerçek SEMA ile yaşanıyorsa, gerçeğin yapısı ile SEMA’ın yapısı arasında elbette ortak noktalar olacaktır. SEMA, insanın doyum, uyum ve güzelliğe olan ihtiyacını ve bu kavramlara ulaşmanın yöntem­lerini verir. Doğal dünya ve onun ku­ralları ile bağdaşmak, kendi genetik ve psikolojik geçmişini aramak, dünyaya gelişin amacını ve yaşama sevincinin hoş ezgilerini yakalamak; kısaca, insanın kendisi ile kendi dışındaki her şey arasında bilinçli bir iletişim kurmak. İşte SEMA budur.

İhtiras ve bencillikten kurtulan ruhlar, bir ritim psikolojisi içinde kâinattaki umumi dönüşe intibak ederler. SEMA, armonize edilmiş bir dönüştür. Âlemdeki genel harekete ve ritme uyumu gösteren müşahhas bir ifade tarzıdır. Âlemlerin dönüşündeki ilahi tertip ve ahengi algı­layan Mevlana, dönüş seyrinin iki yay biçiminde olduğunu fark etmiş ve SEMA da aynı biçimde yol tutulmuştur. Bu pozisyonda, yüce bir mananın “Kâbe kavseyni ev edna”nın imajı tezahür et­mektedir. Hz. Peygamber’in “rab” huzu­rundaki yüce makamının görüntüsü su­nulmaktadır. Bu vaziyet alış ve tarz-ı tak­dim SEMA eden için derin bir haz ve yüce bir huzur ve inşirah kaynağı olmuştur. Bunun içindir ki Mevlana SEMA’ı aşk eh­linin canlarının dinlenmesi olarak tak­dim etmektedir.

SEMA’, unsurları itiba­riyle bedene güç sağlayan, fiziksel bir kondisyon, ruhi gerginliği izale eden psiko-terapik bir boşalma ve rahatlık, mutlak güzele; Yüce ALLAH’a visal duygu­sunu harekete getiren estetik bir eylem ve âlemlerin dönüşündeki ritim ve kemali temsil eden müşahhas bir ifade tarzıdır.

Mevlana’nın SEMA’ı, âlemin fiziki yapısını dile getirir ve âlemin bir bütün şeklindeki fiziki yapısıyla, onun en küçük parçacıklarının toplandığı birim atomların yapısı civarında fark olmadığını ifade eder. Başka bir deyişle bir atom neyse ve nasılsa, âlem de odur; âlem, atomun ay­nısıdır. İşte Mevlana’nın SEMA’ı, atomun ve âlemin yapısını aynı anda sembolleş­tirir. Mevlana bir cezbe halinde âlemin ve atomun içyüzünü keşfettikten sonra, buna uygun olarak SEMA’ya başlamış ve bu yapıyı da SEMA’ının şekli yapmıştır.

Öyleyse Mevlevi SEMA’ı da İnsan ile ALLAH arasında ne gibi bir ilişkinin var olduğu­nu bize öğretmektedir. SEMA esnasında semazenen ancak şeyhini selamladıktan sonra dönmeye başlıyor. İşte İbn Sina’ya göre, yaratılan mahlûk, sadece halık olan ALLAH’ı sevdikten sonra bir şey yapmaya muktedirdir. Ve onun yaptığı ameliye, bu ilahi aşkın neticesi ve tecellisidir. SEMA; SEMA edeni ilahi aşka götürmez. Bilakis, SEMA edeni harekete geçiren saik kendi fıtratında mevcut olan bu ilahi aşktır. İbn Sina’ya ait olduğu belirtilen, “Bir süfli şey aynı zamanda âli olan bir şeyin karşısına çıkan engellere mani olur ve bu âli olan şeyin bir tecellisidir” ve “her hakiki faaliyet bir aşkın tercümesidir” şeklindeki anlayışın Mevlana’nın SEMA anlayışı ile uyuşmakta olduğu, İbn Sina’nın kendisinden yıllar önce dile getirdiği bu hususları Mevlana’nın SEMA’ında bilim­sel ve temsili olarak bulunduğu da ifade edilmektedir.

Netice itibariyle şunu söylemek mümkündür ki, Mevlana düşüncesinin temeli oluşturan aşk SEMA’ın da yegâne kaynak ve sebebidir. Onun bu derece SEMA’a düşkün oluşunun sebebi de aşktır. Çünkü “Aşk; SEMA’ı artırır!” Ve onun nihai amacını ifade ettiği bir rubaisi ile konuyu bitirelim:

Her nereye başımı koysam, secde edilecek ancak O’dur!

Altı cihette ve altı cihetten dışarıda da ma ‘bud ancak O’dur!

Bağ, gül, bülbül, SEMA hep birer bahanedir,

Bunlann hepsinden de maksat hep O’dur

DİNLEYENE VE DİNLENENE GÖRE SEMA                                       HİKMET VE SIRLARI

Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defa Ebu Musa’l-Eş’ari’nin okuduğu Kur’an’ı dinledi ve ona:

Ey Ebu Musa, sana Davud (aleyhisselâm)’a verilen mizmarlardan bir mizmar verilmiştir[2]Buyurdu.

İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetneme’de feleklerin adedi bölümünde, feleklerin sayısını, ses ve nağmelerini irdelerken şunları söyler:

Bunların hareketleri de çeşitli olduğundan her felek başka bir perdeden sada verip gönül yükselten nağmelerle tesbih ve tehlil ederler. Hiç durmadan Yezdanın aşkının hareketi ile raks ve devran ederler. Feleklerin böyle hallerini aletlerle ve hesap ile rasat edenler, işitip ve seyredip nice sırlarına vakı olmuşlardır. Elakin seslerini ve nağmlerini perdeleri ile zapt edip usul ve furuu, derecelerine göre hakimane olarak birbirine mecz edip, ruhlar için binlerce macun ve lezzetli şerbetler yapmışlardır. Her bir makamı nice derde deva, nice hastalıklara şifa, nica tabiata safa, nica kalbe cila ve nice ruha gıda bulmuşlardır. Bu ilme tıbbi ruhani, hendese-i ruhani, kuvve-i ruhani ve enni musiki diye isimler vermişlerdir.

Müzikle tedavi diye bir uygulama var bizim tarihimizde. Akıl ya da sinir hastası dediğimiz insanlar musiki ile teskin ve tedavi edilmişlerdir.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin meşhur Marifetnamesinde “Musiki’de öyle sırlar var ki, onun ara taksimlerine, asıllarına gösterilen itibarlar, makamların ve usullerin birbirlerine olan üstünlükleri; perde, peşrev, ses ve icra; kar, nakş ve sözlerin terennümleri; her biri bir hikmetle donatılmıştır ki, bunlar can bahçesini sulayan birer akarsu gibidir. Bunlardan her biri bir hastalık için faydalıdır. Her birisi kendi kendi zıddını bedenden uzaklaştırır.” denmektedir.

SEMA’da üç unsur vardır.

a.              Söyleyen, bir metni nağmelerle okuyan ve seslendiren: kavval, guyende, hanende, zakir, hatib, vaiz.

b.              Okunan bir metni, yapılan bir konuşmayı ve seslendirilen bir besteyi dinleyen, dinleyici.

c.              Okunan metin, ya­pılan konuşma ve seslendirilen beste, sözler.

Bunlardan her birine göre çeşitli sınıflan­dırmalar yapılmış, SEMA bunlara göre değerlendirilmiş ve bunlardan her birine ayrı ve farklı bir hüküm verilmiştir. Bun­lardan bir kaçı şöyle:

Elestübirabbiküm hitab olundu. Allahuazimüşşan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?[3] Bütün evlüyahullah, kâmil insanlar, ALLAH’ın Salih kulları, her gelen sesi ALLAH’ tan vahiy olarak bildiler.

Kamil insan için her semavi bir müsikiye dönüşür. Gerçek sufi her sesin ona sevgilisinden müjde getirdiğini duyar. Her sözcük onun için ALLAH’ın bir vahyidir.

Gerçektende İslam tarihi boyunca sufiler gerek bazı düşünceleri ile gerekse bir takım davranışları ile olaylara ve hayata hep farklı açıdan bakabilmenin, farklı olmanın en canlı örnekleri olmuşlardır. O kadar ki; farklılık çoğu zaman ihtilafı ve itirazı da beraberinde getirir; bu yüzden sufilerin düşünce ve davranışları İslam tarihinde önemli bir yer işgal etmekle birlikte, onlardan bir kısmı hep tartışıla gelmiş, hep itiraz ile karşılanmıştır.

Sufilerin her sese, her harekete ilahi bir anlam yüklemeleri de bunlardandır. Sufi kendi kendine, kendi içerisinde, işittiği her sese, gördüğü her renge ilahi bir anlam yükleyebilir; bu diğer dindarlar katında fazlaca bir problem oluşturmaz. Ne zaman ki sufi, duygularının tesirini çeşitli şekiller de dışa yansıtmaya başlar, işte tartışmada o zaman ortaya çıkar.

Kısaca söylemek istediğimiz şudur: İlahi keşiflere ulaşmanın ilahi bir aracı ve aynı zamanda ilahi tecellileri yüksek seviye de hissetmenin birer dışa vurumu da olan SEMA,

1-             Ebu Osman Hiri’ye göre SEMA üç nevidir: [4]

a.   Sülukun henüz başında olan mürid ve mübtediler SEMA ile ulvi haller edinmeye çalışırlar. Bunların fitne ve riyaya düşme­lerinden korkulur.

b.  Sadıklar SEMA ile ma­nevi hallerini artırmak isterler, hallerine ve vakitlerine uygun düşen SEMA türünü tercih ederler.

c.   İstikamet ehli arifler SEMA esnasında kalplerine hareket ve sükûn hallerini ALLAH Teâlâ’ya tercih et­mezler.

Demek ki ister tasavvufi hayatın başında, ister ortasında, ister sonunda olsun bu yola giren herkes için SEMA faydalıdır. Ancak müridlerin fitne ve gösterişten sakınmaları gerekir.

2-             Ebu İshak Nehrecuri’ye göre SEMA ehli / semazenler üç tabakadır:[5]

a.   Bazıları sükûn ve hareket gibi hallerinde vaktin hükmüne teslim olurlar.

b.  Diğer bazıları SEMA esna­sında sakin ve sessiz kalma niteliğini korurlar.

c.   Bazılan da aldıkları zevkin etki­siyle SEMA esnasında debelenir dururlar. SEMA edenlerin en zayıftarı da bunlardır.

3-             Bündar b. Hüseyn’e göre SEMA üç çeşittir: Kimi talı’nefs ile kimi hal ile kimi de Hak ile SEMA eder.[6]

a.   Nefs ile SEMA’da halk ve havas müşterektir. Çünkü hoş sedadan haz almak insanın yapısında mevcuttur. Hayvanlarda bile bu his vardır.

b.  Hal ile SEMA eden üzerine gelen azar - hitab, vuslat - hicran, yakın - uzak olma gibi haller ve hisler üzerinde derin düşün­celere dalar.

c.   Hak ile SEMA eden yüce ALLAH ile ALLAH için SEMA eder. Beşeri hazlarla karışık olan haller onda bulunmaz. Bun­lar saf ve halis bir tevhid ile Hak için SEMA ederler, zevk için değil.

Ey kardeşim! Evvela bilmen gerekn şu ki, SEMA ehli üç kısımdır. Bu üç kısmın dışındakiler ehil değildir. Bu meseleye delil olması bakımından Ebu Nasr Sirac’ın sözü önemlidir.:

“Ehl-i sema üç tabakadan (kısımdan) ibarettir. Birincisi; fukaraü’l-mücerredün’dur. Bu kimseler dünyayla alakalarını kesmiş olup, kalplerine dünya sevgisine ait bir pislik sürmemişlerdir. Onlar kalplerindeki Allah sevgisiyle sema ederler. İşte bu kimseler sema layıktırlar. Ve onlar kurtuluşa en yakın olanlardır. Kalbi dünyaya meylederek sema edenlerin semaı, sema-i tab’ ve tekellüftür”

Meşayih, tabiat ve tekellüfle olan semaı da iki kısma ayırmışlardır. Eğer sema edenin sema etmekten maksadı, nefsanî ve şehvani heyecanı tatmak, şan ve şeref gibi bir kısım dünyevi emellere koşmak ise; onun yapmış olduğu sema, oyun ve oyuncaktan ibarettir. Ve bunu yapmak haramdır. Eğer sema edenin maksadı, yaptığı semayla vecd ve cezbe haline girmekse, ruhani zevk ve lezzete binaen olduğu için mendubtur. Ve bu nevi sema övülmüştür. Nitekim Kur’an okunurken ağlamanın ve ağlamaya özenmenin övüldüğü gibi.

İkincisi; sema eden kimselerin sema halindeyken ruhani hallere ve makamlara erişmesidir.

Üçüncüsü ise; sema eden kimseler, sema ettikleri vakitte Hakk’ın muhatablığına ve onunla konuşma mertebesine erişmeye rücü ederler.

Ebu Ali Dekkak’a göre SEMA ehlini mütesem’mir (zoraki SEMA eden), müstemi’ (tabii olarak SEMA eden) ve sami’ gayri ihti­yari olarak SEMA eden olmak üzere üçe ayrılır. İlki vakt ile ikincisi hal ile üçüncüsü Hak ile SEMA eder.[7]

Başka bir açıdan SEMA şöyle sınıflandırılır:

1- Şuur halinde bilerek yapılan SEMA: Bu durumda SEMA yapanın ALLAH’ın isim ve sıfatları hakkında doğru bilgilere sahip olması gerekir. Aksi halde katıksız bir küfrün içine düşer.

2- Hal ile yapılan SEMA: Bu durumda SEMA yapanın beşeri hallerinden fani olması şarttır. Hakikatin hüküm­leri ortaya çıkınca beşeri zevklerin izleri silinir.[8]

SEMA üç çeşittir:

1- Hakikat ehli SEMA esnasında Hakk’ın kendilerine hitab etme halini yaşarlar.

2- İkinci kısım SEMA esnasında hallerin, vakitlerin ve ma­kamların kendilerine hitab etme hallerini yaşar. Bunlar bu halde iken bilgi ve dürüst­lüğün gereğini yerine getirmek zorun­dadırlar.

3- Üçüncü kısım dünyadan ilgi­lerini kesmiş olan mücerred fakirlerdir. Temiz bir kalb ile SEMA ettiklerinden SEMA’da onlara yaraşır, SEMA sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusu olamaz.[9]

Menazilü’s-Sairin şerhinde Keşani şöyle diyor: “Sema öyle bir sürükleyicidir ki; herkesi kendi vatanına ve maksuduna çeker.” Samiin (dinleyenin) kısımlarını anladıksa şayet, şimdi sema’a geçebiliriz.

Sema üç kısımdır:

1-             İlahi Sema

2-             Ruhani Sema

3-             Tabii Sema

SEMA yapanın nefsi ölü, kalbi diri olma­lıdır. Nefsini çile kılıcıyla boğazlamalıdır ki kalbi ALLAH’ın emirlerine uyma nuru ile dolu olsun.[10]

Ruhun SEMA’sı, Gönlün SEMA’sı, Nefsin SEMA’sı ve Bedenin SEMA’sı vardır.

Yahya b. Muaz Razi; Üç şey diğer üç şeyle bulunursa faydalı olur. Oysa biz bugün bunları tamamen yitirmiş bulunmak­tayız: Dindarlıkla birlikte güzel ses, ma’­sumiyet / iffet ile birlikte güzel yüz, vefakârlıkla birlikte güzel dostluk[11] Bu söz genellikle Haris el-Muhasibi’ye nisbet edilir.[12] H. Muhasibi Risaletu’l­- müsterşidin’de SEMA’ın caiz olmadığını söyler. [13]

İlahiler ve SEMA: Bir kimsenin ko­nusu din olan bir şiiri kendi tabii sesiyle mırıldanması veya mırıldanan böyle bir şiiri dinlemesi SEMA olduğu gibi besteli şiirleri okuması veya dinlemesi de SEMA’­dır ilk sufilerin SEMA meclislerinde ens­trüman nadiren kullanılırdı. Daha çok onlar sesi güzel olan gôyende / kavval dedikleri bir okuyucunun seslendirdiği ilahileri dinler, bundan duygulanır ve coşarlardı. Onların anladıkları ve uygu­ladıkları SEMA genellikle buydu.

Okunan şiirin konusu tevhid, münacat, dua ve niyaz olursa buna ilahi (ilah ALLAH, İlahi ALLAH’tan, ALLAH ile ilgili demektir) denir. Fakat ilahilerin konusu zühd, tak­va, ibadet, taat, ahlak, edep ve terbiye, ahiret, Kur’an ve Hz. Peygamber (naat ve salâvat-ı şerifeler gibi) de olabilir.

Başka bir açıdan bakıldığında sufilerin okudukları besteli şiirlerin yukarıda anlatılan türden olması da şart değildir. Beşeri muhabbeti, aşkı, şevki, hasreti, vuslatı, hicranı konu alan besteli şiirler ilahi niyetiyle okunabilir, dinlenebilir, ilahi olarak algılanabilir, beşeri his ve sevgiliyi konu alan bir manzume ilahi sevgiye ve dini meselelere uyarlanabilir. Böyle yerlerde şairin esas maksadı sufiler için hiç önemli değildir. Onlar şiiri alır, şairin aklının kenarından bile geçmeyen başka bir manada anlar ve algılarlar. Hatta şairin kasd ettiği mana sufilerin umurunda olmadığı gibi kavval / guyen­de denilen okuyucunun da bu manzume­leri okurken gaflet ve ayrı bir hava içinde olması da onları ilgilendirmez. Yeter ki kendileri ruhen ve zihnen hazırlıklı ve kı­vamında olsunlar. Tabiidir ki okuyucunun dinleyicilerle duygudaş / hemhal olması daha iyidir, daha etkilidir.

İlk sufilerin fikir, görüş ve kanatlarını konu alan kitaplara kaydedilen ve SEMA meclislerinde okunan şiirlerin önemli bir kısmı sufilere ait ve dini nitelikte de değildir.

Adamın biri Şibli’ye sormuş: “ALLAH’a tuzak kurdular ama ALLAH da onlara tuzak kurdu[14] mealindeki ayetin yorumu nedir? Şibli: ‘‘ALLAH onları değiştirmeyi isteseydi değiştirirdi ama onları halleriyle baş başa bırakt” diye cevap verdi ama bunun soru sahi­bini ikna etmediğini görünce dedi ki: “Şurada tanbur çalan kadının şu şarkıyı söylediğini işitmedin mi?

Başkası yaptığında çirkin gördüğüm şey, (Ey Sevgili) sen yapınca güzel oluyor bence. Nereden nereye, o ne söylüyor, bu ne anlıyor?

İmam Gazali beşeri hususları konu alan şiirlerin dini meselelere uyarlanmasının ve bu şekilde algılanmasının caiz olduğunu söyler. Ona göre böyle bir şiiri dileyen onu ALLAH’la kendisi arasındaki ilişkilere veya bizzat kendi hallerine uygun düşecek şekilde anlamlandırabilir, algılayabilir. [15] Özellikle bazı şarkı ve türküler bu niyet ve anlayışla dinlenirse müminin dini ve manevi hayatında olumlu ve yararlı etkiler bırakır.

SEMA / Tasavvufi Musiki dediğimizde dini mahiyette bir musiki anlaşıldığından bunun içinde daima ALLAH Teâlâ, O’nun sıfatları, isimleri, fiilleri, ilahi hakikatlar, Rabbani sırlar ve hikmetler; (münaacat­lar, Tevhidler, ilahiler), Peygamberler, onların üstün nitelikleri, Hak Teâlâ ile ilgili olan ilişkileri (Naatlar, Salâvat-ı Şerifeler); Kur’an-ı Kerim ve ondaki hik­met, ibret, esrar, ahiret, cennet, cehennem; ahlak, edeb, erkân, vaaz, nasihat gibi hu­suslar akla gelir. Güftelerin konusu bun­lar olduğu gibi beste ve nağmelerin de bunların anlamlarını etkili ve duygulu bir şekilde yansıtan ve ruhlara işleyen bir ni­telikte, renkte ve tonda olması lazımdır.

Bu nitelikte bir SEMA; dinleyeni mana âleminin engin fezasına götürür, oradaki ilahi esrar ve hakikatlerle tanıştırır.

Zunnun Mısri: Güzel ses / SEMA yüce ALLAH’ın temiz ve hoş olan her şeye tevdi etmiş olduğu hitaplar (ilahi hitaplar) ve işaretlerdir.[16]

Ebu Yakub Nehrecori: SEMA yanış vakti (ilahı) sırlara dönüşe işaret eden bir haldir. [17]

Ebu Abdullah Nebaci: SEMA fikri uyaran ve ibret veren şeydir. Geri kalanı fitnedir.[18]

Bündar b. Hüseyn: Hoş seda / SEMA ica­bet eden bir hikmet, selamete erdiren bir alet, yumuşak bir ses ve latif bir dildir. Her şeyi bilen ve her şeye Kadir olan Hak Teâlâ bunu böyle takdir etmiştir. [19]

Ebu Ali Ruzbari: SEMA sırları keşfederek Sevgiliyi Temaşa etmektir. [20]

Sehl b. Abdullah Tüsteri: SEMA öyle bir ilimdir ki onun ne olduğunu sadece ALLAH bilir. [21]

Ebu Osman Mağribi: Hak ehlinin gönül­leri (ilahı) huzurda, (can) kulakları ise açıktır. [22] SEMA’ı huzurlu bir kalple can kulağı ile dinlerler.

Yahya b. Muaz er-Razi: Güzel ses / SEMA içinde ALLAH sevgisi bulunan bir kalbe ALLAH’tan gelen bir rahatlama halidir. [23]

Başka bir Sufi: Hoş nağmeler ilahı ateş / sevgi ile yanan kalpleri ferahlatmak için ALLAH Teâlâ’dan gelen bir rahatlama halidir.[24] demiştir.

KUR’AN, İLAHİ, VAAZDAKİ SEMA’NIN

HİKMET VE SIRRI

İlk sufiler Kur’an, ilahi ve vaaz dinlemeye de SEMA derlerdi. Kur’an dinlemek de ilahi gibi dinleyeni derinden etkiler.

1- Sema’ul-Kur’an: Kur’an’ı okuyan okuduğunu ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinleyen, bundan gayrı ruhi bir SEMA’a ihtiyaç duymayan sufiler vardır. ALLAH sözlerin en güzelini, birbiriyle uyumlu ve tekrarı bıktırmayan bir hitap halinde indirdi. “Rablerinden korkanların bu kitabın etkisinden tüyleri ürperir[25]Der­ken bedenleri de, gönülleri de ALLAH’ın zikrine ısınıp yumuşar...[26] Onlar ki ALLAH zikredildiğinde kalpleri titrer...[27]Kalpler ancak ALLAH’ın zikriyle huzur bulur... [28] Bu ayetlerde geçen ürperme, titreme gibi fiil ve hareketler Kur’ an dinlemenin neticeleridir. Demek ki Kur’an’ın, din­leyicileri üzerinde bu tür tesirleri vardır. Bunlar birer his, heyecan ve VECD halidir. Burada hem SEMA / dinleme, hem VECD / etkilenme hali mevcuttur.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rahmet ayetlerini okur veya dinlerken sevinir, neşelenir; azap ayetlerine geldiğinde üzülür, kaygılanır ve ALLAH’a sığınırdı.[29]  Bunlar Hz. Peygamberde görülen SEMA ve VECD halleridir. [30]

Sufiye demişler: Gel, ünlü hadis âlimi Abdurrezzak’a gidip hadis SEMA eden Abdurrezzak’tan SEMA neylesin.[31] Sufilerin kendilerine özgü bir Kur’an SEMA anlayışları vardır. Ca’­fer-i Sadık: ALLAH, kullarına kelamında tecelli etmiştir ama O’nu göremiyorlar, demişti. [32]

Namaz kılarken Ca’fer-i Sadık bir defa kendinden geçmişti. Kendine gelince sordular: Ne oldu? Dedi ki: Bir ayeti oku­yor, onu tekrar tekrar kalbimden geçiri­yordum. Derken Kelamullah’ı mütekel­liminden işittim ve olan oldu. [33]

Hâkimlerden biri anlatıyor: Kur’an okur ama bunun hazzına varamazdım. Oku­maya devam ettim. Öyle bir mertebeye erdim ki sanki ALLAH Resul’u ashabına Kur’ an okuyor ve onların içinde olduğum halde ben de O’nu dinliyordum. Okuma­ya daha büyük bir hevesle devam ettim. Sonuçta öyle bir hal oldu ki sanki Cebrail Kur’an’ı ALLAH Resul’une okuyor ve ben de O’nunla birlikte bunu dinliyordum. Okumamı şevkle sürdürdüm. Nihayet Kelamullah’ı mütekelliminden, Kur’an’ı ALLAH Teâlâ’dan SEMA ettim, dinledim.[34]

Kur’an okurken benzi sararan, titreyen, gözyaşı döken, hatta kendinden geçen sufiler vardır. Onların SEMA’ı bu olmuştur.

Arifler, mütekellimin sıfatlarını kelamında görürler. Takva sahipleri Kur’an okur­ken ALLAH’ın kendilerine hitap ettiği hissini taşırlar. Müridler Kur’an okurken dua ve niyazla ALLAH’a hitap etme anlayışına sahip olmaya çalışırlar.[35]

Takva sahibi bir mü’minin güzel sesiyle huşu’ içinde tertil ettiği Kur’an’ı SEMA edenlerin bundan nasıl etkilendiklerini her yerde gözlemlemek mümkündür.

Sufi el-Havvas’a sormuşlar: İlahi dinlediği zaman hareket eden ve coşan bir kimse Kur’an dinlediğinde neden aynı tepkiyi göstermiyor? Demiş ki: Kur’ an’ın SEMA’ı şiddetli bir etki yapar, bu etkiye maruz kalan bir kimse kımıldayamaz. İlahilerin SEMA’ı ise rahatlık verir ve coşturur. [36]

El-Havvas’a sorulan sorular her zaman sorulduğundan sufiler bunun sebeplerini açık bir şekilde açıklamışlardır. [37]

İlk dönem Müslümanları Allah’ın adaleti karşısında duydukları sorumluluk bilinciyle bütün amellerini mekaniklikten kurtararak ahlakî ve edebî bir veche kazandırmaya çalışmışlardır.

Kur’an’ın temel niteliklerinden biri na­zım oluşudur, cümleleri ve kelimeleri arasında güçlü bir musiki vardır. Yani şiir olmadığı halde Kur’an’ın ibareleri ses itibariyle ahenkli, ölçülü, etkileyici ve bedii hisleri uyarıcı bir özelliktedir. Kur’an’daki ses ve söz örgüsü çok mü­kemmel olduğundan nazm ve lafz itiba­riyle de bu ilahi kitap mucize / harika sayılmıştır.

Hz. Peygamber’in de hem Kur’an’ın gü­zel sesle kıraat ve tilavet edilmesine, hem de şiirlerin ezgilerle ilahi ya da türkü şek­linde söylenmesine mü’minleri teşvik ettiği bilinmektedir. [38]

Hz. Peygamber’in yaşadığı asırla onu izleyen asır dini hayatın zühd, takva ve ibadet ağırlıklı olarak yaşandığı asırlar olmuştur. Bu dönemde ihtiyaç fazlası dünyevi mübah nimetlerden uzak kal­mak zühd ve takvanın gereği sayılmış, SEMA/musiki de bu kategoriye dâhil edilmiştir.

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in âlem-i cemale teşrifinden sonra bu dağınık vesikaların, sıhhatinde ve vüsu­kunda ittifak olunan ayetlerin bir araya getirilmesini ilk defa düşünen ikinci halife-i müslimin Hz. Ömer’dir. Hz.Ömer, İslamlığı sabit ve kesin esaslara bağlamak isteyen ilk halife-i müslimindir.

Lakin Kur’anın toplanması üçüncü halife Hz.Osman zamanında kabil olabilmiştir. Dağınık vesikaların ve hafızalardaki ayetlerin bir araya getirilmesi işi yapılırken ayetler “nüzul” sıralarına göre sıralanmak, ahkâma göre fasıllara ayırmak, “Nasih” ve “Mensûh” olanlar karıştırılmamak gi­bi kayıtlara bağlı kalınmamıştır. Sadece ayetlerin uzunluk ve kısalıklarına, cümle sonlarındaki “seci” ve “kafiye”le­re, nihayet Mekke’de veya Medine’de nazil oluşlarına göre bir tasnif yapılmış, nüzul sebepleri olan hadiseler ve şahıslar hakkında bir repertuar yapılmasına lüzum görül­memiştir.

Yani, tertip işinde ilmi ve hukuki bir metot ta­kip olunmayarak sadece edebi bir saikle hareket edilmiş­tir. Bundan başka Arap yazısının vuayelden mahrum bu­lunması, noktalama ve harekeleme usullerinin vakti ile tat­bik edilmemesi yüzünden de ayetlerin okunuşu, manalara tesir edecek şekillerde tenevvü etmiştir. Bundan dolayı, birçok Kıraat, yani okuma tarzları meydana çıkmış, bunlar arasında da en makbul ve muteber olarak yedi ta­nesi, daha doğrusu on türlüsü “sahih” olarak sayılmıştır. Buradan da görüldüğü gibi Kur’an’ın 7 veya 10 makamda okunması ne kadar manidar ve hikmetli sırlar göstermektedir. Kur’an’ın manasının musikisine işaret ediliyor.

Yine de söz konusu iki asırda din dışı / profan musiki önemli bir geliş­me göstermiş, bu durum Kur’an’ın kıra­atına ve tertiline yansıdığı gibi konusu din ve takva olan şiirlerin / zühdiyat ila­hiler şeklinde okunup terennüm edilme­sine de sebep olmuştur. İşte ilk sufilerin SEMA / musiki anlayışı böyle bir zeminde vücuda gelmiş, zamanla neşv-u nema bulmuş ve gelişmiştir. Söz konusu iki asırda yaşamış olan ve sufi olmayan takva sahibi büyük imam ve âlimlerden bir kısmının SEMA ve ğınaa / musikiye karşı olmalarının yanında diğer kısmının buna taraftar olmaları en azından belli ölçüler içinde caiz ve mübah görmeleri sufileri SEMA konusunda etkilemiştir.

Bahsedilen sebeplerden dolayı hicri ilk iki asırda yaşamış olan ve zahid / zühhad, abid / ubbad, nasik / nüssak ve kari i ku’ra gibi isimler verilen büyük dindar­ların SEMA konusunda söyledikleri fazla bir söz ve açıklama yoktur. Çünkü bu dönemde SEMA onların tasavvufi ve ru­hani yaşantılarının önemli bir parçası değildi. SEMA (dini - tasavvufi musiki) ile ilgili yorumlar ve değerlendirmeler Hicri 3 / Miladi 9. Asırda yaşamış olan sufilerle başlamıştır. Çünkü bu dönem­den itibaren SEMA tasavvufi hayatın ö­nemli bir parçası haline gelmiştir.

Peygamberimiz ‘SAV)’in “Kur’an’ı güzel sesinizle ziynetlendiriniz.[39] tavsiyesi vardır. Bilal-i Habeşi’ye ezan okuması için “Erihna Ya Bilal![40] hitabında bulunan Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) güzel bir okuyuşa sahip Muaz Bin Cebel’den de güzel makamlarda Kur’an-ı Kerim okumasını isterdi.

Sema lugatte duymak işitmek anlamına gelir. ALLAH’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’in nuzulü “oku[41] diye başlar. Okuyan,  Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi kendine ait her türlü istek ve arzudan geçip ALLAH’a ayna olur. ALLAH’ın söylediğini aynasında yansıtan, ney’e benzeyen bir kâmil olunca, okunan kulağa geldiğinde manası ile ruhu ve sesleri ile de vucudu harekete geçer.

İşte Kur’an’ın manasının musikisini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkulu vecd haliyle dönmeye sema denir.

Kâtip Çelebi bu konuda şöyle diyor:

Namelerin ruh ve beden üzerinde tesiri olduğundan hükema şöyle demiştir: Şol kimsenin ki ruhu nefsine galip ola, tasfiye ve riyazetle nefsi emareyi kahr eyleyüp beden memleketinde hâkimiyet dizginini ruh sultanının eline vere, nameleri ve musikal sesleri dinlemek ruhu ruhaniyet canibine tahrik edip telluh ve mebde-i evvel evsafı ile ittisa ve teşşebühe şevk verir.

2) Vaaz SEMA Etme: Hitabet, şiir ve musiki gibi güzel sanat­lardan bir sanattır. Konuşmanın sırrına vakıf takva sahibi salih bir din âlimi kürsüde vaaz ederken veya minberde hutbe okurken fasih, beliğ ve etkili konuşmasıyla cemaatını bazen ağlatır, bazen coşturur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in sohbet meclislerinde onun konuşmasından etkilenip duygulananlar, heyecan­lananlar, gözyaşı dökenler ve hatta kendinden geçenler olurdu. Benzeri haller sufilerin sohbet meclislerinde de görülür ve bu da vaaz ve nasihatı SEMA / dinleme adını alır.

NEY’İN SIRRI KEMAL’E YOLCULUK

HİKMET VE SIRLARI

Hz. Mevlana’nın, Mesnevi’sine başlangıç olarak yazdığı on sekiz beyitlik bölüm, tasavvuf ehli nezdinde ayrı bir öneme haizdir. Muhteva ve mana olarak eserin aynı zamanda ‘önsöz’ü mesabesinde olan bu kısım birçok müellif tarafından önemine binaen geniş bir şekilde değerlendirilmiştir, hatta sadece bu kısıma ait şerhler kaleme almışlardır. Bu bağlamda Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti, Mevlana’nın fikri yüceliğini ve onun eserinin mana zenginliğini gösteren bir numunedir denilebilir. Bu on sekiz beyit, Mesnevi’nin adeta bir ‘Fatiha’sı olarak da telakki edilmektedir. Bu beyitlerin bir başka hususiyeti de, bizzat Hazret-i Mevlana tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Eserin geri kalan kısmı ise Hz. Mevlana tarafından dikte edilerek, Çelebi Hüsameddin tarafından yazılmıştır.

Burada ‘İnsan-ı kâmil’in remzi olan “ney”in iki temel vasfı üzerinde durulmaktadır. Birincisi onun ‘sır’rı, ikincisi de onun bu sırrı da içerisinde barındıran ‘inilti’si! Burada eserin ilk kelimesi olan ‘Dinle!’ emriyle de insanın bu sır ve iniltiye kulak vermesinin varlığını ve mahiyetini idrak noktasında onun için vazgeçilmezliğine dikkat çekilir.

Tasavvufi düşüncede bir bakıma ebediyet yolcusu olan insanoğlunun bu yolda celal ve cemal tecellileri ile karşılaşması mukadderdir. Bu yolculuğun önemli bir bölümü olan dünya hayatı; ömürle sınırlı ve ebediyetin kendisiyle kazanılacağı bir ara mekândır. Bu mekândaki dikkatli ve hassas olunması gereken yolculuğun kolayca amacına ulaşması, ya da bu yolda nihai hedefe, menzile ulaşılması ancak kâmil bir mürşid’in rehberliğinde gerçekleşecektir. Kendisi de bu yolun yolcusu olan kemal ehlinin Mevlana düşüncesinde ve özellikle Mesnevi’nin hemen başında yer alan bu on sekiz beyitlik bölümde ney ile temsil edilmesi manidardır. Onun iniltileri de bu rehberlikte cemal ve celal tecellilerinin etkisiyle elde etmiş olduğu tecrübelerin bu yolda yeni olanlara intikal ettirilmesinden başka bir şey değildir.

Hazret-i Mevlana, İnsan-ı kâmil’in gönül nağmelerini, başından geçenleri, yani kendi halini ney’in feryadı olarak anlatmaktadır. O daha söze başlarken “Dinle!” diyerek dikkatleri celbetmiş sonra da; “Sırrım feryadımdan uzak değildir, sırrım feryadım içindedir” diyerek ma’rifet yolunun sır kapılarını aralamıştır.

Onun “Dinle!” sözüne kulak verirsek bakın nelerle karşılaşıyoruz:

Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın, herkes ağlayıp inledi.

Ayrılıktan parça parça olmuş kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.

Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.

Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun! Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.

Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?

Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.

Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.

Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!

Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.

Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.

İnsan-ı kâmil, yani “ney” bu ateşli iniltiler ve gönül yangınlarıyla rehberlik ettiği insana kendisinin her merhalesini bin bir meşakkatle geçtiği o yolda başından geçenleri aktarıyor:

Benim önceleri anavatanım bir kamışlık idi. Köklerim su ve topraktaydı. Esen rüzgârlara uyar, ahenkle salınırdım. Fakat bir gün beni kamışlıktan kesip, vücudumu aşk ateşiyle dağlamak suretiyle yakıp deldiler. Vücudumda çeşitli yaralar açtılar. Sonra beni bir ulvi nefeslinin eline ve dudaklarına teslim ettiler. Onun aşkının sıcak nefesi benim içimden geçti ve bu nefes, benim derunumda aşktan başka ne varsa hepsini silip süpürdü. Bundan sonra aşk ile inleyip, feryad ü figan ettim. Aslında benim bu feryadım ve iniltim, içimdeki sonsuz-ilahi sırları söylemektedir. Ancak gözleri bulanık gören ve kulakları iyi duymayan kimselerde benim bu sırlarımı görecek göz nuru ve söylediğim hakikatleri anlayacak kulak hassasiyeti yoktur!”

Hazret-i Mevlana, ney’in sadası ile ulvi duygulara ulaşılmasını arzu eder. Ney’in ait olduğu yer olan sazlık ya da neyistan, bir semboldür ve bununla anlatılmak istenilen remzi anlam şudur:

İnsan ezel âleminde Hak ile beraber idi. İnsan geçmişteki bu beraberliği hatırlamalıdır. Cenab-ı Hakk; “İnsan’a ruhumdan bir nefha üfledim![42] buyurur. İnsanın ruh dünyası ALLAH’tan bir nefha ve sır taşımaktadır. Bunun farkına varan ney, ya da insan-ı kâmil de, bu ayrılığın acısı ve vuslat arzusu ile yanıp tutuşmakta ve bütün bu feryad-ü figanı bundan kaynaklanmaktadır.

Hazret-i Mevlana, ney’i, nefsanî arzulardan kurtulmuş, benliğini yok etmiş, aşk-ı ilahi ile dolmuş insan-ı kâmil’in sembolü olarak ele alır. Ney’in inleyiş ve feryadı, kamışlıktan, yani aslından ayrı düştüğü içindir. İnsan da, bu dünyaya ezel âleminden, yani Hakk’a yakınlık dergâhından imtihan olarak sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Hak’tan ayrı düştüğü için muzdariptir. İnsan, kemali aradığı ve buldukları ile kâmil olduğu ölçüde şu gurbet diyarında, elem ve keder içinde       çırpındıkça ruhlar âlemindeki mutluluğunun hasretiyIe yanacaktır. Böylece bedenen olmasa da ruhen yabancı olduğu ve sürgün gibi yaşadığı bu fani ikametgâha aldanmadan vuslat âlemine doğru kanat çırpmanın gayret ve iştiyakı içinde tıpkı ney’in feryad etmesi gibi ömür boyu feryad edecektir. Yine insan bu dünyada bir ten kafesindedir. Ten ise, ilahi vuslata engel teşkil eder. Bu sebeple kemal ehli için ten kafesi, bir hapishanedir ve daim derin bir hicran ve hasret ateşine vesile olmuştur. Bu ateşin yakıcılığıyla gönlün feryadı yükselir ki, bu da aynen neyin içli nağmeleri gibidir. Öyleki, hem vuslatın ve hem de Hak’tan ayrılığın sırlarını anlatır. Dolayısıyla ney dinleyenler, yani ayrılık ve kavuşma sırlarına kulak veren kadın-erkek herkes, aynı şekilde feryad-ü figan eyler.

Hâsılı ALLAH aşkı ve muhabbeti ile dolu olanları içinde yüzdükleri aşk deryası kandıramaz. Ama bu sevgi ve aşktan mahrum olanlar ise, bomboş geçen bir ömür içinde çırpınır dururlar. Böyle ham ruhlar da, elbette ki has ve kâmil ruhların halinden, onların ulvi nimet ve mazhariyetlerinden habersiz ve mahrum kalırlar ve böylelerine asla söz tesir etmez.

 Netice itibariyle; “Dinle!” ikazı ile başlayıp: “Hal-i hass’dan anlamaz bir türlü ham, Söz az olsun, özlü olsun vesselam!” dizeleriyle son bulan Mesnevi’nin on sekiz beyitlik bu girişi, genel olarak ve külli bir yaklaşımla bakıldığında önemli bilgiler ve manevi sırlar ihtiva etmektedir. Hazreti Mevlana, bu beyitlerde bizlere adeta varlığın seyrini, nereden kalkıp nereye doğru yol aldığını ve sonunda nereye varacağını ifade etmektedir.

Bir mütefekkir, Mevlana’nın deruni hallerini idrak etmekte insanların acziyetini şu şekilde ifade eder:

Biz, Mevlana Celaleddin’in VECD’inin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin ta dibinden sıyrılıp, ta suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazreti Mevlana’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize VECD’inin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhat! Onu Mevlana zannediyoruz!

Mevlana, gönlündeki sırları herkesin idrak edemeyeceğini, ancak kendisi gibi vuslat ateşiyle yanan âşık ruhların anlayabileceğini ifade eder.

İştiyak ve hasret derdinin şerhini söylemek için, ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim.

Mevlana eserlerinde kâmil insan aramaktadır ve gündüz elinde fener insan arayan Diyojen’e göndermelerde bulunarak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu dile getirir. Aslında bu arayış ve çaba, varlıkların en şereflisi olan kâmil insan arayışıdır. Ve arayışlar, içli bir feryad haline dönüştüğü an, aranan bulunacaktır. Bu özlem ve iştiyaktan uzak olan gönülden hiçbir sonuç alınamaz. Çünkü aşk, arzu ve iştiyak içerisinde feryad etmekle başlar. Celal ve cemal dalgaları ile dolu bu dünyanın ebediyete uzanan rotasında yalpalamadan yol alabilmek ancak bu aşk, VECD ve gönül sızıları ile gerçekleşecektir.

SEMA’DAKİ HİKMET VE SIRLAR

Mevlana ile tanınan ve âlem-ı cemale irtihalinden sonra onun adına tesis edilen Mevleviliğin tarikat ayinine isim olan SEMA; Arapça bir kelime olup lügate; ‘dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma’ gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise; musiki namelerini dinlemeye, dinlerken VECD’e gelip harekette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynayıp raksetmeye, tasavvuf ehlinin cezbe haliyle ayakta zikretmelerine verilen isim olmuştur.

Mevlevilerin belli günlerde bir araya gelip yaptıkları SEMA zikri’ne ‘Mukabele’, SEMA gününe de ‘Mukabele Günü’ denilmiştir. Mevlana zamanında bir nizama bağlı kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle icra edilen SEMA, daha sonraki devirlerde Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanında Pir Adil Çelebi zamanına kadar geçen süre içinde bir nizama bağlanmış; icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Böylece 15. Yüzyılda son şeklini alan SEMA Töreni’ne daha sonra sadece 17. Yüzyılda ‘Na’t-ı Peygamberi’ eklenmiştir.

SEMA’nın yapıldığı alana ‘Semahane’ denilir. Mevlevilikte semahanenin dairevi şeklinden, Mevlevilerin üzerine giydiği elbiseye, üstüne oturdukları postların renklerinden SEMA esnasındaki hareketlerine kadar her şeyin bir anlamı vardır.

Mevlana zamanında vakte bağlı olmaksızın VECD hali zuhur ettiğinde yapılan SEMA, Mevlana’dan sonra genellikle Cuma veya öğle namazını müteakib icra edilmiştir. SEMA yapılacak gün namazını kılan dervişler, hepsi birden manevi huzur içinde oturur ve tıpkı evreni oluşturan unsurların bir araya gelmesi ile çokluk âlemine ilk defa geliyor gibi beklemeye başlarlar.   

SEMA töreni 17. Yüzyıl bestekârlarından Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin Rast makamında bestelediği Na’t-ı Şerif ile başlar. Na’t-ı Şerif kâinatın yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i öven, Hz. Mevlana’nın bir şiiridir. Bu na’tı, naathan ayakta ve musikisiz okur. Hazır bulunanlar manaya vakıf olma arzusuyla nat-ı şerifi can kulağı ile dinler. Böylece görünen dünyayı kuşatan eşyaların özünde saklı bulunan hakikati anlamak için bir ‘kalb-i hafız’a (hatırlayan bir kalbe) sahip olurlar.

Na’tı, bir kudüm sesi izler. ALLAH’ın kâinatı yaratılışındaki “Ol” emrini sembolize eden bu kudüm sesinin ardından, kâinata ruh verilmesini ve ilahi nefesi (ilk nefes) temsil eden ney taksimi başlar. Taksim yapan neyzenin taksiminden dağılan nağmeler ve icra ettiği makamdır; ALLAH’ın tecellilerine dalmış ve O’nun varlığında kendini yok etmiş ölmeden önce ölmek sırrına ermiş, nefislerini çekici dünya hevesleri karşısında dizginlemiş Salih insanların durumlarına işaret kabul edilir. Yine Mevlevilere göre; ney’in sesi aynı zamanda bütün yaratılmışların yok olacağını ve ölümden sonra âlem-i berzahta bir süre hareketsiz ve sessiz bekleyeceklerini haber vermektedir.

Kısa süren bu ney taksimin ardından kudümzenbaşı nın kudüme ilk vuruşuyla birlikte şeyh ve Semazenler ALLAH’ın insanın önce cansız bedenini yaratması sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmesine, böylece evreninin oluşumuna ve can buluşuna misal olmak üzere hep birlikte içlerinden “ALLAH” diyerek ellerini yere vurur ve birden ayağa kalkarlar. Bu aynı zamanda Kur’an ayetlerinde bildirilen yeniden dirilme ve bir araya toplanma gününe de işaret sayılmıştır.

Sema lugatte duymak işitmek anlamına gelir. ALLAH’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim “oku[43]diye başlar. Okuyan, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gibi kendine ait her türlü istek ve arzudan geçip ALLAH’a ayna olmuş, ALLAH’ın söylediğini aynasında yansıtan, ney’e benzeyen bir kâmil olunca, okunan kulağa geldiğinde manası ile ruhu ve sesleri ile de vucudu harekete geçer.

İşte Kur’an’ın manasının musikisini dinlemeye, dinlerken de vecde gelerek coşkuyla raks etmeye ve dönmeye sema denir.

O halde insanı yaratanına götürmeyen bir musiki ile dönme SEMA olmuyor...

Evet, efendim SEMA ruhtan kaynaklanmalıdır cesetten değil. SEMA’nın sağdan sola kalbin etrafında çark atıp dönerek ALLAH’ın son­suzluğuna teslim oluşu anlatan bir ibadet olduğunu unutmamak ge­rekir. Hareket ve dönme varlıkların var olma sebeplerinin başında gelenidir. Makro ve mikro âlemin yani kâinat ve atom’un çevresin­deki elektronlar sistem üzere dönerek var olurlar. Evet, her zerre her mevcut daima harekettedir ve dervişler gibi daim SEMA’dadır.

Kâbe’de nasıl merkez gönülse, SEMA’da da merkez mürşidin gön­lüdür ki o gönül ALLAH’ın nuru makamındadır. Ayet-i kerimede de buyrulduğu gibi “ALLAH göklerin ve yerin nurudur.[44]

SEMA’yı yani dönmeyi Kâbe’nin etrafındaki tavafa benzeterek şöyle diyebiliriz; Hacılar gönül makamı olan Kâbe’nin etrafında dö­nerek günahlarından arınırlar. SEMA eden derviş de kendi gönlünün etrafında dönerek kötü duygulardan arınır. Çünkü dönen cisim, kendinden olmayan şeyleri dışarıya fırlatır, atar. Bunun anlamı da kalbe küfrü (yani ikiliği; her yaratılmışta ALLAH’ı görememek küfür­dür) sokmayacaksın, girmişse de atacaksın demektir.

Mevleviliğin sembol zikri SEMA’da da maksat ve niyet ruhen yük­selmek, ALLAH’a giden yolda mesafe almaktır. SEMA’daki dönme ha­reketi, musikinin nağmeleri ile birleşir, her çark atışta zikredilen “ALLAH” ism-i celalinin feyzi, gönlü bir ağ gibi sarar, kuşatır, dervişi eritir, şeffaflaştırır, bir nur sütunu halinde Hakk’a yüceltir.

Musikinin nasıl bir işlevi var burada?

Mevlan’nın da müşahede ettiği gibi, hiçbir sanat, insan ruhuna musiki kadar doğrudan doğruya ve içinden kavrayacak şekilde nüfuz edemez. Bundan dolayıdır ki musiki, son derece değerli bir manevi temizlenme, ferahlanma ve yücelme vasıtasıdır. Ruhu, kendisine bulaşan pas ve kirlerden temizlediği gibi, ona arız olan dikenleri de ayıklayarak tedavi eder. Musikinin tedavi edici kudretini çok iyi bilen ecdadımız, bundan dolayı onu akıl hastanelerinde kullanmış; hangi makamın, hangi rahatsızlığa iyi geldiğini tespit edecek kadar bu sahada derinleşmiştir.

Musikinin sihri, dönmeyi kamçılar; lafza-i celal kalbin pencere­lerini aralar, gönle akan feyz-i ilahi mayalanır da mayalanır, coşar, taşar, yanar, yandırır, bütün güzelliklerin harman olduğu meydan-ı şerifin manevi burçlarından yükselen görülmez merdivenlerle Semalara yükselen derviş, tevhid (birlik) güzelliklerinin gülzarına (gülbahçesi) konar ve SEMA’ına orada devam eder.

Semazeni koynu­na alan tevhid de (ALLAH’ın her yaratılmışta aynadaki akis gibi tecel­li ettiğini görüp yaratandan ötürü yaratılmışa hürmet etmek) SEMA­a başlar; böyle bir SEMA, bitmeyen senfoninin bitmeyen SEMAıdır.

SEMA, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yara­tıcıya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip İnsanı Kamil’e doğru yönelişini ifade eder.

Benliğinden ölü olan Mevlevi dervişinin, başındaki sikkesi nefsinin me­zar taşı, giydiği tennuresi nefsinin kefeni, sırtındaki hırkası nefsinin kabridir.

Semahane nedir?

Semahane kâinattır; sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol taraf mana âlemidir. Semahane denilen yer, nefis ile muharebe halinde olunduğundan, sanki bir muharebe meydanıdır. Nitekim Resulullah, cihaddan avdet buyurdukları vakit: “Biz küçük cihad­dan büyük cihada avdet ettik.[45] buyururlardı. Sancaklar, teberler, topuzlar bir arada ilahiler, naatlar, tevşihler okuyan zakirlerin, bi­rer asker sayılan dervişleri nefis muharebesine teşvik edip o heyeca­nı uyandırmaları, hep insanın yüksek duygulara doğru yol alması içindir ve bütün bu ilahi nağmeler, sesler, sözler bakınız bunlar ile ne diyoruz? ALLAH diyoruz. Davulla dümbelekle hep onu söylüyo­ruz, demektir.

Semazenler sanırım abdest alarak Semahaneye giriyorlar... Bu­nun özel bir anlamı var mı?        

Abdest almak su ile ilişki kurmak dirilmek demektir. Su may-i hayattır. İnsan bir damla sudan yaratıldığı için yaratıldığı madde ile buluşması tekrar hayat kazandırmaktadır. İnsan su vasıtası ile dirilerek ve temizlenerek ALLAH’ın önünde hazır durur. Gönlünde duyduğun bir anlık cezbe yârin huzuru demektir ve onunla olmak demektir. O cezbe haliyle nefes alıp vermek visalin ta kendisidir, bayramdır. Çünkü yar ile birleşmektir.

Bütün taat ve ibadetlerden maksat, hep huzuru bulmaktır. Zira huzur ile kılınan iki rekât namaz huzursuz bin rekât namazdan da­ha üstün ve daha makbuldür. Resulullah Efendimiz de; Huzursuz namaz, namaz değildir, buyurur.

İki rekât namazı huzur ile kılmak, bin rekât namazı şuhutsuz kılmaktan aladır. Huzursuz namaz yatıp kalkmaktan; huzursuz hac, sefer meşakkatinden; huzursuz oruç, dilin damağına yapışmasından ibarettir. Huzurdan maksat edebdir. Bir kimse zahiren abdest al­makla bedenini temizlemiş olur. Hâlbuki günahlardan korunmak ve temizlenmek için lazım olan su, ibadet ve hayır işlemektir. Kal­bin ve nefsin pisliklerini ve fena ahlaklarını gidermek için lazım olan su ise, ALLAH’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da masivayı yani sana dünya olan bağları terk etmektir. İşte, insanın abdesti böyle olmayınca yani aşk ve muhab­bet çeşmesinde yıkanıp dört tekbiri bir etmeyince, hakiki olarak SEMA yapılmış olmaz.

Dört tekbiri bir etmek nedir, denilirse, dünyayı terk, ahirete terk, varlığı terk ve terki de terktir. Bu abdesti alıp fena (yokluk) merte­besini bulduktan sonra, nasıl istersen öyle hareket et. Çünkü o vakit amelinde cehil ve fiilinde de günah yoktur. İşte bu mertebe ALLAH’la seyir mertebesidir ki, her şeyde ikiliksiz ALLAH’la olmaktır. Ya­ni Kurb-ı Kâbe kavseyn-i ev edna (Sonra Muhammed’e yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki birleştirilmiş iki yay arası ka­dar, hatta daha da yakın oldu) mertebesi budur.

Abdestlerini alan Semazenler, canlar, baş keserek Semahaneye girerler, kıdemlerine göre kenarlarda dizilerek yerlerini alırlar. En kıdemli yer, şeyhin postuna en yakın olan yerdir.

Hatt-ı istiva ne anlama geliyor?

Semahanenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, Semahaneyi iki yarım daireye bö­ler. ‘Hatt-ı İstiva’ denilen bu çizgi, Mevlevilerce kutsal sayılır ve as­la üzerine basılmaz. Adeta sırat-ı müstakimdir. (Hakk’ın zatıyla za­tına tecellisinden ibaret olan Ahad’e ait müşahedenin yoludur, tev­hiddir) Semahanede Hatt-ı İstiva’nın başlangıcı olan noktası, yani Şeyh’in bulunduğu yer ‘Mutlak Varlık Âlemi’ ni, bunun tam karşısındaki, yani Hatt-ı İstiva’nın bitiş noktası ‘İnsan Mertebesi’ni sim­geler. Sırat-ı müstakime insan olarak girilir, ALLAH’ta yok olarak çı­kılır. Hatt-ı İstiva bu şekilde SEMA yapılan alanı iki kısma ayırmış olur. Mutlak Varlık’tan İnsan’a inişi simgeleyen kavis, görünen mad­di âlem’e, İnsan’dan Mutlak Varlığa çıkışı simgeleyen diğer kavis gö­rünmeyen manevi âlem’e işaret eder. Buna seyr-i suluk denir.

Bir de ‘post’ var Mevlevilikte. Post’un Mevlevilikte ve diger turuk-i aliyyedeki anlamından bahseder misiniz?

Mevlevilikte tevhidin merkezi ve Hz. Mevlana’nın makamı sayı­lan Post, Hz. İbrahim zamanından beri kullanılagelmektedir. Bilin­diği gibi sınama mahiyet arzeden ilahi bir yönlendirme ile Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i kurban edeceği esnada, ALLAH tarafından, Cebrail vasıtasıyla bir koç gönderilmiş ve İbrahim, o koçu kurban etmişti. Sonra İbrahim o koçun postu üzerine oturmuş ve namaz kılmıştı. İbrahim’den sonra İsmail’e de peygamberlik verilmiş, İsmail de mezkûr posta oturmuştu. Daha sonraları tarikat büyükleri, postu manevi makam sembolü olarak benimsemişler, onlar da pos­ta oturmuşlar. Post, ALLAH’ın kâmil insandaki tecellisinin maddi ifa­desidir. Şeyhin postu kızıl renkte olur. Güneş gurub ederken kızıl renge büründüğü ve Hz. Mevlana da güneşin gurub ettiği sıralarda Hakk’a vasıl olduğu için kızıl renk ‘vuslat rengi’ olarak benimsenmiştir. Aynı zamanda Lafza-ı Celal’in nuru da kırmızı olduğu için Mevleviler Kırmızı post kullanmaktadır.  Ölümün, ahirete doğuş ve ahiret gerçeği ile bir araya geliş inancıyla da kızıl renk, ayrıca bir zuhur ve tecelli rengi sayılmıştır. Güneş doğarken de sema kızıl bir renk alır. İkinci doğum semboli­ze edilmiştir.

SEMA neyle başlıyor?

Naat-i Şerif’ ile başlar. Naat-i Peygamberi kâinatın yaratılmasına vesile olan, yaratılmışların en yücesi Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i öven, Hz. Mevla­na’nın bir şiiridir. 17. Yüzyıl bestekârlarından ‘Itri’ adıyla tanınan Buhürizade Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu naati, naathan ayakta ve sazsız okur. Bu edeb anlatır. Naati, kudüm darbları izler. Bu yüce yaratıcının kâinata “ol” emridir. İslam inanı­şına göre ALLAH, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Naatden sonra yapılan ney taksimi işte bu ilahi nefesi temsil eder.

  Peki, ‘ney’in tasavvufi dilde manası nedir?

Ney, kâmil insandır, peygamberin manasını aksettirir. Adeta Hz. Mevlana anlatılmaktadır. Kamil insan, Hz. Mevlana’nın dediği gibi: “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum.” diyendir.

Ney misali ruhlar âleminden yani sazlıktan ko­parılmış dünyaya gelerek, aşırı arzu ve isteklerinden arınması için içi oyulmuş, sonra üzerine her musiki namesindeki meşrebi anlatan in­sanların sesini verebilmesi için delikler açılmış (bu yüzden kâmil in­sana ters gelen bir ses ve söz olamaz, her notanın sahibidir o) ve ken­disine ait hiçbir sesi kalmayana dek fırında yakılarak (ALLAH aşkı ile yanarak) sadece üfleyenin sesini veren bir musiki aleti olmuştur.

Bu yüzden ney kendine ait bir isteği ve arzusu olmayan ALLAH’ın sesini veren kâmil insanın sembolüdür. “Benim Habibim nefsinin hevesle­rinden ve arzularından söylemez. O’nun sözleri benim vahyimdir[46].

Taksimi ne izliyor?

Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve Semazen­ler, SEMA meydanında sağdan sola doğru (dünyadan ahirete; sülük) dairevi bir yürüyüşe başlarlar. SEMA meydanını üç kez dolaşmaktan ibaret olan bu yürüyüşe ‘Devr-i Veledi’ denir. Devr-i Veledi esna­sında Semazenler, postun önünde birbirlerinin yüzüne bakıp baş­kestikleri ve birbirlerini saygıyla selamladıkları için Mevlevi ayini mukabele kelimesi ile anılmıştır. Namazda yüzümüzü döndüğümüz ‘Kıble’ kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Namaz kılarken kıble­ye yöneliyoruz, özde kıble de size yöneliyor. Siz kıbleye saygı sunu­yorsunuz, kıble de size saygılarını sunuyor.

Aslında Kâbe, kıblenin bir sembolüdür; aslında aslolan insandır, Hazret-i İnsan. Kâbe’nin mahiyeti, insanların müştereken tek ALLAH inancı etrafında birleşmeleri ve odaklaşmalarıdır. Kur’an-ı Kerim’de: “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse yorgun argın, nice uzak yoldan develer üzerinde sana gelsinler.[47] buyrulur. Bu hacc ayeti, Kâbe’ye davet ayetidir. Böyle olduğu halde her şeyin mahiyetini herkesten iyi bilen ve hâkim olan yüce ALLAHKâbe’ye gelsinler.” buyurmuyor da “Sana gelsinler.” buyuruyor (Hz. Mu­hammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i kasd ediyor). Çünkü Kâbe de insan içindir, insan kâinatın amacı ve merkezidir. “Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üfledi­ğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.[48]ayet-i kerimesi hükmünce, meleklerin bile kendisine secde ile emrolunduğu en yü­ce varlıktır insan. Ve insanın bu yüceliği, yüceler yücesi ALLAH’ın ru­hunu taşımasından kaynaklanmaktadır.

Hz. Mevlana da “Beni insan olarak yarattığı için O’na binlerce şükür. ‘Her şeyi gören, bilen bir aklım var’ diye kendini aldatma artık.” buyurmuştur. “Ve lekad ker­remna beni Âdem[49] (Biz, hakikaten insanoğlunu şerefli kıldık.)” ayeti, insan için inmiştir ve insandan başka hiçbir varlık bu denli ilahi iltifata mazhar olmamıştır.

Bütün varlıklar insan içindir, insanın istifadesine arz olunmuş­tur. Ve Hz. Mevlana’nın ifadesiyle “İnsan bir incidir.” varlık âleminin kolyesindeki en müstesna inci. SEMA’da merkezde kâmil insa­nın oluşu ve diğerlerinin ona benzemek amacıyla etrafında dönüşü bu yüzdendir. Hz. Ali’nin: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür.” sözü insanların ku­lağına küpe olmalıdır.

Sultan Veled devri” tabir edilen bölümde neler oluyor?        

Şeyh ve bütün Semazenler içlerinden “ALLAH” diyerek, ellerini kuv­vetle yere vurup ayağa kalkarlar. Devr-i Veledi’ye başlamak üzere bu kalkış ölümden önce Sur sesiyle dirilmeye, ihtiyari ölümden, benlik­ten, görece varlıktan sıyrıldıktan sonra Gerçek Varlık’ta hayat bulma­ya yönelmenin simgesidir. Bu ölüm aşırı arzu ve isteklerden sıyrılarak her şeyden memnun olma derecesine ulaşmak böylece dünyada cen­neti bularak, ALLAH’ın huzurunda olmak ve cennette sabit kalmaktır. Bu ölüm isteğinin insandaki doğuş hali sur sesiyle başlar.

Dünyadaki sur sesi mürşidin “Yolcu nereye gidiyorsun?” diye seslenişini duymaktır. Yolcu bu hitabı duyar, titrer ve der ki; “Ben Peygamber’in mutluluk hattını ve muhabbetini arıyorum” Buna rüşt yani buluğa erme denir. Sonra kendinden daha üstün bir varlığın ona hükmettiğini hissetmeye başlar. Buna iman denir. Son­ra o varlığın üstünlüğünü ve kendi hiçliğini idrak eder buna tevbe denir. Daha sonra ALLAH onu sever ve hadis-i kutside dendiği gibi; “Kul nafile ibadetlerle ALLAH’a yaklaşınca Cenab-ı Hakk sevgisini on­da başat kılar. Kulun zahiri ve batını Hakk’ın nuruyla boyanır. O’nunla işitir, O’nunla görür, O’nunla konuşur, O’nunla yürür.” Bu an beşerin insan olma ve sırat-ı müstakime giriş anıdır. ALLAH’ın da ondan tecelli etmesi anıdır. İşte SEMA bu makamların tamamlanışı­nı anlatır.

Devr-i Veledi, Semazenlerin birbirine üç kere selam vererek, bir peşrevle dairevi yürüyüşüdür. Şekilde gizli ruhun ruha selamıdır... SEMA meydanının sağ tarafından post hizasına gelen Semazen, Hatt­ı İstiva’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen Semazenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna ‘Mukabele’ denir. Hatt-ı İstiva’nın Mutlak Varlık Âlemi’ni simgeleyen bu noktasında yapılan niyazla ALLAH’ın İnsan’daki zuhuru takdis edilmiş olur. Postun tam karşısında Hatt-ı İstiva’nın SEMA meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstiva’ya basmadan yürüyüşüne devam eder.

Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıy­la Devr-i Veledi tamamlanır.

Bütün bu devrin manevi anlam dünyasında neler yatıyor?

Mutlak Varlık’tan çıkarak üç âlemde, cansızlar, bitkiler ve canlı­lar âleminde seyir etmiş olurlar. Bu devirler, ALLAH’ın halifesi olan şeyh denilen manevi terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakikat’i ‘İlme’l-yakın’ olarak bi­lişi, ‘Ayne’l-yakın’ olarak görüşü, ‘Hakka’l-yakın’ olarak da O’na erişi sembolize eder. İlm-el yakin Hz. Musa’nın makamıdır ki ALLAH’ı ilimle bilmeyi anlatır. Bu yüce makamda o yüce sultan “Ya Rabbi ba­na kendini göster!” diye istekte bulunmuş ve bilgisinin ona yetme­diğini ilan etmiştir. ALLAH da onun bu isteğini kendisine bir mürşid göndererek (Hızır), bütün ilimlerin ötesindeki ilmi öğreterek (ilm-i ledün) onu cevaplandırmıştır. Musa, İsa makamına yükselerek bil­diği şeyleri görmeye, yani ruhunda hissetmeye başlar. Görmenin so­nu sevdiğinde yok olmak devri Hz. Muhammed makamıdır. O ka­dar ALLAH’ın emrine tabi olmuştur ki normal bir insan gibi hayatını sürdürmüştür.

Kudümzenbaşının Devr-i Veledi’nin bittiğini ikaz eden vuruşla­rı ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve ayin çalınmaya başlar. Semazen üzerindeki siyah hırkayı (yokluk) çıkararak, sembolik ola­rak, hakikate doğar kollarını bağlayarak bir rakamını temsil eder. Böylece ALLAH’ın birliğine şahadet eder. Semazenler ALLAH’ın Halifesi olan şeyhin elini öperek izin alır ve SEMA’a başlarlar. SEMA, her birine ‘selam’ adı verilen dört bölümden oluşur ve Semazenbaşı tarafından idare edi­lir. Semazenbaşı, Semazenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizamı temin eder.

Selamın manasına gelirsek...

Selam, insanın kendi kulluğunu idrak etmesidir. 1. (Şeriat) Se­lam, ALLAH’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifade eder. 2. (Tarikat) Selam bu hayranlık duygusunun aşka dö­nüşmesidir. 3. (Hakikat) Selam insanın yaratılıştaki vazifesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslam’da en yüce makam, kulluk­tur. 4. (Marifet) Selam; Marifet, ALLAH’ın manasını hissettikten son­ra bu manayı Kur’an gibi sırlar içinde halka anlatabilmektir.

Bu yüz­den anlatılanları herkes kendi idrakiyle anlar ve anladım zanneder. Şeriat, dinin amel ile ilgili ahkâmı ve zahiri kısmıdır. Vücuttaki ten gibidir, insanı korur. Hakikat, dinin içi, özü ve gerçeğidir. Tarikat, Şeriatten hakikate giden ve götüren yoldur. Marifet ise dinin sırları ve mahiyetidir. Marifet, hakikate ulaştıktan sonraki hal olup tecelli eden esrar-ı ilahiyenin yaşanması ve sırların saklanması edebine de riayettir. Hz. Mevlana, Şeriatı muma, Tarikatı mumla yol almaya, hakikati varılacak yere ve maksada ulaşmaya benzetir. Marifet ise, maksada ulaşıldıktan sonraki dini yaşantının muhafazası ve gereği­nin yerine getirilmesidir.

4. Selam’ın başlaması ile “postnişin” yani ALLAH’ın Halifesi olan Şeyh efendi de hırka­sını çıkarmadan ve kollarını açmadan SEMA’a girer. Postundan SEMA meydanının ortasına kadar dönerek gelir (Semahanenin bu merkez noktasına ‘Kutup Makamı’ denir) ve yine dönerek postuna gider. Buna ‘Post SEMA’ı denir. Burası Mevlana’nın ve O’nun yolunu tem­sil eden kişinin, başka bir deyimle ‘Hakikat-i Muhammediyye’nin varisi olan Kutb’un makamıdır. Mürşidin SEMA’ya katılışı kulluğa dönüşünü sembolize eder. Bu arada 4. Selam bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürük SEMA’i çalınmış, son taksim yapılmaktadır.

ALLAH’ın Halifesi olan Şeyhin postta­ki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerim’den bir bölüm yani ‘Aşr-ı Şerif’ okunur. Son dualar, ALLAH’ın adı olan “Hu” nidaları ile son selamlaşmalarla SEMA Töreni sona erer. ALLAH’ın Halifesi olan Şeyh sağ ayakla girdiği Semahane’den sol ayağıyla çıkarak haremine yö­nelir sonra Semazenler ve mutrıp da şeyh postunu selamlayıp Semahaneden derviş hücrelerine geçerler.

Bazı kimseler, SEMA’yı bir ‘dans’ olarak niteleyip eleştiriyorlar...

SEMA, enbiyadan miras olarak kalmıştır. SEMA bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o halde kendi varlığından geçer; elini, aya­ğını ve aklını kaybeder, tamamiyle mahvolur, işte “nübüvvet” de budur. ALLAH Kur’anda: “Onun Rabbi dağa tecelli ettiği vakit, onu parça parça etti ve Musa da bihuş olarak yere yuvarlandı.[50] buyur­muştur. Hz. Peygamber’i bir yaygıya sarıp eve getirirlerdi. Bununla beraber her gördüğünüz SEMA değildir, asıl SEMA, kendinden geç­mektir.[51]

             

Hz. MEVLANA’DA AKIL, NAKİL VAHİY

HİKMET VE SIRLARI

Genellikle Tasavvufta insan aklının önemsenmediği, hatta çoğu zaman küçümsendiği ve aşağılandığı kabul edilir ve bu ön kabulden hareket edilerek tasavvuf ve sufilik ağır bir şekilde eleştirilir, İslam toplumlarının geri kalmışlığı buna bağlanır. Bu düşünce elbette ki tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Biz bu eserde bu düşünceyi Mevlana merkezli olarak değerlendirmeye ve tartışmaya çalışacağız.

Öncelikle şunu ifade edelim: Tasavvufun akla ve bilimsel düşünceye karşı oluşu tezi aynı zamanda mistisizmin bütün şekillerine karşı da ileri sürülmüş, bu hareketin özünü oluşturan sırrılığın ve tabiatüstü kuvvetlere inanmanın ve bunlarla ilişkiye girmenin hurafelere ve batıl inançlara yol açarak, bilimsel zihniyeti yok ettiğide, ileri sürülmüştür. Bu da toplumların gerilemesi ve ilmin ışığından yoksun bir halde karanlık bir dünyada yaşama neticesini doğurmuştur.

Sufilerin bazı teolojik ve metafizik alanlarda aklı yetkisiz ve nassı / nakli yetersiz gördükleri doğrudur. Ama sufilerin bu görüşü dini/ilahı meselelerin belli bir kısmıyla sınırlıdır. Dünyevi ve sosyal alanla ilgili olarak aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Sufiler hem dini, hem de dünyevi alanda aklın önemli bir işlevi bulunduğunun altını çizerler. Dünyevi ve maddi alanda geniş ölçüde hür ve serbest olan akıl, dini ve ilahi konularda sadece bu alanda meseleleri anlama ve kabul etme durumundadır, hüküm verme ve yorum yapma konumunda değildir. İlk sufilerden itibaren tarih boyunca bu durumu bütün mutasavvıflarda gözlemlemek mümkündür.

Sufiler şu iki hususta görüş birliğindedirler:

1- ALLAH’ın varlığının delili yine bizzat ALLAH’ın kendisidir. Bu konuda akıllı insan nasıl delile muhtaç ise aynı şekilde aklın kendisi de delile-rehbere muhtaçtır ve delil de ALLAH’tır. Akıl mahlûk olduğundan kendisi gibi mahlûk olan hususlarda delil olur.

2- “ALLAH Teâlâ’yı ancak akıl sahipleri bilir/tanır” Akıl, kul için bir alet olup bununla ancak kendisine tarif edileni tanır, kendi başına ALLAH Teâlâ’yı tanıyamaz.

Sufiler marifet, irfan, Marifetullah ve arif-i billâh gibi meselelerden (ilahiyat, teoloji) bahsederken aklın bu alanda yetersiz olduğunu söyler, gayb âlemi ve ahiret gibi metafizik konuları da bu alana dâhil ederler. Bunlar: ‘Ma-vera-yı akl’ yani akıl sahasının ötesindeki saha ile ilgili hususlardır.

İlahiyat bahsinde aklın yetersiz kaldığından, çoğu zaman eksik ve yanlış bilgi veren akla bu hususta güvenilemeyeceğinden, bu alanda aklın insanı şaşırtarak yolunu kaybetmesine sebep olacağından bahseden sufiler bu konularda sağlıklı ve güvenilir bilgi elde etmenin yegâne yolunun vahyi ve bunun bir devamı olan keşf / ilham olduğunu söylerler. Akıl doğma-ilham konusunda kendisinden önceki sufileri izleyen Mevlana’yı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Mevlana diğer mutasavvıflar gibi ilahiyat ve mana âlemi ile ilgili hususlarda aklın ve aklı kullanmanın çeşitli şekilleri olan nazar, istidlal ve kıyasın işe yaramayacağı kanaatindedir ve bu meseleye bütün eserlerinde münasebet düştükçe çeşitli şekillerde temas eder.

1- İlk kıyas yapan iblistir: Yüce ALLAH, “Âdem’e secde ediniz[52] Şeytan: “Âdem’i topraktan beni ateşten yarattın, ateş topraktan üstündür”, şeklinde bir akıl yürüttü, kibirlendi ve ALLAH’ın emrine uymadı. Burada açık seçik bir emir, bir vahiy varken şeytanın kıyasa başvurması lanetlenmesine ve hüsranda kalmasına sebep olmuştu. Yapılması gereken Melekler gibi hiç düşünmeden emre uymaktı. Bu konularda vahye ve onun devamı olan keşfe / İlhama tabi olmak yegâne sağlıklı yoldur.

2- Sağırlar Diyaloğu: Mevlana gaip olanı şahit olana, görünmeyeni görünene kıyas etmenin ve kıyasın sonucu olan hükümlere itibar etmenin saçma ve gülünç olduğunu anlatmak için hasta ziyaretine giden sağır bir kişinin zihninde tasarladığı hükümler ile gerçek durum arasındaki tezadı örnek verir. Sağır ziyaretçi, ziyaret edeceği hastaya sorduğu sorulara hastanın nasıl cevap vereceği konusunda akıl yürütür. Ona göre zihninde cümleler kurar, ama sonunda mahcup olur, hastayı memnun ettiğini sanır ama gerçekte onu üzmüştür ve oradan kovulur. Sağır hastanın: “Nasılsın, ne yedin, doktorun kim” sorularına, “iyiyim, mercimek çorbası içtim, doktorum falan zattır” diye cevap vereceğini farz eder. Buna göre: “çok şükür, afiyet olsun, o iyi bir tabiptir” şeklinde cevaplar vermeyi tasarlar. Ama hasta: “ölüyorum, zehir yedim, doktorum Azrail” şeklinde cevap verince sağırın kurguladığı cevaplar, arzu ettiği neticenin tersini verir. Mevlana der ki: “Senin de gayb âlemine karşı kulağın sağırdır. Akla ve mantığa dayanarak fizikötesi âlem ve varlıklar hakkında konuşanların bu hali tam bir sağırlar diyaloğudur.

3- Bedevi - Filozof Örneği ve Pratikte Fayda Temin Etmeyen Teorik ve Spekülatif Bilgiler: Bir bedevi, devesine bir çuval buğday yüklemiş, dengeyi sağlasın diye öbür tarafa da bir çuval kum yüklemişti. Bunu gören filozof: “Akıllı kişinin yapacağı iş kumu boşaltıp buğdayın yarısını bu çuvala doldurmak” demiş, bedevi de bu fikri beğenmiş ve sormuş: “çok akıllı bir kimsesin. Padişah mısın vezir misin?

Filozof: “İkisi de değilim

Bedevi: “Ne kadar deven ve davarın var?

Filozof: “Hiç yok

Bedevi: “Dükkânın var mı?

Filozof: “Hayır

Bedevi: “Ne kadar paran var?

Filozof: “Hiç yok, hiç bir şeye sahip değilim

Sonuç olarak bedevi: “Bendeki ahmaklık sendeki akıl ve hikmetten daha iyi faydası olmayan hikmet neye yarar!

Dünya hikmeti şüpheyi artırır, İlahi hikmet ise insanı semalara yükseltir...

Akıl, ilim ve bilgi maddi ve manevi bir fayda temin etmeli, eğer ikisi de yoksa bu akıl neye yarar?

4- Eskiden beri bir hocanın dindeki mertebesi Arapçayı özellikle Nahiv ilmini/grameri iyi bilmesiyle ölçülür. Gemide yolculuk yapan molla kaptana Nahiv ilmini bilip bilmediğini sorar, “bilmiyorum” cevabını alınca: “Eyvah, ömrünün yarısı boşa gitmiştir der” der. Bir süre sonra fırtına çıkar, gemi sallanmaya başlar, kaptan mollaya; “Yüzme biliyor musun?” diye sorar, “Hayır” cevabını alınca; “Yazık bütün ömrün boşuna gitmiştir” der. Mevlana bu yolda “Nahiv İlmi değil, mahvolma ilmi/tasavvuf lazımdır” der ve Fıkıh İlmi’ni de Nahiv İlmi gibi değerlendirir. Hz. Musa-Hızır kıssasında Hz. Musa aklı, Hızır vahyi temsil eder ve Hz. Musa’nın şaşkınlığı vahiy karşısında aklın şaşkınlığını ifade eder. Dudu kuşu hikâyesi ve su birikintisini umman sanan sineğin hali de kıyasın ve mantığın bu alandaki yetersizliğini göstermek için anlatılmıştır. Mevlana, Mustafa’nın huzurunda aklı kurban et der ve ekler: İstidlal ehlinin akılcıların ayakları tahtadandır, zayıftır.

Nakli İlim: Mevlana kitap okunarak öğrenilen veya rivayetlere dayanan nakli bilgilerin de keşf ve ilham karşısında aklı bilgiler gibi yetersiz kaldığını söyler. Hz. Nuh’un oğlu keşke: “dağa çıkar kurtulurum demeseydi de babasına teslim olsaydı.” Gönlü bir veliden aldığı bilgiyle dolu olsaydı da zararı yok nakli bilgisi az olsaydı. Zamanın kutbunu ilmi yanında nakli ilim su varken teyemmüm etmeye benzer der. Dini bilginin yaşanan ve uygulanan canlı bir bilgi olması gerekir. Böyle olmayan kuru ve ölü bilgilerin insana kazandıracağı fazla bir şey yoktur.

Cüz’i Akıl - Külli Akıl

Genellikle mutasavvıfların birçoğunda görüldüğü gibi Mevlana da cüz’i ve külli akıldan bahseder. Külli akıl bütün âlemin suretidir, insanların atasıdır, ona uygun hareket edilmelidir. Cüz’i akılda veya akl-ı meaşda var olan bilgilerin kaynağı külli akıldır. Külli akıl öğretmen, cüz’i akıl öğrenci gibidir. Peygamberler akl-ı küllidir. Külli akıl, ilim ve marifetin kaynağı olan ve peygamberlere vahiy getiren Cebrail’dir. Evliya’nın bilgi kaynağı da odur. Bundan dolayı mutasavvıflar hakiki bilgi için o kaynağa yönelmek gerektiğini her fırsatta ifade ederler.

İmren’in hanımı, Meryem anamız rahmine düşmeden Rabbine Niyaz’da bulunmuştu. Cüz-i iradesini kullanaraktan Külli iradeye tabi olarak “Rabbim bana bir evlat verirsen senin yoluna manastıra hediye edeceğim[53] diye. Cüz-i iradenin Külli iradeye uygun hareket etmesiyle Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu dünyaya geldi ki ondan da insanlığı aydınlatacak Hz. İsa gibi bir Peygamber doğmuştur.

Bir diğer benzer kıssa ise Yusuf Aleyhisselam ile Züleyhanın hikâyesidir. Züleyha çok genç ve yakışıklı olan Yusuf Aleyhisselamı görünce ondan faydalanmak ve nefsini tatmin etmek istediğini söyledi. Fakat Yusuf Aleyhisselam aklı meaş ile cüz-i iradesini Külli iradeye ramedereketen zinayı tercih etmiyorum dedi. Züleyha kendisine ya zina ya zindan dediğinde de Zindanı tercih etti. Bunun karşılığında da önce Mısır’ın sultanlığı ardından da istikbalde büyük bir Peygamberlik ilan edildi. Buna benzer birçok hadiseler bulunmaktadır.

Cüz’i akıl insanların tecrübe yoluyla dünyevi işler konusunda bilgi edinmelerini sağlayan beşeri bir akıldır. Buna akl-ı meaş da denir. Mevlana bundan bahsederken:

Cüz’i akıl (dünya ile ilgili) sözlerimizde ve işlerimizde bize yar olur, hal bahsine gelince Lal / hiç olur” diyor. O, asla ilahı sırra vakıf olamaz...

Akıl, akla uygun olan her şeyi mucizesiz kabul eder. Mucizeye ihtiyaç gösteren hususları akıl tek başına kavrayamaz.

Cüz’i akıl mezara kadar olan sahayı görebilir, ilerisini göremez. Diğer hususlarda Peygamberleri ve velileri taklit eder. Bu akıl mezardan ve topraktan öteye gidemez. Cüz’i akıl şimşeğin meydana getirdiği aydınlığa benzer, belli bir alanı bir an için aydınlatır, uzun mesafeler için kılavuz olamaz. “Aklı olan herkes bilir ki her hareket edenin bir hareket ettiricisi var, O’nu görmesen bile eserlerini görürsün.” Bu alanda, eğer (cüz’i) akıl rehber olsaydı Fahreddün-i Razi dinin esrarına vakıf bir âlim olurdu, oysa O’nun aklı şaşkınlığını arttırmıştır. Razi, “aklın ulaştığı nihai noktada ayağı bağlanır” demişti. Tasavvuf da bu anlamda akıl erlerin bağıdır.

Bugün akıllı bir kişi (mahir bir usta ile) bir arada bulundu mu değerli bir kumaş olur, taş akıllı bir kişi (mimarla) birlikte bulundu mu bir şaheser, bir saray olur. Akıllı bir insanla bulunan bir adamın kişiye neler kazandıracağını varın kıyas edin. Taşa bile tesir eden akıllı adam insana tesir etmez mi hiç.[54]

Mevlana yılan yutan bir adamı kurtaran akıllı bir adamdan bahsederken: “Akıllının düşmanlığı bile can kurtarır, ahmağın dostluğu ise cana cefadır” der.

ALLAH’a giden yolda akıl Burak, aşk refref gibidir. Aklın kılavuzluğu ile Yüce ALLAH’a belli bir yere kadar yaklaşır, ama daha ileriye gidemez, ötelere refrefle, yani ilahı aşkla gidilir. Mevlana, bir ülkenin sultanı aşk olunca orada aklı bir hırsız gibi idam etmek gerek, derken buna işaret ediyor. Bu yolda aklı batağa batmış bir eşek gibi aciz görmesi de bundandır.

İn ne neemestu ne nemleestu ne hah

Vah-yı Hak Alla’a A’lem bisevab

Görülüyor ki, mutasavvıfların eleştirdikleri ve yetersiz olduğunu söyledikleri akıl ilahiyat ve tabiat ötesi hususlar hakkında kıyaslar yaparak hükümler veren ve bu hükümleri de birer kesin hakikat olarak algılayan teorik ve spekülatif akıldır. Bu akıl kendi tabii alanını ve sınırını aştığından tenkit edilir. Maddi ve dünyevi konularla ilgili ve sınırlı olan akıl, fikir ve mantık tasavvufta daima övülmüştür. Kendi tabii faaliyet alanında kalan ve haddini tecavüz ederek insanları yanlış yollara sevk etmeyen akl-ı meaş/dünyevi akıl, akl-ı cüz’i maddi âlemle ilgili akıl Mevlana tarafından övülür ve onun bu âlemde bize rehber olduğu ifade edilir. Diğer yandan da cehalet ve ahmaklık, bilgi ve akıl yoksunu olmak ağır bir şekilde yerilir.

Bütün mutasavvıfların ve mistiklerin akıl ve nakil karşısındaki tavırları; akıl ve nakil ile aralarına koydukları mesafe bir ve aynı değildir. Bazı tasavvufi hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle yakın durur, hatta bu ikisiyle iç içe ve barışık iken diğer bazı tasavvufi hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle karşı oldukça soğuk bir tavır sergiIer, durumu kurtarmak için sadece şeklen akla ve nakle atıflar yaparlar. Bu iki uç arasında akla ve nakle bakış açısı itibariyle farklılık gösteren daha başka birçok tasavvufi hareketler ve mutasavvıflar vardır. Aynı çağda ve farklı bölgelerde yaşamış olan Haris Muhasibi (öl. 243/857) ile Sultanu’l Arifin Bayezid Bistami (öl. 234/848) bu bakımdan karşılaştırılmaya değer. Muhasibi akla, akli izah ve tahlillere önem verir ve Tasavvuf felsefesini geliştirirken akla ve nakle geniş yer ayırır. Bu iki kaynaktan azami derecede faydalanır. Fakat O’nun bu tavrı selefilerin de sufilerin de pek hoşuna gitmez. Başta İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere selefiler O’nu biatçı bir kelamcı olarak suçlarken, sufiler de O’nun tasavvufuna sıcak bakmazlar. Vefat ettiğinde cenaze namazı sadece dört kişi tarafından kılınmıştı. Şathiyatıyla ünlü olan Bayezid Bistami’nin tasavvufu ise dini-tasavvufi his, heyecan, coşku, sevgi, aşk, şevk, sekr gibi mistik hallerle doludur. O’nun söz ve açıklamalarında hemen hemen aklın ve ilmin izlerine rastlanmaz. Bazen alıntıladığı nakil ve naslara da tamamıyla tasavvufi bir şekil ve renk verir, meşrebine göre yorumlar. Tarikat silsilelerinde H. Musabihi’ye hiç yer verilmezken Beyazıdi Bistami’ye önemli ve geniş bir yer verilmesinin sebeplerinden biri,  hatta en başta geleni bu durumdur. Tasavvuf tarihinde çeşitli meşreb ve tarikatların mevcud oluşunda bu durumun payı büyüktür.

Sufilik Tarik-ı Ahyar, Tarik-ı Ebrar, Tarik-ı Şuttar şeklinde sınıflandırılırken bahsedilen husus dikkate alınır. Aynı şekilde muhafazakâr tarikatlerin yanı sıra nispeten daha hür ve serbest düşünen tarikatlerin mevcudiyeti de bu durumla açıklanabilir. İlham, keşf, irfan ve hikmet gibi mistik akımların en önemli ve birinci derecede bilgi kaynağı olan hususlara ne kadar yaklaşılırsa akıl ve nastan o kadar fazla uzaklaşıldığından tam, saf ve mutlak mistisizm demek tamamıyla akıldan ve nastan bağımsız algılama ve yaşama tarzı demektir. Bu sebeple ehl-i kitab ve mesavi dinler mistisizmin bu türlerini ilahi dinleri aşındıran ve altını oyan tehlikeli heretik akımlar olarak görerek reddetmişlerdir. İslam toplumlarında tasavvuf adı altında faaliyet göstermiş olan bi-şer’ (şeriatsız), batıl, merdud ve ibahiyeci olarak nitelenen hareketler böyledir.

Diğer taraftan her dinin, özellikle Semavi/ilahi dinlerin özünde belli bir ölçüde mistiklik/sırrilik, esoterism/Bâtınilik (derunilik, içsellik) de mevcuttur. Bu özden mahrum olan bir din bile değildir. Herhangi bir dini hareket yapısında bu öze yer verirse ve yer verdiği ölçüde dini olur. Bu özün az ve yetersiz oluşu nispetinde doğmatik ve şekilci olur, dinin duygu tarafı ve derinliği yok olur. Hz. Mevlana’yı bu açıdan değerlendirdiğimizde O’nun İslam’ın manevi, ruhani ve sırrı özünü azami derecede geliştirmiş ve her zaman bu öze bağlı kalmış olmakla beraber naslarla, yani dinin açık ve kesin hükümleriyle uyum içinde olduğu, bu özelliği ile bir Müslüman velisi sufisi kimliğine sahip bulunduğu açıkça görülür. Bu arada O’nun Yüce ALLAH’ın insanlara en büyük nimeti ve lütfu olan akl-ı cüz’i ve akl-ı meaştan insanların faydalanmaları için sıkça teşvikte bulunduğu ve bu hususun altını kalın bir çizgiyle çizdiği de muhakkaktır.

İBN ARABÎ ‘DE SEMA’NIN

HİKMET VE SIRLARI

SEMA, tasavvufa yöneltilen eleştirilen ana konularından birisi olmuştur. Sufiler, bilhassa fıkıh­çılardan gelen eleştirilere karşı bazen onu savunurken, bazı sufiler SEMA’ı tasav­vufun dışına çıkartmaya çalışmıştır. En genel anlamda konu, VECD-tevacüd-­vücud terimlerinde ifadesini bulan ve insanın kendisini VECD’e gelerek SEMA etmek şek­linde ifade edebileceğimiz çabanın bir parçasıdır. SEMA, İbnü’l-Arabî’de ma­hiyet değiştirmiş ve yeni bir gözle yorum­lanmıştır. Bu yorumda İbnü’l-Arabî, SEMA’ ya taraf ya da karşıt görüşleri farklı bir açıdan harmanlayarak yeni bir anlayış getirmiştir. Öncelikle belirtmeliyiz ki İbnü’l-Arabî, SEMA ve devranın ‘felek­lerin hareketine katılmak, onları duy­mak, tesbih ve zikirlerine ortak olmak’ şeklindeki tanımlarına ve bu konuda ileri sürülen görüşlere açık olduğu görülmektedir.

Buradan İbnü’l-Arabî’nin terimler dünyasına girebiliriz: İbnü’l-Arabî, tasavvuf tarihinde en fazla kavram üreten sufidir. Bu üretkenlik, İbnü’l-Arabî’nin tasavvufun alanını genişletmesi ve yeni düşünceler geliştirmesiyle ilgiliydi. Bu bağlamda onun zengin kavram dünya­sına iki açıdan bakabiliriz: Birincisi, sadece kendisine özgü olan ve herhangi bir şekilde önceki sufilerde bulunmayan terimlerle karşılaşırız. Bu gibi terimler çoktur. Vakıa, İbnü’l-Arabî, pek çok terim geliştirerek tasavvufi tefekkürü yepyeni boyutlara taşımıştır. Onun düşüncesini besleyen kaynakların zen­ginliği, neticede, hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği çeşitlilikte bir kavram dünyasını üretme fırsatını kendisine sun­muştur. İkinci nokta ise, geleneksel tasav­vuftan tevarüs ettiği kavramları yorum­laması ve onlara kazandırdığı boyut­lardır. Bu yönüyle İbnü’l-Arabî, nere­deyse hiçbir kavramı kendisine geldiği haliyle bırakmamıştır. Terimlerle ilgili eleştiriler getirir, onlara yorumlar katar, görüş ayrılığı bulunan terimlerde kendi tercihini belirtir. Kısaca, tevarüs ettiği her terime yeni bir şey ekler veya bazen çıkartır. Aslında bu tavrı, sadece tasavvuf kavramlarıyla sınırlı da değildir. Buna felsefe, kelam, ya da diğer bilimlerin kavramlarına yönelik tavrını da eklemek, büyük düşünürün düşünce dünyasının genişliği ve derinliği hakkında ipucu verebilir.

İbnü’l-Arabî, insan için mutlaklık­-sınırlılık terimlerini kullandığı gibi insanın yapısını oluşturan her uzuv için bu terimleri kullanır. Her organ, kendi alışkanlıklarıyla sınırlanmıştır. Bu tespit, en çok sufilerin akıl görüşünde ve eleş­tirisinde kendisini gösterir. Onlar, aklın sınırlayan özelliğini kendi anlamından hareketle tespit eder ve akla yönelik eleştirilerinde sürekli bu nokta üzerinde dururlar. Ancak daha az bilineni, sufi­lerin diğer bütün organların sınır­lanmışlığı ve seyr-u sülukun hedefinin o organları sınırlanmışlıktan mutlaklığa taşımak olduğu hakkındaki görüşleridir. Böylece insanın uyguladığı riyazet yöntemleri, sonunda bütün organlarının doğal alışkanlık ve şartlanmalarından kurtulup mutlak hale gelmesini temin eden vesileler işlevini görür. Bu sayede her organ, varlık sebebi olan işlevini yerine getirebileceği gibi aynı zamanda her birisi diğer parçanın işlevini yapabilir hale gelir. Çünkü bütün organlar tek bir gücün sınırlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Sınırlanma kalktığında ise, güçlerdeki birlik de ortaya çıkar. Bu durumda ‘Gör­düğüm her şeyden önce ALLAH’ı gör­düm’ demekle ‘Duyduğum her sesten önce ALLAH’ın hitabını duydum’ demek, aynı anlama gelen iki farklı ifade biçimi haline gelir. Böylelikle duyma ya de SEMA, daha yaygın olarak bilinen müşa­hede’nin başka bir tarzı ve ifadesi sayılır.

Öte yandan İbnü’l-Arabî’de SEMA, başka pek çok konu gibi, kurb-ı feraiz ve kurb­ı nevafil konusuyla ilişkili ve ancak onun çerçevesinde anlamını kazanan bir konudur. Bu yönüyle mutlak SEMA tabiri de, nihai anlamını ancak bu iki terimle dile getirilen ve insan ile ALLAH arasındaki nihai vuslat halini ifade eden düşüncede bulur. Sufiler, insan ile ALLAH arasında seyr u sülükte karşılıklı bir ilişkinin ger­çekleştiğini kabul eder. Hemen belirt­meliyiz ki onlar, Ehl-i Sünnet bilgin­lerinin ALLAH ile yaratıkları arasında öngördükleri farklılık ve zıtlığı göz önünde tutarak -ki bunu keyfiyeti bilin­meden ve Hakk’ın şanına yaraşır biçimde gibi ifadelerde kalıplaştırmışlardır- bu düşünceleri terimleştirmişlerdir. Bunun­la birlikte özellikle kurb-ı feraiz ve kurbı nevafil (nafile-gönüllü ibadetlerle ALLAH’a yaklaşmak, farz ibadetlerle ALLAH’a yaklaşmak veya bu yakınlığın sağladığı makam) başlığında dile getirilen düşüncenin tasavvufun en teknik ve anlaşılması çetin konularını teşkil ettiğini hatırda tutmalıyız. Farz ibadetler sonucunda kul Hakk’ın kendisiyle duyduğu duyma gü­cü, kendisiyle gördüğü görme gücü vs. olur. Bu durumda kul, Hakk’ın duyma gücü veya görme gücü veya bizzat gözü diye nitelenir.

Artık ALLAH, o kul vasıtasıyla duyar, onun vasıtasıyla görür, onun vasıtasıyla tutar, cezalandırır, ödüllendirir vs. Buradan hareketle İbnü’l-Arabî insanı ALLAH’ın gözü diye isimlendirir. İnsanın varlıktaki yerini ve varoluş gayesini müstesna bir şekilde tasvir eden bu yaklaşım, Fususu’l-­Hikem’in ana temasıdır.

Öte yandan insan, nafile ibadetlerle ALLAH’a yaklaşmasını sürdürür. Bu durumda, artık kendi beşeri varlığı ortadan kalktığı için bütün fiillerini Hak vasıtasıyla işler hale gelir. Sufilerin “Hak ile gördüm”, “Hak ile süluk ettim”, “Hak ile duydum” vs. gibi ifadeleri bu çerçevede anlaşılabilir. Burada ise kul edilgen Hak ise fail ve etkindir.

O halde her iki yorumdan da SEMA, her yerde ve durumda Hakk’ı duymak demektir ve Hakk’ ı görmekle eşanlamlıdır. İbnü’I-Arabî’nin böyle bir SEMA derecesine ulaşmanın önündeki engel­lerden saydığı bir takım meclislerde SEMA ve devran etmek hakkındaki eleştirileri de, bu çerçevede değerlendi­rilmelidir.

Metnin tamamı şöyledir: İbnü’I-Arabi müride tavsiyede bulurken diyor ki: “SEMA meclislerinde bulunmaktan sakın. Şeyhin o meclislerde bulunmanı işaret ederse, bulun, fakat SEMA etme ve sadece zikirle ilgilen. Çünkü senin zikrin vasıtasıyla SEMA etmen şiirden dolayı SEMA etmenden daha üstündür. Kavvaller gazel okuduğunda, muhabbet ve özlem hakkında okurlar ve nefs bu esnada heyecana gelir. Kavval, ölüm hakkında şiirler terennüm ettiğinde ve seni korku, kabz, hüzün, cehennemi hatırlayarak veya ömrün gitmesi veya ölüm ve sıkıntılarını veya hesabı veya kısası veya kıyamet duraklarını hatırlayarak ağlamaya sevk ederse, o zaman kulak ver ve getirdikleri şey üzerinde düşün. Seni duyularından geçiren bir hal sana baskın gelir ve ayağa kalkarsan, bu kalkışın nedeni kendin değilsindir. Bu durumda seni varidin ayağa kaldırmıştır. Bilincin geri döndüğünde hemen otur ve itidal haline dön. Çünkü SEMA’da hareket itidal halinden sapmadır ve yönelişe göre çeşitlenir. Hareket edersen, hareketinin farkındasındır. Dolayısıyla hareketin yukarıdan aşağı doğru inen birisi gibi siccin’e varıncaya kadar aşağıya doğrudur. ALLAH’tan afiyet dileriz. Hareket eder ve bu esnada kendinden ve bilincinden geçmiş olabilirsin. ALLAH’ın büyüklüğünün kalbine egemen olmasıyla, ALLAH’ta veya cennetlerde ve ateş üzerinde düşünmekle kendinden geçmiş isen, hareketin yücelere yerleşinceye kadar yükseğe doğrudur. Yaratılmış bir sevgilinde kendinden geçmiş isen, hareketin ateşe doğrudur. Bununla birlikte kendinden geçmen sahih bir haldir. Fakat bu sahihlik, bozukluktaki sahihliktir. İnsanlar senin ALLAH uğruna kendinden geçtiğini zanneder. SEMA meclislerinde bulunmaktan zinhar sakın![55]

İbnü’l-Arabi Futühat-i Mekkiyye’de (33. bab) İnşaü’d-devair’deki açıklamalarının benzerini yapar: “Rical, himmetlerinin yüceliği nedeniyle nağmelerle sınırlı SEMA’yı kabul etmezler. Onlar, sınırsız SEMA’ı kabul ederler. Çünkü sınırsız SEMA, onlarda ancak anlamları kavramayı meydana getirir. Söz konusu olan ilahi-ruhani SEMA’dır ve o, büyüklerin SEMA’ıdır. Sınırlı SEMA ise, mensuplarına nağmelerin etki ettiği tabii (doğal) SEMA’dır. Bir insan, sınırlı SEMA’da nağmelerle anlamı duyduğunu iddia eder ve şöyle diyebilir: Anlam olmasaydı, hareket etmezdim. Bu esnada, yani hareket ettiren sebepte doğanın hükmünün dışına çıktığını iddia edebilir. Bu iddiada bulunan şeyh taslakları ve bu yolun türedilerini gördük. Böyle bir iddia sahibi dürüst değilse, yalancılığı hemen ortaya çıkar

Kaşani, Tasavvuf Sözlüğü’nde İbnü’I-Arabî’nin düşünceleriyle tam olarak uyuşan SEMA tanımlarını ve SEMA’nın kısımlarını ayrıntıyla zikreder. Şöyle der: SEMA: İntibah, uyanıklık. Herkes, nasibince ondan pay alır. SEMA, herkesi kendi vatanına, başka bir ifadeyle maksadına götüren bir sürücüye benzer. Avamın SEMA’ı: Emre bağlanmak için ikaz edilmek. Seçkinlerin SEMA’ı: Görülen ve işitilen her şeyde Hakk’ı müşahedeyi sağlar. Çünkü onlar, sadece Hak ile Hak’ta, Hak için ve Hak’tan işitirler. Hak ile SEMA: Nefs âleminden bir kalıntının kalmadığı kimselerin SEMA’ı. Onlar, nefislerin kirlerinden arınmakla, ALLAH’ın her şeyi ayakta tutuğunu görürler. Hak’ta SEMA: ALLAH’ın her kemali kendinde topladığını müşahede edenlerin SEMA’ı. öylece o, başkasına nispet edilen bir kemal işitmez; her kemal, özü gereği kemal sahibi olduğu için, Hakk’a nispet edilir. Hak için SEMA: Nefsini, malını ve makamını fedaya dair duyduğu her teşvikte, bunların başka bir şey uğruna değil, Hak için dağıtıldığını müşahede edenin SEMA’ı. Hak’tan SEMA: Hitabı ALLAH’tan duyan kimsenin SEMA’ı. Bu duyma, Hakk’ın katına layık ve hakikat ehlinin duyduğu meşru tarzdadır. Sehl b. Abdullah, buna şöyle işaret etmiştir: “Otuz senedir ALLAH’tan işitmekteyim, insanlar ise onları duyduğumu zannederler.SEMA, besteli şiirler okumak ve onları dinlemekle sınırlı değildir. SEMA, ehlinin dinledikleri itibarlar, kutsiyet mertebesine yakınlık nuruyla kalpleri aydınlanmış kimselerin nimetlendiği manalardır.

Bu nedenle ruhlarına ulaşan ruhani lezzetler, onları duyulur, mevhum ve akledilir lezzetlerden alı koyar. Hakk’ın işitmesi: Abdu’s-semi’ de denilir. es-Semi’ isminin mazharı. O, es-Semi’ isminin mazharı olduğu için, varlıklardaki her şeyden ALLAH’ın kelamını işiten kimsedir. Bu nedenle her şeyden ALLAH’ın kelamını duyar, çünkü bütün varolanlar, “Kün/Ol” sözünün gereğince, ilahi sözden ortaya çıkmışlardır. Ayrıca bu söz, Hakk’ın (yaratıklarına) her anda yardım etmesi nedeniyle, kesintiye uğramaz. Eksiksiz işiten, tek kelime, hatta tek harfle yüce zatı işitir; onun dili, ilk taayyünü ve birliği cihetinden içerdiği her şeyi kendi kendisine anlatır. Kamil işitmek: Hakk’ın işitmesi. Âlemin işitmesi: Hakk’ın işitmesi. Semi’ isminin mazharı olduğu için, Hakk’ın işitmesi olmuştur. Bu nedenle o, âlemin işitmesidir. Çünkü es-Semi’ ismi olmadan işitme söz konusu değildir.

Belirtmeliyiz ki bu tarz bir ifade, İbnü’I-Arabî’den daha çok geleneksel tasavvufun fena ve nefs görüşüne uygundur. İbnü’I-Arabî nefsin arızi bir takım durumlarının izalesiyle kendi gerçekliğini ve hakikatini öğrenmesi üzerinde durur ve geleneksel fena öğretisinden uzaklaşır. Bu yönüyle İbnü’I-Arabî için “Nefsini bilen Rabbini bilir” anlamındaki hadis, geleneksel tasavvufun -İbnü’I-Arabî kendisinden önceki tasavvufa genel olarak taife veya sufiler diye atıf yapar- ona yüklediği anlamdan farklı olarak nefs hakkında daha olumlu bir bakış açısıyla temellendirilir.

MEVLANA BÜYÜK BiR UMMANDIR ESERLERİ VE MESNEVİ’NİN HİKMET VE SIRLARI

Mevlana’nın Eserleri

Mesnevi, yirmibeş binden fazla ve Divan yüz bine yakın beyitten meydana gelmiştir; her ikisi de Fars dilindendir; Divanda bir kaç tane de Türkçe ve Rumca gazel vardır.

Kâtip Çelebi Mesnevinin beyitlerinin 26,600, Nesip Dede 25,810 olduğunu söyler; Şeyh Galip Nesip Dedenin fikrindedir; Sahih Ahmet Dede 25,585 olarak kabul eder. Aradaki farklar, Mesneviyi istinsah edenlerin bazı beyit­leri atlamış olmalarından ziyade, bazı nüshalara bir takım eklemeler yapılmış bulunmasındandır. İlave yapanların ba­şında Sultan Veled gelir. Eldeki birçok Mesnevi nüshala­rının sonundaki ilave de Sultan Veledindir; en büyük ila­ve de sonraları meydana çıkan yedinci cilttir; ilk zaman­larda yazılıp bugün ellerimizde ve kitaplıklarda bulunan nüshalarda yedinci cilt yoktur.

Sultan Abdülmecit devrin­ de, (Dar-üt-Tıba’a-tül-amire) de, 1268 hicri yılında basılan nüsha hepsinden fazla beyti ihtiva ettiği halde bu da ye­dinci cildi almamıştır. Altı ciltlik Mesneviyi şerh eden An­karalı İsmail Rusuhi Dede yedinci cildi de ayrıca şerh etmişse de, eski yazmalarda bu cildin bulunmayışı, altıncı ciltte yarım kalan bir hikâyenin sonuna yedinci ciltte de­vam edilmeyişi, Sultan Veledin altıncı cilt sonundaki ila­vesinde babasının Mesneviyi ikmal edemediğinin açıklan­ması, altıncı cildin baş taraflarında, Mevlana’nın, Pişkeş miaremed ey manevi Kısmı-i sadis der temam-i Mesnevi diyerek eserinin altı ciltte biteceğini bildirmesi ve niha­yet yedinci cildin edasının, neşesinin hiç te Mevlana’nınki­ne uymayışı gibi kuvvetli deliller yedinci cildin ona ait olmadığını ve İsmail Ankaravi’nin bu cildi zorla şerh etmek mecburiyetinde kaldığını gösterir. Vakıa (Hazret-i Şarih) yedinci cildin de Mevlana’ya ait olduğunu ispat için, ye­dinci cilt şerhinin baş tarafında bir hayli yorulmuşsa da kanaat verici bir neticeye varamamıştır.

Vahdet-i Vücutçuların takip edildikleri, bu meslek mensuplarından birçok âlimlerin idam olundukları kara taassup devrinde, Mevlana’yı ve Mevlevileri teşhirden korumak ve kurtar­mak emeli ile Mevlana’ya mal edilmek istenilen bu yedinci cildin İdris Bitlisi veya bunun oğlu Hüsameddin tarafın­dan tertip edildiği rivayet olunmaktadır. Başka, bir rivayete göre de, yedinci cilt sayılmak istenilen eser, Tebrizli Necib’in Safaviye şahı adına düzenlediği (Seb’al Mesani) adlı eserin bir cüzüdür.

Mesnevinin yazılmasına 658 (H.) de başlanılmış ve son beyti 666 (H.) de yazılmış, yani, 9 yılda tamamlanmış­tır. Mesneviyi telife başladığı zaman Mevlana 55 yaşın­daydı ve Şemsten ayrı düşeli 15 yıl olmuştu. Bu tarihler hep tahminidir; ancak ikinci cildin yedinci beytinde, Mev­lana

Matla-i tarih-i in sevda vü sud

Sal-i hicret şeşsad-u şast-ü dü bud

Bu karalamaya ve maksada başlanıldığında hicret yılı 662 idi” demektedir. Bu tarih Mesnevinin başlangıç tari­hi midir, yoksa birinci ciltten sonra yazılması bir müddet geciken ikinci cilde başlama tarihimidir, açık değildir.

Çağlar boyunca gerek ülkemizde ve gerekse diğer milletler tarafından daha fazla ilgiye mahzar olan bu eser, hikâye ve öğütler yoluyla insanları eğitmesi bakımından didaktik bir hüviyet kazanmıştır.

Hz. Mevlana’nın dikte sureti ile Hüsameddin Çelebi’ye yazdırdığı orijinal nüsha meydanda yoktur. Bu nüshanın Mev­lana’nın kabrine konduğu söylenirse de gerçekleştirile­memiştir. Eldeki nüshalar hep Asli Nüsha’dan istinsah olunduğu kaydını taşır. En eskisi 677 (H.) tarihli olup Konya müzesinde saklıdır. Mevlana’nın âlem-i cemale teşrifinden beş yıl sonra kopya edildiği anlaşılan bu nüshanın birçok sayfa­ları tezhipli ve altın yazılıdır. Ketebesinde, Muhammed bin Abdullah El-Konev-i El-Mevlevi tarafından 677 yılı Rece­binin bir pazartesi günü yazılıp bitirildiği, asli nüshadan kopya edildiği, gerek müellifinin, gerek halefinin huzurla­rında defalarca okunup tashih edildiği yazılıdır.

Mevlana’nın üç bini aşkın gazel ve iki bine yakın rubailerden oluşan şiirleri de Divan-ı Kebir adlı eserde toplanmış ve onun hal dünyasını rumuzlar halinde bizlere yansıtmıştır. Bu iki eser günümüz Batı dünyasında da ilgi görmekte olup, seçkiler halinde hemen hemen tüm dünya dillerine çevrilmiştir.

Mevlana’nın bu iki manzum eserinden başka; çeşitli konularda halkı ve müritleri aydınlattığı sohbetlerini içeren Fihi Ma Fih; çeşitli şahıslara yazdığı mektupları kapsayan Mektubat ve verdiği vaazların kaydedildiği Mecalis-i Seb’a adlı mensur eserleri vardır.

Mevlana’ya ait olduğu kesin olan bu eserlerin haricinde, ‘Işkname, Tıraşname ve Risale-i Afak-u Enfus gibi küçük tasavvufi eserler de bazı yazmalarda kendisine ait olduğu kaydedilmekle birlikte, gerek üslup ve gerekse konu bakımından bunların Mevlana’ya ait olmadığı kesinlik kazanmıştır.

Ayrıca; bir dua ve zikir kitabı niteliğinde olan Evrad-ı Kebir, dönemine yakın kaynaklarda geçen Mevlana’nın Vasiyeti ve sözlerinden seçilerek oluşturulmuş Mevlana’nın Yedi Öğüdü adlı bazı küçük risaleler de Mevlana’nın eserleri arasında değerlendirilmekle birlikte, bunlar münferit bir eser değildir.

Yine son dönemlerde Esrarü’l-Celaleddin adında Mevlana’ya yeni bir eser isnat edilse de bu eser, kenarında rubailerin yazıldığı Fihi Ma Fih’in İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümündeki bir nüshasının olduğu anlaşılmıştır.

Mevlana ve Mesnevi

Sahanın uzmanlarınca İslami tasavvuf edebiyatının zirve noktası olarak değerlendirilen Mesnevi,  sadece kendi döneminde değil, tarih boyunca da ilgi görmüş; günümüzde ise dünya çapında artarak devam eden bir aştırmacı ve okuyucu kitlesine sahip olmuştur.

Mevlana’nın, özet olarak “Kur’an Tefsiri” olarak nitelendirdiği bu eseri akla gelebilecek her tür konuda onun fikirlerini barındırmakta, bu özelliğinin yanı sıra 13. yüzyıl Anadolu’sunun sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtmakta, sosyal adalet, pedagojik formasyon ve modern bilimle ilgili de günümüzde en çok ihtiyaç duyulan önemli bulgu ve tespitleri içermektedir.

Bu bağlamda; bir hükümdarın ağzından “Ben kendi soframda ne yersem, halkıma da onu yediririm. Ben ne giyersem halkım da onu giyer” diyerek sosyal adaleti vurgulamakta; para ve makam hırsının insanın özgürce yaşamasına engel teşkil ettiğini belirterek, günümüz insanının en büyük sıkıntısını göz önüne sermekte ve “Bu ikisinden de kurtulursan özgür olursun” demektedir. Mevlana’nın, bu basit gibi görünen önemli tespiti dikkatle incelenir ve uygulanırsa kişisel kavgalar sona ereceği gibi, dünya barışı için de önemli bir doktrin olacaktır.

Yine Mevlana’nın Mesnevi’si derinlemesine incelendiğinde, modern bilimin bile yeni keşfettiği bulguları çeşitli teşbihlerle orada bulmak mümkün olmakta; zerrelerin hareketinden ve patlamasından söz ederek, adeta henüz geçtiğimiz asırda keşfedilen atomun yapısına değinmekte [56]. Coopernik (ölm. (543) ve Galile (öIm. 1642)’den de 300 yıl önce dünyanın döndüğüne işaret etmekte [57], Newton (ölm. 1727)’dan 500 yıl önce yer çekiminden bahsetmekte[58], Hücre Kuramı’nın kurucuları Alman botanikçi Matthias Schleiden (1881) ve zoolog Theodor Schwann (1882)’dan 600 yıl önce insanların hücrelerden meydana geldiği ve hücrenin bal peteği şeklinde olduğu tespitini yapmaktadır[59]. Ayrıca son yüzyılda unutulmakla birlikte günümüzde önemi tekrar anlaşılan bitkisel tedavinin önemine de değinerek, “Suda yüz binlerce ilaç gizli; çünkü her ilaç onun vasıtasıyla yetişir, gelişir[60] demektedir.

Mevlana eğitimle ilgili olarak da öğretmenlerin belirli merkezlerde yetiştirilmesi gereğine savunmakta, ayrıca günümüzde bile yapılamayan öğretmenlerin sürekli kendilerini yenilemesi hususuna da özel bir önem vermektedir. Yine 21. yüzyıl modem eğitim sistemi olarak yeni kullanılmaya başlanan çocukların oyunla eğitim formasyonunun önemine de dikkat çekmektedir.[61]

Tarih boyunca güncelliğini yitirmeyen ve yukarıda birkaç konusuna işaret edilen Mesnevi’nin belki de en önemli özelliği ve hatta yazılma amacı insanca, mutlu ve barış içinde yaşama katkıda bulunmak amacıyla öğütler ve ilginç püf noktaları dile getirmesidir.

Edebiyatımızın tanınmış simalarından H. Ziya Uşaklıgil’in “Bazı keder ve üzüntü zamanlarımda hala Mesnevi’ye el uzatır, onun yaprakları arasında hayatın elemleri için bir teselli ararım” sözü, kişisel sorunlardaki çözüme çare olduğu gibi; İngiliz doğu bilimci ve Mevlana araştırmacısı Prof. Dr. Arthur J. Arberry’nin “Mevlana, sekiz yüzyıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir.” tespitini yapması da dünya insanları açısından Mevlana’nın fikirlerinin önemini vurgulamaktadır.

Orijinal dili Farsça olan ve ilk 18 beytinin bizzat Mevlana tarafından kaleme alınıp, devamı Hüsameddin Çelebi tarafından kaydedilen Mesnevi; Türkçe, İngilizce, Arapça, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Urduca’ya tam metin olarak tercüme edilip yayınlanmış, tespit edebildiğimiz kadarıyla da Boşnakça, Özbekçe, Hintçe ve Endonezyaca’ya tam çevirileri yapılmıştır. Bunların haricinde de birçok Dünya dillerine de seçki olarak tercüme edilmiştir. Bu bilgilerin ve gerçeklerin ışığında da Mevlana tarafından dile getirilen “Mesnevi’miz, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyayı kaplayacak ve bütün ülkelere ulaşacaktır. Bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır’ sözü, 800 yıl sonrasında ispat edilmiş olmaktadır.

Kuran’ın bir de mana tefsiri vardır. Yani Kur’an’ın tefsiri herhangi bir ayetin ‘ruhu’nu alıp aktarabilmektir. Bu anlamda baktığımız zaman evet Mesnevi Kuran tefsiridir. Bunu Mevlana Mesnevi için söylediği gibi, birçok sufi de kendi eseri için söyler. Mesela Muhyiddin ibn-i Arabî de Fütuhat-ı Mekkiyye’si için “Ben bu kitabı Kur’an hazinesinden aldım” der. Bir bakıma Kuran tefsiridir, der. Kuran tefsiri, ayetle ayet açıklanması şeklinde değil, mana açıklaması şeklindedir. Ve gerçek arifler gerçek tefsirin bu olduğunu söylerler. Ötekisini de lengüistik açıklama olarak görürler ki sufiler için o tefsir değildir, sadece istifade edilebilir bir çalışmadır.

Mecaz”ın, ismi müsemmaya bağlamadaki işlevi nedir, Mesnevi’yi bu açıdan ele alabilir miyiz?

Tasavvufta mecaz kelimesinin çok yüksek metafizik bir anlamı vardır. Nedir mecaz, nedir hakikat. Mecaz ve hakikat irtibatı hem felsefenin hem de tasavvufun ana konularındandır. Bütün ariflere göre mecaz, hakikate giden işaretlerdir. Bakınız ALLAH (cc) “Bunlar ayettir” diyor. Ayet ne demek, işaret demek, hakikat değil. “innehu le Kur’anun kerimün fi kitabin meknun” “Şüphesiz bu Kuran bir gizli kitabın içindedir[62] diyor, “Ben size bu kitabı gizli bir kitap içinde gönderdim” diyor. Bir kitap bir kitabın içerisine, gönderildiği gibi, aşağıların aşağısına indiriliyor, çünkü inerken mertebelerde katlanarak iniyor. İnsan yukarılardan aşağı doğru ulvi âlemden aşağı doğru inen bir hakikattir aslında. Binaenaleyh bu gözle baktığımız zaman, hakikatler bu süfli yani aşağıya inme âleminde ancak ‘mecaz’ ile ifade edilebilir, ‘hakikaten’ ifade edilemez. Hakikatler hakikaten, olduğu gibi ifade edilecek olsaydı, bütün denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsaydı yine de ifade edilemezdi. Biliyoruz ki peygamberler tarihinde kendine bir sayfa gönderilmiş peygamber var. Kimisine iki sayfa, kimisine sahifeler, suhuf... Fakat kendisine bir sahife gönderilmiş peygamber için dahi şu ifade kullanılıyor. “Yaş ve kuru ne ararsanız burada var” Şimdi yaş ve kuruyu eğer fiziki olarak düşünecek olursak bir sayfanın içinde nasıl olsun? Demek ki burada biz bunun içinde işin esprisini, işin prensiplerini gönderdik, detaylarını değil! Ama siz bu prensip ve düsturlara tabi olursanız... Mevlana’nın o ‘pergel’ metaforunda, mecazında kullandığı gibi pergelin iğneli ayağını merkeze saplarsanız öbür ayağıyla yetmiş iki âleme yorum yapabilirsiniz, yorum açıktır. Bundan dolayı sufiler bir yönüyle kaynağa bağlıdırlar, ama diğer elleriyle serbest yorum içerisindedirler. O serbestlikleri bazı medrese ulemasına ağır gelmiştir. “Hayır efendim! Bu kadar yorum yapılamaz!” demişlerdir. Ancak sufilerdeki serbestlik ‘mutlak serbestlik’ değildir, kendileri bir eliyle kaynağa saplanırlar, diğer eliyle serbestlik yaparlar ki bu da en tabii ve insanı oluşturur, aksi hali ise pıhtılaşmak ve donmaktan ibarettir ki selefi akaidi ile sufi akaidi arasındaki en temel fark budur. Birisi donuktur, diğeri ise dinamik bir akaid anlayışı ileri sürer.

“Bismillahirrahmanirrahim.

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler müstesnadır.” [63]

Mehmet Akif’in sureyle ilgili bir manzumesi şöyledir:

“Halikin namütenahi adı var en başı Hakk

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak

Hani ashab-ı kiram ayrılalım derlerken

Mutlakla sure-i velasr’ı okurmuş bu neden?

ÖÇünkü meknun o büyük surede esrar-ı felah

Başta iman-ı hakiki geliyor sonra salah

Sonra hak sonra sebat: işte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık”

Kur’an Allah merkezli bir yapı arzettiği için öncelikle Allah bilincini geliştirmeyi hedefler. Bu bağlamda Allah’ı unutmamanın sonucu şahsiyetleri parçalanmayan insanlarda pekişen Allah bilinciyle yeryüzünde ahlak ve edebe dayalı sosyo-politik bir düzen kurmak doğrudan ilişkilidir.

Hazreti Mevlana’nın gelişim evreleri hakkında neler söyleyebiliriz? Bugünün insanı için bu basamakları tatbik imkânı var mıdır; bununla mükellef miyiz?

Mevlana’nın yaşadığı kendine özgüdür. Biz onları yaşayabilir miyiz? Yaşayabilirseniz yaşarsınız, yaşayamazsanız Mevlana olamazsınız. Mevlana’ya soruyorlar: “Sen bu hakikatleri nasıl elde ettin” diye, “Ben ol da anlarsın!” diyor. Yani Mevlana olmadan onu o düzeyde anlamak mümkün değil. Çünkü herkes hakikate durduğu noktadan bakar. Mevlana’nın durduğu yerden hakikate bakabilmek için Mevlana’nın olduğu yere gelmek gerekir.

Mesnevi ve diğer eserlerini dikkat okuduğumuz zaman Mevlana, kuru kuruya zahiri ilimle bir yere varılamayacağını, ilmin bir aşk ve mana boyutunun da bulunduğunu, mana boyutundan soyutlanmış zahiri ilimlerin tamamen kuru bir hayat süreceğini söyler ki Mevlana’nın Mesnevi’si ve diğer şiirleri, bütün bu dinle kurumaya, dinde pıhtılaşmaya dinde Yahudileşmeye bir İsa nefesi üflemek, bir aşk boyutu yüklemek demektir. Kendisi de zaten böyle bir fonksiyonu görür. Aslında bütün sufiler bir bakıma kendilerini şeriat-ı Muhammediyye içerisinden ‘Dem-i İsa’ ile Hz. İsa nefesi ile özdeşleştirirler. Buradaki sembolik anlatım çok önemlidir.

Gel, ne olursan ol gel!” sözünü doğru anlıyor muyuz? Ya da nasıl anlamalıyız? Bu sözün Mevlana’ya ait olmadığı söyleniyor siz ne diyorsunuz?

Gel, Gel çağrısı Sultan-ül Ulema’nın ta Horosan Mekteplerinde başlattığı “Gel… Gel… İlim ve aşk medeniyeti İslam’a gel, bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir” çağrısının Hz. Mevlana tarafından devam ettirilmesidir.

Gel.. gel… ilim ve aşk medeniyeti İslam’a gel, yüz bin defa tövbeni bozsan da gel. Bu kapı umutsuzluk kapısı değil! Gel.. Yine gel!

Evet, bu söz literal anlamda Ebu Said Ebu’l-Hayr isimli bir büyük sufiye aittir. Ama bu söz, mana olarak Mevlana’ya da yakışır, bütün sufilere de yakışır. Evet, Mevlana’nın hiçbir yazılı metninde bulunmamaktadır. Fakat her arifin sözü manipülasyona açık olduğu gibi bu söz üzerinden de değişik niyetler gösterilmiştir. Burada önemli olan Mevlana’nın gerçekte niyetinin ne olduğunu bilmektir. Burada “gel ne olursan ol gel” demek “gel hele bizim bir dergâhımıza gel, ben seni ne yapıyorum burada bir gör” anlamı taşır. Yoksa gel o halinle seni kabul ediyorum anlamına gelmez. Mevlana dergâhının kapısının üstünde şu yazar: “Kabetil-uşşak başet in makam her ki nakıs amed.”Yani “Burası âşıklar kabesidir, her kim nakıs gelir kâmil olur.” Bak nakıs gelir kâmil olur, diyor. Yani kimi hırsızdır, kimisi şudur, kimisi budur, kimisi putperesttir. Burada kemal dersleri alır, onun için “Gel ne olursan ol gel” bu manadadır. Ümitsizlik dergâhı değil, biz kovucu değiliz, geniş bir hoşgörü. Gerçekten bu açıdan Müslümanların Mevlana’nın bu sözünü iyi anlamaları gerekir. Müslümanların “gel” davetlerinde biraz problem var, iyi davet edemiyorlar davet edilen kimselerde de icabet problemi var.

Mevlana’nın kendisi zaten evrensel ve insani noktayı yakaladığı için tercüme edildiği bütün dillerde aktif olarak çalışmaktadır. Bu manada her hangi bir yardımcıya ihtiyacı yoktur. Mevlana’nın yadımcısı Hakk’tır. Biz ise ne yapabiliriz? Müslümanların öncelikle Mevlana’yla barışmaları gerekiyor. Mevlana’da barışıp Mevlana’yı aktarabilselerdi Mevlana’yı daha iyi tanıma imkânı bulurduk. Bu birlik olmadığı için günümüzde Mevlana adı altında bir hayli manipilasyonlar yapılmaktadır.

Sonuç olarak;

Mevlana’yı sadece mutasavvıf bir şair olarak değerlendirip, onun fikirlerini mistisizmin sınırlarına hapsederek yorumlamak, kendisine yapılacak büyük haksızlıklardan biridir. Çünkü Mevlana, başta Mesnevi’si olmak üzere bütün eserlerinde günümüz insanlığının düştüğü problemlere de çözümler sunmakta, bilim dünyasıyla ilgili olarak da benzetmeler yoluyla dikkate değer bilgiler vermektedir.

Ayrıca; Mevlana, eserlerinde sunduğu derin fikirleriyle bir sosyolog, bir psikolog gibi insanı ve toplumu inceleyip problemlerine çözüm sunan bir düşünür; bilimsel konularla ilgili olarak söylediği beyitleriyle de gizemli bir bilim adamı hüviyetindedir. Bundan dolayı başta Mesnevi olmak üzere onun eserlerini her kesimden, her meslek grubundan insanın okuyup incelemesi, mutlak olarak kendisinin ve insanlığın faydasına olacaktır.

Bizden sonra, Mesnevi önderlik edecek, arayanlara ve isteyenlere doğru yolu gösterecektir.” (Hz. Mevlana)

Mevlana’nın bilinen eserleri arasında en büyükleri

(Mesnevi-i Şerif) ile (Divan-i Kebir) dir.

 

VAHDET YOLUNUN SUFİLERİ: MEVLEVİLER

HİKMET VE SIRLARI

Biz vahdet yolunun sufileriyiz.

Biz şah-ı hakikatin sofrasından nimetleneniz. (Mevlana)

Silsilenamesinde Hz.Pir Mevlana Celaleddin Rumi Mevleviye tarikatı, tasavvuf tarihinde Anadolu’ya has tarikatlardandır.  Tarih seyri içerisinde tekke, asthane, dergâh, zaviyelerin tesisiyle, Anadolu coğrafyası’nın sınırlarını aşmış Ortadoğu, Hicaz yarımadası ve Balkanlara uzanmış, günümüz batı ve doğusunda dervişan ve muhibbanıyla en yaygın sufi yollarından olmuştur.

Mevleviliğin seyr-u sülük esasları, adap ve erkânı, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Ari Çelebi devrinden itibaren, tarikatın tekâmülü tarihi sürece parelel şekilde teşekkül etmeye başlamış; Mevlevi yolunun kibarını kayda geçiren Sakıp Dede’ye (ö.1148/1735) göre tarikatın adap ve erkânı Ulu Arif Çelebi’nin oğlu Pir Adil Çelebi zamanında müesses hale gelmiştir.

Mevlevi sülukuna dair ilk kaynaklardan Divane Mehmed Çelebi’nin Tankatü’l-arifin adlı risalesi tarikat usülünün sembolik niteliklerini içeren ve bazı erkânını yansıtan ilk eser olmasının yanında, 17. Asrın ilk yarısında Beyoğlu Galata Mevlevihanesi yedinci postnişini, Mesnevi şarihi İsmail Rüsühi Ankaravi Dede’nin (ö. 1041/1631) özellikle Mesnevi Şerhi, Minhacu’l-fukara, Nisab-ı Mevlevi ve Risale-i usuI-i tarikat adlı eserlerinde Mevleviliğinin yolunun esaslarını tayin etmiş, Osmanlı Mevleviliğinin adab, erkân ve nazariye açısından günümüze naklinde önemli bir konumda bulunmuştur.

İsmail Ankaravi, Minhacu’I-Fukara’da ‘Mevlevi tarikatının mahiyeti’ başlığı altında Mevlana’nın bir sufi, onun yolu, erkânı ve ayininin tasavvuf ve dedeganın da sufiler olduğunu belirtmiştir. Mevleviliğin mahiyeti bir sufi tarikatı olarak belirleyen ve kendisinden önceki Mevlevi meşayihi tarafından sistematik şekilde vaz edilmediğinden dolayı tarikatın mahiyeti hakkında ortaya çıkan yanlış anlayışları tashihe girişen Ankaravi, tarik-i tasavvufun temelinin “fakr” diğer bir ifadeyle “zühd” olduğunu söyler ve şunu ilave eder: “Mevlevi tarikatını sufiyye tarikatı şeklinde tarif etmek, Mevleviliği tarik-i aşk ve muhabbet veya tarik-i fakr olarak tavsif etmeyi muhtevidir” Zira tasavvuf, aşk, fakr, zühd ve marifet gibi tasavvuf mahiyetine ilave olunan özellikleri kendi içerisine alan üst bir kavramdır. Dolayısıyla Ankaravi, Mevleviliği ‘tarikat-ı ışkiyye” (aşk yolu) şeklinde tarif edenlerin tariflerinin eksik olduğunu, Mevleviliğin mahiyetine yönelik bir tanımlama getirmek gerekirse, bunun ancak ‘tarikat-ı sufiyye” olması gerektiğini belirterek, bu konuda çıkan tartışmaları bertaraf eder ve daha kuşatıcı bir tanımlama getirir.

Ankaravi’ye göre Mevlevi tarikatının mahiyeti tasavvuf yoludur, tasavvuf yolunun yapısında ise fakr vardır. Bu itibarla Mevleviliğin esas ve rükünleri, her şeyi bezl etmek, cömertçe vermek ve ihtiyarı terk etmektir. Ankaravi, “sufi isminin Kadiri, Rufai, Mevlevi, Gülşeni, Halveti, Nakşibendî gibi tarikat ehlini ihtiva ettiğini” belirtirken, Mevleviliğin diğer tarikatlar gibi tasavvuf yolu olarak görülmesine işaret eder ve Mevleviliği sufiyye yolunun dışında daha önce zikredilen aşk yolu, melâmet yolu fakr yolu gibi çeşitli şekillerde tanımlamayı eksik bulur. Ayrıca fakr ile tasavvuf veya fakir ile sufi arasında derecelendirme yaparak, “Mevlevi fukarası” tamlamasının ne anlama geldiğini tespit eder ve sufiyi fakirden üstün tutar.

Ankaravi, Mevlevilik söz konusu olduğunda sufiyi kemal mertebesinde görüp, Mevlana ve halifelerini sufi olarak tanımlamasıyla, Mevlana’nın zenginliği değil manevi tam tercih ettiğini ve dolayısıyla Mevlevi meşayihinin de Mevlana’ya ittiba ile manevi fakrı benimsemelerinin daha doğru tavır olduğunu ileri sürer. Bununla birlikte Mevlana, Mevlevi meşayihine tavsiyede bulunarak kendilerine teveccüh eden iktidar sahiplerinin aşırı cezbe­i ilahi gibi mücbir sebepler olmadan iktidarlarını terketmelerini tasvip etmez, iktidar ve dünyevi meslekleri muhafaza ederek tarikatta sülük etmenin esas olduğunu belirtir.

İsmail Ankaravi, Mevlana ve Mevlevi meşayihini “sufiler” olarak tanımlarken yine tasavvuf kavramı ve disiplini altında Mevlevi saliklerini de “mutasavvıflar” şeklinde ifadelendirir.

Şeyh Ankaravi’ye göre Mevlevi tarikatının ve bu tarikatta sülük eden saliklerin her hal ve fiilleri, Kur’an ayetleri, hadis ve sufi meşayihin eser ve haberlerine dayanmalıdır. Bu itibarla Mevlevi salikinin yolu, Kur’an, Sünnet, velayet yani tarık-i müstakim ve tarikat-ı Muhammediyyedir. İfrat ve tefritten azade, itidal üzere olan Mevlevi tarikatını ‘aşk yolu’ veya ‘cezbe yolu’ şeklinde tanımlamak, aslında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in (nübüvvet) yolu ya da velayet yolu şeklinde tanımlamaktan başka bir anlam ifade etmez. Nitekim Ankaravi’ye göre Mevlana, VECD ve cezbe zuhur etmedikçe itidal yolundan ayrılmamıştır. Bu açıdan Mevlevi salikinin evvela şeriatı uygulaması gerekir. Zira tarikat şeriatın tatbikidir. Şeriatsız tarikat olmadığı gibi, tarikatsız da hakikate varmak muhaldir. Şeriat, tarikat ve hakikat üçlemesinde ‘Mevlevi’ye yol katettirecek temel saik ise öncelikle aşk, marifet, irşad ve hizmettir. Zira Mevlana tasavvufi düşünce tarihinde zühd, ilahı aşk ve melâmet ile marifet tavırlarını cemş eden bir sufidir. Zahidlik, tariki ilahinin başlangıcıdır. Zühd tavrı, ilahi ahlaklanmayla neticelenir. Tarikte yol katetmeyi hızlandıran ve marifete ermeyi temin eden yegâne saik aşktır. Bu itibarla sadece kuru zühd tavrı marifeti hâsıl etmez. Ancak zühd ile beraber aşk olmalıdır ki marifet tahsil edilsin. Hem âşık hem de zahid olan arif olabilir. Marifet, ilahi ahlaklanmayı gerçekleştiren salike ilahı hakikatle tahakkuku sağlar ve salik son mertebede mukallid likten kurtularak muhakkik sıfatını kazanır. Muhakkik, eşyanın mahiyetini ya da eşyanın değişmeyen sabit ‘hakikatlerini idrak etmeye çalışan kimsedir. Bu itibarla Mevlevi her şeye Hakk’ını veren sufidir (tahkik).

İsmail Ankaravi, Mevlevilikte Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin de en yüksek tavır şeklinde derecelendirdiği ‘melâmet tavrının’ baskın tavırlardan biri olduğun belirtir.

Ankaravi düşüncesine göre, MevleviIikte melâmet yolunu ihtiyar etmek için iki sebep olabilir.

1. Şeyh makamında olan arif, dervişinde bazı sıfatlar görür ki, onların ortadan kaldırılması ancak melâmet ile mümkün olabilir. O zaman dervişe gereken bu emre uymaktır.

2. Melâmeti ihtiyar eden kimse, şeyhi olmaz da, kendisi kendi nefsinin hilelerini bilir. Halk ise kendisinin hüsn-i haline rağbet eder. Halkın bu iltifatı ve bu rağbeti onun sülukuna ve zevkine zarar verir. O zaman bu hile (hile-i tarikiyye) ile halk arasında şöhret bulmaktan kurtulur. Ancak yaşayan bir mürşide intisab etmeden kemale ermek de mümkün değildir. Bu anlamda Ankaravi’ye göre şeyhin veya müridin melâmet tavrın tercih etmesi zorunlu hallerde ortaya çıkan bir durumdur: Yani Mevlevi salikinde ve meşayihinde olmazsa olmaz bir meslek değildir. İsmail Ankaravi, Mevlevilikteki meşreblerin farklılığı konusunda tarikattaki Melami sonra meczub meşrebinde olanlar hakkında da açıklamalar getirir.

Hâsılı Şeyh İsmail Rüsuhi Dede’ye göre Mevleviliğin mahiyetine eklemlenen her ne kadar farklı tasavvufi meşreb farklılıkları olsa da yolun tasavvuf yolu olmasına binaen Mevlevilerden beklenen şey, aşk, marifet, irşad ve hizmetle zahir sufi olmaktır.

Bu esaslara sahip olmak isteyen talip, muhib veya çilekeş can olmak için Mevlevi Dedesine müracaat eder. Şeyh muhibbin müracaatını kabul ederse, gusül abdesti alan muhibbin başını şeyh dizine koyar, sikkesini giydirir, tekbir getirir ve her ikisi de Fatiha’yı okuduktan sonra birbirlerinin sağ elini aynı zamanda tutup kaldırarak parmaklarının üzerini öperler (görüşme).

Tarikatta çilekeş can olmak isteyen talip ise dergâhtaki bin bir günlük riyazet sürecine tâbi tutulur. Mevlevilikte riyazet hizmet olarak tayin edildiğinden, hizmet çilesiyle nefsini tasfiye etmeye girişen çilekeş can, Mevlevilikteki iç teşkilatın -ki merkeziyetçi bir yapıya sahiptir- en önemli mekânlarından olan matbahta (mutfak) çeşitli hizmetleri deruhte ederek ‘hamdım, piştim, yandım’ sırrına erer.

Her Mevlevi’nin bilmesi gereken hafi ve devranı zikir olan SEMA, bin bir günlük eğitimin önemli rükünlerinden biridir. Sadece Mevlevi zikri olan mukabele devri değil, Mevlevi süluku da devridir. Mevlevilerin bedenleri devrettiği gibi ruhları da devreder. İki tür sülük yani tarik (yol) vardır: Düz yol (tarik-i müstatil) ve dairesel yol (tarik-i devri). Düz yolda gidenler (taliban-ı tarik-i müstatil), büluğ çağından vefat edinceye kadar şeriat ve tarikat üzere giderler. Ancak ruhani ve cismani her ne mertebe ve menzile varsalar, Hakk’ı hariç bilirler ve tenzih yoluna saparlar. Daima Hakk’ı bu mertebelerden daha yüce bir mertebede ve / veya mertebesiz sanırlar. Enlem ve boylam hapsinde mahpuslardır, daireyi çizemezler diğer bir ifadeyle dairede yolculuk yapmak nasiplerinde yoktur. İkinci kısım yani dairesel yolda ise, Hakk’ın inayeti ve mürşidin himmetiyle tarikatta sülük edip varlıkta vahdeti keşfedenlerdir. Bu itibarla Muhammedi olan sufi Mevlevilerin süluku ve mukabeleleri vahdet-i vücud üzere daireseldir.

Mevleviliğin irşad kitabının Mesnevi ve Mesnevihan lığın tarikatta bir makam olması sebebiyle Mevlevi meşayihi yazdıkları Mesnevi şerhleriyle Tasavvufi düşünce literatürüne edebi ve nazari açıdan mümtaz katkılarda bulunmuşlardır. Mevlevilik tarih boyunca halk tabakalarından devlet adamlarına kadar toplumun her kesiminden insanların manevi hayatı üzerinde tesirli olmuş; adab ve erkânında musikiden minyatüre dek sanat faaliyetlerini bilfiil tatbik etmesinden ötürü Türk-İslam kültür ve sanatının en önemli şair, musikişinas, hattat ve ressamlarını yetiştirmiştir.

Mevlana mesleğinin ve prensibinin dün de, bugün de, yarın da insanlık ideali için bir mürşit ve rehber olarak yaşamakta olmasının hikmeti, arz edilen sentezin sırrında­dır.

Anlaşılıyor ki, Hz. Mevlâna’nın tebliğ şekli, Mecusiliği, Şamanîliği, Yu­nanlığı, Yahudiliği, Hıristiyanlığı, felsefeciliği ve bütün geçmiş dinleri içine alan, daha doğrusu bunlar arasında bir seçim yaparak her milletin geleneklerine haz ve revaç veren şekilde olduğu için İslamlığa yeni giren eski mil­letleri kendine çeken bir cazibede idi.

Ken­dilerine bağlanılan zâtların hareket, tavır ve tarzlarından Ta­rikatlar doğmuştur, yani, tarikatları (Pir) denilen zâtlar kurmamış, O Pir’i kendileri için bir önder ittihaz edenler tesis etmiştir.

Bu itibarla tarikatlar, tatbikî birer mektepti, birer züht meslekiydi. İslâmi esaslardan ayrılmamak şartı ile ‘İlm-i Kelam’ İle ‘Kadim felsefe’yi meczederek ve İslami ahkâm ile milli görenekleri barıştırarak meydana getirilmiş birer Ahlak yolu ve nihayet bir rejim idi.

Mevlana âlim, hâkim, hekim ve mutasavvıf olduğu kadar birçok âlimler yetiştirmiş bir müderristi de. Ana dili olan Türkçe’den başkaca, Arapça, Acemce, Rumca ve Latince de bilirdi; musikiye, aşina idi, rebap çaldığı rivayet edilir.

Mevlana, kendisinden öncekilerin felsefelerini, mez­heplerini ve tarikatlarını tetkik ve tahlil etmiş bulunmak­la beraber doğrudan doğruya hiç birinin taraftarı değildi.

Sufi geleneği öğretisine göre İslamiyet, insanların gerek yaratıcılarıyla gerekse diğer insanlara ve tabiatla olan dünyevi ilişkilerini düzenleyen ilahi ilkeler bütününe sahip olduğunu belirten son şeriattır. Dini/ilahi ilkelerin pratiğe aktarımıyla teşekkül eden bu şeriat, sosyo-ekonomik adalete ve insanlık hakları eşitliğine dayalı ahlaklı bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Bunu sağlayan pratik ilahi ilkelerin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kadar bütün peygamberlere, Tevhid-Nübüvvet ve Mead şeklinde özetleyebileceğimiz aynı teorik boyutla farklı zaman ve mekânlarda farklı toplumlara gönderildiği de bilinen bir husustur.

Aynı teorik boyutun en son ve kapsayıcı pratiğe aktarımı olması hasebiyle Peygamberi şeriat, doğası gereği özelde Müslümanların; genelde bütün insanların sorunlarına çözüm üretebilecek ilkelere sahiptir. Nitekim bu pratiğin tebliğcisi olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün insanlığa gönderilmiş son peygamberdir; görevi ise bütün insanları uyarmak ve müjdelemektir. Sufilerin görevi de budur.

 Bu ifadelerden çıkan tabii sonuç, Kur’an’ın gönderildiği andan itibaren bu ilkelerin kıyamete kadar yeni sorunlar ve durumlar karşısında yeni yorumlamalara açık olmasının gerektiğidir. İşte bu yazının hedefini kısa bir sürede Arabistan bölgesinden üç kıtaya yayılan İslamiyet’in ilahi ilkelerinin ‘‘modern’’ durumlar karşısında ürettiği çözümleri ve ilkeleri yeniden yorumlama çabaları üzerinde düşünmek oluşturmaktır.

 

 

ŞİİRİN VE MUSİKİNİN DİRİLTİCİ GÜCÜ

HİKMET VE SIRLARI

Aslında müzikle ilgisi yok zannedilen şiir meselesini burada bahis konusu etmemizin sebebi, genellikle güftelerin ve müziğe konu olan sözlerin şiir oluşundandır.

Bu devrede Araplar sadece şiiri kendi tabii sesleriyle, müzik makamı olmaksızın okumuşlar ve ondan zevk almışlardır. Müziğe doğru atılan ilk adım bu olmuştur. Bilindiği gibi şiir müziğin anasıdır.

Mevlan’nın da müşahede ettiği gibi musiki ile temizlenmeyen bir ruh irtifa kazanmaz, havalanıp fezada kanat çırparak uçamaz. Bilakis yerdeki her nevi bayağı ihtiraslara bulaşır, kirlenerek kararır ve küntleşir. Gerçek musiki insana behimi hisleri duyurmak şöyle dursun, ‘Sonsuz Varlık’ı sezdirir, hissettirir. İşte Mevlevi dergâhlarında da icra olunan böyle bir musiki, insan ruhuna hürriyet vaat ederken, hislerdeki bu sublimasyon neticesinde onu Yüce Varlık’a ulaştırır.

Şair, ‘ithaf’ isimli şiirde “Abdülhak Hamid’den sonra ledünni şiirin menbaları kurudu.” der. Bu söz, aynı zamanda bir hayıflanmayı da hissettirir okuyucuya hatta bir ten­kidi. Çünkü bu hayıflanma tasavvufi düşüncenin ortadan çekilmesiyle ilgilidir. Tenkid de muhtemelen tasavvufi ku­rumların kapanması/kapatılmasıyla ilgilidir. Çünkü şiirin devamında tasav­vufsuz bir hayatın nasıl çoraklaştığı, karardığı üzerinde durulur. Artık semadan nur inmemesinden, destur diye­cek pirlerin ve erlerin ortada olmayı­şından söz edilir. Konuyla ilgili vurucu dörtlük ise

Aba var, post var, meydanda er yok;

Horasan erlerinden bir haber yok

Uzun yollarda durdum hiç eser yok

Diyar-ı Rum’a gelmiş evliyadan

Şair, bu kanaatinde elbette haklıdır. Üstelik kuruyan sadece ‘ledünni şiirin menbaları’ değil bütün bir hayatımızdır. Tanzimat’la yönümüz Batı’ya çevrilince, bu yanlış tercih bir yandan kadim devletimizin yıkılmasına yol açarken bir yandan da bu yıkılışla birlikte bu medeniyeti kuran, yaşatan, ayakta tutan her türlü değerler man­zumesi de -buna tasavvuf da dâhil ortadan çekilmiştir. Bu durumda kar­şılaştığımız manzara ise tam anlamıyla bir ‘boşluk’tur. Ve bu boşluk, hiçbir felsefi düşünce yahut akım tarafından elbette ki doldurulamamıştır. Ortaya çıkan sonuç ise, insanın yeniden gaflet perdesine bürünmesi, benlik elbisesini giyinmesi, Yaratan’ından uzaklaşması ve O’nu ve kendini unutmasıdır. Böyle bir durumun insanlık için doğuracağı menfi sonuçlar ise hepimizin, bütün insanlığın yaşadığı / yaşamakta olduğu ve bu hatadan dönmezse yaşayacağı olumsuzluklardır.

Gönül erlerinin ortadan çekilmesiyle ortaya çıkan bu manzara karşısında şairin bu şiirinde söylediklerini bir feryat olarak da görebiliriz. Hatta aynı zamanda o muhteşem çağlara bir hasret. Çünkü o Anadolu ki, Horasan erenlerinin bu toprakları kutlu bir yurt yapmalarından asırlar sonra böyle bir kaderi ve kederi de yaşamak zorunda kalmıştır.   Ama bir toprak ana ise, onun hamuruna nice bin evliyanın nefesi katılmışsa elbette gün gelecek hayat-ı asliyesinin bu canlı damarına elbet kavuşacaktır. Çünkü varlığını, canlılığını asırlarca bu düşünceyle devam ettirmiş, bağrında binlerce güzellik bu düşünceyle oluşmuştur.

Gün gelecek, Horasan eren­leri çekildikleri, çekilmek durumunda kaldıkları bu topraklarda yeniden İsa ne­fesi üfleyecek, ya yeni erler yetişecek ya da öncekiler yeniden konuşacaklardır.

Nitekim öyle de olmuştur. O meşum yıllarda hayattan kovulan bu anlayış, şiirde olduğu gibi kimi zaman bir şairin mısraları arasına gizlenmiş, kimi zaman ebruda, minyatürde kendini muhafaza altına aldırmıştır. Düşünce hayattan çekilmek zorunda bırakılsa bile sanat eserlerinde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Ya da asıl mukimi olduğu gö­nüllerde, aşk-ı ilahi’nin tecelligah’ı bu kutlu yerde toprağın altına gizlenmiş bir tohum gibi uygun mevsimin gelmesini beklemiştir. Nitekim “sohbet halkaları” yeniden kurulmuş ve tasavvuf modern çağın önüne yeniden bir diriltici ışık olarak gelmiştir.

Bu ışığın çağlar boyunca en parlağı şüphesiz ki Mevlana olmuştur. Dolayı­sıyla biz şimdi bugünü bırakarak geçmişe dönelim ve Horasan ellerinden gelen bu yolcunun öyküsünü hatırlayalım bir kez daha... Çünkü onu hatırlamak, an­lamak, onu ve düşüncesini yeniden hayata katmak manasına gelecektir. Bu, mevcut izmihlalle semamızı kara bulutların kapladığı vehminin nasıl yanıltıcı bir zan olduğunu da anlamak demek olacaktır aynı zamanda. Çünkü Mevlana’nın yaktığı kutlu ışık hiç sönmedi. Sadece insanlık uzak kaldı ona... Üstelik bugün Mevlana ateşi nice yürekleri tutuşturacak; Mevlana rüzgârı sadece, neşet ettiği Anadolu toprakların değil bütün arzı diriltecek bir nefes hükmündedir.

Mevlana, sekiz yüz yıl evvel dünyayı büyük bir kargaşalıktan kurtarmıştır. Günümüzde Avrupa’yı kurtaracak tek şey de onun eserleridir” fikirleridir. Prof. Dr. ArturJ, Arberry’nin bu sözleri şahsi bir kanaatin eseri değil bütün bir insanlığın ortak sesidir. Bunun farkında olsak da olmasak da böyledir bu. Zira sekiz yüz yıl öncesinin şartlarını hatır­layacak olursak bunun böyle olduğu bu nefesin diriltici soluklarının bugüne de bir Rahman şifası ulaştıracağı/ulaştırdığı muhakkaktır.

Öylesine manevi coşkuyla dolu olan gönül sahibinin dili de elbette en uygun vasıta olarak şiiri seçecekti. Ama şiir, onda tabi bir söyleyiş şekli ve bir ‘eğitim aracı’ idi. Nitekim kendisi de bu durumu anlatırken “Ben şiir söylemiyorum. Benim konuşmam böyledir demekteydi. Yani onun için şiir, günlük konuşma diliydi. Mesnevi böyle yazıldı, Divan-ı Kebir, Fih-i Ma Fih, Mektubat, Mecalis-i Seb’ a böyle oluştu.

Mevlana, şiirle girmeyi başardı insan gönlüne. Gönüllerdeki kıvılcımı yanar­dağlara çevirdi. Ardından o gönülleri musiki ile kanatlandırdı. Çünkü ona göre musiki ‘Elest bezminin avazesi’ydi. Mevlana bu durumu şöyle açıklar: “ALLAH, ruhlar âlemini yaratırken “Ben Sizin Rabbiniz değil miyim?”[64] diye sordu. Yara­tıcı’nın sesindeki güzellik ruhları öylesine etkiledi ki, bu güzel ses karşısında bir an cevap veremediler. Daha sonra ise ancak “Evet...” diyebildiler. Ruhlar, bu tasdikten sonra bedenlerine bürünüp dünyaya geldiklerinde o ilk duydukları sesteki letafeti aramaya başladılar

  Elest bezminin avazesi’yle hedeflenen, çirkinlikten güzelliğe, çokluktan tekliğe, yalandan hakikate ulaşmaktı. Böyle bir manevi oluşum için önce ruhi kirlerden arınarak gerekiyordu. Mevlana sözün ve nağmelerin bu anlamdaki tesir gücünü biliyordu. Mesela ney, ayrılığın yanık sesiydi. Bu sesi duymadan bu acıyı anla­mak ve kavuşmayı özlemek mümkün değildi. Böylece ney, ötelerin, az önce belirttiğimiz gibi geldiğimiz âlemin seslerini, o âlemin konuşmalarını hatırlatıyordu.

Nitekim öyle oldu. Neyin nağmeleriyle bu dünyanın örtüsünü üzerimizden atıp, kulaklarını hakikate açmanın sırrını öğrendi insanlık. Neyle sıcak nefes üf­lendi gönüllerine. Çünkü onun nağmeleri Mevlana’ya göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Hz. Ali’ye söylediği sırrın şerhiydi. Bu sır ise her şey demekti. Varlığın, yokluğun kudretin, acziyetin anlaşılabilmesi bu sırrın bilinmesiyle mümkündü. Sadece ney değil rebap da tanbur da ay­nı şey içindi. Rebap, da tıpkı ney gibi ALLAH’tan ayrılıp şu fani dünyaya ge­lişimizin feryadını dile getirmekteydi.

Rebab sesi dinlemekten maksat, yana yakılarak, hasret çekenler gibi ALLAH hitabını hayal etmekti. Ve gönüller gıdasıydı, apaçık bir çağırıştı hakikatin sahibine. Kalp düğümlerini çözendi, kilitlenmiş kalp şehrinin kapılarını açandı. Zincirleri kırandı. Beden kay­dından kurtulup, aşk ülkesine yol almak isteyenlerin yol kılavuzuydu. Kapkaranlık bir geceyi onun sesi aydınlatıyordu. Onun sesi o ülkedendi, O’ndandı. O’nun yayıyla okuyla vurulmanın biricik silahıydı rebap...

Ağıt sesine, inleyişlere alışmak du­rumunda kalan gönülleri bir düğün evine taşıyacak olan de def sesiydi. Çünkü bir olanla birlik içinde olmanın hali bir düğün havası içinde olmaktı. Oydu her kederi bir şarab-ı ilahi tadıyla sevince dönüştüren. Gamları gideren... Öyle bir sesti ki derin sesi Hz. Mevlana onun sırrını ifade için şöyle demekteydi: “Kardeş, mezarına Def’siz gelme... Çünkü ALLAH meclisinde gamla oturmak yaraşmaz Böylece Mevlana çağının bin manevi tabibi olarak sesle, sözle iyileştirdi insanların gönül yalarını... Çünkü âşıklara gıda olan güzel ses ve söz, onunla yüce manaların, derin sırların taşıyıcısı oldu. Böylece kalpler huzura kavuştular, ALLAH’la beraber olmanın zevkini tattılar.



[1] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72

[2] Buhari, Kitabü fazailü’l-Kur’an bi’hüsni’s savtı bi’l-kıraat.

[3] Araf Suresi; Ayet 172

[4] Serrac, 349; Kuşeyri, 647

[5] Serrac,349

[6] Serrac, 350; Kuşeyri, 648

[7] Kuşeyri, 657

[8] Kuşeyri,645

[9] Serrac,351

[10] Kuşeyri, 645

[11] Ebu Talib Mekki, I, 123

[12] Serrac, 340; Kuşeyri, 644

[13] S. 70-71

[14] Al-i İmran, 3/54

[15] İhya, II, 285-89

[16] Kuşeyri, 644, Serrac, 339

[17] Serrac, S. 340; Kuşeyri, 645

[18] Kelabazi, 161

[19] Serrac, 340

[20] Kuşeyri, 649

[21] Kuşeyri, 649

[22] Kuşeyri, 647

[23] Serrac,339

[24] Serrac, 339

[25] Enfal Suresi; Ayet 2

[26] Zümer Suresi, Ayet 22

[27] Hac, Suresi; Ayet 35

[28] Ra’d Suresi, Ayet 28

[29] Nesai, İftitah, 77; Ahmet b. Hanbel, Müsned, VI, 92, 119

[30] Daha başka örnekler için bkz. Serrac, 352-55; Kuşeyrl, 649 - 52

[31] Cami, trc. S. 226

[32] Mekki, 1,100; Gazali, II, 278

[33] Mekki, 1,100; Gazali, II, 287

[34] Gazali, II, 287

[35] Mekki, I,100

[36] Kuşeyri, 649

[37] Serrac, 356-57, 363; Kuşeyri, 649, 6 Gazali, II, 293,295-98

[38] Uludağ S. 63-118

[39] Acluni, Keşfu’l-Hafa:1/535

[40] Ebu Davud:Edeb 78

[41] Alak suresi; Ayet 1

[42] Hicr Suresi; Ayet 29 – Sad Suresi; Ayet 72

[43] Alak suresi; Ayet 1

[44] Nur Suresi; Ayet 35

[45] Ömer Nasuhi Bilmen, 500 Hadis, 379

[46] Necm Suresi; Ayet 3,4

[47] Hacc Suresi; Ayet 27

[48] Sad Suresi; Ayet 27

[49] İsra Suresi; Ayet 70

[50] Araf Suresi Ayet:143

[51] Cemâlnur Sargut; Kenan Rifâî ile AŞKA YOLCULUK; Timaş, 163-172

[52] Bakara, 2/34

[53] Ali İmran Suresi ayet 35

[54] Fihimafih, s. 338

[55] İnşaü’d-devair, müride tavsiye bölümü.

[56] bkz. Mesnevi, 6, 38, 36, 50; 5, 5402, 3401, 4580, 4581; 1, 2502

[57] bkz. Mesnevi, 1/3331, 3/1966, 3287

[58] bkz. Mesnevi, 6/2900

[59] bkz. Mesnevi, 4, 2943; I, ]813

[60] Mesnevi,  5, 213

[61] bkz. Mesnevi, 6, 2255; 5, 3597, 3598

[62] Vakıa Suresi: Ayet77,78

[63] Asr Suresi,Ayet  1,2,3.

[64] Araf Suresi; Ayet 172


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar