İbadet(Kulluk)
İbadet, kulluk etmek,
itaat etmek, boyun eğmek anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. [1]
Tasavvufta ise, sâlikin seyr u sülûkünü tamamlamak için gösterdiği çabadır.[2]
Kaşani, ibadet,
ubûdiyyet ve ubudet gibi kavramlara şöyle bir açıklama getirir: İbadet, Allah’a
karşı boynu bükük olmaktır ki bu, avam için tezellülün son noktasıdır.
Ubûdiyyet; Sıdk ile yürüdükleri tarikatta, Allah’a bağlılıkları samimi olan
havas içindir. Ubudet, Fark ve Cem’in bir olduğu makamda, Ona Onunla ibadet
eden, kendilerini Onunla kaim gören havassu’l-havas içindir.[3]
[4]
İbadet, yarat ılışın
önemli gayesi ve tabiri caizse ana amacıdır. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ “Ben cinleri ve insanları, bana ibadet
etsinler diye yarattım.”60 buyurmaktadır.
Akşemseddin, kulluğu
ve ibadeti beş sınıfta ele almaktadır. Bu hususla ilgili Akşemseddin, şöyle
der;
“... Ve dahi bilgil
ki ibadetler beş türlüdür:
Birisi; ten
kulluğudur. Erkân-ı şeriatla bu şeriat Allah Teala buyurduğunu kabul edip,
nehyettiğinden bağlanmaktır.
İkincisi; nefis
kulluğudur. O nefis, kulluğu nefs edeplenmektir. Tarikat edepleriyle tarikatın
âdâbı, nefs hevasına muvafakat etmeyi terk edip muhalefet etmeye mülazemet
etmektir.
Üçüncüsü; Gönül
kulluğudur. Bu kulluk ir az etmekliktir. Dünyadan ve dünyanın içindekinden ve
dahi ikbal edip yönlenmektir ahirete ve dahi iyülüklerine.
Dördüncüsü; Sır
kulluğudur. Sır kulluğu sır hâli (boş) olmaktır, iki cihane müteallık olmaktan.
Allah’a ulaşmakla dahi Allah’ı sevmekle.
Beşincisi; Can
kulluğudur. Bu kulluk, varlık vermekle olur müşahedeye irmek içün. Her kim
Allah’a ibadet etmeye, bu beş ibadetle ona ervah görmek nice hasıl ola.”[5]
Akşemseddin’in eserinden
yaptığımız bu alıntıdan anlaşılmaktadır ki, kulluk beş sınıflı bir piramittir.
Buna bir nevi kulluğun beş derecesi de diyebiliriz.
Şimdi bu beş dereceyi sıralayarak açıklamaya
çalışacağız.
Ten Kulluğu
Nefis Kulluğu
Nefs, kulun yerilen
ahlâk ı ve amelleri anlamına gelmektedir.[6] Bir tasavvuf
ıst ılâhı olarak nefs, genel olarak kulun kötü huyları611 çirkin
vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan lâtîfe, cism-i latîf şeklinde
tarif edilmiştir.612
Akşemseddin’e göre,
bu kulluk derecesi, ten kulluğunun bir üst derecesi olup, Allah'ın emir ve
yasaklarını uygulamakla birlikte nefsini terbiye etmekle de uğraşan kişinin
kulluk derecesidir. Bir tarikata mensub olarak o tarikatın edep ve erkanına
uygun bir şekilde nefsini bir eğitime tabi tutmak, nefsinin isteklerine
muhalefet ederek ona direnç göstermek, bu kulluk derecesinde daha da ağırlıklı
olarak görülen bir durumdur.[7]
[8]
Nefsin rahata düşkün,
emr-i İlâhî’den yüz çeviren bir yapısı olduğu, ayrıca yasaklanmış olana karşı
zaafı bulunduğu hususu, açık bir gerçektir. Aslında bu, terbiye görmemiş nefsin
tabii fıtrat ı ve sıfat ıdır.
Sühreverdî, “Nefs,
kontrol altına alınıp itaate zorlandığında, emr-i İlâhîye yönelirse kalbe olan
düşmanlığı zail olur ve kalble nefis arasında tam bir anlaşma ve dengeli bir
yaklaşma meydana gelir.”[9] demektedir.
Ayrıca, “Nefis tamaha düşürülür ve kendisine ümit verilirse tamahkar, kanaate
zorlanırsa kanaatkar olur.”[10] demektedir.
Nefs bu durumda kendisiyle daim mücadele edilmesi
gereken bir özelliğe sahiptir.[11]
[12]
Zorluklara koşulursa daima daha güzele yönelebilecek kaliteli bir cevhere
sahipken, kendi başına serbest bırakılınca kötüye meyilli bir fıtrata sahiptir.
Gönül Kulluğu
Arapça bir kelime
olan kalb (gönül), bir şeyi bulunduğu halden bir başka hale çevirmek, bir
yönden diğer bir yöne çevirmek; bir taraftan öbür tarafa döndürmek gibi
anlamlara gelmektedir. Kalb kelimesi zaman zaman “fuâd”, “akıl”, “bir şeyin
özü, ortası ve hakikati” gibi anlamlarda kullanıldığına da işaret edilmiştir.617
İnsan kalbine de, sürekli yön değiştirip halden hale geçtiği için bu isim
verilmiştir.[13]
Akşemseddin’e göre bu
kulluk derecesi, dünyadan ve dünyanın içindekilerden vazgeçip, tamamiyle
ahirete yönelme derecesidir. Bu kulluk derecesinde kişi, dünyalıklardan yüz
çevirerek, yönünü yalnızca ahirete çevirir. [14]
Kalb, insanın maddî ve manevî yönünün birleştiği yer
olup, varlığın bütün hareketlerinin kendisinden kaynaklandığı merkezdir. Manevî
yönüyle bir sezgi organı olan kalb, Allah’ın baktığı yer durumundadır. “Allah,
şekillerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerinize bakar.”[15]
Bu yönüyle bu kulluk derecesinde olan kul, tüm dünyevî
kaygılardan kurtulmuş olmalı ve kalbini tamamiyle uhrevi kaygılarla doldurmuş
olmalıdır.
Sır Kulluğu
Kul ile Hakk Teâlâ arasında saklı ve gizli kalan
hallere sır denilir.[16] Sır, kalpte bulunan
Rabbanî bir latifedir. Ruh sevginin, kalp marifetin, sır da müşahedenin
mahallidir.[17] Tarikat sırrını,
tasavvuf sistemine yabancı kişilere söylemek sakıncalıdır. Zira bu
terminolojiyi bilmeyen bir kişi yanlış anlamlar çıkarabilir. Nitekim sûfiler,
“sırrımı düğmem bilse çıkarır atarım” veya “ne düşündüğümü şapkam bilse
başımdan çıkarır atarım.” demişlerdir. [18]
Akşemseddin’e göre; bu derecede kul, ne dünya, ne de
ahiret kaygısındadır. Bu derecedeki kulun tek gayesi, Allah rızası ve O’na
ulaşma arzusudur. O’nun dışındaki kaygılar boş olmuştur. Bu derecedeki kul,
Yunus misali ‘ne dünyayı, ne cenneti’ sadece O’nu (Allah’ı) dilemektedir. [19]
Can Kulluğu
Farsça; gönül, ruh gibi manalara gelir.[20] Kabul olunmak üzere
gelen yeni dervişlere Mevlevîler can derler.[21] Akşemseddin’in kulluk
mertebeleri içinde kullandığı, en üst derece olan can kulluğu mertebesindeki
‘can’ kavramı; yürekten, içten, gönülden yapılan kulluk manasında
kullanılmaktadır.
Akşemseddin’e göre;
bu derecede kul müşahede makamına ermek üzere tüm varlığından vazgeçer. Yine ona göre müşahede
makamı, daha önce gördüğümüz üzere[22] makamların
en üst seviyesidir. O makamdaki kul (kutb-ı âlem), Hakk Teâlâ’nın Zât’ına Resul
Hazretlerinin(salla'llâhü aleyhi ve sellem) Zât’ından bakar (Resul Hazretleri ona ayna
olur)[23]
ve kendinin altındaki tasarruf sahiplerine Hakk Teâlâ’nın emirlerini iletir. Bu
kulluk mertebesi, bu yönüyle kişinin kendi varlığından tamamiyle geçmesini
gerektirir. Bu makamdaki kulluk derecesi en üst derece, bir başka ifadeyle
kulluğun zirvesidir.
Akşemseddin,
Risaletü’n-Nuriyye’de kim kendisinde makamlar hâsıl olmasını isterse, onun
çeşitli ibadetlerin zahmetine gögüs germesi gerektiğini söyler;
“Her kim dilerse ki
ona makâmât hâsıl ola, vacibdir ki dürlü dürlü ibadetler zahmetine sabr eyleye.
Nitekim Hakk
Teâlâ ayıttı ki; ‘Müdavemet eyle yolunda ibadetler mücahedesine ’[24] ki
mücahede müşahede artırır. Ulaşmaz seyredici, gerçek muhibbi Hakk Teâlâ ululuğu
perdelerine. Müştak oluben Hakk Teâlâ’nın cemaline illâ şundan sonraki; geçe,
düşvar akabelerden pes vusûl hâsıl olmaz. illâ incinmekle. incinmesi çok olanın
vuslatı safası çok olur. Bundan ötürüdür ki, Peygamber ayıttı ki; ‘Hiç bir
Peygamber Benim incidildiğim kadar incidilmedi[25]
’.”[26]
Bu ifadelerin
ışığında diyebiliriz ki ibadetlerin zahmetlerine katlanmak ve sabır göstermek
makam sahibi olabilmek için şarttır. Bu yönüyle Akşemseddin’in beş başlıkta
kategorize ettiği her bir kulluk basamağı, ayrı ayrı zorluklar içermekte, ve
bunlara sabır da kula makam kazandırmaktadır. Yani Yunus’un dediği gibi
“Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gör
Yaratandan ötürü”[27]
[2]Asım
Efendi, Kamus Tercemesi, c.1, s. 1199; Cürcani, Tarifat, s.119. ;
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.237.
611Meselâ, Sülemî, Nefsin
kusurları ve bunların tedavisi ile ilgili “Uyûbu’n-Nefs ve Mudâvâtuhâ” adlı
eseri kâleme almış ve bu eserde nefsin altmış dokuz kusurunu sayarak tedâvi
yollarım göstermiştir. (Ter.: Süleyman Ateş) İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi,
Ankara 1977, ss. 233-38.
612Kuşeyrî, er-Risâle,
s. 86; Gazâlî, Meâricü’l-Kuds, s. 15; Kasapoğlu, Abdullah, “Yusuf ve Züleyha
Açısından Kur’an’da Nefs-i Emâre Kavramı- Freud’un İd Kavramıyla Bir Mukayese”,
İlmi Akademik Araştırma Dergisi Tasavvuf, y.7, sy. 17, Ankara 2006, ss.
57-9; Sayar, Kemal, Sûfî Psikolojisi, İnsan Yay., İstanbul 2000, s. 78;
Kuşat, “Nefis Mertebeleri...”, y.3, sy. 9, s. 119-27.
614Sühreverdî, Avârif,
vr.52b.
615Sühreverdî, a.g.e,
vr 53b.
616Hacı Bektaşî
Veli, Makâlât, s.60; Izutsu, Toshihiko, İslam’da Varlık Düşüncesi, Ter: İbrahim
Kalın, İnsan
617Er-Râgıb
el-Isfehânî, Müfredât, s. 681; İbn Manzûr, Lisân, c.I., ss.685-8;
el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l- Muhît,ss.162-3; Abdü’l-Münim el-Hıfnî,
Mevsûatü’s-Sûfıyye, Mektebetü Medbûlî, 1. Baskı, Kahire 2003, s. 915-7;
Komisyon, el-Mu’cemu’l-Vasît, s.753.
618Er-Râgıb
el-Isfahânî, Müfredât, ss. 681-682.
620Ahmed
İbn Hanbel, el-Müsned, thk.: Abdullah Muhammed ed-Dervîş I-X+I-II Fihrist,
Beyrut 1991, c.II., ss.285-539; İbn Mace, Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî, Sünenü
İbn-i Mâce, thk.: Muhammed Fuâd Abdulbâkî, I-II, Beyrut trs., c.II., 1388;
Uludağ, Süleyman, “Kalb”, DİA, İstanbul 2001, c.XXIV, ss.230-1; Gözütok, Şakir,
“Tasavvufi Eğitimde Bilginin Elde Edilmesi”, İlmî Akademik Araştırma Dergisi
Tasavvuf, y.2, sy. 6, ss.99-100.
[23] Sıfat ve isim tecellilerinin fevkinde bulunan Zât
tecellisi, kuldaki tüm benliği yıkar, yakar ve yok eder. Bu tecelliye direkt
muhatap olmak dayanılmaz bir yük veya bir enerjidir. Bu tecellinin trafo gibi
Peygamberimiz (s.) filtresinden süzülerek gelmesi, hem edep ve saygı hem de
gelen tecellinin hazmedilmesi ve insan şahsiyetinin daha dengeli inşası için
fevkalâde büyük önem arzeder. Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, s. 702.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar