Print Friendly and PDF

EBÛ SAÎD-İ EBU’L-HAYR-EBU’L HASAN İ HARAKÂNÎ GÖRÜŞMESİ

Bunlarada Bakarsınız

 


Haşan Çiftçi"

 

Ebu’l-Hasan-i Harakânî: Ebu’l-Hasan-i Harakânî (Ali bin Ahmed bin Ca‘fer bin Süleyman ö. 425/1033) hicri IV. (X.) asrın ikinci yansı ile V. (XI.) asrın ilk çeyreğinde yaşamış İranlı ünlü sûfîlerden sayılır. Kendisinden uzun süre önce yaşamış olan en meşhur sûfîlerden Bâyezîd-i Bistâmî’den mânevi terbiye aldığı iddia edilen Harakânî, aynı zamanda onun öğretilerini benimseyerek yayan ve mürşidi Bâyezîd gibi şathiye ve sekr ehli olmakla ön plana çıkan bir sûfi olarak bilinir. Kaynaklarda onun, kendisi gibi ümmî olmakla birlikte tasavvufî meselelerde derin bilgiye sahip çağdaşı Ebu’l- Abbâs Kassâb-i Âmulî’den de istifade ettiği belirtilir. Harakânî, tasavvuf ta­rihinde ve özellikle müridi Hace Abdullah-i Ensâri-yi Herevî (348-417/959- 1026), Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr (357-440/967-1049), Feriduddîn-i Attâr (ö. 618/1221) ve Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) gibi çağdaşı ve son­raki en meşhur sûfîler tarafından büyük saygı görmekle birlikte, hiçbir za­man hakkettiği şekilde tanınıp incelenmemiştir*.

Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr: Harakânî’nin çağdaşlarından biri de kendi­sinden daha genç olan Ebû Saîd Fazlullah b. Ebu’l-Hayr (Muhammed b. Ahmed Meyhenî 357-440/967-1049) adlı sûfî idi. İran tasavvufunun temel taşlarından sayılan bu zat, zamanın ünlü âlimlerinden fikıh, tefsir ve dönemin diğer zâhirî ilimlerini okudu. Fakat Ebu’l-Fazl Muhammed b. Haşan Sarahsî’nin (?) vasıtasıyla tasavvufa yöneldikten sonra zâhirî ilimlerle ilişkisini kestiği belirtilir. Şeyhi Sarahsî’nin (ö. VI. asrın sonları) vefatından sonra bir süre ünlü sûfî yazar Sulemî’den (ö. 412/1021) terbiye alarak onun elinden hırka giydi. Daha sonra bir sene de Harakânî’nin şeyhi Ebu’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî’nin tekkesinde kalarak ondan da tasavvufî terbiye alıp hırka giydi. Memleketi Meyhene’ye dönerek kendini hararetle züht ve riyazete verdi. Kendi ünlü tekkesinde mürit ve dervişlerin irşat ve hizmetiyle uğraştı. Bir süre de Nîşâbûr’da irşatta bulundu. Bu şahıs, Horasan’da vahdet-i vücûd düşüncesini yayan, aşağıda da ayrıntılı olarak görüleceği gibi, meclislerinde semâ’a aşırı yer veren, hac ziyaretine karşı çıkan ve bu nedenlerle zâhir ulemâsının tepkilerini üzerine çeken, tekke yaşamını sistemleştiren ve güya tasavvufu şiire sokan ilk sûfi şahsiyet olarak bilinir2. Aşağıda ayrıntıları verileceği gibi menkıbelere göre söz konusu nitelikleri hâiz Ebû Saîd, Harakan’a kadar giderek Ebu’l-Hasan’ı ziyaret etmiş, elini öpmüş ve Ebu’l-Hasan-kendisine tasavvufî sırlarını açmıştır.

İki Ünlü Sûfînin İlişkisi: Ebû Saîd’in Ebu’l-Hasan’la ilişkisi ve gö­rüşmesi birçok kaynakta yer almış, özellikle tasavvufî eserlerde ayrıntılarıyla anlatılmış, hatta mübalağa ve eklemelerden de uzak kalmamıştır. Bu iki za­tın ilk görüşmeleri, belli olmayan bir tarihte şeyhleri Ebu’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî’nin huzurunda Âmul’da gerçekleşmişti. Âmul’daki karşılaşmaların­dan önce Ebû Saîd’in Harakânî’yi tanımadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Harakanî ile arkadaşı Ebû Abdullah-i Dâstânî (348-417/959-1026) Âmul’a giderek tartıştıkları bir meseleyi kendisine sordukları Şeyh Kassâb’ın huzu­rundan ayrıldıklarında Ebû Saîd, şeyhi Kassâb’a “bu ikisi kimdi?” diye sorunca, Kassâb, “biri Ebu’l-Hasan-i Harakânî ve diğeri de Ebû Abdullah-i Dâstânî idi, diye cevap vermişti3.

Yukarıdaki görüşmeden sonra bu iki ünlü sûfî ikinci kez Harakân’da görüşürler. Burada üzerinde durulacak olanı bu ikinci görüşmedir. Daha açık bir ifâdeyle Ebû Saîd çıktığı hac yolculuğunu akim bırakarak Harakân’da Ebu’l-Hasan’ı ve o civarlarda bulunan bazı velîlerin kabirlerini ziyaret etmekle yetinip memleketi Nîşâbûr’a geri dönmüştü. Ebû Saîd’in bu ziyaret esnasında onun elini üç kez öpmek suretiyle Ebu’l-Hasan’ın tasav­vuftaki makamının üstünlüğünü gösterdiği4 bu ikinci görüşmeleri çok önemlidir. Zira bu iki ünlü sûfinin ikinci görüşmeleri esnasında cereyan eden duygusal ve dramatik sahneler, konuşmalar ve birbirlerine karşı sergiledikleri tevazu ve samimî tavırlar, hem etkileyici hem de her iki sûfinin tasavvufi fikirleri hatta hâl ehlinin iç dünyalarında taşıdıkları sırlar ve yaşam biçimlerinden kesitler vermesi bakımından oldukça dikkate değer. Farklı biçimlerde birkaç kaynakta yer alan söz konusu görüşme sahneleri, ne yazık ki mübalağa ve eklemelerden de hali kalmamış ve ihtiva ettiği bazı çelişkilerle birlikte sûfiler dünyasında dilden dile aktarılarak günümüze ka­dar gelmiştir.

Görüşme yerinin, Şeyh Ebu’l-Hasan’ın memleketi Harakân’daki tekkesi olduğu bilinmekle birlikte, zamanı ve sebebi kesin olarak belli değildir. Ancak olayı anlatan kaynakların satır aralarındaki muhtelif hususlarda fikir yürütmek imkân dahilindedir. Ayrıca olayı anlatan Ebû Saîd’in müridi ve yakını Muhammed Münevver Esrâru’t-tevhîd'de, her fırsatta kendi şeyhi Ebû Saîd’i üstün göstermeye çalışırken, Ebu’l-Hasan’ın müridi yani Muntahâb-i Nûru’l-'ulûm'vn meçhul yazan da kendi şeyhi Ebu’l-Hasan’ı üstün göstermeye çalıştığı, böylece her iki yazann ekleme ve abartılarda bulunduğu göz ardı edilmemelidir5. Bu ziyaretle ilgili verilen bilgilerin tamamen gerçeğe uygun olduğunu düşünmek oldukça güçtür. Ama sûfîlerin maddî ve mânevî dünyalarıyla ilgili düşünceleri ve bakışlannı yansıtması bakımından da bir o kadar önemlidir.

Söz konusu ziyaretin iki safhadan oluştuğu hususunda yukanda adı ge­çen iki kaynak müttefik olmakla birlikte, bu iki safhanın arasındaki süre hususunda ve ayrıntılarda oldukça farklılık gösterirler. Bununla birlikte Esrâru't-tevhîd’ın anlatımı bazı hatalı bilgiler içermesine rağmen gerçeğe ve mantıkî düzene daha yakındır.

Esrâru ’t-tevhîcTin müellifi bu husustaki hikâyenin birçok rivayetle kendisine ulaştığını, ancak temelde hepsinin Hâce Haşan Mueddeb6 ile Hâce Ebu’l-Feth b. Ebû Tâhir’e7 dayandığını belirtikten sonra şöyle der:

“Bir gün Ebû Saîd müritleriyle Nişâbur’da tekkede semâ yapıyordu... Oğlu Hâce Ebû Tâhir (Ebû saîd’in oğlu) semâda vecde geldi ve şeyhin karşı­sında ‘lebbeyk’ diyerek hac için ihram giydi. Semâ bitince hacca gitmek için... şeyhten izin istedi. Şeyh cemaatiyle, “biz de size katılalım” dediler. Orada hazır bulunan büyükler ve şeyhler, ‘Şeyh (Ebû Saîd)’in buna ihtiyacı var mı?’ deyince şeyh, ‘bir şey beni o tarafa çekiyor’, diye cevap verdi. Şeyh, sûfi ve müritlerinden kalabalık bir cemaatle birlikte yola çıktt8.” İleride ayrıntılı olarak değinileceği gibi Ebû Saîd’in hacca gitmediği ve farz olan bu ibadete sıcak bakmadığı belirtilir.

Muntahab-i Nûru ’I- ‘ulûnfun yazarına göre ise görünüşte Ebû Saîd hac yolculuğuna çıkmışken Harakân yakınlarından geçtiği bir sırada Ebu’l-Hasan, ferasetini kullanarak onu tekkesine davet edince Ebû Saîd de davete icabet etmiştir. Nitekim iki safhadan oluşan bu ziyaretin ilk safhası Muntahab-i Nuru’l-'ulûm'te. şöyle yer almıştır:

“Ebû Saîd Ebu’l-Hayr... hac yolculuğuna çıktı, Harakân’a... yakla­şınca Şeyh Ebu’l-Hasan... ferasetini kullanarak oğlu Ahmed’i bir grup mü­ritle birlikte onu karşılamaya gönderdi... Ebû Saîd uzaktan (onu) görünce attan indi, yürüdü ve ağlıyordu. ‘Efendi (Şeyh Ebu’l-Hasan) o değildir,’ de­diklerinde, ‘Neticede onun yurdundan değil midir?’ diye cevap verdi...” (Burada yazar Ebu’l-Hasan’ın kerametlerini sayıp döker.)

“Yemek yedikten sonra Ebû Saîd, ‘müsaade varsa mukrî (İlâhî söyle­yen sûfi)’ler beyit (İlâhî) söylesinler’, dedi. Şeyh, ‘ey Ebâ Saîd, benim buna tahammülüm yoktur ve olmamıştır; fakat siz isterseniz iyi olur’, dedi... Biri Harakânî’nin diğeri Ebû Saîd’in olmak üzere iki müridi vardı... semâ ve zi­kir onları aşırı şekilde etkiledi; şah damarları şişip çatlayınca kan revan oldu; Ebû Saîd başını eğdi, kalktı, şeyhin elini öptü; şeyh elini üç defa sal­ladı; Ebû Saîd şeyhi tuttu, oturdular. Sonra Ebû Saîd dedi: ‘Aziz’in izzeti hakkı için, gök ve yer ona uyarak raksettiler.’... Ebu’l-Hasan, ‘Ya Ebâ Saîd, semâ ancak, ayağını yere vurunca yerin en dibine kadar ve yukarıdan arşa kadar her şeyi açıkça görebilen bir kimseye yaraşır.’ dedi.”

“Sonra Şeyh Ebû Saîd, ‘Sana bir şey danışacağım; mübarek (hac) yol­culuğa çıkıyorum, (bu) cemaati kendimle birlikte götürüyorum (ne dersin?)’, deyince, Ebu’l-Hasan, ‘Ya Ebû Saîd, hemen buradan geri dön’ diye cevap verdi. Ebû Saîd duydu (kabul etti!) fakat müritler duymadı. Ebû Saîd, şeyhe muvafakatle (müritlere) dedi: ‘Evet, sizin Dâmgân’da yemeniz gereken rız­kınız vardır9.’”

Bu kaynağa göre ilk safha bu şekilde sona erer.

Esrâru’t-tevhîd’de ise bu ilk safha özet olarak şöyle devam eder:

“Nişâbur’dan çıktıkları vakit şeyh dedi: ‘Eğer biz gitmesek, o azizler eziyete katlanmak zorunda kalmazlar.’”

“Cemaat birbirine, ‘bu sözle kimi kastediyor?’ demeye başladılar, bil­mediler... Harakân civarına vardıklarında... Şeyh Ebu’l-Hasan’a... haber verildi... buna sevindi.”

“Ebu’l-Hasan’ın... Ebu’l-Kâsım adında bir oğlu vardı.. Ebû Saîd’in Harakân’a varacağı gece, onun nikâhını kıysın diye, bir kız istemişti, Ebu’I- Kâsım’ın başını o gece kestiler... Ebu’l-Kâsım’ı yıkadılar...10

Ebû Saîd’i beklediler. Şeyh gecikti, kuşluk vaktinde (onun) bir dervişi Harakân’a va­rınca, Ebu’l-Hasan, ‘Ebû Saîd nerede kaldı?’ diye sordu. Derviş, “dün gece yolu kaybettiler, şayet akşama gelebilir’, dedi. Ebu’l-Hasan ona bağırdı ve dedi: ‘Sus! Çünkü onlar yolu kaybetmezler; bütün bereketlerden mahrum kalmış bir toprak (yer) vardı; onların gelişini fırsat bilerek, ‘Yüce Allah’ım, kendi dostlarından birinin ayağını üzerime sür de yarın (kıyamette), diğer yerlere karşı övüneyim.’ diye Allah’a yalvardı; onun isteğini yerine getirdi­ler ve o büyüğü... oraya gönderdiler... onun bulunmadığı bir zamanda da çocuğumuzun başını kestiler.’”

' “Derviş... geri gitti olanları Ebû Saîd’e anlatınca, ‘Allahu ekber dedi.”

“Şeyhler ve sûfîler, Nişâbur çıkışında şeyhin söylediği sözle, bu olayı kastettiğini anladılar.”

“Ebû Saîd Harakân’a vanaca tekkeye gitti... Ebu’l-Hasan ayağa kalktı, mescidin ortasına kadar gelerek onu karşıladı, orada elleriyle birbirlerinin boynuna sarıldılar. Ebu’l-Hasan... dedi: ‘Böylesi bir yaraya böyle bir mer­hem sürerler; böyle bir ayağa (gelişe), Ebu’l-Kâsım (Ahmed)’ın canı gibi, bir kurban yaraşır.’ Sonra Ebu’l-Hasan Ebû Saîd’in elini tuttu, ‘sen kendi yerine otur’, dedi. O oturmadı, her ikisi, odanın orta yerinde oturdular, her ikisi de ağlıyordu. Ebu’l-Hasan Ebû Saîd’e dedi: ‘Konuş, bana nasihatte bulun.’ Ebû Saîd, ‘O (Ebu’l-Hasan)’nun konuşması lâzımdır,’ dedi. Sonra, Ebû Saîd’le birlikte mukrîler vardı; onlara, Kur'ân okumalarını işaret etti. Kur’ân okudular, sûfîler çok ağladı, naralar attı, her iki şeyh de çok ağladı... Ebu’l-Hasan, ‘önümüzde edâ etmemiz gereken bir ferz vardır, sev­gili dostlar bizi bekliyorlar’ dedi.”

“Cenazeyi dışarı çıkararak namazını kılıp gömdüler...

Ebu’l-Hasan kendi cemaatine bir bir nasihat ederek, ‘dikkat edin, zira bu zât, memleketin maşûkudur, bütün kalplerden haberdardır; sakın utanç duruma düşmeyin’, dedi.”

“Ebû Saîd, bu ziyaretinde üç gün ve gece Ebu’l-Hasan’ın yanında kaldı, bu üç gün ve gece asla konuşmadı. Ebu’l-Hasan onu, konuşmaya kış­kırttıkça, ‘bizi buraya söz dinlemek için getirtmişler, onun konuşması lâ­zımdır’, derdi.

“Bunun üzerine Ebu’l-Hasan şöyle dedi: ‘Sen, Allah’tan istediğimiz, hacetimizsin; biz Yüce Allah’tan, ‘senin bu sırlarını kendisine anlatabi­leceğimiz, dostlarından bir dost gönder’, şeklinde bir hacette bulunmuştuk; sen bizim o (istediğimiz) hacetsin. Ben ihtiyar ve zayıf olduğum için sana gelemedim, oysaki senin kuvvetin ve imkânın yerindedir; seni bize getirdiler. Seni Mekke’ye bırakmazlar. Sen, seni Mekke’ye götürmelerinden daha üstünsün. Seni tavaf etmesi için, Kâbe’yi sana getirirler.’”

“Bu yolculukta Hâce Muzaffer’in annesi11 de onunla birlikteydi. O şöyle der: ‘(Ebu’l-Hasan) her gün gelir odaya çıkar selam verirdi. Derdi: “Ey fakire! Nasılsın? Dikkat et, uyanık ol ki sen Hak ile arkadaş (eş) olmuşsun. Burada beşeriyet kalmamıştır, burada nefis kalmamıştır; burada sadece Hak vardır Hak.’”

“Gün ortasında Ebû Saîd’in halveti esnasında, Ebu’l-Hasan odaya çı­kar, perdeyi açarak derdi: ‘İçeri girmeme izin var mı?’ Ebû Saîd, ‘İçeri gel’, derdi. Ebu’l-Hasan yemin ettirerek, ‘yastıktan başını kaldırmamaksın, dur­duğun yerde kal ki ben geleyim’, derdi. O içeri girer, onun karşısında iki diz üstü oturarak derdi: ‘Ey Şeyh! Öyle dertlerim vardır ki, peygamberler bile o dert yükünü taşımaktan âcizdirler; eğer o dertten bir nefes çıkarırsam, gök ve yer yok olur.’ Sonra başını şeyhin yastığına iyice yaklaştırarak gizlice konuşurdu; her ikisi ağlıyordu, ben ne söylediklerini bilmiyordum, duymuyordum. Daha sonra elini Ebû Saîd’in elbisesi içine sokar, onun göğsüne götürerek derdi: ‘Bir elimi Bakî nûra daldırdım.’...”

“Ebu’l-Hasan dedi: ‘Ey Şeyh! Biz, her gece Kabe’nin seni tavaf et­tiğini görüyoruz, senin Kabe’de ne işin vardır? Geri dön; çünkü seni bunun için getirttiler. Haccı yaptın. Ebu’l-Hasan’ın, hüzün çölünü aştın; onun niyazının lebbeyk (emrine hazırım)’ini duydun; onun tekkesinin Arafât’ına çıktın; onun nefisinin şeytanlarının taşlanmasını şahit oldun; Ebu’l- Hasan’ın (oğlu) Ebu’l-Kâsım’ı, kendi cemâline kurban olarak gördün, onun Yusufu üzerinde Kurban (bayramı) namazını kıldın; yanmışların feryadını ve hüznünü duydun. Geri dön, eğer böyle olmasaydı, Ebu’l-Hasan kalmazdı; sen âlemin maşûkusun.’”

“Ebû Saîd, ‘Bistâm tarafina gider, (Bâyezîd’in türbesini) ziyarette bu­lunur, geri döneriz’, dedi.”

“Ebu’l-Hasan, ‘haccı yaptın, umre de mi yapmak istiyorsun’, dedi.”

“Neticede, Ebû Saîd üç gün orada ikamet ettikten sonra Bistâm’a gitti.”12

Esrâru’t-tevhîcTde birinci sahne bu şekilde son bulur. Bu eserdeki ikinci sahneye geçmeden Muntahab-i Nûru’l-ulûm’daki ikinci sahnenin özetini verelim (Bu kısımda da mübalağalar hemen göze çarpar):

“Gidip Dâmğân’a vardılar, Irak yolu kapandı; kırk gün ve gece Dâmğân’da kaldılar. Bir gün Ebû Saîd hizmetçiye: ‘Hangi tarafa olursa ol­sun, binek bulursan kirala gideriz’, dedi. Bistâm tarafina binek buldular. Harakân’a yaklaşınca yolu kaybettiler; bir gün ve gece dolaşıp durdular. Ebû Saîd: ‘Bu ne haldir bilir misiniz?’ diye sordu. ‘Şeyh bilir’, dediler. “Harakânî, bize tövbe (istiğfar) buyurur’, dedi.”

“Şeyh (Ebu’l-Hasan)’in huzuruna vardıklarında dedi: ‘Ey Ebû Saîd, o yer Allah’a yalvarıyordu ki, kendi evliyânı bana ulaştır; duasını kabul et­mişler. Ey Ebû Saîd, neden Kâbe’nin sana geleceği gibi (bir mertebede) ol­muyorsun?’ diye sordu.”

“(Ebû Saîd) dedi: ‘Bu mertebe senin içindir.’ (Ebu’l-Hasan) ‘Gecenin ortasında Kâbe’yi görmek için bu gece bizimle birlikte mescitte otur’, dedi... Şeyh (Ebu’l-Hasan-i Harakânî) dedi: ‘Ey Ebû Saîd, bak!”’

“Ebû Saîd, ev (Kâbe’n)’in iki şeyhin başı üzerinde tavaf ettiğini gördü. Ebu’l-Hasan dedi: ‘Allah’a sığınırım!’ Ebû Saîd Kabe’nin halkasını tuttu ve hacet istedi13.”

Muntahab-i Nûru ’l-ulûnfdaki ikinci sahne kuru ve yaban bir anlatımla bu şekilde son bulur. ...neden Kâbe’nin sana geleceği gibi (bir mertebede) olmuyorsun? Kırk gün, yolu şaşırdılar ve benzeri şeyler mübalâğa eseri ol­malı. Kendini başkasından üstün tutmayı içeren ifadeler Harakânî’nin şah­siyetine yakışmadığı gibi, Esrâru’t-tevhîd'in müellifi, Ebû Saîd’in müritle­riyle tekrar Harakân’a dönüşlerine kadar ziyaretin iki safhası arasında geçen süreyi, her gün nerede kaldıklarını ayrıntılı bir şekle belirtir. Ona göre, Ebû Saîd ilkin Harakân’da üç gün kaldıktan sonra orayı terk ederek Bâyezîd-i Bistâmî’nin mezarını ziyaret eder, bir gün bir gece Bistâm’da kalır; oradan Dâmgân’a giderek orada da üç gün kalır, üç ya da dört gün daha çeşitli yer­lere uğradıktan sonra yedi veya sekizinci gün tekrar Harakân’a varır ve üç gün daha Ebu’l-Hasan’ın yanında kalır.

Şimdi ikinci sahneyi Esrâru’t-tevhîd’in müellifinden okuyalım:

“Ebû Saîd ve arkadaşları, Rey’den Horasan tarafına döndükten sonra... (Ebu’l-Hasan’a) yük olmamak için, Bistâm ve Harakân tarafına gitmeyi dü­şünmüyorlardı; bu köyde merkepleri kiraladılar... dört beş gün yolda kal­maları gerektiği ve şeyhe büyük bir kalabalık refakat ettiği için, yol azığını da temin ettiler. Ebu’l-Hasan ise onların... tekrar kendisine uğrayacaklarını düşünüyordu... üç derviş gönderdi... Onlar seherde... sahra tarafina hareket etmek niyetindeydiler; kapı çalındı., gelenler o üç derviş idi... Haşan Mueddeb onları oturttu... Ebû Saîd ona... ‘Bu gelenler kimlerdir?’ diye so­runca: ‘Harakân dervişleridir’, diye cevap verdi. ‘Ne diyorlar?’ dedi. ‘Sor­madım’, dedi... Şeyh onları çağırttı... Ebu’l-Hasan’ın selamını söylediler. Şeyhimiz onlara: ‘Şeyh Ebu’l-Hasan ne emretti?’ diye sordu. ‘Ebû Saîd, bu yüceliği ona lütfeden Allah’ın hatırı için bizi görmeden geçmesin’ dediğini söylediler. Şeyhimiz, ‘ferman onundur’, dedi. Sonra şeyhimiz Haşan Mueddeb’e: ‘...ikisini hemen o pirin yanma geri gönder de içi rahatlasın, bize arkadaşlık etmesi için biri de burada kalsın, eğer merkepçiler gelirse onlardan özür dile, çuvallarını geri ver’, dedi... Sûfîlerin bu durumdan ha­berleri yoktu; ertesi gün sahra yolundan gideceklerini sandılar. Oysaki şeyh Bistâm ve Harakân tarafina yöneldi... Şeyh Bistâm’a gitti, (Bâyezîd’in tür­besini) ziyarette bulunduktan sonra, Harakân’a Ebu’l-Hasan’a giderek üç gün daha orada ikamet etti.”

“Bir gün Ebu’l-Hasan, söz arasında Ebû Saîd’e sordu: ‘Sizin şehri­nizde düğün olur mu?”’

“Şeyh: ‘Evet olur; düğünde gelinden daha güzel birçok davetli olur; fe- kat onlar arasında taht, taç ve cilve sadece birinin olur’, dedi. Şeyh (Ebu’l- Hasan) bir nara attı ve şöyle dedi (mısra): ‘Padişah bütün hâlini kadehte gördü.’”

“Bir gün Ebu’l-Hasan, Ebû Saîd ile oturmuşlardı, bütün cemaat da ha­zır bulunuyordu. Ebu’l-Hasan cemaate yönelerek şöyle dedi: ‘Kıyamet günü, bütün uluları getirtirler, Allah’ın arşı altında her biri için, bir kürsü koyar­lar. Hak’tan konuşmaları için, insanlara Allah’tan nidâ gelir; Hak’tan Hakk’ı konuşmak üzere Ebû Saîd için de kürsü koyarlar, fakat o ortada ol­maz.’”

“Üç gün geçince dördüncü günde Ebû Saîd, izin istedi...”

“Şeyh Ebu’l-Hasan, çocukları ve cemaati... uğurlamak için dışarı çık­tılar; veda ânında Ebû Saîd’e dedi: ‘Senin yolun bast ile ferahlık üzeredir, bizim yolumuz kabz ile hüzün üzeredir; şimdi sen sevinçli ol ve neşeyle yaşa, biz de senin sıkıntını çekelim; çünkü ikimiz de O’nun işini yapıyo­ruz.’”

“Sonra Şeyh Ebû Saîd’in gidişinin eresi günü... Haşan Mueddeb’in seccadesinin bulunduğu yerde, serginin altında., altın buldular... Ebu’l-Hasan’a götürdüler... Tarttıklarında yirmi dinar çıktı. Şeyh, ‘Bakınız, ne kadar borcumuz vardır?’ diye sordu. Hesapladılar yirmi dinar borç çıktı. Ebu’l-Ha­san dedi: ‘Borcumuza karşılık ödeyin; çünkü bizim borcumuz, onun borcu­dur ve onun borcu, bizim borcumuzdur.’ Ebû Saîd, konakladıkları köyde Haşan (Mueddeb)’a, ‘Hamama gidelim’, dedi...”

“Haşan hamam parasını ayarlamaya çalışırken, Harakân’da kaybedilen o altın kesesinin mevcut olmadığını anladı. Canı sıkıldı. Şeyh onu (o halde) görünce... ‘Kaybolduğu yerde, bizim isteğimizle olmuştur’, dedi.”

“Ertesi gün... Şeyh Ebu’l-Hasan’ın emriyle o altını, ne yaptıklarının haberi geldi. Ebû Saîd, Ebu’l-Hasan’ın ne yapıp ne söylediğini öğrenince, ‘onun söylediği gibidir’, dedi...”

“Nişâbur’a vardıklarında sûfîlerden bir grup dedi ki: ‘Şeyh, Harakân’a varınca, onun (Allah’la olan) o vakti, konuşması ve bütün hâlleri kesintiye uğradı, hepsi tükendi.’ Bu sözleri şundan dolayı söylediler: Şeyh, Harakân’a varıp orada kaldığı sürece hiç konuşmadı; çünkü Şeyh Ebu’l-Hasan demişti ki: ‘Sen bizim hacetimizsin; biz Mübarek ve Yüce Allah’tan, ‘Senin bu sırlarını kendisine anlatmamız için, bize kendi dostlarından bir dost gönder’ şeklinde bir hacet istemiştik.’ Şeyhimizi bu görevle oraya götürdükleri için, o bir şey konuşmadı. Bu sözün kanıtı şudur ki, Ebu’l-Hasan orada ne kadar şeyhimizi konuşmak için kışkırtarak, ‘bir şey söyle, bize nasihatte bulun’, dediyse, şeyhimiz, ‘sizin konuşmanız gerekir, bizi dinlemek için getirmişlerdir’, diye cevap verdi. O grubun, bu nükteden haberi olmadığı halde bu şekilde konuştular; konuşulanları şeyhimize söylediklerinde, dedi ki: ‘O toprak bizi istetti, oraya vardığımızda o toprakta toprağa dönüşüp yok olunca, olgunlaştık.’ Büyükler kendileri anlatmazlar. Şeyhimiz, o eleştiriden dolayı bu cevabı verdi. Bunun hakikati üzerinde derin düşünülürse yapılan yorum anlaşılır. Şeyhimizin Harakân’a gidişi ve Nişâbur’a dönüşüyle ilgili bize ulaşan budur14.” .

Bu hikâye, bazı hususlarda alıntılan verilen iki kaynakla müttefik, bazı hususlarda da onlardan tamamen farklı olarak Attâr’ın Tezkirelu'l- evlıyâ’sında da yer almıştır. Attâr hac meselesine asla değinmemiştir. Fakat Ebû Saîd’in bast ehli, Ebu’l-Hasan’ın kabz ehli olması ve onların bu vasıfla­rını değiştirmek istemeleri meseleleri ile Ebu’l-Hasan’ın, Ebû Saîd’i ken­dine zamanın velîsi seçmesi, Ebu’l-Hasan’ın ilk defa semâ yapmış olması gibi bazı hususlara değinmesi özellikle dikkat çekicidir. Hikâyenin söz ko­nusu eserdeki özeti şöyledir:

“Naklederler ki, Ebû Saîd Ebu’l-Hasan’ın yanma varınca... ve yemek işi bittikten sonra Ebû Saîd, ‘ınüsaade varsa, bir şey söylesinler’, diye so­runca, şeyh de, ‘benim semâya tahammülüm yoktur, fakat sana uyarak din­lerim’, dedi.”

“Elle def çalarak bir beyit (İlâhî) söylediler. Şeyh (Harakânî) bütün ömrü boyunca ilk kez bu defo semâya oturmuştu... Semâ iki müridi öyle etkiledi ki, her ikisinin şakak damarı şişip çatladı, al (kan) aktı; Ebû Saîd başını eğdi, dedi: ‘Ey Şeyh, kalkıp birlikte semâ yapma zamanı geldi. Ebu’l- Hasan kalktı, kendi abâsmı üç defo salladı, yedi defe ayağını yere vurdu; tekkenin bütün duvarları ona uyarak cümbüşe geldi. Ebû Saîd, ‘sakin ol, bi­nalar yıkılıyor’, dedi...”

“Naklederler ki, Ebû Saîd şöyle dedi: ‘Şiblî ve arkadaşları Tuba’nın gölgesinde bir araya gelmişlerdi, ben vecde gelip tavafta bulunurken Şiblî’nin hırkasının köşesini gördüm.’ Sonra Ebu’l-Hasan, “ey Ebû Saîd, semâ, yukarıdan tâ arşa kadar, aşağıdan yerin en dibine kadar açıkça gören uygundur’, dedikten sonra arkadaşlara (müritlere) şöyle dedi: ‘Eğer size, neden raks (semâ) ediyorsunuz, diye sorarlarsa, deyin, biz, böyle yapan kim­selere uyuyoruz; bu, bu hususta en düşük payedir.’”

“Naklederler ki, Şeyh Ebû Saîd ile Şeyh Ebu’l-Hasan, o birinin bastı bu diğerine ve diğerinin kabzı, berikine geçmesini istediler. Birbirlerini ku­cakladılar, her iki nitelik nakletti. Ebû Saîd, o gece sabaha kadar başını di­zine koyarak mırıldanıp ağlıyordu. Ebu’l-Hasan da gece boyunca narâ ata­rak raks (semâ) ediyordu. Sabah olunca Ebu’l-Hasan geldi, dedi: ‘Ey şeyh, benim hüznümü (kabz) bana geri ver, çünkü ben o hüznümle daha mutlu­yum.’ Böylece o vasıflar geri yerlerine intikal etti. (Şeyh) sonra Ebû Saîd’e, ‘yarın kıyamette, hemen ortaya çıkma çünkü sen tamamen lütufsun, daya­namazsın; bu nedenle ilkin ben gidip kıyametin dehşetini yatıştırırım, ondan sonra sen çık gel’, dedi...”

“Ebu’l-Hasan onunla vedalaşmaya çıkınca dedi: ‘Ben seni kendime zamanın velîsi olarak seçtim; çünkü otuz yıldır, Allah’tan, içimdeki sözlerden birkaçını kendisine söyleyebileceğim bir kulu isteyip durdum; söyleyeceklerimi dinleyecek (hazmedecek) bir mahrem bulamadım, neticede seni bana gönderdiler.’”

“Ebû Saîd ister istemez orada fazla bir şey konuşmamıştı. Sonradan kendisine, ‘neden orada konuşmadın?’ diye sorduklarında, ‘bizi dinlemek için göndermişlerdi’, dedi ve ekledi, ‘bir denizden bir kişinin konuşması kâfidir.’ ve devamla, “ben pişmiş bir tuğla idim; Harakân’a varınca cevher olarak döndüm’, dedi...15     .

Bu ziyarette dikkat çeken bazı hususlar:

1. Hac Meselesi: Bu varyantların satır aralarına dikkat edilince, Ebû Saîd’in, Ebu’l- Hasan’ı ziyaret etmesinin sebepleri ve bu ziyaret esnasında gündeme gelen meseleler hususunda bazı neticeleri çıkarmanın mümkün olacağı görülür. Yukarıda da ifede edildiği gibi hac ziyaretine pek sıcak bakmayan Ebû Saîd müritleriyle semâya durduğu bir sırada vecde gelerek hac ziyaretine karar verdiği zaman, onun bu husustaki düşüncelerini önce­den bilen müritlerinin bu karara karşı şaşkınlıklarına, “bir şey beni o tarafa çekiyor,” şeklinde cevap vermişti.

Esrâru ’t-tevhîd’in nâşirinin de belirttiği gibi, Ebû Saîd, çağdaşı âlim ve sûfîler tarafından, hacca gitmemek veya hac ziyaretine karşı çıkmak ya­hut haccı önemsememek zaafıyla suçlanırdı. Hatta müritlerini hacca git­mekten alıkoyduğu gibi, onlara bu farz ibadet yerine, ilk şeyhi Ebu’l-Fazl Hasan-i Serahasî’nin (ö. VI. asrın sonları)16 mezarını birkaç kez tavaf etmelerini tavsiye ettiği belirtilir. İlk defe oğluyla çıktığı bu hac yolculuğunu Harakân’da Şeyh Ebu’l-Hasan’ı ve Bistâm’da da Bâyezîd-i Bistâmî ve ben­zerlerinin mezarlarını ziyaret etmek suretiyle sona erdirerek Nişâbur’a geri dönmüştü. Çağdaşı ve önceki bazı ünlü sûfîler defalarca uzun çöl yolunu yaya olarak kat etme zahmetine katlanarak hacca gittikleri halde, onun sek­sen üç yıllık ömründe asla hacca gitmediği söylenir.17 Esrâru’t-tevhid deki anekdotlara göre, bir gün Ebû Saîd cemaate vaaz verirken, “Allah bilir ki... Allah her kimin önüne hac yolunu koyarsa, o kimseyi Hak yolundan alı­koymuş olur”, deyince18 buna itiraz eden biri, “pîrler hacca gittiği halde sen gitmedin, sebep nedir?” diye sormuş, Ebû Saîd de şöyle demişti: “Bu ne de­mek, pîrler hacca gitti ve sen gitmedin; binlerce fersah yürüyerek bir taş bi­nayı (Kabe) ziyaret etmek için bunca yolu ayağıyla kat etmek büyük bir iş değildir; yiğit kişi, burada oturduğu halde, bir gün zarfında, Beytulmâmûr’un birkaç kez başının etrafını tavaf ettiği kimsedir; bakıp da görmelisin19.”Çağdaşı Yahya Mâverâunnehrî adlı sûfî de hac yolculuğundan dönüp Meyhene’de Ebû Saîd’i ziyaret ettiği esnada, Ebû Saîd ona, “(Kabe’den) getirdiğini cemaatle paylaşıp istifâde etmelerini sağlaman lâ­zımdır”, deyince bu derviş şeyhin sorusuna şöyle cevap vermişti: “Ey şeyh, gittik, orada bulunduk, gördük ve anladık ki dost (sevgili) orada değildi.” Şeyh bir nara atarak, “bir daha söyle”, demişti. O tekrarlayınca, şeyh tekrar nara atarak, “tekrar söyle”, demişti. Derviş bunu üç kez tekrarlamıştı. Bu­nun üzerine şeyh, cemaate yönelerek, “Bu adamın sıdkından daha üstünü yoktur; işte sadâkati ondan öğrenin” demişti20. Yukarıdaki alıntıda da işaret edildiği gibi, onun hac ziyaretiyle ilgili fikirlerini bilen müritlerinin, bu ka­rara karşı şaşkınlıklarını gizlememeleri bu sebebe dayanıyordu.

Yukarıda ayrıntıları verilen bu iki zatın görüşüp konuşmalarından Ebu’l-Hasan’ın da hac ziyareti hususunda onunla aynı görüşü paylaştığı anlaşılır. Ayrıca Ebu’l-Hasan’ın hac ziyaretinde bulunduğu hususunda kay­naklarda herhangi bir işaretle de karşılaşmış değiliz. Nitekim, Ebû Saîd ona, “sana bir şey danışacağım; mübarek (hac) yolculuğuna çıkıyorum...” diye sorduğunda, Ebu’l-Hasan’ın, “ya Ebû Saîd, hemen buradan geri dön... Seni Mekke’ye bırakmazlar. Sen, seni Mekke’ye götürmelerinden daha üstünsün. Seni tavaf etmesi için, Kâbe’yi sana getirirler... Ey Şeyh! Biz, her gece Kabe’nin senin etrafını tavaf ettiğini görüyoruz, senin Kâbe’de ne işin var­dır? Geri dön; çünkü seni bunun için getirttiler. Haccı yaptın. Ebu’l-Hasan’ın, hüzün çölünü aştın; onun niyazının lebbeyk (emrine hazırım)’ini duydun; onun tekkesinin Arafat’ına çıktın; onun nefisinin şeytanlarının taşlanmasını şahit oldun; Ebu’l-Hasan’ın (oğlu) Ebu’l-Kâsım’ı, kendi ce­mâline kurban olarak gördün ve onun Yusufu üzerinde Kurban (bayramı) namazını kıldın; yanmışların feryadını ve hüznünü duydun. Geri dön, eğer böyle olmasaydı, Ebu’l-Hasan kalmazdı; sen âlemin maşukusun,” şeklindeki söz konusu kanaatini teyit eden ifadeleri yukarıda geçti.

* 2. Semâ Meselesi: Özellikle Tezkiretu ’l-evliyâ ve diğerlerinden yuka­rıda yapılan alıntılara göre, Ebu’l-Hasan’ın semâ’a sıcak bakmadığı ve öm­ründe ilk defa bu ziyaret esnasında Ebû Saîd’in ısrarı üzerine semâ’a dur­makla birlikte semâ için özel şartlar ileri sürdüğü ve muhtemelen psikolojik olarak misafiri Ebû Saîd’in etkisinde kalarak, öteden beri bazı âlim ve sûfilerin semâ’a yaptıkları itirazlarına cevap vermeleri hususunda müritlere “eğer size, neden raks (semâ) ediyorsunuz, diye sorarlarsa, deyin, biz, böyle yapan kimselere uyuyoruz; bu, bu hususta en düşük payedir.” şeklinde tavsi­yelerde bulunduğu anlaşılmaktadır21. Ebu’l-Hasan semâ yaptıktan sonra şu şartı ileri sürmüştü:

“Ya Ebâ Saîd, semâ o kimseye uygun düşer ki ayağını yere vurunca, yerin en dibine kadar, yukarıdan da arşa kadar açıkça görmelidir.”

Ebu’l-Hasan, semâ ile ilgili buna benzer görüşlerini Munlahab-i Nûru’I-'ulüm'ün çeşitli yerlerinde ifade etmiştir. Bir yerde yukarıdaki görü­şünü teyit eden şu menkıbe geçer: “Semâ (raks) hakkında sordular: Dedi: ‘Semâ, yere ayağını vurunca, yerin en dibine kadar ve kolunu kaldırınca arşa kadar gören, erin işidir; bunun dışında olanı, Bâyezîd, Cüneyd ve Şiblî’nin şerefini düşürür!22

Böylece görünürde Harakânî, sadece bazı istisnaî durumlarda semâ’ı caiz görüp ilk sûfiler gibi bu hususta ihtiyatlı bir yol izlemiştir23.

3. Ziyaret Sebebi ve Ebu’l-Hasan’ın Ebû Saîd’e Söylediği Sır: Söz konusu ziyaret boyunca Ebu’l-Hasan Ebû Saîd’e, “konuş, bana nasihatte bulun”, diye ısrar ettikçe, Ebû Saîd, “onun konuşması lâzımdır,” diyerek devamla, “bizi buraya söz dinlemek için getirmişler, onun konuşması lâ­zımdır” şeklinde karşılık vermişti. Bunun üzerine Ebu’l-Hasan, “sen, Al­lah’tan istediğimiz, hacetimizsin; biz Yüce Allah’tan, ‘Senin bu sırlarını kendisine anlatabileceğimiz, kendi dostlarından bir dostu gönder’, şeklinde bir hacette bulunmuştuk; sen bizim o (istediğimiz) hacetsin. Ben ihtiyar ve güçsüz olduğum için sana gelemedim, oysaki senin kuvvetin ve imkânın yerindedir; seni bize getirdiler.” der dururdu. Ayrıca Ebû Saîd’in hanımına, “ey fakire, dikkat et, uyanık ol ki sen Hak ile arkadaş (eş) olmuşsun. Burada beşeriyet kalmamıştır, burada nefis kalmamıştır; burada sadece Hak vardır Hak”, diye tavsiyede bulunduktan sonra, odaya girip Ebû Saîd’in karşısında diz üstü oturarak, “Ey Şeyh! Öyle dertlerim vardır ki, peygamberler bile, o dert yükünü taşımaktan âcizdirler; eğer o dertten bir nefes çıkarsam, gök ve yer yok olurlar.” der, sonra başını Ebû Saîd’in yastığına iyice yaklaştırarak gizlice konuşurdu. Bütün bu diyaloglar ve râvinin; “Her ikisi ağlıyorlardı, ben ne söylediklerini bilmiyordum ve duymuyordum. Daha sonra elini Ebû Saîd’in elbisesi içine sokarak onun göğsüne götürdü ve dedi: ‘Bir elimi Bâkî nûra daldırdım...’ şeklindeki ifadeleri ve neticede Esrâm't-tevhîd’in müellifinin şu mezkur yorumu:

“Nişâbur’a vardıklarında sûfîlerden bir grup dedi ki: ‘Şeyh, Harakân’a varıp orada kaldığı sürece hiç konuşmadı; çünkü Şeyh Ebu’l-Hasan demişti ki: ‘Sen bizim hacetimizsin; biz Mübarek ve Yüce Allah’tan, ‘senin bu sırlarını kendisine anlatmamız için, bize kendi dostlarından bir dostu gönder’ şeklinde bir hacet istemiştik.’ (dolayısıyla) şeyhimizi bu görevle oraya götürdükleri için, o bir şey konuşmadı. Bu sözün kanıtı şudur ki, Şeyh Ebu’l-Hasan orada ne kadar Şeyhimizi konuşmak için kışkırtarak: ‘Bir şey söyle, bize nasihatte bulun’, dediyse, Şeyhimiz, ‘Sizin konuşmanız gerekir, bizi dinlemek için getirmişlerdir’, diye cevap verdi. O grubun, bu nükteden haberi olmadığı halde bu şekilde konuştular ve konuşulanı şeyhimize söylediklerinde, şeyhimiz dedi ki: ‘O toprak bizi istetti, oraya vardığımızda o toprakta toprağa dönüşüp yok olunca olgunlaştık’”;

Her iki şeyhin, henüz tam bir sisteme oturtulmamış vahdet-i vücûdu benimsedikleri ve bu noktadan hareketle Ebu’l-Hasan’ın Ebû Saîd’de sen Hak’sın dediği; hac ziyareti noktasında hemfikir göründükleri; Ebû Saîd ömrü boyunca semâ yaparak devrin diğer âlim ve şeyhlerinin tepkilerini üzerine çekerken, Ebu’l-Hasan’ın semâ ile ilgili ihtiyatlı fikirlere sâhip ol­duğu ve onun için şartlar ileri sürdüğü açıkça anlaşılmaktadır. Fakat acaba Ebu’l-Hasan, Ebû Saîd’e, “Sen, Allah’tan istediğimiz, hacetimizsin; biz Yüce Allah’tan, “Sen’in bu sırlarını kendisine anlatabileceğimiz, kendi dostlarından bir dostu gönder’, şeklinde bir hacette bulunmuştuk; sen bizim ıo (istediğimiz) hacetsin...” ve;

“Ey Şeyh! Öyle dertlerim vardır ki, peygamberler bile, o dert yükünü taşımaktan âcizdirler; eğer o dertten bir nefes çıkarırsam, gök ve yer yok olurlar.” dedikten sonra, başını onun yastığına iyice yaklaştırarak gizlice konuşması ve her ikisinin ağlaması durumundan anlaşılan ve Ebû Saîd’in farkında olduğu görev ve aralarındaki sır neydi?

Şeyh-i İşrâk olarak bilinen ünlü filozof ve ârif Şihâbuddîn Yahya Suhreverdî (ö. 587/1191)’nin bu sır hususundaki yorumunu vermekte fayda vardır. Sühreverdî, bu iki ünlü sûfi ile işrakıyye felsefesi arasında bağlantı kurarak aralarındaki sırrı kendine özgü bir biçimde vahdet-i vılcudla yo­rumlamıştır. Nitekim şöyle der:

“Duydum ki Şeyh Ebu’l-Hayr (r.a.)’a gayb âleminde emredildi ki: ‘Kalk Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî’ye git, ona teslim ettiğimiz emaneti al.’ Şeyh Ebû Saîd kalktı, Ebu’l-Hasan’a gitti. Ebu’l Haşan onu görünce dedi: ‘Ey Ebû Saîd, senin bende olan emanetin şudur: ‘Bil ki Sûfi balçıktan de­ğildir.’ Ebû Saîd bunu duyunca hizmette bulunarak geri gitti. Büyük çaba göstererek balçıktan olmayan o sûfiyi gördü. Bütün gün, “Sûfi de Allah’la birlikte mekansızdır.” der dururdu24.

Harakânî’nin “Sûfi gayr-i mahlûktur.” daha açık bir ifadeyle “sûfî ya­ratılmamıştır” şeklindeki sözü, tasavvuf çevrelerinde bir hayli yankı bulmuş ve Necmeddin-i Dâye olarak bilinen Necmeddin-i Râzî, Risâletu‘l-‘âşık ile’l-ma'şûk fi şerh-i keiimâti “es-Sûfi gayrtı mahlûk" min kelâmı eş-Şeyh Ebi'l-Hasan el-Harakânî adıyla bir risâle yazmıştır25. Harakânî’nin bu sözü başka sûfîler tarafından da yorumlanmıştır.

Örneğin Esrâru’t-tevhîd'ia yazarı Ebû Saîd’in şöyle dediğini nakleder: Şeyhimiz dedi: “(Emirelmüminin) Ebû Bekir Sıddık’a (Allah ondan razı olsun) dediler: ‘Sen kimi seversin?’ ‘Yüce Allah’ın yaratmamış olduğu bir kimseyi’, diye cevap verdi. Müritler: ‘ey şeyh, Yüce Allah’ın yaratmamış olduğu bir kimseyi ne yaparlar; çünkü onun hiçbir şeyden haberi olmaz?’ dediler. Şeyhimiz dedi: ‘Yaratılmamış kişi, sizin zannettiğiniz gibi, Allah’ın kendisini yaratmadığı kişi değildir; zira Allah bir kimseyi yaratır ve onda bütün bu (İnsanî) sıfatları oluşturarak kendisine yerleştirir; ondan sonra o sıfatları ondan çıkarır ve arınmışhk bakımından onu, sanki (eskiden) yarat­mamış ve bütün o sıfatlarla bulaştırmamış bir şekle çevirir.’ Şeyh devamla dedi: ‘Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî: Sûfî yaratılmamıştır, sözünü bundan dolayı söylemiştir26.”

Tezkiretu’l-evliyâ'nuı müellifi de Harakânî’nin şu benzer sözünü nak­lederek aşağıdaki şekilde yorumlamıştır: “Ve dedi: ‘Siz varlığınızı görmeyi­niz ki, tüm varlık siz olasınız.’ Allah der ki: ‘Bütün bu mahlûkatı ben ya­ratmışım, fakat sûfiyi yaratmamışım.’ Yani; varlığı yok (ma‘dûm) olan ya­ratılmaz. bir anlamı da, sûfî halk âleminden değil, emir âlemindendir27.”

Yukarıda alıntısı yapılan sözlerinin devamında Sühreverdî, Ebu’l-Hasan’ın manevî şeyhi Bâyezîd’in şu sözünün de aynı şeyi ifade ettiğini belir­tir: “İki dünyada da zâtımı aradım bulamadım... derimden sıyrılınca, kim olduğumu gördüm28.”

Sühreverdî’ye göre Ebu’l-Hasan-i Harakânî diğer bazı Iranlı ünlü sûfîler gibi, kaynağı çok eski dönemlere dayanan İran menşe’li hikmet-i husrevâni nin yani “işrakıyye ” düşüncesinin bir temsilcisidir29.

İşrakıyye terim olarak, “İslîm düşünce tarihinde bilginin kaynağı ola­rak akıl yürütmeyi (istidlâl) temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve sezgiye (keşf zevk, hads) dayanan düşünce sisteminin adı­dır.” İşrakıyyûn da bu düşüncenin izleyicileridir.” Bu düşüncenin en önemli temsilcisi sayılan Sühreverdî, Ebu’l-Hasan-i Harakânî Hallâc-i Mansûr (ö. 305/917), Sehl b. Abdullah et-Tusterî (Ö.283/896), Bâyezîd-i Bistâmî ve Harakânî’nin Şeyhî Ebu’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî gibi sûfîleri, eski İran menşeli hikmet-i husrevâni veya husrevânîler denilen eski İranlı rahip ki­ralar tarafından temsil edilen İlâhî hikmet'ın yani işrakıyye düşüncesinin İran kolunun temsilcileri olarak gösterir... Ona göre, yukarıda adı geçen sûfîler hariç, “İslâm filozofları olarak bilinenlerden hiçbiri hakikat bilgisine (huzûrî bilgi) ulaşmamış ve gerçek anlamda filozof de bu sûfîlerdir... Bu felsefi düşünceye göre kısaca “Allah en yüce ve hakiki nurdur, diğer bütün nurların de kaynağı O’dur. Ruhanî-cismanî bütün varlıklar aslında o nurun yansımalarıdır... böylece her şey nurdan sudur eder ve yine o nura döner...” Bu düşüncenin Mecûsî ve Manişeist inançlarla da hiçbir alâkası yoktur30.

Harakânî’nin bu “sûfi yaratılmamıştır” veya “gayri mahlûktur” sözünü açıklayan Râzî de özellikle Allah’ın nurunun, insanda tecelli etmesi husu­suna dikkat çekmiştir31.

Başka yerde de inceleneceği gibi Harakânî’nin nur kavramına dair başka ifadeleri de mevcuttur. Fakat onun bilinçli olarak eski İran düşünce­sinde mevcut nur kavramını kastettiği şüphelidir. Ancak Bâyezîd’in fikirle­rinin taşıyıcısı olduğu kesindir.

der:) ben ona dedim ki: “Ey şeyh, neden böyle susup durdun?’ Dedi: “Bir denizden bir konuşmacı yeterlidir.’’

6        Ebû Saîd’le birlikte Harakân’a giden ve yolculuklarda onun ve süflilerin ihtiyaçlarını tedarik eden zengin bir şahıs ve hizmetçi.

7        Ebû Saîd’in. âlim ve sûfi bir yakını. Bk. Esrâru't-tevhîd, 1 muk., s. 146, D, 695­696.

8        Esrâru ’t-tevhîd, I, 135.

9        Şeyh Ebu ’l-Hasan-i Harakânî, s. 136-138.

10        Muntahab-i Nuru’l-’ulûm’da bu ziyaret esnasında söz konusu öldürülme olayından söz edilmemiş. Başka yerde de ifade edildiği gibi, muhtemelen Harakânî’nin başka bir oğlu başka bir zamanda öldürülmüştür.

" Şeyh Ebû Saîd’in hânımı.

12Esrâru’t-tevhîd, L 135-138.

b Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakânî, s. 137-138.

n Esrâru’t-tevhîd, L 141-146.

15       Tezkiretu ’l-eviyâ, fl, 204-206.

16       Bu sûfi için bk. Esrâru ’t-tevhîd, I muk., s. 32, H, 672.

17       Esrâru't-tevhîd, L, muk., 100.

18Esrâru’t-tevhîd, I, muk., 100-101; krş., L 286.

19Esrâru’t-tevhîd, L muk., 100; krş., L, 265.

20        Esrâru ’t-tevhîd, I, muk., s. 101; krş., I, 265.

21        Bk. Tezkiretu ’l-eviyâ, H, 205.

22        Bk. Şeyh Ebu ’l-Hasan-i Harakânî, s. 112.

23        Tasavvuf u Edebiyât-i Tasavvuf s. 333 dipnot 43.

24        Şihâbuddîn Yahya Sühreverdî, Mecmu'a-i Musennefât: Bustânu’l-kulûb (nşr. Seyyid Huseyn Nasr- Hemy Corbin), Tahran 1977, III, 371

25        Necmeddin-i Râzî, Risâletu’l-'âşık ile’l-ma'şûk fi şerh-i keiimâti “es-Sûfigayru mahlûk" min kelâmi eş-Şeyh Ebu ’l-Hasan el-Harakânî adıyla bir risâle yazmıştır. Bk. Cârullâh Efendi kütüphanesi no: 2061, v. 47-50.

26        Bk. Esrâru ’t-tevhîd, L 256-257.

27        Tezkiretu ’l-evliyâ, II, 241.

28        Mecmu'a-i Musennefât: Bustânu’l-kulûb, IH, 371.

29         Bk. Mecmu'a-i Musennefât: Bustânu’l-kulûb, L 502-503; krş. Esrâru’t-tevhîd talikât, II, 650-651. Sözlükte “güneşin doğuşu sırasındaki ışınma, aydınlanma, parlama, tan ağarışı,” gibi anlamlara gelen tşrâk kelimesi, şark (meşrik/doği) kelimesinden türetilmiştir. Terim anlamı, “İslim düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi (istidlal) temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı mistik tecrübe ve sezgiye (keş£ zevk, hads) dayanan düşünce sisteminin adıdır.” Bu dü­şüncenin en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Şihâbuddîn es-Suhreverdî el- Maktûl’a göre “kadîm hikmet biri kanıtlamaya (istidlal) dayalı araştırma ve incelemeyi (el-hikmetu’l-bahsiyye) diğeri mistik tecrübe ve sezgiyi (el-hikmetu’z- zevkiyye) temel alan iki farklı metot kullanıyordu. Bunlardan ilkinin önderi Aristo, ikincisininki Eflâtun’dur. Fakat burada Eflâtun, nurla sembolize edilen kadîm Zerdüştî felsefenin bir devamı ve temsilcisi olarak sunulur. Ayrıca Câmasb, Ferşâvûşter ve Bucurcmihr gibi eski İran bilgeleri... ve eski dünyanın birçok bilge ve filozofları keşf ve aydınlanma yöntemini benimseyip kullanan birer İşrâki sayılır... Buna göre hakikate ulaşmanın birbirini tamamlayan iki yolu vardır. Bunların ilki nazar ve tefekküre dayanan “bahs”, diğeri de kulluk, çile çekme ve ahlâkî arınmada en yüksek düzeye ulaşmayı ifâde eden “teellüh”tür. Düşünmeye ve araştırmaya muhtaç olmadan keşf yoluyla hakikatin bilgisine ulaşma düzeyine yükselmiş olana “müteellih” denir. Sühreverdî, bahs ve tccllüh yöntemlerini kullanmaları bakımından hakikati arayanları üç kısma ayırır. 1. Teellflhü esas alıp bahse önem vermeyenler; 2. Tefekkür ve bahsi önemseyip teellühü ihmal edenler; 3. Her iki yolu takip edenler. İlkine müteellih, İkincisine hakîm, üçüncüsüne de müteellh hakîm veya İlâhî hakîm denir. Sühreverdî peygamberlerle sûfilerin çoğunu birinci grupta, Aristo ile onu izleyen Fârâbî ve İbn Sînâ’yı ikinci grupta gösterir,- kendisinin de dahil olduğu üçüncü grubun sayısının çok az olduğunu ileri sürer.” Dolayısıyla Sühreverdî EbuT-Hasan-i Harakânî Hallâc-i Mansûr, Ebû Sehl-i et- Tusterî, Bâyezîd-î Bistâmî ve Harakânî’nin Şeyhî Ebu’l-Abbâs Kassâb-i Âmulî gibi sûfileri, eski İran menşe’li hikmet-i husrevânî veya husrevânîler denilen eski İranlı rahip kiralar tarafından temsil edilen İlâhî hikmet’in yani işrafayye düşüncesinin İran kolunun temsilcileri olarak görülür... “Ona göre, yukarıda adı geçen sûfller hariç, İslâm filozofları olarak bilinenlerden hiçbiri hakikat bilgisine (huzûrî bilgi) ulaşmamış ve gerçek anlamda filozof de bu sûfilerdir. Aslında tasavvufun doğuşunda ve gelişmesinde Eflâtunculuk, hermetik gelenek ve eski İran hikmetinin etkili olduğu her zaman ileri sürülmüş ve bunun doğruluk payı da vardır. Bu felsefî düşünceye göre kısaca “Allah en yüce ve hakiki nurdur, diğer bütün nurların de kaynağı O’dur. Ruhanî- cismanî bütün varlıklar aslında o nurun yansımalarıdır... böylece her şey nurdan sudur eder ve yine o nura döner...” Bk. Kaya, Mahmut, "İşrakıyye". DİA, XXIII, 435 vd.; Kutluer, Ilhan, “Hikmetüi-işrâli,, DİA, XVIL 521­524; Sühreverdî, Mecmu‘a-i Mıısannefât, L 500-503; fi, 252-255; IH, 368-371; Macit Fahri, İslâm Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Giriş, (çev. Şahin Filiz), İnsan Yayınları İstanbul 200, s. 151 vd.; Şerifi M. M. İslâm Düşüncesi Tarihi (Türkçe baskının editörü, Mustafa Armağan), İnsan Yayınlan İstanbul 1990, fi 411-435.

M Bk. Kaya Mahmut, “İşrakıyye”, DİA, XXIII, 435 vd; Mecmu*a-i musannefât, fi 500-503; H, 252-255; m, 368-371; Yesrîbî, Seyyid Yahyâ, Felsefe-i ‘İrfan, Kum 1374 hş., s. 27-30; Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yayınlan İstanbul 1990, s. 120-122, 158; Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 200, s. 522,617. '

31 Bk Cârullâh Efendi kütüphanesi yazma no: 2061, v. 47-50.


1 Bk. Muhammed bin Münevver, Esrâru’t-tevhîd fi makâmâti’ş-Şeyh Ebî's-Sa’îd (nşr. Muhammed Rızâ Şefi‘i-yi Kedkeıû), Muessese-i İntişârât-i Âgâh, Tahran 1321 hş., I, 45, 135 vd; Attâr, Ferîduddîn, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr. R. Nicholson), Dunyâ-yi Kitâb Tahran 1370 hş., H, 201-203 vd.; Mînovî, Muctebâ, Şeyh Ebu'l-Hasan-i Harakânî: Muntahab-i Nûru ’l- 'ulûm, Kitâbhâne-i Tahûrî, Tahran 1372 hş., s. 5 vd.; Abdulkerîm Es-Sem‘ânî, el-Ensâb (nşr. D. S. Margoliouth, D. Litte), London

1912’den ofset baskı, Bağdat 1970, v. 195; el-Hamevî, Yâkût b. Abdullah, Mu'cemu'l-buldân, Beyrut 1986, ü, 360; İbnuT-Esîr, ‘İzzuddîn el-Cezerî, el-Lubâb fi tezhîbi’l-ensâb, Bağdat ts., I, 423; Mevlânâ Celâleddîn, Muhammed, Mesnevi-yi Ma'nevî, (nşr. Nicholson, Reynold A.), Tahran 1376 hş., s. 148, 634-640 vd; Gölpmarlı, Abdülbâki, Mesnevi ve Şerhi, M.E.B. İstanbul 1985, 1, 555 vd., IV, 261 vd.; Câmî, Abdurrahman, Nefehâtu’l-’uns nün hazarâti’l-kuds (nşr. Mehdi-yi Tevhidi Pûr), İntişârât-i Kitâbfurûşi-yi Mahmûdî, Tahran 1336 hş., s. 298 vd.; Zerrînkûb, Abdulhuseyn, Custucû der Tasavvuf-i îrân, Emir Kebîr, Tahran 1369 hş., s. 56 vd.; Uludağ, Süleyman, "Harakânî', DİA (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi), XVI, 93 vd.; Hakikat, Abdurrefî1 * 3 4 5, Târîh-i İrfân ve Arifân-i îrân, İntişârât-i Kumiş, Tahran, 1372 hş., s. 357-358 vd.; Berthels, Yogni Edvardovîç, Tasavvuf u Edebiyât-i Tasavvuf (Farsça’ya çev. Sîrûs-i Îzedî), Emîr-i Kebîr, Tahran 1376 hş., s. 311 vd.

3 Bk. el-Hucvîrî, Ebu’l-Hasan Ali b. Osman, Keşfu'l-mahcûb (nşr. Valentine A. Zhukovski, muk. Kâsım-i Ensârî), Kitâbhâne-i Tahûrî, Tahran 1358 hş./1979, s. 204; Esrâru ’t-tevhîd, I muk., 23-43, 70 vd.; Tefezzulî, A-Mehîn, F. Cevân, Ferheng- i Bozorgân-i İslâm u îrân, Meşhed 1372 hş., s. 420-421; Yazıcı, Tahsin, “Ebû Saîd Ebii'l-Hayr”, DİA, X, 220-222. Aslında Ebû Saîd’e nisbet. edilen şiirlerin ona ait olmadığım söyleyenler de vardır. Reşidi, Yâr Ahmed-i Tebrîzî, Rubâ'iyyât-ı Hayyâm Tarabhâne (nşr. Celâleddîn-i Humâyî), Kum 1372 hş. muk 47-48; Şeyh Ebu ’l-Hasan-i Harakânî, s. 137-138.

J Esrâru ’t-tevhîd, I, muk. 49-50. '

4 Bk. Şeyh Ebu'l-Hasan-i Harakânî, s. 136-138; Tedeyyin, ‘Atâullah, Cilvehâ-yi Tasavvuf ve 'İrfân der îrân ve Cihân, Tahran 1374 hş., s. 49 vd.

5 Ebû Saîd’in, Ebu’l-Hasan’ı ziyaretiyle ilgili olay, el-Hucvîrî’nin Keşfu’l-mahcûb’vı, Harakânî’nin bir müridi taralından kaleme alınmış olan Muntahab-i Nûru ’l- ‘ulûm, yine Ebû Saîd’in bir müridi ve akrabası Muhammer Münevver tarafından yazılan Esrâru’t-tevhîd ve Attâr’ın Tezkiretu’l-evliyâ’sı gibi birçok eski ve yeni kaynakta farklı olarak yer almıştır, (bk. Custucû der tasavvuf-i îrân, s. 59). Attar’ın anlatımı da abartıdan boş değildir. Hucvîrî ise olayı çok kısa olarak yazmıştır. Bu buluşma Keşfu’l-mahcûb (s. 204)’da şöyle anlatılmıştır: Şeyh Ebû Saîd’in hizmetçisi Haşan Mueddeb’den duydum ki, Şeyh (Ebû Saîd) o (EbuT-Hasan)’nun huzuruna varınca, hiç konuşmamıştı; dinleyici kesilmişti, sadece onun sözüne cevap verirdi. (Mueddeb

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar