ŞEYH BEDREDDİN… TASAVVUF VE İSYAN
Yazan: MİCHEL BALİVET
Çeviri: Ela Güntekin
Arnavutluk, 16. yüzyıl başı: “Hıristiyanlarla
Müslümanların arasında yaşayan ve dinsel tartışmalarda pek yetkin olmayan
Arnavutlar, en iyi dinin hangisi olduğuna kendilerinin kesinlikle karar
veremeyeceklerini ileri sürerler. Ancak gerçeği tümden reddetmediklerinden
emin olmak için büyük bir ihtiyatla her iki dinin akidelerine uyar ve cumaları
camiye, pazarları kiliseye giderler; kendilerini savunmak için de Mahşer
gününde gerçek peygamberin onları koruması altına alacağına güvendiklerini,
ama bu dünyada gerçek peygamberin kim olduğunu saptamaya ehil olmadıklarını
söylerler.” (Lady Montagu)
Kapadokya, 19. yüzyıl sonu: “Çok
sayıda Müslüman ve Hıristiyan her gün Bektaşî tarikatının kurucusu Hacı Bektaş
Veli’nin türbesini ziyarete geliyor, yerli Hıristiyanlar onu Aziz
Haralambos’la özdeşleştiriyor. Bu inanç doğrultusunda türbeye girerken
Hıristiyan ziyaretçiler haç çıkarıyor, Müslüman hacılar ise bitişikteki camiye
gidip ibadet ediyor. Her iki kesim aynı şekilde iyi karşılanıyor.”(Vital
Cuinet)
Eski Yugoslavya, 20. yüzyıl
ortası: “Genç bir Hıristiyan köylü bir Müslümana takılıyor. -Ne haber, Türk?
diye bağırıyor. Adam, kırmızı fesli başını kaldırıyor: -Ne istiyorsun, salak? Ben
de senin gibi Yugoslavım. Kapa çeneni! Türkler, Türkler, başka bir şey
bilmezsiniz ! Sanki bizim devrimizde daha rahat yaşanmıyor muydu? Belgeye
gerek olmadan özgürce gitmediğimiz yer mi vardı? Tuna’dan Arabistan’a,
Mısır’a, Afrika’ya kadar gidiyorduk! Sınırsız, pasaportsuz bir imparatorluktu
bu. Bugün karşına başka bir devlet çıkmadan iki saat bile yol alamıyorsun
artık. İşte ortada Türkler kalmayınca böyle olur!” (Anatol de Meibohm).
Günümüzdeki
olaylar, komünizmin Avrupa’nın “unutulmuş Müslümanları” haline getirdiği
Balkan Müslümanlan’nı, kamuoyunun trajik bir şekilde yeniden keşfetmesini
sağladı. “Unutulmuş Müslümanlar” deyimi, seksenli yılların başında Sovyetler
Birliği’nde İslam konusunda yapılmış bir incelemede,1 A. Benningsen
ve Ch. Lemercier Quelquejay tarafından Sovyetler’deki Müslüman cemaat için
kullanılmıştı.
Oysa
güneydoğu Avrupa’da İslam, uzun süre yok sayılmış ya da tanınmamış olmakla
birlikte, çok eskilere, 14. yüzyıla, hatta daha da erken dönemlere dayanır.
Balkanlar’ın birçok bölgesinde İslam, bazı Avrupalı halkların (Litvanyalılar
gibi) Hıristiyan kültürü kadar kökleşmiştir. Osmanlı Türklerinin doğu Avrupa’ya
yerleşmesinden sonra birçok Balkan topluluğunun İslâmlaştırılma sürecinin
başlangıcına tanık olan aynı 14. yüzyıl boyunca, Litvanyalılar da
Hıristiyanlaştırılmıştı.
Türkler
ilk yayılma hareketlerinde, toprakları esas olarak Avrupa’da yer alan -Osmanlı
idari diline göre “Rumeli”; idari dil Osmanlı devletinin Avrupa kısmını, Asya
kısmı olan Anadolu’dan özenle ayırt etmiştirbir egemenlik kurmakla kalmamış,
askerlerinin ve memurlarının bir bölümü nü devşirme usulüyle Balkan halkları
arasından sağlamış, dönem dönem toplanan Hıristiyan çocukları meşhur
yeniçerilere dönüştürmüş, en yetenekli olanları ise yüksek devlet görevlerine
getirmişlerdir.
Başkenti
1453’te fethedilen İstanbul olan Avrupa’daki bu Müslüman devlet kendini bazı
bakımlardan Roma-Bizans imparatorluğunun meşru ardılı saymış ve genellikle
sanıldığı gibi, İslam’ı yaymak için her zaman kaba kuvvete başvurmamıştır.
Anadolu’dan Rumeli’ye zorunlu göç ya da genç Balkan köylülerinin askere
alınması kuşkusuz sultanların en bilinen ve eleştirilen uygulamalarıdır, ancak
bu yöntemler Balkanlar’ın Trakya, Bulgaristan’ın Tuna kesimi, Makedonya,
Kosova, Arnavutluk, Bosna gibi geniş bölgelerinde İslam’ın uzun süreli
başarısını açıklamaktan uzaktır.
Beş
buçuk yüzyıl süren Osmanlı egemenliği boyunca bazı Balkan halkları
İslamlaşmışsa, bu duruma yol açan, demografi açısından kayda değer olmayan
devşirme usulü ya da Asyalı Müslümanların sınırları çok belirgin olan iskânı
değildir. İslâmlaştırma çoğu zaman Osmanlı fatihlerine eşlik, hatta kimi zaman
öncülük eden dervişlerin; beylerin ve Türk aşiretlerinin din adamları olan bu
gezici vaizlerin; coşkulu sufılerin; karizmatik şeyhlerin ve mürşitlerin esnek
ve etkili propagandası sonucunda oluşmuştur.
Dervişler
dayatmadan çok ikna yoluyla, doktrinde gözüpek özetlemelere giderek ve
ibadette etkin bir bağdaştırmacılıkla (syncretisme) Balkan halklarına
nüfuz etmişlerdir. Bu halklar kendilerine kalıcı bir iç barış ve dinsel uzlaşma
sağlayabileceklerini ileri süren Türklerle anlaşmaya hazırdı, çünkü onlar
Balkanlar’a gelmeden önce bu konularda büyük sıkıntı içindeydiler.
Dervişlerin
açık ve hoşgörülü ideolojisi, Anadolu’da Konya Selçuklu Sultanlığı bünyesinde
bir Islam-Hıristiyan uzlaşması yaratmayı başaran güçlü şahsiyetler tarafından
13. yüzyıldan itibaren yayıldı. Mevlevi tarikatının kurucusu Mevlana
Celaleddin Rûmî, Bektaşî hareketinin kurucusu Hacı Bektaş ya da Anadolu’da
bulunduğu dönemde Türk tasavvuf hareketinin yönelişine büyük ölçüde damgasını
vuran Endülüslü mutasavvıf İbn Arabi bu şahsiyetler arasındadır.
Aile
tarafından Mevlevîlere, tasavvuf! açıdan İbn Arabi’ye bağlanan ve olasılıkla
Bcktaşîlerle kaynaşmış bir hareketin kurucusu olan Simavnalı Şeyh Bedreddin
(1358/59-1416), Avrupa’da doğan birinci kuşak Türklerdendi. Bir gazi ile
Hıristiyan bir annenin oğlu olan Bedreddin, ortaçağın sonunda Balkanlar’ın
bağrında kurulmakta olan Türk-Osmanlı dünyasında önemli bir rol oynamasını
sağlayacak birçok mirası kimliğinde barındırıyordu. Müridlerinin en kalabalık
olduğu ve varlıklarını hâlâ kısmen korudukları yerler Bulgaristan, Trakya ve
Makedonya’dır. Bektaşîler aracılığıyla Arnavutluk ve Balkanlar’daki tasavvuf
üzerinde de büyük olasılıkla etkisi olmuştur.
Diğer
yandan, Şeyh Bedreddin yaklaşık elli yıldan beri Türkler arasında dikkat
çekici bir güncellik kazanmıştır. Onun durumu güneydoğu Avrupa’daki İslam’ın
ideolojik özgünlüğünün anlaşılmasının önemli bir anahtarı olabilecekken, batı
kamuoyu tarafından neredeyse hiç bilinmemektedir. Balkanlar’da İslam beş
yüzyıl boyunca çoğunlukta kalan Hıristiyan halklarıyla iç içe, bir kültür
kaynaşması ve doktrin bağdaştırmacılığı halinde yaşadı. Bu durum uzun süre
göreceli bir denge ve cemaatler arası bir konsensüs sağladı, ancak ağır ağır
işleyen bir siyasal gerileme sürecinden sonra bu denge bugün, gözlerimizin
önünde şiddetle parçalanıyor.
Anadolu’ya
ilk Selçuklu ya da Danişmendli fatihler tarafından getirilen ve 11. yüzyılda
Bizans’ın doğu sınırlarında ortaya çıkan Türk İslam’ının yayıldığı başlıca
yerler, monofızit Hıristiyan toprakları (Ermeni-Yakubi), sonra da
Bizans-Ortodoks dünyası oldu; burada ilk aşamada (11. yüzyıl sonundan 14.
yüzyıl ortasına kadar) Anadolu’da, daha sonra Yunan-Slav Balkan topraklarında
gelişti (14. yüzyıl sonundan 20. yüzyıla kadar). Demek bu İslam anlayışı
Hıristiyanlığın Bizanslı ve Ermeni biçimleriyle çok uzun süre (sekiz yüzyıldan
çok) birlikte yaşama deneyiminden geçmiştir. “Batı İslâmî” adını
Verebileceğimiz Endülüs İslam’ının Katolik Kralların darbesiyle yıkılmadan önce
ağır ağır can çekiştiği sırada, diğer bir batı İslâmî bu kez Balkanlar’da
ortaya çıktı ve hızla öyle kalıcı bir biçimde güçlendi ki, günümüzde bile
Arnavutların çoğunluğunun, Boşnakların neredeyse yarısının ve Bulgaristan’da,
Yunanistan’da, Makedonya’da ve Karadağ’da önemli azınlıkların dini olmayı
sürdürmektedir.
Bu
durumda Selçukluların (11.-13. yüzyıl) ve Osmanlıların (14.-20. yüzyıl) Türk
İslâmî, coğrafi ve insani gelişme alanı açısından sürekli olarak Hıristiyanlar
ve Hıristiyanlıkla iç içe olmuştur. Mekân içindeki bu giriftlik,
Anadolu ve Balkan İslam’ına göreceli doktrin esnekliği ve kültür .
bağdaştırmacılığından oluşan o çok özel rengini verenlerin deneyimini büyük
ölçüde etkilemiştir. Bu durum Anadolu ve Balkanlar’daki kozmopolit ortamdan
kaynaklanıyordu. Buralarda Müslüman kökenliler ve yeni ihtida edenler,
Hıristiyanlar ve Yahudiler, Budistler ve Şamanistler, Katarlar’ın doğulu
kuzenleri olan Paulusçular ve Bogomiller bir araya toplanmıştı. Söz konusu
edilecek mistik kişiler; bir Mevlana, bir Hacı Bektaş, bir Simavnalı Bedreddin
öğretilerini işte böylesine çeşitli topluluklar içinde yaymışlardır. Bu ortamı
hesaba katmamak, Türk tasavvufuna ve en önemli temsilcilerine büyük bir evrensellik,
hatta mezhepler ve dinlerüstü bir nitelik kazandıran “alan derinliğinin” bir
bölümünü göz ardı etmek anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında dinleri
birleştiren el-ilmü’l-batın, ibadet ve dogma
farklılıklarından önemlidir ve ruh nasıl biçimlerin üstündeyse, sufi de din
sınırlarının ötesindedir.
Bu nedenlerle Türk
mutasavvıfların Hıristiyanlarla ilişkileri sıkça söz konusu edilecek. Bu
temaslar onlar için gerçekten de temel bir öğe oluşturur, çünkü Osmanlı
Balkanları gibi 12.-13. yüzyıl Anadolu’sunun da çoğunluğu Hıristiyandır ve Türk
mutasavvıfları bu çoğunluğu göz önünde bulundurarak konumlarını belirlemek
zorunda kalmıştır. Horasanlı Mevlana
Celaleddin’in “Rûmî” (“Romalı”, yani “Bizans ülkesinden”) adıyla tanınması, ya
da Bedreddin’in, müridleri ve dostları tarafından “Rum’un Hallac-ı Mansur’u”
olarak isimlendirilmesi rastlantı değildir: Her ikisi de “Bizanslılar
ülkesinin” (Haçlıların “Romania”sı, ortaçağda Müslüman fatihlerin “Diyar ı
Rum”u, Osmanlıların “Rumeli”si, hep Yunan-Bizans terimi Pcopccvıa’nın
çevirileridir) halklarına karşı kendilerini özel bir misyonla yükümlü
sayıyorlardı.
“Rum
diyarının insanları”na, yani Anadolu’daki ve Balkanlar’daki Hıristiyanlara
uyarlanan bu tasavvuf, Simavnalı Bedreddin ve müridleri tarafından görkemli
bir şekilde temsil edildi. Onlar doktrin açısından Rûmî’nin ve başka Anadolu
mutasavvıflarının daha önceki deneyimlerinin bir uzantısı olmakla birlikte,
politik bağlamda çok daha ileri gittiler ve Osmanlı dünyevi erkini silahlı
isyan yoluyla devirmeyi denediler. Niyetleri olasılıkla tasavvufı-dini
yönelimli teokratik bir rejim kurmaktı. İslam dünyası bu sürece, 9.-10.
yüzyıllardaki Karmatilerin isyanından hem eski, hem modern İslam dünyasını
sarsan çeşitli “mehdici” ayaklanmalara ve bugünkü İran rejimine kadar dönem
dönem tanık olmuştur.
BİRİNCİ BOLUM
BEDREDDİN HAREKETİNİN KÖKENLERİ: 13. YÜZYILDA ANADOLU
SELÇUKLU SULTANLIĞI NDA TASAVVUF VE EVRENSELCİLİK
Bir zamanlar benim dinimden
olmadığı için komşumu suçlardım. Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık: o artık
ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, putlar için bir mabet,
hacı için bir Kabe, Tevrat levhaları ve Kur’an kitabıdır. Ben aşk dinini
vazediyorum ve hangi yöne yönelirse yönelsin bu din benim dinim ve imanımdır.
(İbn Arabi, 13. yüzyıl)
Yetmiş iki millet sırrını
bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz. (Mevlana Celaleddin
Rûmî, 13. yüzyıl)
Bir dem varur mescidlere yüz
sürer anda yirleri / Bir dem varur deyre girer İncil okur ruhban olur. (Yunus
Emre, 13. yüzyıl)
Selçuklu
sultanlığının (11.-13. yüzyıl) ve Türkmen beyliklerinin (13.14. yüzyıl)
Anadolu’sunda iki tasavvuf biçiminin güçlü damgası görülür: kuramsal eğilim ve
şiirsel eğilim. Her iki eğilim de bölgeye yabancı olan, ancak orada yaşadıkları
süre içinde Anadolu’nun mistik duyarlılığının şekillenmesinde belirleyici bir
rol oynayan iki şahsiyet tarafından temsil edilmiştir: Muhyiddin İbn Arabi
(1165-1240) ve Mevlana Celaleddin Rûmî (1207-1273) çok farklı yerlerden
gelseler de, Rum ülkesinde tasavvufun kökleşmesinde birbirini tamamlayıcı bir
etkileri olmuştur. Tarihsel çerçevesi daha muğlak olan, ancak onun devamcısı
olduklarını iddia edenler aracılığıyla Anadolu dünyasında çok önemli ve varlığı
açıkça kanıtlanmış bir manevi etkisi olan Hacı Bektaş’tan ilerde söz edeceğiz.
İbn Arabî ile Mevlana’nın Anadolu’da uzun süre kalışları bir rastlantı sonucu
değildir; bu iki mutasavvıf, kuşkusuz dönemlerindeki birçok Müslüman gibi, hem
uç beyliği, hem değiş tokuş mekânı olan, mistik ve dinsel oluşum bağlamında
birçok şeyin mümkün olduğu, İslamlaşma süreci içindeki yeni bir ülkenin
çekiciliğine kendilerini kaptırmışlardır: Mevlana, kendi deyişine göre, kendini
Kum ülkesine gitmekle açıkça görevlendirilmiş olarak görüyordu. İbn Arabî Türk
sultanının bir danışmanının çağrısı üzerine geldi; burada evlendi, en değerli
müridlerini burada yetiştirdi, şiir alanında esin perisi olan “Beatrice”si,
şeyhin ifadesine göre bir “Diyar ı Rum kızıdır”.
İbn
Arabî ile Mevlana’nın ikili etkisi, çok açık bir evrenselcilik ruhu taşıyan ve
dinlerüstü söylem açısından çok zengin olan Anadolu tasavvufunun kökenini
oluşturmuştur. Bu gelenek olasılıkla yalnızca bu iki büyük sufıye özgü
değildir. Daha eski Arap ya da İranhlı üstadlarda da buna rastlanır; ancak
Selçuklu, daha sonra da Osmanlı dünyasında özellikle güçlü ve kalıcı bir etkisi
olmuştur. Çünkü buralarda hükümdarlar, derviş etkinliğinin siyasal iktidarı
tartışma konusu yapmaması gibi kesin bir koşulla sufılere çoğu zaman lütufkâr
davranmıştır. Ayrıca bu iki şahsiyet, evrenselcilik mesajlarım Orta Asya,
göçebe ve Şaman kökenlerine hâlâ çok yakın olan ve bunlarla sürekli temas
halinde bulunan bir 13. yüzyıl Türk dünyasına aşılamıştır. Orta Asya’daki
Türk-Moğol geleneğinin evrenselcilikten rahatsızlık duymayıp, aksine bu
anlayışı kendi inançlarında büyük ölçüde taşıdığını belirtmek gerekir.[1]
İki
sentez dâhisinin, Endülüslü Arap metafizikçi ile Orta Asya’daki İran uç
beyliklerinin mistik şairinin, aşiret şamanizminin izlerini taşıyan İslam
anlayışı içinde henüz işlenmeye açık Türk halkı ile, sınırları henüz iyice
belirlenmemiş ve dinlerarası ilişkileri tanımlama sürecinde olan bir toprakta,
Rum ülkesinde karşı karşıya gelmesi tasavvufa yeni katkılarda bulunarak
Anadolu’daki üç büyük derviş topluluğunun, Mevlevi, Bektaşî ve Bayramî tarikatlerinin
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
I…İBN ARABÎ RUM ÜLKESİNDE: ARAPÇA EVRENSELCİLİK
İbn
Arabî 1205/602’de Rum ülkesine geldiğinde 42 yaşında, olgunluk çağında bir
adamdı. Karmaşık doktrini ancak 1201/598’de ayrıldığı Müslüman batının bütün
etkilerini bir potada eritmişti: Ruhü’l-Kuds ve ed-Dürretii’l-Fâhire
adlı yapıtlarının birçok yerinde anlattığı Ispanya’daki hocalarından gelen
Endülüs etkisi, ünlü Ebu Medyen’i benimseyen Mağripli sufılerin etkisi. Ayrıca,
1198’de Cordoba’da (Kurtuba), sonra 1221’de Konya’da rüyasına giren Hallac’ın
mistik kişiliği de üzerinde derin izler bırakmıştır; Bağdat’ta inançları
uğruna öldürülen Hallaç, İbn Arabi’nin çağdaşları olan Attar ve Ahmed Yesevî
aracılığıyla, Türk topraklarının mistik geleneğinde kendine seçkin bir yer
edinmiştir.[2] İbn Arabi’nin
bâtıni deneyiminin açıkça İsevî nitelikte oluşu; gayrimüslim düşünce
sistemleri ve âlimlerle doğrudan ilişkiye girmekten çekinmeyen açık zihniyeti
13. yüzyılda nüfusunun beşte dördü gayrimüslim olan ve çeşitli dinlerden,
Müslüman, Budist, Şamanist Türklerin geniş bir hoşgörü yelpazesi içinde
yaşadığı Rum ülkesiyle arasında yakınlık kurulmasını sağla yan noktalardır.[3]
Mekke’de
kaldığı süre içinde, 598/1202’de İbn Arabî Anadolu insanlarıyla, özellikle de
en güzel aşk şiirlerinin esin kaynağıyla yakın ilişkiler içinde oldu: “Rum
ülkesinin kızları arasında, kavrayışı, derin bilgisi, güzelliği ve irfanıyla
devrinin insanlarının çok üstünde olan genç bir kadın”. Şeyhin yakınları
arasında muhtemelen Anadolulu[4] olan bir hâtûn
Ummü Yûnân da bulunmaktadır. Endülüslü şeyh 600/1204’te Mekke’de Selçuklu
Sultanları Keykâvus’un ve Keyhüsrev’in danışmanı Mecdeddin tshak ile de
karşılaşır. Anadolu’ya fütüvveti getiren kişi olan Mecdeddin İshak,
Şeyhü’l-Ekber’in başlıca müridi ve tefsircisi olan Sadreddın Konevî’nin de
babasıdır. Mecdeddin ile İbn Arabi’nin karşılaşması İran tasavvufunun olduğu
gibi, Anadolu tasavvuf tarihinin de dönüm noktalarından biridir. Bu bağlamda,
fütüvvetin ve Rum ülkesine girmesine Sadreddin’in öncülük ettiği ahilerin daha
sonraki tarihlerde Anadolu’da kazandıkları yaygınlık ve nüfuz iyi bir örnektir.[5]
Görünüşe
göre İbn Arabi’yi kendisiyle birlikte Anadolu’ya gelmeye ikna eden Mecdeddin
olmuştur. İbn Arabi 602/1205’te Anadolu’da ilk ikameti sırasında bir çok risale
yazarken, Mecdeddin Selçuklu sarayında yüksek mevkilerdedir. Bu dönemden
itibaren İbn Arabi Anadolu’da uzun süre kalır. 618/1221’e kadar Anadolu’da
izini sürebiliyoruz. Sultan Keykâvus ile aralarında dostluk kurulur. Dahası, Mecdeddin’in
ölümü üzerine İbn Arabi’nin onun dul eşiyle, Sadreddin’in annesiyle evlendiği
sanılmaktadır ve çocuğu hem oğlu, hem müridi olarak yetiştirir.[6]
B)
Rum
Ülkesinde Ekberiyye Okulu
İbn
Arabi üvey oğlunu bir süre, Ahmed Gazâlî’nin okulundan İranlı Kirmanî’ye emanet
eder. Gazâlî, daha sonra Mevlana tarafından halka yayılan semâya düşkünlüğüyle
tanınırdı. Sadreddin’in aldığı ikili Arap ve İran eğitiminin yanısıra,
fütüvvetin “Anadolululaştırılmasında” ailesinin yeri, Ekberiyye düşüncesinin
doğu İslam’ına aktarılmasında bu yazarın oynadığı köprü rolünü açıklar.
Sadreddin gerçekten de İslami doğuda büyük Endülüslü sufıden esinlenenlerin
geçmek zorunda olduğu, vazgeçilmez bir köprü görünümündedir; hatta
Şeyhü’l-Ekber’in tefsircisi Cami, Sadreddin’i okumadan İbn Arabi’nin
anlaşılamayacağını söyler.[7] Neredeyse
mutlaklaşan bu tefsir tekelinin belli sakıncaları da olmuştur; gönül gözüne
dayanan mistik bir yapıtı Sadreddin’in mantıki ve akılcı bir tarzda sunması,
İbn Arabi’nin düşüncesinin fazla sistemleştirilmesine eleştiriler
yöneltilmesine neden olmuş, böylece vahdet-i vücud doktrini, İbn Arabi’nin
kuramlarını bid’a olarak niteleyen muarızları karşısında kimi zaman
açıklar vermiştir. Sadreddin, yazarlık işlevinin ötesinde, bir şeyh olarak da
Ekberiyye’nin tasavvuf anlayışını kendi müridlerine aktarmıştır. Ancak bu
alanda da bazı basitleştirmelerine karşı çıkılmıştır.[8]
Anadolu,
İbn Arabi için önemli bir merhale oluşturur, orada kurduğu düşünce okulu
sonradan Osmanlı çevrelerinde başarıyla gelişmiş, İznik, Bursa ya da Edirne’nin
en eski medreselerinde Davud-ı Kayseri, Molla Fenârî, Simavnalı Bedreddin ve
daha sonra Bosnevî, Mısri've diğerleri tarafından temsil edilmiştir. E
Selim’in Şam’ı aldığında ilk resmi girişimlerinden biri İbn Arabi’nin
türbesini buldurmak ve onartmak olmuştur. Osmanlı döneminde, İbn Arabi’nin
Osman’ın hanedanının iktidara geleceği (ve düşeceği) ve Konstantinopolis’in
alınacağı kehanetinde bulunduğuna inanılıyordu. Şeyhü’l Ekber’e atfedilen bu
kehanetler Türk halk duyarlığında öyle derinlere kök salmıştı ki, 19. yüzyıl
kadar geç bir dönemde, II. Abdülhamid İbn Arabi’nin bozguncu olduğu düşünülen
bu kehanetlerini içeren metni yaktırmıştır. Kendini “Keykâvus’un babası” sayan
İbn Arabi’nin Konya sarayındaki önemli mevkii ve büyük sufinin çağdaşlarıyla
Anadolu’nun sonraki kuşakları üzerinde yaptığı etki, telkinlerinin hem siyasi
hem dini pek çok alanda bölge tarihinin sonraki dönemlerinde de belirli bir
normatif değer taşıdığını düşündürmektedir.[9]
Bu
durum İbn Arabi’nin 13. yüzyıl Selçuklu sultanlığında herhalde henüz çoğunlukta
olan Hıristiyanlara karşı tutumunun irdelenmesini ilginç kılmaktadır.
Görünüşe
göre İbn Arabî ikili bir tavır içindedir: Siyasal açıdan İslam’ın batıda
olduğu gibi (609/1212’de Las Havas de Tolosa yenilgisi), doğuda da (1229’da
Kudüs Franklara geri verilir) Hıristiyan güçlerin saldırılarına uğradığı bir
dönemde Şeyhü’l-Ekber kesin bir tavır koyar. Tav rı, Müslümanlar ile Zimmiler
arasındaki ilişkiler konusunda şeriat hükümlerine, aynı zamanda İslam
devletlerindeki gayrimüslim kulların sıkı gözetim altında bulundurulması,
Hıristiyan devletlerle olabildiğince az ilişki kurulması gibi ilkelere
dayalıdır.
Çağındaki
ve ertesi yüzyıldaki birçok Arap gibi İbn Arabî de, Türk Anadolusu’nda
İslam-Hıristiyan ilişkilerine hâkim olan aşırı hoşgörü karşısında şaşkınlık
duyar. 13. yüzyılda Hıristiyan komşularıyla çoğu zaman barış içinde olan
Selçuklu sultanları kâfirlerle uzlaşmakla suçlanmıştır. Sultanın kalabalık bir
topluluk oluşturan Hıristiyan tebaasına tanıdığı özgürlükler karşısında
şaşıran ve herhalde kaygılanan İbn Arabi’nin Sultan Keykâvus’a yaptığı
uyarıları bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde Kudüs’ün el-Kâmil
tarafından II. Frederik’e satılmasını da protesto eder ve Müslümanlara oraya
artık gitmemeleri tavsiyesinde bulunur. Ancak bir kamu görevlisi ve Müslüman
hükümdarların danışmanı olarak İbn Arabi’nin Hıristiyanlara karşı tutumu
siyasal ve hukuksal açıdan kesin ve tavizsiz olmakla birlikte, bir sufı olarak
gayrimüslimlere yaklaşımı çok daha esnektir: Endülüslü mürşit Hıristiyanlarla
doğrudan tartışmalara girmekten kaçınmaz.[10]
İbn
Arabi’nin yorumlarında İsa’ya verdiği önem birçok kişiye yenilik gibi görünür
ve şeyhin düşmanlarının “onun yeri kilisedir” demelerine yol açar. Bir ölçüde
çelişkili olan tavırları belirli bir tasavvuf anlayışının İsevî yapısı içinde
müçtehitler tarafından anlaşılabilir olmakla birlikte, ilahiyat inceliklerine
pek duyarlı olmayan ortamlarda tam tamına Hıristiyanlık ya da en azından
sünnetle bağdaşmayan bir sapkınlık olarak değerlendirilebilir. Kendisi bu
tehlikenin farkındadır: “Eceli geldiğinde bir ermiş Musa’ya ya da İsa’ya
öyle saygı belirtileri gösterebilir ki, sıradan insanlar ya da cahiller onun
Yahudiliği ya da Hıristiyanlığı benimsediğini sanabilir”. Bu bağlamda İbn
Arabî şu ya da bu Hıristiyan dogması karşısında çok açık tavırlar almıştır;
tevhid kavramının içinde teslis ilişkilerine belirli bir meşru alan tanır ve
teslis dogmasına tanrılar değil kişiler düzeyinde inanan Hıristiyanların çoktanrıcı
sayılmamaları gerektiği sonucunu çıkarır; bundan dolayı bu kişilerin Allah’ın
inayetiyle selamete ereceğini belirtir. Aynı şekilde, İbn Arabî, ilahiyat
açısından, İsa’nın tecessümünc ve ikili doğasına dayanan tasvir tapmanın içsel
yapısını ortaya çıkaran çok ölçülü terimlerle, Hıristiyanların ikona inancını
açıklar: “İsa insan soyundan gelen bir erkekten değil, insan şeklinde
tecessüm etmiş bir Ruh’tan doğmuştur: bu nedenle tasvirlerin meşruluğu
doktrini diğer cemaatlerden çok, Meryem’in oğlu İsa’nın cemaatinde ağır
basmıştır. Hıristiyanlar ulûhiyyetin temsillerini üretir ve ibadet etmek için
onlara doğru dönerler, çünkü bizzat peygamberlerinin varlığı tecessüm etmiş
bir ruhtan kaynaklanıyordu.”[11]
Hıristiyan
dogmalarını, hiçbir şekilde doğrulamamakla birlikte, kendi içlerinde (ab
intro) açıklaması, İbn Arabi’yi dogma farklılıklarının önemini azaltan bir
tavır almaya götürmüştür; bu tutumu bâtını bir İslam adına benimsemekte ve bu
İslam anlayışı, “Ehl-i Kitap” arasında samimi arayış içinde olanların hakikati
ancak kendi inanışlarının doğru tarafları içinde saptayabilecekleri kanaatiyle
de çakışmaktadır. İbn Arabî Fütûhât’tı şöyle diyor: “Yahudinin ve
Hıristiyanm bütün inandıklarına ve hakikatin onların dinlerinde ve vahyedilmiş
kitaplarında bulunan her parçasına, kendi vahyedilmiş kitabıma inandığım gibi
inanıyorum. İşin doğrusu benim kitabım onların kitaplarını ve benim dinim
onların dinini içeriyor. Dolayısıyla onların dini ve kitabı benim kitabımda ve
benim dinimde zımnen mevcuttur.” Bu çok incelikli açıklamalar onu, Tercümanü’l-eşvâk
adlı yapıtındaki ünlü evrenselci beyanında yaptığı türden gerçek inanç
belirlemesine götürür: “Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık: o artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır, putlar için bir mabet, hacı için bir Kabe, Tevrat
levhaları ve Kur’an kitabıdır. Ben aşk dinini vazediyorum ve hangi yöne
yönelirse yönelsin bu din benim dinim ve imamındır.”[12]
Bu
beyanlar İbn Arabi’nin bazı Türk müridlerini, özel ilişkilerinde Hıristiyanlara
dogmatik bağlamda aşırı taviz verme yolunda cesaretlendirmiş olabilir. Nitekim
gayrimüslimlere karşı hoşgörüsüyle tanınan ama, bazı sınırları aşmayı da
reddeden Mevlana bu gibi kişileri kınamıştır. Aslında bu tavizler dinler arası
temasları kolaylaştırarak duruma göre ihtidayı cesaretlendirebilecek, ya da
Anadolu halkları tarafından her zaman iyi kabul gören evrenselci
bağdaştırmaklığa yol açabilecek nitelikteydi.
Selçuklu
Anadolusu’nda îbn Arabî ve müridleri tarafından temsil edilen kuramsal
tasavvuf eğilimi göreceğimiz gibi, kimi zaman örgütlü evrenselci hareketlerin
îbn Arabi’yi sahiplenmelerine yol açmıştır; tasavvufun daha şiirsel olan ve
Anadolu’da Mevlana Celaleddin Rûmî tarafından temsil edilen diğer kolu ise,
doğal olarak Anadolu tasavvufunun dinlerüstü eğilimini güçlendirmiştir.[13]
2 MEVLANA CELALEDDİN RÛMÎ: FARSÇA EVRENSELCİLİK
Ona
ün kazandıran adından anlaşıldığı üzere, “Mevlana-yi Rum”, “Rum Ülkesinin
Efendisi”, Horasan’daki Belh şehrinde doğan Muhammed Celaleddin öncelikli
etkinlik alanı olarak kabul ettiği Anadolu’ya bağlı kalmıştır. Bunun tek nedeni
ailesini, Mevlana’nın ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği Selçuklu toprağına
göç etmeye zorlayan tarihsel olaylar (Moğol istilası) değildir; kendi
ifadesine göre asıl neden, onu ayrıcalıklı bir bölgeye doğru yönlendiren
takdir i ilahidir. “Yüce Tanrı’nın Rum halkı hakkında büyük inayeti vardır ve
Sıddık-ı Ekber’in duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır.
En iyi ülke de Rum ülkesidir”. Mevlana’nın hayat öyküsünü anlatan Eflakî’ye
göre, Anadolu insanları ile Horasanlı sufı arasında kaderin önceden saptadığı
bağlar ile çok büyük bir duyarlık yakınlığı vardır.[14]
Mevlana’nın
mesajının biçimsel ifadesi şiirselliğiyle İbn Arabî’ninkinden ayrılır ama, bu
iki şahsiyetin yetişmelerinde kesinlikle ortak noktalar vardır. Ayrıca
Mevlana’nın İbn Arabî ile, Endülüslü mutasavvıfın son günlerinde, Şam’da
karşılaştığı sanılmaktadır. İbn Arabî gibi Mevlana Celaleddin Rûmî de, her
ikisine de rüyada görünen Hallac’ın deneyimi üzerinde düşünmüştür. İbn Arabî
gibi onun da manevi silsilesi Ahmed Gazâlî’ye dayanır. Mevlana, İbn Arabi’nin
başlıca halifesi olan ve kendisiyle aynı zaman diliminde yaşamış Sadreddin ile
temas halinde olmuştur (Sadreddin 1203?-1272; Celaleddin Rûmî 1207-1274).[15] Ayrıca
Mevlana’nın evrenselcilikten ve aşktan esinlenen bir tür Fârisî mistik şiir
anlayışının Anadolu’ya girmesinde ve Anadolu’nun malı haline gelmesinde büyük
katkısı olmuştur. Eserlerinde ünlü Ebu Said gibi kendisinden önceki mistik
Acem şairlerinin başlıca temalarına rastlanmaktadır: Taassuba hiç yer vermeyen
bir din anlayışı, yolların çeşitliliği, amaç birliği; semânın önemi ve
meşruluğu; doğrudan temas kurmaktan çekinilmemesi gereken en dik kafalı
kişileri, gayrimüslimleri, mülhidleri, ayyaşları bile yola getiren aşkın
önceliği.[16]
Mevlana
daha eski tasavvuf geleneklerinin takipçisi olsa da, onları Anadolu’ya özgü
koşullara uyarlamayı başarmakla yetinmemiş, onlara eşsiz kişiliğinin damgasını
da vurmuştur. Ahmed Eflakî’nin yazdığı Menâkıbü’lârifin’de [Ariflerin
Menkıbeleri], Konya halkının bütün toplumsal ve dinsel çeşitliliği içinde
Mevlana’nın pırıltısından etkilendiğini görürüz. Yüksek sınıflar ve
hükümdarlar Mevlana’yı ve müridlerini, raksa ve musikiye dayanan esrime
uygulamalarından dolayı onları sapkınlıkla suçlayan ulemanın saldırılarından
korumuştur. Tarikatın, zanaatkârlar ve tacirler üzerinde olduğu gibi, yoksul
kesim üzerinde de çok güçlü bir etkisi olmuştur. Son olarak, Mevlana’nın
gayrimüslimlerle ilişkileri de ilgi alanımıza girer. Hıristiyanlarla ve
Yahudilerle sürdürdüğü aralıksız temaslar karşılıklı hoşgörünün izlerini
taşımıştır.
B)
“Mevlevi Usulü” İslâmlaştırma:
Bâtınî Bir Dinin Yoluna Girme
Mevlana’nın
öğretisi herkese açıktır ve şekilci dışlayıcılıkları aşkın mistik bir bakış
açısı adına dinsel aidiyetleri dikkate almaz. “Yaradanın aşkı her yerde ve
ister Mecusi, ister Yahudi, ister Hıristiyan, bütün insanların üzerindedir”,
der Mevlana. Tasavvufun kendine özgü bakış açısına göre sıradan Müslüman da
tasavvuf yoluna “ihtida etmeli”dir.
Mevlana
birçok kez kimi Müslüman ileri gelenlerin şekilciliği ve yersiz üstünlük
zihniyetiyle alay eder. Örneğin, “Allah’a hamd ve minnet olsun ki bizi hidayete
eriştirdi de kâfirler zümresinden yaratmadı” diyen bir vaizi alaya alır ve “bu
biçarenin” kendisini “Gebrlerin terazisine” koyup tarttığına dikkat çeker.
Başka bir yerde, Penbefrûşan (Pamukçular) medresesinin müderrisinin kalbini
temizlemenin ve ona doğru yolu göstermenin yetmiş Rum mecusisini Müslüman
etmekten daha güç olduğunu söyler; ifade etmek istediği, tasavvufa göre,
samimi bir kâfirin mürâi bir mümine evlâ olduğudur.[17]
Mevlana’nın
etkisini duyurduğu ortam, şeyhin gayrimüslim çevresinin ihtida etmesini de
çoğunlukla kolaylaştırmıştır. Tecrit olmuş Hıristiyanların
Konstantinopolis’teki patriklik otoritesi ile ruhani bağlarının giderek
gevşediği bir ortamda, bu kadar hoşgörülü bir şeyhin peşinden gitmenin ve
gayrimüslimlerin esnek ve herkese açık Mevlevi öğretisiyle özdeşleştirdikleri
İslam dinini benimsemenin çekiciliği büyüktü. Köklerinden ve dinsel
önderlerinden kopmuş bir inanca bağlı kalma ile müridleriyle ortak bir yakınlık
havası içinde her gün yan yana bulundukları bir dini benimseme arasında
kalınca, birçoğu ikinci seçeneğe yöneliyordu. Mevlevîlerin bağdaştırmacı ruhu,
“hakikati arayanların yoluna” girenlerin manevi cemaati içinde biçimsel dini
farklılıkları önemsiz sayma eğilimindeydi ve bu durum ihtidayı
kolaylaştırıyordu. Böylece Anadolu’da Mevlana tarafından başlatılan derviş
tarikatlarının uzlaştırıcı niteliği, fethedilen halklar arasında İslam’ın
başarısının önemli nedenlerinden biri olmuştur.
Mevlana
çoğu kez kendi dindaşlarına karşı Hıristiyanların koruyucusu olarak
görünmektedir:
Yine O’nların [Mevlana’nın]
keremlerinin kemali, yumuşaklıkları ve iyi huyları o derecede idi ki, bir gün
semâ’da hararetlenmişti. Tanrı’nın yüzüne gark olup halden hale geçiyordu.
Birdenbire bir sarhoş semâ’a girdi, heyecanlar gösteriyor ve kendinden geçmiş
bir vaziyette Mevlana hazretlerine çarpıyordu. Aziz dostlar onu incittiler.
Mevlana: “Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz ediyorsunuz” buyurdu. Onlar
“Hıristiyan (tersâ) dır” dediler. Mevlana “O korkan ise, siz niçin
değilsiniz?” dedi. Bunun üzerine dostlar baş koyup günahlarının
bağışlanmasını istediler.
Bu
öyküden gayrimüslimlerin semâlara seyirci olarak katıldığı anlamı çıkıyor, bu
da hareketin başından beri Mevlevîlerin din ayırımı gözetmediklerini
gösteriyor. Bu tür gösterilerin Müslüman olsun olmasın, toplantıya katılanlar
üzerinde olumlu bir etki yapacağı açıktır.[18]
Zaten
Eflakî’nin belirttiğine göre Mevlana semâ geleneğini inancını yayma
düşüncesiyle kurmuştur:
Onların [Rum diyarının
insanlarının] hiçbir suretle doğru yola meyletmediklerini ve ilahi sırlardan
mahrum kaldıklarım görünce, insanların tabiatına uygun düşen şiir ve semâ yolu
ile o manaları onlara lâyık gördük; çünkü, Rum halkı zevk ehli ve şirin
sözlüdür.[19]
Aşağıdaki
öyküde ise Mevlana yetkililerin aslında haklı olarak peşine düştükleri genç bir
Rum’u savunur.
Bir gün Mevlana hazretleri
birkaç dostla birlikte At Pazarı kapısından çıkmış, Sultan-ül-Ulema Bahaeddin
Vcled’in (Tanrı ondan razı olsun) mezarını ziyarete gidiyordu. Sayısız
insanların bir şahsın etrafında toplandıklarını gördüler. Bu kalabalık içinden
birkaç genç ileri koştu ve: “Allah aşkına birini idam ediyorlar. Mevlana
hazretleri şefaat etsin. O, taptaze genç bir rumdur” diye feryad etti. Mevlana:
“O ne yapmıştır?” diye sordu. Onlar: “Birini öldürmüştür, kısas yapıyorlar”
dediler. Bunun üzerine Mevlana ilerledi. Bütün cellâtlar ve şahneler baş koyup
uzakta durdular. Mevlana mübarek feracesinin eteğini idam edilecek adamın
üzerine örttü. Şehrin şahnesi İslam sultanına durumu arz etti. Sultan: “Mevlana
hakimdir, bir şehri istese ve bütün bir şehre şefaat etse buna nail olur. Hepsi
ona feda olsun. Bir Rum da nedir ki...” dedi. Arkadaşlar Mevlana’nın
kurtardığı bu Rum’u alıp hamama götürdüler. Hamamdan çıkartıp medreseye
getirdiler. Nihayet Mevlana’nın elinde iman getirip Müslüman oldu. Hemen o anda
onu sünnet ettiler ve büyük bir semâ yaptılar. Mevlana hazretleri: “Adın
nedir?” diye sordu. O da: “Siryanus” dedi. Mevlana: “O halde bugünden sonra ona
Alaeddin Siryanus deyiniz” buyurdu.[20]
Bu
anlatı bizi birçok açıdan ilgilendirmektedir: insanlar, zor durumda olan bir
Hıristiyana şefaat etmesi için doğal olarak şeyhe müracaat ediyor, bu da onun
halk arasında kazandığı, yetkililere karşı gayrimüslimlerin savunucusu ününün
kanıtıdır. Bu anlatı ayrıca resmi görevlilerin saygısının ve Sultan’ın
Celaleddin Rûmî’ye verdiği kayıtsız şartsız desteğin göstergesidir.
Siryanus’un koruma altına alınması, suçlunun ihtida etmesini ve Mevlevi
tarikatına katılmasını gerektirir. Ancak anlatının devamından öğrendiğimize
göre, Rum’un tarikata girmesi kendi inancını kesinkes inkâr etmesi sonucunu
doğurmaz. O Hıristiyanlıkla ilgili meselelerin “uzmanı” olarak kalır ve Mevlana
Hıristiyanlık konularında seve seve ona danışır. Siryanus, örneğin Mevlevi
ayinlerinde musikinin rolünü kolayca benimsemesini sağlayan, belirli bir
Hıristiyan bakış açısını korur, bu durum ise so tu Müslümanların tepkisini
çeker.
Toplumsal
kökeni ne olursa olsun, Mevlana ile temasa geçen her Hıristiyan ihtida etmeyi
seçer. Hizmetkârlar, fırıncılar, duvarcı ustaları, tarikatın hizmetindeki
inşaat ustaları, düzenli mesleki ilişkiler sonucunda onun müridleri arasına
katılır:
Bir gün bir Rum usta
Hüdavendigâr’ın evinde ocak yapıyordu. Dosdar şaka yolu ile ona: “Niçin
Müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İslam dinidir” dediler. O: “Elli seneye
yakındır ki İsa dinindeyim. Dinimi terk etmek için ondan korkuyor ve
utanıyorum” dedi. Birdenbire Mevlana hazretleri kapıdan içeri girdi ve: “İmanın sırrı korkudur. Her kim
Tanrı’dan korksa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir”
buyurup dışarı çıktı. Hıristiyan mimar derhal iman getirip Müslüman ve İslam
yoluna girip halis mürid oldu.
Mevlana’nın
müridi olmak için ihtida etmek şart olmasa bile, insanlar Mevlevi tarikatıyla
uzun süre içli dışlı olunca, er ya da geç ihtida ediyor, du. İki ressam olan
Aynü’d-devle ile Kaluyan’ın ilginç öyküsü bu durumu göstermektedir:
Ressam Kaluyan ve Aynü’d-devle
Romdular. Resim sanatında ve tasvirde eşleri ve benzerleri yoktu. Mevlana’nın
müridi olmuşlardı. Kaluyan bir gün şöyle anlattı: İstanbul’da bir levha üzerine
Meryem ve İsa’nın resmini yapmışlardı. Bu resim, İsa ve Meryem gibi emsalsizdi.
Dünyanın her tarafından ressamlar gelmiş, onun gibi bir tasvir yapamamışlardı.
Bunun üzerine Aynü’d-devle o resimleri görmek hevesiyle yola koyuldu.
İstanbul’da o resimlerin bulunduğu manastıra geldi ve bir sene orada kaldı.
Oranın rahiplerine hizmetler etti. Bir gece firsat bularak o resmi koltuğuna
alıp kaçtı. Konya’ya kavuşunca Mevlana’yı ziyaretle şereflendi. Mevlana:
“Nerelerde idin?” buyurdu. Aynü’d-devle resmin hikâyesini olduğu gibi anlattı.
Mevlana: “(Getir de) o ruh artıran resmi ben de seyredeyim” dedi. Tablo, son
derece güzel ve hoştu. Mevlana hayli duraklamadan sonra: “Bu iki güzel resim,
Aynü’d-devle’nin bize olan sevgisi samimi değildir, o, yalancı bir âşıktır,
diyorlar” buyurdu. Bunun üzerine Aynü’d-devle “Bu nasıl olur” dedi. Mevlana:
“Onlar bizim hiç uyku ve yiyeceğimiz yoktur. Geceleyin daima ayaktayız ve
gündüzleri oruç tutuyoruz. Aynü’ddevle ise, bizi bırakıp geceleyin uyuyor,
gündüz de yiyor ve asla bize uymuyor, diyorlar” dedi. Aynü’d-devle: “Onlara
uyku ve yemek içmek tasavvur edilemez. Ayrıca dilleri ve konuşmaları da
yoktur. Onlar, cansız resimlerdir” dedi. Mevlana: “Bu kadar sanatı ve canlı
bir resim olan sen, dünya, insan, yerde ve gökteki her şey kendi mahsulü olan
bir ressamın eserisin. Senin, yaratıcını bırakıp cansız ve manasız bir resme
âşık olman doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edilir ve sana ne
gelir?” buyurdu. Aynü’d-devle derhal tövbe edip başkoydu ve Müslüman oldu.
Burada
Mevlana’nın gayrimüslimler lehine yürüttüğü manevi önderlik işlevinin bir
örneğine tanık oluyoruz. Bu kişiler sonunda Mevlana’nın dinini resmen
benimserler, ancak bu sonuç kesin bir kural oluşturmaz. Adına bakılırsa
Hıristiyan kalmış görünen Kakıyan’ın durumu da bunu gösterir gibidir.[21]
Mevlevi
etkisiyle gerçekleşen ihtida olgusu kilise çevrelerini de büyük ölçüde
etkiledi. Yahudi hahamların ihtidası örneklerinin yanı sıra Eflakî, Hıristiyan
rahipler ve keşişler arasında da birçok Hıristiyanlıktan dönme vakasına işaret
eder: Bu durum, Mevlana’nın İslam dininin üstünlüğünü kuşkuya yer bırakmadan
kanıtladığı ilahiyat tartışmalarının ardından gerçekleşmiş olabilir. Aşağıdaki
bölümde Mevlana ortodoks bir İslam propagandacısı olarak konuşuyor:
Yine akıllıların en
olgunlarından sayılan arkadaşların bilginleri şöyle anlattılar: Bir gün Mevlana
mübarek medresesinde oturmuştu. Birdenbire Yahudi hahamlarından ve Hıristiyan
papazlarından bir grup gelerek, tam bir samimiyetle baş koyduktan sonra, Tanrı’nın
bu zayıf ümmeti hakkında Kur’an’da varit olan şer’î tekliflerin hikmetini, emr
ve neylilerin sırrını anlamak ve bu hükümlerden maksadın ne olduğun bilmek
için soruda bulundular. Mevlana bunlara inci gibi sözlerle şöyle cevap verdi:
Tanrı kullarına imanı şirkten, namazı kibirden temizlemek, zekâtı rızka sebep
olmak, orucu halkın ihlâsını denemek, haccı dini kuvvetlendirmek, cihadı İslam
dinini yükseltmek, emr-i mârufu âlemin emrolunan şeylerinin elde edilmesine
sebep olması, kötü şeylerden nehyi sefihlere mâni olmak, akrabalığı gözetmeği
onların adedini çoğaltmak, kısası kan dökülmesini önlemek, cezaları haram olan
şeyleri halkın gözünde büyütmek, şarap yasağını aklı korumak, hırsızlıktan
çekinmeyi iffeti nimetlendirmek, zina terkini nesebi temiz tutmak ve livata
terkini nesli üretmek, şahadeti inkâr edenlere karşı koymak, lezzetlerin
terkini doğruluğu şereflendirmek, selâmı korkulardan emin kılmak, eminliği
ümmetin işlerini düzene koymak, itaati imamlığa saygı göstermek için farz
kılmıştır. Bu mânaları o kadar güzel bir tarzda anlattı ki, hep birden
bellerindeki zünnarları koparıp atarak, iman getirdiler ve Müslümanlar sırasına
geçtiler ve candan mürid oldular. Naklettiklerine göre bu hazretin
(Mevlana’nın) zuhurundan ölümüne kadar on sekiz bin kâfir, iman getirerek
Müslüman ve mürid olmuştur ve hâlâ da olmaktadır.[22]
Burada
şeyhlerinin ardından Mevlevi dervişlerinin üstlendikleri İslam inancını yayma
çabasının kaynağı görülüyor. Kimi zaman ihtida, Hıristiyan keşişlerin
kendilerininkinden yüce bir manevi gücü kabul etmelerine yol açan mucizelerin
ardından gerçekleşir; Mevlana’nın Kilikya’daki Sis (Kozan) keşişleriyle
karşılaşmasında da böyle bir olgu görülür:
Yine keşif sahibi ulu
kişilerden olan Akşehirli şeyh Sinaneddin şöyle rivayet etti ki: Mevlana
hazretleri Şanı tarafına, ilimleri elde etmek için hareket ettiği vakit kafile
yolda Sis vilayetinde bir mağarada konakladı. O mağarada dünyadan elini çekmiş
kırk münzevi rahip vardı. Onlar riyazetle o dereceye gelmişlerdi ki, bu
dünyanın bütün sırlarını keşfediyor, bu süfli âlemin gayıblarından haber veriyor
ve insanların içinde olanları söylüyorlardı. Etraftan da kendilerine hediyeler
ve adaklar geliyordu. Mevlana hazretlerini gördüklerinde bir çocuğa işaret
ettiler. Çocuk havaya zıpladı ve yerle gök arasında durdu. Mevlana hazretleri
de mübarek başını önüne eğmiş murakabede idi. Birdenbire o çocuk: “Bana bir
çare bulunuz, burada bağlanıp kaldım ve o murakıb şahsın heybetinden öleceğim”
diye feryad etd. Onlar: “Aşağı in!” dediler. O da: “İnemiyorum, sanki beni buraya
çivilemişler” dedi. Ne kadar çalıştılarsa da aşağı inemedi. Flepsi Mevlana’nın
ayaklarını öpüp: “Ey dinin sultanı ' Lütfet, görmemezlikten gel de bizi rüsva
etme” dediler. Mevlana da: “Tevhid kelimesini söylemekten başka çare yoktur”
dedi. Çocuk derhal “Tanrı’dan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve
elçisidir” diye tevhid kelimesini söyledi (şahadet getirdi). Ve kolaylıkla
aşağı indi. Onların hepsi söz birliği ile iman ettiler ve o hazretle arkadaş
olup gitmek istediler. Mevlana müsaade etmedi ve: “Burada kalın, Tanrı ibadeti
ile meşgul olun, bizi de hayır duadan unutmayın” buyurdu. Onlar da, orada tâat
ve riyazetle meşgul oldular. Ulvi ve süfli mugayyebat onların tasarrufunda
kaldı. Orada bir köşeye çekilerek gelip gidene hizmet ediyorlardı.[23]
Bu
kısa öykü Hıristiyanların İslam’ı benimsemelerinin hangi psikolojik koşullarda
gerçekleştiğini açık bir biçimde örneklemektedir: İslam, bir önceki dinden tam
bir kopuş olarak değil, daha önceki manastır hayatı ve ruhani hayatla ilgili
faaliyetlerin devamı ve doğal bir uzantısı olarak sunulmaktadır; bu
faaliyetler aynı coğrafi çerçevede, ama bu kez yeni dinin bünyesinde
sürdürülmektedir. Bu uygulama bize mistik tarikatların yerli nüfusu ihtida
ettirmek için kullandıkları ustaca manevralar hakkında bilgi vermektedir,
böylece bu halklar din değiştirmenin daha önceki hayat şartlarını fazla
değiştirmediği izlenimine kapılarak teşvik edilmiş oluyordu.
İslam’a
geçişe Mevlana’nın güçlü kişiliğiyle doğrudan ve ani bir karşılaşmadan doğan
ruhi sarsıntı da neden olabiliyordu. Gelip geçmekte olan bir keşişin önünde
otuz defa saygıyla eğilen Mevlana’nın alçakgönüllülüğü yolcunun ihtida
etmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Aşağıdaki bölüm diğer bir anlamlı
vakaya tanıklık etmektedir:
Yine nakledilmiştir ki: Bir gün
Mevlana hazretleri ulu arkadaşlarla birlikte Meram mescidinden şehre
dönüyordu. Birdenbire ihtiyar bir rahip karşılarına çıkıp önlerinde baş
koymaya başladı. Mevlana ona: “Sen mi yaşlısın, sakalın mı?” diye sordu. Rahip:
“Ben sakalımdan yirmi yıl daha büyüğüm, o daha sonra çıktı” dedi. Bunun
üzerine Mevlana: “Ey zavallı! O senden daha sonra çıktığı halde erişti ve
kemale erdi. Sen evvelce nasıl idiysen şimdi de siyahlık, perişanlık ve hamlık
içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve olgunlaşmazsan yazıklar olsun sana !”
buyurdu. Zavallı rahip hemen zünnarını kopardı ve iman getirerek inançlı
Müslümanlardan oldu.[24]
C)
Sınır
Tanımayan Mutasavvıflar ve Dinler Arası Kardeşlik Bağları
Mevlana’nın
davranışlarının sonraki dönemler için önemi saptanmak istenirse, Eflakî’nin
anlatısı boyunca ortaya çıkan önemli bir olguyu göz önünde bulundurmak gerekir.
Mevlana hayattayken, Konstantinopolis’e ve ötesine kadar uzanan Bizans ya da
Frank topraklarında, Müslüman tarikatlar ile Hıristiyan manastır çevreleri
arasında sıkı temaslar kurulduğu anlaşılmaktadır. Karşılıklı saygıya dayanan bu
ilişkiler ruhani alanda kurulan kardeşlik bağlarını saptamamızı sağlamaktadır;
bu bağlar, 14. ve 15. yüzyıllarda daha büyük ölçekte gerçekleşecek
yakınlaşmaları hazırlayacaktır. Burada Osmanlı dünyasındaki Bektaşîlerin ve
Bedreddinîlerin bağdaştırman ruhunun habercisi olan psikolojik ve kültürel iç
içe geçişin ilk aşamasına tanık oluyoruz. 13. yüzyıldan itibaren belli bir
Islam-Hıristiyan uzlaşması hareketi, Selçuklu devletinin sınırlarını ve
Anadolu’yu aşmış görünmektedir. Eflakî’ye göre, Mevlana’nın ünü
Konstantinopolis’e kadar ulaşmıştır ve keşişler şeyhin huzuruna varabilmek
için Konya’ya gelmektedir:
Kostantiniye ülkesinde bilgin
bir rahip vardı, Mevlana’nın ilmini, yumuşaklığını ve alçak gönüllülüğünü
işitmiş, ona âşık olmuştu. Mevlana’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Şehrin
rahipleri onu karşılayıp izazda bulundular. Bu doğru rahip, o hazretin
ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa
Hüdavendigâr’a secde etti.[25]
Mevkuta
Konstantinopolis yakınında yaşayan başka bir keşiş ile de sıkı temas halinde
gösterilmektedir. İş için Bizans’ta kalmak zorunda olan müridlerinden birini
ona emanet eder:
Yine nakledilmiştir ki: Şeyh
Selahaddin hazretlerinin (Tanrı onun zikrini yüceltsin) tacir ve zengin bir
müridi vardı. Mevlana’ya çok sadık bir muhipti. İstanbul’a gitmek istedi. Şeyh
Selahaddin’le birlikte izin almak ve yardım dilemek üzere Mevlana’nın
hizmetine geldiler. Mevlana’nın elini öpmek şerefiyle şereflendikten sonra
Mevlana: “İstanbul civarında bayındır bir kasaba vardır. Orada bir papaz
oturur. Bu papaz kendi manastırına çekilmiş ve bütün insanlardan ilgisini
kesip kendisiyle yetinmiştir. Bizden ona selam söyleyip hatırını sorasın”
buyurdu. Tacir baş koyup (huzurdan çıktı) ve yola koyuldu. O sınıra gelince
papazı sorup onun bulunduğu köye gitti. Tam bir edeple manastırdan içeri girdi.
Orada hazine gibi bir köşede başını koltuğunun altına sokup oturmuş ve nurları
siyah cübbesinin altından gözdeki siyahın içindeki nur gibi parlıyan bir şahıs
gördü Tacir bu hali görünce kendinden geçti, sonra Mevlana’nin selamını
söyleyince papaz hemen yerinden fırladı ve: “Tanrı’nın selamı senin ve
Tanrı’nın seçkin kulları üzerine olsun” deyip baş koydu ve uzun zaman secdede
kaldı. O sırada tacir başka bir köşeye bakınca Mevlana hazretlerinin aynı
elbise ve sarıkla o köşede murakabe halinde oturmakta olduğunu gördü. Tacire
bir hal geldi, bir hıçkırık tutup yere düştü. Bir müddet sonra papaz tacirin
gönlünü aldı ve: “Eğer sen hür insanların (ahrâr) sırlarıyla içli dışlı olursan
iyilerin iyisi olursun” diye buyurdu. Sonra Tekfur’a: “Bu tacirin bizimle
ilgisi vardır. Onu koru da yol muhafızları ve valiler (ummal) ona zorluk
çıkarmasınlar” diye bir mektup yazdı. Tacir şehre gelip papazın mektubunu
Tekfur’a gönderince, Tekfur emretti: Ona yemekler götürdüler ve az çok ne işi
varsa tamamlayıp sağ salim yolcu ettiler. Tacir dönüşte de papazı ziyaret etti
Papaz: “Konya’ya gittiğin vakit, ben biçarenin selam ve saygılarını Hüdavendigâr
hazretlerine iletesin. Bu niyazla dolu olan muhtacı sonsuz lütuf ve inayetinden
unutmayacakları umulur” buyurdu. Bir müddet sonra genç tacir Konya’ya gelip bu
hali Şeyh Selahaddin’e anlatınca Şeyh Selahaddin: “Veliler hakkında ne
söylerlerse hepsi gerçektir ve hepsi şeksiz şüphesiz vâki olur” dedi.[26]
Değindiğimiz
iki anlatıya bakılırsa Mevlana, koruması altındaki kişiyi Bizans imparatoruna
tavsiye edecek kadar etkili keşişlerle sıkı ruhani bağlar içinde
görünmektedir. Eflakî’nin yapıtının bir menakıbname olması, bu yazarın
belleğinde koruduğu gerçek olguların gözden kaçırılmasına neden olmamalıdır.
Ticaret ya da başka nedenlerle Bizans ve Selçuklu devletleri arasındaki sıkı
temas, iki dünyanın etnik olarak iç içe girmiş olması karşılıklı tanışıklığı ve
birçok ortak değer paylaşma bilincini hızla geliştiriyordu. Mevlana manevi
etkisiyle birçok ihtidaya yol açmış olsa bile, ne Mevlevi zihniyeti ne de genel
olarak derviş zihniyeti basit bir misyonerlik hareketine indirgenemez. Birçok
gayrimüslim kendi dinlerini terk etmeden ve bunu yapmaya zorlanmadan tarikatla
ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu durumun en bilinen örneği Konya yakınındaki
Eflatun manastırıdır (Deyr-i Eflatun)-, buradaki keşişler kalıcı bir
İslam-Hıristiyan uzlaşması başlatmışlardır. Mevlana sık sık dua etmek için
manastıra gelir ve onun çile marifetlerine tanık olan başpapaz, kendi dinini
korumakla bir likte onun kutsal kişiliğim ve mesajının doğruluğunu kabul eder.
Deyr-i Eflatun’un başpapazı,
bütün papazların ileri gelenlerinden yaşlı ve engin bilgili bir adamdı.
İstanbul, Frenk, Sis, Canik ve daha başka vilayetlerden (kendi dinlerinin)
ilmini öğrenmek için ona gelir, ondan (din) ahkâmını öğrenirlerdi. İşte bu
başpapaz hikâye etti ki: Mevlana bir gün bir dağın eteğinde bulunan bu Deyr-i
Eflatun’a gelmişti. Soğuk su çıkan mağaranın dibine kadar gitti, ben de
mağaranın dışında durmuş, ne olacak diye bakıyordum Mevlana yedi gün yedi gece
o soğuk su içerisinde oturdu. Ondan sonra kendinden geçmiş bir halde dışarı
çıkıp yola koyuldu. Gerçekten onun mübarek vücudunda hiçbir değişiklik
olmamıştı. Bu rahip yeminler ederek: “İsa’nın sıfatı hakkında okuduğum, İbrahim
ve Musa’nın kitaplarında (su hu i) mütalaa ettiğim ve geçmiş tarihlerde
peygamberlerin nefis terbiyelerinin büyüklüğüne dair gördüğüm şeylerin hepsi
Mevlana’da fazlasıyla vardır” dedi.
Bu
keşişlerin tanık olduğu olağanüstü belirtiler Mevlana’yı “Hıristiyanlaştırnıalarına”
ve onu Hıristiyan geleneğinin uzantısı olan bir ermişe dönüştürmelerine yol
açar.
Arkadaşların hakikati bilenlerinden
nakledilmiştir ki: Deyr-ı Eflatun manastırında birçok tenleri bilen yaşlı,
hakim bir rahip vardı. Arkadaşlar gezmek için oraya her geldiklerinde, bu rahip
onlara türlü hizmetlerde bulunur ve çok itikat gösterirdi. Çelebi Arifi de çok
severdi. Bir gün arkadaşlar: “Sen Mevlana’yı nasıl gördün ve nasıl bildin?”
diyerek ondan bu itikadının sebebini sordular. Rahip dedi ki: Siz onun kim
olduğunu ne biliyorsunuz? Ben ondan hadsiz kerametler, birçok mucizeler görmüş
ve onun candan bir kulu olmuşum. Geçmiş peygamberlerin hayatlarını Incil’de ve
onların kitaplarında okumuştum. Hepsini onun mübarek zâtında müşahede ettim ve
onun hakikatine iman getirmişim. Yine bir gün burayı şereflendirmişti. Kırk
güne yakın bir hücrede halvet etti. Halvetten çıktığı vakit, onun mübarek
eteğini tuttum ve: “Yüce Tanrı Kur’an-ı Mecid’de ‘Sonra onlardan Cehennem’e
girmeye layık olanları biz daha iyi biliriz’ buyurmuştur. Madem ki hepsinin
gidişi ateş olacak, o halde İslam dininin bizim dinden üstünlüğü nedir ve bu
nasıl olacak?” dedim. Mevlana hiçbir şey söylemedi. Bir an sonra işaret edip
şehire doğru yola koyuldu Ben de o ulu kişinin arkasından yavaş yavaş
gidiyordum. Mevlana birdenbire şehrin kenarında bulunan bir fırına girdi.
Fırıncılar fırını kızdırmışlardı. Benim siyah, ince ipek elbisemi aldı, kendi
ferecesine sarıp fırına attı. Başını önüne eğerek bir müddet bir köşede
oturdu. Büyük bir dumanın çıktığını gördüm. Kimsede söz söylemek mecali yoktu.
Ondan sonra Mevlana: “Bak !” diye buyurdu. Baktım, fırıncının mübarek fereceyi
dışarı çıkarıp Mevlana hazretlerine giydirdiğini gördüm. Perece tertemiz
olmuştu. Benim ipek elbisem ise tamanıiyle yanmıştı. Mevlana: “Biz böyle
gireriz, siz de böyle girersiniz” buyurdu. Bunun üzerine derhal baş koyup mürid
oldum.[27]
Birlikte
girilen halvetler, Hıristiyanın kendi inancına bağlı kalarak mürşidi saydığı
Müslümanın mesajını kabul etmesi gibi davranışlar Islam-Hıristiyan
bağdaştırmacılığı yönünde yol alındığını gösteriyordu. Anadolu toplumu,
Eflakî’ye göre Konstantinopolis’ten Kilikya’ya kadar müridleri olan Mevlana ya
da Deyr-i Eflatun’un başpapazı gibi sözü dinlenen kişilerin örneğinden
derinlemesine etkilenmekten geri kalamazdı.
Her
iki din için de kabul edilebilir bir felsefi soyutlama olan Deyr-i Eflatun adı
bile, karma bir kültür merkezinde bir Islam-Hıristiyan ortak yaşamı yaratma
arzusunun bir belirtisi olabilir. Manastır, cemaatler arası bir buluşma yeri
olma özelliğini geçen yüzyıla, yani oldukça geç bir döneme kadar korumuştur:
19. yüzyılda manastır duvarları içinde üç kilise ile Müslümanlar tarafından
inşa edilen bir cami bulunuyordu. Cami, Mevlana’nın oğlunu kurtaran manastırın
koruyucu ermişi Aziz Khariton’a teşekkür etmek maksadıyla, yerel Hıristiyan
geleneğine uyan Müslümanlar tarafından inşa edilmişti; Mevlevi şeyhi yılda bir
geceyi bu camide dua ederek geçirirdi. Böyle bir kalıcılık 13. yüzyılda
Mevlana’nın etkisiyle Konya’da kök salan cemaatler arası göreli uyum
anlayışının, ister Hıristiyan ister Müslüman olsunlar, Rum ülkesi sakinlerinin
zihniyetine derinlemesine işlediğini gösterir.[28]
Eflakî’nin
anlattığına göre Mevlana’nın cenaze töreni bağdaştırmacılık yolunda çok
ilerlemiş bir toplum manzarası sergilemektedir. Selçuklu toplumunu oluşturan
grupların hepsi Mevlana’nın müridleri olduklarını ileri sürmektedir ve her biri
onun anısını yüceltmek isteğindedir. Bu metinde, herkes tarafından paylaşılan
saygı, din farklılıklarının ötesine geçmiş görünmekte ve gerçek bir Anadolu
cemaatinin oluştuğu izlenimini uyandırmaktadır.
Sonra cenazeyi dışarı
çıkardılar. Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve
çocuklar da orada idiler. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes
ağlıyordu. Erkekler çıplaktılar, feryad ederek, elbiselerini yırtarak
gidiyorlardı. Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, ibiklerden, vb bütün
milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi
âdetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan,
Incil’den âyetler okuyor ve hepsi de feryat ediyordu. Müslümanlar sopa ve kılıçla
bunları savamıyorlardı. Fakat bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık
oldu. Bu haber büyük sultana, Sahibe ve Pervane’ye erişti. Bunun üzerine onlar
da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara: “Bu olayın sizinle ne
ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız ve muktedamızdır”
dediler. Onlar da: “Biz Musa’nın, Isa’nın ve bürün peygamberlerin hakikatini
onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun
peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar Mevlana’yı
nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve
İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar
misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur: Yetmiş
iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir
neyiz. Mevlana hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette
bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun
nuruyla aydınlanır” dediler. Bir Rum keşişi de: “Mevlana ekmek gibidir. Hiç
kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?
Siz onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?” dedi. Bunun üzerine büyükler susup
hiçbir şey söylemediler.[29]
Hıristiyanların
ve Yahudilerin bu tepkilerinde bağdaştırman zihniyet açıkça görülmektedir,
Mevlana “onların Musa’sı” ya da “onların İsa’sı” olmuştur; ihtida etmek bir
yana, Yahudi-Hıristiyan dünyası yeni peygamberi kendi geleneklerine katmıştır.
Yabancı unsurları özümleme yöntemine ileriki tarihlerde daha da sık
rastlanacaktır. Ayrıca gayrimüslimlerin Mevlana kültünü haklı göstermek için
ileri sürdükleri gerekçeyi de belirtmek gerekir. Mevlana’nın müridleri
olduklarım ileri sürmelerine izin veren unsur, onun öğretisinin evrenselci
yönüdür ve Mevlana’dan yaptıkları alıntı, safilerin dinlerüstü ideolojisinin
yerel halklar açısından çekiciliğinin tipik bir örneğidir. Mevlana’nın sık sık
ileri sürdüğü gibi, dinlerin amaçları tek ise, koşullar gerekli kılıyorsa
yabancı bir mürşidi benimsemek bir çelişki değildir. Böylece artık geriye dönüş
imkânı bırakmayan Müslüman fethi koşullarında, Mevlana’nın çoğu zaman karma
bir dinleyici kitlesi karşısında açıkladığı mistik evrenselciliğin
Hıristiyanların görüşleri üzerinde nasıl bir etki yaptığı anlaşılır.
Yollar çeşit çeşit olsa da,
hedef birdir. Kabe’ye giden birçok yol olduğunu görmüyor musunuz? Kimilerine
göre yol Rûm’dan, kimilerine göre Suriye’den, kimilerine göreyse Acem’den,
Çin’den, Hind ya da Yemen denizinden geçer. Onun için eğer yollara bakarsanız
çeşitlilik büyük, ayrılıklar sonsuzdur. Ama hedefe baktığınızda, onlar uyum
içinde ve tektir ... Sonunda Kabe’ye ulaştıklarında, yollar konusundaki bu
kavganın, bu savaşın, bu çeşitliliğin -biri ötekine: “Sen günah işliyorsun,
kâfirsin” der ve öteki de aynı şekilde cevap verir sadece yollara ilişkin
olduğunu ve hedeflerinin bir olduğunu anlarlar.[30]
Böylece
13. yüzyılda Anadolu’da oluşan ilk yerleşik Türk toplumu, Selçukluların
siyasal ve kültürel etkisi altında, çeşitli öğeleri özgün bir sentez içinde
bileştirmeyi başarmış bir dünya görünümünü vermektedir. Mevlana’nın güçlü
kişiliğinde odaklanan bu bağdaştırman zihniyet tarikatın kurucusunun oğlu
Sultan Veled ve torunu Arif Çelebi tarafından devralınmış ve büyük ölçüde yayılmıştır.
Bu iki kişi Hıristiyanlar ile Müslümanların sıkı bağlar içinde olduğu bir aile
ortamında yetişmişti. Sultan Veled’in sütannesinin adı Kiramana
Hatun’dur (Yunancada, yaşlı ana); bu da kadının Yunan asıllı olduğunun
belirtisi olabilir ve Eflakî ilginç bir şekilde Mevlana’nın öz kızının adının Efendipula
olduğunu belirtir. Mevlana’nın soyundan gelenler onun Hıristiyanlara karşı
hoşgörülü tavrına öykündüler ve uç beylerinin üzerinde giderek artan bir etki
yaratarak yeni fethedilen halklara nasıl davranılması gerektiği konusunda kendi
anlayışlarını aşıladılar. Hıristiyan taralında da, Mevlana’nın ilk gayrimüslim
müridlerinin benimsediği bağdaştırmadık meyvelerini vermiş, Orta Anadolu’da
geliştikten sonra Türk ordularının peşinde bütün yarımadaya yayılmıştır. 15.
yüzyılda Alman seyyah Schiltberger, Hıristiyanların Mevlana’nın mürşidi Şemseddin
Tebrizî’ye kendi ulu kişilerinden biri gibi saygı gösterdiklerine işaret eder:
Mezarı Konya adında bir şehirde
bulunan Aziz Schcnisis, önceleri kâfir bir din adamıydı; sonra gizlice
vaftiz edildi. Eceli geldiğinde Tanrı’nın bedenini bir elmada aldı.[31]
Böylece
Selçuklu toplumu, Müslüman bir devlete, komşu İslam yöne ficilerinin gözünden
kaçmayan Anadolu’ya özgü bir nitelik kazandırmayı başaran bağdaştırmacı bir
deneyimin öncüsü olmuştur.
Çevrede, acaba Selçuklular
pagan, meclisi ya da gebr mi oldular diye soruluyordu. Mümin bir müslüman olan
Halep emiri Nureddin Zengî, II. Kılıç Arslan’ın gerçek bir mümin olduğuna
inanmadığı için onun, elçisinin önünde kelime-i şahadet getirmesini şart
koşmuştu.[32]
3 HACI BEKTAŞ VE YUNUS EMRE: TÜRKÇE EVRENSELCİLİK
Mevlana
13. yüzyılda Anadolu’da mistik ve şiirsel bir evrenselciliğin oluşmasında temel
bir rol oynamakla birlikte, Mevlevîlikle bağıntılı oldukları halde sonradan
kendilerine özgü bir evrim, gelişme ve etkileri olan diğer özgül akımları da
göz ardı etmemek gerekir.
Orta
Asya’nın Şaman ve aşiret gelenekleri ile tasavvuf anlayışını özgün bir sentez
halinde kaynaştıran özerk bir tasavvuf akımı da, tarihsel çerçevesi iyi belirlenmemiş
bir şahsiyete, Hacı Bektaş Veli’ye bağlanan harekettir. Bu topluluk,
bağdaştırmacı ve evrenselci düşüncelerini bütün Osmanlı dönemi boyunca halk
arasında Mevlevîlerden çok daha geniş çapta yay mayı başarmıştır.
Evrenselci
tınıları olan ve şiirsel biçimdeki Anadolu mistik aşk anlayışının
oluşturulmasında seçkin bir yeri olan diğer bir şahsiyet, Yunus Emre, Anadolu
Müslümanları’na en yakın gelen dilde, Türkçe yazdığı için büyük bir dinleyici
kitlesine ulaşmıştır.
Etkileri
ne kadar kalıcıysa, haklarında yazılmış menakıbnameler de o denli belirsiz olan
ve geleneksel olarak Mevlana ile aralarında bağlantı kurulan bu iki şahsiyete
kısaca değinmek yerinde olacaktır.
A)
Hacı
Bektaş, Hıristiyanlar ve Bağdaştırmacılık
Hacı
Bektaş’tan kaynaklanan hareket çok yaygın bir kitleye ulaşmış, çok geniş bir
toplumsal yelpazede yankı bulmuş ve faaliyetlerinin bir bölümünü özellikle
gayrimüslimlerle temaslara ayırmıştır.
Bir
15. yüzyıl yapıtı olan Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş ta anlatıldığı şekliyle,
Bektaşî hareketinin kökenleri ve kurucusunun hayatı efsanelerle iç içe
geçmiştir. Ancak bu eserde, ortaçağda Türkmen Anadolusu’nun toplumsal-dinsel
mayalanmasını kavramak isteyenlere yararlı olacak tarihsel bir zemin ortaya
konmaktadır. Hacı Bektaş ile zamanının bütün dinsel, mistik ve toplumsal
hareketleri arasındaki ilişkilerin belirlenmesi oldukça güç, hatta kronolojik
açıdan imkânsız olmasına rağmen, bu eserde böyle bir bağlantı kurulması
anlamlıdır.
13.
yüzyılda Horasan’dan gelerek Anadolu’ya yerleştiği anlatılan Hacı Bektaş,
Gölpınarlı’ya göre, 1248’den 1270 71’e kadar esas olarak Sulucakarahöyük’te
(bugün Kırşehir yakınında Hacıbektaş) yaşadı. Efsaneye göre buraya, Orta
Asya’nın Şaman geleneklerinde sıkça görülen bir dönüşümle, güvercin donunda
gelmişti. Velinin hayat hikâyesi ve onu sahiplenen tarikatın gelenekleri Orta
Asya’nın izlerini taşımaktadır. Örtülü olmayan kadınların tarikat ayinlerine
katılmaları, esrime amaçlı semâ, bazı hayvanların kurban edilmesi, insanların
kuşa dönüşmesi ve tarikat üyelerinin belirgin nitelikleri olan çok uzun
bıyıkların kökeninde Şamanlık yatmaktadır.
Yandaşlarının
ona atfettikleri silsile, Peygamber’e ve Hz. Ali’ye kadar uzanıyordu. Vilâyetnâmeye
göre Nişapur emirinin oğluydu ve mistik eğilimine uyarak tahttan feragat
etmişti, bu anlatılanlar Buda’nın hayatıyla da koşutluk gösterir. Büyük sufı
Ahmed Yesevî (öl. 1166-67) ile arasında kurulan bağlantı Yesevî’nin
müridlerinin Horasan’da etkin olduklarını ve Hacı Bektaş’ın onların öğretisini
izlediğini gösterir. Ahmed Yesevî’nin Anadolu ile bağlantı kurmamış olmasına ve
kronolojik tutarsızlıklara rağmen, Bektaşî inanışına göre, Haydar adıyla da
bilinen Hoca Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektaş ile birlikte Kayseri’ye geldiği
rivayet edilir. Yine bu rivayete göre, Ahmed Yesevî orada Mene adında
Hıristiyan bir kadınla evlenmiş ve sonra Hacı Bektaş ve Ahmed Yesevî
inançlarının oluştuğu Haydar es-Sultan’a yerleşmiştir.[33]
13.
yüzyılın Türkmen Anadolusu’nda Hacı Bektaş çoğu zaman toplumsal-dinsel içerikli
Babaî hareketiyle sıkı ilişki içinde gösterilir, ancak onları bir araya getiren
kesin bağları tanımlamak zordur. Aşıkpaşazade’ye ve Elvan Çelebi’ye bakılırsa
Bektaş, Baba İlyas’ın çevresindendi ve sonradan ikisinden kaynaklanan çevreler
birbirlerine çok yakınlaştı. Bu da, Bektaşî hareketinin başından beri
aralarında büyük bir dinleyici kitlesi bulacağı kırsal kesimde ve aşiret
ortamında etkili olduğunu gösterir. Örneğin 1526-27 Türkmen ayaklanmasını[34] Hacı
Bektaş soyundan gelen bir kişi yönetmiştir. Hacı Bektaş’ın müridlerinin
Anadolu’daki kırsal katmanlar ve göçerler üzerinde etkili olması, kentlerde
geniş bir kitle bulamadığı anlamına gelmez. Vilâyetnâme Anadolu Ahi
loncalarının ve Türk Fütüvveti’nin piri olan Ahi Evran’ın Hacı Bektaş’ın yakın
dostu olduğunu ileri sürer. Rivayete göre Ahi Evran şöyle yazmıştır: “Ben
kimin şeyhiysem, Hacı Bektaş da onun şeyhidir.” Eflakî’ye göre, Hacı Bektaş’ın
nüfuzu kentlerde Mevlana’nın nüfuzuyla rekabet edebilmektedir. Diğer yandan
Hacı Bektaş’ın gazilerin piri sayılması, onun 14. yüzyıl ortasında Yeniçeri ocağını
kurduğu gibi anakronik bir efsanenin nasıl doğduğunu da açıklar. Bilindiği
gibi Yeniçerilere “Hacı Bektaş oğulları” adı verilir, ağaları ise “Bektaşî
ağasıdır” (ağayân-i Bektayîyân).[35]
Kendisiyle
ilgili rivayetlerde Hacı Bektaş, çok çeşitli unsurların aynı ad altında
toplandığı bir tür kahraman görünümündedir. Bu saygın kişinin çevresinde yer
alan ve haklı ya da haksız olarak onu sahiplenen çok değişken topluluklar
(dönemlere ve söz konusu toplulukların yaygınlığına göre), Alevi, Kızılbaş,
Tahtacı, vb adlarını almıştır, ancak bu adların hiçbiri asla Bektaşî sözcüğü
ile tam eşanlamlı değildir. Bektaşî terimi sadece, 16. yüzyıla kadar anarşik
olan bir silsileyi kurallara bağlamaya ve onu sıkıca yapılanmış bir örgüt
haline getirmeye çalışan Balım Sultan’ın kurduğu tarikat için meşru bir şekilde
kullanılabilir. Bunun da ötesinde, Hacı Bektaş’ın müridleri, pirleriyle çağdaş
olsun olmasın, bütün ünlü Müslüman mutasavvıfları kendilerine mal etme gibi
bağdaştırman bir eğilimin etkisiyle Bektaşî adının çok geniş bir manevi kabul
görmesine katkıda bulundular. Bu anlamda, bu alandaki herhangi bir adlandırma
hiçbir zaman bir diğerini dışlar nitelikte değildir. Bu adlar tam anlamıyla
özdeşleşmeden bir araya gelebilir. Hacı Bektaş’tan kaynaklanan düşünce akımıyla
ilgilenenler Türk Şiiliği, ya da Bektaşî fıkraları gibi çok farklı olgulardan
söz etme durumunda kalabilir. Bektaşî düşüncesi[36]
başlığı altında incelenmesi söz konusu olan, tarihi bir gerçek olan tarikatın
rolü dışında, Türk dünyasındaki çok genelleştirilmiş bütün bir evrenselci
zihniyet ve bağdaştırmacı görüş açısıdır.
Katı
dogmatik sınırları olmayan geniş Alevi-Bektaşî manevi ailesi, tarihsel
değişimler sonucunda oldukça erken bir tarihte gayrimüslim halklarla,
özellikle de Hıristiyanlarla temas içine girmiş ve esnek heterodoksluğu
sayesinde İslam’ın dışındaki birçok unsuru kabullenmeye iyice hazırlanmıştı.
Olan şuydu: Türklerin, gazi dervişlerin de katıldığı, Anadolu’daki ilerleyişi
sırasında, sufi topluluklar sistemli olarak Bizans sınırlarındaki uç
beyliklerine yerleşiyor ve bu topraklar fethedildikten sonra zaviyeler kurarak
buralardan hareketle yöreyi şenlendiriyor ve öğretilerini yerleşik yerli nüfus
arasında olduğu gibi, Türkmen aşiretleri arasında da yayıyorlardı. Vilayetname’nin
Hacı Bektaş ve ilk müridleri hakkında aktardığı olgular, 14. ve 15.
yüzyıllarda yoğun bir din yayma etkinliği yürütüldüğü konusunda bilgi verir.
Ancak
bu, kendine özgü, resmi İslam’ın sınırlarının oldukça dışında bir din yayma
anlayışıdır ve amacı, harekete yalnızca kâfirleri değil “sıradan” Müslümanları
da katmak, onları katı Ortodoks İslam’ın reddedeceği dış etkileri özümlemeyi
kabul eden bir tarikatın mensubu yapmaktır. Vilayetname’de, Müslümanları
kendi yoluna “ihtida ettiren” bir Bektaş çıkar karşımıza ve bu hareketin
ortodoks İslam dışına çıkma eğilimini gösterir. Böylece, bölgede kol gezen
eşkıyanın yanı sıra bir Germiyan beyi ile ordusunu da kendi yanına çeker.
Ayrıca Bektaş ve müridleri, Vilayetname’nin birçok bölümünde
belirtildiği gibi, Anadolu’ya yerleşmiş olmakla birlikte İslâmlaşmamış olan
Orta Asya kökenli aşiretlerin de din değiştirmesinde büyük rol oynar; ilerki
dönemlerde Bektaşîleri aşiret ve göçer dünyasına bağlamaya devam eden yakınlık
da bu olguyu doğrular. Ancak burada bizi özellikle ilgilendiren, ilk Bektaşîler
ile Hıristiyan nüfusun temasa girmelerini konu alan rivayetlerdir. Bu ilk
temaslar doktrin alanındaki olası etkilenmeleri ve sonradan gerçekleşecek olan
karşılıklı çekimi daha iyi anlamamızı sağlar. Bektaşî hareketi başlangıcından
itibaren “Hıristiyan meseleleri”nde uzmanlaşmış gibidir.
Vilayetname’de.,
Hacı Bektaş’ın Kapadokya’daki Kum köyü Sineson’da yaşayan Hıristiyanlara yardım
etmek için bir mucize gerçekleştirdiği anlatılır:
Hünkâr, Kayseri’den Ürgüp’e
gelirken yolda, Sineson adlı bir Hıristiyan kö yüne ulaştı. Hıristiyanlar,
çavdar ekmeği pişirmişlerdi. İçlerinden bir kadın başına bir tekne almış,
ekmek götürmedeydi. Hünkârı görünce hemen tekneyi başından indirdi; derviş
dedi, lütfet, bir parça al ye; bizim yerimizde buğday bitmez, ayıplama.
Hünkâr, bu sözü duyunca,
bereketli olsun, çavdar ekin, buğday biçin; küçük hamur yapın, büyük somun
alın dedi. Şimdi hâlâ o köyde çavdar ekerler, buğday biçerler. Küçük hamurlar
yapıp fırına atarlar, büyük somun çıkarırlar. Buğday ekerlerse çavdar olur,
fakat çavdar ekince buğday biçerler. Gene bu yüzden o köydeki Hıristiyanlar,
Hünkâr’ın oturduğu makamı ziyaret ederler, her yıl toplanıp gelirler,
kurbanlar, adaklar getirip şenlik ederler.
Bu
rivayetin içinde Sineson’daki bir Bektaşî etkinliğinin anısı gizli gibidir; bu
etkinlik, fethedilmiş bölgelerde kurulan zaviyelerde sık sık işgücü olarak
kullanılan Hıristiyan cemaatlere tarikatın maddi yardımı şeklini almıştır.
Köydeki Rumların Hünkâr’a gösterdikleri saygıyı gözler önüne sermeyi amaçlayan
bu rivayette, mucizenin Hıristiyan köylüler arasında yol açabileceği ihtidadan
hiç söz edilmemesi dikkat çekicidir. Gerçekten de 1905 kadar geç bir dönemde,
Sineson halkının dörtte üçü hâlâ Hıristivandı. Ancak bu, Hacı Bektaş’ı bir aziz
olarak görmelerini ve türbesini ziyaret etmelerini engellemez. Vital Cuinet,
Hacı Bektaş tekkesinin 19. yüzyıl sonunda Hıristiyanlar tarafından hâlâ ziyaret
edildiğini aktarır:
. (onlar) yerli Hıristiyanların
aziz Haralambos ile özdeşleştirdikleri Hacı Bektaş Vcli’nin türbesini her gün
ziyarete gelirler. Bu inanç doğrultusunda türbeye girerken Hıristiyan
ziyaretçiler haç çıkarır, Müslüman hacılar ise bitişikteki camide namaz kılar.
Her iki taraf da aynı şekilde iyi karşılanır.[37]
Ekonomik
bağlara, ritüellerde bağdaştırmacılığa ve Hıristiyanlar ile Bektaşîler
arasındaki mistik temasa Vilâyetnâme'nin başka bir bölümü de tanıklık
eder: Hacı Bektaş’ın gizli müridi olup, “İslam ülkesinin öte yanındaki bir
memlekette” yaşayan bir keşişin buğdaya ihtiyacı olur, çünkü kıtlık hüküm
sürmektedir. Onun bu sıkıntısı Hacı Bektaş’a malum olur ve müridlerinden
biriyle keşişe buğday gönderir. Keşiş geleni yürekten karşılar. Sonra müridi
gizli bir odaya götürür, orada keşiş elbiselerini soyunur, elifi tacı başına
koyar, derviş abasını giyinir ve dervişle beraber namaza durur. Kendisinin de
Hünkâr’ın dervişi olduğunu söyler; sonra yeniden keşiş elbisesini giyer.[38]
Bu
rivayet birçok noktayı açıklığa kavuşturur. Anadolu’daki Türk yayılmasının
mızrakbaşı olan Bektaşîler türündeki dervişler, daha askeri fe tih başlamadan
önce, mutasavvıfların yaydığı mistik evrenselciliğin çekiciliğine kapılan
Hıristiyan yandaşlar kazanabilmişlerdir. Diğer taraftan bağdaştırmacı zihniyet,
birçok ritüelin, hatta kimi zaman karma ibadethane lerde, fütursuzca yan yana
gelmesi şeklinde açıkça betimlenmiştir. Bu dinsel uygulamalar, yerel dinin
terk edilmesini zorunlu kılmayan ve daha çok yerel geleneğin mistik
tamamlayıcısı ve içsel derinleşmesi olarak görülen manevi bir ideolojinin
Hıristiyan ortamında başarı kazanmasına katkıda bulundu. Hacı Bektaş’ın ve
müridlerinin Hıristiyan toprağındaki yoğun etkinliğine Vilâyetnâme sık
sık tanıklık etmektedir: Erenler, Simavnalı Şeyh Bedreddin’in de ilerde
yapacağı gibi, bir Frengistan adasındaki keşişi ziyaret eder. Evliyanın
türbesini bir Hıristiyan inşa eder. Müridi Haydar, Hıristiyan bir kadınla
evlenir. Başka bir müridi Karaca Ahmed Balkanlar’da büyük saygı görecektir.
Sarı İsmail tekkeye dönüştürdüğü Tavas kilisesine yerleşir ve İsa suretinde
görünerek kent halkını ihtida ettirir. Resul Baba da Altıntaş ve Hisarcık’taki
Hıristiyanları benzeri bir dönüşümün sonucunda kazanır.
Hıristiyan-Bektaşî
ilişkileri Osmanlı döneminde gelişecek ve tarikat mensupları gayrimüslimlerle
yakın bağlar kuracaktır; amaçları arasında onları İslam’a döndürmek kuşkusuz
vardır ama, çoğu zaman İslam’a şeklen bağlanmayı zorunlu kılmadan dinlerüstü
bir anlayışla mistik temaslara öncelik verirler. Bu duruma imparatorluğun son
dönemlerine kadar gayrimüslim kaynaklar tanıklık etmektedir: Bektaşîler karma
ibadet yerlerini, ritüellerin birbirine karışmasını destekler; saflarına
Hıristiyanları kabul ederler, rahiplerle düzenli temas halindedirler ve kimi
zaman açıkça evrenselci nitelik taşıyan tüzükler hazırlarlar. Örneğin tarikatın
bir kuralına göre: “Gerçek Bektaşî hangi dinden olursa olsun her insana saygı
gösterir, onu sevgili kardeşi sayar. Hiçbir dini reddetmez, hepsine saygı
gösterir. Hiçbir kutsal kitabı, ahirete ilişkin hiçbir öğretiyi mahkûm etmez”.
Bu geniş görüş açısı tarikatın sık sık eski ve saygın şahsiyetleri kendinden
saymasına neden olmuştur; bu şahsiyetler Aya Yorgi’den halk tarafından çok
sevilen ozan Yunus Emre gibi en ünlü Türk mutasavvıflarına kadar uzanan geniş
bir yelpaze oluşturur. Burada Yunus Emre’den söz etmemiz gerekir, çünkü
şiirsel ve mistik etkisiyle Anadolu ve Türk dünyasında stıfıliğin evrenselci
eğilimlerinin halka mal olmasına katkıda bulunmuştur.[39]
Büyük
Türk ozanın kişiliğinde bize en ilginç görünen yön, zamanın bütün mistik-şiirsel
akımlarını özümlemiş olmasıdır. Önemli olan onun şu ya da bu akıma şeklen sıkı
sıkıya bağlı olduğunun saptanması değildir (zaten tarihsel açıdan bunu
belirlemek oldukça güçtür); önemli olan, Bektaşîlerin, Mevlevîlerin ve Anadolu
Türk halkının kendilerini bulduğu bu mütevazı saz şairinin, erken ortaçağdan
itibaren Anadolu insanına damgasını vuran bir ruh halini, hayat karşısında
alınan tavrı, mistik bir boyutu ve manevi bir açılımı şahsında temsil
etmesidir. Yapıtlarında özellikle Attar’ın (1119-1193) ya da İbnü’l-Fârid’in
(1182-1235) işlediği eski İran ve Arap temalarını yeniden ele almış, 12.
yüzyılın büyük mutasavvıfı Ahmed Ycsevî’den gelen Orta Asya geleneğinin ve
Mevlana’nın da etkisinde kalmış olsa da, Yunus Emre bu katkıları bir
türdeşlikte buluşturmuş ve özgün bir üslup oluşturmayı başarmıştır. Ozan
böylece Osmanlı döneminden günümüze kadar azalmadan gelen bir ün kazanmasını
sağlayan yeni bir Türk ve Anadolu şiirsel harmanını gerçekleştirmiştir. Gezgin
derviş Yunus’un işlediği temalar, Selçuklu döneminin sonunda Anadolu
sufılerinin zihniyetindeki belirli bir evrenselcilik anlayışına tanıklık
etmektedir.[40]
Öncelikle,
Osmanlı döneminde büyük ölçüde gelişecek olan Melamî tarzı bir antikonformizm
söz konusudur; işin özü, İslam’ın cevaz vermediği davranışlara mistik bir
anlam yükleyerek onları övmektir. Bu yöntemin amacı yasak olan bir hareketi,
çoğu zaman dünyevi yaşam ve sosyal konformizm izlerini taşıyan basit dış
uygulamaların (ibadetlerin) üzerinde, bir kutsama aracına dönüştüren içsel
(batini) dinin üstünlüğünü ilan etmektir. Böylece şarap kullanımı ya da musiki
mistik sarhoşluğa dönüşür, meyhane Allah’ın sakisi olduğu kâinatı simgeler: “Ben
oruç namaz içün süci içdüm esridüm / Tesbih u seccadeyçün dinledüm eşte kopuz”
der Yunus şiirlerinde. Allah’a seslenir ve onun aşk şarabından içmek istediğini
ifade eder. Kendisini her şeyden önce Emre ya da Âşık olarak gören Yıınus’ta
Aşk kavramı her şeyin merkezinde, bütün engellerin üzerindedir; gerçek mümin
Kıyamet’in ve Cehennem’in eziyetlerine inanmaz, “bakkal gibi” terazisinde günah
tartan bir Allah istemez o. “Aşk dini” aynı zamanda ve özellikle ibadet
farklılıklarını aşar ve Yunus dinlerüstü inancını gür bir sesle ilan eder:
“Bütün dinler bizim için makbuldür”. Samimi Aşık kendini herhangi bir ibadet
yerinde rahat hissedebilir, çünkü o yerin her köşesinde ve her zaman cananını
bulabilir: “Bir dem varur mescidlere yüz sürer anda yirleri / Bir dem varur
deyre girer Incil okur ruhban olur”.
Bu
tavır gayrimüslimlere karşı çok açık bir yaklaşım doğurur: “Biz kimseye kin
tutmasız / Ağyar dahi dosttur bize”. Yunus’a göre sufı hangi ibadeti isterse
edebilir, çünkü gerçek mümin bu ibadet aracılığıyla Yaradan nezdinde geçerli
tek ibadete her zaman ulaşır. Derviş, mistik bir Pıoteus gibi şekillere ve
zahiri kanaatlere önem vermez:
Gökyüzünde Isa ile Tur dağında
Musa ile
Elindeki asa ile çağırayım
Mevlâm seni.
Derdi öküş Eyyub ile gözü yaşlı
Yakub ile
Ol Muhaınmed Mahbub ile
çağırayım Mevlâm seni.[41]
13.
yüzyılda Anadolu’da hızla çoğalan gezici dervişlerin bu evrensclci tavrı halka
olduğu gibi seçkinlere de yansıyacaktır. Dinsel bağdaştırmacılığa ivme
kazandıran bu tavır Anadolulu olmayan Müslüman ya da Hıristiyan gözlemciler
tarafından çoğu zaman şaşkınlıkla karşılanmış, şu ya da bu Selçuklu
hükümdarının ya da Türkmen beyinin bağdaştırman uygulamaları ya da aşırı
hoşgörüleri nedeniyle dinsel kimliklerinin çok belirsiz kalmış olması onların
sık sık kâfirlikle, kuşkuculukla hatta mülhidlikle suçlanmasına yol açmıştır.[42]
4 RUM ÜLKESİNİN SUFİLERİ VE HIRİSTİYANLARI:
ORTAK KAVRAMLAR
13.
yüzyılda Anadolu toplumunu etkileyen açık tasavvufun dinler arası temasları
destekleyerek, bir yandan rakip dogmanın iç yapısının kavranmasına, diğer
yandan resmen rakip durumunda olan dinler arasında kısmi bir kavramsal ya da
metodolojik ortaklığın bilincine varılmasına yol açtığı varsayılabilir. Bu
düşünsel tavır, farklılıkları azaltıp belirli bir dinlerüstü anlayışa yol
açabilirdi.
İbn
Arabî ve müridlerinin İsa’nın ikili bir doğaya sahip oluşu, Teslis ya da tasvir
tapına dogmasının varoluş nedenini soğukkanlılıkla açıkladıklarını, hatta bunu
Hıristiyan bağlamında doğru kabul ettiklerini görmüştük. Bazı aşın uçlar
İslamiyet-Hıristiyanlık tartışmalarında İsa’nın Tanrı olduğunu bile kabul
etmişlerdir. Mevlana’nın ibadette musiki ve raksın merkezi önemi üzerinde bu
kadar ısrarla durmasının bir nedeni de, kendisinin de ifade ettiği gibi,
Anadolu ahalisinin bu tür duyulara hitap eden gösterilere bağlılığını
bilmesidir. Anadolu’da geç dönemlere kadar varlıklarını koruyan ve “raksçı” (Khorentes)
adı verilen Messalien’leri[43]
düşünmeden edemiyor insan. Ayrıca, İbrani kökenli bir tür danslı dua geleneği
de geliyor akla (Yahudilerin kutsal yasa levhalarını sakladıkları sandık önünde
dans eden Davud). Bu geleneğin izlerine eski Hıristiyanlıkta, özellikle Etiyopya
geleneğinde hatta Bizans menşeli Hıristiyanlıkta da rastlanır. Neyin
Mevlevîlerin manevi simgeciliğinde olduğu gibi, “Kuhü’l-Kudüs’ün Flütü”[44] gibi
tanımların kullanıldığı doğu Hıristiyanlığında da önemli bir yeri olduğunu
biliyoruz.
Modern
gözlemci için 13. yüzyılda Hıristiyanlar ve Müslümanlar, hem halk ibadeti
alanında, hem de mistiklerin ibadet yöntemlerinde ya da ilahiyatçıların
kavramlarında birçok temel eğilimi paylaşır gibidir. Örneğin batıda Aziz
Franccsco’nun gayretiyle gelişen Isa’nın doğuşu kültü gibi, Eyyubîlerin
kurumlaştırdığı ve daha sonra Süleyman Çelebi tarafından Türkçe yazılıp halk
arasında yaygınlık kazanan Peygamber’in doğumu hakkındaki mevlidler 13.
yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Bizans tanrıbilimcilcrinin çok önem
verdiği akıl yürütme yöntemi apophatiqua, Mevlana’nin yabancısı
değildir. Hıristiyanlarda Lorns konusunda görülen gelişmeler, İbn
Arabi’nin Muhammed’in şahsı konusundaki bazı nazariyelerini bir bakıma
hatırlatır gibidir; aynı şekilde Endülüslü sufinin geliştirdiği
“ŞeceretüTkavm” temasının, İskenderiyeli Klemes örneğinde görüldüğü gibi,
Hıristiyan dünyasında da karşılıkları vardır.[45]
Uzmanların
ifade ettiğine göre, keramet ve ^pıOLiara [karismata] sözcükleri arasında bir
akrabalık vardır; kısa ve coşkulu dualar, sufi zikirleri ve Hesykhiacıltırhn
“monologia”ları gibi özgün Müslüman ve Hıristiyan yöntemler arasında, mistik
ifade tarzları, teknik sözcük dağarcıkları ve metodolojiler açısından çarpıcı
benzerlikler görülmektedir.[46]
Ağır
ağır ilerleyen toplu bir olgunlaşmanın sonucunda ve güçlü mistik şahsiyetlerin
etkisiyle, 1000 yılından sonra Anadolu’da iki dinsel grup, Bizanslılar ve
Ernıenilerden oluşan Hıristiyan grup ile Türklerin baskın olduğu Müslüman grup
tek bir coğrafyayı paylaşmakla yetinmek ve düşünsel bir yeterlik anlayışıyla
içlerine kapanmak yerine, Selçuklu döneminden itibaren bir karşılıklı tahlil
süreci başlatmışlar; birbirlerine ayna tutmuşlar; karşılıklı alışverişleri
içinde kimi zaman çeşitli ibadetleri kaynaştırarak yeni bir dinlerüstü düzen
kurma gibi köktenci arzular geliştirmişler ve bu süreç, sonunda gerçek bir
dinsel iç içe geçişe yol açmıştır.
15.
yüzyılın başında Simavnalı Şeyh Bedreddin’in şahsiyeti üzerinde temellenen
geniş ölçüde dinlerüstü hareketi, 13. yüzyıldan itibaren kurulan ve 14.
yüzyılda İbn Arabi’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın ya da Türkmen Babaîlerin
tilmizlerinin itici gücüyle genişleyen bu mistik zemin üzerine oturtmak
gerekir.[47]
İKİNCİ BÖLÜM
SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN (760/1358-59-819/1416)
ORTAÇAĞ OSMANLI SULTANLIĞINDA TASAVVUF VE EVRENSELCİLİK
Bedreddin ve Sakızlı papazlar: Dinde
ayrıysak nola iy sırr ı Hak / Rabbimüz birdür kamumuz abd-i Hak.[48]
Bedreddin müridi Börklüce
Mustafa’nın düşünceleri: Mezkûr köylü, Türklere
va’z ve nasâyihde bulunuyor Igönüllü yoksulluğu öğüt lüyor] ve kadınlar
müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevâşî ve arazî gibi şeylerin kâffesinin
tunumun mâl-i müştereki addedilmesini tavsiye diyor idi. Diyordu ki: “Ben
senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle
tasarruf edebilirsin.” Köylü avâm-ı halkı bu nevi sözleriyle kendi tarafına
celb ve cezb etdikten sonra Hıristiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı.[49]
Müridlerin ölümü: Börklüce’ye
tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikr-i sabitinden çeviremedi.
Mustafa, bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak
bir tahta üzerine çivilendik ten sonra büyük bir alay ile şehirde [Ayaskığ]
gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremânı Mustafa’nın gözü önünde katledildi.
Bunlar “Dede Sultan iriş!” nidalarıyla mütevekkilâne ölüme tevdi’-i nefs
ettiler.[50]
I TARİH İLE EFSANE ARASINDA: YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ GEREKEN BİR ŞAHSİYET
Ortaçağ
Anadolusu’nda yaşamış bazı sufıler üzerinde inceleme yaparken, tarihsel ve
yaşam-öyküsel boyuttan çok bu şahsiyetlerin yarattıkları mistik etki önem
kazanır: Haklarında tarihsel açıdan az şey bilinen, kendileri de az yazmış ya
da hiç yazmamış Hacı Bektaş ya da Hacı Bayram’ın durumu az çok böyledir. Bazı sufilerin
ise yapıtları, geniş kapsamları ve etkileriyle her şeyden ağır basar: Örneğin
İbn Arabi’nin, Celaleddin Rûmî’nin ya da Yunus Emre’nin durumu budur. Fusûsü’l
-Hıkem’m, Mevlana’yı göklere çıkaranların bazılarının “İkinci Kıır’an”
dedikleri Mesnevi’nin ya da Divân in önemi, bu şahsiyetlerin
kendi dönemlerinde toplum içindeki gerçek yerlerini ikinci plana itmektedir. Bu
durum, çok önemli konumlarda bulunmuş İbn Arabî ve Mevlana için de geçerlidir.
Simavnalı
Bedreddin için kesinlikle aynı şeyler söylenemez. Onu bü tün karmaşıklığı
içinde incelemek ve anlamak için, mutlaka özgün tarihsel bağlamı içerisinde
ele almak gerekir. Oynadığı siyasal rol, öğretisinden ve mistik etkisinden çok
daha kolayca kestirilebilir. Neredeyse hiç bilinmeyen yapıtlarının sistemli bir
incelemesi yapılmadığından, öğretisine ve mistik etkisine ilişkin öğeleri
anlamak kolay değildir. Yazdığı kırk dolayında yapıttan yalnızca Vâridât
incelenmiştir ve en azından doktrin bakımından, çarpıcı bir özgün niteliğe
sahip olmadığı söylenebilir. Büyük bölümü Arapça yazılmış yapıtları inceleninceye
kadar, Bedreddin siyasi tarih alanına aittir ve ona yaklaşırken, döneminin,
başına gelen ya da yol açtığı olayların ciddi bir analizi yapılmalıdır.
Üstelik Bedreddin’in isyanı, tarihçi olsun olmasın, birçok yazarın ilgisini
çekmiş olduğundan, kimi zaman biraz üstünkörü bir biçimde İslam ve Türk
tarihinde kendi türünde tek vaka olarak görülebilmiştir.[51]
“Bedreddin
vakası”nı doğru olarak değerlendirmek için İslam tarihinde ve bu vakadan
önceki dönemde Anadolu’da Simavnalı şeyhin isyanına benzer olayları ya da ilk örnekleri
mutlaka gündeme getirmek gerekir. Ayrıca olayı daha geniş bir İslami
çerçeveden kopararak, Arap-İran dünyasındaki isyancı tasavvufun tarihini ihmal
etmeye yol açacak fazla “Osmanlı merkezci” bir analize sapıp, daha işin başında
olayın mutlak özgünlüğünü öne çıkarmanın çekiciliğine kapılmadan, bu kişinin
yaşadığı çağdaki ve sonraki etkisi de değerlendirilmelidir. Aksi yönde bir
tavırla, olayın özgünlüğünü dikkate almamak ise, olayı aşırı bir şekilde
sıradanlaştırmaya, boyutlarını küçümsemeye, hatta kimi zaman tamamen yok
saymaya yol açmaktadır. Bu tür olayların Türklere özgü olması muhtemel yanının
tam bilincine varamayan, kimi zaman da bunun hiç farkında olmayan İslam
içindeki siyasi-dini heterodoks akımların tarihçileri bazen böyle bir eğilim
sergiler.
Bedreddin
Müslüman dünyasında yerleşik iktidara karşı isyan düzenleyen ne ilk ne de son
kişidir ama, ortaçağ sonunda Anadolu ve Balkan dünyasının geçirdiği
sosyopolitik kriz ile dinsel ve mistik gerilim göz önünde tutulursa, son derece
anlamlı bir örnek oluşturmaktadır. Bu durumda geniş bir tarama yapmak ve
Bedreddin olgusunun gerçek kapsamını anlamak isteniyorsa, onun özümsediği
çeşitli mirasları incelemek gerekir.
İlk
incelenmesi gereken kuşkusuz İslami mirastır. Ancak Bedreddin’de bu mirasın
birçok yüzü bulunmaktadır: Her şeyden önce o gerçek bir âlimdir, gençliğinden
beri çok yönlü bir eğitim görmüş ve fıkıh alanında uzmanlaşarak değerli bir
fıkıh âlimi olmuştur. Alim ve Ortodoks bir Müslüman olan Bedreddin, hayatının
belirli bir döneminde karşılaştığı bir mürşit sayesinde mistik aydınlanma
deneyimi geçirecektir. Bu karşılaşma, menakıbnamelerde sık sık rastlanan bir
şema uyarınca, hayatını alt üst edecek ve onu bir derviş haline getirecektir.
Bu andan itibaren silsilesi Gazâlî tarzı klasik sofilikte aranmalıdır. Başka
bir ifadeyle, bâtını tasavvuf deneyimi, genel çizgileriyle hoşgörülen doktrin
normları içinde kalmaktadır.
Daha
sonra, hayatının ikinci bölümünde, ortodoks ve ılımlı tasavvufla arasına mesafe
koyarak diğer bir geleneksel tasavvuf cephesi içinde açıkça saf tutar: Kötü üne
sahip kurulu düzeni değiştirmek ve “mistikokratik” bir ideal uğruna dünyayı
yeniden şekillendirmek isteyen sofinin silahlı ayaklanması.
ister
kelam, ister tasavvuf nitelikli, isterse isyancı olsun, klasik ArapIran
İslam’ı, Bedreddin olgusuna damgasını kuvvetle vurmuştur ama, bu şahsiyetin
Türk ve Anadolu nesebi de hiç göz ardı edilmemelidir. Tasavvuf anlayışının İbn
Arabi’ye bağlandığı açıktır, ancak bu bağlantı Endülüslü mürşidin Türk
müridleri Sadreddin Konevî, Davud-ı Kayseri ve Bedreddin’in devam ettiği ilk
Osmanlı medreselerindeki Ekberiyye okulu aracılığıyla kurulmaktadır.
Selçuklu
döneminden beri bütün orta ve doğu Anadolu’da yaygın olan Şii duyarlıklı belli
bir tasavvuf anlayışı, Ahlat’lı bir Türk sofisi olan, Azerbaycan ve İran ile
çok sıkı temasları olan mürşidinin vasıtasıyla kendisinde kuvvetle mevcuttur.
Menakıbnamesinin yazarının ısrarla belirttiğine göre Bedreddin, Yunus Emre’nin
Türkçe yazılmış Anadolu tasavvuf şiirinden de doğrudan etkilenmiştir.
Bedreddin’de çok belirgin olan Hallac’ın anlayışına yakınlık ise, Orta
Asya’dan Bektaşîlere kadar Bağdatlı büyük şehitin derin bir şekilde etkilediği
bütün bir Türk geleneğinin izini sürer.[52]
Simavna
şeyhinin isyanı ayrıca Anadolu Türkleri’ne özgü aile ve aşiret çekişmeleri
ortamında yer alır. Bedreddin aslen Selçuklu olduğunu ileri sürer, bu durumda
kayıtsız şartsız bir Osmanlı yandaşı olmaya yatkın değildir; buna karşılık
içlerinden birinin yayılmacılığına karşı çıkan ve en iyi şartlarda bu durumu eşitler
içinde birinci olarak değerlendiren Anadolu beyleriyle dayanışma
eğilimindedir. Şeyh ayrıca yetiştiği Selçuklu ortamındaki bazı bağdaştırmacı
uygulamaların mirasçısı gibidir. Bu bağlamda akla İzzeddin Keykâvus’un
davranış tarzı geliyor.[53]
Ancak
bu Türk-Anadolu özelliğinin yanı sıra, Rumeli’deki ilk Türk kadılarından
birinin oğlu olan Bedreddin’in, hem siyasi kariyerinin hem de isyanın
yönlendirilmesinde belirleyici bir rol oynayan Balkanlar’la arasın da derin
bağlar vardır. Babası Trakya’yı, İrene Beldiceanu’nun kuramına göre, kendi
hesaplarına fetheden ve Osmanlı egemenliğini her zaman tereddütsüzce kabule
yanaşmayan gazilerden biri olduğu gibi, annesi de eski bir Hıristiyandır. Eşi
de Hıristiyan olacaktır, gelini de. Ayrıca o, Müslüman bir azınlığın
Hıristiyan kitlelerle sürekli temas halinde olduğu dârü’l-harbde doğmuştur.[54]
Bu
durumda Bedreddin, sözcüğün hem 13. yüzyıldaki anlamıyla Rûmî’dir, yani Diyar
ı Rum’ludur; hem de 14.-15. yüzyıllarda Balkanlar’daki anlamıyla Rûmî’dir, yani
Rumeli’lidir. Hatta o sırada ve daha ilerdeki dönemlerdeki çok kişi gibi, Rûmî
oğlu, yani Ortodoks Hıristiyan bir ananın oğludur. Bu nedenle Menakıbname
yazarı eser boyunca Simavnalı şeyhe, “Rum Hallac’ı”, “Rum Işığı” (Pcrtev-i
Rum), “Rum Bistâmi’si” adlarını ısrarla verir; bunu yaparken Bedreddin’in
misyonunun coğrafi ve insani açıdan güçlü bir bir temele oturduğunu vurgulamak
ister gibidir. Şu ya da bu önemli şahsiyeti fetih sürecinde olan bir bölgeye
siyasi ve dini bakımdan bağlama ısrarına, sık sık Şeyhü’r-Rum adı
verilen Hacı Bayram örneğinde ya da Aşıkpaşazade’nin söz konusu ettiği Abdalân-ı
Rum örneklerinde rastlıyoruz.[55]
Bedreddin’in
şahsiyetini bu çeşitli mirasların, Müslüman, Türk-Anadolu, Balkan miraslarının
ışığında ele almak gerekir, yaşamöyküsünün analizi ise Bedreddin olgusunun etki
alanını ve çeşitli aidiyetlerine neler borçlu olduğunu saptamamızı
sağlayacaktır. Ancak yapıtları az bilindiğinden, araştırmaların bugünkü
durumunda şeyhin hayatı ancak kısıtlı sayıda kaynağa dayanarak incelenebilir.
Bu kaynaklar sergiledikleri olgular açısından zengin olmakla birlikte
kronolojik belirsizlikler, olay örgüsünde boşluklar, olumlu ya da olumsuz
yönde açıkça taraf tutan yargılar gibi kusurlar içerdiklerinden, şeyhin
tarihsel profilini duru bir şekilde çizmemizi engellemektedirler.
Belirsizlikler
ve boşluklar göz önünde bulundurulan dönemin, yani 14. yüzyıl sonu ve 15.
yüzyıl başının son derece karışık olmasından kaynaklanmaktadır.
Kullanılabilecek gayrimüslim kaynaklar ise, çoğu zaman kaydettikleri olayları
iyi değerlendirmemiş ya da Türk-Islam bağlamlarından tecrit etmiştir. Müslüman
kaynaklara gelince sözünü ettiğimiz duygusal tanıklıkların yanı sıra, bunların
tam dökümü de yapılmamıştır. Örneğin, Osmanlı dünyasıyla ilgili önemli bir
tamamlayıcı malzeme olan Memluk vekayınameleri ve Bedreddin’in olasılıkla
yararlı bilgiler içerebilecek Arapça yapıtları çelişkili bir şekilde henüz
sistemli olarak değerlendirilmemiştir. Bedreddin’in mürşidi olan Şeyh Hüseyin
Ahlâtî’nin kimliği konusunda yapabildiğimiz birkaç araştırma bu tür bilgilerin
varlığına tanıklık etmektedir.[56]
Şeyhin
kendi çağında olduğu gibi -arada uzun bir süre unutulduktan sonrabugün de
kişiliğinin etrafında oluşmuş olan tutku havası, bu tartışmanın
aydınlatılmasına hiç yardımcı olmamaktadır. Yaşamöyküsü hakkındaki bilgiler
torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıpname'ye dayanmaktadır: Temel bir
başvuru kitabı niteliğindeki bu yapıt tasvir ettiği olaylara yakınlığı
açısından çok değerli olduğu halde (Halil büyükbabasını tanımış ve kendisinin
de belirttiği gibi, anlattığı birçok şeyi onun ağzından dinlemiştir), yine de
şeyhin anısını II. Mehmed’in sarayında temize çıkarmak amacıyla yazılmış bir
savunmadır ve çoğu zaman övgülerinde abartıya kaçar.10 Bedreddin’i
yalnızca siyasal ihtirası ve tehlikeli sapkın eğilimlerinin dürtüsüyle hareket
eden bir kışkırtıcı olarak gören çeşitli Osmanlı vekayınameleri ise, tam aksine
iddianame şeklinde kaleme alındıklarından, ihtiyatla değerlendirilmelidir.11
Son olarak, Bedreddin’i sınıf mücadelesinin öncüsü olarak görmek isteyen bazı
modern Türk yazarlarının ideolojik genellemeleri ortaçağ tarihinin kapsamı
dışında kahr ve Türkiye Cumhuriyeti toplumundaki düşünce tartışmalarıyla
ilgilenen siyasetbilimcilerin alanına girer.12 Bedreddin’in hayatı
ile yapıtı konusundaki bilgiler bazı yönlerden boşluklar içermektedir ve
tarihçinin bu boşlukları gidermek için oynaması gereken rolün, tutkuları bir
kenara bırakarak, eldeki tek tarihyazımı malzemesini değerlendirmekle yetinmek
olduğu açıktır. Kaynakların incelenmesi 1920-1930 yıllarından itibaren F.
Babinger ve Ş. Yaltkaya gibi bilim adamları, daha yakın tarihte F. I. Kissling
ve A. Gölpınarlı tarafından yapıldı; bunlara Simavnalı şeyh ile birçok yönden
ilgilenen E. Werner, S. Vryonis, H. İnalcık, I. Beldiceanu ve N. Filipovic
adları eklenebilir. Bununla birlikte Menakıbname bir kez daha
değerlendirilmelidir, çünkü tarihsel içeriği çok zengin bu metin üzerinde hâlâ
yapılması gereken birçok önemli gözlem ve derinlemesine inceleme vardır.13
2 RUMELİ'DE ÇOCUKLUK VE MISIR'DA EĞİTİM
A)
Bir
Türk “Digenis Akritas”ı
Menakıpname’de
belirtilen ilk hususlardan biri gördüğümüz gibi Bedreddin’in babasının
Selçuklu ve gazi olduğudur. Büyükbabası Abdülaziz tanınmış bir kişidir, son
Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubâd’ın (öl. 1307) yeğeni, aynı zamanda
veziridir. Oruç Bey’e göre bu “mükemmel ve akıllı adam” ilk Osmanlı beyi Osman
ile görüşmeler yapmış ve ünlü Osmanlı ailesi Mihaloğulları’nın başlangıcındaki
Bizanslı Mihail’in ihtidasında hazır bulunmuştur. Rumeli’deki ilk gaziler olan
Hacı İlbeyi ve Gazi Ece ile onların silah arkadaşlarıyla da akrabalığının
bulunduğu ileri sürülmektedir.14
Menakıbname,
hem Selçuklu hem gazi Abdülaziz’in yürüttüğü dinsel görevlerde -şeyhülislamlık
yaptığı ve 1258’de tahttan indirilen son halifenin hocası olduğu ileri
sürülmektedir kusursuz bir Ortodoksluk sergilediğini, diğer yandan önce
Mevlana’ya sonra da Hüsam Çelebi’ye hizmet ettiğine göre, mükemmel bir
tasavvuf anlayışına da sahip olduğunu vurgular.[57]
[58] Menakıbname'ye.
göre, Bedreddin’in babası Gazi İsrail, Orhan’ın oğlu Süleyman Bey’in emri
altında Rumeli’yi fethe girişen ilk yedi gaziden biridir. Bize kaazi’l-kuzât
[kadıların kadısı] ve âlim olarak tanıtılır. Bedreddin’in kardeşleri de âlim ve
devlet görevlisi olacaklardır (“kimi âlım kopdi kimisi hedem”)db
Bedreddin’in annesi Hıristiyandır.
Simavna hânının kızı olduğuna göre bir yüksek görevli ailesinden gelmektedir.
Akrabalarından yüz kişiyle birlikte ihtida eder ve Bedreddin 760/1358-59’da,
Simavna’yı fetheden kişinin yerleştiği bir kilisede (kenize) dünyaya
gelir. Bu garip bir olgudur, çünkü Türkler bir kenti fethettikten sonra,
Hıristiyan ibadet yerlerini özel konuttan çok genellikle camiye
dönüştürürlerdi. Bu durum, Diyar-ı Rum’un Hallac’ının Hıristiyan ortamında
etkinlik göstereceğinin doğumundan itibaren alnına yazılmış olduğuna dikkat
çekmek için Hafız Halil’in hayalinin ürünü bir simge olarak mı görülmeli? Her
ne olursa olsun, baba tarafından ünlü bir Müslüman soydan gelmekle birlikte,
Bedreddin kendini Müslümanlıkla pek az ilgili bir ortamda bulur. O,
İslamlaşması ilerde tamamlanacak olan uç beyliklerinin, dârü’l-harb’in
insanıdır; siyasi ve dini açıdan tam oturmamış bu sınır bölgesi şeyhin
yeğlediği hareket alanı olacaktır.[59]
B)
Bedreddin’in
Rumeli’de Aldığı Eğitim
Bedreddin
önce -kent fethedildikten sonra-Edirne’de eğitim görür. Ona Kur’an okumayı ilk
öğreten babası olmakla birlikte, bir fakih olan ilk hocası Molla Yusuf ilerde
Bedreddin’in uzmanlık alanı olacak ilimle onu tanıştırır. Ancak hocası ölünce,
Türklerin Avrupa’daki yepyeni başkentinde eğitimini sürdürmesini sağlayacak
yetenekte başka bir hoca bulamaz; bu da yeni fetih hareketinin Müslüman ulema
açısından fakir olduğunu gösterir. Genç adam Bursa’ya gitmek zorunda kalır.
Burası çok etkin bir kültür merkezidir, ilk Osmanlı hükümdarları kenti birçok
kuruluşla donatmıştır: I.Murad’ın kurduğu ve öğrenci Bedreddin’in de kaldığı
Kaplıca medresesi bunlardan biridir. Daha önce belirttiğimiz gibi,
770/136869’dan itibaren Manastır medresesinde görevli olan ve Sadreddin Konevî’nin
bir tilmizinin soyundan gelen Molla Şemseddin Fenârî gibi ünlü müderrisler
aracılığıyla İbn Arabi’nin etkisinin sürdüğü kentte Bedreddin, takipçisi
olduğunu sonradan açıkça ifade edeceği büyük Endülüslü sufinin sistemini
tanımış ve derinleştirmiş olmalıdır.[60]
Daha
sonra Feyzullah adında bir kişinin yanında mantık ve astronomi (ilm-i nucûm)
eğitimi görmek için eski bir “üniversite” merkezi olan ve Selçuklu döneminden
itibaren medreseleriyle ün kazanan Konya’ya gider. Taşköprîzade’ye göre bu kişi
Fazlullâh adında bir kişinin tilmiziydi. Bu kişiyi Hurufi tarikatının kurucusu
Fazlullâh ile özdeşleştirme olasılığını hemen bir kenara bırakmanın yerinde
olup olmadığı sorulabilir. Gerçekten de ne kronoloji, ne Esterâbadlı şeyhin
öğretilerinin ulaştığı coğrafi etkinlik alanı, ne de sonradan Bedreddinîyye
ile Hurufiyye’nin ortamlarının aynı oluşu böyle bir varsayımla çelişmektedir. Menakıbnamc’nin
Fazlullâh konusundaki suskunluğu Hafız Halil’in, Osmanlı sarayının iyi gözle
bakmadığı çevrelerle dedesinin sürdürmüş olabileceği tehlikeli ilişkiler konusunda
sık sık uyguladığı sansürlerden biri olarak yorumlanabilir. Yazarın, II.
Mehmed’in gençliğinde Hurufilerle sürdürdüğü ilişkileri göz önünde
bulundurarak, Hurufiler konusunda özellikle ihtiyatlı davranma gereğini duyduğu
söylenebilir. II. Mehmed’in bu bağları, tarikata karşı olan müftü Fahreddin-i
Acemi gibi danışmanların şiddetli müdahalesiyle kesilmişti. Acemi, doğduğu
ülkede çok etkin olan bu hareketi iyi tanıyordu: Çelebi Mehmed’in ve II.
Murad’ın maiyetlerinde de yer alan Acemi, Bedreddin’in davası sırasında da en
saldırgan suçlayıcılar arasında yer aldığı gibi, sonradan ateşli bir Hurufi
kıyıcısı olduğuna göre, suçlanan iki grubun birbirlerine bir şekilde bağlı
oldukları düşünülebilir. Bedreddin’in Osmanlı dünyasına bıraktığı ideolojik
mirası incelerken bu önemli meseleye yeniden değineceğiz.[61]
Mısır’da Rûmî Türkler
Genç
öğrenci zamanın İslami ilimlerinde yetkinleşmeyi arzulayan birisi için doğal
sayılacak bir yol izler: Veba yüzünden kente giremediği Şam ve el-Aksâ’da
kaldığı Kudüs’ten geçerek, bilinen “üniversite merkezi”ne, Mısır’a yönelir. O
dönemin İslam dünyasında en önde gelen ilim metropolü Kahire’dir; burada bütün
disiplinler öğretilir ve müderrisler topluluğu ders verdikleri medreseler
kadar ünlüdür. Menakıbname’de ünlü bir mantık hocası olan Mubarekşah
el-Mantıkî ya da Ekmeleddin el-Bayburtî’den söz edilir. Bedreddin Kahire’nin
Şeyhûniyye gibi büyük medreselerinde bu hocaların derslerine katılmıştır.
Öğrenim görmek için Mısır’ın çekiciliğine kapılarak Anadolu’dan ya da başka
yerlerden gelmiş arkadaşlarından bazıları, eğilimlerine göre Hacı Paşa gibi
tıbba ya da Curcanî gibi felsefeye yönelmişlerdir. Bedreddin’in çağdaşı olan
bütün ilim irfan sahipleri, 1376’ya doğru Mısır’a gelen Molla Fenâri ya da
Ahmedî gibi, Kahire’de öğrenim görürler. “Ehl i Rum” öğrenciler, devletleri
için uzmanlaşmış kadrolara ihtiyaç duyan hükümdarların teşvikiyle sık sık
Mısır’a gönderiliyordu; Menakıbname'de de bu konu vurgulanıyor.
Ünü
Bedreddin’i Kahire’ye çeken kişiler arasında fakih ve hekim Hacı Paşa da
bulunmaktadır. Onun durumu, Anadolulu kadroların, -bu örnekte tıp dalında yetiştirilmesinde
Mısır’ın rolünü açıklamak bakımından çok dikkat çekicidir. Mısır’ın tıp ilmine
İslam dünyası sınırlarının ötesinde de değer verilmektedir; örneğin 1386’da,
Bedreddin’in Mısır’da ikamet ettiği dönemde, Bizans sarayı, Basileus’un sağlık
durumunun gerektirdiği ilaçları tedarik etmek için İannos Abramios’u Kahire’ye
gönderir. Hacı Paşa Konya’dan fıkıh okumaya gelmiş, sonra tıp öğrenimi
görmüştür. Kaldığı Şeyhûniyye medresesinde de Mubarekşah’ın ve Ekmeleddin el Bayburtî’nin
derslerini izlemiş ve 1370’e doğru ilk yapıtlarını yazmaya orada başlamıştır.
Hacı Paşa çevresine kendisinden sonra gelen öğrencilerinden oluşan kozmopolit
bir grup toplayacaktır. Bunların arasında Rum ülkesinden şair Ahmedî, Molla
Fenâri ve Bedreddin, ya da Orta Asya’dan ve Hindistan’dan gelen Curcanî ve
Abdüllatîf gibi kişiler bulunur. Hacı Paşa önemli bir görev olan Mansuriye hastanesi
baştabipliğine getirildikten sonra, 14. yüzyılın sonunda Aydınoğulları’nın
hizmetine girmek için Anadolu’ya dönmüştür. Görünüşe göre Aydınoğulları her
kökenden hekime iyi kabul göstermiştir: Anadolu’dan geçtiği sırada İbn
Battuta, Aydın beyinin Yahudi hekimine -kendisine aşırı gelen-saygı
gösterileri karşısında şaşkınlığını gizlememiştir; tarihçi Dukas’ın mesleği
hekimlik olan büyükbabası, 14. yüzyılın ortasında Bizans’da hüküm süren
içsavaştan kaçıp Aydın beyliğine iltica etmiştir. Aydın beyi onu iyi
karşılamış, maaş bağlamış ve Ayasluğ’a yerleştirmiştir. Yirmi yıl kadar sonra
Hacı Paşa kendisine “Türk İbn Sina’sı” lakabının takılmasını sağlayan en
önemli yapıtlarını bu kentte yazmıştır. Bu bilgiler, Aydın beyliğinde
Mısır’daki deneyiminden güç kazanan Hacı Paşa’nın yönettiği önemli bir tıp
okulunun varlığını düşündürüyor.[62]
Yöneticilerin
yüreklendirmesi ya da kişisel bir entelektüel eğilimin etkisiyle, Hacı Paşa ya
da Bedreddin gibi Anadoluluların Mısır’a akın ettikleri anlaşılıyor. Menakıbname
Kahire’de neredeyse bir “Rûmî lobisi”nin var olduğu izlenimini veriyor. Aslına
bakılırsa Memluk kaynakları da bu durumu yalanlamıyor. Burcî hanedanının ilk
hükümdarı Sultan Berktik, Menakıbname'nin belirttiğine göre, genelde
“âlimlerin koruyucusu” ününün yanı sıra, Türkçe konuşanları sistemli bir
şekilde desteklemiştir. Bu ülke Arap kaynaklarında Devletü’l-Etrak
olarak adlandırılmaktadır. Gerçekten de burada her türlü etkinlik alanında
ehl-i Rum’a rastlanmaktadır. Yüksek görevliler arasında ve elbette askeri zümre
içinde sayıları yüksektir: 1382’de Kahire’de Cemaleddin el-Kayserî adında bir
muhtasip vardır; 1383’te Memlukların başkomutanı Bahâdur el-Rûmî adında bir
kişidir; Halep valisi Timurtaş Selanikli bir Rûmî’dir. Bu terim burada
Balkanları da kapsayan en geniş anlamıyla kullanılmıştır.[63]
Ulema
arasında da Rûmî’lere rastlanır; ünlü tarihçi el-Aynî aslen Türkçe
konuşmaktadır: İki dil (Arapça-Türkçe) bilmesi meslek hayatını kolaylaştıracaktır.
Bu kişi 788/1386-87’dc, Bedreddin ile neredeyse aynı zamanda Kahire’ye
gelmiştir. Türkçe bilmesi saray tarihçiliği görevinde, rakibi el-Makrîzî’ye
tercih edilmesine yol açar. Ayrıca Berktik, Hanefi olan yabancı âlimleri Mısır
Şalilerine tercih ettiğinden, çoğunluğu Hanefi olan Türkler hükümdar tarafından
iyi karşılanmaktaydı.[64]
Anadolulu
sufılcrin sayısı da kalabalıktı ve özellikle bir araya geldikleri sanılan bazı
hanikahlarda etkiliydiler. Rûmîlerin, sufıliği benimsediği zaman Bedreddin’i
götürdükleri hanikah ya da Menakıbname’dc sıkça sözü geçen, 1355’te İbn
Tulün camii yakınında kurulmuş ve Mısırlı olmayan öğrencilerin buluşma yeri
olan Şeyhûniyye hanikahı da bunlardan biridir. Bu son kurum Ekmeleddin
el-Bayburtî gibi ünlü şahsiyetler tarafından yönetiliyordu. İbn Tagrîberdî’ye
göre, Curcanî’nin, Fenârî’nin ve Hacı Paşa’nın olduğu gibi bir süre sonra
Bedreddin’in de hocası olan Ekmeleddin’in eski bir dostluğun bağladığı sultan
üzerinde büyük nüfuzu vardı. Şeyh müridleri için Berkuk’tan gözde görevler
talep ederdi: Aralarından biri Kudüs’ün Hanefi kadısı oldu, bir diğeri Gazze’de
aynı göreve getirildi. Kayseri asıllı bir üçüncüsü Kahire’de parlak bir meslek
hayatı sürdürdü. İbn Arab el-Bursevî öğrenim görmeye Şeyhûniyye’ye geldi ve
sultanın çok değer verdiği bir mutasavvıf oldu. Burada 830/1426 yılında ölümüne
kadar otuz yıl kalacaktı.[65]
Bedreddin
Mısır’a gelince bu etkin çevreye mensup olur. Genelde kronolojik saptamalar
konusunda oldukça suskun kalan Mencıkıbname, bu gelişin tarihini 784’ün
Şevval ayının ilk günü (8 Aralık 1382) olarak belirler. İlginç bir rastlantı
sonucunda, İbn Haldun da aynı gün Mısır’a gelmiştir. Aristokrat kökenli bir
Anadolulu; sultanın bir süre için dostu ve danışmam olan Ekmeleddin’in (öl.
1384) öğrencisi olan; Hacı Paşa gibi memleketlileri Kahire’de iyi mevkilerde
bulunan; Menakıpname'nin belirttiğine göre daha Mısır’a gelmeden ünü
duyulmuş parlak bir zekâya sahip olan Bedreddin saraya girmekte fazla zorluk
çekmemiş olsa gerek.[66]
Hanikahlardan
Saraya
Hafız
Halil’e göre, Pertev i Rum (Rum Işığı) adı verilen ve Kahire’nin dilinden
düşmeyen genç âlimin ünü karşısında Berktik onu saraya davet eder ve oğlu
Ferec’in özel hocalığına tayin eder. Bu durum, doğduğu ülkeden yeni gelmiş
genç bir öğrenci için biraz hızlı bir yükseliş olarak görülebilir. Ancak bazı
hususlar bu durumu oldukça inandırıcı kılmaktadır: Türkçe bilmesi ve
Ekmeleddin’in öğrencisi olması gibi, Berkuk’un sarayında çok değer verildiğini
daha önce de belirttiğimiz niteliklerinin yanısıra Bedreddin’i, belki de
Berkuk’un eşi ve genç Ferec’in annesi olan Şirin de destekliyordu. Rumeli
asıllı olan Şirin, aslen köle olduğuna bakılırsa, belki de Yunanlıydı. İbn
Tagrîberdî’ye göre bu prenses sultan üzerinde, Memluk devletindeki çeşitli
askeri gruplar arasındaki etnik denge konusunda tavsiyelerde bulunmayı göze
alacak kadar etkiliydi. Berkuk’un Çerkezlerinin aşırı ağırlığına karşı, o
olasılıkla kendi Rûmî hemşerilerinin çıkarlarını koruyordu. Bedreddin’in
Mısır’da kendini kolaylıkla kabul ettirmesi bu durumda menkabelere özgü
abartılardan değildir ve ülkenin kültürüne, toplumsal ve siyasal konumuna uygun
düşmektedir.[67]
Bedreddin
gelecekteki yönelişini belirleyecek kişiyle sarayda karşılaşacaktı: Tasavvuf
yolunda mürşidi olacak Hüseyin Ahlâtî ile tanıştı. İki adamı onurlandırmak
için Berktik onlara iki Habeş cariye sundu. Bu kadınlar Simavnalı şeyhin
hayatında önemli bir rol oynayacaktı: Cazibe Menakıbname yazarının
babası, yani Bedreddin’in oğlu İsmail’in annesi; Mâriye ise Bedreddin’in manevi
akıl hocası oldu. Çok akıllı bir kadın olan Mâriye, Şeyh Ahlâtî’nin öğretisinden
çok şey kazanmıştı. Bir gece Bedreddin ile tasavvuf konusunda konuştu. Onun
yanında Bedreddin kendini gülün dikeni olarak görüyordu. (“Anı gül gördi vü
kendüni diken”).[68]
Alimden
Fakire: Bedreddin ve Hüseyin Ahlâtî
Bu
görüşmeden sonra Bedreddin vecde gelir, sufılerin yoluna katılmaya karar verir
ve neyzenlerin de bulunduğu bir semâya katıldıktan sonra Ahlâtî’nin müridi
olur. Böylece o zamana kadar dervişlere karşıyken, Mevlana’nın müridi olan
büyükbabasının mistik aidiyetiyle bağlantı kurmuş olur. Artık dervişlerin kıl
abasını giyer, mallarını yoksullara dağıtır ve başka bir ilim sınıfına geçişini
simgeleyen bir hareketle kitaplarını Nil’e atar. Bu davranış en eski Iranlı
Melâmîlerden biri olan Ebıı Said’de de (10. yüzyıl) görülmüştür. Fıkıhı terk eder
ve “ehl-i Rum” tarafından bir lıanikaha götürülür, orada Ahlâtî’nin düzenlediği
bir zikir yapılır. Ayine katılan Berktik hepsine armağanlar sunar. O zaman
Bedreddin için yoğun bir mistik çile dönemi başlar.[69]
Şahne
Musa’nın Yolculuğu
Bedreddin’in
gayretli bir fakih iken aniden ateşli bir sufıye dönüşmesi karşısında,
Kahire’deki Rûmî dostları -dervişlere o kadar sıcak bakmayan öğrenim
arkadaşları olduğu tahmin edilebilir- Bedreddin’in en yakın yol ve öğrenim
arkadaşı Müeyyed’i, oğlunun geçirdiği manevi gelişmeden Kadı İsrail’i haberdar
etmek için Rumeli’ye gönderirler. Baba kaygılanacağına bundan büyük sevinç
duyar. Bu da tasavvufu destekleyen ilk Osmanlı yöneticilerinin bu anlayışa
verdiği önemi gösterir. Baba, hizmetkârı Şahne Musa’yı oğlunu Rumeli’ye dönmeye
ikna etmesi için gönderir. Bunu kısmen sevgisinden, kısmen de Rumeli’nin uç
beyliklerinde henüz cılız olan ulemayı güçlendirmek için yapar. Metnin
belirttiğine göre Bayezid, Bedreddin’in fıkıh dersleri vermesi ve en seçkin
âlimleri ülkesine çekmek için özel bir medrese yaptırmıştı, bu da Osmanlı
hükümetinin kendi toprakları üzerinde entelektüel faaliyetleri olabildiğince
geliştirmek için dışarıda yetişmiş kadrolardan yararlanma kaygısını vurguluyor.
I. Bayezid eğitim kurumlanılın gelişmesini gerçekten desteklemiştir: Hükümdarlık
döneminde yalnız Bursa kentinde on kadar medrese yaptırmıştı. Bunlardan biri de
kendi adını taşıyordu. Menakıbname’nin değindiği, 791/1388-89’da
kurulmuş bu medrese olmalı.[70]
Şahne
Musa’nın yolculuğu, İsrail’in hizmetkârının başından geçenlerle ilgili olarak
konudan uzun sapmalara vesile oluyor. Bu sapmaların olumlu yanı bize sağlam bir
kronolojik nirengi noktası sağlamasıdır, çünkü Menakıbname’ de bu
duruma pek az rastlanır. Musa Edirne’den Kahire’ye giderken, kendini Timur’un
Şam kuşatmasının ortasına bulur (1400 sonu). Memluklar tarafından zorla silah
altına alınır ve Menakıbname'ye. göre büyük kahramanlık gösterir. Sultan
Ferec’in Mısır ordusu sonunda, 25 Aralık 1400’de yenilgiye uğrar. Bozgun
sırasında Musa kahramanca direnişine rağmen esir edilir. Yiğitliğinden
etkilenen Timur onu tedavi ettirir, Osmanlı sultanına karşı sefer düzenleme
hazırlıkları içinde olduğundan Yıldırım Bayezid hakkında bilgi toplamaya
çalışır ve Musa’nın Kahire’ye gitmesine izin verir:
Bir
zaman Şâm içre mııkıym oldular
Elçi
idüp sulh olundı ol zaman
Buldı
bu âlem girü emn ü aman
Şahne’yi
gönderdi
Şâh-ı
nâmdâr Elçi ile Mısr evine iy nigâr
Yani
Şahne Musa, Şanı kalesinin 25 Şubat 1401’de düşmesinden sonra yola çıkabilir.
Musa, 27 Şubat 1401’de Bayezid’in ülkesinden dönen Mısırlı bir elçiyi taşıyan
bir Osmanlı gemisine bindiğini anlatan İbn Haldun’la aşağı yukarı aynı tarihte
yola çıkmış olmalı. Şahne Musa 1401’in mart başında Mısır’a varır. Orada
bulduğu Bedreddin derviş kılığındadır ve Rumeli’ye dönmeyi reddeder. Musa
Edirne’ye döner. Kadı İsrâil oğlunun kararına üzülmekle birlikte, Bedreddin’i
“zamanının Bâyezid-i Bistâmî’si” yapması için Allah’a dua eder.[71]
Hüseyin Ahlâtî
Bu
yoğun çilecilik dönemi boyunca hocası Hüseyin Ahlâtî Bedreddin’i adım adım
izler; bu güçlü kişiliği elimizde bulunan kaynaklara dayanarak belirlemeye
çalışacağız. Bedreddin’in kaderinde kilit bir rol oynamasına rağmen Şeyh Ahlâtî
oldukça özet bir biçimde tanıtılmıştır. Adındaki bilgi dışında nereden geldiği,
tekkesinin adı ve zamanın tasavvuf hayatındaki yeri tam olarak bilinmemektedir.
Mevlana’nın mürşidi Şemseddin Tebrizî gibi, biraz esrarengiz bir kişidir.
Ahlâtî
konusunda Menakıhname bazı dağınık bilgiler verir. Bunların bir dökümünü
çıkarmak yerinde olacaktır.
Ahlâtî
Berkuk’un yakınıdır ve Bedreddin de onu Berkuk’un sarayında tanımıştır. Berktik
ona armağanlar verecek ve düzenlediği zikre katılacak kadar değer vermektedir.
Ahlat (Ermenistan) asıllıdır, doğu Türkçesi konuşur, Kahire’de bir hanikah
yönetir ve birçok müridi vardır. Sadece tasavvuf alanında değil, tıp alanında
da kendini kabul ettirmiştir. Uzun esrikliği sonucunda zayıf düşen Bedreddin’i
iyileştirmeye çalışır ve ona elma suyu ve sığır dilinden oluşan bir diyet
uygular. Kalbini ve sırtını dinler, hava değişimi tavsiye eder, çünkü tıp onun
durumuna karşı çaresizdir. Ama Ahlâtî Bedreddin için öncelikle bir mürşiddir; Menakıbname
bu durumu şu sözlerle anlatır: “Didi nola Hakk’a vassâlimsinüz / Meyyitünem
hemçü gassâlimsünüz”. Gerektiğinde ona oruç tutmasını, ibadet etmesini ya da
gece uyanık kalmasını buyurmayı bilir. Çilede aşırıya kaçtığında onu itidale
davet etmeyi, ya da esrikliğinden sonra onu kendine getirmeyi bilir. Ahlâtî
müridinin manevi durumunu dikkatle gözlemler: “Gün aşırı anda iftar eyledi /
Her ne düşdiyse emîre söyledi.” Ahlâtî tilmizindeki cevheri çok çabuk keşfeder
ve Bedreddin’in Tebriz yolculuğundan önce halifesi olmasını ister.
Bedreddin’in Azerbaycan’dan dönüşünde, Ahlâtî, ölümünden bir hafta önce
Kahire’nin bütün şeyhlerinin önünde onun kesin olarak halifesi olduğunu
belirtir, aynı zamanda Bedreddin’in manevi olarak Allah’ın halifesi olduğunu
ilan eder. Bu bilgilerin oldukça kısıtlı olduğunu kabul etmek gerekir. Menakıbname
üzerine yaptığı incelemede Kissling, bu yapıtın verdiği bilgilerin dışında
Ahlâtî hakkında daha fazla bir şey bilmediği için hayıflanmaktadır.[72]
Ancak,
o dönemin ya da hemen sonrasının zengin Memluk vekayınameleri incelendiğinde
-ilk Osmanlı dönemi için de aynı şey daha sistemli olarak yapılmalıdır
biyografi niteliğindeki Mısır yapıtlarında Ahlâtî’ye üç bölüm ayrıldığı
görülür: ikisi, ed-Dürrerü’l-kemıne adlı kitabında İbn Hacer el-Askalânî
(1372-1449) tarafından kaleme alınmış, Yaltkaya’nin Bedreddin üzerinde yaptığı
çalışmada kullanılmıştır. Üçüncü bölüm elMenhalü’s-Sâfî adlı yapıtında
İbn Tagrîberdî tarafından yazılmıştır, bu sonuncu yazar, verdiği bilgileri
Ahlâtî’nin çağdaşı olan ve aynı coğrafi bölgede yaşamış el-Aynî’den
aktardığını ifade etmektedir.[73]
Hüseyin
Ahlâtî’nin tutarlı bir portresini çizmeye çalışmak için, burada sunulan bu üç
metnin özetini Menakıbname’y\e karşılaştırmak uygun olur. Bu metinler
çözdükleri problemlerden çok daha fazlasını çıkarmakla birlikte, hiç değilse Menakıbname’nin
anlaşılması ve 14. yüzyıl sonu Türk-Mısır sofiliği perspektifine yeniden
oturtulması konusunda aydınlatıcıdır.
Kendisine
ayrılan üç bölüme göre Hüseyin Ahlâtî 720/1320-2l’de doğmuş. “Memleketinden”
(Darende ya da Altlat?) “yayan” gelmiş (o dönemde Anadolu’da çok kalabalık olan
gezici Kalender ya da Torlak dervişlerinden miydi?), Halep’e ve Şam’a
yerleşmiş, Halep’in dış mahallesi Bâbalâ’da bir zaviyede yaşamış. “Güçlü
maneviyatından dolayı” ve “bazı sanatlarda usta” olduğu için büyük ün kazanmış,
bu sanatların arasında tababet, simya ve bunlara bağlı olan lapis lazulı
(laciverttaşı) sanatı da bulunuyormuş. Laciverttaşının işlenişindeki becerisi
ona Lâzuverdî lakabının takılmasına yol açmış.[74]
Berktik,
ondan ünlü bir hekim olarak söz edildiğini duymuş. Sultan, oğlunu tedavi etmesi
için onu Mısır’a çağırtmış. Ona büyük saygı göstermiş, bir konağa yerleştirmiş
ve maaş bağlamış, ama o bunu kabul etmemiş. Zenginmiş, şaşalı bir hayat
sürmekle birlikte pek insan içine çıkmıyormuş. Geçim kaynaklarının ne olduğu
bilinmiyor ama, kısmen laciverttaşı işine dayalı olduğu tahmin ediliyor. Uç
kaynak da bu şahsiyetin bir giz perdesiyle çevrili olduğunu ve ünü hakkında
kamuoyunun bölündüğünü ittifakla ifade ediyor: Bazıları onu ermiş, bazıları da
usta bir hekim olarak kabul ediyormuş. Hadisler konusunda ona danışılıyormuş.
Bütün bu nedenlerle birçok kişiyi cezbediyormuş, ilişkilerinde çok sert
olmakla birlikte emirler arasında bile büyük nüfuz sahibiymiş. Bazıları onun
Mehdi olduğunu bile ileri sürüyormuş.[75]
O
kadar övücü olmayan başka söylentiler de dolaşıyor, hakkında garip imalarda bulunuluyordu.
Manevi mertebesini gizlermiş, cuma namazlarına bile katılmazmış. Rafızî olduğu
düşünülüyormuş. Beyler gibi yaşar, yer, içer ve şahane giysiler giyermiş.
Altın, köle ve cariye açısından zengin olduğu halde cimriymiş, kimseye bir
dirhem vermez, kölelerini azad etmezmiş. Gizli bilimlerle, simya, müneccimlik,
toprak falıyla uğraşırmış; hizmetinde cinler varmış ve haceri felsefiyi
bilirmiş. İbn Tagrîberdî’ye göre cemaziyelahir 799’da (2-12 Mart 1397),
Askalânî’ye göre cemaziyelevvel 799’da (Şubat 1397) öldüğünde seksen yaşını
aşkınmış. Sultan mirasına el koymuş; evinden bir sandık dolusu değerli taştan
başka, simyacılıkta ve müneccimlikte kullanılan gereçler, bir zünnar,
Hıristiyanların İncili, şarap, altın bir kupa (kutsal çanak?) bulunmuş. Bütün
bu söylenenler de gizli Hıristiyanlık suçlamasını çağrıştırmaktadır. Sırlarını
da birlikte götürmüş, çünkü lapis lazuli ile ilgili bilgilerini kimseye
açmamış. Cenaze törenine büyük bir kalabalık katılmış.[76]
Memluk
kaynaklarında tanıtıldığı haliyle Ahlâtî Ortodoksluğu oldukça su götürür bir
şahsiyettir, bu husus elbette Menakıbname'dc ortaya çıkmıyor ve Hüseyin
Ahlâtî kusursuz bir şeyh olarak sergileniyor. Onun ününün lekesizliği, Menakıbname’nin
Osmanlı sultanının gözünde aklamak istediği Bedreddin’in kusursuzluğunun da
kanıtı oluyor. Arap kaynaklarıyla Türkçe metin, Ahlâtî’nin tababet konusundaki
bilgileri, tilmizlerini irşat etmesi, zenginliği ve Berkuk’un himayesi gibi
birkaç noktada uyuşuyor. Menakıbname temel bir noktada Mısır
kaynaklarını dolaylı olarak doğrulayarak, Hüseyin’in Bedreddin’e Azerbaycan’a
gitmeyi teklif etmesinden söz eder ve Ahlâtî’nin Şii çevreleriyle bağlarını
dile getirir. Hüseyin’in, Tebriz’deki tilmizleri yönetmesi için Bedreddin’i dâi
olarak oraya gönderdiği açıkça görülmektedir. Bedreddin’in yolculuğu Menakıbname'Ac
ayrıntılarıyla anlatılmıştır.[77]
Azerbaycan
’da
Bedreddin’in
Timur’un siyasal egemenliğine girmiş bir bölgeye yönelmesi rastlantı değildir.
Şeyh Timur’la, Bayezid’e karşı düzenlediği seferden sonra Anadolu’dan dönerken
karşılaşacaktır. Bu bölüm bize Bedreddin’in yolculuğu hakkında kronolojik bir
bilgi vermektedir: Bedreddin 1403 baharına kadar Anadolu’da kalan Timur’un
gelişinden önce Tebriz’dedir. Bedreddin, Timur’un torunu Muhammed Sultan’ın
cenazesinin Tebriz’den Sultaniye’ye taşınışında bulunur; Muhammed Sultan 1403
martının sonunda Karahisar’da ölmüştür. Bir yıl sonra Erzurum’dan geçen
Clavijo’ya göre Timur Mayıs 1403’de oradadır. Bedreddin onunla kısa bir süre
sonra ordusunun kış karargâhında karşılaşır. Bu noktada, Rumelili şeyhin
düşman tarafına geçmiş Osmanlı askerlerini payladığı bir sahne yer alır. Bu
sahnede Hafız Halil’in, dedesinin aleyhinde olanlara karşı Bedreddin’i Osmanlı
dostu olarak takdim edip, anısını temize çıkarma kaygısına yeniden tanık
oluruz.[78]
Bedreddin’in
kaldığı bölge o sırada, Timur’un 1402’de Erdebil’de ziyaret ettiği Hoca Ali
tarafından yönetilen Safevî tarikatının merkezidir. 796/1394’te idam edilmeden
önce, Tebriz’den Şirvan’a kadar birçok mürid yetiştiren Fazlullâh’ın vazettiği
görüşler de bölgede etkilidir. Sonradan, Safevîler, Hurufiler ve Bedreddin
arasında bazı bağlar kurulacaktır.[79]
Bölgeden geçen Avrupalı seyyahlar bile sapkın düşünceler ve her türden yoğun
kehanet kaynaşmasına duyarlılık göstermektedir: 13. yüzyılda Guillome de
Rtıbrock Nahcıvan Ermenileri’nin bir kehanetine dikkati çekmişti. Buna göre
Tatarlar ve bütün kâfirler Tebriz’de Hıristiyanlığa geçecekti. Bedreddin’den
bir yıl sonra Tebriz’den geçen Clavijo da Timur’un kentte kaldığı sırada
Müslüman bir dervişin ona benzer bir kehanette bulunduğundan söz eder: Kehanet
“Hıristiyanların karşı fetihleri sırasında yeniden çiçek açacak kurumuş bir
ağaç”la ilgilidir. Timur’un birliklerine hizmet eden ve Azerbaycan’da bulunan
Schiltberger de, İsa Peygamber’in mezarının yeniden Hıristiyanların eline
geçeceğine dair bir kehanetin atfedildiği, Müslümanlarca kutsal sayılan bir
ağaçtan söz eder.[80]
Azerbaycan’da
Bedreddin’in, Şemseddin Cezerî ile doğrudan bağlantı kurmasını sağlayan bazı
Iran çevreleri tarafından tanındığı sanılmaktadır. Bu kişinin gerçekten Bedreddin
ile birçok ortak noktası bulunmaktaydı: Kahire’de fıkıh eğitimi görmüş, sonra
Osmanlı sultanının sarayında bulunmuştu. Timur’un başkentine yerleştirmek
istediği birçok âlim gibi fatihin kafilesinde Semerkand’a doğru yol alıyordu.
Cczcrî, Bedreddin’i, Timur’un da katıldığı bir tartışmaya davet etti.[81] Konuşmada
bulunan ulema sıradan bir dervişin ilmi karşısında hayrete düştü. Türk sufı Timur’dan
ve yakın çevresinden itibar gördü. Timur onu hizmetine almayı teklif etti.
Bedreddin eski âlimlik konumuna dönmekte tereddüt etti. Sonunda, gördüğü bir
rüyanın ve Mısır’dan gelen Ahlâtî’nin bir habercisinin tesiriyle bu kariyer
imkânından vazgeçti, yeniden derviş kıyafetini giydi, Ahlat ve Bitlis
üzerinden gizlice Kahire’ye döndü. Görünüşe göre ünü buralara yayılmıştı,
Bitlis’te Bitlis Beyi dahi onu tanıyordu. O dönemden beri Bedreddin’in ve
temsil ettiği topluluğun Anadolu’da sağlam destekleri olduğu sanılmaktadır.
Şeyhin Anadolu’da yaptığı gezi sırasında göreceğimiz gibi, bunların arasında
kimi dizdarlar da bulunmaktadır.[82]
Hüseyin
Ahlâtî’nin müridi ile Iran sufıliği arasındaki, Azerbaycan yolculuğunun ortaya
çıkardığı ilişkilerle Şeyh Ahlâtî’nin ünlü bir İran tarikatının kurucusuyla
karşılaştığını ve temas kurduğunu doğrulayan, az bilinen bir belge bir arada
ele alınmalıdır. Bu tarikat günümüzde hâlâ varlığını sürdürmektedir ve H.
Corbin’e göre İran’da mevcut Şii tarikatlarının çoğu ona bağlanmaktadır.
Abdürrezzak Kirmanî’ye göre bu, Ahlâtî’nin 1380’e doğru Mısır’da karşılaştığı
sanılan Şeyh Nimetullâh Veli Kirmanî’nin kurduğu tarikattır: Abdürrezzak
Kirmanî’nin ifadesine göre Nil kıyısındaki bir evde oturan iki şeyh
birbirlerine manevi mertebelerini göstermek için marifetler sergilemişler.
Ahlâtî, Nil’in suyunun kana, sonra da süte dönüştüğü bir yanılsama yaratmış.
Nimetullâh da alevlerin arasına atılan bir pamuk parçasının tutuşmasını
önlemiş. Bu küçük öykü, ifade ettiği mistik simgeselliğin ötesinde, çok sayıda
Iranhnin yaşadığı ve hem medreselerde, hem de sarayda nüfuz sahibi oldukları
Mısır’da, Ahlâtî’nin Şiilerle belirli bağları olduğunu doğruluyor.[83]
Mısır'dan
Ayrılış
Bedreddin’in
Mısır’a dönüşü politik ve dini bakımdan hareketli bir döneme rastlamıştır. “On
sekiz bin âlemin aşikâr” olduğu yoğun bir çile döneminin ardından, Ahlâtî’nin
ölümünden hemen önce onun halifesi seçilerek hanikahın başına getirilir. Bu
seçime muhalefet edenler olur ve dervişlerin bir kısmı Bedreddin’e karşı çıkar:
“Gözlerine Şeyh olub rımh u sinan / Gördi sadr içün bularda var hevâ.”
Bedreddin görevden çekilmeyi önerir, o zaman onun hepsinden üstün olduğu kabul
edilir ancak, bu gibi durumlarda hep kullanılan gerekçeye başvurulur: “Şeyhe
tazesin dirler idi.” Bedreddin altı ay sonunda Mısır’dan ayrılmaya karar
verir. On yedi yandaşı da kısa bir süre içinde Kudüs’te kendisine katılır.42
1404-1405’tc
tarihlendirebildiğimiz bu ani gidişte Menakıbname’nin sözünü etmediği
başka unsurlar da rol oynamış olsa gerek. 15. yüzyılın başında Mısır’da siyasi
bir kargaşa hüküm sürmektedir ve kardeşleriyle mücadeleye giren Bedreddin’in
eski öğrencisi Sultan Ferec 20 Eylül 1405’te Mısır’dan Suriye’ye kaçmak zorunda
kalır. Diğer yandan Mısır’ın ekonomik durumu berbattır. Şeyhûniyye medresesi
kurumun işleyişini engelleyen vahim bir kıtlığın pençesindedir. Bu nedenlerin
bir araya gelişi Bedreddin’in Mısır’dan ayrılışını hızlandırmış olabilir.
Ancak Merıakıbname’ye. bakılırsa, asıl neden şeyhin bundan böyle
deneyimini doğduğu ülkede yaymak istemesidir.
“Şeyh
dahi eyledi Rûm’a gelmege / Milket-i Rûm içre cezbe salmaya.” Kudüs’te ve
Şam’da oyalanmadan Suriye’nin kuzeyine varır, öğretisinin halk toplulukları
içinde kazandığı başarının ve Türkler üzerindeki etkisinin ilk deneyimini
Halep’te yapar. Suriye ile Rum ülkesi arasındaki sınırda bulunan Halep ve
yöresinin, zamanın mistik kaynaşması içindeki yeri üzerinde biraz durmakta
yarar var.43
3 RUM ÜLKESİNE DÖNÜŞ
Halep
Şeyh
Ahlâtî’nin başlıca müridinin, hocasının daha önce etkili olduğu bir kentte
tanınıyor olması doğal görünmektedir. Menakıbname şeyhin bin dolayında
Türkmen tarafından karşılandığını özellikle belirtir. Bu da Ahlâtî ve
yandaşlarının göçer dünyasındaki nüfuzunu gösterir. Torlakların oynadığı role
daha sonra değineceğiz. Bu durum Bedreddin’in belirli bir Babaî havası
taşıdığım da gösteriyor, çünkü o dönemde hem âlim, hem ortodoks sufı tipi aynı
kişide toplanabiliyor, kitlelere seslenebilen halk dervişi tipiyle de
örtüşebiliyordu. Olasılıkla Ahlâtî’nin eski tilmizleri olan Halep Türkmenleri
Bedreddin’in yanlarında kalması ve ona bir hanikah inşa etmek için çok ısrar
ederler, ancak Hafız Halil’in vurguladığı gibi: “Şeyh rızâ göstermedi
kalmaklığa / Azm-i Rûm irdi hemen gelmekliğe.”
Mcnakıbname'yc
göre, Bedreddin’i mürşit olarak kabul edenlerin arasında Türkmenlerin yanı
sıra, Nesimî’ye karşı fetva veren müftü de bulu nııyordu: “Birisin dirler
irâdet getüren / Nesimî’nün salbine fetva viren / İlmine âşık olubdı Şeyh’ün ol
/ Hazretine bey’at idüb oldı kul.” Bedreddin ile ünlü Hurııfi şairi ve şehidi
Imadeddin Nesimî’nin hareketli yaşamı arasında bir bağ kurulması çok ilginçtir,
çünkü bu, Hurufilik ile Bedreddin’in tilmizlerinin ortak bir ortamı
paylaştığına dair yapılmış nadir açık göndermelerden birini oluşturmaktadır.
Kuzey
Suriye, bölgede çeşitli vesilelerle kalmış güçlü şahsiyetlerin taşıdığı pek de
ortodoks olmayan düşünce akımlarının buluştuğu yerdir. Ahlâtî’nin öğrenim
arkadaşı Nimetııllâh Halep asıllıdır. Gölpınarlı’nın Bedreddin ile birçok ortak
yönünü ortaya çıkardığı Hurufi Bistâmî Antakyalı’dır ve Aşıkpaşazade’ye göre
Bedreddinîlerin Safevî şeyhi Cüneyd’in tilmizleriyle ilerde buluşacakları yer
olan Amanos dağları hemen yakındadır. Ahlâtî gibi simyacılık ve büyücülükle
suçlanan Sühreverdî, zındık olduğu iddiasıyla 12. yüzyılda Halep’te idam
edilmişti. Ayrıca günümüze kadar ulaşmış Nusayri cemaatinin ve onların karma
öğretilerinin varlığından, Cebelü’n-Nuseyriyye’nin yakınlığından, buradaki
halkın Türk AJevileriyle bir inanç akrabalığı gösterdiğinden de söz edilebilir.
Geleneksel olarak Türk Alevilerini de içine alan Bektaşîlerin, Bedreddin’in
mirasını büyük ölçüde sahiplendikleri genel bir kanıdır.[84]
Karaman
ve Gcrmiyan
Anadolu
Karaman beyliği on yıl kadar önce Yıldırım Bayezid tarafından ilhak edildikten
sonra, Timur’un koruması sayesinde 15. yüzyılın başında yeniden kurulmaktadır.
Bu beylik kısa süre içinde Osmanlılann Orta Anadolu’daki yayılmasının önünde
güçlü bir engel oluşturacaktır. O sırada, gelecekteki bu Karaman yükselişinin
mimarı olacak Mehmed b. Alaeddin Ali, Timur tarafından Bursa hapishanesinden
yeni kurtarılmıştır ve topraklarını yeniden sahiplenme uğraşı içindedir.
Bedreddin, Alaeddin Ali’nin oğullarının iç savaşlarından kaynaklanan
huzursuzluk içindeki Karaman ülkesinde ilerleyerek Konya’ya varır. Burası ilk
eğitim gördüğü kentlerden biridir ve orada kuşkusuz tanıdıkları bulunmaktadır.
Tilmizleri tarafından kendisine tahsis edilen bir eve yerleşir ve oradaki bir
medresede ders verir.
Şeyhten
söz edildiğini duyan Karaman beyi iltifat etmekten çok, onu güç durumda
bırakmak için sarayına çağırır, çünkü Menakıbname\\m öğrendiğimize göre
ailesinin 13. yüzyılın ünlü birsufısinin soyundan gelmesine rağmen, kendisi
“sûfı görüncek iderdi cür’eti.” Menakıbname yazarına göre, bu tavrın
nedeni çok basitti: Karamanoğlu münkirdi. Bu iddia şaşırtıcı olmakla birlikte
birçok kaynak tarafından dile getirilmiştir. 14. yüzyılda bir Niğde kadısı
bölgedeki Türkmenlerin hepsinin münkir olduğunu ileri sürüyor. 1430’a doğru,
Bourgogne’lu şövalye Bertrandon de La Brocquiere Karaman’ın komşusu olan bir
Türkmen beyinin kuşkuculuk anlayışını şöyle dile getiriyor:
O ne iyi bir Hıristiyan, ne de
iyi bir Müslümandı (sarazin) ve
ona iki peygamberden, yani Nasıralı İsa ve Muhammed’den söz edildiğinde,
hayatta olan hangisiyse ona yani hiçbirine bağlanmak istediğini söylerdi.45
Bedreddin
buna rağmen hükümdarın gözüne girmeyi başardı ve Menakıbname'ye göre,
“Bey” onun müridi oldu. Hafız Halil, Bedreddin’in Konya’da kalırken Kayserili
Şeyh Hamid-i Veli’yle bağlantı kurduğunu belirtiyor. Bu şeyh Hacı Bayram’ın mürşididir,
böylece Simavnalı şeyh ile gelecekteki Bayramîyye tarikatı arasında ilk bağ
kurulmuş oluyor. Bedreddin ve ailesinin Bayramîyye’nin temel bir şahsiyetiyle,
Akşemseddin’le ilişkisini ilerde göreceğiz.46
Karaman’dan
sonra Bedreddin Germiyan ülkesinin topraklarını baştan başa kateder. Burası
eskiden en güçlü beylikti ve diğer beylikler uzun süre onun vasalları
durumunda kalmıştı. 15. yüzyılda, diğer Anadolu beylikleri gibi, eski
hegemonyasından eser kalmamıştır; varlığının sürmesini Timur’a borçludur. Timur,
Osmanlılara rakip Anadolu beyliklerini Osmanlıların olası bir yeniden yayılma
hareketine karşı kalkan gibi kullanmak üzere yeniden kurmuştur. Sufılere karşı
Karaman beyinden daha olumlu bir yaklaşım içinde olan II. Yakub ve annesi, Menakıbname
ye. göre, şeyhi yayan olarak karşılamaya geldiler ve ona iltifat ettiler:
“Germiyanoglı irişdi iyahı / Nevcüvân idi henüz ol dem dahi / Şeyh’e karşı
geldi ol dürdânesi / Dahi yanınca piyade ânesi.” Belki de bu zemini hazırlayan,
Bedreddin’in Kahire’den eski öğrenim arkadaşı olan ve Osmanlılara geçmeden
önce uzun süre Germiyan sarayında kalan Ahmedî’ydi.47
Bedreddin
oradan Menderes vadisine ve Aydıneli’ne yönelir; buralar Aydınoğulları’nın
topraklarıdır, onlar da Timur tarafından kısa süre önce eski yetkilerine
kavuşturulmuştur. Bu bölge Bedreddin tarikatının gelişmesinde büyük rol
oynayacaktır, çünkü onun başlıca iki halifesi olan Torlak Kemal ve Börklüce
Mustafa’nın merkezi burasıdır ve Osmanlılara karşı Bedreddin adına kışkırtılan
büyük isyan hareketi bu alanda patlak verecektir. Osmanlı vakanüvislerinin
anlatımına bakılırsa, Bedreddin bu hareketi destekliyordu. Hafız Halil ise
aksi görüşteydi. Türk sufınin öğretisinin özel bir coşkuyla karşılandığı bir
bölgede Bedreddin’in geçirdiği günler konusunda Menakıbname’nin sunduğu
bilgileri özenle incelemek gerekir. Bu merhaleyi daha da ilginç kılan
Bedreddin’in vazettiği görüşlerin Anadolu’yla sınırlı kalmaması ve ilk kez
Müslüman bir iktidara bağlı ol mayan bir Hıristiyan yöresine, o sırada Ceneviz
hâkimiyeti altında bulunan komşu Sakız adasına yayılmasıdır.
Cüneyd
ve Aydıneli
Bedreddin’in
Aydıneli’inden geçişi, şeyhin düşüncelerinin Anadolu’da kök salışının bu temel
merhalesi Menakıbname’de kısaca geçiştirilmiştir. Bunun nedeni bir kez
daha, Osmanlı vakanüvisleri tarafından Bedreddin’in başlıca müridleri ve suç
ortakları sayılan kişilerle, Torlak ve Börklüce’yle, şeyhin itibarını
lekeleyici görülen ilişkiler üzerinde yazarın durmak istemeyişidir. Bununla
birlikte metin daha sonra, Edirne’ye çekildiği sırada Bedreddin’in “davet
üzerine” Aydıneli’ne bir kez daha döndüğünü belirtir. Ancak kuşkusuz o yörede
bulunan ateşli taraftarlarıyla ilgili olan bu yolculuğun gerekçesini açıklamaz.
Orada, daha önce gördüğümüz gibi ömrü Aydınoğullarının yanında noktalanan,
Mısır’dan eski öğrenim arkadaşı Hacı Paşa ile buluşmuş olması da mümkündür.
Metinde,
Bedreddin’in Aydın/Güzelhisar’da kaldığı kısaca belirtilir. Germiyan’dan gelen Bedreddin
oraya Menderes boyunca ilerleyerek varır. Menakıbname’nin Bedreddin’in bu
bölgede kalışıyla ilgili bölümünde Menderes vadisinden söz bile edilmemiştir,
oysa yine Menakıbname’nin ifadesine göre, burası şeyhin düşüncelerinin
yayıldığı merkezlerden biridir. Bedreddin’in oğlu İsmail orada bir süre kalır,
orada ölür ve Menderes yakınında (“Menderes suyı katındadur”) Nizar ya da
Nazar adında bir köyde gömülür. İsmail, Börklüce Mustafa ile 1410’da Nizar’da
karşılaşır; İsmail’in ölümünden sonra Bedreddin’in torunları ona emanet edilir.
Bütün Osmanlı kaynakları Börklüce’yi Bedreddin’in has müridi olarak
tanıtmakta ağız birliği ederken, Menakıbname Börklüce’nin Bedreddin ile
ilişkisini sırası geldiğinde kabul etmekle birlikte, Simavnalı şeyhi bu pek
tasvip edilemeyecek ilişkiden uzak tutmaya çalışır. Börklüce’nin Aydmeli’yle
sıkı bağları olduğu açıktır. Bütün kaynaklar onun bu bölgede yaşadığını,
faaliyet gösterdiğini ve idam edildiğini doğruluyor. Bu durumda Börklüce’nin,
şeyhin Aydıneli’ndeki iki konaklamasından biri sırasında onun müridi olduğu
varsayılabilir.[85]
“İzmiroğlu
davet eyler” ve bunun üzerine Bedreddin Tire’den geçip İzmir’e gider.
İzmiroğlu Cüneyd çok renkli bir kişidir. Osmanlı vakanüvisleri ve Bizanslı
tarihçi Dukas tarafından çok iyi bilinen yaşamı, Bedreddin ve Börklüce’nin
yaşamlarıyla sık sık kesişecektir. Kaynaklar onu Timur’un geçişinden sonra Osmanlılann
buraya yeniden yerleşmesine ateşli bir şekilde karşı çıkan bir kimse olarak
tanıtır. Bu maceraperest adam bu süreci yirmi yıl kadar geciktirecektir. Şeyhin
ve Cüneyd’in faaliyetleri arasında, siyasi ilişkiler dışında bir bağ kurmak
pek az akla gelmiştir. Bu ilişkiler Timur’un zaferinden sonra Osmanlılann
zayıflamasından kaynaklanmıştır. Her iki adam da genellikle aralarında özel bir
ilişki olmayan, Osmanlı karşıtı iki elebaşı olarak tanıtılır. Oysa Menakıbname’de
iki adam arasındaki manevi bağlar
kesinlikle vurgulanıyor. Bu konu yeterince irdelenmemiştir; mürşit-mürid
ilişkisi ilerde değineceğimiz gibi, bu iki kişinin yaşamına yeni bir ışık tutuyor
ve Cüneyd’in yönetimi altındaki topraklarda şeyhin düşüncelerinin kazandığı
büyük başarıyı açıklıyor. Cüneyd olasılıkla Bedreddin’i yalnızca Osmanlıların
dayatmasını geciktiren bir anarşi tohumu olarak değil, bir mürşit olarak da
görüyordu. Menakıbname’ye. göre, İzmir kalesindeki bütün askerler
(“dört beş yüz kişi”), komutanlarını örnek alarak onun müridi olmayı kabul
ettiler, çünkü şeyhle yüz yüze gelmeden önce onu rüyalarında görmüşlerdi:
“Varidi kal’ada dört beş yüz kişi / Ulu vü kici kamu erkek dişi / Cümlesi rü’yâ
görürdi ol gice / Ta’bur iderdi kamûsm ol hace / Sûretâ Şeyh’i bunlar hiç
görmedin / Bâtına görünir idi Bedr i din.” Bu kentte Bedreddin öyle kerametler
gösterdi ki, keramet sahibi olarak ünü İslam sınırlarını aştı ve komşu Sakız
adası halkının kulağına kadar gitti.49
Sakızlı
Hıristiyanlar
O
zaman sırf yüceltmeye dayalı gibi görünen bir bölüm başlıyor. Bedreddin’in
Hıristiyan ortamında doğrudan ve şahsi etkinliğinin ilk tanıklığı olduğundan bu
metni ayrıntılarıyla incelememiz gerekiyor.
Anda Sakız
adaşımın kâfiri
Görüben
Şeyh’den keramet herbiri
Beglerıne
söylediler kim gelün
Bunda Türk’ün
Ulu’sun da’vet kılım
Ola kim da’vet
icabet eyleye
Kim bize sırr
ı Mesîh’den söyleye
Didi kim nola
idelüm da’veti
Bize Rûhullah
iderse nıısreti
Beglerinden
gördiler meyloldıı çün
Cem’ oluban
cümle râhibler o gün
Didiler kim
cümlemiz biz varalum
Ol uluyı bunda
da’vet kılalum
Ola kim
güftârımuz kıla kabûl
Kim bize
meylide ol sırr ı
Resul Begleri
didi ki âyâ görünüz
Oglına didi ki
siz de varunuz
Anda dursun
kal’ada tâ ol gele
Bizimile nice
gün bunda ola
Didi nola
emrimizle varayın
Kal’ada anlar
gelince durayın
Hâsılı rehnitdi oglın kal’aya
Sandı kim
Şeyh’i geçüben gelmeye
Düzdiler
âyinlerince armağan
Girüben
deryâya oldılar revan
Irüben İzmir’e
lenger saldılar
Çıkuban hidmet-i Şeyh’e geldile
Çeküben
sogatını bunlar hemin
Baş yire
koyuban öpdiler zemin
Didiler Şeyh’e
ki Rabbun hakkıçün
Sizi ümmet
kıldı Muhammed içün
Dahi ol İsâ-yı
Rûhullah içün
Hem dahi Mûsâ
Kelîmullah içün
Lûtfunuzla da’vetimiz kıl kabûl
Ol Muhammed
hakkıçün k’oldu
Resul
Cümlemize dahi cümle ehline
Dîn-i
Ahmed’den nasibi olana
Bizi mahrum
eyleme geldük size
Bize gelmekdür size minnet bize
Begimüz bizim
katı âlimdürür
Fazlımız
işideli bııldı sürür
Kim bilürsiz
gelmege âcizdür ol
Hidmetiyiçün
eyâ sırr ı Resûl
Oglını
gönderdiler bunda tura
Size (ol)
müştaak olubdur kim göre
Dinde ayrıysak
nola iy sırr-ı Hak
Rabbimüz
birdür kamumuz abd-i Hak
Çok tazarrû’
itdi bunlar
Şeyh’e pes
Şeyh de rızâ gösteriib itdi nefes
Yedi ruhban idi bunlar iy amu
Cümlesi arabca bilürdi kamu
Şeyh’e olmuşdı
beşaretler nice
Gemiye binüb
ol adaya geçe
Dinledi Şeyh
bunlarım sözin biraz
Gördi hiç
bunlarda yok asla garez
Kaldurub elin
kodı baş’üstüne
Bunlara geliib
didi baş üstüne
Sevnişüben
cümlesi itdi tapu
Çekdiler
soğalı açıldı kapu
Oglını bunlar
komakhk diledi
Şeyh anı
komaga rızâ virmedi.
Oradan bunlar
gemiye bindiler
Yelken açuban
adaya indiler
Yolda giderken buları ol zaman
Furtuna tutdı begaayet iy cüvan
Gark
(olacağın) bilüb bunlar o dem
Velvele düşdi
bulara iy dedem
Sandılar helak
olurlar pes hemin
Şeyh’iin aslâ
hâki yok iy merd-i din
Gördı bunlar
cümlesi hayrettedür
Didi korkman
Bedr-i din sizünledür
Gam yimen Bedr
i din’i Hak
Hazreti
saklamışdur hem sizi kon âfeti
Kaldurub bir
kez elin kıldı duâ
Hak Çalab kıldı
duasını revâ
Furtuna dindi
oluk saat heman
Girü dümen
dakub oldılar revan
Kal’aya yakın
irişincek bular
Binüben kayuga
karşu geldiler
Begleri anda
görüşüb Şeyhıla
Girüben gemiye
oturdı bile
Mahir idi
ilm-i hey’ette kaü
Şeyhıla
hey’etten itdi sohbeti
Gördi
hey’etten söz anlar
Şeyh anı İlm-i
hey’etle geçürdi ol güni
Dinleyicek
Şeyh’i bunlar iy emin
Didiler
Mesîh-i sânî bu hemin
Nefesi eyledi
ihyâ mürdcler[86]
Hassa kim
tevhidi ciğerler deler
Bagçesine
konduruban
Şeyh’i ol
Ayinince çok riâyet kıldı ol
Ne kadar râhib
ki var geldi heme
Şeyh dahi
zikrile kıldı zemzeme
Zikrolundı
anda ol gün ol gice
Oldı bunlar
zikre hayran iy hace
Tevhidün nûrı
buların kalbine
Dokunıb itdi
sirayet ba’zına
Nice râhibler
dahi itdi bükâ
Anda
dervişlere irincek safâ
Mele’-i a’lâya
irdi na’ralar
Sidre-i
seyyare irdi na’ralar
Halka-i zikre
girenler didi hû
Ayağı digmezdi
yire dişe hû
Gözile
göriirdi dirler kâfıran
Zâkirün payın
muallak bil lyan
Hayrete varub
bu hâle iy emin
Dirleridi
innehu sihrünmübîn[87]
iki papazlar
gelübdi key ulu
Anlar Enez’lü
idi iy bahtlu
Her yıl anda
gelüridi ikisi
Anlara dokundı
Şeyh’ün cezbesi
Hufyeten
Islâm’a geldiler hemin
İtdiler
zarûretile ketm-i din
Adada sâkin
olanlardan dahi
Beş kişi îmâna
geldi iy ahi
Ahdleşüb Şeyhıla
bunlar ol zaman
Sizden olmazuz
didiler râyegân
Şeyh dahi
bunlara va’de eyledi
Edrene şehrine
gelesiz didi[88]
On gün oldı orada Şeyh Hazreti
Gördi bunlardan kenıâl-i
rağbeti
Eyle âşık oldı Şeyh’e Begleri
Bile gcçdi denizi iy din eri
Aglayub kirlini öpdi ol ciivan
Didi (iy) rûh-ı revanimi ol
revan
Gönderıib Şeyh’i kayuga bindi
ol
Sâlisü sclâseden hem döndi ol.53
Yukarıdaki
alıntının üslubu kuşkusuz devrin bütün vilayetnamelerine has keramet alanına
giriyor; aynı anlatı şemalarına Saltıknâme’de, Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde,
Elvan Çelebi’nin ya da Mahmûd Paşa’nın menakıbnamelerinde ve 14.-15. yüzyıllar
Türk edebiyatında bol bol görülen velilerin hayat hikâyelerinde de rastlanır.
Fatih Sultan Mehmed’in çevresinin bu tür anlatılara çok düşkün olduğu bilinmektedir.
Bedreddin’in torunu da bu kesimi hedeflemektedir: Kâfirlerin ülkesine gelerek
ikna yoluyla ya da keramet gücüyle, dini kadrolardan yani keşiş ve rahiplerden
başlayarak hak dininden olmayanları imana getiren derviş söylemi sık rastlanan
bir senaryodur. Hacı Bektaş Frengistan’da -Bedreddin gibi bir adaya giderek-bir
keşişi ziyaret eder; rahip kılığına giren Sarı Saltık yolunun üzerinde
rastladığı manastırlarda canlı ilahiyat tartışmalarına girer; Emir Sultan
Hıristiyan bir keşişi ihtida ettirir; Baba İlyas’ın müridlerinden biri bir
keşişin oğludur; Mahmûd Paşa ihtida etmeden önce bir manastırda çömezdir.54
Ancak
bu tür belgelerde görülen dini açıdan abartılı nıenakıb üslubuyla, bunlarda
yer alabilecek birçok değerli tarihi bilgiyi birbirine karıştırmamak gerekir. Bedreddin
menakıbnamesinde, tarihsel nitelik yukarda saydığımız diğer örneklerden daha
ağır basmaktadır. Sakız adasına geçiş konusundaki pek de inanılır olmayan
bölümleri, aynı dönemin diğer tanıklıklarının ışığında sınamadan geçirmek
gerekir. Metnimizi dönemin diğer kaynakları ışığında noktası noktasına yeniden
incelersek, şunları görürüz: Özellikle Türk olmayan kaynaklar söz konusu
olduğunda, Müslüman vaizlerin Hıristiyan ülkesine sızmaları ya da Balkan veya
Ege topraklarının Islamlaştırılması gibi kaygı verici bir olgunun uydurulmuş
olması düşünülemez. Bu durumda, Menakıbname’den aktardığımız öyküde
dile getirilen olguların büyük bölümünün diğer kaynaklarca açıklanan tarihsel
arka planla çelişmediği görülür.
Öncelikle
sahnenin olası başrol oyuncularını saptamaya çalışalım. Bedreddin’in Sakız’da
kaldığı sanılan dönemde, adada iki üst düzey yönetici bulunuyor: Podesta.
ve yardımcısı castellanus. Türkçe metinde “bey”in ikametgâhı olarak
birçok kez “kal’a” teriminin kullanılması, bu ikinci kişinin kastedildiğini
düşündürüyor; ayrıca adanın en yüksek otoritesinin astı konumundaki bir
görevlinin bu tür temasları daha özgürce düzenleyebileceği varsayılabilir.
Kasım 1404’e kadar castellanus, Battista Adorno’dıır; bu tarihte görevi, Ekim
1401 ’den beri Cenova valisi olan Mareşal Boucicaut’nun atadığı, Maruftö
adında bir kişi devralmıştı.[89]
Metnimizin
tarihsel gerçekliğe yakınlığıyla ilgili olarak değineceğimiz şaşırtıcı bir
nokta bulunmaktadır: Ceneviz egemenliği altındaki Yunan adası Sakız ile
Türklerin egemenliği altındaki kara arasında temas kurmanın kolaylığı. Sakız
elçileri güçlük çekmeden İzmir’e gelirler. Görünüşe göre İzmiroğltı, Bedreddin
kadar saygın bir kişinin hiçbir dönüş teminatı olmadan gitmesine izin verir,
çünkü şeyh Sakız “bcyi”nin oğlunun rehin olarak İzmir’de kalmasını kabul
etmemiştir. “Bey”, Bedreddin’i dönüşünde bizzat denizi geçip karaya kadar
uğurlar. Bu durumda ilişkilerin güvenli ve diplomatik ortamın bize burada
betimlenen temaslara elverişli olduğu anlaşılıyor. İlk bakışta bu durum, bir
önceki yüzyılın sonundan beri Anadolu ile Ege adaları arasında süregelen kötü
ilişkilerle bağdaşını yor. Aydın beyliğinin 1389/90’da Osmanlılar tarafından
fethi, Venedik’e bağlı olan Girit ile düzenli ticarete en aşağı on yıl boyunca
sekte vurmuştu. Türk baskınları yüzünden durum o kadar kötüleşmişti ki, 1402
şubatında Sakız Mahone’si, Naksos Dükü, Rodos Saint Jean Şövalyeleri ve
Venedik, Türklere karşı bir birlik oluşturmak konusunda görüşmelere başlamıştı.
28
Temmuz 1402’de Bayezid’in Ankara’da uğradığı yenilginin sonunda Osmanlı
gücünün silinmesi ve Timur’un koruması altında Anadolu kıyısındaki beyliklerin
yeniden kurulması, Ege’nin diplomatik satranç tahtasını baştan başa
değiştirecektir: Ağustos 1402’den itibaren Timur, Cenova’yı elinde bulunduran
Fransa kralına, krallığındaki tacirlerin Anadolu’da iyi kabul göreceğini
bildirir. Eylül 1402 ile Ağustos 1403 arasında, birçok Tatar elçilik heyeti
ittifak kurma arzusuyla l’era’daki Ceneviz podestasını ziyaret etmiştir. Ekim
1402’de Venedik senatosu, Kandiye dükünü Timur’un atadığı yeni “Altoluogo
Senyörü” ile iyi ilişkiler kurmaya davet eder. Ancak burada söz konusu olan
geçici bir Tatar görevlidir; meşru yöneticiler olan Aydınoğulları İsa ve Umur
ancak Timur’un 1403 baharında Anadolu’dan ayrılmasından sonra beyliklerine
yeniden kavuşabilir. Timur Ağustos 1402’de Sakız’a iki elçi gönderir. Bundan
böyle Türk yarımadasıyla Frenk adaları arasındaki ilişkiler düzelir. Ayrıca
İtalyan cumhuriyetlerinin yetkilileri Timur ordusunun çapulculuğundan kaçan
Batı Anadolu Türklerinin topluca adalara geçmesine ses çıkarmamakla kalmayıp,
bu sığınmacıların topraklarında sürekli olarak iskân edilmesini destekler. Bu
durumda, dönemin diplomatik ortamı İzmir’den gelen bir Türk heyetinin Sakız’da
kalmasına ve Cenevizli yetkililerin söz konusu heyeti iyi karşılamasına engel
değildi.[90]
Diğer
bir şaşırtıcı olgu: Aydıneli’nde el üstünde tutulan gazi geleneğinin
Hıristiyan din adamlarına pek olumlu gözle bakmamasına rağmen, Müslüman bir bey
nezdinde teşebbüste bulunan Sakız elçilerinin rahip olması. Bu bağlamda,
1339/40’ta kilisesine yerleşmeye gelen Efes metropoliti Matta’ya karşı
Aydınoğulları’nın onur kırıcı davranışları hatırlanmalıdır. Ancak 15. yüzyılın
başında zaman ve zihniyetler değişmiş gibidir: 1403’te Aydın’ın bitişik komşusu
Menteşe beyi, görüşmeler yapmak üzere Girit’e Patmos’lu Aziz İoannes
rahiplerini gönderir (“caloieri de S. Zuane de Pathmos"'). On beş
yıl kadar sonra Ege adalarına gemi yolculuğu yapan Buondelmonti aynı Patmos
rahipleriyle ilgili olarak, onların sık sık Anadolu’ya çıktıklarını ve
Türklerle çok iyi münasebetleri olduğunu belirtir: “(Onlar) rahiplere zarar
vermedikleri gibi, yaşamaları için gerekli olan şeyleri de sağlıyorlar”. Daha
geç bir dönemde, 1444’te, II. Murad Yunanlı bir rahibi Ragusa’ya elçi olarak
gönderir.[91]
Türkçe
anlatının başka bir noktası da bir soru işareti uyandırmaktadır: Bir dervişin
on gün boyunca yerel halk ile doğrudan temas kurması ve tasavvuf anlayışının
düşünce ve zikirlerinin Hıristiyan bir dinleyici kitlesi karşısında açıkça
sergilenmesi. 1436 ile 1458 arasında Türk topraklarında yaşayan Macaristan!)
György, Sakız adasında ilginç dindarlık gösterilerinde bulunan, kiliselere
girip kutsanmış su serperek, Müslümanlık ve Hıristiyanlığın eşdeğer olduğunu
uluorta ilan eden Hurufi dervişlerin varlığından söz eder. Bedreddin ve
müridlerinin birkaç yıl önce vaaz verdiği adada Hurufîlerin varlığı,
Bedreddinîler ile Hurufiler arasındaki düşünce, iba det ve faaliyet alanı
ortaklığı dosyasına kaydedilecek diğer bir unsurdur. Herkesin gözünün önünde
bir Müslüman ayinin yapılmasına izin veren yetkililerin aşırı hoşgörüsü, elli
yıl kadar önce, Basileus’un izniyle Bizans imparatorluk sarayının kapılarında,
hatta kilise girişlerinde Türk ilahi ve rakslarının sergilenmesinden daha
inanılmaz değildir.[92]
Aralarında
Ainos’lu (Enez) iki rahibin de bulunduğu birçok kişinin ka tıldığı bir zikirden
sonra ihtidayı betimleyen sahne, menakıbname üslubunun övücü süslemelerinden
arındırıldığında bir gerçeklik havası taşımak tadır. Her yıl Sakız’a gelen iki
rahibin Enezli olması, Cenevizlilerin Ege’deki deniz hâkimiyeti çerçevesindeki
sıradan alışveriş eksenine tamamen uygundur: Enez gerçekten de 1380
dolaylarından beri Cenevizli Gattilusio ailesinin mülkü arasındadır ve ticaret
filosu, 1402’nin başından beri doğdukları kent. Yem Phokaia (Foça), Sakız ve
Kandiye arasında ti caret yapan Ainos’lu tacirlerin gemileri gibi Ege adaları
arasında gidip gel inektedir. Osmanlı fethinden önce Sakız adası halkının
Islamlaştırılması olgusunu 1402 tarihli bir belge örnekler: Belgede Palatia ve
Theologo kıyısında demirleyen Türk filosunun komutanı olan, Müslümanlığı benimsemiş
Sakızlı bir Hıristiyandan söz edilir. Bu kişi, Türklerin hizmetine gir miş çok
sayıdaki Bizanslı ya da İtalyan denizciden biridir.[93]
Metnimizde
bunca kesinlikle dile getirilen Hıristiyanların ve Müslümanların birlikte
katıldığı zikir bahsinde, Şeyh ile Hıristiyan din adamları arasında kurulan
mistik temaslar konumuz açısından temel öneme sahip bir metin tarafından
doğnılanmasaydı, Müslüman din edebiyatının basmakalıp bir örneği olarak
algılanabilirdi. Bizanslı tarihçi Dukas, Sakız adasında Türk dervişlerle
Hıristiyan rahipler arasındaki mistik ilişkileri çok açık bir şekilde
betimlemektedir. Bedreddin’in “has müridi” Börklüce’ye ilişkin söz konusu
bölüm, yazarın Bizanslı olması ve İslam ile Hıristiyanlık arasında bu tür
temaslara düşmanlığı göz önünde bulundurulduğun da, Menakıpname’nin
incelemiş olduğumuz bölümünün tartışılmaz bir tarihi gerçeklik taşıdığını
gösteriyor. Bu konuya Börklüce’nin isyanıyla ilgili olarak ayrıntılı bir
şekilde yeniden değineceğiz.
Yandaşlarının
Batı Anadolu’ya yerleşmesi ve Hıristiyanlarla temasları açısından, kısa sürse
de belirleyici bir nitelik taşıyan bu yolculuktan sonra, Bedreddin doğduğu
topraklara, Trakya’ya dönmeye karar verir. Ancak Anadolu beyleri kendi
aralarında savaştıklarından, denizyolu Saruhan’ın donanması tarafından
kesilmiştir ve şeyh Edirne’ye dönmek için karayolunu izler. Kütahya ve
Domaniç’ten Bursa’ya geçerek yolunu uzatmak zorunda kalır. Burada Menakıbname’n’m
sözünü ettiği savaş olasılıkla, 808/1405’te Mehmed Çelebi’yi, kardeşi ve rakibi
İsa’nın İzmir, Aydın Menteşe ve Saruhan beyleriyle kurduğu koalisyonla karşı
karşıya getiren savaştır.[94]
Bedreddin’in
bu yolculuk sırasında, daha sonraki isyanda Manisa civarından harekete geçecek
olan diğer bir önemli müridini, Torlak Kemal’i de saflarına kattığı dikkate
alınırsa, bu yolculuk boyunca şeyhin yöre ahalisiyle çok verimli temaslar
kurduğu düşünülebilir. Bedreddin’in izlediği güzergâh yalnızca Batı Anadolu’yu
saran siyasi kargaşa tarafından belirlenmemişti: Bu güzergâh yaylalardaki
Türkmen nüfus arasında görüşleri ni vazetme arzusunu da yansıtıyordu.
Türkmenler 14. yüzyıldan itibaren, Domaniç dağından Keşişdağına [ Uludağ] kadar
uzanan bu engebeli bölgede sürülerini otlatırlardı. Osmanlı beyleri de sıcak
mevsimi buralarda geçirmeyi severdi. Örneğin 14. yüzyıl ortasının Bizanslı bir
tanığı, Gregorius Palamas’a göre, Orhan Bursa yakınındaki yaylalardan birinde
kalırdı. Görünüşe göre, şeyhin düşünceleri dağlık arazide biraz tecrit olmuş durumda
yaşayan Türkmenler arasında her zaman iyi kabul görmüştür; Bedreddin Edirne’ye
varmadan önce Kurudağ’da [Korudağ] heyecanla karşılanacaktır. Aynı şekilde
Börklüce en ateşli taraftarlarını İzmir’in karşısındaki Karaburun dağından
toplayacaktır; ayrıca Antakya’daki Yayladağ’da Bedreddinîlerin varlığı
saptanmıştır.[95]
Keşişdağı
eteğindeki bir köyde şeyh bir Torlak topluluğuyla karşılaşır. Köyün adı
Sürme’dir ve Menakıbname’de bu adın belirtilmesinin nedeni, Menderes
yakınındaki Nizar ve daha sonra Bulgaristan’da Zağra bölgesindeki Duğalar’la
birlikte, Bedreddin’in düşüncelerinin yayıldığı üç merkezden biri olmasıdır.
Aydıneli (Börklüce), Saruhan (Kemal) ve Rumeli (Bedreddin)[96]
isyanları olasılıkla bu merkezlerden düzenlenmiştir. Her zaman kolay
tanımlanamayan “Torlak” terimi üzerinde biraz durmak gerekir. Sözcüğün gerçek
anlamı şudur: terbiye edilmemiş tay, ateşli delikanlı (karş. Ahi toplulukları
için kullanılan fityân sözcüğü). 14.-15. yüzyıllar Anadolu’sunda
Torlaklar az çok belirgin şekilde Kalenderîyye tarikatına bağlanan gezgin
dervişlerdir. 10. yüzyılda kurulan ve 12. yüzyılda Cemaleddin Savî tarafından
yeniden örgütlenen bu tarikat, Anadolu’da 13. yüzyıl başında ortaya çıkmıştır.
Babaî adıyla tanınan ve Orta Asya kökenlerinden fazla uzaklaşmamış görünen
Anadolu Türkmen aşiretlerinin mistik-politik kadroları, yukarda sözü edilen bu
topluluk ile belirli organik bağları olmadan, bu düşünce silsilesi içinde
hareket etmektedir. Baba Resul’un Selçuklulara karşı çıkardığı büyük
ayaklanmada yenik düşmelerine rağmen, Türkmen Babaîler Moğol devrinde ve
Beylikler döneminde halk tabakaları arasında hep önemli bir etkiye sahip olmaya
devam etmişler, örgütlü bir devlete katılmaya duydukları tepkiyi sosyopolitik
kargaşalıklarla ifade edip, merkezi otoritelerin gücünün zayıflamasından
istifade etmeye her zaman hazır olmuşlardır. Her türlü “çeng ü çeganeyi”
çalarak şeyhi karşılamaya gelenler bu türden garip ve taşkın bir derviş
topluluğudur. İlk temas olumlu sonuç vermez: Görünüşe göre, tasavvufa gönül
vermiş olmakla birlikte Mısır medreselerinden yeni çıkmış, çiçeği burnunda
genç âlim ile daha geç dönemlerde Avrupalı gezginleri onca etkileyecek ve
çarpıcı betimleri yapılacak kaba saba, ateşli güruh arasında hiçbir ortak nokta
yoktu.[97]
Türkmenlerin
her türlü kentsel ve yerleşik merkezi otoriteye karşı besledikleri kuşku, ilk
aşamada Torlakların Bedreddin’e yönelttikleri suçlamalarda ortaya çıkıyor. Menakıbname
yazarının anlattığına göre Torlaklar onu beylere hizmet etmiş olmakla suçluyor
ve bey saraylarında geçirdiği zaman dışında neler yaptığını öğrenmek
istiyorlardı. Sonunda müridi olmayı kabul ettiler ve Bedreddin’i Bursa’ya
kadar uğurladılar. Ancak kendilerini bilen Türkmenler olarak, reddettikleri
yerleşik ve devletli dünyaya girmeyip, kent girişinde ondan ayrıldılar. Menakıbname,
Bedreddin’in Türkmenler üzerindeki etkisinin Halep’te olduğu gibi, Osmanlı
topraklarının bağrında da sürdüğünü gösteriyor. Şeyh ne kadar okumuş ve kentli
de olsa, bir Türkmen babası nüfuzuna ulaşmış görünüyor Kantemir üç yüzyıl sonra
belirtilere bakarak onu Kalenderi olarak tanıtır. Bu durum Bedreddin’in
sonradan Osmanlılara yönelik nasıl bir tehlike oluşturduğunu anlamamızı sağlıyor:
O, en iyi Anadolu ve Mısır medreselerinde yetişmiş bir âlimin saygınlığını,
Selçuklu sultanlarının soyundan gelen bir adamın nüfuzunu, aynı zamanda da
katı bir mutasavvıfın etkisini ve göçebe babaların kerametlerini şahsında
birleştiriyordu.[98]
Eğitimine
ilk başladığı yer olan ve herhalde bazı ilişkilerinin sürdüğü Bursa’da bir süre
kaldıktan sonra, şeyh Gelibolu’dan Trakya’ya geçer. Bolayır, Ktırudağ ve
Malkara’ya uğrar: “Kondılar Maalgara’da ol gice / Eyledi çok kişi bey’at iy
hace.” Böylece Bedreddin’in Ortadoğu ve Rum ülkesindeki yolculuğu son bulmuş
oluyor. Menakıbname bu yolculuğu, şeyhin Osmanlı başkentine kadar her
yerde toplamayı başardığı mürid sayısı açısından neredeyse bir zafer yolculuğu
olarak sunuyor: Ailesinin bütün üyeleri (babası ve annesi de dahil olmak üzere)
sonunda onun müridi olmuştur. Edirne’de birkaç ay kaldıktan sonra, daha önce
gördüğümüz gibi, “davet üzerine” Bursa’ya ve Aydın’a döner. Bu yolculuğunun
nedeni varlığıyla taraftarlarına destek vermek olmalı; sonra yedi yıllığına
Edirne’ye dönerek dünyadan elini eteğini çeker. Bir Osmanlı kaynağında, bu
dönemi “yer altında” yaşayarak geçirdiği söylenir. Bu deyimi belki de harfi
harfine kabul etmek yerine, sufinin doğduğu kentten uzunca bir süre ayrılmayıp
müridlerinin arasında düşüncelerini gizlice yaydığı anlamını çıkarmak doğru
olur. Edirne’de Hıristiyanlar ile yeni temaslar kurar. Edirne’ye çağırdığı
Enezli iki rahipten biri ailesiyle birlikte yanına yerleşir; rahibin bir
Ermeni’yle evli olan kızkardeşi dışında bütün ailesi ihtida eder. Oysa ailenin
İslâmlaşmayan tek üyesi olan bu kadının kızı, İsmail’in eşi ve Menakıbname’nin
yazarı Hafız Halil’in annesi olacaktır.[99]
4 RUMELİ'DE, OSMANLI DEVLETİNİN HİZMETİNDE: KAZASKERLİK
Menakıbname
daha sonra Musa Çelebi’nin kardeşi Süleyman’a karşı kazandığı zaferden söz
ediyor; bu olay Menakıbname'nin kahramanıyla yeni sultan arasında sıkı
bir işbirliği döneminin başlangıcı oluyor. Musa gerçekten de Bedreddin’i çok
önemli bir görev olan kazaskerliğe getirir. Her türlü dünyevi faaliyetten
vazgeçmiş görünen, Timur’un teklifini reddetmiş olan sufı, beklenmedik bir
şekilde, riyazatı tamamen terk eder, kamu hayatına atılır. Bu karar
olasılıkla, Varidat ’ta da ifade edildiği gibi, bilgilerini açığa
çıkarma ve mutasavvıfın cezbe yoluyla edindiği içsel deneyimi siyasi eylem
hizmetine sunma zamanının gelmiş olduğunu düşünmesiyle bağlantılı olmalı. Yine
Varidata göre, bu eylem cemaati yeniden doğru yola sokmayı amaçlıyordu.
Üstelik devir halk ayaklanmalarına elverişliydi: Osmanlıların zayıf düşmesini
izleyen dönemde, Balkanlar’da ve Anadolu’da anarşi hüküm sürüyordu.[100] Bir
önceki yüzyılda Selanik’te görülen Zelot ayaklanmasından beri bölgede sosyal
kargaşalar bölgenin hemen her yerinde birbirini izlemiş ve bunların nedenleri
çeşitli olmakla birlikte, patlamaya hazır bir hava oluşmuştu.[101]
İlk
aşamada Bedreddin’in siyasi eylemi Musa’nın temsil ettiği Osmanlı meşruiyetinin
gölgesinde gelişecektir. Kazaskerlik görevinin Bedreddin’e kazandırdığı güçlü
konum, ona düşüncelerini yayma ve Tuna, De liorman ve Dobruca’daki68
Türklerle sıkı bir bağlantı ağı kurma fırsatı verir. Selçuklu soyundan gelmesi
onu Varna, Silistre, Edirne ve Serez’de yerleşmiş Izzeddin taraftarlarının
soyundan gelenlere de bağlamaktadır kuşkusuz. Eflak voyvodası Mircea ile
olasılıkla o dönemde temas kurmuştur. Mircea, Musa’dan Mustafa’ya ve Cüneyd’e
kadar Osmanlı’nın yeniden bütünleşmesini önleyecek her türlü çabayı
desteklemiştir. Türklerle olan bu ilişkileri Macarların gözünde Mircea’yı
Hıristiyanlığa ihanet eden bir kişi durumuna getirmiştir. Kazasker, Cüneyd’le
de yakın ilişkiler kurmuş olmalıdır; Bedreddin’in Edirne’de inzivaya çekildiği
dönemde (1407-1411), Cüneyd İzmir’deki beyliğinden sürgün edilmişti ve Arda
nehri üzerindeki Ohri’de sancakbeyiydi. Bedreddin, kendi ailesine ve Musa
Çelebi’ye çok yakın olan Mihaloğulları ile de sıkı ilişkiler içindeydi.69
Ancak
o dönemde, özellikle belirleyici olan Musa’nın desteğidir. Birçok kaynak onun,
Mehmed’in soğukkanlılığına ya da Süleyman’ın gevşekliğine karşılık,
Bayezid’in sert ve sofu mizacını miras aldığını belirtmektedir; ama Menakıpname’de
Musa, adalet ve hoşgörü ile hüküm süren bir sultan olarak betimlenmiştir.[102]
Musa’nın
dini bağlantıları, politik ittifakları gibi taraftarlarının kişiliği de bu
siyasi istikrarsızlık döneminde tahtta hak iddia edenlerin yalnızca taht için
mücadele etmediğini, farklı görüş grupları arasındaki karşıtlığın da söz konusu
olduğunu gösterir gibidir: heterodoks gaziler ve ulema; eski köklere dayanan
rical ve yeni kapıkulları sınıfı; dünün düşmanlarıyla uzlaşmaya girme
taraftarları ve yayılmacılar; Rumelililer ve Anadolulular... Bütün bu gruplar,
bu görüşlerin taraftarları aracılığıyla çatışmakta, yeri geldiğinde çarpışanlar
saf da değiştirmektedir. Bu durumda Türk tarihçilerin haklı olarak “fetret
devri” olarak adlandırdıkları, on beş yıl kadar süren bu zaman aralığında
büyük bir siyasi kargaşa yaşanmıştır. Ancak bu çalkantılı dönem aynı zamanda
kurulmakta olan Osmanlı toplumunu sarsan zıt eğilimleri açığa vurmaktadır. Örneğin,
Süleyman bir süre için meşru iktidarı temsil eder; Trakya’da temellenen bu
iktidar eskisine göre daha fazla Rumelili görünümündedir. Politikasına
damgasını vuran ve savaşa pek eğilimli olmayan Çandarlılar gibi büyük
ailelerin desteğine sahiptir ve Hıristiyan komşularıyla yaptığı ittifak onu
rahatlatmaktadır. Bunların arasında Çandarlı Ali’nin iyi tanıdığı Manuel
Paleologos da bulunmaktadır. Keyif ehli Süleyman “yarı-kâfır”olarak
görülmektedir; Anadolulu niteliği daha baskın olan Mehmed Çelebi, Arnavut
Bayezid Paşa gibi yeni ihtida etmiş kişilerin desteğine sahiptir, babasının
Asya’da ve Avrupa’da bulunan mülkünü yeniden bir araya getirme politikasını
gütmüş ve dinsel Ortodoksluğu sıkı sıkıya savunmuştur; Musa’ya gelince, Rumeli
uç beyliklerinin savaşçı ve heterodoks insanlarını benimsemiş gibidir
(“taraftarları Tuna boylarının Türkleriydi” der Dukas), bir yandan da
Balkanlar’daki (Mircea) ve Anadolu’daki (Isfendiyar) müttefiklerini
gözetmiştir. O da çevresine, Bulgaristan’daki topraklarında Bektaşî
ideolojisini benimseyecek olan Mihaloğulları gibi, doktrin açısından konumları
tartışmalı olan eski ailelerin temsilcilerini toplar.
Edirne’de
halkın çok sevdiği ve Oruç Bey’e göre, Osman zamanından beri Mihaloğulları ile
bağlantısı olan Rumelili bir gazinin oğlu, üstelik ünlü bir fikıhçı olan
Bedreddin’in Rumeli’nin yeni efendisinin dikkatini çek memesi düşünülemezdi.[103]
Sultan
ile sufınin karşılaşması bir marifet tarzında sunulur. Hükümdar onu rüyasında
görür ve ertesi gün kendisiyle camide karşılaştığında müridi olur. Cüneyd
konusunda olduğu gibi, iki adam arasında kurulacak manevi bağları küçümsememek
gerekir; vakanüvisler ise yalnızca Bedreddin’in Musa’ya politik düzlemde
katılmasından söz ederler. Mencıkıbname’de kazaskerlik için başka
geçerli adaylar bulunmasına rağmen, Musa’nın yalnızca Bedreddin’e tam bir
güven duyduğu, bu güvenin de müridin şeyhine manevi bağlılığına dayandığı
belirtilir. Metinde şeyhin bölge eşrafından birinin oğlu ve tanınmış bir âlim
olması nedeniyle halkın rızasını da aldığı belirtilir. Rumeli’nin bu
bölgeciliği birkaç yıl sonra Düzmece Mustafa’nın başarısını da
kolaylaştıracaktır.72
Hafız
Halil’e göre, Bedreddin’in diğer bir müridi olan Cüneyd, Musa’nın sultanlığı
döneminde Edirne yakınındaki Ohri sancağından ayrılmakta özgür bırakılmış
görünüyor, izmiroğlu Cüneyd, Dukas’a göre İzmir ve Tire’deki taraftarlarının
desteğiyle, Aydıneli’ni yeniden ele geçirir. Süleyman onu 1407’de Aydın’dan
sürdüğüne ve Mehmed de 1414’te aynı kararı aldığına göre, Cüneyd’in ayrılıkçı
eğilimlerini yalnızca Musa’nın hoşgördüğü izlenimi uyanıyor.73
Osmanlı
vakanüvislerine göre, 1411 ve 1413 arasında kazaskerlik görevini sürdürdüğü
sırada Bedreddin, Börklüce Mustafa adında bir kişiyi kethüda olarak göreve
alır. Bedreddin’in Musa’nın sarayındaki gözde konumundan yararlanarak ve
olasılıkla o sırada Aydın’a hâkim olan Cüneyd’in onayıyla -İdris-i Bitlisî’nin
belirttiğine göre, efendisinin kesin talimatıylaMustafa, Bedreddin’in
düşüncelerini yaymak için Aydıncli’ne gelir. Mcncıkıbname'ye. göre o
döneme doğru Mustafa, Menderes üzerindeki Nizar köyünde bulunmaktadır;
Bedreddin’in oğlu ölünce, onun çocuklarını orada himayesine alır ve onları
Musa’nın 1413’te iktidardan düşmesinden sonra Bedreddin’in sürgün edildiği
İznik’e götürür.74
Menakıbname’nin
Musa’ya övgü dolu yaklaşımına göre, onun kardeşi Mehmed tarafından iktidardan
düşürülmesi ve Eflaklı müttefığinin yanına kaçmaya çalışırken öldürülmesi
“takdir-i kazâ”dır. Bu kader müteveffa hükümdarın hizmetkârları açısından da
doğal olarak olumsuz sonuçlara yol açacaktır. Mihaloğlu gibi Bedreddin de
azledilir; yalnızca siyasi değil dini bir gözden düşüş de söz konusudur. Mehmed
Çelebi’nin iktidara gelişi Ortodoks İslam’a geri dönüş anlamı taşır gibidir.
Savaştan galip çıkan sultan hıncını şeyhin müridlerinden alır, bunların birçoğu
hapsedilir. Şeyh ve ailesi ise kabul edilebilir maddi koşullar gözetilerek
-Mehmed Çelebi şeyhe ulufe bağlamıştır- İznik’e sürgün edilir, ama gelecek
konusunda pek az güvencesi vardır. Şeyh, gelecek günlerin belirsizliğinin
uyandırdığı kaygılara rağmen, İznik gibi büyük bir üniversite kentinde
bulunmasından yararlanarak et-Teshîl adlı yapıtını yazar ve kaygılarını
27 cemaziyelâhir 818’de (4 Eylül 1415) tamamladığı kitabın sonuç bölümünde dile
getirir:
Bu kitabı tamamladığım şu
sırada doğduğum kentten uzaktayım; üzüntü ve felaket içindeyim. Yüreğimde yanan
ateş günden güne büyüyor. Ey gizli iyiliklerin Efendisi bizi korktuklarımızdan
koru.[104]
Sonunda
şeyh dostlarını ve ailesini geride bırakarak aceleyle İznik’ten ayrılır. Bu
kaçışla ilgili olarak Menakıbname’de gösterilen nedenler Osmanlı
kaynaklarıyla çelişmektedir. Hafız Halil, Bedreddin’in hacca ve müridlerinin
onu çağırdığı Kahire’ye gitmesine sultanın izin vermemesinin, şeyhin gizlice
gitme kararı almasına yol açtığını ifade ediyor. Buna karşılık İdris-i
Bitlisî’ye göre şeyh, müridi Börklüce’nin Aydıneli’nde ayaklanmasından sonra
sultanın misilleme yapmasından korktuğu için İznik’ten ayrılıyor:
[Mevlana Bedreddin] Elbette
birgün olup mürid ve dâisi olan bu Mustafa’dan dolayı kendisinin hâline taarruz
olunacağını ve anın ilhâdına kendi muktedâsı makıysünaleyh olacağını tayakkun
etdi. Bundan dolayı Iznık’dan Kastamoni hâkimi İsfendiyâr Beğ nezdine apansızın
kaçııb oradan gemi ile Karadenizi geçerek Eflak vilâyetine gitdi.
Görüldüğü
gibi, Menakıbname bir kez daha sufi ile ele avuca sığmaz müridi
arasındaki ilişkileri olabildiğince gizli tutarak, şeyhi aklamaya çalı şıyor.[105]
5 OSMANLI BÜTÜNLEŞMESİNE KARŞI AYAKLANMALAR DÖNEMİ
A)
Anadolu Ayaklanması ya da Müridlerin İsyanı
Kaynaklar...
Menakıbname
suskun kaldığına göre, Börklüce Mustafa’nın Bedreddinî isyanında oynadığı rol
hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için, Osmanlı vekayınamelerine, aynı
zamanda kronikçi Dukas’a başvurmak gerekiyor. Ancak bunu yaparken, her iki
tanıklık grubunun Mustafa’ya düşman olduğunu gözden uzak tutmamalıyız; bu da,
olayın yaygınlığı ve der vişin gerçek kişiliği konusunda tamamen doğru bir
fikir edinme olasılığımızı sınırlıyor. Menakıbname AcVa dağınık bilgiler dahil olmak üzere, kaynakların
tümünün dikkatlice okunması, Simavnalı şeyhin doktrininin ve sosyopolitik
etkisinin anlaşılması için temel anahtarlardan biri olan Aydın ayaklanmasını ve
elebaşını olabildiğince yerli yerine oturtmamızı sağlayabilecektir.
Osmanlı
cephesinde en eski kaynaklardan ikisini sunuyoruz; diğer kaynaklar çoğu zaman
aynı bilgileri tekrarlamakla birlikte, belirteceğimiz birkaç özgün aydınlatıcı
ayrıntıyı da aktarmışlardır.
1460’a
doğru tamamladığı Behcetü’t-Tevârıh’inde Börklüce’nin ayaklanmasından
söz eden ilk yazarlardan biri Şükrullah bin Şehabeddin’dir. Dukas ile birlikte,
Bedreddin’i anmayan ve Börklüce’nin hareketini “Aydın vilâyetine” özgü olarak
sunan tek yazar odur. İlerde göreceğimiz gibi, İbn Arabşah da mürşit ile mürid
arasındaki ilişkilerden söz etmez ancak bu kez, yazarın anmadığı Börklüce’dir.[106]
Aydın vilâyeti dâhilinde
Karaburun denizi sahilinde ibâhiyyûndan biri zuhûr ile kendine sûfilik süsü
verdi. Nitekim Nûşirevân’ın pederi zamanında Horasan’da bunlar gibi birisi
zuhûr etmiş idi. Bu sûfinin başına birçok kimseler toplandı ve bunların dahi
şer’-i Muhammedi’ye muhalif nice işleri âşikâr oldu. Pâdişâh, Bâyezid Paşa’yı
bunların üzerine götürdü. Sûfiler mukabeleye koyuldular. Ve muharebe
vuku’buldu. Sultan Mehmed’in götürdüğü asker galebe eyledi. Ve sûfiler
katledildiler. Mervîdir ki “Lâ ilahe illallah” deyüp “Muhammeden rasûlullah”
dememekte ısrâr ile mertebe-i risâleti kendi şeyhlerine tahsis eden sûfilerden
dört bin kişi kadolunmuştur. Bunlardan “Muhammeden rasûlullah” diyenler katlokınmayup
kayd-ı hayatta bırakılmışlardır.[107]
İkinci
alıntı Aşıkpaşazade’nin 1476’da yazdığı Tevârîh-i Al-i Osman’dan
yapılmıştır:
Simavuna kaadısı oğlı kim
Iznık’a geldi, Mustafa Aydın ilinde Karaburun’a vardı. Ol vilâyette hayli
mürailik etdi. Aydın vilâyetinin çoğın kendüye dönderdi. Ol dahi bir nev’a
tertib kürdi. Elhâsılı kendüye nebi didirdi. Bu tarafdan Simavna kaadısı oğlı
işitdi, Börklüce’nün kim hâli terakkıy etdi, İznık’dan kaçdı. İsfendiyar Beg’e
vardı. Andan gemiye bindi. Eflak’a gitdi. Bu yana geldi, Ağaçdenizi’ne girdi.
Ve illâ Börklüceyile ittifakı vardı. Sultan Mehmed dahi Bâyezid Paşa’yı ve
oğlı Murâd Hânı bile gönderdi. Vardılar Karaburun’da Börklüceyile buluşdılar.
Mübalağa ceng ohındı. Tarafeynden hayli adam kırıldı. Ahır ceng arasında Börklüce’yi
paraladılar. Ol vilâyeti teftiş erdiler, giderecek adamların giderdiler. Beg
kullarına tımar verdiler. Bâyezid Paşa gene Mağnisa’ya geldi. Torlak Hu Kemâl’i
anda buldı. Anı dahi bir müridiyle asdı.[108]
Oruç
Bey’in (1500’e doğru) ve Ncşrî’nin (öl. 1520’den önce) anlatıları hemen hemen
aynıdır, ancak fazladan birkaç aydınlatıcı bilgi içerirler:
Simavna Kadısıoğlu Şeyh
Bedreddin kazaskerken bir kethüdası vardı. Ona lakabı ile Börklüce Mustafa
derlerdi. Simavnaoğlu şeyh iken has müridi Börklüce Mustafa idi. Karaburun’a
varıp şeyh oldu. Türlü türlü fesatlara başladı. Hayli mürâîlik eyledi. Aydın
Eli’ni kendine döndürdü. Her türlü tertipler kurdu. Hâşâ, kendine peygamberim
diye inandırdı.
Bu taraftan dahi Şeyh
Bedreddin, İznik’te oturmuşken Börklüce Mustafa’yı işitti ki işi
ilerlemektedir, mel’un Şeytan, gönlüne kuruntu düşürdü. İçi içine sığmayıp
harekete geçmek istedi. Takdirde olsa gerekti. (...) [Karaburun seferinin
anlatısı Aşıkpaşazade’dekiyle aynıdır], Bâyezid Paşa, Sultan Murad’la Manisa’ya
geldi. O sırada Sultan Mıırad Manisa’da otururdu. Sonra bu taraftan Dorlak Hû
Kemal derler birisi çıktı. O dahi çok mürid ve dost edindi. 2000’den ziyade
oldular. Onlar dahi bir tayfa olup gürültüyle memleketlerde gezerlerdi. Onlar
dahi türlü fesada başladı. Dinsizcesine hayli mürailikler eylediler. Aydın
Eli’ni ve o tarafları azdırdılar. Onun üzerine de asker gönderdiler. Varıp onu
dahi tuttular. Astılar. Ona uyanları dağıttılar.
Neşrî’ye
göre, Börklüce “Aydın vilâyetinin ekserini kendisine döndürüp, ol yerde
velayet davasını edip, halkı ibâhat mezhebine davet etti”. Manisalı asi (Torlak
Kemal) ise, Neşri tarafından şöyle tanıtılır: “Ve dahi Hû Kemal derlerdi, bir
torlak var idi. Kendi sınan birkaç yüz torlaklar ve aşaklar yanınca çengler
çegâneler ile illerde gezip enva’-ı fesad ederler idi”.[109]
[110]»
II.
Bayezid’in emri üzerine Farsça yazılan ve 1513’te tamamlanan Id ris-i
Bitlisî’nin Heşt behışt adlı yapıtı da aynı telden çalıyor:
Sımâvın Kaadıy denilmekle
meşhûr Kaadı Bedrüddin Mahmûd (...) kendi mürîdlerinden Mustafa nâmında birine
meşâyih âdeti vech üzre icazet ve irşâd virüb halkı da’vet zımnında Aydın ili
cihetine gönderdi (...) ve mezkûr Mustafa halvet mahallerinde ve gizli
yerlerde kendi zındıka ve ilhâdına müridlerine menhiyyât ve muharremât
irtikâbiylc ruhsat virdi ve az vakt içinde dâm-ı tezvirine dalâlet i şeytânı
ile on bine karîb mürid giriftâr oldu.
Bu
metne göre, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Bedreddin’in emri üzerine halkı
kendi yollarına sokmak amacıyla isyan etmişlerdir. Şeyhin bütün müridleri,
Bitlisi tarafından, hem din yayıcı hem de politik kışkırtıcı anlamına gelen
özel bir terim olan dâı diye nitelenmiştir.81
Börklüce
dosyasına katılacak son önemli metin, olasılıkla Mustafa’nın isyanının ve
düşüncelerinin en güvenilir betimlemesini içeren çok ayrıntılı bir
tanıklıktır: Aydın’ı ve Ege adalarını iyi tanıyan gayrimüslim bir gözlemci,
Bizanslı Dukas tarafından kaleme alınmıştır. Dukas Historia adlı ve
1462’de birden kesilen yapıtını, Cenevizlilerin hizmetinde olduğu Lesbos’da
(Midilli) yazmıştı.
O zamanlarda İyonyen körfezi
medhalinde kâin ve avam lisânında “StilaryonKaraburun” tesmiye edilen dağlık
bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryon, Sakız adası
karşısında kâindir. Mezkûr köylü, Türklcre va’z ve nasâyihde bulunuyor ve
kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevâşî ve arazî gibi şeylerin
kâffesinin umûmun mâl-i müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.
Diyordu ki: “Ben senin emlâkine
tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı sûrede tasarruf
edebilirsin”. Köylü, avâm-ı halkı bu nevi sözleriyle kendi tarafına celb ve
cezb etdikten sonra hıristiyanlar ile dostluk te’sîsine çalıştı. Köylünün
ifâdesine göre hıristiyanların Allaha mu’tekid bulunduğunu inkâr eden her
Türk, bizzât kendi dinsiz idi. Köylünün bütün fikir arkadaşları tesâdüf
ettikleri hıristiyanlara dostâne muâmelelerde bulunuyorlar ve Cenâb-ı Hak
tarafından gönderilmiş gibi hürmet ediyorlar idi. Hergün Sakız adası hükümeti
ile reis-i ruhanîlere adamlar göndererek akaaid-i hıristiyâniyye ile i’tilâf
itmeyen kimselerin sûret-i kat’iyyede nâil-i fevz ve necat olamıyacağı
hakkındaki düşüncesini onlara bildiriyor idi. O zamanlar adada “Turlot” [Tur
lotî] tesmiye olunan manastırda Giritli bir keşiş ikamet ediyordu.
Sahte râhib bu keşişe saçları
kesilmiş, başı açık, ayakları çıplak, yekpare bir libâsa bürünmüş
dervişlerinden birini göndererek bervech-i âtî tebligatta bulundu: “Ben de
senin gibi riyâzat ve i’tikâf hayatı yaşıyorum. Senin taabbüd ettiğin aynı
Allaha ibâdet ediyorum. Geceleri gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak
dâimâ senin yanında bulunuyorum”. Sahte râhib tarafından iğfal edilen hakıykî
râhib, Sisam adasında ikamet ettiği müddetçe köylünün kendisiyle bir inziva
hayatı yaşadığını ve hergün kendisine gelerek mükâlemâtta bulunduklarını
söylemek gibi ma’nâsız hareketlerde bulunuyordu. Ve benim, bu satırların
yazarının huzurunda, isteğimi yerine getirerek daha başka gariblikler de
anlattı. Çelebi Mehmed’in Saruhan vâlisi Şişman, bu sahte râhibe karşı hareket
ettiyse de Stilaryon’un dar geçitlerinden ileriye geçmeye muvaffak olamadı.
Stilaryonlular ise 6000 kişilik bir kuvvetle hemen gayr-i kaabil-i mürur dar
geçitlerden geçerek Şişman ile bütün ordusunu perişan etti. Bu muvaffakıyyet
üzerine Börklüce Mustafa tesmiye edilen bu köylüye, peygamberin ismini taşıyan
bu yalancının ma’neviyyâtına kapılan büyük bir cenım-i gafir iltihak etti.
Bunlar “zerkülâh” ta’bîr edilen başlık ile örtünmeyüp yalnız yekpâre kumaştan
yapılmış bir libâs giymeğe, baş açık gezmeğe ve Türklerden ziyade
hıristiyanlara meyi göstermeğe karar verdiler.
Nihâyet Mehmed, Saruhan Beği
Ali Bey’i bütün Saruhan, İyonyan-Aydın kuvvetleriyle Stilaryon-Karaburun
üzerine sevk etti. Dağ medhallerini zabt ederek daha ileride boğazlara doğru
yürüdüğü sırada mezkûr kuvvet köylüler tarafından o suretle perişan edildi ki
Ali Bey pek az maiyyetiyle beraber bin müşkilât ile Mağnisa’ya kaçarak hayatını
kurtarabildi. Mehmed, keyfıyyetten haberdâr olunca ancak on iki yaşında bulunan
oğlu Murâd’ı Trakya ordusuyla birlikte pâdişâhın mu’temedi Bayezid Paşa
refakatinde Mustafa üzerine gönderdi. Bâyezid Paşa Bitinya, Frigya, Lidya ve
İyonya’nın bütün silahlı kuvvetlerini topladı. Aynı sû’bü’l-mürûr (geçilmesi
zor) derbendlerden geçti. İhtiyar, çocuk, erkek ve kadın her kime tesâdüf
edildiyse hepsi gaddarca katledildi. Nihayet dervişler tarafından tahkim
edilen dağa kadar ilerlendi. Vukua gelen pek kanlı mücadelede Murâd’ın maiyyeti
efrâdından birçokları şehid oldu. Mâmâfih bütün dervişler sahte keşiş ile
birlikte arz-ı teslîmiyyet ettiler ve Ayasluğ’a getirildiler. Börklüce’ye
tatbıyk olunan en müdhiş işkenceler bile onu fıkr-i sâbitinden çeviremedi.
Mustafa, bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak
bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi.
Kendisine sâdık kalan mahremânı Mustafa’nın gözü önünde katledildi. Bunlar
“Dede Sultan iriş !” nidalarıyla mütevekkilâne ölüme tevdi’i nefs ettiler.
Vefatından bir müddet sonra Mustafa’nın mensûbîni onun aralarında yaşadığını
iddiâ ettiler. Kendisiyle görüştüğüm Giritli keşiş de aynı i’tikaadı
besliyordu. Bu hususta ne düşündüğünü sorduğum zaman Mustafa’nın ölmeyip Sisam
adasına çıktığını ve orada hayat-ı münzeviyânesine devam etmekte olduğunu
söyledi. Ben bittabi bu ma’nâsız sözlere chemmiyyet vermedim. Bâyezid, genç
Murâd ile birlikte Saruhan ve havalisini [Asya ve Lidya] baştan başa dolaşarak
rasgeldiği âlenı-i terk ve inzivada yaşıyan bütün Türk dervişlerini işkenceler
ile i’dâm etti. Frigya’dan geçti ve Gelibolu’dan geçerek Edirne’ye geldi ve
orada zaferlerle dönen oğlu Mıırâd’ı Mehmed’e takdim etti.[111]
...ve
yorumları
Elimizdeki
bütün tanıklıkları okuduğumuzda ortaya uyuşan epeyce nokta çıkıyor. Yazarların
tümü Börklüce’nin etkinlik alanı hakkında aynı görüşü paylaşmaktadır: Bu kişi
İyonya/Aydıneli’ne ve komşu Ege adalarına sıkı sıkıya bağlıdır. Kahramanının
şaibeli müridi konusunda bilgi verme bakımından hiç de cömert olmayan Menakıbname,
hatırlanacağı üzere, Mustafa’nın Menderes kıyısındaki Nizar köyünde yaşadığını
yine de belirtmektedir. Osmanlı versiyonunun ya da Menakıbname' n\n
doğru kabul edilmesine göre, Bedreddin’in onayıyla ya da onayı alınmadan yürütülen
propagandanın alanı Aydın vilayetidir. Mustafa Sakız’a durmadan dervişler
gönderir. Kendisi de bir süre Samos’ta (Sisam) yaşamıştır: İsyanın merkezi
Karaburun yarımadasında Stylarion [Karaburun[ dağıdır. Ayasluğ’da idam edilir.
Kaynakların
birleştiği diğer bir nokta: Börklüce, kırsal ortamda çok başarı kazanan,
taraftarları köylüler ve yoksul
kişiler olan bir köylü olarak
betimlenir. İsyan bir köylü ayaklanması, aynı zamanda dinsel bir başkaldırı
niteliğindedir (Bitlisi, “Fitne-i mülk-i dîn” der). Börklüce üstelik, Osmanlı
yazarlarına göre bir câhil, Bizanslı yazara göre …’dır. Her zaman ünlü bir âlim olarak tanıtılan
şeyhiyle bu yönden de canlı bir tezat oluşturur. Osmanlı devletinin
kazaskerinin kethüdalığı gibi gözde bir mevkide bulunmuş bir kişiye yapılan bu
cehalet yakıştırması gariptir. Börklüce’nin başım çektiği isyan hareketi
taraftarlarını en ateşli, en marjinal sufıler arasından toplamıştır: Dukas’ın
“monochitones” [libaslılar] ya da “Türk Kaloyerosları [dedeleri]” adını verdiği
bu kişiler, Osmanlı vakanüvislerinin “torlaklar”ı ya da “bedbaht sufıler”idir.
İsyanın sert çekirdeğini oluşturan bu din adamları, bozgundan sonra hiç bir
ayırım yapmadan tüm dervişlere karşı misillemeye geçtikleri anlaşılan galipler
tarafından sistemli bir şekilde kovalanmış ve kökleri kazınmıştır.[112]
Ayaklanmanın
vahameti bütün yazarlar tarafından vurgulanmıştır. Bu vahamet öncelikle
asilerin sayısının kabarıklığından kaynaklanır. Bu konuda verilen rakamlar
arasında farklılıklar bulunmaktadır: Şükrullah’a göre 4000, Dukas’a göre 6000
ve Bitlisî’ye göre 10.000’e yakın “Stilaryonlu” bulunuyordu. Ayrıca Kemal’in
torlaklarının sayısı Oruç tarafından 2000, Neşri tarafından birkaç yüz kişi
olarak tahmin ediliyordu. Asilerin geçici başarısı Aydın’daki iki ayaklanmanın
neredeyse eşzamanlı olmasına bağlanabileceği gibi, 1415 baharı ve sonbaharı
arasında Karaman’a ve İzmir’e yaptığı seferlerin ardından Anadolu’daki işinin
bittiğini düşünen sultanın o sırada uzakta bulunmasıyla da açıklanabilir.
Hareketin uyandırdığı şaşkınlık, karşılarında yerel yöneticilerin yerine yeni
atanmış, yani bölge hakkında çok deneyimi olmayan ve eski efendilerine çok
bağlı yerel nüfustan kuşkusuz pek az destek gören yöneticiler bulan
isyancıların lehine rol oynuyordu: 1422’de Cüneyd bölgeyi yeniden ele
geçirdiğinde, İzmir bölgesinde yoksul halk tabakası arasında büyük bir coşku
yaşanacaktır. 1415’te İzmir’in alınışından sonra, halk tarafından çok sevilen
Cüneyd’in yerine atanan Şişman adındaki Bulgar bu kadar önemli bir ayaklanmayı
bastıracak ölçüde teçhizatlı sayılmazdı; aynı durum Saruhan sancakbeyi Ali Bey
için de söz konusudur. Düşmanın, yani ne kadar coşkulu olurlarsa olsunlar
sonuçta profesyonel savaşçı olmayan dervişlerin ve köylülerin hakkından
gelebilmek için, karma Rumeli ve Anadolu birliklerinden oluşan üçüncü bir
ordunun, yani Osmanlı ordusunun büyük bir bölümünün seferber edilmesi gerekti.
Bu durum, “Yıldırım” Bayezid’in 1402’den önce o denli ürkülen ordusunun içine
düştüğü geçici zaaf hakkında bir fikir verebilir. Diğer yandan aynı durum, Bedreddin’in
müridleri tarafından Hıristiyanlar, Türk köylüler ve heterodoks dervişler gibi
aslında apayrı sosyal-dinsel kategoriler içinde yayılan düşüncelerin harekete
geçirici gücünü de göstermektedir.[113]
Bütün
metinlerimiz söz konusu düşüncelerin zararlı olduğunu ve bunları yayanların
sahte peygamberler, taraftar toplamak için mürailik eden sahte
mürşitler olduğunu, gizlilik içinde çalıştıklarını ve
ibadetlerinde, giyimlerinde ve kelime-i şahadet getirirken ortodoks İslam’dan
bile isteye ayrıldıklarını belirtir. Sadece Dukas ortodoks İslam’dan uzaklaşma
tavrının Hıristiyanlarla bir yakınlaşma yarattığını belirtir. Gerçi
Şükrullah’da, kelime-i şahadetin ikinci bölümünü söylemeyi ve Muhammed’in
[salla'llâhü aleyhi ve sellem] resullüğünü kabul etmeyi reddettiklerinden bahsedilmesi,
diğer rakip tektanrıcıların, yani Hıristiyanların ve Yahudilerin tavrının
benimsendiği suçlamasını da örtük bir biçimde içermektedir.
Bu,
çok eskiden beri zındıklara yöneltilen bir suçlamadır. Müslüman yazarların
metinlerinde Bedreddin’e ve taraflarına karşı sürekli “zındık” terimi
kullanılmıştır: Örneğin, zendeka ile suçlanan Halepli Sühreverdî de (öl.
1191) kelime-i şahadetin ikinci kısmını söylemeyi reddeder.85
Dukas,
Börklüce’nin Türk tebaası olmayanlar dahil, Hıristiyanlarla temas kurmaya çok
eğilimli olduğuna tanıklık ediyor. Bizanslı kronikçinin metninden kuşkusuz
bağımsız olarak, benzeri yakınlaşmaların yine Sakız adasında gerçekleştiğini
belirten Menakıbname’tim de tanıklığı olmasa, kendimizde bu konuda
kuşkuya düşme hakkını görebilirdik:86 Her iki örnekte de, dini
çekinceler göz ardı edilerek-Dukas’a göre Börklüce kendini Hıristiyanlığın
çekiciliğine kaptırmıştı, Menakıbname’dcki Hıristiyan rahipler ise
Müslüman olmaktadır-aynı yerde ve aynı ortamlarda dinler arası cesur ilişkiler
sergilenmektedir. Börklüce’nin Sakız adasını eylem alanı olarak seçmesinin nedeninin,
birkaç yıl önce bu adadan geçmiş olan mürşidinin düşüncelerinin kazandığı
başarı ve belki de burada bıraktığı müridler olduğu varsayılabilir. Bu
varsayımı destekleyici unsurlar olarak, Menakıbname, 1405’e doğru
Sakız’a yapılan ve belki de Börklüce’nin de katıldığı ilk “din yayma”
seferinden, Dukas da sonradan Mustafa tarafından görevlendirilen ikinci bir
derviş dalgasından söz eder.87
Börklüce
Mustafa’nın, yalnızca Dukas’m sözünü ettiği Sisam’da kalışına gelince, bir
Türkün o sırada Müslüman egemenliğinde bulunmayan bir adada uzun süre kalışını
açıklamakla kalmayıp, bu olgunun tarihini saptamaya izin veren birçok tanıklık
vardır: Eylül 1403’te Sisam’a uğrayan Castilla elçisi Clavijo ilginç bir
şekilde adanın Türklerle dolu olduğunu belirtir {...es pobladtı de Turcos)-,
bu tanıklığı on yıl kadar sonra bu durumun tarihsel nedenini açıklayan
Floransak Buondelmonti doğrular: “Timur’dan kaçan çok sayıda Türk, Sisam
adasına sığındı”. Andros [Andıra] senyörü Pietro Zeno tarafından gönderilen ve
Nisan 1403’te Kandiye’yc ulaşan bu konuyla ilgili rapor aşağıdaki hususları
belirtmektedir:
Palada ve Altoluogo
sahillerinde oturan Tiirkler Sisam’a kaçtı. Karaya çektikleri yedi gemiyle,
sayıları sekiz, on köy nüfusu kadardır. Sakız’da olduğumuzu bilen bu Türkler
haber gönderdiler (...) bize güvendiklerini ve her konuda itaat etmek ve
bizimle işbirliği yapmak istediklerini belirttiler (...) Ayrıca, bandırasını
çekmeye hazır oldukları Venedik hesabına Sisam’ı iskân ve işgal etmek için
Kandiye’ye bir elçilik heyeti göndermek istediklerini söylüyorlardı.
Rahip Domenico del Alemania
Timur’la uzlaşmayı kesinlikle reddeden bu insanlarla anlaşmak için iki kadırga
ile Sisam’a gitti.[114]
Aydınlı
bir Türk olan, dolayısıyla Zeno’nun sözünü ettiği Palatia/Milet/Balat ve Altoluogo/Efes/Ayasluğ
kaçaklarıyla aynı bölgeden olan Börklüce, büyük olasılıkla bu dönemde ve bu
koşullar altında Sisam’da kalmış ve Dukas’ın daha sonra Sakız’da sorguya
çektiği keşişe orada rastlamıştır. 15. yüzyıl başında Sisam kadar karadan
gelecek talan akutlarına açık bir adada yaşayan bir keşişin daha iyi korunmuş
olan Sakız’a sığınmaya gelmiş olmasında şaşılacak bir şey yoktur, üstelik her
iki adadaki manastır kuruluşları arasında çoğunlukla sıkı bağlar bulunuyordu:
Örneğin Sisam’daki Ayios Elias manastırı Sakız’daki ünlü Nea Moni manastırına
bağlıydı.[115]
Mustafa
ile Sisam arasında Dukas’ın sözünü ettiği diğer bir bağ, süflilin hayatta
kaldığı ve adada yaşamaya devam ettiği efsanesidir. Turloti keşişine göre “o
yine eskisi gibi (orada) yaşamaktadır”. Belki de, ihtiyat kaydıyla,
Börklüce’nin müridlerinin bu inanışında Bedreddin’in ölümünden sonra
düşüncelerinin ya da yapıtlarının, ona mensup olan çok kapalı çevreler
arasında gizlice aktarılmasında olduğu gibi, dervişin düşüncelerinin de adada
ya da başka yerlerde üstü örtülü bir şekilde canlı kalmış olmasının rol
oynadığı düşünülebilir.90
Turloti
keşişinin Girit asıllı oluşu da Börklüce’nin düşüncelerinin Ege adalarında
izlediği olası rota konusunda ilginç bir iz oluşturmaktadır. On ce şunu
belirtelim: Ceneviz toprağında Venedik uyruklu bir Giritlinin bulunması hiç
şaşırtıcı değildir.
Ceneviz
arşivleri Sakız’da yaşayan Giritlilerden sıkça söz etmektedir. Giritli keşiş
gerçekten Börklüce’nin müridi olmuşsa, mürşidinin düşüncelerini, özellikle de
toprak mülkiyetinin o çağda geçerli ilkelerini sorgulayan ve bu amaçla belki
de silahlı isyanı vazeden düşüncelerini yaymaktan geri kalmamış olmalıdır. Bir
Venedik belgesinin bu varsayımı desteklediği düşünülebilir. Börklüce
Mustafa'nın halifelerinin Sakız’da görüşlerini yaymaları ve Karaburun
ayaklanmasıyla çağdaş olan bu metin, Börklüce’nin ateşli yandaşı olan rahibin
geldiği adayla, Girit’le ilgilidir.
23 Eylül 1415. Girit’in huzuru,
isyan vazeden, bütün köylülerin özgür olduğu propagandasını yaparak Kandiye,
Resmo ve Sitia kazalarını dolaşan aşağı tabakadan insanlar tarafından tehdit
edilmektedir. Bu türden sözler senyörlüğün otoritesi açısından son derece
sakıncalıdır ve Tarikat Büyükleri denetimin güçlendirilmesini, elebaşılarının
izlenmesini ve tutuklanmasını salık vermektedir.[116]
Bu
belgenin betimlediği toplumsal ortam, Mustafa’nın faaliyet gösterdiği ortamın
aynısıdır: Dııkas’ta köylülerden (aypoiKöi), bu belgede ise aşağı tabakadan
insanlardan (homeni de villesima conditio} söz edilmektedir. Bu insanlar,
Börklüce gibi, kırsal ortamda isyan propagandası yapmakta ve “Senyörlüğün
otoritesi için son derece tehlikeli” bir düşünceyi yaymaktadır: Bu düşünceye
göre köylüler özgürdür, bu da gerçekten vahim toplumsal kargaşalıklar
doğurabilecek bir anlayıştır. Börklüce de mülkiyetin herkes arasında radikal
bir biçimde yeniden paylaştırılmasını önererek, dolaylı olarak sertlerin ve
yoksul köylülerin özgür bırakılmasını vazetmektedir. Demek ki her iki tarafta
da, istediklerini gerekirse güç kullanarak elde etmeye hazır bir köylü
ortamının sosyal talepleri ve toprak talepleri söz konusudur. Börklüce’nin
dervişlerinin Batı Anadolu’da yaptıkları gibi, Girit’te de bu düşünceleri
yayanlar gezici vaizlerdir.
Böylece
Dukas ile Venedik belgesi arasında ilginç bir eşzamanlılık saptamış oluyoruz:
Aynı tarihler, aynı toplumsal ortamlar, aynı talepler, aynı propaganda
yöntemleri. Geriye şunu saptamak kalıyor: Börklüce’nin düşüncelerinin,
Bedreddin’in müridinin faaliyet gösterdiği Batı Anadolu’dan ve Anadolu’ya yakın
Ceneviz adalarından (özellikle kıtadaki Ceneviz iskelesi Enia’dan Sisam’a ve
Sakız’a geçiş kolaydır) oldukça uzaktaki Venedik topraklarının bağrına da
sızmış olduğu varsayımını ileri sürmek tarihsel açıdan doğru olabilir mi?
Konuya daha yakından bakıldığında, Girit ile yalnız Ceneviz adaları değil, aynı
şekilde kıta Anadolusu arasında da nüfus alışverişlerinin sıkça yapıldığı
saptanır: Girit’te çok Türk vardır, Venedik otoritelerine göre bu sayı çok
fazladır 1363 tarihli bir belge adaya aşırı sayıda Türk kölenin sokulduğundan
söz etmektedir. Giritliler Sakız’dan Türk köleler satın alır; bunu ya doğrudan,
ya da Foça’dan ve başka yerlerden getirilen tutsakların satıldığı bu büyük
Ceneviz adasında yaşayan vatandaşları aracılığıyla yaparlar. Sisam da ünlü bir
köle pazarıdır. Girit’teki Türk tutsaklar adada yerleşme arzusunu sıkça
gösterirler: Bu duruma 1418 tarihli bir belge tanıklık eder ve bu Türklerin
Anadolu’dan eşlerini de getirtmeyi başardıklarını belirtir. 1403’te Timur’un
önünden Sisam’a kaçan Türkler Venedik cumhuriyetinin topraklarına kendi
arzularıyla yerleşmeye hazır olduklarını ifade ederler. Bu Türk göçmenler
sonunda Girit’i iyi tanımaya başlamıştır, bu da Venedik için bir tehlike
kaynağıdır, çünkü tutsakların yanı sıra, 1365 Girit ayaklanmasında tutulanlar
gibi silahlı Türk paralı askerleri de bulunmaktadır. Demek ki gerçeğe ters düşmeden,
çeşitli nedenlerle adada bulunan bu Türklerin köylülerin mülkiyeti ve
statüleri konusunda düşüncelerini yayabilecek durumda oldukları varsayılabilir;
bu düşüncelerin kökten reformcu niteliği halkın en yoksul kesimlerinde olumlu
bir yankı bulma şansına sahipti, üstelik Dukas[117]
kadar kuşkucu bir dinleyicinin karşısında bile inançlarını uzun uzun dile getirmekten
çekinmeyen Turloti keşişi kadar coşkulu, olası Hıristiyan müridlerin varlığı da
söz konusuydu. Bedreddin’in ideolojik sistemi konusunda toparlanabildi
unsurları analiz ederken, ona mal edilen “kolektivist” (“iştirakçi”)
düşüncelerin yalnızca Börklüce’ye atfen dile getirildiğini, bunun da yalnızca
Dukas’ın metninde yer aldığını gözden uzak bulundurmamak gerekir (bu,
Simavnalı şeyhin yayımlanmamış yapıtlarında ileride keşfedilebilecek unsurlar
hakkında bir önyargı değildir). Osmanlı kaynakları aslında sapkınlık terimleri
konusunda çok zengindir ama, şeyh ve başlıca müridi konusunda bazı modern Türk
yazarları gibi iştirakçilik ve buna benzer hiçbir kavramdan söz
etmezler. Bununla birlikte, Dukas’ın Börklüce’ye mal ettiği mülkiyeti herkes
arasında paylaştırma düşüncesi, Müslüman ve Bizans dünyasına tamamen yabancı da
değildir; bu konuda, Karmatilere kadar geriye gitmeye gerek kalmadan,
Pahimeres’in başka bir bağlamda söz ettiği Keşiş Nilos’un ve loannes
Tarkaniotes’in ya da Gemistos Plethon’un teorilerini hatırlamak yeterli
olacaktır. Börklüce’nin İsevî niteliği ise, yalnızca gerçekleştirdiği İsa tarzı
mucizelerle (Bedreddin’in fırtınayı yatıştırmasını anıştıran denizin üstünde
yürümesi), çarmıha gerilerek ölümüyle (bu da Bedreddin’in idam sehpasına
yürüyüşünü çağrıştırmaktadır) değil, her fırsatta bile isteye Hıristiyanlara
yaklaşma istemi göstermesi, keşişle aynı ibadet tavrı içinde Müslümanların
rekatıyla, Doğulu Hıristiyanların secdesini [proskynese] yaklaştırarak dua
etmesi gibi öğelerle belirlenir. Ancak o daha da öteye giderek aynı Tanrı’ya
bağlı iki inanç sisteminin derindeki birliğini ve selamete ermek için aynı
yönde birleşmeleri gereğini ileri sürerek, dinlerüstü anlayışa olan inancını
özel ve kamusal meclislerde dile getirir. Bunu yaparken, biçim ve kuralları
redde derek büyük tepkilere yol açan Melametiyye yöntemlerini kullanır, İslam’a
mensubiyetin dış görünüşlerini köktenci bir anlayışla reddeder (derviş külahı
takmayı reddetmek, hatta Muhammed’in resullük niteliğini yadsımak),
davranışları ya da düşünceleri, mürşidi Bedreddin’inkiler gibi Müslüman ve
Hıristiyan kaynaklarınca ortak olarak kınanır; ipe sapa gelmez hayaller garâib
nesneler acayip şeyler olarak
nitelenir.
Simavnalı
şeyhin başlıca müridinin toplumsal ve dinsel düşüncelerinin, Dukas tarafından
açıkça betimlendikleri için -Osmanlı kaynakları doktrin suçlamalarında ve
kullandıkları “dinsiz, mürâi, zındık”, vb terimlerde Dukas’a göre çok daha
muğlaktırBedreddin’in düşünce sistemini analoji yoluyla çözmeyi deneme
konusunda çok değerli oldukları görülüyor. Bedreddin’in düşünce sistemi ise bu
kadar açık bir şekilde ortaya konamamaktadır. Bunun bir nedeni müridinin
düşüncelerinin daha radikal niteliği olabilir; ama asıl neden Simavnalı şeyhin
yapıtlarının tümüne yönelik sistematik bir inceleme bulunmamasıdır. Büyük
bölümü yayımlanmamış durumdaki Simavnalı şeyhin yapıtlarına yönelik böyle bir
inceleme onun doktrini hakkında tam bir fikir verebilir.[118]
B)
Rumeli Ayaklanması ya da Mürşidin İsyanı: İlk Dalga
İznik’ten
ayrıldıktan sonra Bedreddin, pek çok şeyi açıklayan bir davranışla, Musa’nın,
Düzmece Mustafa’nın ve Cüneyd’in de müttefikleri olan, kendi doğal
müttefiklerine yönelir. Bunlar, Osmanlı karşıtı Anadolu beyleri, özellikle de
Isfendiyar ve en başta Eflakh Mircea olmak üzere Balkan prensleridir. Burada
bir güzergâh benzerliğinden fazlası söz konusudur. I. Mehmed devleti yeniden
ele geçirmeden önceki on beş yıl boyunca, Osmanlı’nın yeniden bütünleşmesine
muhalefet edenlerin yolları Sinop ve Eflak’tan geçecektir. Musa kardeşi
Süleyman’a karşı savaştığı dönemde Sinop’a sığınmış, oradan da Eflak’a
geçmişti; Mircea da Süleyman’a karşı son seferini (1409) hazırlaması için ona
topraklarında tam bir hareket özgürlüğü tanımıştı. 1415’tcki Düzmece Mustafa
ayaklanması da Sinop’ta örgütlenmiş, hatta tahta talip olan şehzade oradan
Eflak’a geçmişti. Dukas, Musa’nın taraftarlarının Tuna Türkleıi olduğunu
bildirmektedir. Düzmece ve Cüneyd, Mircea’nın yardımıyla Bulgaristan’ı yağmalamalarını
sağlayan birlikleri yine bu bölgeden toplamışlardır.[119]
Bedreddin
1416’nın temmuz sonunda, Mısır’dan dönerken ziyaret etmediği beylerden biri
olan Isfendiyar’ın yanına gelir, ibn Arabşah şeyhin o sırada Çandaroğulları'nın
yanında bulunduğunu doğrular:
819’da (1416-17) Şeyh
Bedreddin’i Isfendiyar bin Ebu Yezid’in yanında gördüm ve onunla ilmi bir
tartışmamız oldu. Onun özellikle içtihat konusunda bir dâhi olduğunu saptadım.
Öğrenimini tamamladıktan sonra ülkesine döndüğünde çevresini tiki Fıçılar ve
dervişler (fukahâ ve fukara) sardı. Halk uzak lardan onu ziyaret etmeye
ve armağanlar sunmaya geldi. Geniş bir çevresi oldu ve sultan olma arzusuna
kapıldı. O zamanın sultanı Ebu’l-Feth Mehmed bin Ebu Yezid el-Kirişçi’ye
başkaldırdı.
Menakıbname’nin
anlattığına göre Bedreddin’in geldiği gece Isfendiyar’ın bir oğlu olur; şeyh
çiğnediği bir hurmayı çocuğa tattırır ve ona İsmail adını verir. Sıkça
rastlanan su ile maneviyat aktarma teması Hacı Bektaş menakıbnamesinde de
görülür.[120]
Menakılmame’de.
bunun ardından pek de açık olmayan bir bölüm gelir: Isfendiyar Bedreddin’i
Timur’un oğlu Şahruh’un yanma gitmekten vazgeçirir ve kendisinden kuşkulanan
katı yürekli (“kalbi açılmaz anun”) I. Mehmed’den korkusundan, Bedreddin’i
başından atmak için bir elçilik göreviyle Kırım Tatarlarına gitmesini önerir.
Aslında I. Mehmed kuşku lanmakta haklıdır, çünkü Isfendiyar sistemli olarak
onun bütün düşmanlarıyla ittifak yapmaktadır.[121]
Bedreddin
pek de istemeden gemiye biner. Gemi rotasını değiştirerek
Eflak’a
uğrar, kaptan orada Bedreddin’i sahile çıkarıp, bırakır. Bu yaptığı kaptana
uğursuzluk getirir; kaptan sonradan Bedreddin’in müridi olduğunda, Menakıbname
yazarına gemisinin Hıristiyanların eline geçtiğini anlatır. Bu bölümde kaptanın
sonradan başından geçenler anlatılır. Tutsak edilince, rüyasında kendisini
teselli eden ve yakında özgürlüğüne kavuşacağını bildiren şeyhi görür. Bunu,
Hıristiyan rahipleri ile Bedreddin’i yeniden temasa sokan bir düşünce aktarımı
olgusunun betimlenmesi izler. Bu rahipler rüyalarında Bedreddin’i yanında İsa
ile görürler ve bir vaaz sonucunda tutsağın serbest bırakılmasını sağlarlar.
Tutsak, sanki bir rastlantıyla, şeyhin düşüncelerine özellikle açık olan üç
bölgeye gönderilir: Ön ce Sakız’a, oradan Cüneyd’in toprağı olan İzmir’e (orada
Hafız Halil’le karşılaşır), daha sonra da şeyhin idam edildiği ve müridleri
için mukaddes bir merkez haline dönüşen Serez’e gider. Eski kaptan bu kentte
Hafız Halil’in iki amcasının irşadı sonucunda derviş olacaktır. Konuyu
saptırıyormuş gibi görünen bu bölüm aslında yer belirleme bilgileri açısından
çok zengindir: Satır aralarında, Hafız Halil II. Mehmed’in saltanatında Menakıbname'yi
yazarken mevcut olan büyük Bcdreddinîyye merkezlerinin dökümünü verir.[122]
Eflak
sahilinde terk edilen şeyh, Sakız’da olduğu gibi, onun “şân-ı şe rifin” bilen
yörenin Hıristiyan ahalisi tarafından iyi karşılanır ve kente gö türülür; orada
Bedreddin ile aynı zamanda yüksek görevli olan, Musa’nın düşüşünden sonra
Eflak’a kaçan eski bir Musa taraftarı kalmaktadır. Bu da Eflak’ın Musa
taraftarlarına verdiği desteğin yeni bir örneğidir. Vakanüvis Solakzadc ile
Sadeddin, Mircea ile Bedreddin arasındaki yakın bağlardan söz ederken,
dedesinin anısını sürekli olarak aklamaya çalışan Hafız Halil bu konuda tek
kelime etmez. Eflak ile Boğdan arasında süren savaş yüzünden Kırım’a gitmekten
vazgeçen Bedreddin, sonucu ne olursa olsun Edirne’ye dönmeye karar verir.[123]
Osmanlı
vakanüvisieri o andan itibaren vekayınamelerde hurûc-ı İbn Kadı Simavne
adı verilen, Bedreddin’in tahtı ele geçirmek için Tuna böl gelerinden
(özellikle de Deliorman’dan) başlayarak örgütlediği düzenli bir isyandan söz
ederler. Menakıbname ise her türlü askeri harekât konu sunda sessiz
kalmakla yetinmeyerek, Bedreddin’in Edirne’ye yürüyüşünü sadece yeni yazmış
olduğu NûriKl-kulûb adlı yapıtını sultana sunma arzu suyla açıklar.
Hafız Halil bu yapıtın gizli olduğunu ve Bedreddin’in müridlcri tarafından ifşa
edilmediğini belirtir, bu da Bedreddin’in yapıtlarının sonradan nasıl gizli bir
yayılma süreci içine girdiği hakkında bir bilgidir. Hafız Halil eceli
geldiğinde avcıya giden av gibi (“sayda ecel irse sayyâda gider”) sultana doğru
giden sufinin bu girişiminde kendini isteyerek kurban etme yönünü ısrarla
vurgular. Geçtiği her yerde onu alkışlamak için kendiliğinden kitleler
toplanır. Deliorman’da olduğu gibi Zağra’da da kendisine armağanlar sunulur,
öğütler istenir. Sonra kalabalıklar dağılır. Yazar bunu bilerek yapmış olsun ya
da olmasın, şeyhin yakalanmadan önceki son günlerinin anlatısı kuşkusuz
Isa’nın Kudüs’e yürüyüşünü ve şehirde geçtiği yollara kendisini alkışlayan
halk tarafından yapraklı dallar serilmesi anlatısını düşündürmektedir; bu
konudaki ilk Müslüman örnek ise, Menakıbname'nin Mansur-ı Kum
nitelemesinde de adı zikredilen Hallac’dır." Musa’nın eski
taraftarlarının, Dobruca’daki Hıristiyan Gagavuzlar’la, Bedreddin’in atası
olduğu varsayılan İzzedin Keykâvus’un soyundan gelen ve Edirne’de, Serez’de
olduğu gibi Silistre’de, Varna’da da yaşadıkları belirtilen kişilerle bir arada
bulunduğu aşağı Tuna ve Bulgaristan bölgelerinde, Bedreddin’in çok iyi
karşılandığı anlaşılmaktadır. Üstelik şeyh kazasker olduğu dönemde bu
bölgelerde çok iyi bir izlenim bırakmıştır. Menakıpname'ddu bu
belirlemeler Bedreddin’in 1411 ile 1413 arasında ateşli taraftarlar kazanmayı
başardığı Balkanlar’daki militan eylemini doğrular. 17. yüzyılda hâlâ etkin
bir Bedreddinîyye merkezi olan bu bölgede, Hafız Halil Duğalar adındaki bir
Bedreddinî köyünden özellikle söz eder.[124]
[125]
Bedreddin’in
Bulgaristan’da halk arasında kazandığı başarı Hafız Halil’e göre I. Mehmed
tarafından yanlış yorumlanmış, şeyh ve dostlarının Edirne’ye doğru ilerleyişini
bir komploya yormuş, çevresinde de ona yanıldığını söyleyen hiç kimse
çıkmamıştır. Yazar bu fırsattan istifade ede rek, I. Mehmed’in “hikd u hased”
dolu maiyetini eleştirir: “Olmayaydı âlem içre eşkıyâ / Kahrıla katlolmayaydı
enbiyâ”. Hafız Halil’in o dönemde hüküm süren sultanın dedesine doğrudan dil
uzatması zordu. Buna karşılık I. Mehmed’in maiyetinde yer alan, Bedreddin ve
müridlerinin azılı düşmanı olan Bayezid Paşa ve Fahreddin-i Acemî’ye veryansın
eder: Fahrcddin ömrü boyunca yaptığı kıyımlarla ünlüdür. Gençliğinde hayatını
kurtardığı I. Mehmed’in gözdesi olan Bayezid Paşa ise, kapıkulları hizbini
temsil ediyordu. Bu hizbin padişah üzerindeki nüfuzunu korumaya özen gösteriyor
ve gözden düşmelerine yol açabilecek bütün güçlü şahsiyetlere kuşkuyla
bakıyordu.[126]
Mehmed
Çelebi’nin Bedreddin hareketini daha tohum halindeyken ezmek için gösterdiği
şiddetli tepki, sultanın birdenbire iki asi (“iki müfsid”, der tam olarak
metin) arasında kalmasından da kaynaklanmaktadır. Bu noktada, Bedreddin
isyanıyla çok yakın bağlantı içinde ele alınması gereken bir olay yine hafif
bir ima ile geçiştirilmiştir: Söz konusu olay Düzmece Mustafa’nın isyanıdır.
Hafız Halil onu Bedreddin isyanından uzak tutmayı öyle ustaca başarmıştır ki,
iki hareket arasında gizli bir anlaşma olduğu ihtimali pek düşünülmemiştir.
Oysa bölge, tarihler, oyuncular, önderler ve taraftarlar, kısacası her şey bu
iki hareketi birleştirmektedir. Bedreddin’in isyanının tarihini I. Mehmed’in saltanatının
sonu, Düzmece Mustafa’nınkini de II. Murad’ın saltanat dönemi olarak saptayan
Osmanlı vakanüvislerinin düştüğü kronoloji hatası, büyük olasılıkla bir arada
incelenmesi gereken bu iki olayın birbirinden ayrı tutulmasına büyük ölçüde
katkıda bulunmuştur.
Bu
durumda Düzmece’nin Trakya’yı ve Makedonya’yı atlılarıyla katedişinin üzerinde
biraz durmak gerekir. Bu gerekliliğin tek nedeni, her yerde karşımıza çıkan ve
olasılıkla Bedreddin’in müridi olan Cüneyd’in tahtın talibi Düzmece’nin de
yardımcısı olması değil, aynı zamanda Düzmece’nin seferinin son perdesinin
Bedreddin’in ezilmesinden ve ölümünden kısa süre önce inmesidir. Gerçekten de
iki isyan, Düzmece’nin Ekim 1416’da Bulgaristan’da ortaya çıkışıyla aynı yılın
18 Aralık tarihinde Bedreddin’in ölümü arasına sıkışan çok dar bir zaman
dilimi içinde yer almaktadır.[127]
C)
Rumeli
İsyanı ya da Düzmece Mustafa Ayaklanması:
İkinci
Dalga
Burada
Düzmece Mustafa’nın Bayezid’in tahtında hak iddia edişinin gerçeğe uygunluğu
değil (Mustafa Osmanlı kaynaklarınca bir gasıp sayılırken, Hıristiyan yazarlar
onu genellikle Yıldırım Bayezid’in öz oğlu olarak gösterirler), yalnızca
Mustafa’nın hareketi ile Simavnalı şeyhin hareketi arasında bağ kuran ilişkiler
ele alınacak. Düzmece Mustafa’nın doğal müttefikleri ile güzergâhı, daha önce
de belirttiğimiz gibi, Bedreddin’inkilerle aynıdır. 1415 ile 1416 arasında
Mustafa Sinop’ta, İsfendiyar’ın sarayındadır. Sonra Eflak’ta ortaya çıkar ve
orada Mircea ile resmen ittifak kurar. O bölgeden hareketle, Ulahların ve
Cüneyd’in desteğiyle Bulgaristan’ı eylem alanı haline getirir. Tuna üzerindeki
Nikopolis’e (Niğbolu) gönülsüzce sancakbeyi olarak atanan Cüneyd, İzmir’deki
beyliğine el koyan I. Mehmed’e isyan etmek için fırsat kolluyordu. İki
maceracı, Mircea’nın askerlerinin ve Osmanlı karşıtı Rumeli beylerinin
desteğiyle Ekim 1416’da Bulgaristan’ı yağmalarlar.[128]
Anadolu’dan
Edirne’ye dönüşünde durumu öğrenen I. Mehmed, Dukas’a göre Trakya’dan
Makedonya’ya geçer. Düzmece ile Cüneyd’in işini bitirmek ve birçok kaynağın
belirttiğine göre, aynı zamanda Makedonya’nın büyük metropolü Selanik’i
fethetmek için karargâhını Serez’e kurar. “Türk ve Ulah birlikleriyle
Tesalya’ya giden” iki rakibini kıstırır. Düzmece ile Cüneyd güçlükle Selanik
içine sığınarak valinin ve imparatorun koruması altına girerler, sultan da
kenti kuşatır (1416 sonbaharı). Düzmece olasılıkla 1415 yazından itibaren,
hatta Dukas’a bakılırsa Musa döneminde Bizans imparatoruyla bir anlaşma
yapmıştı. Bizansh tarihçi, Düzmece’nin Yıldırım’ın oğlu olduğu söylentisini, Musa’ya
engel olmak için bizzat II. Manuel’in çıkardığını belirtir.[129]
I.
Mehmed Selanik’i kuşattığı sırada, Mencıkıbname’yz göre -vakanüvis
Solakzade de bunu doğrulamaktadırkuşatılan için çok hayırlı, ancak kendi
açısından çok kaygı verici bir haber alır: Geri hatlarında, Düzmece’nin
geçişinden sonra kaynaşma halinde bir bölge olan Bulgaristan’da Bedreddin isyan
etmiştir; bu durumda kuşatmayı kaldırır ve Bedreddin’in üzerine yürür.[130]
Böyle
bir eşzamanlılık karşısında, iki dalga halinde gelişen tek bir isyanın söz
konusu olduğundan başka bir şey akla gelmemektedir; Rumeli’de Osmanlılara karşı
ilk deneme başarısızlığa uğrayınca, Selanik’te kıstırılmış müttefiklerini
kurtarmayı da hedefleyen Bedreddin taraftarları ikinci bir harekete
girişmiştir. Ancak Bizans imparatorunun verdiği, hayatı süresince Düzmece ve
Cüneyd’in tarafsız kalmalarını sağlayacağı gibi muğlak bir söz karşılığında
Selanik kuşatmasını kaldıran Mehmed’in bu kadar hızlı tepki göstereceği hesaba
katılmamıştı. Sultan 1416 sonbaharının sonunda Bedreddin’in üzerine yürüdü.[131]
D)
Bedreddin’in
Uğradığı Bozgun ve Ölümü
Dedesini
bir kez daha Osmanlı vekayınamelerinin resmi söylemindeki gibi silahlı bir
ayaklanmanın elebaşı olarak değil de, koşulların kurbanı gibi göstermek
isteyen Hafız Halil, Bedreddin’in yaşamının son bölümünü, şiddetin hiç rol
oynamadığı neredeyse gönüllü bir kurban edilme olayı şeklinde betimler. I.
Mehmed Bedreddin’i ele geçirmek için, kılık değiştirmiş 200 adamla birlikte
kapıcıbaşını gönderir. Adamlar geldiklerinde Bedreddin namaz kılmaktadır. İyi
bir müneccim olarak gökyüzünde ölüm fermanını okur. Çevresindekiler yüzünden
terler aktığını görüp şaşırırlar; onlara ecelinin geldiğini ve kaderin tecelli
etmesi gerektiğini söyler. O sırada onu yakalamakla görevlendirilmiş birlik
dört bir yandan çıkagelir. Şeyh büyük bir nezaketle gelenleri selamlar ve kim
olduklarını sorar. Ona tutuklu olduğu söylenir; bazıları onu tartaklamaya
başlar, masum olduğunun farkına varan başkaları ise onu sultana götürmek
zorunda kaldıklarına üzülürler. Ancak Serez’e doğru yola çıkılır, yol boyunca
şeyh yedi kez yere yığılır. Sonunda hapsedilir ve yargılanmayı beklemeye
başlar.
Görüldüğü
gibi bu bölümün tümünde İsevî bir renk vardır, Incil’de İsa’nın Gctsemani’den
çarmıha gerildiği tepeye gidişini anlatan bazı bölümleri hatırlatır. Bu konuda
her türlü varsayım ileri sürülebilir ve belli bir ihtiyat kaydıyla, büyük
ölçüde Hıristiyan duyarlılığının egemen olduğu bir Balkan bölgesinde yayılan Menakıbname’nin,
bazıları eski Hıristiyanlardan oluşan okurların inançlarını pekiştirmek için Simavnalı
şeyhin İsevî niteliğini bilerek vurgulayıp vurgulamadığı sorulabilir.
Bu
bölümü, sufinin idamına yol açan suçlamalar izlemektedir. Peygamberlik davası
gütmekle suçlanır (“Da’vi-i nübüvvet itdi didiler”). Hafız Halil’in kullandığı
deyimle “halka çok mekr ü âl” eden Börklüce’nin ve Torlak Kemal’in entrikaları
ona mal edilir. Menakıbname’nin bu bölümünde Hafız Halil Bedreddin’i
Aydıneli’ndeki iki isyandan kesin olarak ayrı tutar. Yazar sonra I. Mehmed’in
zanlıya niçin kötü gözle baktığını açıklar: Sultan şeyhin üstün niteliklerine
değer vermekle birlikte, Bedreddin’in ve çok sayıdaki taraftarının
darbeleriyle devletin yok olmasından korkuyordu. Bedreddin’den kuşkulanmasının
nedeni, şeyhin çok fazla sayıda dostu olmasıydı. Ayrıca I. Mehmed’in
çevresinde Bedreddin’e karşı bir entrika çevriliyordu: Bunun nedeni, fıkıh ve
tasavvuf konularındaki yeteneğinin uyandırdığı kıskançlıktı. Padişahlığa talip
olmakla suçlandı, Bitlisî’ye ve Aşıkpaşazade’ye göre, I. Mehmed şeyhin bu
suçunu kesinlikle bağışl ay am azdı.[132]
Son
olarak sultan ile tutsağı arasında bir yüzleşme gerçekleşir: Sultan şeyhin
yüzünün sarılığı karşısında şaşkınlığını dile getirir, şeyhin karşılığı şu
olur: “Şems’e lâzımdur sufret vakt-ı gurûb”. Bu, Mevlana’dan Nesimî’ye kadar
tasavvuf şiirinde rastlanan klasik bir imgedir. Nesimî’ye, Halep’te işkence
gördüğü sırada, “sen Allah isen kanın aktıkça rengin niye soluyor?” diye
sormuşlar, o da aynı karşılığı vermişti: “Ben sonsuzluğun ufkunda doğan Aşk
güneşiyim. Gün batınımda güneş her zaman solar”. Burada belki de edebi bir
benzerlikten fazlası söz konusudur. Hafız Halil (yabancısı olmadığı bir yönteme
başvurarak), örtülü bir ifadeyle Hıırufi şehit ile Simavnalı şeyh arasında
mistik bir bağ kurmaktadır.[133]
Bu
karşılaşmayı İran’dan yeni gelmiş Molla Haydar Herevî ile yüz yüze yapılan ve
iki gün süren bir tartışma izler; Menakıbname'ye. göre Molla Haydar
yenik düştüğünü kabul etmek zorunda kalır ve Bedreddin’in masum olduğunu ilan
eder. Ancak bu iddia, davayı anlatan diğer kaynaklarla tam bir çelişki
içindedir, tdris-i Bitlisî’de bu bahis şöyledir:
Ulemâ ve efadıldan o mahfil i
piir-fezâilde bulunan kimselerin cümlesi Kaadı Bedreddin’e hitâb ile “Ulûm-ı
şer’iyye ve akliyyedeki bu tebahhürünle ve sahife-i rüzgâra terkıym itmiş olduğun
te’lifât-ı mu’teberinle beraber nasıl oldu da nefs ü şeytânın tesvilâtına uyub
şeriatın minhâc-ı müstakıymını elden bıraktın ve sebeb-i intizâm ı âlem olan
ahkâm ı halâl ve haramda nasıl oldu da böyle zındıka ve ilhâdı ehl-i İslâm
arasında reva gördün? Ve bu bütün bir fitne ve fesâd-ı dînî ve dünyevî ile
berâber nasıl oldu da gadr ü hurûc livasını Sultân ı İslâmiyyâna karşı
kaldırdın? Şimdi bizzât kendin a’mâlinin mükâfatı fetvasını ve yolsuz ve
münasebetsiz olan efâlinin mücâzâtını beyân eyle”.
İbn
Arabşah, Molla Haydar Herevî’nin sultanın baskısı sonucunda verdiği fetvadan
sonra, Bedreddin’in idam fermanını kendisinin mühürlediğini ekliyor. Bu
fetvaya göre sanığın “kanı helaldir, ama malı haramdır”. Birçok yazarla
birlikte Aşıkpaşazade’nin de aktardığı idam fermanında bu terimler
kullanılmıştı.[134]
Hafız
Halil’e göre bu kararın sorumlusu Haydar Herevî’den çok, sanığın iki can
düşmanı olan sadrazam Bâyezid Paşa ile şehzadenin lalası olan ve sonradan II.
Murad’ın hükümdarlık döneminde yaptığı Hurufi kıyımıyla tanınan Fahreddin-i
Acemî’dir. İdamından bir gece önce Peygamber ve Ebu Hanife mahkûmun rüyasına
girer ve Varidât’ını kutsarlar; bu da Menakıpname’n'm yazarı için
şeyhin ve yapıtlarının Ortodoksluğunun son bir kanıtıdır. Bedreddin 18 Aralık
1416 tarihinde Serez çarşısında asılır. Cesedi bir gün bir gece sergilenir,
sonra müridleri tarafından gömülür. İdris-i Bitlisi şöyle der:
Lâkin Sultan tamâmiyle emvâl ve
emlâkini evlâdına terkeyledi ve tevâbiinden ilhâd ve zındıka ile bilinenleri
diri bırakmadı ve istitâbeleri ile salâh kesbcdebilecek gibilerine tecdîd-i
îmân irdirildi ve anların zulmet i zındıka ve ilhâdlarını arsa-i mülkden ihrâc
eyledi.[135]
Şeyhin
manevi etkisi ölümüyle silinmez ve Neşri, 15. yüzyıl sonunda, Bedreddin
konusunda yazdığı bölümü şehidin manevi etkisinin sonraki kuşaklar arasında
sürdüğünü belirterek noktalar. Bu gözlem, Giritli rahibin Dukas’a Börklüce’nin
ve düşüncelerinin hayatta kalması konusunda söylediklerinin bir yankısı
gibidir: “Şimdi dahi ol diyarda [Serez’de] müridleri vardır. Anlardan garâib
nesneler nakl ederler ki demek olmaz.” Dukas’ın kullandığı cM.OKOTa
sözcüğü, Neşri’nin kullandığı garaib teriminin tam karşılığıdır. Ancak
Bedreddin’in ideolojik açıdan yaşamasının ötesinde -bu konuya ilerde yeniden
değineceğiz-, sultan şeyhi idam ettirerek Bedreddin’e yakın çevrelerin silahlı
direnişini bitirememişti. Bunlar Düzmece Mustafa ve özellikle eski İzmir beyi
Cüneyd gibi Osmanlı karşıtı liderlerin enerjik yönetimi altında daha bir on
yıl tehlikeli karışıklıklar çıkarmaya devam etmişlerdir.111
E)
Son
Direnişler: Cüneyd’in Safdışı Edilişi
Şimdi,
Bedreddin’in yaşamıyla yeterince ilişkilendirilmemiş bu ele avuca sığmaz güçlü
şahsiyetin yaşamına daha sistemli olarak eğilmenin zamanı geldi. Aslında,
aşağıda vurgulayacağım gibi, bu iki yaşam arasında açık bir koşutluk
bulunmaktadır.
Bu
iki adam Menakıbname'ye. göre, Mısır’dan dönen Bedreddin 1404-1405’te
İzmir’den geçtiği sırada karşılaşmıştı:
Âhır İzmiroğlı da’vet eyledi
İzmir’e gelün diyüben söyledi
Kal’a ehli sizlere âşık durur
Bey’at-ı ridvân içün sâdık
durur
(•••)
Şeyh dahi kıldı icabet da’veti
Görücek bundan kemâl-i izzeti
Vardılar İzmir’e (cümle) hâs ıı
ânı
Anlara irşâd içün ol bedr-i
tâm.
Bu
alıntı önemlidir, çünkü bir çok kez kullanılan, şeyhin Anadolu’dan geçişi sırasında
kalabalıkları ihtida ettirmesi kalıbının ötesinde, kariyerlerinin başından
itibaren Bedreddin ile Cüneyd arasında oluşan manevi bağlara açıkça tanıklık
etmektedir. Bu manevi bağlar ikisi arasındaki eşzamanlılıkların ve ortak eylem
alanlarının basit rastlantılar olmaktan fazla bir anlam taşıdığını
açıklayabilir.
Bu
ilk karşılaşmadan sonra Bedreddin Cüneyd’in yönettiği bölgeye 1406-1407’de kısa
bir yolculuk yapar; bu arada bey ile İzmir’de yeniden buluşmuş olabilir.
Musa’nın tahta çıkışına kadar süren bir sonraki dönemde, Bedreddin Edirne’de
faal hayattan çekildiği sırada, 1407’de Bayezid’in oğlu Süleyman tarafından
toprakları elinden alınan Cüneyd, Arda nehri üzerindeki Ohri’ye sancakbeyi
olarak atanır. Simavna ve Edirne’nin hemen yakınında bulunan Ohri’de şeyh ile
temasını koruması kolaydır. Süleyman’ın 1411’de Musa’nın saldırıları karşısında
yenilgiye uğramasının ve ölümünün yarattığı kargaşalıktan ve Musa ile Mehmed
Çelebi arasındaki rekabetten yararlanan Cüneyd, Dukas’ın anlattığına göre “Trakya’dan
kaçar ve Çanakkale boğazını gizlice geçtikten sonra, İzmirlilerden ve
Tirelilerden oluşan bir ordu toplayarak Ayasluğ üzerine yürür. Süleyman’ın
atadığı valinin başını keser ve kısa süre içinde bölgenin tümüne egemen olur.”[136]
Süleyman’ın
sıkı gözetim altında tuttuğu Cüneyd, yeni kazasker Bedreddin’in ve kethüdası
Börklüce’nin önemli mevkilerde bulunduğu Musa’nın yönetimi sırasında rahatsız
edilmemiş gibidir. Cüneyd, ancak Musa’nın tahttan inişinden ve Bedreddin’in
sürgün edilişinden sonra, Mehmed Çelebi’nin Aydın’ı yeniden fethettiği sırada
Osmanlılarla kozunu yeniden paylaşacaktır. Sultan tarafından yeniden Aydın’dan
uzaklaştırılır, yerine Bulgar Şişman getirilir ve Cüneyd Niğbolu
sancakbeyliğine atanır.
Düzmece
Mustafa’nın ve Bedreddin’in isyanları da tam olarak bu Tuna bölgesinden
başlayacaktır. Her iki şefle sıkı bağları olan Cüneyd onla nn hareketlerini
desteklemekten başka bir şey yapamazdı. Zaten Dukas’ın metni Cüneyd’in
bölgedeki varlığı ile Düzmece’nin ayaklanması arasında anlamlı bir neden-sonuç
ilişkisi kurmaktadır: Düzmece’nin Eflak’taki faaliyetini öğrenen I. Mehmed
Cüneyd’i katletmeleri için iki adamını gönderir ama, tehlikeyi sezen Cüneyd
iki gün önce Eflak topraklarına kaçar. Bu tepki hiç kuşkuya yer bırakmadan,
hükümdarın Tuna bölgesindeki karışıklıklardan Niğbolu sancakbeyini sorumlu
tuttuğunu gösterir. Niğbolu sancakbeyi, Düzmece’nin komşu Eflak’taki
entrikalarında taraf olmuşsa, büyük olasılıkla Tuna üzerinde Niğbolu’nun aşağı
çığrında bulunan Silistre kentinden başlayarak yayılan Bedreddin’in isyanında
da taraf olmuştur. Diğer bir olası neden-sonuç ilişkisi: Karaburun ayaklanması
Cüneyd’in bölgeden ayrılmasından sonra, halefi olan Osmanlı valisi Sisman’a
karşı patlak verir. Dukas’ın belirttiği gibi, eski efendilerine eskiden kalma
biat bağlarıyla bağlı olan bölge halkının Osmanlı yönetiminin yeniden kurulmasını
iyi karşılamadığı varsayılabilir. Cüneyd ile Börklüce arasındaki bir diğer
bağlantı, Şeyh Bedreddin’e ortak bağlılıkları olmalıdır. 1411 ile 1415 baharı
arasında İzmir beyi olan Cüneyd’in, bu ideolojik ortaklık adına, Börklüce’yi
bu bölgede düşüncelerini yaymakta serbest bıraktığı düşünülebilir. Demek ki
Cüneyd’in beylik dönemi, Osmanlı vakanüvislerine göre Börklüce’nin Aydıneli’nde
sürdürdüğü yoğun propaganda dönemi ne rastlamış olmalıdır. Bu propagandanın
meyvalarını vermesi, halkın önemli bir bölümünü 1416’da Osmanlı’ya karşı
girişilen büyük isyana sürükleyebilmesi için, birçok yıl geçmiş olmalıdır.
Börklüce ile Cüneyd arasındaki ilişkiler kaynaklar tarafından açıkça dile
getirilmese de, bu iki kişi birbirine öyle benzer bir çerçeve içinde hareket
etmiştir ki aralarında hiçbir ilişki bulunmamasına olanak yoktur: Her ikisi de
Osmanlı karşıtı hareketlerini sürdürdükleri Aydıneli’ne bağlıdır ve
taraftarlarını çok kesin olarak saptanmış aynı yörelerden, Karaburun, İzmir ve
Tire’den toplamaktadırlar.
I. Mehmed’in 1421’de ölümünden sonra, Düzmece
ile Cüneyd’in başını çektikleri, BizanslIların da desteğini alan yeni bir
isyan Bedreddinî propagandasıyla işlenmiş bölgelerde başarıyla patlak
verecektir. Düzmece Mustafa belirli bir Rumeli ayrılıkçılığı kozunu kullanarak,
Balkan halkları nezdinde başarı sağlar ve Rumeli’yi kolayca ele geçirir. Dukas
onun ağzından şöyle der: “Murad’ın Trakya üzerinde hiçbir hakkı yoktur, o Doğu
ile yetinsin”. Ve başka bir yerde: “Edirne halkı başarısından duydukları sevinci
alkış tutarak ifade etmek üzere onu karşılamaya geldiler.” Rumeli Düz[137] mece’ye Osmanlı
bütünleşmesinin doğal muhaliflerinin desteğini sağladı. Bunlar, merkezi
iktidara ve II. Murad’ın çevresindeki kapıkullarına güvenmeyen uç beyleri ile
Musa ve Bedreddin’in eski taraftarları olan Tuna Türkleridir. 1422’de
Düzmece’nin yenilgiye uğraması ve ölümünden sonra, Cüneyd bir kez daha
Aydıneli’ni fethe gelir. Burada da halkın Osmanlı karşıtı bölgeciliği,
maceracının halk tarafından çok tutulmasıyla birleşip, onun lehine
çalışacaktır. İzmir’de halk onun ordusuyla yaklaştığını öğrenir öğrenmez,
“erkek, kadın, çoluk çocuk, hepsi onu görmek için koşuştular, çünkü o İzmir’de
doğmuş ve orada yetişmişti.” Dukas Aydın’ın Cüneyd tarafından yeniden
fethedilmesinden söz ederken, asi bey ile Börklüce arasında doğrudan bağ
kurulmasını sağlayan bir noktayı belirtir. Bizanslı tarihçi, Cüneyd’in
bölgedeki egemenlik konusunda çatıştığı Aydınoğlu Mustafa’ya karşı savaşmak
için birliklerini en sadık taraftarlarından, Karaburun yarımadasındaki
dağlılardan oluşturduğunu yazar:
Urla, İldir ve diğer şehirlerin
bulunduğu iç taraflara doğru girdi. Komşu dağlardaki Türkler çok yiğit ve
savaşçıdır; onlar Cüneyd’in ailesinin dostlarıdır. Onlardan yaklaşık iki binini
askere aldı ve bir haftada kaba saba bir biçimde kestirip, dövdürdüğü kargılar
ve mızraklarla silahlandırdı.
vr,
Ve bu yırtıcı dağlı birliklerle Aydıneli’ni yeniden ele geçirir. Anlatının bu
bölümünün birçok noktası dikkat çekicidir: 1416’da hem Karaburun’da, hem
Aydın’ın tümünde yaşanan kanlı Osmanlı baskısından sonra, tarihinin Türklerle
ilişkili bütün dönemlerinde merkezi iktidara her zaman karşı çıkmış bir
bölgenin bağımsızlığını korumak için yirmi yıldır mücadele eden ve inişler,
çıkışlar yaşayan kişiyi yöre halkı büyük bir coşkuyla karşılıyordu.[138]
Bölgenin
bir evlâdı olan Cüneyd, kariyerinin bu tehlikeli noktasında en güvenilir
taraftarları olarak gördüğü ve bildiğimiz gibi Börklüce’ye (aynı zamanda
doğrudan Bedreddin’e: Aşağıda şeyhin torunu çevresindeki Karaburunlulardan söz
edilecektir) sıkı sıkıya bağlı Karaburun dağlılarına çağrıda bulundu. Demek ki
asi beyin taraftarlarının ve Börklüce’nin dervişlerinin çelik çekirdeği
aynıydı. Aralarında kurulmuş bağların hem aşiret esasına dayandığını (Dukas,
pıÂoı naipten, der), hem de her ikisi de Bedreddin’in müridi olduklarına göre
ideolojik olduğunu düşündürecek birçok unsurla karşı karşıyayız. Bu durum
Cüneyd ile Bedreddin hareketi arasındaki sıkı bağlan bir kez daha
doğrulamaktadır. Cüneyd’in ayrılıkçılık girişiminin sonu konumuzu daha az
ilgilendirmekle birlikte, onun yenilgisi ve 1425’te idamı, Aydıneli’nin siyasi
açıdan Osmanlı çerçevesi içine zor kullanılarak dönüşünü belirlemenin yanı
sıra, Bedreddin hareketinin askeri olarak sonu da sayılır. Bundan böyle bu
hareket Osmanlı dışı bir siyasi desteğe sahip olamayacak ve gizliliğe
sığınmak, ya da en iyi durumda sultanın sarayındaki ileri gelenlerin desteğini
kabul etmek zorunda kalacaktır. Şeyhin ailesinin kaderi bu durumun örneğidir.[139]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
OSMANLI
DÜNYASINDA ŞEYH BEDREDDİN'İN MANEVİ MİRASI
VE DÜŞÜNCELERİNİN YAYILMASI
Bedreddin İbn Arabi’yi
rüyasında nasıl gördüğünü anlatır: “Sekiz yüz on
yılı Cemâziyelâhirinin ilk on gecesinden bir Perşembe gecesi sabaha karşı Şeyh
Mııhyiddin’i gördüm; diyordu ki: Şeytanı başka bir âleme atmak istedim, attım
da; bu âlemde şeytana âid pek az bir şey kaldı; kendisi tasını, tarağını
topladı, gitti. Sonra bu rüyayı arkadaşlarımdan bazısına söyledim; bunu
unutmayın, sorunca hatırlatın bana, dedim. Yorumu, Allah daha iyi bilir ya, şu
olsa gerek: Şeytan, uzaklık mazharıdır; Şeyh’se işi yakınlaştırmıştır, yakınlık
mazharıdır.” (Vâridât)
Bir muarızın gözünden Bedreddin
müridlerinin 16. yüzyıldaki gizli toplantıları: “Hepsi,
kadın, erkek, birader, bacı, yaşlı, genç, şarap ve müzik aletlerini de alıp
toplanırlar. Onları yöneten düzmece şeyh, “Cennet dedikleri bu dünyadır.
Ölümden sonraki hayat, ulema takımı, vergiler, bunların hepsi görüntüden başka
bir şey değildir. İnsanı bilen Allah’ı da bilir: İnsan Allah’tır!” diye onları
paylar.” (Bâlî Efendi)
“Muhyiddin ibn Arabî ve Bedreddin
dini canlandırdılar. Birinin eseri umman, diğerinınki nehirlerdir.” (Niyazi
Mısrî, 17. yüzyıl)
I ARTÇILAR VE MÜRİDLER: BEDREDDİNÎYYE
A) Şeyhin Ailesi: Hafız
Halil’in Hayatı
Şeyhin
mirası önce kendi ailesi içinde, torunu Hafız Halil aracılığıyla varlığını
sürdürür. Onun savunucusu, sözcüsü ve manevi mirasçısı olan Hafız Halil Menakıbname
sinde bize değerli otobiyografik bilgiler de verir ve bu sayede Bedreddin’e
yakın çevrelerin şeyhin ölümünden hemen sonraki dönemini öğreniriz.
Şeyhin
bütün kariyerinde ailesi hazır ve nazırdır. Bağlantıları ve yetişme
tarzlarıyla ataları Bedreddin’in yönelimlerini aydınlatır. Dedesi Abdülaziz ve
babası İsrail hem âlim, hem mutasavvıf, hem de savaşçı kişilerdi; aile
çevresindeki kadınlar Hıristiyan kökenliydi. Soyundan gelenler en ateşli
müridleriydi. Oğlu İsmail Aydıneli’nde halifesiydi; özellikle torunu onun sadık
menakıb yazarı ve mesajını aktaran en yetkili kişi oldu: Şeyhin öğretisini
İznik’te kendi ağzından dinlemişti, ifadesine göre, diğer yalan yanlış
anlatıların aksine kendi tanıklığı doğrudan ve doğruydu. Sözü edilen
Sinop’taki geminin kaptanı gibi Bcdrcddin’i tanımış olan tanıkları sorgulamıştı.
İsyanın belli başlı kahramanlarıyla, özellikle de Börklüce ile birlikte
yaşamıştı.[140]
Hafız
Halil, Bedreddin’in ölümünden sonra ailesinin ve manevi mirasının durumu
konusunda değerli bilgiler vermektedir. İdamdan sonra aile İznik’ten ayrılır ve
şeyhin doğduğu kent olan ve birçok dostunun bulunduğu Edirne’ye döner.
Aile
fertleri, Halil’i Edirne’de öğrenim gördükten sonra Eski Cami imamlığına
getiren Molla Hüsrev’in koruması altındadır. Ancak aile fertlerinden birinin
Sultan II. Murad’ın bir ulağını kavgada öldürmesi, Halil’in hapse atılmasıyla
sonuçlanır.[141] II.
Murad’ın, babası Mehmed’e ve yeniyetmeyken kendisine zor günler yaşatan
birinin soyundan gelenlere pek de iyi gözle bakmadığı tahmin edilebilir;
üstelik daha önce de belirttiğimiz gibi, II. Murad ancak 1425’te Cüneyd’in
ölümüyle isyanın önünü alabilmişti. Halil’i ve yakınlarını sarayda
destekleyenler olduğu anlaşılıyor, çünkü onun serbest bırakılmasını sağlayan
sultanın kızkardeşlerinden biridir. Bu can sıkıcı olaydan sonra, Halil Edirne’den
soğumuştur. Bursa üzerinden Göynük’e, Akşemscddin’in müridi olan iki amcasının,
Mustafa ve Ahmed’in yanına gider, onlara katılır ve “zamanın en büyük şeyhi”
olarak kabul ettiği Akşemscddin’in müridi olur.[142]
Göynük
ve Akşemseddin adları Hafız Halil’in kaleminden bir rastlantı sonucu dökülmez:
Akşemscddin’in en ateşli öğrencisi olan II. Mehmed açısından, Halil’in Göynük
şeyhinin çevresiyle ilişki içinde olması, üstelik Menaktbname’de ifade edildiği üzere Akşemseddin’in Bedreddin’in
öğrencisi olması rahatlatıcı güvencelerdir. Menakıbname, Akşemseddin’in
Bedreddin’in gözetimi altında gökbilim, fıkıh ve tefsir öğrenimi gördüğünü ve
Simavnalı şeyhi üstadı olarak kabul ettiğini ileri süren tek belgedir. Bu olgu
ister sözcüğün tam anlamıyla gerçeği, ister dedesinin anısını temize çıkarmak
isteyen Halil’in onu sarayın gözdesi Akşemseddin’le ilişkilendirmek gibi bir
taktiğe başvurmasını yansıtsın, bu ifade iki maneviyat ailesi arasındaki
bağları ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi Akşemseddin Hacı Bayram’ın, Hacı
Bayram da Bedreddin’in Karaman’dan geçişi sırasında temaslarda bulunduğu Şeyh
Hamid-i Veli’nin müridiydi. Menakıbname’nin verdiği otobiyografik aydınlatıcı
bilgiler, bu bakımdan Bayramîyye/Melamîyye ve Bedreddinîyye ilişkileri üzerine
yararlı bir ışık tutmaktadır. 14. yüzyılın ilk yarısında İbn Battuta oraya
uğradığında nüfusu tamamen Hıristiyan olan Göynük, 1. Bayezid’in hükümdarlık
döneminde II. Manuel’in bahşettiği Konstantinopolis mahallesini iskân edecek
kadar önemli bir Müslüman nüfusa sahipti ve II. Murad döneminde bir tasavvuf,
özellikle de Melamîlik merkezi olmuştu. Bedreddin ile Akşemseddin arasındaki
manevi bağlara evlilik ilişkileri de eklenmiş, Halil’in amcalarından birinin
kızı Akşemseddin’in bir oğluyla evlenmiş, dul kalınca da Menakıbname’ mn yazarının
eşi olmuştur.[143]
II.
Murad’ın Macarlara karşı açtığı sefer sırasında hepsi askere alınır; içlerinde
Karaburunlu Ilyas diye biri de vardır. Menakıbname’yc göre bu kişi
Akşemseddin’in oğullarından biridir; bu da Akşemseddin grubundaki Melamîler ile
Börklüce isyanının merkezi arasında bir bağı ima edebilir. Ekim 1448’de II.
Murad Janos Hunyadi’yi yendikten sonra, Halil ve taraftarları Bulgaristan’a,
Filibe ve Zağra’ya giderler. Orada şeyhin ölümünden otuz yıl sonra çok canlı
bir Bedreddinîyye merkezi olduğu izlenimini veren bir köyde şapçılar arasında
eski Bedreddin taraftarlarına rastlarlar. Köyün reisi şapçı İbrahim, Halil ve
arkadaşlarını şatafatlı bir biçimde ağırlar, sonra onları Edirne kapılarına
kadar uğurlar. Vaktiyle Bedreddin’i Bursa’ya kadar uğurlayan Torlaklar gibi,
şapçı İbrahim de Osmanlı başkentine girmeyi reddeder ve Halil’e de aynı şeyi
önerir. Bu tavır, Bedreddin’in halk kesiminden taraftarları arasında padişaha
duyulan hıncın dinmediğinin ve bazı sufi çevrelerin Osmanlı kurumlaşmasına
karşı açık muhalefetinin göstergesidir. Bu etmen 15. yüzyıl sonunda ve 16.
yüzyılda Osmanlı dünyasında sabit bir eğilim olacak ve kendini merkezi hükümete
karşı halk ayaklanmalarıyla (bunların arasında 16. yüzyılın başındaki üç büyük isyan
da yer alır), hatta 1492’de bir Torlak tarafından Bayezid’e yapılan suikast
gibi, doğrudan padişahların şahsına yönelen suikastlerle gösterecektir.
Sultanlarla dervişler arasında 14. yüzyılda çok daha iyi olan ilişkileri bu
çoğu zaman çatışmalı ortama dönüştüren unsurun Bedreddin isyanı olduğu
düşünülebilir.[144]
Halil,
Akşemseddin ile birlikte İstanbul’un fethine katılır, sonra Edirne’ye gider,
orada Bedreddin rüyasında kendisine görünür ve Serez’deki türbesine göz kulak
olmasını ister. Halil Serez’e gider, orada bir yıl kalır, şeyhi yeniden
rüyasında gördükten sonra Dimetoka üzerinden Simavna’ya gider. Hafız Halil
hakkmdaki biyografik bilgilerin Bulgaristan, Edirne, Serez, Dimetoka, Simavna
gibi belirli coğrafi belirlemelerle son bulması ilginçtir. Bu yer adlarının
hem Bedreddin’in düşüncelerinin, hem Simavnalı şeyhin adına açıkça bağlı
olmaktan çok, onunla doktrin bağlamında yakınlıkları olan Bektaşîlerin ya da
diğer maneviyat ailelerinin en canlı kaldığı yerleri saptamamıza değerli
katkıları bulunmaktadır.[145]
Bu
durumda Menakıbname’nin incelenmesini, metinde belirtilen ve
Bedreddin’in düşüncelerinin sonraki olası etkilerini mekân içine yerleştirmemizi
sağlayacak coğrafi bilgilere dayanan kısa bir tarama yaparak tamamlayacağız.
B) Bedreddinîyye Merkezleri
ve Akıbetleri
Serez,
şeyhin idam edildiği kent, doğal olarak Bedreddin’in seyidlerinin başlıca hac
merkezi olacaktı. Bu olgu hakkında sürekli tanıklıklar mevcuttur.
Konstantinopolis’in fethinden sonra Halil türbenin bekçisi olur. O zamanın bir
tanıklığına göre, türbe kısa sürede “Bedreddinîlerin Kâbesi”ne dönüşür. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, 15. yüzyılın sonunda Neşrî bu bölgede müridlerin
varlığından söz eder. Osmanlı döneminin sonuna kadar şeyhin türbesi Serez’de Şeyh
Bedrüddîn Efendi türbesi adı altında varlığını korur. Ayrıca bir tekkenin {Bedrüddîn
Sı m av i tekyesi) ve şehirde şeyhin adını taşıyan bir mahallenin {Bedrüddîn
mahallesi) bulunduğu belirtilmektedir. 1464-65’te nüfusunun % 43’ü ve
1513’te % 58’i Müslüman olan bir kentte İslamlaşmanın bu hızlı yükselişi,
oluşumundan beri Hıristiyanlarla temaslarda çok etkin bir grubun varlığıyla
açıklanabilir. Entelektüel açıdan bakılırsa, Serez’de Sadreddin Konevî’nin
ünlü Türk tefsircisi el-Sirozî’nin ve İbn Arabi’nin yazmalarının bulunması,
hatırlanacağı üzere Ekberiyye okulunun ateşli temsilcisi olan Bedreddin’in
etkisinden herhalde ayrı düşünülmemelidir: Bedreddin de Ftısûsü’l-hikem’e.
bir şerh yazmıştı. Böylece Serez, yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan nüfusuyla
(Saruhanlı yörükleri hiç saymadan), sağlam bir sivil ve dini Müslüman yapılanma
(1388’den önce bir zaviyenin ve 1413’ten itibaren bir darphanenin varlığı
saptanmıştır) ve bunun yanı sıra saygı gösterilen ve gelişen bir kilise yapısı
sayesinde (Aziz îoannes Prodromos manastırı ve kentteki bir çok Aynaroz mülkü)
erken bir dönemde uzlaşmaya dayanan bir yaşam biçimine kavuşmuştu ve
Bedreddin’in düşünceleri kendilerine yabancı olmayan bir alanda varlığını
sürdürüyordu.[146]
İdam
edildiği yer kadar şeyhin doğduğu kasaba da, müridlerinin belleklerinde doğal
olarak ayrıcalıklı bir yer tutmuş olmalıdır. Hafız Halil 1455’ten itibaren
aralıksız olarak Simavna’da yaşamış ve hayatı olasılıkla orada sona ermiştir.
Bunlara sonradan eklenen bilgiler azdır. Hafız Halil’e göre ailesinin bir kısmı
Simavna’da yaşamaktadır; ancak Gazi İsrail’in malvarlığı sultanlar tarafından
kısa süre içinde müsadere edilmiş olmalıdır: II. Bayezid döneminde bu topraklar
mirî arazi içinde görünüyordu.[147] Edirne’ye
gelince, II. Selim’in hükümdarlık döneminde orada bir Bedreddin zaviyesi
bulunduğu bilinmektedir ve Bektaşî dervişlerin Bedreddin’in mirasını bir
ölçüde sahiplendikleri varsayılırsa, Hacı Bektaş tarikatının 19. yüzyılda
Edirne çevresinde on altı dolayında tekkeye sahip olduğunu belirtmek gerekir.
Diğer taraftan payitaht konumunu İstanbul’a kaptıran Edirne’nin uzun süre gazi
ruhuna sahip imparatorluk karşıtı bir mekân olma niteliğini koruması, kent
surları içinde Bedreddinîyye’nin varlığını sürdürmesine katkıda bulunmuş
olabilir.[148] Menakıbname
aynı zamanda Bedreddinîyye ile Bektaşîyye arasında bir halka sayılabilecek olan
Dimetoka/ Didymoteichon’dan da söz etmektedir. Bektaşî tarikatını yeniden örgütleyen
Balım Sultan burada doğmuştu ve bu tarikatın Avrupa’daki en önemli tekkesi,
Seyyid Gazi Tekkesi (Kızıl Deli) yakında bulunuyordu. Ayrıca Seyyid Gazi’nin,
Bedreddin’in babası İsrail’in yoldaşı Hacı İlbeyi olması ihtimali
bulunmaktadır.[149]
Menakıbname'
Ac
Filibe’den Eski Zağra’ya ve Silistre’den Varna’ya ve Tuna ağızlarına kadar
Bulgaristan’ın ve Tuna bölgesinin adları sık sık geçer; Tuna ile Varna
arasındaki kıyı şeridiyse çok eskiden Deliorman ya da Ağaçdenizi adını
taşıyordu. Oralarda çok çeşitli nedenlerle şeyhin düşüncelerine açık
olabilecek, onun anısını ve etkisini sonradan koruyabilecek çok çeşitli nüfus
grupları bulunuyordu: gazi uç beyleri; Bedreddin’in ailesiyle çok eski bağlan
olan, Bulgaristan’da büyük mülk sahibi ve Bektaşîliği benimsemiş bulunan
Mihaloğulları gibi Osmanlı sarayında kapıkullarının iktidarından yana olmayan
eski Musa taraftarları; Kumanlarm soyundan gelen kuzey Türkleri; yarı efsanevi
Sarı Saltık’ın yoldaşları olan Hıris103 tiyanlaşmış Gagavuzlar,
Bedreddin’in atası Selçuklu sultanı İzzeddin’in askerlerinin torunları; Demir
Baba gibi önemli tekkelerin çevresinde Bektaşîliği benimsemiş Deliorman
köylüleri, vb.[150]
Böylece
Bedreddin hareketinin esas olarak Rumeli’de yayıldığı ve bu topluluğun
hayatiyetinin çok belirgin olduğu bu bölgenin sonradan gözde bir Bektaşîlik
alanı konumuna da geldiği anlaşılıyor. İki hareketin tercihli alanları
gerçekten aynıdır: Trakya, Bulgaristan, Eflak, Makedonya ve kuşkusuz
Bedreddin’in müridlerinin varlığının da saptandığı Bektaşîliğin kalesi
Arnavutluk.[151]
1460’a
doğru Bedreddin’in soyunun ve ilk kuşak müridlerinin izi kaybolur ve uzun bir
gizlilik dönemi başlar. Bu dönemde kitap üretimi çok az olduğu ya da resmi
yasak nedeniyle gizli tutulduğu için, eldeki birkaç doktrin unsuruyla ya da
Bedreddinîlere ilişkin az sayıdaki kadı siciliyle yetinmek ve bunlar üzerinde
fikir yürütmek durumundayız (en azından arşivlerin taranmasının bugünkü
durumunda). Bedreddin’in manevi mirası ile onunla çağdaş olan ya da sonradan
ortaya çıkan hareketlerin (Hurufilik, Bektaşîlik, Safevîlik, 16. yüzyıl
ayaklanmaları, Niyazi Mısrî, Hallacîlik, Ekberiyye Okulu, Ittihadiyye)
ilişkisinin ince çizgisini izlemek için, Simavnalı şeyhin düşünce sisteminin
ulaşabildiğimiz bazı parçalarım yeniden bir araya getirmeye çalışmamız gerekir.
Bu, Bedreddinîyye’yi Türk İslâmî’nin tarihinde geçici olarak yerine oturtmayı,
hem öncüllerini hem de izleyicilerini saptamamızı sağlayacaktır. Ancak,
Simavnalı şeyhin siyasi isyanının çarpıcı ve somut görüntüsünün yanında,
doktrini hakkında elde bulunan birkaç bilgi kırıntısı oldukça düş kırıcı bir
dağarcık oluşturmaktadır. An cak Türk tasavvufuna ait Arapça kaynakların bir
uzmanı onun yapıtlarım taramaya karar verdiğinde, bu yapbozun parçaları yerine
oturacaktır. Bir bakıma Bedreddin’in zengin kişiliği, geliştirdiği tasavvuf
düşüncesinin Osmanii düşünce tarihi içindeki gerçek öneminin saptanması için,
Louis Massignon’unu beklemektedir.
2 BEDREDDİN'İN DOKTRİNİ VE YAYILMASI
Takıyye
Bedreddin’in
fıkıh alanındaki yapıtları kullanılmaya devam edilmiştir ama, Menakıbname’nin
tek bir nüshasının geriye kalmış olması ve bu yapıtta Bedreddin’in İznik’te
sürgündeyken yazdığı kitabın halka açıklanmayıp müridlerinin arasında gizli
kaldığının belirtilmesi, şeyhin öğretisinin yayılma tarzı konusunda oldukça
açıklayıcıdır. Demek ki gizlilik ve sözlü nakil geçerliydi, çünkü müridler
baskı altındaydı; özellikle de sıradan müridler Bedreddin’in ailesinden daha
fazla baskı görüyordu. Bedreddin kadar ünlü bir âlimi çarçabuk imha ettiği için
belki de vicdanı rahat olmayan iktidar, aileyi genellikle kollamıştı. Osmanlı
vekayınamelerin de belirtildiği gibi, I. Mehmed’in ünlü bir şahsiyetten
kurtulmanın şeriata uygun yolu konusunda Haydar Herevî’den bunca
öğüt istemiş olması hükümdarın belli bir sıkıntısını yansıtır. Bedreddin’e
bağlı yoksul halk kesimiyse acımasızca kıyıma uğramıştır. Şeyhin sapkın olarak
damgalanan tasavvuf yapıtları ise, Serez’de Kadirîlere emanet edilen Menakıbname
gibi gizli tutulmuştur. Kissling’in varsayımına göre, daha Ortodoks bir tarikat
olan Kadiriler yapıtın yayılmasını önlemekle görevlendirilmişti.[152]
Bedreddin’in
ölümünden sonra süregelen bu gizlilik yasası, doktrinin iyi anlaşılmasına
kuşkusuz yardımcı olmuyordu. Buna, yapıtlarının büyük bir kısmının iyi
bilinmemesini de eklemek gerekir, çünkü daha önce de belirt» tiğimiz gibi
şeyhin elli dolayında yapıtı olduğu halde, Bedreddin’in düşüncesi hakkında
yalnızca Varidata ve Menakıbname’ye. dayanarak hüküm verilmektedir.
Bedreddinîlere İlişkin
Fetvalar ve Belgeler
Bir
başlangıç yaklaşımı olarak, Bedreddin’in müridlerinin adının geçtiği ve
kendilerine yöneltilen suçlamaların inançları konusunda şematik bilgiler
verdiği birkaç nadir resmi belge temel alınabilir. Bu bilgiler kuşkusuz
dışardan düşmanca bakan gözlerin çarpıttığı ve abarttığı verilerdir, ancak pro
domo (içeriden) tanıklıklar olmadığı için bunlarla yetinmek zorundayız.
Elimizde, iki şeyhülislam, Ebussuûd ve Hoca Ali tarafından 16. yüzyılda
Bedreddinîler aleyhinde verilmiş üç fetva bulunmaktadır.[153]
İlk
iki fetva aşağıdaki fiillerde bulunmuş ve görüşleri benimsemiş Bedreddinîler
için ölüm cezası talep etmektedir: Kadınların ve çocukların bulunduğu
meclislerde şarap içmek; Serez’deki türbeyi kâbcleri haline getirmek; okumanın
ve yazmanın saçma şeyler olduğunu ve kendileri için ilim yerinin bâtın olduğunu
beyan etmek; ortodoks müminlere hakaret etmek; aralarında karılarını değiş
tokuş etmek. İslam dünyasında doktrin bağlamında marjinal ve azınlık
konumundaki gruplara gelenekse] olarak bütün bu suçlamalar yöneltilmiştir:
Şarap kullandığı için bizzat Bedreddin’in mürşidi Hüseyin Ahlâtî de kınanmıştı;
Bektaşîler de aynı nedenle sürekli eleştirilmiştir. Hurufilerde tarikat
kurucularının türbelerine aşırı saygı gösterilmesine sıklıkla rastlanır; bunun
yanı sıra Hakk’a vasıl oluşun içsel haccı, Kabe’ye zahiren yapılan hacca göre
mistik açıdan daha değerli görülür. “Nazarî” olarak nitelenen kitabi bilginin
ve yazılı intikalin reddi; buna karşılık, yaşanmış ve “tecessüm etmiş”
(cisimleşmiş) deneyimin daha üstün görülmesi, “bâtının kitaplara tercih
edilmesi” şeklindeki çarpıtılmış halk deyiminde kolayca seçilebilir. Kadınların
paylaşılmasına gelince, gece âlemlerinde bu uygulamaları yaptıkları ima edilen
gizli topluluklara karşı Türkçede “mum söndü” diye de ifade edilen bu suçlama
öyle sıklıkla kullanılır ki, burada ayrıca üzerinde durmaya gerek yoktur.
Yezidîler gibi, Bektaşîler ve “dönmeler” de bu tür ayinler yapmakla
suçlanmaktadır.[154]
Üçüncü
fetva daha hukuki niteliktedir. Bedreddin ve yapıtı hakkında edinilecek kanaat
ve takınılacak tavır sorusunu ortaya atmaktadır: Bedreddin’i lanetlemeyi
reddeden ve onu sapkın saymayan bir şahıs kâfir mi sayılmalıdır? Hayır, diyor
metin, ancak buna karşılık Bedreddin’in müridlerinin kâftrûn sayılması
gerektiğini belirtiyor. Bu hüküm, birçok Müslümanın onun yapıtlarından,
özellikle de fikıh konusundaki çalışmalarından yararlandığını ve onu dışlamayı
reddettiğini dolaylı bir biçimde gösterir. Ayrıca idamının üzerinden yüz yıl
geçtikten sonra, Bedreddin konusundaki düşüncelerin çok bölünmüş olduğu da
ortaya çıkmaktadır. Görünüşe göre Serez fetvası ortodoks Müslümanlar arasında
bile tam bir görüş birliği sağlayamamıştır. Ayrıca Bedreddin’in tereddütsüz
mahkûm edilmesi gereken halk kesiminden müridleri ile âlimin anısına ve
yapıtına karşı takınılan tutumların çok farklı oldukları anlaşılıyor.
Bedreddin’in yapıtını, Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü şeyhülislamı Ebussûud
Efendi’nin öz babası olan ve Bedreddin’in Vâridât’ına. bir şerh yazan
İskilipli Muhyiddin Muhammed gibi dinsel açıdan toz kondurulamayacak
şahsiyetler tefsir etmekte tereddüt etmemiştir.[155]
Aynı
ikilik, 1553’te ölen Sofya kadısı Bâlî Efendi’de de gözlenir. Kadı,
Bedreddin gibi İbn Arabî okuluna mensuptur ve bu okulun âlim tefsircileri
arasında yer alır, ama aynı zamanda Dobnıca ve Deliorman Simavîlerinin
faaliyetleri hakkında sultana sert bir rapor yazmaktan da geri kalmaz:
Padişahlar imanın destekçileri
ve ortodoks İslam’ın koruyucuları oldukları için, kâfirlerin ve şeytani
mühtedilerin muhalefetiyle karşılaşırlar. Padişahlar bu entrikaları ve
komploları ezmelidir. Bedreddin-i Simavî’nin manevi soyundan gelen Çelebi Halife
diye birinin zuhur ettiği bilinmektedir. Bedreddin-i Simavî Allah’ın gazabına
uğramış ve idam edilmişti. O yolunu şaşırmış bir adamdı ve başkalarının da
yolunu şaşırtıyordu; baştan çıkmıştı ve başkalarını da baştan çıkarıyordu;
şeytani mühtedilerin piri, mülhidlerin kaynağı, şeriaü bozan, günah içinde
yaşayan bir suçluydu; yolunu yitirmişlerin miri, fesadın ve isyanın başıydı.
Vilayet-i Dobruca ve Deliorman sakinleri-Allah’m gazabı üzerlerinde olsunbu
sahte şeyhten el alıyorlar ve ona intisâb ediyorlar. Hepsi, kadın, erkek,
birader, bacı, yaşlı, genç, şarap ve müzik aletlerini de alıp toplanırlar.
Düzmece ve yoldan çıkmış, yolunu şaşırmış ve şaraptan sarhoş olmuş şeyh, kadeh
elinde onları şöyle paylar: “Bu şarap kevserdir, üzüntüleri uzaklaştırır, neşe
verir. Buradaki kadınlar ve kızlar cennetin hurileridir, şu sakalı bitmemiş
gençler gılmanlardır ve cennet dedikleri Allah tarafından ilahi yemeklerle
doldurulmuş bir sofra olan bu dünyadır. Ölümden sonraki hayat, ulema takımı,
vergiler, bunların hepsi görüntüden başka bir şey değildir.” Bu edepsiz
sözlerin yanısıra acayip küfürler de savurur: “Lacivert gök kubbenin ebedi
olmadığına ve bu yeryüzü krallığının hükümdarının krallığının dışında kaldığına
da inanmayın; o insanın kalbindedir; insanı bilen Allah’ı da bilir; insan
Allah’tır !” Bunun üzerine onun yoldan çıkmış uğursuz müridler güruhu haykırır:
“İnsan Allah’tır !” ve şeyhin önünde şöyle diyerek secdeye varırlar: “Pirim
benim Allah’ımdır !” O zaman mumlar söndürülür. Karanlıkta kadehler elden ele geçer,
şeriatın kalesi yıkılır ve birçok suç ve iğrençlik işlenir. Nefislerine yenik
düşen birçok basit insan şeytana uyar.
Raporun
yazarı, bölgede tamamen terk edilmiş olan dini korumanın tek yolunun bu
sapkınların kökünün kazınması olduğunu belirterek sözlerine son verir. Örneğin
orada sultanın çabasıyla inşa edilen camiye cumaları bile kimse
uğramamaktadır. Cami ahır haline gelmiştir. İşin en vahim yönü, bu mezhebin
üyeleri Dobruca’da yayılmakla yetinmeyip, “cihanı istila etmektedir”. Sultan
acilen sert önlemler almalıdır. Yukardaki metnin Bâlî Efendi’nin ölümünden
altmış yıl sonra kopya edilmiş olması da ilginç bir noktadır, bu da konunun 17.
yüzyıl başında hâlâ güncelliğini koruduğunu gösterir.[156]
Uzunçarşılı
tarafından yayımlanan 1571 tarihli iki belge de, Varna ve Ankhialos [Ahyolu]
bölgesinde Simavîlerin varlığını göstermektedir: Bu belgeler, söz konusu
Simavîlerin kadırgalara forsa olarak konması için iki kentin kadıları
tarafından gönderilmiş talimatlardır. 1612’de ya da 1628’de ölen Halveti şeyhi
Mahmud Hüdayî’nin bir raporunda, Kızılbaşlarla birleşen ve ayaklanma
düzenlemeye çalışan Bedreddinîlerin entrikalarından söz edilmektedir. Yanbolu
bölgesinden olan ve 20. yüzyıl başında Kırklareli’ye sığınan Amuca aşiretini
konu alan 1943 tarihli bir makale, bu topluluğun Bedreddin taraftarlarının
soyundan gelenlerden oluşmuş olabileceğini belirtir.
Kızılbaşlar
denen bu topluluğun töreleri Bektaşîlerinkine çok yakındır. Bedreddin’e atıfta
bulunan Osmanlı belgelerinin bu kısa dökümüne son verirken, halk diline geçmiş
ve muhtemelen konu ettiğimiz kişiyle ilgili olan şu deyişi de belirtmek yerinde
olur: “Halimce Bedreddin’em”.[157]
Ne
kadar taraflı olurlarsa olsunlar bu tanıklıklar, şeyhin anısının ve nüfuzunun
en azından Bulgaristan ve Dobruca gibi belli yörelerde, Bektaşîler gibi daha
kapsamlı bir geleceğin beklediği diğer muhalif hareketlere karışmak zorunda
kalmadan, varlıklarını koruduğunu göstermektedir. Bu yörelerdeki Türkçe konuşan
yerel halkların (Deliormanlı, Gagavuz) bölgecilikleri, Simavnalı şeyhi açıkça
sahiplenen ideolojik ve kimi zaman da politik direniş odaklarının (daha
yukarıda değinilen karışıklıklar) geç tarihlere kadar süregelmesine izin
vermiştir. Diğer bütün bölgelerde Bedreddin’in mirasçıları kendilerine yakın
heterodoks hareketlerin saflarına katıl ma eğilimi göstermiştir.
Yukarda
adı geçen doktrin bağlamındaki suçlamalara gelince, Bedreddin’in yapıtının
bunları doğrulayıp doğrulamadığına bakmak gerekir; İslam Ortodoksluğuna
uymayan gruplara haklı ya da haksız olduğuna bakılmadan yöneltilmesi bir
alışkanlık halini almış mülhidlik, rindlik, vahdet-i mevcudçukık, vb
suçlamaların mı söz konusu olduğu da irdelenmelidir.
Başvuru
kitabımız Varidât olacak, çünkü bu Bedreddin’in birçok kez yayımlanmış,
tefsir edilmiş ve ulaşabildiğimiz tek yapıtıdır; diğer yandan da Menakıbname'ye.
bakılırsa, Bedreddin de onu başlıca yapıtı olarak kabul ettiğini söylüyor:
İdamından önceki son gece, Bedreddin’in Muhammed ile Ebu Hanife’nin Vâridâtı
kutsadığını rüyasında gördüğü rivayet edilir. Bu yapıt Osmanlı uleması arasında
hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine ulaştı. Birbiriyle çelişen tartışmalara
konu oldu: Bazı şeyhler onu zararlı bulup, müridlerine yasaklayacak kadar
ileri giderken, 17. yüzyılda yaşamış ünlü mutasavvıf Niyazi Mısrî gibileriyse
aksine kitabı açıkça övüyor ve bir tasavvuf başyapıtı olarak İbn Arabi’nin Fusûsü’l-hikem^c
aynı mertebede görüyordu.[158]
Ancak
VâridAt okunduğunda, bu türden tavırları haklı gösterecek bir şeye pek
rastlanmıyor ve yapıtın doktrin bağlamında içeriği çok hayal kırıcı görünüyor.
Ne Dukas’ın Börklüce konusunda sözünü ettiği mal paylaşımı, ne Osmanlı
vakanüvislerin ileri sürdüğü sultana karşı açık isyan ve mehdilik iddiası, ne
yukarda sergilediğimiz belgelerdeki “mum söndü” ayinleri, ne özel bir Hıristiyanseverlik,
ne de dinlerüstü bir anlayış söz konusu edilir. Olası seleflere ya da çağın
düşünce akımlarına yapılan göndermeler de çok azdır.
Biz
yine de konumuzu ilgilendirebilecek birkaç noktayı açığa çıkarmaya çalışalım.
İlk bakışta, yazarın bazı beyanlarının ortodoks İslam’la çeliştiği açıkça
görülmektedir, bu da ulemanın VAridAt’a kuşku ile yaklaşmasını bir
ölçüde açıklamaktadır. Kur’an’da, “Biz Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i
öldürdük” diyenlere karşı “onu ne öldürdüler, ne çarmıha gerdiler, sadece o
onlara benzer gösterildi” denirken, Bedreddin, İsa’nın bedeninin ölmediğini
reddeder: “Unsurlardan meydana gelmiş olan cesediyle ölmemiş demek değildir bu;
çünkü bu, olmıyacak bir şeydir, artık anlayıver”. Aynı bölümde Bedreddin bu
durumu vesile ederek bedenlerin dirilişini tartışma konusu yapar:
Cesedlerin haşredilmesi de
halkın sandığı gibi değildir. Ama mümkündür, bir zaman gelir de, insan
nev’inden hiçbir ferd kalmaz; sonra gene topraktan, babasız-anasız bir insan
doğar, evlenme yoluyla cinsi tüter. Cennetin, cehennemin, onlara âid şeylerin
de başka anlamları vardır ki bilgisizlerin bunları anlamalarına imkân yoktur.[159]
Bu
çekinceler kitabın başından itibaren dile getirilen ilke adına yapılmıştır; bu
ilkeye göre vahiy edilmiş metinlerde ifade edilen gerçeklerin asıl anlamını
yalnızca sûfiler anlayabilir:
Bil ki âhiret işleri,
bilgisizlerin sandıkları gibi değildir; çünkü onlar, gayb ve melekût
âlemindendir; avamın sandığı gibi şahadet âleminden değildir.[160]
Yalnızca
“Allah’ın dostları”nın şeylerin anlamını kavradığı düşüncesinin dayandığı bu
bâtını bakış açısının sufinin davranışı üzerinde iki sonucu olabilir: Ya
öldürülme korkusuyla bildiklerini sıradan insanlardan giz ler, ya da mümin
kitlesine karşı manevi bir sorumluluğu olduğunu düşünerek cemaat yöneticileri
doğru yoldan saparsa onlara doğrudan müdahale etmeye hak görür kendinde.
Birinci durumda, “Tasavvuf tamamlandı mı, münafıklık başlar. Gerçek sufi,
gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın gönlüne gelmiyen şeyleri görür,
duyar, anlar; fakat insanlara, hallerine uygun, anlayışlarına uygun sözler
söyler, gönlündekini gizler. Çünkü anladığını insanlara söylerse, öldürürler
onu mutlaka, artık nasıl olur da münafık olmaz?” Bu noktada, Osmanlı
tarihçilerinin Bedreddin’e ve Börklüce’ye yaptıkları mürailik suçlaması ve
Şiilerin takıyyesi akla gelmektedir, ancak Vâridât1 ın
belirttiğine göre, “sufı o kişidir ki, anlayışının ışığı çekinmesinin ışığını
söndürmez; kitabın zahrını bozacak, yıkacak olan ve gönlünde bulunan bilgiyi
söylemez; mazhar olduğu kerâmetler, Allah’ın haram ettiği şeylerin örtüsünü
yırtmaz”. Ancak çok aşırı durumlarda, sufı cemaatin iyiliği adına suskunluğunu
bozabilir:
Bir toplumun hatib, imam ve
şâire gibi önderlerinin maksadı gerçek olmaz, Hakk’a ulaşmak olmazsa bu, bu
çeşit topluluklardan çekilmen için özür olarak yeter sana; ancak maksad onları
doğru yola getirmekse o başka.
Bedreddin
adına Osmanlı sultanlarına karşı girişilen isyan hareketi ile arasında bağlantı
kurulduğunda, sufıliğin özü gereği olan bu tavır kuşkusuz özel bir anlam
kazanır.[161]
VAridât’m
çağın toplumsal, dinsel havası hakkında verdiği nadir bilgilerden biri, 14.
yüzyıl sonu ve 15. yüzyıl başında halk kitleleri arasında da kaynaşmalara yol
açan eskatoloji tartışmasıdır. Bu tarz tahminlere hiç değer vermediğini ileri
sürse de, Bedreddin’in kazandığı başarıda bu kaynaşmanın katkısı olmalı. Her
devirde birçok kişi Deccal’in gelişinin ve Kıyamet gününün öngörülebileceğine
inanmıştır:
Onların bazısı sekiz yüzüncü
yılda (1397) olacağını, bazıları da Mehdi’nin ve Hatemü’l-vilâye’nin yedi yüzle
sekiz yüz arasında zuhûr edeceğini söylediler. Halbuki, esenlik ona,
Peygamber’in zamanından beri sekiz yüz yıl geldi, geçti de avamın hayal ettiği
şeylerden hiçbiri zuhûr etmedi; daha da binlerce yıl gelir geçer, onların hayal
ettikleri şeylerden hiçbiri olmaz; sandıkları gibi cesedler de haşredilmez.
Osmanlı
vakanüvislerinin iddialarının aksine Bedreddin’in kendini Mehdi olarak kabul
etmediği, halkın ölüm sonrası yaşama ilişkin inanışlarım cesaretlendirmekten
çok kınadığı ve bu inanışlara karşı çok ihtiyatlı bir tutum benimsediği
görülüyor.[162]
Vâridât’ta.
karşımıza çıkan Bedreddin kuşkusuz ateşli bir stilidir, ama silsile olarak eski
sofiliğe bağlanmaktadır ve coşkunluğu da diğer birçok örnekten daha fazla
değildir. Büyükbabasından yana Mevlevi geleneğine bağlanan Bedreddin semâyı
şöyle değerlendirir:
Özleri doğru fakıyrler, güzel
ses duydular mı, kalbleri Allaha yönelir, o zaman gönüllerinde dünya
düşüncelerinden bir zerre kalmaz; Allah sevgisiyle dolar; bu yüzden de [semâ]
onlara helaldir.
Babasının
“Rum’un Bâyezid-i Bistâmî’si” olmasını istediği şeyh, daha önce Bistâmî’nin
yaptığı gibi, bir böceği diriltir; böylece hayat verme gücünü göstererek
açıkça İsevî bir nitelik kazanır. Menakıbnctme'yc göre bu güç Sakız
Hıristiyanların) öylesine büyülemiştir ki, Bedreddin hakkında şöyle
demişlerdir: “Nefesi eyledi ihya mürdeler”.[163]
Bir gece oturuyordum, bir
pervane geldi, mumun çevresinde dönmeye başladı, derken kendisini muma birkaç
kere çarptı, âdeta yandı, yere düştü, hiçbir hareketi kalmadı. Bir zaman
düşündüm; onda yaşayış belirtilerinden hiçbir belirti görmedim; öldüğüne
hükmettim. Sonra da Abû-Yezîd’in bir karıncaya üfürdüğü, onu dirilttiği aklıma
geldi. Pervaneyi aldım; üfürüğümle dirileceğine tam bir inançla üfürdüm ona;
hemencecik dirildi, evvelce olduğu gibi uçmaya koyuldu; sanki ateşe
çarpmamıştı hiç. Bunu inkâr etme; çünkü Allahın her şeye gücü yeter.25
Bu
metnin altında doktrin açısından, İbn Sab’în’in ve özellikle de İbn Arabi’nin
ittihadiyye hareketine bağlılık sürekli hissedilmektedir. Varidat’ta bu
tema üzerine, vahdet i vüctıd doktrininin çok benimsediği şu hadis i kudsiye
dayanan birçok alıntıyla karşılaşırız: “Ben gizli bir defineydim; bilinmeyi
diledim”.26 Yapıtın sonunda, yazarın 1407/810 yılında İbn Arabi’nin
kendisine bir gece göründüğünü anlattığı bölümde, İbn Arabi’ye yapılan gönderme
iyice açığa çıkar:
Sekiz yüz on yılı
Cemâziyelâhirinin ilk on gecesinden bir Perşembe gecesi sabaha karşı Şeyh
Muhyiddin’i gördüm; diyordu ki: Şeytanı başka bir âleme atmak istedim, attım
da; bu âlemde şeytana âid pek az bir şey kaldı; kendisi tasım, tarağını
topladı, gitti. Sonra bu rüyayı arkadaşlarımdan bazısına söyledim; bunu unutmayın,
sorunca hatırlatın bana, dedim. Yorumu, Allah daha iyi bilir ya, şu olsa gerek:
Şeytan, uzaklık mazharıdır; Şeyh’se işi yakınlaştırmıştır, yakınlık mazharr
dır; tevhidi tasnif ettiği kitablarda, bilhassa /w/iriında açıklamıştır. O
günlerde Fıısûs okumakla meşguldüm; bu rüya da bu hususta beni
uyandırmak içindi.
Tasavvufta
bir mürşitle rüya yoluyla bağlantıya girme olgusuna sık sık rastlandığını da
belirtelim; bu durum özellikle İbn Arabi’nin, Sadreddin Konevî’nin, Abdülkadir
el-Cezâirî’nin müridleri arasında görülür. Massignon’a göre bu iletişim tarzı
tipik bir Anadolu motifi olabilir: Hallaç Konya’da hem İbn Arabi’ye hem
Celaleddin Rûmî’ye görünmüştü.27
C)
Bedreddin’in
Doktrini: Zincirin Bir Halkası
Ahmed
Gazâlî’den ve İbn Arabi’den Bedreddin’e: Silsile
Gerek
Varidâtın yukarda değindiğimiz bazı bölümlerinde, gerekse Bedreddin’in
daha önce incelediğimiz hayatının bazı bölümlerinde Simavnalı şeyhin iyi
bilinen ve onu eski sofiliğin çoğu büyük mutasavvıfına bağlayan bir zincirde
yer aldığı görülür. Bistâmî ve İbn Arabi’ye değinildi: İbn Arabi’nin
(Şeyhü’l-Ekber) Konya’da açıkladığı düşünceleriyle yoğrulmuş Türk sufiliğinin
gelişmesindeki rolünü biliyoruz. Bu düşünceleri başta Sadreddin Konevî olmak
üzere, Anadolulu müridleri ve bütün bir Osmanlı tefsirci ve mürid zinciri
oluşturan ilk büyük Osmanlı müderrisleri aracılığıyla yaymıştı. Bunlar Dâvud-ı
Kayseri ve Fenâri; Bayramîyye tarikatından Akşemseddin ve Yazıcıoğlu; halk
tarafından çok tutulan ve Endülüslü sufiden büyük ölçüde etkilendiği sanılan
Mevlid’m yazarı Süleyman Çelebi, Sivasî, Bâlî Efendi, Bosnevî gibi şahsiyetlerdir.[164]
Bedreddin’in
silsilesinde yer alan büyük mürşitler içinde, Rûmî’nin ya da İbn Arabi’nin
silsilesinde de bulunan Ebu Medyen el-Mağribî ya da Ahmed Gazâlî gibi isimler
de sayılabilir. Bu şahsiyetler aracılığıyla Bedreddin, Osmanlı döneminde genellikle
ortodoks ve resmi olarak kabul edilen bir tasavvuf anlayışına bağlanır. Ancak
Simavnalı şeyh, en ünlü selefleri gibi, ünlü Hallac’ın temsil ettiği, mücahede
ve riyâzât yönleri ağır basan daha coşkulu bir tasavvufla da bağlarını korur.
Flallac hiç çekinmeden şöyle demişti: “Sufı, helâl ile haram arasından haramı
seçmelidir”. Hallac-ı Mansur’un Celaleddin Rûmî’deki yerini biliyoruz:
“EneTHak diyen Hallac ı Mansur kirpiklerinin ucuyla tüm yolların tozunu
süpürmüştü. (...) Ben, Ene’l Hak diyenlerin hizmetkârıyım”. Ahmed Gazâlî,
Hallac’ın aldığı tavırları sık sık tefsir eder ve müridlerinden biri de Hallacı
olduğu gerekçesiyle asılır.[165] Türk
dünyasında Hallac’ın belirleyici etkisi Massignon tarafından incelenmiştir. Bedreddin
yaptığı yolculuklar sırasında uğradığı her yerde, Mısır’da, Halep’te,
Isfendiyar ya da Germiyan sarayında ve Anadolu dervişlerinin çoğunda bu etkiyle
karşılaşmıştır. Bedreddin’e verilen “Rum’un Hallac-ı Mansur’u” adını bu
bağlamda ve biri Bağdat’ta, diğeri Serez’de işkenceyle öldürülen iki kişinin
katettikleri yolların koşutluğunun ışığında değerlendirmek gerekir.[166]
Bedreddin
aynı zamanda, hem dinin yayılacağı bir toprak, hem de Orta Asya’nın uzantısı
durumundaki Rum ülkesini, düşüncelerinin yayılması için seçkin bir alan olarak
gören sufıler silsilesine de dahil edilmelidir. Hatırlanacağı üzere, Eflakî’ye
göre, Mevlana Rum ülkesinde bulunmasının nedenini şöyle açıklıyordu:
Yüce Tanrı’nın Rum halkı
hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddık-ı Ekber’in duasiyle de bu halk bütün ümmetin
en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke de Rum ülkesidir. Fakat bu diyarın
insanları, Mülk sahibinin (Tanrı’nın) aşk âleminden ve derûni zevkten çok
habersizdirler. Müsebbibü’l-Esbab (Tanrı) (şanı aziz olsun ve saltanatı
yücelsin) hoş bir lûtufta bulundu, sebepsizdik âleminden bir sebeb yaratarak
bizi Horasan ülkesinden Rum vilâyetine çekip getirdi; haletlerimize de bu
temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledüni iksirimizden onların bakır gibi
olan vücutlarına saçalım da onlar tamamiyle kimya, irfan âleminin mahremi ve
dünya ariflerinin hemdemi olsunlar (...) Beni Horasan’dan çekip Yunanlılar
içine getirdin ki onlarla haşır neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim.
Hacı
Bektaş Vilâyetnâmesi’nde, Ahmed Yesevî Bektaş’ı şu sözlerle görevlendiriyordu:
Var seni Rûm’a saldık,
Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rûm Abdallarına seni baş yaptık. Rûm’da
gerçekler, budalalar, serhoşlar çoktur, artık hiçbir yerde eğlenme, hemen
yürü.
Büyükbabası
tarafından Mevlevîlere bağlanan ve müridleri olasılıkla Bektaşîlerle çok yakın
ilişkiler içinde olan Bedreddin’in aslı, güçlü kültür ve aile bağlarının
bulunduğu Rumeli’dir. Gördüğümüz gibi bütün Menakıbname boyunca
görevinin her şeyden önce Rum ülkesinde olduğu anlayışındadır. Torunu,
Bedreddin’i ülkesine bağlayan sıfatları art arda sıralamaktan zevk alır: o
“Rum’un kameri”, “Rum’un pertevi”, “Rum’un Mansur’u”, “Rum’un Bistâmî’si”dir,
vb.[167]
Bedreddin’den Bektaşîlere:
intikal
İntikal
biraz çelişkili bir biçimde iyi ayırt edilemese de hatırı sayılır bir boyutta olmalıdır.
Tuna ve Bulgar bölgesinde geç bir döneme kadar onun adını da kullanarak
mensubiyetlerini ilan edenlerden söz etmiştik. Börklüce’den kaynaklanan bir
hareket de 19. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar varlığını sürdürmüştür. Yabancı
gezginler biıbirleriyle yarışırcasına, bazıları belki de Bedreddin’in müridi
Torlak Kemal’in mirasçıları olan Torlakların Osmanlı tarikatları içindeki
öneminden söz eder; ancak bu yalnızca bir varsayımdır, çünkü çok genel bir
anlamı olan bu niteleme yabancı gözlemciler tarafından yanlış anlaşılmıştır.
16. yüzyılda Nikolay onları Kalenderîlerden ayrı tutar; bu belki de 1416
isyanından sonra Torlakların altı çizili bir farklılık kazanmış olduklarının
göstergesidir. Spandoni daha ileri giderek Torlaklar ile ünlü Hurufı şehit
Nesimi arasında bağlantı kurar; bu da Hurufîyye ile Bedreddinîler arasındaki
ilişkilerin bir olasılığın ötesine geçtiği görüşüne ulaşmamızı sağlar.[168]
Bedreddin’in
Azerbaycan’daki temasları ve Nimetullâh gibi İran sufiliginin en
gözde şahsiyetleriyle ilişki içindeki mürşidi Ahlâtî’nin temaslarından sonra,
düşüncelerini yaymak için İran’dan Anadolu’ya gelen İran tasavvuf
hareketleriyle Simavnalı şeyhin müridlerinin sıkı ilişkiler sürdürmüş
olmalarında şaşılacak bir şey yoktur. Hurufiler ile ilişkileri bir olasılıktır
ama, Safevîler ile olan ilişkileri açıkça kanıtlanmıştır: Safevî şeyhi Cüneyd,
II. Murad’ın hükümdarlığı döneminde Erdebil’den Osmanlı topraklarına geldi,
sonra Sadreddin’in Konya’da kurduğu zaviyede kaldı, daha sonra Karaman üzerinden
gelerek, Aşıkpaşazade’ye göre, Arsuz dağına “kâfirlerin zamanından kalma”
harabe halindeki bir kaleye yerleşti ve orayı onardı. Ona katılmak üzere, “Rum
elinden Simavna Kadısı-Oğlı nice cem’ oldı”. Mısır sultanının emri üzerine
onları oradan çıkarmak için Halep’ten bir ordu gönderildi: “Cüneydün yetmiş
kadar adamın helâk etdiler. Yigirmi beşi Simavna Kadısı-Oğlı adamlarından idi”.[169]
Son
olarak belirtilmesi gereken, Bedreddin’in üç büyük Osmanlı tarikatının kesişme
noktasında yer aldığıdır. Mevlevîlerle olan ilişkilerini, onun soyundan
gelenlerin Göynük kentini kendilerine merkez yapmış Bayramî/Melamîler ile
kurdukları kanıtlanmış bağları ve Akşemseddin’in kişiliğini daha önce gördük.
Görünüşe göre Bayramîlerin bir bölümü, Bedreddinîlerin konumuna çok yakın olan
Osmanlı karşıtı bir geleneği ve riyâzâta dayalı, İsevî nitelikli bir ideolojik
yapıyı korumuştur: Gerek Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlık döneminde idam
edilen İsmâil Maşûkî kişiliği, gerekse daha sonra Şeyh Hamza Bosnevî’den
kaynaklanan hareket, bu akımın iyi birer örneğidir.[170]
Bedreddin
ile Bektaşîler arasındaki ilişkilere gelince, her iki harekette görülen birçok
benzerlik nedeniyle aralarında bir akrabalık olduğu varsayılabilir, ancak
araştırmaların bugünkü durumunda bu bağı olgularla kesin olarak kanıtlamaya
olanak yoktur. Bedreddinîlerin bir bölümünün, ideolojik yakınlıkların ve
merkezi iktidara karşı ortak bir muhalefetin çekiciliğine kapılarak, kurulma
sürecinde olan tarikata katıldığı varsayılmaktadır. Bu muhalefet 16. yüzyılda
bir dizi Osmanlı karşıtı büyük ayaklanmaya yol açtı: Bunlardan biri doğrudan
Bektaş’ın soyundan gelen bir kişi tarafından yönetildi. Tarikatı örgütleyen
Balım Sultan aslen, Bedreddin’in görüşlerini vazettiği merkezlerden bir olan
Meriç vadisindendi. Simavnalı şeyh gibi o da karma bir İslam-Hıristiyan
çevresinde yetişmişti ve tari-
katın
Rumeli’deki merkezi olan tekke onun doğduğu bölgede, Seyyid Gazi’de kuruldu.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Seyyid Gazi Bedreddin’in babasının silah
arkadaşı ve akrabası Hacı İlbeyi ile aynı kişi olabilir. Bed reddini ve Bektaşî
çevreler birçok noktada örtüşmektedir: Hurufiler ile aynı sıkı ilişkiler;
Hallaç kaynaklı, Enel-hak kavramına ve dar-ı Mansur’a odaklanmış düşünce
akımlarına aym bağlılık; takıyyeye ve birkaç temel hadis-i kudsi’ye (“nefsini
bilen Rabbini de bilir”; “Ben gizli bir defineydim”) dayanan aynı sufı
silsile. Her iki toplulukta da Celaleddin Rumî, İbn Arabi, Sühreverdî büyük
saygı görür; şiirlerde hem Yunus Emre çizgisindeki aşıkların etkisi, hem de
belirli ölçüde İran etkisi hissedilir (Anadolu’daki çeşitli Kızılbaş
temaları). Aym heterodoks uygulamalar (şarap içme, erkekli kadınlı meclisler),
Hıristiyanlarla aynı ayrıcalıklı ilişkiler, aynı bağdaştırman alışkanlıklar,
Sarı Saltık ve Börklüce’nin su üzerinde yürümesi gibi aynı İsevi kerametler
görülür.[171]
Sonuç
BEDREDDİN VE OYNADIĞI ROL
“Bedreddin Rum ülkesinin Hallac
ı Mansur’udur” (Şeyh Hüseyin Ahlati).
Bedreddin’in
hayatına, yapıtlarına ve etkisine deggin bu analizin sonuna geldik; bu
kişiliğin sınırlarını saptamanın kolay olmadığı görülüyor. Onun hakkında kendi
yapıtlarından doğrudan alınmış kesin bilgilerden ya da politika ve din alanında
kişisel olarak aldığı tavırlardan yola çıkılarak değil, menakıbnamesinin yazarı
tarafından aktarılan hayat hikayesinden kesitleri birleştirerek ya da sufı
mürşidlerini, aile bağlarını, gerçek ya da varsayımlara dayalı müridlerinin
coğrafi alanlarını ve hareketlerini inceleyerek, dolaylı bilgilere ulaşılıyor,
ibn Arabî onun üstadı olduğuna göre, Bedreddin’in düşüncelerinin Endülüslü
sufıninkilerle aynı olduğu varsayılıyor. En ateşli ınüridlerinden şu ya da bu
şahsın Hıristiyanlara karşı açıkça dinlerüstü bir tutum benimsemesine, ya da
sosyal düşünce ve toprak mülkiyeti alanında devrimci tavırlar almasına bakılarak,
Simavnalı şeyhin dinlerüstü ve kolektivist bir anlayışa sahip olduğu kesin
sayılıyor. Birçok heterodoks tarikatın ondan kaynaklanan hareketle benzerlikler
göstermesine ve 17. yüzyılda Niyazi Mısrî gibi pek ortodoks sayılamayacak
mutasavvıfların onu sahiplenmesine bakılarak, Bedreddin onlarla bir tutuluyor.
Aslında Bedreddin’in siyasi tavrı bile kesinlikle saptanmış değildir; 1416
isyanı ona mal edilse de, onun bu isyanın itaat edilen şefi ve etkin elebaşı
olduğu, kuşkusuz Osmanlı yanlısı kaynaklar tarafından ileri sürülen, ancak
başta torunu olmak üzere yakınları tarafından sürekli olarak reddedilen bir
varsayımdan öteye geçmemektedir.
Bu
çekinceler Bedreddin’in rolünü küçültmeye değil, politik konumu gibi dinsel
etkisiyle ilgili bilançonun da eğretiliğini koruduğunu göstermeye yöneliktir.
Bu alanda, kesin oldukları sanılan bilgiler sağlam değildir ve sağlam bilgilere
ulaşmak için, büyük ölçüde Bedreddin’in yapıtlarının, tefsircilerinin
çalışmalarının ve Arap, İran ve Türk kaynaklarındaki belgelerin sistemli
olarak taranması gerekmektedir.
Yine
de, ister silahlı isyana sadece adını vermiş, ister bu hareketin gerçekten
orgütleyicisi olmuş olsun; ister Ortodoks İslam’ın bir âlimi ve zararsız bir
sufi, ister yola gelmez bir sapkın ve cüretkar bir dinlerüstü bağdaştırman
olsun; Simavnalı Bedreddin’in belli düşünce hareketlerinin ve sosyopolitik
gerginliklerin kesişme noktasında yer aldığı açıktır. Bu hareketler,
gelişmesinin özellikle sorunlu bir döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun
varlığını tehdit etmekle kalmamış, yüzyıllar boyunca Osmanlı sınırlarının
içinde kaynaşma halinde kalacak “merkezkaç” nitelikli geniş “sosyo-mistik”
gruplarla padişahların devleti arasındaki ilişkilere egemen olacak çatışma
verilerini de yerleştirmiştir.
Trakya’da
doğmuş, Makedonya’da ölmüş, bazı grupların hala onun adını sahiplendiği
Bulgaristan’ın Tuna kesiminde etkinlik göstermiş ve müridlerinin bir kısmını
buradan toplamış bu sufınin şahsiyetinin güçlü izi esas olarak Balkan
İslam’ında hissedilmiş olmalıdır. Ancak Şeyh Bedreddin özellikle Türkiye’de,
büyük şair Nazım Hikmet’in yazdığı destandan ve Türk ve Alman bilim adamlarının
yaptıkları araştırmalardan sonra şaşırtıcı bir şekilde yeniden Önlenmiştir.
Türk-Osmanlı
İslam’ından ya da çağdaş politik ideolojiden kaynaklanan nedenlerle, Simavnalı
Şeyh Bedreddin birçok Türk için büyük bir dava uğruna şehit olmuş insanın en
yetkin örneklerinden birini temsil ediyor. O bu nedenle, nesnel Tarih’in olduğu
gibi şiirsel efsanenin de nazarında bir bakıma, 15. yüzyılda müridlerinin
dedikleri gibi, “Diyar-ı Rum’un pertevi” ve “Türklerin Hallac-ı Mansur’u”dur.
1204 |
Bizans’ın IV.
Haçlı seferine katılan Franklar taralından fethi |
12051211 |
I. Keyhüsrev,
Konya Selçuklu Sultanı |
1205-1211 |
İbn Arabi’nin
Anadolu’da kaldığı süre |
12071274 |
Celaleddin
Rûmî’nin hayan |
12031272 |
Sadreddin
Konevî’nin hayatı |
1211-1220 |
I. Izzcddin
Kcykâvus’un hükümdarlık dönemi |
1220-1237 |
1. Alacddin
Keykubat |
1237-1246 |
II. Keyhüsrev |
1240 |
Babaîlerin
Selçuklulara karşı ayaklanması |
1243 |
Moğolların Kosedağ’da
Selçuklulara karşı kazandığı zafer |
1248-1270 |
Hacı Bektaş
Anadolu’da (yaklaşık tarihler) |
1246-1261 |
II. İzzeddin
Kcykâvus’un hükümdarlık donemi |
1258 |
Bağdat’ın
Moğollar tarafından fethi |
1261 |
Konstantinopolis’in
Bizanslılar tarafından geri alınması |
12611282 |
Bizans’ta VIII.
Mihail Paleologos’un hükümdarlık donemi |
1261 |
Türkmen Karamanlı
hanedanının başlangıç dönemi |
1282-1328 |
II. Andronikos
Palcologos 1298-1302: Mcnakıbnamc’yc göre Bcdreddin’in ailesiyle akrabalığı
bulunan Selçuklu sultanı III. Alaeddin Keykubat’m hükümdarlık dönemi |
1290-1324 |
Osman’ın
hükümdarlık donemi 1320’ye doğru Hüseyin Ahlâtî’nin doğumu. |
13241362 |
Orhan’ın
hükümdarlık donemi |
1326 |
Osmanlıların
Bursa’yı fethi |
1331 |
Nikea/İznik’in
alınışı |
1332dol. -1352 |
Davud-ı Kayseri
İznik’te ders veriyor |
1347-1354 |
Bizans’ta VI.
İoanncs Kantakuzcnos’un hükümdarlık dönemi 1350-1360’a doğru Ahlatı ve
Nimetullâh Kirmanı Mısır’da Seyyid Muhammed Arabî’nin gözetiminde birlikte
öğrenim görürler |
1354-1391 |
V. İoanncs
Palclologos’un hükümdarlığı |
1394 |
Hurufîliğin
kurucusu Fazkıllâh’ın Nahcıvan’da idamı |
1396 |
Osmanlılann
Hıristiyan koalisyonuna karşı kazandığı Nikopolis/Niğbolu zaferi |
13971423 |
Türkmen Karaman
beyi Alacddin’in hükümdarlık dönemi |
Haziran 1399 |
Bcrkuk’un ölümü
ve Ferec’in iktidara gelişi |
1400 |
Hurııfi Ali
el-A’lâ Anadolu’ya vaaz vermeye gelir (Kırşehir, Trabzon bölgesi; yazılan
Rumeli’de yayılır) |
Ekim 1400 |
Antakyalı Hurufi
Bistamî, Timur’un Halep'i yağmalamasında bulunur Aralık 1400-Şubat 1401: Kadı
İsrail’in hizmetkârı Şahne ıMusa Timur’a karşı Şam savunmasına katılır. |
Temmuz 1402
Aralık 1402- |
I. Bayczid Ankara
savaşında Timur tarafından yenilgiye uğratılır |
Ocak 1403 |
Timur İzmir’de ve
Efes’te |
1403 Mart sonu |
Timur’un torunu
Muhammed Sultan’ın Karahisar’da ölümü |
Nisan 1403 |
Sisam’da
Timur’dan kaçan Ayasluğlu ve Baladı Türklcr bulunduğu saptanır (Börklüce
Mustafa’nm Sisam’da kalışı?) Nisan 1403’e doğru Bedreddin Tebriz ve Sultaniye’de
Muhammed Sultan’ın naaşım taşıyan kafileyi izler. |
Mayıs 1403 |
Timur Erzurum’da
1403 sonu: Bedrcddin Timur’un Karabağ’daki karargâhında. 1404-1405: Mısır’a
dönüş, Ahlâti’nin ölümü ve Bedreddin’in Halep üzerinden, Anadolu, Sakız,
Trakya yoluyla Edirne’ye dönüşü. |
14041405 |
Hurufi şair
Nesimî’nin Halep’te idamı (Menakıbname’yc göre, (s. 85) Bedrcddin Halep’te
Nesimî’nin idam fetvasını veren kişiyle karşılaşır). Bununla birlikte birçok
yazar Nesimî’nin ölüm tarihini 1417-18 olarak belirler |
Eylül 1405 |
Sultan Ecrcc’in
tahttan indirilmesi |
1403-1407 |
Izmiroğlu Cüneyd
Aydın beyliğinin bir kısmının efendisidir 1405-1411: Bedreddin Edirne’de.
1405-1406’ya doğru: İsmail’in oğlu ve Bedreddin’in torunu Hafız Halil’in
doğumu. Annesi Harmana’nın ailesi Hıristiyandır. 1410: Bedreddin’in oğlu
İsmail ile Börklüce Mustafa’nın Menderes üzerindeki Nizar’da karşılaşması.
İsmail orada ölür. |
1407-1411 |
İzmiroğlu Cüneyd,
Edirne’nin doğusunda Achridos/ Ohri sancakbeyi |
1411-1413 |
Musa Çelebi’nin
Osmanlı Rumelisi’nde hükümdarlık donemi 1411-1413: Bedreddin Musa’nın kazaskeri;
Börklüce Bedreddin’in kethüdası. |
1413-1421 |
I. Mchmcd’in
(Çelebi) hükümdarlık dönemi 1413-1414: Bedrcddin İznik’te sürgünde.
Börklüce’nin Aydıneli’nde propagandası. |
1415 |
İzmir’in I.
Mchmcd tarafından fethi; Cüneyd’i Niğbolu sancakbeyi iğine gönderir |
Nisan 1415 |
Bayczid’in oğlu
olduğunu iddia eden Düzmece Mustafa Sinop’ta |
Temmuz 1415 |
Düzmece Mustafa
Eflak’ta |
Eylül 1415 |
Girit’te sosyal
karışıklık 1416 yılı içinde Börklücc vc Torlak Kemal’in Karaburun ve
Manisa’da isyanı ve yenilgisi. |
|
Temmuz 1416:
Bedreddin Sinop’ta İsfeııdiyar’ın yanında. 1416 sonbaharı: Bedreddin Eflak’ta
ve Bulgaristan’da. Tutuklanır ve Makedonya’da, Serez’de I. Mehmed’in karşısına
çıkarılır. |
Ekim 1416 |
Düzmece Mustafa
ve Cuneyd Bulgaristan’da vc Makedonya'da |
Kasım-Aralık 1416 |
Düzmece ve Cüneyd I. Mehmed tarafından
Selanik’te |
|
kuşatılır. 18
Aralık 1416 (H. 819 şevval ayının 27’si, Cuma günü) Bcdrcddin’in Serez’de
idamı. |
1419 |
Hurufi şeyhi Alî
el-A’lâ’mn ölümü |
1421-1451 |
II. Murad’ın
hükümdarlık dönemi |
1421-1451 |
Safevî şeyhi
Cüneyd’in Konya’da Sadreddinîlcr ve Antakya yakınında Amanos dağında
Bcdreddinîlerle temasları |
1422 |
II. Murad Düzmece
Mustafa’yı yener vc idam ettirir. |
1422 |
Karaburun
Türklerinin yardımıyla Cüneyd’in Aydıncli’ni yeniden fethi 1422-23:
Bcdrcddin’in torunu Hafız Halil Edirne’de Eski Cami’nin imamı olur. |
1425 |
Ipsili (İpsala)
kalesinde kuşatılan Cüneyd Osmanlılar taralından idam edilir |
1444 |
II. Murad’ın
Varna’da Haçlılar’a karşı zaferi |
1444 |
Şehzade Mehmed’in
(Fatih) dostu olan bir Hurufinin Edirne’de idamı |
|
1448: Hafız Halil
iki amcasıyla birlikte Göynük’te Akşenıseddin’iıı yanında. Ekim 1448: Hafız
Halil II. Murad’ın Jânos Hunyadi’nin Macarlarına karşı çıktığı sefere
katılır, sonra Bcdrcddin’in eski taraftarlarıyla buluştuğu Plovdiv (Filibe)
ve Zağra’ya gider. 1448-1453: Hafız Halil Edirne’de. |
1451-1481 |
Fatih Sultan
Mehmed’in hükümdarlık dönemi 1453: Hafız Halil İstanbul’un fethine katılır. |
1454 |
Bistâmî’nın
Antakya’da ölümü 1454: Hafız Halil Serez’de Bcdrcddin’in türbesinde bekçilik
eder. 1455: Hafız Halil Dimetoka üzerinden geçerek Simavna’da ailesinin yanma
gider. 1455 ve 1460 arası: Bedreddin Menakıbnamesi’nin olası yazılış tarihi. |
1481-1512 |
11. Bayczid’in
hükümdarlık dönemi 1491: Vâridât’ın tefsircisi Simavlı Molla Hâlî’nin ölümü |
Temmuz 1492 |
Bir Torlak
Arnavutluk’ta II. Bayezid’i öldürme girişiminde bulunur |
1511 |
Şahkulu
ayaklanması |
1512-1520 |
1 Selım’in
hükümdarlık dönemi 1516: Bedreddin’in tefsircisi İskilipli Muhyiddin
Muhammed’in ölümü. |
1520-1566 |
Kanuni Sultan
Süleyman’ın hükümdarlık donemi |
1520 |
Şahveli
ayaklanması |
1526 |
Molla Kâbız’m
idamı |
1526-27 |
Hacı Bektaş’ın
soyundan olduğunu iddia eden Kalcnderoğlu’nun ayaklanması |
1528-29 |
Melâmî İsmail
Maşûkî’nin idamı |
1540 |
Scyyid İbrahim’in
idamı |
1561 |
Şeyh Hamza
Bosnevî’nin idamı 1571: Vanıalı ve Ankhialos’lu Bedreddinîlere karşı
enlemler. |
1571 |
Bulgaristan’da Huni fi kıyımı 1617/18-1694: Bedreddin’in ve İbn
Arabi’nin hayranı, mutasavvıf şair Niyazi Mısri’nin hayatı. |
Dipnotlarda kullanılan
kısaltmalar, aşağıdaki ilgili yapıtlardan ve dergilerden önce italik harflerle
verilmiştir.
I-
ANSİKLOPEDİLER,
KAYNAKÇALAR, KRONOLOJİK YAPITLAR, KATALOGLAR, HARİTALAR, REHBERLER, EL
KİTAPLARI
Bursalı, M. T. Osmanlı
Müellifleri, 3 c., İstanbul, H. 1333.
Cuinet, V. La Turquie
d’Asie, Geographie administratıve, statistique, deseriptive et raisonnee de
chaque province de l’Asie Mineure, 4 e., Paris, 1890.
Danişmend-Kronoloji:
Danişmend, I. H. izahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I, Is tanbul, 1971.
El: Encyclopedie de l’lslam,
1. bas., Paris-Leiden, 1913-1938 ve 2. bas., Leiden, 1960 ve sonrası.
E.ncyclopaedia Iranica,
Londra-Boston-Melbourne, 1985 ve sonrası.
EJ: Encyclopaedia Judaica,
Kudüs.
İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, 1940 ve sonrası.
Janın-Geographie:
Janin, R. La geographie ecclesiastiqııe de l’empire byzarıtin, le partie, le
siege de Constantınople et le patriarcat ocumenique, c. III, Les eglises et
les monasteres, Paris, 1953.
Janin-Grands Centres.
Janin, R. Les eglises et les monasteres des grands centres byzantins,
Paris, 1975.
JE: Jewish Encyclopaedia,
New York-Londra.
Joanne, A. ve E. Isambert, Itıneraire
deseriptif historique et archeologıque de l’Orient, Paris, 1861.
Kaşgarlı Mahmud. Divanii
I.ııgat-it-Türk, B. Atalay (ed.), 4 c., Ankara, 1986.
Kıtip Çelebi [Hacı Kalfa
(Mustafa bin Abdullah)]. Lexicon bibliographicıım et encyclopaedicum, G.
Fluegel (ed.), 7 c.
Kazhdan, E. The Oxford
Dictionary of Byzantium, Oxford, 1991.
Kiepert, H. Specialkarte vom
westlichen Kleinasien, Berlin, 1890.
Litourgicon,
N. Edelby (ed ), Beyrut, 1960.
Mecdî. Tercüme-i Şakâ’ik-i
Nu’mâniyye, İstanbul, H. 1269.
Milli Kütüphane Yazmalar
Katalogu, Ankara, 1987 ve sonrası.
Önder, M. Mevlana.
Bibliyografyası, 2 c., Ankara, 1974.
Pitcher, D. E. An Hıstorical
Geography of the Ottoman Empire, Leiden, 1972.
Ramsay, W. M. The Historical
Geography öf Asia Minör, Royal Geographical SocietyJs Suppl. Papers,
c. IV, Londra, 1890.
Synaxaıre: Synaxaire, Vies des
Saints de l’Eglise Orthodoxe, Macaire de
SimonosPetras (çev.), Selanik, 1987.
Synaxaire metrique:
D. Guillaume, Synaxaire metrique et des Menees, Roma, 1991. Tayköprîzade-Eurat.
Taşköprîzade Isamuddin Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, es-Sakâ’iku’n-Nu’mâniyye fi
Ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye, A. S. Furat (ed.), İstanbul, 1985.
Taykoprizade-Rescher.
Es-Şaqa’ıq En-No’manijje, O. Rescher (ed. ve Alm.
çev.), Istanbul-Stuttgart, 1927-1934.
Tatçı, M. Tunus Emre
Bibliyografyası, Ankara, 1988.
Texier, C. Description de
l’Asie Mineure faite par ordre dugouvernement franpais, 3 c., Paris, 1839-1849.
Traite d’Etudes Byzantines,
P. Lemerle (ed.): c. I, V. Grumel, La chronologie, Paris, 1958.
Vie des Saints et Bienheureux,
RRPP Benedictins, Paris, 1949.
Visquenel, A. Voyage dans la
Turquie d’Europe, 2 c., Paris, 1868.
Yahia, O. Histoire et
Classification de l’oeuvre d’Ibn Arabi, 2 c., Şam, 1964.
Zambaur,
E. Manuel degenealogie et de chronologie pour Phistoire de Plslam, Bad
Pyrmont, 1955.
II-
KAYNAKLAR:
DİZİLER, DERLEMELER
Actes de PAthos. Dionysiou
(N. Oikonomidis); Esphigmenou (J. Lefort); Kastamonitou (N.
Oikonomidis); Kutlumus (P. Lemerle); Lavra I-IV (Lemerle ve
dıg.).
Actes du patriarcat-Darrouzes.
J.
Darrouzes, Les Regestes des Actes du Patrıarcat de Constantinople, c. I,
Les Actes des Patriarches, fas. V, VI ve VII, Paris, 1977, 1979, 1991.
Arif-Hadîth:
Mehmed Arif, 1001 Hadîth, Kahire, H. 1325; ve A. Kahraman (ed.), 2 c.,
İstanbul, tarihsiz.
Atsız: Osmanlı Tarihleri.
Osmanlı Tarihinin Ana Kaynakları: 1Dâstan ve
Tevârın-i Al-i Osman (Ahmedî); 2Behçetü’t-Tevârih (Şükrullah); 3Tevârih-i Al-i
Osman (Aşıkpaşaoglu Aşıkî); 4Osmanlı Sultanları Tarihi (Karamanlı Nişancı
Mehmed Paşa); 5Câm-i Cem-Ayin (Bayatlı Mahmud Oğlu Haşan), C. N. Atsız (ed.),
İstanbul, 1949.
Atsız-Takvimler. Osmanlı
Tarihine Ait Takvimler, İstanbul, 1961.
Beldiceanu-Actes:
N. Beldiceanu, Les Actes des Premiers Sultans conserves dans les manuscrits
turcs de la Bibliotheque Nationale a Paris, I, Actes de Mehmed II et de
Bayezid II du Ms. Fonds Turc Ancien 39, Paris-La Haye, 1960.
Beldiceanu-Recherches:
I. Beldiceanu-Steinherr, “Recherches sur les Actes des regnes des sultans
Osman, Orkhan et Murad I”, Açta Historica, VII, Münih, 1967.
Bonn: Corpus Scriptorum
Historiae Byzandnae, Bonn, 1828-1897.
CFHB: Corpus Fondum Historiae
Byzandnae, Berlin-Roma-Washington-Viyana, 1967 ve
sonrası.
Dolger, F. Keresten der
Kaiserurkunden des ostromıschen Reiches, Munih-Berlin, 1924 ve sonrası.
Gelchich ve Thalloczy:
J. Gelchich ve L. Thalloczy, Diplomatarium reladonum reipublicae ragusanae
cum repno Hunparıae, Budapeşte, 1897.
Giese, F. Die altosmanichen
anonymen Chroniken, Breslau, 1922.
Gioffiv D. “Atti Rogati in Chio
nella seconda meta del XIV secolo”, Bulletin de l’Institut Hıstorııjuc Belge
de Rome, 34 (1962).
Gouillard, J. Pedte
philocalie de la priere du coeur, Paris, 1968.
Gökbilgin:
M. T. Gokbilgin, XV.-XVI. Asırlarda Edirne Papa Livası,
vakıflarmülkler-mukataalar, İstanbul, 1952.
Huart, C. “Textes persans
relatifs a la secte des Houroufis”, E. J. W. Gibb Memorial Series, IX,
Leiden Londra, 1909.
İFA O.
“Voyages en Egypte” dizisi, Institut Français d’Archeologie Orientale du Caire.
Inalcık-Sûret.
H. İnalcık, (ed.), Suret-i defter i sancak-i Arnavid, Ankara, 1954.
İnalcık-Tetkikler.
H. İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar, I, Ankara,
1954.
lorıja,
Notes et extraits, ROL. N. lorga, “Notes et
extraits pour servir a l’Histoire des croisades atı XVe siecle”, Revue de
l’Orient Latin, 2, 3, 4, 1896.
Krekric:
B. Krekric, Dubrovnik (Raguse) et le Levant au Moyen-Age, Paris, 1961. PG:
J. P. Migne, Patrologiae cursus completus, series graeca, Paris, 1857 ve
sonrası. RHC: Recueil des historiens des croisades, 16 c., Paris,
1841-1906: Documents armenicns, 2 c. (1869 ve 1906); Historiens grecs, 2 c.
(1875 ve 1881); Historiens occidentaux, 5 c. (1844-95); Historiens orientaux,
5 c. (1872-1906); Lois, 2 c. (1841 ve 1843).
SC: Sources Chretiennes,
Paris.
Thıriet-Assemblees:
F. Thiriet, Deliberations des Assemblees venitiennes concernant la Romanie,
1 (1160-1363), 2 (1364-1463), Paris, 1966, 1971.
Thiriet-Senat.
F. Thiriet, Regestes des deliberations du Senat de Venise concernant la
Romanie, 1 (1329-1399), 2 (1400-1430), Paris, 1958, 1959.
III-
KAYNAKLAR:
YAZARLAR VE İLGİLİ KISALTMALAR
Abd al-Karîm al-Jili. De
l’Homme Üniversel, Burckhardt (çev.), Paris, 1986. Abdürrezzak Kirmanı,
karş. Aubin, Kaynaklar IV.
Ahmed Eflakî. Ariflerin
Menkıbeleri, T. Yazıcı (çev.), 2 c., 2. baskı, İstanbul, 1964.
Ahmed Edakî. Les Saints des
Derviches tourneurs (Menâkıbu’l-Arifin), Cl. Huart (çev.), 2 c., Paris,
1918-1922.
Ahmedî. karş. Atsız, Kaynaklar
II.
Ahmedî-llnver.
Ahmedî. İskendername, inceleme-tıpkıbasım, İ. Unver (ed.), Ankara,
1983.
Aşıkpaşazade.
karş. Atsız, Kaynaklar II.
Attar. Le
Livre Divin (Elahi-Nameh), F. Rotıhani (çev.), Paris, 1961.
Attar. Le
Memorial des Saints, A. Pavet de Coıırteille (çev.), Paris, 1976.
Bedreddin.
ayr. karş. Kissling, Kaynaklar IV.
Bedreddin. Câmi’u’l-fusüleyn,
2 c., Kahire, H. 1300.
Bedreddm-Dindar.
B. Dindar, Şayh Badr al-Dîn Mahmud et ses Wâriddt, tez, Paris IV
Üniversitesi, Paris, 1975.
Bedreddın-Wândat-.
B. Dindar, Şayh Badr al-Dîn Mahmud et ses Wâridât, Ankara, 1990.
Bedreddin-Fener.
Şeyh Bedreddin, Vâridât, C Yener (ed.), İstanbul, 1970.
Belîg İsmail. Güldeste-i
Riyâz-i irfan, Bursa, H. 1302.
Boschini, Marco. L’Arcipelago
con tutte le Isole, scofllı secche e bassifondi, Francesco Nicolini (ed.),
Venedik, 1658.
Brocquiere, Bertrandon de la. Le
voyage d’outre-mer, Ch. Schefer (ed ), Paris, 1982.
Buondelmonti, C. Description
des îles de l’Archipel, E. Lcgrand (ed.), Paris, 1897.
Busbecq, Ogier Ghiselin de. The
Turktsh Letters, E. Seymour Forster (ed ), Oxford, 1968.
Clavijo. Historia
del gram Tamerlan, Sevilla, 1582.
Clavijo.
Embassy to Tamerlane, 1403-1406, G. Le Strange (çev.), Londra, 1928.
Cronica
dei Tocco di Cefalonia di Anonim», Schiro (ed.),
CFHB, Roma, 1975.
Dânişmendname,
bkz. Kaynaklar IV, Melikoff-Dânişmend.
Destan
d’Umur Pacha, bkz. Kaynaklar IV, Melikoff-Destan.
Duda, H. Die
Seltschukengeschichte des ibn Bibi, Kopenhag, 1959.
Dukas. Decline and Fail of
Byzantium to the Ottoman Turks, H. J Magoulias (çev.), Detroit, 1975.
Dukas-Bonn:
bkz. Kaynaklar II: Bonn.
Ebu’l-Hayr-i
Rumî. Saltuknâme, S. H. Akalın (ed.), Ankara, 1988.
Ebu Said. bkz.
Monawwar, Kaynaklar IV.
Elvan Çelebi. Menâkıbu’l-Kudsıyye
fi Menâsıbi’l-Unsiyye, E.İ. Erünsal ve A. Y.
Ocak (ed.), İstanbul, 1984.
Enverî. karş. Melıkoff-Destân,
Kaynaklar IV.
Evliya Çelebi. Narrative
ofTravels in Eıtrope, Asia and Africa in the seventeenth century, J. von
Hammer (çev.), Londra, 1834.
Evliya Çelebi.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 6 c., İstanbul, 1982 ve sonrası.
Evliya Çelebi. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi, Parmaksızoğlu (ed.), Ankara, 1983 ve sonrası.
Gregoras. Histoire
Romaine, karş. Kaynaklar II: Bonn ve PG.
Hafız Halil,
ayr. karş. Kissling, Kaynaklar IV.
Hafiz Halil. Şeyh Bedreddin
Menâkıbı, Muallim Cevdet Tasnifi, K. 157, f. 1-70, Atatürk Kütüphanesi,
İstanbul.
Hafız
Halil-Die Vita: Halil b. İsmail b. Şeyh Bedreddin
Mahmud, Die Vita (menaqibname) des Schejch Bedr ed-dîn Mahmud, ibn Qâdi
Samauna, F. Babinger (ed.), Leipzig, 1943.
Hafız Halil-mnk'.
Halil bin İsmail bin Şeyh Bedruddin Mahmud, Simavna Kadısıoglu Şeyh
Bedreddin Menakıbı, A. Gölpınarlı ve İ. Sungurbey (ed.), İstanbul, 1967.
Hoca Sadeddin. bkz. Sadeddin
Efendi.
ibn Arabi-Alchımie-,
Mohyiddin ibn Arabî, L’alchimie du bonheur parfait, S. Ruspoli (çev.),
Paris, 1981.
ibn Arabi The Bezels:
ibn al-Arabî, The Bezels ofWisdom, R. W. J. Austin (çev.), Londra, 1980.
İbn Arabî-Fiitûhat
ibn Arabî, Les Illuminations de la Mecque, al-Futühât alMakkiyya, M.
Chodkievvicz’in yönetiminde seçme metinler, Paris, 1988.
İbn Arabi-Livre de l’Arbre:
ibn Arabî, Le Livre de l’Arbrc et des Quatre Oiscaux, D. Gril (çev.),
Paris, 1984.
İbn Arabî-Maitre de la
Puissanee: ibn Arabi, V oy ay e vcrs le Maitre de
la Puissan ee, 1981.
İbn Arabî-Niche des Lumieres-,
ibn Arabî, La Nicbe des Lumieres, M. Valsan (çev.), Paris, 1983.
ibn Arabi-Stations de la
Sayesse: Muhyi-d-dîn ibn Arabî, La Sapessc des
Prophetes (Fııcuf al-Hikam), T. Burckhardt (çev.), Paris, 1955.
İbn Arabî-Soufis d’Andalousie:
ibn Arabî, Les Soufis d’Andalousie (Rûh al-quds et ad-Durrat al-fakhirah),
R. W. J. Austin (çev.), Paris, 1979.
İbn Arabî-Tercüman:
ibn Arabî, The Tarjuman al-Ashwâq, R. A. Nicholson (çev.), Londra, 1911.
ibn Arabşah. Ukudu’n-Nasiha:
Takiyıtddin Efendi, Tabakat-i Hanefiyye, no: 1609, Veliyiiddin Efendi
Kütüphanesi; karş. Gölpınarh-Bcdreddin ve Kurdakul-Bedreddin,
Kaynaklar IV.
İbn Arabşah-Tamerlanc:
Ahmed İbn Arabşah, Tamerlane or Timur the Great Amir, J. H. Sanders
(çev.), Londra, 1936.
İbn Battuta. Voyages, C.
Defremery ve B. R. Sanguinetti (çev.), 4 c., Paris, 1854; yeni basım, Paris,
1979.
ibn Bibî-Genposman:
İbn Bîbî, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi, M. N. Gençosman ve E. N.
Uzluk (çev.), Ankara, 1941.
İbn el-Farıd. L’eloge du vin
(Al Khamriya), E. Dermenghem (ed.), Paris, 1980.
İbn el-Farid. La Grande
Taiyya, C. Chonez (çev.), Paris, 1987.
İbn Hacer cl-Askalânî. ed-Dürreru’l-Kâmine,
M. S. Cadülhak (ed.), Kahire, 1966.
İbn Haldun. Le Voycıge
d’Occident et d’Orient, Cheddadi (çev.), Paris, 1980.
İbn İyas. Bada’i’z-zııhûr fi
vakâi’d-duhıır, Kahire, H. 1311.
İbn Kemal (Kemalpaşazade). Tevdrih-i
Al-i Osman, S. Turan (ed.), Ankara, 1957-1970, 1983 ve sonrası.
İbn el-Şahne. ed-DiirruTMımtehab
fi Tarih-ı Haleb, Beyrut, 1959; ayr. karş. J. Sauvaget, Les perles
choisies d’Ibn ach-Chihna, Beyrut, 1933.
İbn Tagrîberdı. el-Menhalü’s-Sâfî,
mikrofilm, Arapça Yazmalar Enstitüsü, Tarih dizisi, no: 1271, Kahire.
İbn Tagriberdî-Nucum-, History
of Egypt (an-Nujum az-Zahira), W. Popper
(çev.), Bcrkcley-Los Angeles, 1954.
Idris-i Bitlisi. Heşt
Behişt, bkz. M. Şükrü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu. Bitlisli Idris’in
'‘Heşt Behişt” Adlı Eserine Göre Tenkidi Araştırma, Ankara, 1934 ve Golpınarlı-Bedreddin,
Kaynaklar IV.
îoannes Khrysostomos. Homelıes
sur Saint Paul, M. Jourjon ve P. Soler (ed.), Paris, 1980.
Irenee de Lyon. Contre les
Heresies, A. Rouseau (ed.), Paris, 1984.
İsmail Hakkı (Bursevî). Kitab-ı
Silsilename, İstanbul, H. 1291/1874.
Kantemir, Dimitri. Dımitrie
Cantemir, Historian of South-Fast European and Oriental Civilization,
extractsfrom The History ofthe Ottoman Empire, A. Dutu ve P. Cernovodeanu
(ed.), Bükreş, 1973.
Kantemir, Dimitri. Histoire
de l’Empire othoman oû se voyent les causes de son agrandissement et de sa
decadence, 2 e., Paris, 1743.
Khalkokondyles. Laonici
Chalocandylae Historiarum Dcmonstrationes, E. Darko (ed.), Budapeşte, 1922.
Khalkokondyles-Bonn-,
bkz. Kaynaklar II, Bonn.
Kinnamos (îoannes). Chronigue,
J. Rosenblıım (ed.), Paris, 1972.
Klemes (İskenderiyeli). Les
Stromates, 3 c., SC (1951, 1954, 1981).
Latifi
(Kastamonulu). Tezkire, İstanbul, H. 1314.
Lütfi Paşa. Tevarih-ı Al-i
Osman, karş. Golpınarlı-Bedreddin, Kaynaklar IV.
Macaristanlı György-Tractatus.
Tractatııs de moribus, amditionibııs et nequicia Turcorum,
Roma, 1480 (ve 16. yüzyılda yapılmış çok sayıda yeni baskısı).
Magri, Domenico. Breve
racconto del viaggio al Monte Libano, Viterbe, 1664.
Mahmûd Paşa Veli-Menakıbnâme:
N. A. Banoglu, Mahmut Paşa, Hayatı ve Şehadet, İstanbul, 1970.
Makharias, Leonce. Miller ve
Sathas (ed.), 2 c., Paris, 1881-82; R. M. Dawkins (ed.), 2 c., Oxford, 1932.
Makrizî. Histoire des
Sultans Mamlouks de l’Egypte, M. Quatremere (çev.), Paris, 1837.
Marco Polo. Le Devisement du
Monde, le Livre des Merveilles, Moule, Pelliot, Hambis ve Yerasimos (ed.),
2 c., Paris, 1982, 1984.
Mazaris. Journey to Hades,
University of New York at Butlalo, Arethusa Monographs, V, 1975.
Mevlana Celaleddin Rumî. Divan,
Gölpınarlı (ed.), Ankara, 1974.
Mevlana Celaleddin Bumî. Le
Livre du Dedans, Fihi-ma-fih, Vitray-Meyerovitch (ed.), Paris, 1976.
Mevlana Celaleddin Rumî. Lettres,
Vitray-Meyerovitch (ed ), Paris, 1990 ve Mektuplar, Gölpınarlı (ed.),
İstanbul, 1963.
Mevlana Celaleddin Rûmî. Mesnevi,
îzbudak ve Gölpınarlı (ed.), 1942; Mathnawî, Vitray-Meyerovitch (ed.),
Monaco, 1990; ayr. R. A. Nicholson (ed.), 1926 ve sonrası.
Mevlana
Celaleddin Rûmî. Roubâ’yât, Asaf Halet Çelebi (ed.), Paris, 1978.
Mevlana
Celaleddin Rumî. karş. Önder, Kaynaklar I.
Mnk\
bkz. Hafiz Halil-mnk.
Müneccimbaşı (Admed Dede). Tarih.
Sahaifü’l-Ahbar fi Vekayiü’l-A’sâr, Erunsal (ed.), 2 c., İstanbul, 1973.
Nesimî. Seyyid Nesimi Divâm’ndan
Seçmeler, K. E. Kürkçuoglu (ed.), Ankara, 1985.
Nesimi, karş.
Arasly; Burill, Kaynaklar İV.
Neşri. Kitâb-ı Cihan-Numâ,
Neşri Tarihi, 2 c., F. R. Unat ve M. A. Köymen (ed ), Ankara, 1949, 1957.
Niyazi Mısrî. Divani
Şerhi, M. S. Bilginer (ed.), İstanbul, 1982.
Oruç Bey. Oruç
Bey Tarihi, Atsız (ed.), İstanbul, 1972.
Pahimeres-Bonn-,
bkz. Kaynaklar II, Bonn.
Pahımeres-Failler:
Pahimeres, Relations Historiques, A. Failler ve V. Laurent (ed ), CFHB,
XXIV, 2 cildi çıkmıştır, Paris, 1984.
Palamas. Defense
des saints hesychastes, J. Meyendorfl’(ed.), Louvain, 1973.
Palamas. Discussion avec les
impies Chionai, consignee par le medetin Taronıtes, A.
Philippidis-Braat.
Palamas-Lettre:
“La captivite de Gregoire Palamas chez les Turcs: dossier et commentaire”, A. Philippidis-Braat,
TM, VII (1979).
Peçevî.
Peçevi Tarihi, B. S. Baykal (ed.), 2 c., Ankara, 1981-1982.
Postel,
Guillaume. De la Republique des Turcs, Poitiers, 1560.
Rubrouck, Guillaume de. Voyage
dans Pempire mongol, C. ve R. Kappler (ed.), Paris, 1985.
Sadeddin Efendi. TaciPt-Tevârih,
Parmaksızoğlu (ed.), 5 c., İstanbul, 1974 ve sonrası.
Schiltberger,
Johann. The Bondage and Travels, J. B. Telfer (çev.), Londra, 1879.
Senâî Efendi. Menâkıb-ı
Emir Sultan, İstanbul, H. 1290.
Solakzade
Tarihi, V. Çabuk (ed.), 2 c., Ankara, 1989.
Spandoni/Spandugino/Spandouyn. Petit
Traicte de Porigine des Turcqz, Schefer (ed.), Paris, 1896.
Sphrantzes-Bonn\
bkz. Kaynaklar II, Bonn.
Sphrantzes-Philippides-, The
Fail of Byzantine Empire, a Chronicle by George Sphrantzes,
G. Philippides (çev.), Amherst Mass., 1980.
Sultan Veled. Maître
et Disciple, Vitray-Meyerovitch (ed.), Paris, 1982.
Sultan Veled. Ibtidanâme,
Gölpınarlı (ed.), Ankara, 1976.
Süleyman Çelebi. Mevlid.
Vesiletu’n-Necât, F. K. Timurtaş (ed.), İstanbul, 1970; ve Mevlût,
T. Alangu (ed.), İstanbul, 1958.
Symeon-Balfour.
D. Balfour, Politico-Historical Works of Symeon Archbishop of Thessalonica,
Viyana, 1979.
Syropoulos-Laurent
V. Laurent, Les “Memoires” de Sylvestre Syropoulos sur le concile de
Florence (1438-39), Paris, 1971.
Şeyhî, bkz.
Nihat, Kaynaklar IV.
Şikârı. Karamanoğulları
Tarihi, M. M. Koman (ed.), Konya, 1946.
Şukrüllah b. Şehâbeddin. bkz.
Atsız, Kaynaklar II.
Vildvetnâme. Manakıb-ı Hünkâr
Hacı Bektaş-ı Veli, A. Gölpınarlı (ed.), İstanbul,
1958.
Das Vildyetname des Hadjı
Bektash, E. Gross (ed.), Turkische Bibliothek 25,
Leipzig, 1927.
Yazıcıoğlu Ali. bkz. Wittek,
Kaynaklar IV.
Yazıcıoglu Mehmed. Kitab-ı
Muhammediyye, A. Çelebioglu (ed.), 4 c., İstanbul, tarihsiz.
Yunus Emre-Halbout: Le Livre de
l’Amour Sublime, D. Halbout du Tanrıey ve P.
Seghers (ed.), Paris, 1987.
Yunus Emre-Regnier: Le Divan,
Y. Regnier (çev.), Paris, 1963.
Yunus Emre-Risâlef.
Rısâletü’n-Kushiyye ve Divan, Gölpınarlı
(ed.), İstanbul, 1965.
Yunus
Emre-Sarap. Poemes, T. Saraç ve A. Gölpınarlı
(ed.), İstanbul, 1971. Yunus Emre Bibliyografyası', bkz. Tatçı,
Kaynaklar I.
IVMODERN
İNCELEMELER, DERGİLER, DERLEMELER, TEBLİĞLER
Kullanılan makalelerin tamamı
dipnotlarda belirtilmiştir. En sık başvurulan makaleler ve işlenen tema
acısından en önemli makale derlemeleri aşağıda da sıralanmıştır. Ayrıca
dipnotlarda hepsi belirtilmemiş de olsa, bu incelemenin oluşturulmasına genel
anlamda hizmet etmiş bazı yapıtlar da aşağıda zikredilmiştir. Bu son açıklama
Kaynaklar I, II ve III bölümleri için degeçerlidır.
Addas, C. ibn Arabî ou la
qucte du Soufre Rouge, Paris, 1989.
Adıvar, Adnan Abdulhak. La
Science chez les Turcs Ottomans, Paris, 1939; ve Osmanlı Türklerinde
ilim, İstanbul, 1970.
AL. Annales Islamolqgiques.
AIS'. Analekta lerosolymitikis
Stachyologias.
Akın, H. Aydınoğulları
Tarihi Hakkında Bir Araştırma, Ankara, 1968.
Alexandrescu-Dersca, M-M. “La
campagne de Timur en Anatolie (1402)”, Variorum, 1977.
Algul, H. Emir Sultan,
İstanbul, 1982.
Anawati, G. C. ve L. Gardet. Mystique
musulmane, aspects et tendances-experiences et techniques, Paris, 1976.
Annali Musulmani
Arabica
Arasly, H. Imadeddin
Haşşimi, vie et oeuvre, Baku, 1973.
Arberry, A. J. Discourses of
Rumî, Londra, 1961.
Archivum Ottomanicum
Argenti, P. P. 'The
Occupation ofChiosby the Genoese and their Administration of the Island
(1346-1566), 3 c., Cambridge, 1966.
Argenti, P. P. The Religious
Minorities of Chios: Jews and Roman Catholics, Cambridge, 1970.
Arnaldez, R. Jesus dans la
pensee musulmane, Paris, 1988.
Art de Cappadoce,
Cenevre, 1970.
Arzık, N. Anthologie de la
chanson populaire turque, Ankara, 1963.
Asdrascha, C. La rlgion des
Rhodopes aux XIIIe et XIVe siecles, etüde de geographıe hıstorıque, Atina,
1976.
Asin Palacios, M. L’Islam
christianise, etüde sur le soufisme d’Ibn Arabi de Murcie, Paris, 1982.
Aubin, J. (ed.) Materiaux
pour la biographie de Shah Ni’matullâh Wali Kermanb. I, Risalah de Abd
al-Razzaq Kirmanî; II, Jami-i mufidî; III, Risâlâh de Abd alAziz Wâ’izî,
Tahran, 1956.
A.XXIV I.O.K:. Akten des XXIV
ınternationalen Orientalisten-Kongresses, Münih,
1957.
Ayverdi, E. H. Avrupa’da
Osmanlı Mimari Eserleri. Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul,
1982.
Ayverdi ve Yüksel, I. A. ilk
250 Senenin Osmanlt Mimarisi, İstanbul, 1976.
Babinger-Mahomer.
F. Babinger, Mahomet II le Conguerant et son temps, (14321481) Paris,
1954.
Babinger-Die Vita:
bkz. Hafız Halil, Kaynaklar III.
Balard Theseı
M. Balard, La Romanie Genoise, 3 c., Tez, Paris, 1976.
Balfour. bkz. Symeon, Kaynaklar
III.
Balkan Studies
Banoglu. bkz. Mahmûd Paşa,
Kaynaklar III.
Bardakçı, C. Alevilik,
Ahilik, Bektaşilik, Ankara, 1950.
Barker, J. W. Manuel II
Paleologus (1391-1425). A Study in Late Byzantine Statesmanship, New
Brunswick-New Jersey, 1969.
Bayramoglu, F. Hacı Bayram ı
Veli, Yasamı, Soyu, Vakft, 2 c., Ankara, 1983.
Bayrı, M. H. İstanbul
Folkloru, İstanbul, 1947.
Bedı Kartlisa
Beldıceanu Acter.
bkz. Kaynaklar II.
Beldiceanu-Steinherr, I. “La
conquete d’Andrinople par les Turcs: la penetration turque en Thrace et la
valeur des chroniques ottomanes”, TM, 1 (1965).
Beldiceanu-Deux Villes-.
I. ve N. Beldiceanu, Deux villes de l’Anatolie pre-ottomane: Develi et
Qarahisâr d’apres des documents inedits, Paris, 1973.
Beldiceanu-Recherches.
bkz. Kaynaklar II.
Beldiceanu, N. “Le monde
ottoman des Balkans (1402-1566)”, Variorum, 1976. Belleten
Bennassar, B. ve L. Les
Chretiens d’Allah, l’histoire extraordinaire des renegats (XVIe-XVIIe siecles),
Paris, 1989.
BF. Byzantinische Forschungen
Bilge, M. ilk Osmanlı
Medreseleri, İstanbul, 1984.
Bırge-Bektashı:
J. K. Birge, The Bektashi Order of the Dervishes, Londra, 1937.
Bombaci-Litterature turque:
A. Bombaci, Histoire de la litterature turqııe, Paris, 1968.
Bryer, A. “Byzantium and the
Turks” Kollokyumu, Birmingham, BZ 16 (1990).
Bryer, A. ve H. Lowry (ed.). Continuity
and Change in Late Byzantine and Early Ottoman Society, Symposium Dumbarton
Oaks, Birmingham-Washington, 1986.
Bryer, A. “The Empire of
Trcbizond and the Pontos”, Variorum, 1980.
Bryer, A. “Greeks and Turkmens:
the Pontic Exception”, OOP 29 (1975).
BS: Byzantina Sorbonensia
BSOAS: Bulletin of the School
of Oriental and African Studies.
Bulletin d’Etudes Orientales
Burill, K. The Quatrains of
Nesimi, XIVth Century Turkic Hurufî, La Haye-Paris, 1972.
Byzantina
Byzantion
Byz. neu. Jarh..
Byzantinisch-Neugriechischen Jahrbücher.
BZ: Byzantinische Zeitschrift.
Cahen, C. “Baba Ishaq, Baba
Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autres”, Turcica 1 (1969).
Cahen, C. Orient et Occident
au temps des croisades, Paris, 1983.
Cahen-Pre-ott:
C. Cahen, Pre-ottoman Turkey, Londra, 1968.
Cahen-Pre-ott:
C. Cahen, La Turquie pre-ottomane, Istanbul-Paris, 1988.
Cahen, C. “Turcobyzantina et
Oriens Christianus”, Variorum, 1974.
Chodkiewicz-Sceau:
M. Chodkiewicz, Le Sceau des saints, prophetie et saintete dans la doctrine
d’lbn Arabî, Paris, 1986.
Classicisme et dedin culturel
dans l’histoire de l’lslam, Actes du symposium de Bordeaux (1956),
Paris, 1977.
Collection Turcica
Corbin, H. En İslam iranien,
4 c., Paris, 1971-72.
Corbin, H. Histoire de la
philosophie islamique, Paris, 1964.
Corbin, H. L’imagination
creatrice dans le soufisme d’lbn Arabi, Paris, 1958.
Çoruh, S. Emir Sultan,
İstanbul, tarihsiz.
Davvkins, R.. M. Modern
Greek in Asia Minör, Cambridge, 1916.
DEFM: Darülfünun Edebiyat
Fakültesi Mecmuası.
Dennis, G. T. “Byzantium and
the Franks, 1350-1420”, Variorum, 1982.
Der İslam.
Dimitriadis, B. Topographia
tis Thessalonikis kata tin epochi tis tourkokratias (1430-1912), Selanik,
1983.
Dino, G., M. Aquien ve P.
Chuvin. La Montagne d’en Face. Poemes des derviches turcs anatoliens,
basım yeri yok, 1986.
Dindar, B. bkz. Bedreddin,
Kaynaklar III.
Dindar, B. “Şeyh Bedreddin ve
Presokratikler”, Ege üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tayını, 5 (1987).
Ducellier, A. “L’Islam et les musulmans
vus de Byzance au XIVe siecle”, Byzantina 12 (1983).
Ducellier, A. “Mentalites
historiques et realites politiques: l’Islam et les musulmans vus par des
Byzantins du XIIIe siecle”, BF4 (1972).
During, J. Mıısique et
extase, l’audıtion mystique dans la tradition soıtfie, Paris, 1988.
OOP'.
Dumbarton Oaks Papers.
Edirne, Edirne’nin Fethinin
600. Tıldonümii Armağan Kitabı, toplu eser,
Ankara, 1965.
Eloğlu, M. ve O. Tansel. Bektaşi
Dedikleri, İstanbul, 1970.
EO: Echos d’Orient.
ET: Etudes traditionnelles.
Eyııboglu, 1. Z. Şeyh
Bedreddin ve Varidat, İstanbul, 1980.
Filipovic, N. Princ Musa i
Sejh Bedreddin, Saraybosna, 1971.
Foss, C. Ephesus afur
Antiquity: a late Antique, Byzantine and Turkish City, Cambridge, 1979.
Galante, A. Histoire des
juifs de Turquie, c. 8, İstanbul, 1986.
GB: Geographica Byzantina.
Gibb, E. J. W. A History of
Ottoman Poetry, Londra, 1900 ve sonrası.
Gokalp, A. Tetes Rouges et
Bouches Noires, les Cepni, paysans sans terres du Meandre, Tez, Paris X
Üniversitesi, 1977.
Gokyay, O. “Şeyh Bedreddin’in
Babası Kadı mı İdi?”, Tarih ve Toplum 2 (1984).
Gölpınarlı, A. Alevi-Bektapî
Nefesleri, İstanbul, 1963.
Golpınarlı-Bedreddin:
A. Gölpınarlı ve İ. Sungurbey, Simavna Kadısıoglu Şeyh Bedreddin,
İstanbul, 1966.
Gölpınarlı, A. Melamîlik ve
Melamıler, İstanbul, 1931.
Gölpınarlı, A. Mevlana'dan
Sonra Mevlevîlik, İstanbul, 1983.
Gril, D. La Risâla de Safi
al-Dîn ibn Abi l-Mansur ibn Zdfir, Biographies des maitres spirituels connus
par un cheikh egyptien du VIIe/XIIIe siecle, Kahire, 1986.
Grousset-Steppes: L’Empire des
Steppes, Attila, Gengis-Khan, Tamerlan, Paris, 1960.
Grunebaum, G. von. “İslam and
Medieval Hellenism: Social and Cultural Perspectives”, Variorıım, 1976.
Guillaume Postel, Actes du
Colloque d’Avranches, Paris, 1985.
Gürsel, N. Şeyh Bedreddin
Destanı Üzerine, İstanbul, 1978.
Hammer, J. von. Histoire de
l’Empire ottoman, 3 c., M. Dochez (çev.), Paris, 1844 ve sonrası.
Hasluck-Christianity:
F. W. Hasluck, Chrıstianity and İslam under the Sultans, Oxford, 1929.
Hookham, H. Tamburlaine the
Conqueror, Londra, 1962.
Huart, C. Konya, la ville
des derviches tourneurs, souvenirs d’un voyage en Asie Mineure, Paris,
1897.
Imber, C. The Ottoman
Empire, 1300-1481, İstanbul, 1990.
Imber, C. “Paul VVittek’s De
la defaite d’Ankara a la prıse de Constantinople", OA 5 (1986).
İnalcık, H. The Ottoman
Empire, the Classical Age 1300-1600, Londra, 1973.
İnalcık, H. “The Ottoman
Empire: Conquest, Organization and Economy”, Variorum, 1978.
İnalcık, H. “The Rise of the
Ottoman Empire”, A History of the Ottoman Empire to 1730 içinde, M. A.
Cook (ed.), Cambridge, 1976.
lorga, N. Byzance apres
Byzance, Bükreş, 1971.
[orga, N. Histoire des
Roumaıns et de la Romamıe Orientale, c. VIII, Bükreş, 1937.
Irwin, R. The Middle East in
the Middle Ages, the F.arly Mumluk Sultanate (12801382), Londra-Sydney,
1986.
Isla mochristiana
1. UTFKB. I. Uluslararası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri.
1UTDED'. İstanbul Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Denlisi.
IUTTE: İstanbul Üniversitesi
Tıp Tarihi Enstitüsü.
Jourdan, F. La traditıon des
Sept Dormants, Paris, 1983.
]A
Journal Asiatique.
JAOS\ Journal of American
Oriental Society.
JKDAl: Jahrbuch des Kaiserlich
Deutschen Archaologischen İnstituts.
Kaftantzis,
G. B. Istoria tis poleös Serron Kai tıs periferias tıs, 2 c., Serez, 1967.
Kaygtısuz, B. N. Şeyh
Bedreddin Simanevî, İzmir, 1957.
Kiel, M. “Studies on the
Ottoman Architecture of the Balkans”, Variorum, 1990.
Kissling-,
H. J. Kissling, “Das Menaqybname Scheich Bedr ed-Din’s, des Sohnes des Richters
von Samavna”, ZDMG, C (1950).
Kurdakul-Bedreddın-,
N. Kurdakul, Bütün Tonleriyle Bedreddin, İstanbul, 1977.
Laoust-Schismes.
H. Laoust, Les Schismes dans l’Islam, Paris, 1983.
Lemerle-Aydın.
P. Lemerle, L’Emirat d’Aydm, Byzance et l’Occıdent. Recherches sur “la Geste
d’Umur I’acha”, Paris, 1957.
Lemerle, P. “Essais sur le
monde de Byzance”, Variorum, 1980.
Leroy, J. L’Ethıopıe,
Paris, 1973.
Levy, R. Introduction a la
Litterature Tersane, Paris, 1973.
Lewis, B. Comment l’Islam a
decouvert l’Europe, Paris, 1984.
Lewis, B. Le langage politique
de l’Islam, Paris, 1988.
Lutrell. “Latin Greece, the
Hospitallers and the Crusades, 1291-1400”, Variorum, 1982.
Lutrell. “The Hospitallers of
Rhodes confront the Turks: 1306 1421”, Christians, Jews and other ıvorlds,
the Avery Lectures in History, içinde, P., E. Gallagher (ed ), Lanham-New
York-Londra, 1988.
Makedonika.
Manof, A. I. Gagauzlar,
Ankara, 1940.
Mantran-Hist. Emp. ott.ı
R. Mantran’ın yönetiminde, Histoire de l’Empire Ottoman, Paris, 1989.
Mantran, R. “Les inscriptions
arabes de Brousse”, Bulletin d’Etudes Orientales 14 (1952-1954).
Mantran, R. “Les inscriptions
turques de Brousse”, Oriens 12 (1959).
Mantran, R. (P. Burguiere ile
birlikte) “Quelques vers grecs du XIIIe en caracteres arabes”, Byzantion
22 (1952).
Marrou, H. I. L’Eglise de
l’Antiquite tardive (306-604), Paris, 1985.
Masai-Plethon:
F. Masai, Plcthon et le platonisme de Mistra, Paris, 1956.
Massignon, OM:
L. Massignon, Opera Minora, 3 c., Beyrut, 1963.
Massıgnon-Passton:
L. Massignon, ha Passion de Hallâj, 4 c., Paris, 1975.
Melanges F. Köprülü.
Melanges R. Mantran.
Melikoff, I. Abu Müslim, le
“Porte-Hache” du Khorassan dans la tradition epique turco-iranienne, Paris,
1962.
Melikoff', 1. “Au sujet de
quclques fetes des Alevis d’Anatolie”, 1. UTFKB (1976).
Melikoff-Danişmend:
I. Melikoff', La Geste de Melik Danısmend, etüde critique du Dânişmendnâme,
2 c., Paris, 1960.
Melikoff-Destân:
I. Melikoff, Le Destân d’Umûr Pacba (Düstûrnâme-i Enverî), Paris, 1954.
Melikoff', I. “Georgiens,
Turcomans et Trebizonde: Notes sur le Livre de Dede Korkut”, Bedi Kartlısa
17-18 (1964).
Melikoff',
I. “Nombres symboliques dans la litterature cpico-religieusc des Turcs
d’Anatolie”, JA (1962).
Melikoff, I. “Un ordre de
derviches colonisateurs: Les Bektachis. Leur role social et leurs rapports avec
les premiers sultans ottomans”, Memorial O. L. Barkan (1980).
Melikoff, I. “Les origines
centrc-asiauques du soufisme anatolien”, Turcica 20 (1988).
Melikoff', I. Sur les traces
du soufisme tıırc. Recherchessur l’lslam populaire en Anatolie, İstanbul,
1992.
Melikoff, I. “Yunus Emre ile
Hacı Bektaş”, IUTDED (1973).
Menthon, B. L’Olympe de
Bıthynie, ses saints, ses couvents, ses sites, Paris, 1935.
Meyendorft, J. “Byzantine Views
of İslam”, DOP 18 (1964).
Meyendorff-Palamas.
Introduction a l’etude de Gregoıre Palamas, Paris,
1959.
Mirmiroglu. Oi Dervisaı,
Atina, 1940.
5. MTS1TK: 5.
Milletlerarası Türkiye Sosyal ve iktisat Tarihi Kongresi.
Mole, M-J. Les mystiques
musulmans, Paris, 1965.
Monawwar, M. E. Les etapes
mystiques du shaykh Abu Sa’id, Paris, 1974.
Mükrimin Halil. Düsturnâme-i
Enverî, İstanbul, 1930.
Nazım Hikmet. Şeyh Bedreddin
Destanı, U. Tamer (ed ), İstanbul, 1976.
Nihat, A. Şeyhî Dîvanını
Tetkik, İstanbul, 1934.
OA: Osmanlı Araştırmaları.
OCA: Orıentalia Christiana
Analecta.
Ocak-Baba Resul:
A. Y. Ocak, La revolte de Baba Resul, ou la formation de l’hete-
rodoxie musulmane en Anatolie
au XUIe siecle, Ankara, 1989.
Ocak, A. Y. Osmanlı
Imparatorluau’nda Marjinal Sûfilik: Kalenderiler, Ankara, 1992.
Ocak, A. Y. “Kanuni Sultan
Süleyman Devrinde Osmanlı Resmî Düşüncesine Karşı Bir Tepki Hareketi: Oğlan
Şeyh Ismail-i Maşükî”, OA 10 (1990).
Ocak, A. Y. “Quelques remarques
sur le role des derviches Kalenderis dans les mouvements populaires et les
activites anarchiques au XVe et XVIe siecles dans l’Empire ottoman”, OA
3 (1982).
Ocak, A. Y. Türk Halk
İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, Ankara, 1984.
Ocak, A. Y. “XVI. Yüzyıl
Osmanlı Anadolu’sunun Mesiyanik Harekederinde Bir Tahlil Denemesi”, 5. MTSİTK,
Ankara (1990).
OCP: Orientalia Christıana Periodica.
Okan, A. İstanbul
Evliyaları, İstanbul, 1968.
Oriens.
Ostrogorski, G. Histoire de
l’Etat Byzantin, Paris, 1969.
Oztelli, C. “Simavna Kadısıoglu
Bedreddin ve Yeni Buluşlar”, Türk Folklor Araştırmaları 11 (1968).
Petry, C. F. The Civilian
Elite of Cairo in the later Middle-Ages, Princeron, 1981.
Popovic, A. ve G. Veinstein
(ed.) “Bektachiyya”, REI özel sayı, LX (1992).
Pourjavady,
N. ve P. Wilson. Kings of Love, the Poetry and History of the Ni’matulldhî
Sufi Order, Tahran, 1978.
Puech, H. C. En quete de
lagnose, 2 c., Paris, 1978.
R.E.B.: Revue des Etudes
Byzantines.
R EL: Revue des Etudes
lslamiqu.es.
Revue Historique du Sud-Est
Europeen.
Revue de l’Orient.
Revue Thomiste.
RFSEI: Revue de la Faculte des
Sciences Economiques d’Istanbul.
R.H.R.: Revue d’Histoire des
Religions.
R.O.C.: Revue de l’Orient
Chretien.
R. O.L.: Revue de l’Orient Latin.
Runciman, S. The Great
Church in Captivıty, a Study of the Patriarchate of Constantinople from the Eve
of the Turkish Conquest to the Greek W ar of İndependence, Cambridge, 1968.
Runciman-Manicheisme: Le
Manicheısme mcdieval, l’heresie dualiste dans le christianisme,
Paris, 1972.
S. A. D.: Selçuklu Arattırmaları Dergisi.
Setton, K. The Papacy and
the Levant, 2 c., Philadelphie, 1976, 1978.
Sevim, A. ve Y. Yücel. Türkiye
Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Donemi, Ankara, 1989.
S.P.O.: Studi Preottomani e
Ottomani.
SI: Studia Islamica.
STMABD: Studia Turcologica
memoriae Alexii Bombaci Dicata, Napoli, 1982.
Studi Bizantini.
Studi e Testi.
Studi Veneziani.
Südost-Forschunfjen.
Sümer, F. Doğu Anadolu’da.
Türk Beylikleri, Ankara, 1990.
Şapolyo, E. B. Mezhepler ve
Tarikatlar Tarihi, İstanbul, 1964.
TDAT: Türk Dili Araştırmaları
Tıllığı.
TDED: Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi.
THEA: Türk Halk Edebiyatı
Ansiklopedisi.
Timııroglu, V. Simavne
Kadısıoglu Şeyh Bedreddin ve Varidat, İstanbul, 1982.
TM: Travaux et Memoires.
TMec Türkiyat Mecmuası.
TRT: Travaux et Recherches en
Turquie.
TTEM: Türk Tarih Encümeni
Mecmuası.
Tl'lA: Türk Tıb Tarihi Arşivi.
Turcica.
Türk Amacı.
1. UTFKB: 1. Uluslararası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara
(1976).
Uzıınçarşılı, İ. H. Çandarlı
Vezir Ailesi, Ankara, 1974.
Uzunçarşılı, İ. H. Osmanlı
Tarihi, Ankara, 1947 ve sonrası.
Ülken, H. Z. La pensee de
l’Islam, İstanbul, 1953.
Varia Turcica.
Variorum: Variorum Reprints,
Londra.
Varlık, M. C. Germiyanoğulları
Tarihi, (1300-1429) Ankara, 1974.
Vitray-Meyerovitch, E de. Mystique
et poesie en İslam, Djaldl-ud-Dîn Rumî et l’Ordre des Derviches Tourneurs,
Paris, 1972.
Vryonis, BKM:
S. Vryonis, Byzantina Kai Metabyzantina, Studies on Byzantium, Seljuks and
Ottomans, Malibu, 1981.
Vryonis-Decline:
S. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minör and the Process
of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century,
Berkeley-Los Angeles-Londra, 1971.
Weissmann, N. LesJanissaires,
etüde de l’organisation milıtaire des Ottomans, Paris, 1964.
VVerner, E. “Chios, Seih
Bedr-eddin und Burklüge Mustafa”, BF 5 (1977).
Wittek, P. “La formation de
l’Empire Ottoman”, Variorum, 1982.
Wittek, P. “La descendance
chreticnne de la dynastie Seldjouk en Macedoine”, £0 33 (1934).
Wittek, P. “Yazicioghlu Alî on
the Christian Turks of the Dobruja”, BSOAS 14 (1952).
WZKM: \Vıener Zeitschrift'fur
die Kunde des Morgenlandes.
Yaltkaya, M. Şerefeddin.
“Simavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddine dair bir kitab”, TMec. 3 (1935), s.
233-256.
[Yaltkaya], M.
Şerefeddin. Simavne Kadısı Ojjlu Şeyh Bedreddin, İstanbul, 1925.
Yener, C. bkz.
Bedreddin-Ycner, Kaynaklar III.
Yerasimos-Fondation’.
S. Yerasimos, La Fondatıon de Constantinople et de SainteSophie dans les
traditions turques, Paris, 1990.
Yücel, Y. Çobanojjulları,
Çandarojpulları Beylikleri, Ankara, 1980.
Yücel, Y. Timur’un
Ortadopu-Anadolu Seferleri ve Sonupları (1393-1402), Ankara, 1989.
Yurd, A. İ. Fatih’in
Hocası Akşemseddin, Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1972.
Zachariadou,
E. A. Istoria kai Thryloi ton Palaion Soultanön, Atina, 1991.
Zachariadou,
E. A. “Romania and the Turks (c. 1300-c. 1500)”, Variorum, 1985.
Zachariadou,
E. A. “Süleyman Çelebi in Rıımili and the Ottoman chronicles”, Der İslam
60 (1983).
Zachariadou-Trade\
E. A. Zachariadou, Trade and Crusade: Vcnetian Crete and the Emırates of
Menteche and Aydın (1300-1415), Venedik, 1983.
ZDMG'.
Zeitschrift der Deutschen Morgenlandische Gesellschaft.
ZFG:
Zeitschrift für Geschischtswissenschaft.
[1] Türklerin bağdaştırmacı geleneği
hakkında, Melikoff, "Recherche sur les composan- tes du syneretisme
Bektachi-Alevi", S. T.M.A.B.C., "Bütün dinler aynı elin beş
parmağı gibidir", Mongka'dan Guillaume de Rubrouck'a, aln. yap. Grousset,
Steppes, s. 342. "Tatarların tek kaygısı, topraklarında Tanrı'ya
tapıldığını bilmektir. Eğer Han'a sadıksanız ve belirlenen haracı ödüyorsanız
(...) ruhunuza kimse karışmaz", Marco Polo, Moule ve Pelliot (ed.), c. I,
s. 70. 15. yüzyılda bir Ramazanoğlu beyi, İsa ile Mıı- hammed arasında tercih
yapmak istemez, Brocquiere, s.90; ve Tatarlar İsa'yı "kibirli bir
peygamber" olmakla suçlarlar, "çünkü o, diğer tanrılarla bir arada
olmayı hiç istemez", Marco Polo, age.
[2] İbn
Arabi'nin Endülüslü hocaları hakkında, R.W. Austin (ed.), Les soufis
d'Andalo- usie; Ebu Medyen ve İbn Arabî, Addas, İbn Arabî, s.
115-116, 128-129, 142-144; Hallaç ve İbn Arabî, Massignon-Passion, c.
I, s. 83; c. II, s. 13, 414 ve dev.
[3] İbn
Arabi'nin İsevîliği, Chodkiewicz-Sceau, s. 98-100. İbn Arabî ve Platon, Addas, age.,
s. 134-135; Yahudi âlimleriyle temasları, age., s. 138-139; bir yoga
risalesini çevirdiği iddiası, age., s. 139. 13. yüzyılda Rum ülkesindeki
Müslüman sayısının azlığı, Rubrouck, s. 240, 244. Anadolu'da Şamanizm ve
Budizm, Köprülü, Influence du chamanisme tureo-mongol sur les ordres
mystiques musulmans, İstanbul, 1929, ve Melikoff, S.T.M.A.B.C., s.
389-390: Budist Uygur anlamına gelen tat terimi üzerine.
[4] Addas,
s. 250, 110-111.
[5] Age.,
s. 267-268.
[6] Age.,
s. 269-270.
[7] Ago.,
s. 271-274.
[9] “İran'da, Sühreverdî
Maktul'ün işrâk okulu egemendi, Anadolu'da ise İbn Arabi'nin tevhid okulu öne
çıkmıştı”, Massignon-Passıon, c. II, s. 272. İbn Arabi'nin çok sayıdaki Türk
tefsircisi, O. Yahia, Histoire et classification de l'oeuvre d'lbn Arabî.
Bos- nevî hakkında, age., s. 463. Mısrî hakkında. Divanî Şerhi, M.
Bilginer (ed ), s. 256, ve E.I., "Niyazi” maddesi. Kayseri ve
Fenârî hakkında, E.I., 'Fenârî-zâde" maddesi. İbn Arabi'nin
türbesinin I. Selim tarafından onarılması, Sadeddin, Tacü't-Tevârih, c.
IV, s. 341-342. ibn Arabi'nin Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki kehanet
risalesinin başlığı şudur: eş-Şeceretü'l-Nu'mâniyye fî
el-devleti'l-Osmaniyye, O. Yahia, s. 456, ve Milli Kütüphane Yazmalar
Kataloğu, c. I, s. 90. ibn Arabî ve İstanbul'un fethi, Mas- signon, O.M.,
c. I, s. 137. II. Abdülhamid ve İbn Arabî, Asin Palacios, L'lslam Chris-
tianise, s. 89,’dipnot 30. ibn Arabi'den Keykâvus'un “babası” (vâlıd)
olarak söz edilmesi, Addas, s. 277.
[10] 1212/609'da ibn
Arabi'nin Keykâvus'a mektubu: "İslam'a ve [Rum ülkesinde] sayıları çok
olmamakla birlikte Müslümanlara yönelik tahkirler arasında, çan çalınması,
imansızlık tezahürleri, ülkende çoktanrılı bir öğretinin hüküm sürmesi ve
zimmilere getirilmiş zorlayıcı tedbirlerde görülen gevşeme sayılabilir", Soufis
d'Andalousie, s. 38. Karş. Zengî ve aralarında barışın yeniden kurulması
için II. Kılıç Arslan'a koştuğu şartlar (568/1172- 73): "Gönderdiğim
elçimin huzurunda kelime-i şahadet getireceksiniz, çünkü kanaatimce siz gerçek
bir mümin değilsiniz (...) çünkü İslam'ın vazedildiği ülkelerin hatırı sayılır
bir bölümünü elinde tutan siz, Rum komşularınızla barış içinde
yaşıyorsunuz", İbn al-Athîr, R.H.C., Hist. Or., c. II, s. 291. Ayr.
karş. Kinna- mos: "Halife, bu kadar uzun süredir BizanslIlarla dostluk
bağları kurduğu için Kılıç Arslan'a öfkelenmişti." s. 186. Kudüs'ün II.
Frederik'e teslimi hakkında, Addas, s. 323. İbn Arabi'nin Hıristiyanlarla
tartışması hakkında, İbn Arabl-Maltre de la Puis- sance: "Bir gün
İbn Arabi'nin rakiplerinden biri hastalandı. Şeyh onu ziyarete gitti. Kapıyı
çaldı ve hastanın eşinden saygılarını sunmak istediğini haber vermesini rica
etti. Kadın haberi götürdü ve döndüğünde şeyhe kocasının kendisini görmek
istemediğini söyledi. Şeyhin bu evde yapacak hiçbir işi yok, onun yeri kilise
diyor, dedi. Şeyh kadına teşekkür etti ve kocası kadar iyi bir adamın onu kötü
bir yere göndermeyeceğine emin olduğunu, bu tavsiyeye uyacağını belirtti.
Şeyh, hastanın sağlığı ve esenliği için dua ettikten sonra kiliseye gitti.
Kiliseye gelince ayakkabılarını çıkardı ve mütevazı bir çelebilikle içeri
girdi, hiç gürültü yapmadan yavaşça bir köşeye gidip oturdu. Rahip vaaz
veriyordu; İbn Arabî onu çok büyük bir dikkatle dinledi. Sonunda, şeyh ayağa
kalktı ve nazikçe bir itirazda bulundu." Bu itirazı izleyen tartışma sırasında
kilisede asılı olan Isa ikonu mucizevi bir şekilde konuşmaya başlayarak sufi-
nin sözlerini doğruladı, s. 20- 23.
[11] ibn
Arabi’ye yönelik saldırılar, Chodkiewicz-Sceau., s. 32. Ölürken Isa'nın
ya da Musa'nın adını anan ermişler, age., s. 103. İbn Arabî ve Teslis,
Asin Palacios, s. 204; İbn Arabî ve tasvir tapıncı, Chodkiewicz, s. 97.
[12] Fütûhat'ın
bu bölümünü Asin Palacios alıntılamıştır, s. 204; Tercüman'dan alınan
bölüm, age., s. 203; karş. Tercümanın Nicholson tarafından yayına
hazırlanan baskısı, s. 67.
[13] Hıristiyan
el-Cerrah şöyle der: “Şeyh Sadreddin'in müridlerinden bir bölümü benimle
içtiler ve bana şöyle dediler: Sizin de beyan ettiğiniz gibi Isa Tanrı'dır. Biz
hakikatin bu olduğunu kabul ediyoruz; ama cemaati koruyabilmek için bunu gizliyor
ve inkâr ediyoruz", Mevlana, Fîhî-mâ-fib, s. 164. "Bunlar,
Iblis'in şarabıyla kendinden geçmiş sarhoş sözleridir" diye karşılık verir
Mevlana, age., s. 164; İsa'nın tanrısallığını kabul eden diğer Müslüman
düşünürler (1440'a doğru ölen Ahmed bin Hâ'it, ve Fadlu'l-Ha- dasi) hakkında,
Grunebaum, Variorum, c. VII, s. 41- 42. Sırasıyla İbn Arabî ve Mevlana
tarafından temsil edilen kuramsal ve şiirsel tasavvuf eğilimleri hakkında, W.
Chittick, "The Last Will and Testament of Arabî's Foremost Disciple and
Some No- tes of its Author", Sophia Perennis, IV, I (1978), s. 44.
[14] Ahmed
Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, M.E B., 2. baskı,
İstanbul, 1964, c. I, s. 190 [Bundan sonraki Eflakî alıntıları -aksi
belirtilmedikçe- bu baskıdan yapılacaktır-yn.]. Mevlana ile ilgili son derecede
zengin bibliyografya hakkında, M. Onder'in iki ciltlik Mevlânâ
Bibliyografyası.
[15] Mevlana
ile İbn Arabi'nin karşılaşması, Risâle-i Sipahsalâr, Mithat Bahari'nin
Türkçe çevirisi; Ülken, La Pensee de l'lslam, s. 305. ibn Arabî
Hallac'ı ilk kez rüyasında 594/1 198'e doğru Kurtuba'da görür; Hallac'ı ikinci
kez rüyasında görmesi 618/1221'e doğru Konya'da olur; Mevlana da Konya'da
645/1247'ye doğru Hallac'ı rüyasında görür, Massignon-Pass/on, c. I, s. 83.
Mevlana ve İbn Arabî Tirmizî'nin etkisi altında kalmıştır, Fîhî-mâ-fih,
s. 13 ve Addas, s. 105. Mevlana'nın silsilesi Ahmed Gazâlî'ye dayanır, karş.
Gölpınarlı, Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlîlik, s. 201. Ahmed Gazâlî ile
İbn Arabî arasındaki bağlar, İbn Arabî'nin Sadreddin'in eğitimini emanet
ettiği Evhadüddin-i Kirmanî üzerinden kurulur, Addas, s. 271- 273. Sadreddin ve
Mevlana, Eflakî, age., a. I, s. 92, 93, 115, 144, 157, 180, 208 ve çeş.
yer.
[16] Ebu
Said, Monawwar (ed ), s. 36- 38, 64- 66, 247- 248, 93- 94, 238, 241, 288.
[17] Eflakî, age., c. I, s. 134, 286
[18] Age.,
s. 346-347. Tersâ, Hıristiyan ve korkan, korkak anlamına da gelir. Yazar kelimenin
bu iki anlamından da faydalanmıştır (T. Yazıcı).
[19] Age.,
s. 200.
[20] Age.,
c. I, s. 265.
[21] Eflakî,
age., c. I, s. 462, 534-535.
[22] Age.,
c. II, s. 30-31.
[23] Age.,
c. I, s. 78-79. Karş. Bunun "simetriği" sayılabilecek bir öyküde,
Kapadokyalı bir Rum keramet sahibi iki Bektaşî dervişi oturdukları yerde
mucizevi bir şekilde dondurur, M. Balivet, "The Long-Lived Relations
between Christians and Moslems in Central Anatolia", B.Z. 16
(1990), s. 315.
[24] Eflakî, Âriflerin
Menkıbeleri, c. I, s. 1 32.
[25] Age., s.
351.
[26] Age., s. 130- 131
[27] Age.,
c.l, s. 284-285; 533-534.
[28] Müslüman
kaynaklarında söz edilen Eflatun manastırının (Eflakî, age., c. I, s.
284, 533, II, s. 305) Konya yakınındaki Aziz Khariton manastırı olduğu
varsayımı Hasluck tarafından ileri sürülmüştür, Christianity, c. II, s.
373- 374. Ancak burasının Orta Anadolu'da çok sevilen bir aziz olan Eflatun'a
adanmış dinsel bir kuruluş olması ihtimali de bulunmaktadır. 3. veya 4
yüzyılda yaşamış bu Hıristiyan şehidinin isim günü Yunanlılarca 18Kasımda,
Latinlerce 22 Temmuzda kutlanır, Vie des Saints et des Bienheureux, c.
VII, Temmuz.
[29] Eflakî, age.,
c. II, s. 13-14. Mevlana’nın torunu Arif Çelebi'nin cenazesi sırasında da
gayrimüslimler aynı tepkileri gösterirler, age., c. II, s. 365.
[30] Arberry, Discourses
of Rumî, s. 108-109.
[31] Eflakî, age.,
c. II, s. 230, 385; Schiltberger, Tefler (ed.), s. 40.
[32] C. Huart, Konia,
s. 214-215.
[33] Hacı
Bektaş ve müridleri hakkında Vilâyetnâme, Gölpınarlı (ed.), ve J. K.
Birge, Bek- tashi order of Dervishes'm dışında, bkz. I. Melıkoff'un
bütün çalışmaları, özellikle de, Turaca 20 (1988), STMABD (1982),
Memorial Ö. L. Barkan (1980), UTFKB (1976), TDED (1973), REI
(1966). Ayrıca karş. A. Y. Ocak, Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi
İnanç Motifleri ve Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Men-
kabeleri; ayrıca "Bektachiyya", REI, LX (1992). Hacı
Bektaş'ın Anadolu'da ikameti nin olası tarihlendirilmesi hakkında, Gölpınarlı, Vilâyetnâme,
s. XIX-XX; Melikoff, Turcica, s. 12; Birge, s. 40, 51. Bektaş'ın şekil
değiştirmeleri, Melikoff, Turcica, s. 1415. Şamanik kökenli bazı
gelenekler hakkında, bkz. P. Boratav, "Vestiges oğuz dans la tradition
Bektaşî", A. XXIV O.O.K., s. 382-385. Buda ile benzerlikler,
Vryonis-Dec- line, s. 369, not 44. Ahmed Yesevî ve Hacı Bektaş,
Melikoff, Turcica, s. 12-17, Haydar ve Hıristiyan eşi,
Hasluck-C/ır/sf/an/fy, c. II, s. 403.
[34] Ocak-Baba
Resul, s. 132 ve dev.; Cahen, "Baba lshaq, Baba llyas, Hadji
Bektash et quelques autres", Turcica I (1969), s. 61-64. Hacı
Bektaş'ın soyundan gelen bir Türkmen olan Kalenderoğlu'nun Kanuni Sultan
Süleyman döneminde ayaklanması, karş. Peçevi Tarihi, Baykal (ed.), c. I,
s. 92: "Kalender, Hacı Bektaş-ı Veli'nin torunların- dandır".
[35] Ahi
Evran ve Hacı Bektaş, Vilâyetnâme, Gölpınarh, s. 50-54; E. Koşan,
"Hacı Bektaş Veli et le Bektasisme", Art de Cappadoce, s. 193.
Hacı Bektaş'ın kentsel alanda etkisi, Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, c.
I, s. 371-373. Hacı Bektaş ve Yeniçeriler, Gölpı- narlı, "Les
organisations de la Futuvvet dans les pays musulmans et tures", RFSEI (1949-1950),
s. 21; Weissmann, Les Janissaires, s. 15-17.
[36] Alevi
terimi hakkında, Melikoff, "Recherches sur les composantes du syneretisme
Bektachi-Alevi", STMABD, s. 379, 395; aynı yazar, "Au sujet de
quelques fetes des Alevis d'Anatolie", UTFKB, s. 177-179. Kızılbaş
terimi, A. Gökalp, Tetes Rouges et Bouches Noires; Tahtacı terimi, J.P.
Roux ve K. Özbayrı, "Quelques notes sur la reli- gion de Tahtacı", REI
(1964), s. 45-86. Balım Sultan, Birge-Bektashî, s. 56-58. Yeniçeri
ocağının yok edilmesinden sonra Bektaşîler, Melikoff, "L'ordre des Bektaşî
apres 1826", Turcica 15 (1983), s. 155-178. Bektaşî fıkraları, M.
Eloğlu-O. Tansel, Bektaşî Dedikleri.
[37] Melikoff,
"Un ordre de derviches colonisateurs: Les bektachis", Memorial O.
L. Barkan, s. 149 ve dev. Germiyan beyi, Vilâyetnâme, Gölpınarlı,
s. 43; Bektaş'ın Sine- son'da gösterdiği marifet, age., s. 23-24.
Sineson'da Hıristiyan çoğunluk, R. M. Daw- kins, Modem Greek in Asia Minör,
s. 27. Hıristiyanların Bektaş'ın türbesine hacca gelişi, Cuinet, La Turquie
d'Asie, c. I, s. 341.
[38] Vilâyetnâme,
s. 56: "Müslüman keşiş".
[39] Bektaş ve
Frengistan adasındaki keşiş, Vilâyetnâme, s. 66-67. Türbenin mimarı, age.,
s. 91. Haydar, bkz. yuk. dipnot 33. Karaca Ahmed, Hasluck-C/ınst/an/fy, c. II,
s. 404. Sarı İsmail'in Tavas'a gidişi, Vilâyetnâme, s. 82-83. Resul
Baba, age., s. 8889. Islam-Hıristiyan ibadet mekânları, ritüel
karışımları, Bektaşî etkisinden kaynaklanan dinler arası temaslar, karş.
Hasluck-C/rr/sfian/ty. Alıntı olarak dile getirilen ev- renselci inanç beyanı
Arnavut Naim Fraşeri Bey'e aittir, age., c. II, s. 561.
[40] Kuluna karşı sert
davrandığı için âşığın Allah'a sitem etmesi Attar'ın ve Yunus'un ortak
temalarından biridir: 'Sana nasıl davransam ki; acıdan başka bir şey vermedin
bana", Attar, Elahi Nameh, s. 230; "Neyledim nitdüm sana iy
padişâh/Ben mi düzdüm beni sen düzdün beni/Pür ayıb nîşe getürdüm iy
ganî",Yunus Emre, Risâletü'n- Nushiyye ve Dîvân, Gölpınarlı (ed),
s. 150; Ibnü'l-Fârid'in ve Yunus'un dinlerüstü anlayışı: "Caminin minberi
Kur'an'la aydınlanmıştır, ama bir kilisenin üzerinde İncil duran mihrabı da
manadan yoksun değildir ve Musa'ya halkı için vahyedilmiş Tevrat kitapları da
boşuna değildir; hahamlar onların aracılığıyla her akşam Allah'la konuşurlar".
İbn al-Fâridh, La Grande Taiyya, s. 56; Yunus kiliselerde dua etmekte
tereddüt etmediğini belirtiyor, Risâlet, Gölpınarlı, s. 156; ona göre
Tevrat, Incil ve Kur'an insanın içinde mevcuttur, age., s. 170.
Mevlana’nın ve Ahmed Yesevî'nin etkisi. Yunus Emre, Le livre de l'Amour
Sublime, Halbout du Tanney ve Seghers (ed ), s. 11-13. Macaristanlı
György'nin Tractatus adlı yapıtı sayesinde 15. yüzyıldan itibaren Avrupa'da
tanınan Yunus Emre (Bombaci, Litterature turque, s. 240) hakkında
yazılmış birçok yapıt bulunmaktadır, karş. Yunus Emre Bibliyografyası.
Kitap-Makale, Ankara, 1988.
[41] Şarap
ve musiki, Risâlet, Gölpınarlı, s. 64; Meyhane, Divân; ayrıca
karş. Bırge-Bektas- hî, s. 91 ve ibn al-Fâridh, Al Khamriya, l'Eloge
du vin, Dermenghem (ed.). ilahi aşkın şarabı, Yunus Emre, Poemes,
Saraç ve Gölpınarlı (ed ), s. 25. "Terzi kurarsın hevâset dartmaga /
Kasdidersin beni oda atmağa / Terezi ânâ gerek bakkal ola / Ya bezirgan tacir ü
attâr ola", Risâlet, Gölpınarlı, s. 150. "Işk mezhebü dindür
bana". Divân, Reg- nier, s. 55; karş. İbn Arabî, yuk. dipnot 12.
"Bir dem varur mescidlere . Bir dem varur deyre...", Risâlet,
Gölpınarlı, s. 156; Mevlana: "Kimi zaman siyahlar giyinir ve bir keşiş
asası taşırım, kimi zaman sarık sararım başıma", Burguiere, Mantran,
"Quelques vers grecs du Xllle siecle en caracteres arabes", Byzantion
22 (1959), s. 79.
[42] Doktrin
konusunda uzman olan Konstantinopolis'teki Kutsal Sinod bile Konstantino-
polis'e sığınan sultan II. izzeddin Keykâvus'un Hıristiyan mı Müslüman mı
olduğu konusunda kararsız görünmektedir. Sultan gerçekten de ayin alaylarına
katılmış, Kudas ayininde kutsal şarapla ekmek yemişti; bu nedenle onun
gerçekten Hıristiyan olup olmadığını saptamaya çalıştılar, ancak titiz bir
araştırmaya rağmen yargıçlar karar vermekte tereddüt ediyorlardı: "Sultan
Hıristiyan mıydı değil miydi, onlar bu konuda kuşku duyuyorlardı".
Pahimeres, Failler (ed ), s. 349/2-5.
[43] 5.
yüzyıldan ortaçağ sonuna kadar Anadolu'da sayıları kalabalık olan bir
Hıristiyan sapkın mezhebinin üyeleri. Doktrinleri sürekli ibadete ve katı bir
çileciliğe dayalıydı Kendilerine aynı zamanda "raksçı" da denmesinin
nedeni, belki de yaptıkları mistik bir danstı. Messalien'ler 431'de Efes konsilinde
mahkûm edilmişlerdi.
[44] ibn
Arabî ve Hıristiyan dogmaları, yuk. dipnot 11; İsa'nın tanrısal niteliği, yuk.
dip
not 13 Mevlana'ya göre Anadolu ahalisi ve musiki, yuk. dipnot
19. "Khoreutes", Runciman, Manicheisme, s. 26 ve Marrou, Antiquite
tardive, s. 173. Etyopya ruhban sınıfının ayin raksları hakkında, J. Leroy,
L'Ethiopie, s. 21, 23. Polonyah bir gezgin 1905'te Sibirya'da bir Rus
ile karşılaştı; bu adam "Ortodoks Kilisesi tarafından "se-
mâzen" adıyla bilinen ve eskiden Bizans'tan Rusya'ya gelmiş bir mezhebe
mensuptu...."; bir yandan Isa duasını okurken, bir yandan büyük bir hızla
dönüyor ve "giderek daralan daireler" çiziyordu. Adam gezgine
raksını şöyle yorumladı: "Dua böyle edilmeli, o zaman dualarınızın mis
kokulu çiçeklerin hışırtısı gibi Yaradan'ın ayakları dibine düştüğünü
duyarsınız...............
Gürültülü bir hayatın ortasında, sizin mezhebiniz
den olmayan
kişilerin arasında bu şekilde dua etmek imkânsızdır. Biz bu nedenle insanlardan
kaçıyor ve dua etmek için ıssız evlere gizleniyoruz ", F. Ossendowski,
aln. yap. M. Vâlsan, ET, (1969), no 41 1, s. 26-30. Mevlevîlerin neyi
hakkında; karş. Vitray-Meyerovitch, Mystigue et Poesie, s. 88-89, Mesnevi
neye yapılan göndermeyle başlar: "Neyin anlattığı hikâyeyi dinle...",
Vitray-Meyerovitch ve Mortazavi çevirisi, s. 53. "RuhüTKudüs'ün
flütü" deyimi örneğin Suruçlu Yakub'un (452-521) lakabıdır, karş. F.
Jourdan, La Tradition des Sept Dormants, s. 58. İskenderiyeli Klemes'e
göre, Stromates, I, s. 104-105, antikçağdan itibaren Anadolu ahalisi
musiki ve çalgıcılık alanında sağlam bir üne sahipti: "Nabla (eupov
tav va[3Xav kcAouhevov)
adı verilen çalgıyı Kapadokyalılar icat etti. .. Panflüt Frikyalı Satyross'un
icadıdır, yine Frikyalı olan Agnis ise üç telli sazı icat etti. Tellere parmak
uçlarıyla vurma fikrinin de yine Frikyalı Olympos'a ait olduğu sanılmaktadır;
öncekilerle aynı bölgeden olan Marsyas ise frikya, miksofrikya ve miksolidya
makamlarını yaratmıştı' . Flütü (0puyEO atıAov E7tEV0t]O<xv) icat edenler
Frikyalılardır. Bizans ayin düzeni çevriminde büyük ölçüde geliştirilmiş olan
"Ateşin içindeki çocuklar" temasına (Litourgikon, 17 Aralık,
691 692) Mevlana tarafından da yer verilmiştir, Mathnavî,
Vitray-Meyerovitch (ed.), s. 100.
[45] Mevlid
özellikle 604/1207-1208'den itibaren Selahaddin Eyyubî'nin eniştesinin teşvikiyle
gelişmiştir, El, "Mavvlid". Süleyman Çelebi, Mevlid,
Alangu (ed.), s. 5-15 ve Ti- murtaş (ed.), s. I-XVL Mevlana'da apophatiqua,
Mathnavî, s. 1423. ibn Arabi'de Logos ve hakîka muhammediye, A.
Jeffery, "İbn al-Arabî's Shajarat al-Kawn", Studia Is- lamica
10 (1959), s. 50-53. Klemes'te "Kavimlerin Melekleri", Stromates
6, P.G. 9, s. 261; ioannes Khrysostomos'ta aynı konu, Homelies sur
St. Paul, s. 39; Zerdüştlükte ve Şiilikte, Corbin, İslam Iranien, c.
II, s. 76.
[46] /(/.(lırrpaTi/.,
karş. El, "Karamat". Zikir ve "Monologia", karş. J.
Gouillard, Petite Phi- localie, s. 234-235.
[47] Hacı Bektaş'ın ilk
halifeleri ve 14. yüzyılda Babaîlerin rolü, Melikoff, Memorial Barkan,
s. 154-156 ve Ocak-Saba Resul, s. 81 ve dev.
[48] Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddİn Manâkıbı, A. Gölpınarlı, I. Sungurbey (ed.), Eti
Yayınevi, 1967, İstanbul, s. 90.
[49] Dukas
tarihinden F. Babinger'in Almancaya çevirdiği, Köprülüzade Ahmed Cemal'in de
Almancadan Türkçeye naklettiği parça, Abdülbaki Gölpınarlı, ismet Sungurbey
(önsöz), Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddİn, [bundan sonra
Gölpınarh-Bec/reddin] Eti yayınevi, İstanbul, 1966 içinde, s. XI.
[50] Dukas,
age., s. XII.
[51] Mesnevî,
“Coran en langue persane", Meyerovitch (ed.), s. 18. Bedreddin
bibliyografyası aşağıda dipnot 9'dan 1 3'e kadar belirtilmiştir.
[52] Bedreddİn
hareketinin de içinde yer aldığı Anadolu siyasi-dini bağlamının iyi bir incelemesi
A. Y. Ocak tarafından yapılmıştır: "Quelques remarques sur le röle des
der- viches Kalenderîs dans les mouvements populaires et les aetivites
anarchiques aux XVe et XVIe siecles dans l'empire ottoman", O. A. 3
(1982), s. 69-80. Bedreddİn olayı, I. H. Uzunçarşılı'nın Osmanlı Tarihi,
c. I, s. 190-193 ya da H. Z. Ülken'in La pen- see de l'lslam, s.
273-286, gibi Türk yazarların genel yapıtlarında kapsamlı olarak incelenmiş
olmakla birlikte, sağlam bir şekilde belgelendirilen Laoust'un Les sehismes
dans l'lslam, ya da Corbin'in Histoire de la philosophie islamique
gibi İslam'la ilgili genel yapıtlarda ona hiç değinilmemektedir Türk Hallacîliği
konusunda uzun analizler yapan Massignon bile, (Passion, c. II, s. 13,
33-37, 240-288) Rum ülkesinin Mansur'u adı verilen kişiye yalnızca iki çok kısa
atıfta bulunmaktadır: c. II, s. 414, dipnot 3 ve s. 449. Günümüzde İbn Arabi'ye
ve okuluna yeniden ilgi gösterilmeye başlandığı halde, Endülüslü sufinin
takipçisi olduğunu açıkça belirten Bedreddin'e Ekberiyye hareketi üzerinde yeni
yapılan çalışmalarda özel bir yer verilmemiştir. Karş. J. J. Morris, "İbn
Arabî and his interpreters", J.A.O.S. 106, 3 (1986) ve 107, 1
(1987).
[53] Bedreddin’in
Selçuklu asıllı olması hakkında bkz. aşağıda dipnot 14. İzzeddin Keykâ- vus
hakkında, bkz. yukarıda, böl. I, dipnot 42.
[54] Bedreddin’in
çevresindeki Hıristiyan kadınlar hak., bkz. aşağıda dipnot 17.
[55] Aşağıda,
böl. III, dipnot 31. Bayram, Şeyhü'r-Rum, karş. Bayramoğlu, s. 37.
Abdalân-ı Rum hak., Aşıkpaşazade, s. 237- 238.
[56] Menakıbnamede
Bedreddin'in 48 yapıt kaleme aldığı ileri sürülmektedir, s. 40; M.T. Bursalı, Osmanlı
Müellifleri, s. 64, bu sayıyı 38 olarak belirtmektedir; Bedreddin'in sadece
iki yapıtı yayımlanmıştır: Câmi'ü'l-fusûleyn (Kahire H. 1300) ve Varidat
(bkz. böl. III, dipnot 19). Ayrıca yazma olarak iki fıkıh yapıtı, Letâi'fü'l-işârât
ve et-Teshîl ile Davud-ı Kayserî'nin Matla'u husûsi'l-kilem fî me'ânî
Fusûsü'l-hikem'ıne bir şerhi bulunmaktadır; Davud-ı Kayserî'nin bu eseri de
ibn Arabi'nin Fusûsü'l-Hikem'ine
[57] Mnk,
s. 6; Kissling, s. 134- 135 ve dipnot 1.
[58] Mnk,
s. 12-13; Kissling, s. 136-137, 140.
[59] Mnk,
s. 12-13: "Kendüçün alıkodı Bân'ın kızın / Virdi adını Melek kaazi'l-kuzât
/ Toğ- dı Mahmûd nâm oğıl melek-sıfât / Yidi yüz altmışda toğmışdı tamâm";
Simavna Edirne'den 25 km uzaklıkta, Arda üzerinde bulunan Yunan topraklarındaki
Aııpn- Povvov köyüdür, karş. Yunan Trakyası Haritası, 1/250.000, Rekos (ed.), Atina/
Selanik.
[60] Edirne'nin
fethi hakkında, I, Beldiceanu, T.M., I (1965); E. Zachariadou, "The conqu-
est of Adrianople by the Turks", Studi Veneziani, 12 (1970); H
İnalcık, "The conqu- est of Edirne", Archivum Ottomanicum 3
(1971). Bedreddin Kaplıca medresesinde, mnk, s. 15; Manastır medresesi
hakkında, Bilge, İlk Osmanh Medreseleri, s. 83-90, 94-99. Ayrıca karş. El,
"Fenârî-zâde".
[61] Bedreddin
Fazlullâh'ın tilmizi olan Feyzullah'ın yanında: "Konya'da mevlana Fazlul-
lâh'ın talebelerinden Feyzullâh'dan bazı ulvî ve ilm-ü nahv-i (ilm-i hurûf)
dört ay kadar tahsil üzre oldu"; Mecdî'nin Türkçe çevirisiyle, Tercüme-i
Şakâ'ik-i Nu'mâniyye, aln. yap. Kurdakul-£?ec/recfc//n, s. 45. Burada ilm-i
hurûf deyimi açıkça kullanılmaktadır. Fazlullâh el-Esterâbâdî hakkında, karş.
"Hurûfiyya", El; H Ritter, "Die Anfange der
Hurûfisekte", Oriens, 7 (1964), s. 1-54; ve Textes Hurufi,
Huart (ed.); II. Mehmed ve Hurufîlerle bağları, Babinger, Mahomet, s. 50
ve dev. Fahreddin-i Acemî hakkında, mnk, s. 123; Şakâ'ik, Furat
(ed.), s. 59-61; Babinger, s. 50 ve dev., s. 181, 327, 580, 589; Kissling,
s. 172, dipnot 5, s. 173, dipnot I.
[62] Konya'dan
Mısır'a, mnk, s. 25-29. Bedreddin zamanında Mısır'da entelektüel hayat
hakkında, Petry, The Civilian Elite of Cairo ve L. Fernandes, "Mamluk
politics and Education", A /., 23 (1987); Mubarekşah el-Mantıkî
hakkında, Kissling, s. 146, dipnot 1. Ekmeleddin el-Bayburtî hakkında,
ibn Tagrîberdî, Nujûm az-Zâhira, çev. Pop- per, c. I, s. 6, 12, 50.
Şeyhûniyye hakkında, age., c. I, s. 6, 12; Petry, s. 71, 152-153, 337.
Hacı Paşa hakkında, El, "Hâdjdjî Pasha", ve Ünver, T.T.T.A.,
4, 14 (1939) ve aynı yazar, "Hekim Konyalı Hacı Paşa, Hayatı ve
Eserleri", I.U.T.T.E., 47 (1953). Cur- canî hakkında. El.
Ahmedî hakkında, P. Fodor, "Ahmedî"s Dâsitân as a Source of Early
Ottoman History", Açta Orientalia Academiae Scientiarum Hung., 38
(1984). Fenârî hakkında, El. Bedreddin'in Mısır'daki öğrenim arkadaşları
olan Hacı Paşa, Ahmedî ve Fenârî hakkında, Taşköprîzade, Furat (ed.),
s. 28-29. OsmanlIların Mısır'da yetiştirilmiş kadrolara duydukları ihtiyaç ve
I. Bayezid'in bu konudaki politikası, mnk, s. 54. Abramios Mısır'da, D.
Pingree, D.O.P., (1971), s. 199, 200. Hacı Paşa'nın Şey- hûniyye'de,
Kahire'deki Mansuriye hastanesinde ve Aydıneli'ndeki meslek hayatı hakkında,
Ünver, I.Ü.T.T.E., s. 85-87. Hekim Mihail Dukas Ayasluğ'da, Dukas, Bonn,
s. 23. Ayrıca karş. Aydınoğlu Mehmed'in Yahudi hekimi, ibn Battuta, II, s.
305.
[63] Kahire’de
"Rûmî lobisi", Tagrîberdî, Nucûm, s. 1,6, 10, 20; Petry, s.
68-72; W. J. Fisc- hel, "Ascensus Barcoch, a latin biography of the mamlûk
Sultan Barqûq of Egypt, written by B. de Mignanelli in 1416", Arabica
6 (1959), s. 62, 172; âlimlerin koruyucusu Berkuk: "Mısır'a Sultân idi
Berkok emîn / Talib-i ilm içün olurdı muîn", mnk, s.
29 Memluk egemenliğindeki Mısır'ı belirtmek için kullanılan terim, Devletü'l-Etrak,
karş. ibn iyâs, Badâ'i'z-zuhûr fi vakâi'd-duhûr, I, s. 99, 257.
[64] el-Aynî,
karş. El ve Petry, s. 70. Memlukların Hanefîliği, Fernandes, s. 89,
92-98: Şeyhûniyye gibi medreseler Hanefîliğin koruyucusudur ve Memluk
devletinde önemli görevlere gelmek için basamak rolü oynar.
[65] Şeyhûniyye'nin
tarihi hakkında, Petry, s. 152, 153, 337. Ekmeleddin Şeyhûniyye'de, Tagrîberdî,
I, s. 6, 12. Şeyhûniyye'nin eski öğrencilerinin gözde konumları, Fernandes, s.
96. İbn Arabü'l-Bursevî, Petry, s. 71.
[66] Bedreddin’in
Mısır'a geliş tarihi hakkında, mnk, s. 29 ve Kissling, s. 145,
dipnot 6. İbn Haldun'un Mısır'da ikameti hakkında, Le voyage d'occident et
d'orient, s. 274. Bedreddİn Ekmeleddin'in yanında, mnk, s. 33, 34;
Ekmeleddin’in 786/1384'te ölümü, Tagrîberdî, I, s. 12, 50.
[67] Bedreddin’in
çok kısa sürede Kahire'de, Mekke'de ün kazanması, mnk, s. 29. Şirin
hakkında, Tagrîberdî, II, s. 1, 108, Fischel "Ascensus...", s. 166.
[68] Ahlâtî
ve Mâriye ile karşılaşma, mnk, s. 41-44.
[69] Age.,
s. 44-46. Kitaplarını atan Ebu Said, Monawwor (ed.), s. 59-61. Ahmed el-Hava-
rî (öl. 844-45/230) bütün ilahiyat kitaplarını denize atmıştır, Classicisme
et dedin... (F. Meier), s. 238.
[70] Mnk,
s. 47-48 Bayezid medresesi, age., s. 54 ve Bilge, İlk Medreseler,
s. 111.
[71] Şahne Musa'nın
serüvenleri, mnk, s. 49-56. Timur'un Şam kuşatması, ibn Arabşah, çev.
Sanders, s. 133 ve dev., ve Hookham, Tamburlaine, s. 222 ve det. Şahne
Musa'nın cesaretinden etkilenen Timur'un cömertliği, Fatih'in Halep'i alışı
sırasındaki benzer bir öyküyü hatırlatmaktadır, age., s. 226. İbn Haldun
ve Şam'dan ayrılışının tarihi, Le voyage d'occident, s. 240-243.
Bedreddin, "zamanın Bistâmî'si" (Bâyezid-i vakt), mnk, s. 56.
Eflakî'ye göre, c. II, s. 378-379, Celaleddin Rûmî'nin üçüncü halifesi olan
Çelebi Emir Abid döneminde, 'Konya'da zâhid bir adam zuhur etmişti. Bu adama,
Şeyh Paşa derlerdi. Bu zavallı riya denizine batmıştı. (...) Kendini riyazet sahibi
ve vaktin Bâyezidî sanırdı'.
[72] mnk,
s. 41-43, 65-82; Kissling, s. 155-158; age., s. 149, dipnot 1.
[73] Burada
değerli yardımları için meslektaşlarım J.C. Garcin ve D Gril'e teşekkür etmeyi
borç bilirim. Ahlâtî hakkındaki bölümler İbn Hacer el-Askalânî'den ed-Dürrerü'l-
kâmine, M. S. Câdülhak (ed.), I, no: 82, s. 33 ve II, no. 1620, s. 160 ve
İbn Tagrîber- dî'den alınmıştır, el-Menhalü's-Sâfî, mikrofilm, Arap
Elyazmaları Enstitüsü (Arap Birliği, Kahire), seri Târih, no. 1271, Fo 32- 33;
Tagrîberdî'nin kaleme aldığı bölüm şöyle başlar; 'el-Hüseynü'l-Ahlâtî, Hasenî
Şerif; çok ünlü Hanefi kadı Bedrü'd-Dîn Mah- mûd el-Aynî onun için şöyle dedi:
..."; karş. El, "al-Ayni", “Abû'l-Mahâsin İbn Tagh- rî
Birdî" ve "İbn Hadjar al- Askâlânî". İbn Hacer'in 1620 no.'lu
bölümü Yaltkaya tarafından değerlendirildi (Bedreddİn, s. 12). 82 no'lu
bölüm, İbrahim b. Abdullah el- Ahlâtî el-Şerifü'l-Darendî adında bir kişiye
ayrılmıştır, ancak fazladan bazı bilgiler içermekle birlikte 1620 no'lu bölümün
bir tekrarı gibi görünmektedir.
[74] Lapis
lazuli'nin mistik simgeselliği hakkında, Corbin, İslam Iranien, c.
II, s. 147, 148, 313; c. III, s. 168, 204, 208. Ortaçağ Anadolusu'nda lapis
madenleri bulunuyordu, Cahen-Pre-ott., s. 118. 'Ermenistan taşı" da
denir (Littre). Lapis'in büyüsel, sağaltıcı, vb. özellikleri hakkında, karş.
Ahmad b. Yusuf el- Tîfaşâ ( öl.H 651/1253-54), Kitab Ezhârü'l-Efkâr fî
cevahirü'l-Abcâr, (D. Gril tarafından aktarılmıştır).
[75] Tilmizlerinden
bazıları onun ahir zamanda ortaya çıkması beklenen Mehdi olduğunu söylüyorlardı
(ve kâne yadda'î ba'du ashâbihi innehu'l- mehdiyyi' l-muntazar fî âhi-
ri'z-zamân)“, Tagrîberdî, age.
[76] Ahlâtî’nin
ölüm tarihi konusunda Arap kaynakları ile Osmanh kaynakları arasında görüş
farklılığı bulunmaktadır: mnk'ye göre Şeyh Hüseyin 807-808/1404-1405'te
ölmüştür; karş. Kissling, s. 175. Tagrîberdî'nin belirttiği husus
ilginçtir: ölümünde, eşyalarının arasında ".. altın bir kupa, şişelerde
şarap, bir keşiş zünnarı ve Hıristiyanların Incil'i bulunmuştur (câmı zeheb
ve hamri fîkanan ve zunnari'r-ruhban ve'l-lncil aladi bi-aydî'n-nasâra)", age.
[77] ibn
Battuta'nın İzmir'de rastladığı "en önemli şeyhlerden Zadeh el-Ahlâtî ve
yüz mecnun fakir" (c. II, s. 310) ile Şeyh Ahlâtî arasında bir bağlantı
var mıdır? Bedreddin'in dâi olarak gönderilmesi; Kissling,, s.
153, dipnot 3 ve Taşköprîzade-Furat, s. 50-51. Azerbaycan yolculuğu hakkında, mnk,
s. 57- 65.
[78] Timur'un
Ege bölgesine gelişi ve Ege'den ayrılışı, Zachariadou-Trade, s. 81-85;
Ale- xandrescu-Dersca, Campagne, s. 80-90. Muhammed Sultan'ın ölümü,
Hookham- Tamburlaine, s. 274-75. Timur Erzurum'da, Clavijo, Le
Strange (ed), s. 138. Erzurum'un doğusunda, Avnik'te Muhammed Sultan onuruna
bir tören yapılır, Hookharn, s. 275-76. Bedreddİn Tebriz'den Sultaniye'ye giden
cenaze alayında, mnk, s. 57-58. Timur'un karargâhını kurduğu yer
("Kondı bir sahra içinde", mnk, s. 58) Kissling'in dediği gibi
"Tebriz yakınındaki bir ova' (s. 154) değil de, Karabağ'dır; 1403 sonbaharında
şahsen yönettiği Gürcistan seferinden sonra, Timur Avnik üzerinden doğrudan
Karabağ'a gelmiştir, Hookharn, s. 277. Bedreddin’in güzergâhı şöyle sıralanabilir:
Timur'un seferinin sona ermesini bekleyen Şeyh, Muhammed Sultan'ın cenazesini
taşıyan kervana Tebriz'de katılır. Kervanı Sultaniye'ye kadar izler, Tebriz'e
döner, sonra Karabağ'daki kış karargâhında bulunan Timur'un yanına gider.
Bedreddİn ve Timur'un ordusundaki Osmanlı askerleri, mnk, s. 58, 59.
[79] Timur
ve Hoca Ali, Kissling, s. 153, dipnot 4. Fazlullâh Azerbaycan'da, El,
"Hurûfiy- ya". Bedreddİn, Hurufîler, Safevîler, aşağıda böl. III,
dipnot 32'den 34'e.
[80] Rubrouck,
s. 237; Clavijo, s. 154; Schiltberger, s. 56-57.
[81] Cezerî, karş. El
ve Taşköprîzade-Rescher, s. 19 ve dev.; mnk, s. 59-62.
[83] Nimetullâh Veli Kirmanî
hakkında, Corbin, Philosophie Islamiçue, s. 425; N. Pourja- vady ve P.
L. Wilson, Kings of Love. Korların yakmadığı pamuk hakkında Abdürrezzak
Kirmanî'nin aktardığı öykü (Risâlâh, Aubin (ed.), s. 37-38; ve Jâmi-i
Mufîdî, Au- bin (ed.), s. 156-158), Geyikli Baba ile Abdal Musa arasındaki
"keramet yarışma- sı"nda da karşımıza çıkmaktadır, karş. Taşköprîzade,
Şakâ'ik, Rescher (ed.), s. 6. Abdürrezzak Kirmanî, Nimetullâh ve
Ahlâtî’nin Mısır'da aynı şeyhin, Seyyid Muham- med Aftâbî'nin müridi
olduklarını belirtir. Kâtip Çelebi'de (Fluegel (ed ), c. III, s. 262) Afitâbî
Merzifunî adında, yaşadığı tarih bilinmeyen bir şeyhten söz edilir. Ahlâtî’nin
[84] Ahlâtî
Halep'te, ibn Hacer, no: 82. Halepli Türkmenler ve Bedreddİn, ("Türkmân-ı
Haleb bin kişi varidi"), mnk, s. 85. Nesimî ve Bedreddİn, aşağıda,
böl. III, dipnot 33. Nimetullâh ve Halep, Pourjavady ve Wilson, Kings of
Love, s. 13. Antakyalı Bistâmî,
[85] Ankara
savaşından sonra Aydıneli'nin durumu hakkında, El,
"Aydınoghlu"; H. Akın, Aydın Oğulları, s. 64 ve dev.;
Zachariadou-Trade, s. 76 ve dev.; Bedreddin'in Edirne'den Aydın'a yolculuğu, mnk,
s. 95. Hacı Paşa Aydınoğulları'nın yanında, yuk. dipnot 20. Has Mürid,
Oruç bey, aln. yap. Kurdakul Bedreddİn, s. 39. Bedreddin'in oğlu ve
Börklüce Nizar'da, mnk, s. 143. Babinger, Die Vita, s. 108, Nazar
diye okur; Gölpınarlı, mnk, s. 143, mnk yazması v. 121'den Nizâr
olarak okur. Yerin saptanmasına gelince, ihtiyat kaydıyla, yörede gönümüze
kadar Eski Hisar olarak adlandırılan
[86] Bedreddin'in
Sakız'da kalışıyla ilgili bölüm, mnk, s. 89-93 (no: 1352-1417), 1
379'un- cu beyitte baş üstüne deyimiyle ilgili ilginç bir kelime oyunu
yapılır. Yazar bu deyişiyle hem Bedreddin'in ellerini Sakız elçileri olan
rahiplerin başlarının üzerine koymasını, hem de şeyhin söz konusu rahiplerin
isteğini kabul edişini ifade etmektedir: "Kaldurub elin kodı baş'üstüne /
Bunlara gelüb didi baş üstüne." Bedreddin'in gökbilim eğitimi görmesi
hakkında, mnk, s. 20.
[87] Allah'ın
Sufilere has adı olan "Hû" (Huviyya) hakkında, karş. örneğin, ibn
Arabî, Fütuhat, Chodkiewicz (ed.), s. 319, 329, 408... Mevlana’nın sufi
ile arasında yakınlık kurduğu safâ hali hakkında, karş.
Vitray-Meyerovitch, Mystique et Poesie, s. 136-144.
[88] Meriç'in
ağzındaki Enez/Ainos o dönemde Sakız gibi Cenevizlilere bağlıydı; 1397'de,
[89] Argenti, The
Occupation of Chios, s. 170, 390. Livre des Faits, Buchon (ed.), s.
614616.
[90] Osmanlılar ile
Batıldor arasındaki kötü ilişkiler, Zachariadou, "Sept traites inedits
entre Venise et les emirats d'Aydın et de Menteşe", Studi Preottomani e
Ottomani (1976), s. 237; Zachariadou-Trade, s. 81. Timur'un Pera'ya
gönderdiği elçilik heyetleri, Balard, Romanie s. 101, dipnot 351.
Altoluogo/Ayasluğ/Efes ile Ege adaları arasındaki ilişkilerin düzelmesi,
Zachariadou-Trade, s. 85. Frenk adalarına sığınan Türkler, Thiriet-Assemb/ees,
c. II, s. 95.
[91] Aydınoğulları'nda
gazi geleneği, Melikoff-Destân, çeş. yer. Efesli Matta ve Aydıno- ğulları,
Vryonis-Dec/ine, s. 346-348. Menteşe elçileri olan Patmoslu Aziz loannes rahipleri,
lorga, R.O.L. (1986), s. 240. Buondelmonti, Legrand (ed ), s. 223. II.
Murad'ın rahip elçisi, İnalcık, Tetkikler, s. 8.
[92] Macaristanlı
György, Tractatus, böl 20. Bizans sarayında Müslüman töreni, Grego- ras,
Bonn, III, s. 194-203.
[93] Ainos
ile Sakız arasında gidiş gelişler, Dennİs, "Three Reports from Crete on
the Si- tuation in Romania", Variorium, XVII, s. 225-259.
Palatia'da ve Theologo'da Türk donanması, "Cressy qui erat chistianus
de Chio et moda est renegotus et effectus Turchus" olarak tanımlanan
bir kişinin komutasındadır, age., s. 248.
[94] Mehmed Çelebi'ye
karşı 1405/808'de kurulan koalisyon hakkında, karş. Danişmend- Kronoloji,
c. I, s. 152; Neşrî, c. II, s. 449-450, Imber-Oftoman Empire, s. 64-65.
[95] Kuzeybatı
Anadolu yaylalarında, Kissling, s. 162, dipnot 5. Palamas, Orhan'ın
kaldı ğı yaylalarda, Lettre, s. 146: "(orasının) iklimi yazın bile
çok serindir; bu nedenle (Or han) yazı orada geçirirdi"; ayrıca karş. İbn
Battuta'nın betimlemesi: "Aydınoğlu Meh med o sırada aşırı sıcaklar
nedeniyle yazı geçirdiği yakındaki bir dağda bulunuyor du. Bu dağ soğuktu,
sıcak mevsimi orada geçirmeyi âdet edinmişti", c. II, s. 298. Ga nos'un
[Işıklar dağı] batıdaki uzantısı olan Kurudağ hakkında, mnk, s. 92.
Antak ya'da bulunan Yayladağ hakkında, Aşıkpaşazade, s. 250.
[96] Sürme,
mnk, s. 94; Duğalar ya da Duvicalar, Kissling, s. 168 ve mnk,
s. 111.
[97] Fityân,
Ahi, karş. El, "Akhî", "Futuwwa". Ayrıca karş. ibn
Battuta, c. II, s. 260. Torlaklar hakkında , F. Köprülü, "Abdal", T.H.E.A.
(1935), s. 23-28; E. Rossi, "Torlak", T.D.A.Y. (1955), s.
9-10. Torlak, Kalender, Babaî hakkında, Ocak, "Quelques remar- ques sur le
röle des derviches Kalenderi....", O.A. 3 (1982), s. 69-73.
AvrupalIların yaptığı Torlak betimleri, Spandugino, Petit Traicte, s.
219, 222, 224-228; Nicolas de Nicolay, s. 194-197; Postel, De la Republique
des Turcs, s. 107 ve dev.; Domenico Magri, Vîaggio, s. 32.
[98] Bedreddİn
ve Torlaklar, mnk, s. 93-94. Kantemir, "I. Mehmed döneminde Osmanlı
İmparatorluğu'nu neredeyse yok eden Kalenderoğlu* diye birinden söz eder, Dutu
(ed.), s. 145.
[99] Mnk,
s. 94-96.
[100] Fil
ipovic'e göre, Princ Musa, s. 381-391, Bedreddin etkinliğini genişletmek
için res
mi görevlerini kullanmayı bilmiş ve Osmanh hamisinin
sağladığı meşruiyet örtüsü altında gelecekteki isyanı hazırlamıştı. Musa'nın
ölümünden sonra, ". merhum
hami-
sininkinden
çok daha radikal olan kendi dinsel ve sosyopolitik programını gerçekleştirmek
için, Musa'nın silah altına aldığı halk güçlerini kullanmıştır", age.,
s. 392. I. Murad'ın 1363/764'te kurduğu kazaskerlik görevinin önemi hakkında, El,
'Kâdi As- kar". Vâridât'a göre sufinin topluma müdahalesi hakkında,
aşağıda, böl. III, dipnot 22, ve \uridat, C. Yener (ed), s. 67, 105.
Bedreddin'in kazaskerlik dönemi mnk, s. 97-101'de yer alır.
[101] Sivil
ve ruhban büyük toprak sahiplerinin mallarına el konmasına dayanan Zelot rejimi
hakkında, Ostrogorski, Etat Byzantin, s. 537-541. Pluiletheos ilginç bir
biçimde
[102] Mnk'ye
göre Musa, s. 97. Musa'nın sofuluğu, Dukas, Bonn, s. 91; Wittek, R.E.I.,
12 (1938), s. 22.
[103] Çandarhların
politikası 15. yüzyıl sonu Osmanlı vakanüvisleri tarafından iyi gözle
görülmemektedir, Imber, O.A., 5 (1986). I. Mehmed'in Bedreddinî akımlara
karşı sert-
[104] Bedreddin'in'in
gözden düşerek Iznik'e sürgün edilişi, mnk, s. 101-102; Kissling,
s.
165-166. Teshîl'ın
yazılması, Dindar- Wâridât, s. 33,
[105] Mnk,
s. 102-103. İdris'den yapılan alıntı, Gö\pınar\ı-Bedreddin, s. XXI.
[106] Behçetü't-Tevârih'in
yazılış tarihleri hakkında, Atsız (ed.), s. 40 ve Imber-Offoman Empire,
s 2. [Türkçe baskıda yazarın bu bölüm için verdiği referanslar aynen aktarılmış
ama, Oruç Bey Tarihi dışındaki alıntılar için şu eser kullanılmıştır: A.
Gölpınar- lı, I. Sungurbey, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddİn, Eti
yayınevi, 1966, s. I-XXXVII, yn.]
[107] Behçetü't-Tevârih,
Atsız (ed ), s. 60: Nûşirevân'a yapılan gönderme, Bedreddin’in ve mürşidi
Ahlâtî’nin İran'daki temaslarına gönderme yapıyor, yukarıda dipnot 37, 41.
[108] Tevârîh-i
Al-i Osman'ın yazılış tarihi hakkında, O. Bayrak, Osmanh Tarihi Yazarları,
s. 54-55. Börklüce hakkındaki bölüm, Atsız (ed ), s. 153.
[109] Oruçün
ve Neşrî'nin yapıtlarının yazılış tarihleri hakkında, Imber-Ottoman Empire,
s. 2-3. Alıntılar Oruç, Atsız (ed.), s. 74-76 ve Neşrî, Unat ve Kaymen (ed.),
c. II, s. 545- 547'den yapılmıştır [Alıntılar için, bkz. yuk. dipnot 77-yn.].
[110] Heşt
behişt'ın yazılış tarihi hakkında, Bayrak-Osman/ı Yazarları, s. 115.
Bu metin Kurdakul-Bedreddin içinde yer almaktadır, s. 42. Dâi terimi
için örneğin bkz. Laoust- Schismes, s. 42.
[111] Dukas hakkında,
Ostrogorski, Empire Byzantin, s. 491 Bu metin Bonn baskısı içindedir,
s. 1 13-115. Börklüce'ye uygulanan işkence, yani çarmıha gerilmesi ve bir devenin
üzerinde teşhir edilmesi birçok kaynak tarafından doğrulanmaktadır, Massignon- Passion,
c. II, s. 165; ibn Haldun, Le voyage d'Occident et d'Orient, s. 199;
Postel, Republigue des Turcs, s. 125.
[112] Aşak,
Neşrî, s. 545, fukara, ibn Arabşah Kurdakul, s 32
[113] I.
Mehmed'in 1415'teki Anadolu seferi hakkında, karş. Imber-Ottoman Empire,
s. 7879: I. Mehmed'in hükümdarlık döneminin kronolojik zincirlenişi açısından
karşılaşılan sorunlar, seferlerin sırasında da karşımıza çıkmaktadır. Dukas,
Kemal adını vermemektedir, ancak Bizanslı tarihçi Osmanlı bastırma hareketinin
Lidya'ya, yani Kemal'in faal olduğu bölgeye yayıldığını söylüyor. Kemal'in
Yahudi olduğu yalnızca Lütfi Paşa tarafından (Gölpınarlı-Bedrec/d/n, s. XXIV)
ileri sürülmekte ve kendisine Torlak Yâhudî Kemâl adı verilmektedir
Diğer vakanüvisler, örneğin Neşrî (c. II, s. 544/15), ona Torlak Hû Kemâl
demektedir. Çok kullanılan bir ünlem olan Yâ-Hû araya girmiş (ya da Yâhût
bağlacı) ve böylece Lütfi Paşa'nın büyük olasılıkla yanlış olan Torlak
Yahûdi Kemal adlandırmasına yol açmış olabilir. Şişmanlar hakkında, karş.
V. Laurent, R.E.B., 13 (1955) ve i. Dujcev, R.E.B., 19 (1961):
Bulgar çarlarının soyun-
[114] Clavijo: "...e fueron otro dia
par de una ysla grande ques Ulamada Xama, y es pob- lada de Turcos", Historia
del gran Tamerlan, v. 6 V. Buondelmonti, Legrand (ed.), s. 227. Pietro
Zeno'nun raporu, lorga, R.O.L. (1986), s. 267-268. Domenico del Alemania
hakkında, Setton, Papacy, s. 364; Lutrell, 'Aldobrando Baroncelli",
O.C.P. 36 (1970), s. 281 ve dipnot 3. Del Alemonia tanınmış bir kişidir
ve Türklerle ilişkiler konusunda uzmandır; 1394'te Antonio Giustiniani ile
İzmir Subaşı arasında aracılık yapmaktadır, Balard, Romanie genoise, s.
324. Niğbolu savaşından sonra (Eylül 1396), batılı tutsakların geri satın
alınışı işinde yer alır, Türklerin koyduğu fidyenin bir bölümünü sultana teslim
eder ("...pour metetre en gaigne la Baizat pour le premî- er paiement
de la raenson"), Setton-Papacy, s. 364. Timur 1402-1403 kışında Ayas-
luğ'dadır, Zachariadou -Trade, s. 84, Denn i s- Variorum, XVII,
s. 258.
[115] Sisam adasına yapılan akınlar ve
halkın Sakız'a geri çekilmesi hakkında, karş. Morca Boschini, L'Archipelago,
s. 72: "Di quest'isola (Sisam) furono padroni li Signiori Giustiniani
Genovesi, ehe non potendola diffendere da Corsari, si rissolsero d'abban-
[116] Sakız'daki
Giritliler, Balard-These, c. I, s. 237, 241, 268. Eylül 1415 tarihli
Venedik belgesi, Thiriet-Senaf, c. II, s. 139.
[117] Enia ya da Ania
hakkında, karş. Balard-Roman/e, s. 165, 591,850, 859. Girit'te Türk köleler,
Thiriet-Senaf, c. I, s. 106. Sakız'da Giritliler tarafından satın alınan Türk
köleler, Balard- These, c. I, s. 267-268. Köle pazarı Sisam,
Zachariadou-Trade, s. 81, dipnot 357. Girit'te yerleşen Türklerin yanına
ailelerinin gelmesi, Thiriet-Senaf, c. II, s. 164. Girit'teki Türk tutsaklar adayı
iyi tanımaktadır, age., s, 161. Sisam'daki Türk mülteciler 1403'te
Kandiye'ye bir elçilik heyeti gönderir, "... per habitar et tegnir qu-
elle ysola ad honor et comando de la Signoria vostre et levar la insegne de la
Signo- ria vostra", lorga, R.O.L., (1896), s. 267.
[118] İştirakçilik, karş.
Kurdakul-Bedreddin, s. 134 ve dev. Karmatiler ve toprakların kolek-
tivizasyonu, C. Yener-Varidat, s. 37; ayrıca karş. Pir Sultan Abdal: "Pir
Sultan Abdal bu dünyada kimsenin bu benimdir diyemeyeceğini bilir", N. Arzık,
Anthologie, s. 55. Plethon, İoannes Tarkaniotes, Masai-Plethon,
s. 94, dipnot 1. Nilos hakkında, Pahi- meres. Failler (ed ), s. 288. İsevî
azizlerin sular üzerinde yürüyüşü, Chodkiewicz-Sce- au, s. 101. Börklüce’nin
sular üzerinde yürüyüşü (Dukas, 1 13/1) ile Ohri gölünü yayan geçerek Aziz
Naum başrahibini ziyarete giden, halk kahramanı Sarı Saltık'ın yürüyüşü
arasında bağ kurulabilir, Hasluck-Christianity, c. II, s. 583. Garaîb
nesneler, Neşrî, c. II, s. 547. Börklüce’nin giriştiği hareketi belirtmek
için Osmanlı metinlerinin ve Dukas'ın kullandıkları terimler birbirlerine çok
yakındır: Dukas'ın "havariler"! (attoaıoZoı), Idris-i Bitlisî'nin dâi
dediği kişilerdir, Kurdakul, s. 42; Tepata sözcüğüyle Osmanlı edebiyatında bir
tür olan "Acayiplik" anlatıları arasında yakınlık kurulabilir,
Yerasimos-Fondat/on, s. 99. Dukas'ın metninde Türkçe olarak muhafaza ettiği (Dede
Sultan erişj'in Aramice bir deyiş olan Marana tha, ("Gel
Tanrım", Cor., s. 16, 22) ile bir ilgisi var mıdır?
[119] Musa
ve Düzmece Sinop ve Eflak'ta, Hist. de l'emp. ott., Mantran (ed), s.
60-61, 6364. Musa ve Tuna Türkleri, Dukas, s. 88. Düzmece ve Mircea
Bulgaristan'da, Krek- ric-Dubrovnik, s. 266.
[120] Isfendiyar
hakkında Y. Yücel, Çoban-Oğulları, Çondor-Oğullorı, s. 83 ve dev. Bedreddİn
Isfendiyar'ın yanında, age., s. 94. ibn Arabşah ve Bedreddİn, Dindar- Wâridât,
s. 34-35. Bedreddİn ve Isfendiyar'ın oğlu, mnk, s. 103. Su, nefes, kan
yoluyla manevi (ruhani) intikal, Cuinet, Turquie d'Asie, c. I, s. 342;
ayrıca karş. C. Bardakçı, Alevilik, çeş.yer.; hatta bir kâse çorba ile
intikal (!), Belîğ, Güldeste, s. 16-17.
[121] Mnk,
s. 104-105.
[122] Mnk,
s. 107-109.
[123] Musa'nın
bu eski taraftan Edirne sarayında emir-i alem olan Azap Bey'dir; Kissling, s.
168, dipnot I, ve Oruç, s. 68, 72, 79. Mircea ve Bedreddin, Sadeddin, c. II, s.
111; Solakzade, c. I, s. 183; mnk, s. 110.
[124] Hurûc-ı
İbn Kadı Simavne, örneğin Neşrî, c. II, s. 543. Bedreddin Bulgaristan'da, mnk,
s. 110-111. Mansur-ı Rum, age., s. 82.
[125] Gagavuzlar
hakkında. El.; Izzeddin Keykâvus'un soyundan gelenler hakkında, Wit- tek
ve Zachariadou'nun daha önce anılan makaleleri, yuk. dipnot 69. Eski Zağra yakınındaki
Duğalar köyü hakkında, Kissling, s. 168, dipnot 7.
[126] Mnk'ye
göre I. Mehmed’in çevresi, s. 112. Bayezid Paşa ve Fahreddin-i Acemî hakkında,
aşağıda dipnot 110.
[127] İki
müfsid, mnk, s. 111/1705. Osmanlı kaynaklarına göre Bedreddİn isyanının
tarihi: İbn Arabşah-Kurdakul'a (s. 33) ve Oruç Bey'e göre (s. 77) 820/1417-18,
diğer kaynakların çoğuna göre, örneğin Neşrî, c. I, s. 537-543; Sadeddin, c.
II, s. 179; Münec- cimbaşı, c. I, s. 189-190; Danişmend-Krono/o//, s. 179,
822/1419-20 veya 823/1420- 21. Düzmece’nin II. Murad’ın saltanatında isyan
ettiği, age., s. 184-187. 12 Ekim 1416 tarihli bir Ragusa belgesine göre
Düzmece’nin Bulgaristan'da ortaya çıkışı, Krekric-Dubrovnik, s. 266.
Bedreddin'in 27 Şevval cuma günü (18 Aralık 1416) ölümü, mnk, s. 133; Kissling,
s. 174 ve dipnot 1.
[128] Haziran
1415'de Mustafa Trabzon bölgesindedir, Krekric, s. 264; aynı yılın ağustos
ayının sonunda Eflak'ta görülür, Gelcich ve Thalloczy, Diplomatarium, s.
251; ekimde Ulahların ve Cüneyd'in yardımıyla Bulgaristan'ı yağmalar, Krekric,
s. 266 Khal- kokondyles, Darko (ed.), c. I, s. 190, 191.
[129] I.
Mehmed Makedonya'da, Dukas-Bonn, s. 117-121. II. Manuel ile Düzmece arasındaki
anlaşma, Dölger-Regesten, s. 101-102. II. Manuel'in bilerek Düzmece'yle ilgili
söylentiyi çıkarması, Bonn, s. 146. Selanik'te 1423 ile 1429 arasında
ortaya çıkan ve Bayezid'in oğlu olduğunu iddia eden başka bir Mustafa hakkında,
karş. Symeon- Balfour, s. 146, dipnot 130, s. 181, dipnot 199, s. 187,
dipnot 213, s. 182-187. 16. yüzyıl Selanik'inde Düzmece Mustafa adında bir cami
ve bir mahalle hakkında, Di- mitriadis, Tonoypağıa, s. 281.
[130] Mnk,
s. 116; Solakzade, c. I, s. 184. Birkaç yıl sonra Selanik'te Büyük Perhiz'in
üçüncü çarşambasında özel bir kutlama yapılıyordu. Kutlamanın nedeni, kentin
Türklerin yakın geçmişteki bir saldırısından kurtuluşuydu; bu saldırı I.
Mehmed’in 1416'da kenti kuşatması olabilir, Janin-Grands Centres, s.
369.
[131] Bu senaryo Dukas'ın
verdiği bilgileri bileştirmektedir, s. 117-121; mnk, s. 116. Sphrantzes
(Bonn, s. 109) Düzmece'nin 'kardeşi olan emir tarafından" 1416 sonbaharında
Selanik'te kuşatıldığını söyler; Aralık 1416'da Ragusa'ya ulaşan bir haber de
bu bilgiyi doğrular; buna göre: 'Sultan, (daha önce) Eflak'ta bulunan kardeşini
Selanik civarında kuşatmakla meşguldür", Krekric, s. 266.
[132] Tutuklanma,
Serez'e yürüyüş ve hapsedilme, mnk, s. 113-1 16; suçlamalar, s. 1 17118;
Aşıkpaşazade’ye göre padişahlık iddiası, s. 153: 'Şimden gerü padişahlık be-
nümdür"; ve Idris-Kurdakul, s. 43. Babaî ayaklanmasından beri
taşkınlığıyla tanınan Amasya yakınındaki Kazova Türkmenleriyle gizli anlaşma
içinde olmakla suçlanır. Mnk'ye göre (s. 117) Bedreddİn davası sırasında
Ayıloğlu adında biri oradaki aşiretleri ayaklandırmış, bu da onun Simavnalı
şeyhin suç ortağı olması şüphesine yol açmıştı. Kazova hakkında, Melikoff-Dânişmend,
s. 149-151; İbn Bîbî, Gençosman (ed.), s. 263, 298, 299.
[133] I.
Mehmed ile Bedreddin'in yüzleşmesi, mnk, s. 119-120. Batarken solan
güneş imgesi hakkında, karş. Nesimi, Arasly (ed.), s. 15 ve Rûmî, Roubâ'yât,
s. 43.
[134] "Acem'den
yenile gelmiş bir dânişmend varidi, Mevlânâ Haydar derlerdi", Neşrî, c.
II, s. 547; bu kişi hakkında, Taşköprîzade-Rescher, s. 33. Bitlisî'ye göre
ulemanın sözleri, Kurdakul-Bedreddin, s. 43. Bedreddin'in idam fermanını
kendisinin mühürlemesi, Aşıkpaşazade, s. 154. Imber'e göre, (O.A. 5
(1986), s. 78-79) Bedreddin'in malına el konulmamış olması onun heterodoks
olarak değil de, siyasi bir asi olarak yargılandığı anlamına gelir. Ancak bu
konuda Aşıkpaşazade'nin sorularına da bakın: "İman ile mi gitdi ve yâ
imânsuz mı gitdi? Allah bilür ancak", s. 154.
[135] I.
Mehmed'in güvenilir adamı Bâyezid Paşa hakkında, Imber, Ottoman Empire,
s. 66, 72, 73, 78, 79, 85, 86, 91-93, 99. Dukas'a göre (s. 126), Ankara
savaşından sonra genç Mehmed'i "günlerce sırtında taşıyarak" onun
hayatını kurtarmıştı. "Mehmed devletin yönetimini ona bıraktı. Bütün
otorite Bayezid'in elindeydi ve Mehmed'in kısa hükümdarlık dönemi boyunca
bütün işlerden, barıştan olduğu gibi savaştan da o sorumluydu. Sultan
hastalanınca son arzularını bildirmek için onu yanına çağırttı", <H;n
, . 126 Ailesinin üyelerini en iyi görevlere yerleştirdi, kardeşi Hamza,
Musa Çe- Inlıl'nln dul eşiyle evlendi, Cronaca dei tocco, s. 367.
Dukas'ın ona söylettiği sözlerdi’ (■. I 1), lluye/lıl Osmanhlann sadık bir
hizmetkârı ve inançlı bir Müslüman olarak
[136] Cüneyd ile
Bedreddİn arasında ilk temaslar, mnk, s. 88; 1406-1407 yolculuğu, age.,
s. 95; Süleyman tarafından Cüneyd’in topraklarına el konması, Dukas, s.
83-87, onun tarafından olasılıkla 1408'de Lampsacus'a (Lapseki) götürülür, age.,
s. 89, Im- ber-Ottoman Empire, s. 66 (bu yazar Bulgaristan'daki
Ohri/Achridos'u Makedonya'daki Ohri/Achrida ile karıştırmıştır); AKpıfioct
hakkında, Asdracha, Rhodopes, s 148-154. Cüneyd’in Trakya'dan kaçışı ve
1410-141 l'de Ayasluğ'u yeniden fethi, Dukas, s. 96-97; Imber, age., s.
66.
113
I. Mehmed'in 1415'te Cüneyd'e karşı yürüttüğü sefer,
Dukas, s. 103-109; Imber, age., s. 78. Cüneyd sultanın peşinden
Trakya'ya gitmek zorunda kalır, Dukas, s. 109; Cüneyd Niğbolu sancakbeyliğine
atanır, s. 111; Eflak'a kaçar, s. 117; Cüneyd ileAydıneli sakinleri arasındaki
bağlar, s. 175-176. Börklüce’nin propagandası "Aydın vilayetinin
ekserinin" ona katılmasını sağlar, Neşrî, c. II, s. 545.
[138] Murad'ın Trakya
üzerinde hiçbir hakkı yoktur, Dukas, s. 149. Edirne halkının Düz- mece'yi
coşkuyla karşılaması, age., s. 151-152. Düzmece’nin Vardar Yenicesi'nde-
ki, Serez'deki taraftarları, Neşrî, c. II, s. 557. Cüneyd’in İzmir'de
karşılanışı, Dukas, s. 175. Cüneyd’in dostu olan Karaburun dağlıları, age.,
s. 175. Beylikler dönemin den derebeylere ve Cumhuriyet dönemine (Menderes vb.
) kadar Aydıneli'nin bölgeciliği; derebeyler hakkında, Mantran-H/sf. Emp. Ott,
s. 252, 258, 259. Ayrıca karş. dağlıların savaşçı gelenekleri ve zeybekler;
Texier'ye göre, zeybekler Aydınlı Kara- osmanoğullarının müttefikleriydi, eylem
alanları İzmir ve Ayasluğ arasındaydı; böl geyi haraca kesmek için Sisamlılarla
da işbirliği yapıyorlardı. 1831 'deki efeleri, ip- sili (Sisam'ın karşısında
bulunan ve 1425'te Cüneyd’in son sığınağı olan kale, Dukas, s. 192)
yakınındaki bir köydendir. Bu efe, geceleri hayaller gören ve bölgedeki yetkili
makamlara karşı bir ayaklanmada 10.000'den fazla zeybek kaldırabilen bir
sufidir. Zeybeklerin saflarında dervişler bulunmaktadır, Ch. Texier, Description
de l'Asie-Mineure, c. II, s. 8, 29, 276, ve El, "Zeibek".
[139] Cüneyd ile
Karaburun dağlıları arasında aşiret bağları, Dukas-öonn, s. 175. Cü- neyd'in
ölümü ve ailesinin katledilmesi, age., s. 195-196. Cüneyd ve Düzmece’nin
komşu Filadelfiya/Alaşehir asıllı Theologos Koraks ile özel bağları olmuştur,
bu kişi Dukas'a göre (s. 123) Türklerin Bizans'taki ajanıydı. Mazaris'in
Cehenneme yolculuğundaki (Journey to Hades, s. 45, 1 12) Klaudiotes'in
de Cüneyd ile bir bağlantısı olabilir (Zachariadou-Trade, s. 84, dipnot
365'e göre).
[140] Mnk,
s. 75-76. Hafız Halil ile Börklüce, age., s. 142-143.
[141] Molla
Hüsrev, age., s. 144; bu kişi hakkında, El, ve Babınger-Afo/ıomet,
s. 581 ve dev. Halil'in hapse atılması ve ulağın kaatilinin Karn ya da Karin
adasına kaçışı, mnk, s. 145, Kissling, s. 117. Bu son yazar bu
yerin neresi olduğunu belirtmiyor, belki de Menderes'in ağzının yakınındaki
Karine kastedilmektedir, Kiepert, Smyrne haritası.
[142] Şahûn
kızkarındaşı, mnk, s. 145; II. Murad'ın kızkardeşinin kimliği
bilinmemektedir. Halil'in amcaları, Ahmed, Kissling, s. 117, dipnot 6 ve
Mustafa, mnk, s. 147.
[143] II.
Mehmed Akşemseddin'in müridi, Babinger-Mo/ıomet, s. 114, 136 ve dev., s. 593.
Akşemseddin fıkıhta, tefsirde ve gökbilimde (hey'et) Bedreddin'in tilmizi, mnk,
s 147. Akşemseddin Hacı Bayram'ın tilmizi, Bayramoğlu, s. 63-69. Hacı Bayram ve
Hamid-i Veli, age., s. 62-64. Bedreddin ve Hamid-i Veli, mnk, s.
87. 14. yüzyılda Hıristiyan Göynük, İbn Battuta, c. II, s. 328. Göynük ahalisi
Konstantinopolis'te, Aşık- paşazade, s 137; bu ahali Ankara savaşından sonra
sürülür, Müneccimbaşı, c. I, s. 142. Canlı bir Melamîlik merkezi olarak Göynük,
Akşemseddin orada gömülüdür, Yurd, Akşemseddin'in Hayatı, s. LXIX-LXX.
Kübra, Halil'in eşi ve Akşemseddin'in oğlunun dulu, mnk, s. 148.
[144] Karaburunlu
llyas, mnk, s. 149. Macar seferi, age., s. 149-152. Filibe ve
Zağra, age., s. 153-154. Bedreddİn taraftarı şapçılar, age., s.
154-155. Bedreddİn taraftarlarının şap çıkarmanın önemli bir faaliyet olduğu
iki bölgede, Bulgaristan ve Aydın'da bulunması ilginçtir. 16. yüzyıl
ayaklanmaları hakkında, Mantran, Hist. Emp. Ott, s. 139 ve dev. II
Bayezid'e karşı 1492'de yapılan suikast, Spandugino, Petit Traicte, s.
225226. 14. yüzyılda dervişler ile Osmanlılar arasındaki iyi ilişkiler,
Melikoff, Memorial Barkan, s. 155-156.
[145] Konstantinopolis’in
fethi (feth i Kostantin), mnk, s. 156; Edirne'den Serez'e, age.,
s.
157
[146] Serez'de
Bedreddin'den kalan anılar, Ayverdi-Osmanlı Mimari Eserleri, c. IV, s.
276, 282; Papageorgiou, B.Z, 3 (1987), s. 294. Serez'in hızla
İslamlaşması, Vryonis, B.K.M., XVI, s. 297. İbn Arabî ve Serez, O.
Yahia-H/sto/re et Classification, c. I, s. 244. el-Sirozî, Ulken-Pensee de
l'lslam, s. 259. Bedreddin'in Fusûs şerhi. Dindar- Wâ- ridât,
s. 43. Saruhan yürükleri, El, "Serres". 1388'den önceki
zaviye, Beldiceanu, Rec- herches, s. 244; darphane, age., s. 246;
en eski sikke 816/1413-14 tarihlidir, age., s. 183, dipnot 7. Aziz
loannes Prodromos ve Türkler, Zachariadou- Variorum, XV; Serez'de
Aynarozlular, Actes de l'Athos, Lavra IV, s. 187.
[147] Halil
Simavna’da, Kissling, s. 121, dipnot 4; mnk, s. 158-159 II
Bayezid döneminde Gazi İsrail'in mal varlığı, Beldiceanu, Turcica6
(1975), s. 45.
[148] Edirne'de
Bedreddin zaviyesi, age , s. 40. Edirne'de imparatorluk karşıtı
zihniyet, Ye- rasimos-Fondatıon, s. 206-209.
[149] Dimetokalı
Balım Sultan, Birge-Bektashî, s. 56; Seyyid Gazi Tekkesi,
Beldiceanu-Rec- herehes, s. 210.
[150] Bulgaristan-Tuna
bölgesi, karş. El, "Deliorman", ve P. Nasturel, "A propos
du Tenou Orman (Teleorman)", G.B., s. 81-92.
[151] Bektaşîler
Trakya'da, Beldiceanu, Turcica6 (1975), s. 40; Kızıl Deli, Balım
Sultan'ın doğduğu kent olan Dimetoka yakınındaki en önemli Rumeli tekkesi,
Birge-Bektashî, s. 56; Beldiceanu-Rechercfres, s. 210. Bulgaristan'da
Bektaşîlik, aynı yazar, Turcica (1975), s. 41. Hasluck-Christ/anıty, s.
552; Eflak'ta Bektaşîlik, age., s. 523; Makedon-
[152] Mnk,
tek nüshası bulunan bir yapıttır. Bedreddin'in bazı yapıtlarının gizlice aktarılması
hakkında, karş. Kissling, s. 125. Mnk'ye göre Nûrü'l-Kulûb
şeyhin dostları ve müridleri tarafından gizlenmiştir: "Tefsirin itmam idüb
ol pîr-i hûb / Virdi dirler nâm ana 'Nûrü'l-kulûb' / Uğrayınca vartaya Şeyh-i
ferîd / İtdi pinhan anı ahbâb ü mürîd", s. 110. Şeyhin müridlerinin kıyıma
uğraması, Kissling, s. 165 ve Idris-Kurdakul, s. 44. Şeyhin ailesinin
birçok önemli şahsiyet tarafından korunması, yuk. dipnot 2 ve 3. I. Mehmed ve
Herevî, Aşıkpaşazade, s. 154. Mnk'yı ellerinde bulunduran Serez Kadirî-
leri, Kissling, s. 125.
[153] Örneğin,
Bektaşîler tarafından uygulanan takıyye hakkında, karş. Birge, s. 14, 78, 145,
270. Ayrıca karş. Laoust-Sc/ı/smes, s. 39, 45, 46, 66, 109, 137, 411. Bedreddin
tarafından yazılmış elli kadar yapıt hak.. El, "Badr al-Dîn b. Kâdî
Samâvvnâ"; Bedred- dinîlere karşı çıkarılmış üç fetva, Kissling, s.
127, dipnot 2.
[154] Evliya
Çelebi, Bedreddin'in Serez'deki türbesinden bir ziyaretgâh olarak söz ediyor, age.,
s. 127, dipnot 3. Hurufîler için Fazlullâh'ın idam edildiği yere yapılan
ziyaret, Mekke'ye yapılan hac ziyareti yerine geçer, El,
"Hurûfiyya". Kitabi bilginin reddedilmesi, mnk, s. 44-46; Ebu
Said, Monawwar (ed.), s. 59-61. Mum söndü suçlaması, aşağıda dipnot 17 ve
Bektaşîlere ve Yezidîlere karşı suçlama, Kissling, s. 131, dipnot 1;
Sisam'da Karpokrates'in tilmizlerine karşı da benzeri suçlamalar yapılmaktadır.
Dönmelerde “kuzu bayramı"nın bu türden uygulamalara yol açtığı
söylenmektedir, Ga- lante, Juifs de Turquie, c. VIII, s 217. "Mum
söndü" sorunları hakkında, Melikoff'un Bulgaristan'da, Deliorman'da
yaptığı anketler sonunda derlediği zengin bir malzemenin bulunduğunu
belirtelim.
[155] Kissling,
s. 127, dipnot 2. İskilipli Muhyiddin Muhammed, Gölpınarlı-Bedreddin, s.
42.
[156] Bâlî Efendi,
Chodkiewicz-Sceau, s. 66, 170; O. Yahia, Hist. et Classif., c. I, s.
248; Taşköprîzade-Rescher, s. 322. Bâlî Efendi'nin metni Tietze tarafından
yayımlanmıştır, "Sheykh Bâlî Effendi's Report on the Followers of Sheykh
Bedreddİn", O.A. 7 (1978), s. 115-122.
[157] 1571 tarihli
belgeler, Uzunçarşılı, 'Kıbrıs Fethi ile Lepant Muharebesi sırasında', T.
Mec., 3 (1935), s. 263-264 Mahmud Hüdâyi'nin raporu, Kissling, s.
127, dipnot 2. Amuca aşireti hakkında, V. Salcı, 'Trakya'da Türk Kabileleri', Türk
Amacı, 2 (1943), s. 31 1-315; ayrıca karş. T. Zarcone, Anatolia Moderna
IV, s. 3-11. Bedreddin hakkın- daki deyiş, Kissling,, s. 127.
[158] Vâridât'ın
birçok baskısı ve Türkçe çevirisi bulunmaktadır: B.N. Kaygusuz (1957), A. Gölpınarlı-Bedreddin
(1966), C. Yener (1970), I. Z. Eyüboğlu (1980), V. Timuroğlu (1982). Biz hem
Arapça metni hem de Fransızca çevirisini sunan B. Dindar'ın metnini
kullanacağız [Türkçe baskıda Gölpınariı-Bedreddin içindeki Varidat
çevirisi kullanıl- mıştır-yn.], tez (1975); bu tez 1990'da Ankara'da
yayımlanmıştır (bu metin Wâridâto\a- rak belirtilecektir). Muhammed ve
Ebu Hanife'nin Vâridât'ı kutsaması, mnk, s. 131132. Şeyhlerin Vâridât'ın
okunmasını yasaklaması, Kissling, s. 132, dipnot 1 ve elinde Vâridât'ın
bir nüshası bulunan bir imamdan onu yakmasını isteyen Halvetî şeyhi Ala- eddin Ali
el-Arabî konusunda, Taşköprîzade-Rescher, s. 97 ve dev Niyazi Mısrî, hem İbn
Arabi'yi hem de Bedreddin'i sahiplendiğini açıkça belirtir: 'Muhyiddîn ü
Bedrüd- dîn ettiler ihyâ-yı dîn / Derya Niyazî Fusûs enhârıdır Vâridât", DivânîŞerhi,
s. 256. İbn Arabi'nin ve Bedreddin'in düşünceleri arasında, ancak bu kez
düşmanca bir tavır içinde, irtibat kurulmasına Sofyalı Bâli'nin halifesi
Nureddînzade Muslihüddîn Mustafa'da (öl. 1573) rastlanır. I. Ahmed döneminde
yazan Belgrâdî Münirî onun hakkında şöyle der: 'Ummî Sinânîler ve Uşşâkıyler ve
Simavîler ve Gülşenîler ve Işıklar hakkında seyf-i sârim olup durma şeriat
kılıcın salardı ", Gölpınarh-Sec(rec/c//n/ s. 46.
[159] Kur'an,
4/157. Bedreddin'e göre Isa'nın ölümü, Vâridât, Gölpınarlı-Bedredd/n, s. 57-58.
[160] age.,
s. 51.
[161] Münâfıklık,
age., s. 65; Allah'ın haram ettiği şeyler, age., s. 65;
"hiçbir gözün görmediği şeyler", L. de Premare, ST, 70(1989)
. Toplumun doğru yola getirilmesi, Vâridât, Gölpınarh-Bedredd/n, s. 54.
[162] Bedreddin'in Mehdi konusundaki
tutumu, age., s. 75. Vâridât'ta işaret edilen eskato- lojiye
ilişkin beyanlar ile "Rodos Hospitalier tarikatının büyük üstadının
mektubu" arasında bir yakınlık görülmektedir; bu mektupta Deccal'in 1385,
1387, 1 396 ya da 1-dOO yılında çıkacağı öngörülüyordu (Vâridât'ta
verilen tarih 800/1397- Gölpınarlı ve EyuboğL çevirilerinde 300 olarak
belirtilen ilk tarih, Dindar, Yener ve Timuroğlu çevirilerinde 800 olarak
geçmektedir -yn.). Karş. R.E. Lerner, "Refreshment of the Sa- ints: the
Time after Antichrist", Traditio, 32 (1976), s. 1 39.
[163] Bedreddin
ve semâ, Vâridât, Gölpınarlı-Bec/recfc/m, s. 60. Bedreddin Kahire'de bu türden
bir törene katılarak sufilik yoluna girmiştir, mnk, s. 44.
[164] İbn
Arabî ve Türk müridleri hakkında, yukarıda böl. I, dipnot 6-9. Akşemseddin
856/1452'de İbn Arabi'yi savunmak için bir risale yazar, O. Yahia, Hist. et
Classif., c. I, s. 118. Yazıcıoğlu Mehmed Fusûsü'l-Hikem'e bir şerh
yazar, Gibb, Ottoman Po- etry, s. 406. Mevlid ve ibn Arabî,
Chodkiewicz-Sceau, s. 19, 21,25, 87; Süleyman Çelebi, Mevlid ve İbn Arabî, Süleyman
Çelebi, F.K. Timurtaş (ed.), c. IV ve V. Şihâbed- din Sivasî (öl. 1454),
İbn Arabi'nin müridi, O. Yahia, age., s. 406, Bâlî Efendi, yukarıda
dipnot 17. el-Bosnevî, O. Yahia, c. II, s. 463.
[165] Bedreddİn
silsilesinde Ahmed Gazâlî ve Ebu Medyen el-Mağribî, Gölpınarlı-Bec/red- din,
1 17; Ebu Medyen ve İbn Arabî, Mdas-lbn Arabî, s. 107-108, 115-1 16,
128-129 vb. Ahmed Gazâlî ve Rûmî, Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, c. I,
s. 211,640. Helal ile haram arasında, Massignon-Passion, c. III, s.
238, dipnot 5. Mevlana'nın Hallaç üzerine deyişi, age., c. II, s. 280.
Ahmed Gazâlî'nin Hallacî müridi, age., c. II, s. 177.
[166] Hallaç
Türk topraklarında, age., c. II, s. 240-288 ve O.M., c. II, s.
114; Mısır'da, Halep'te. Hallac'dan Nesimî'ye ruh göçü, Massignon-Passıon, c.
I, s. 85. Isfendiyar'ın sarayında, O.M., c. II, s. 35. Germiyan
sarayında Ahmedî Hallaç üzerine bir Dâsitâ- ne Mansûryazar, age.,
s. 55, 110-113. Bektaşîler ve Hallaç, Passion, c. I, s. 232-234; c. II,
s. 77. Hallac'ın Türk dervişlerinin bütünü üzerindeki etkisi, O.M., c.
II, s. 104 ve dev. "Rum'un Mansur'u" Bedreddin, mnk, s. 82.
[167] Mevlana
ve Rum ülkesi, Eflakî, age., c. I, s. 199. Hacı Bektaş ve Rum, Vilâyetnâme-
Gölpınarlı, s. 16 ve I. Melikoff, Turaca 20 (1988), s. 16. Ayrıca karş. Şeyhü'r-Rum
olarak adlandırılan Hacı Bayram, Bayramoğlu, s. 37. Bedreddin'e mnk'de
Rum ülkesiyle ilgili çeşitli adlar verilir: munlâ-yi Rûm, s. 45; pertev-i
Rûm, s. 32; mâh-i Rûm, s. 79 vb.
[168] G.B. Rampoldi'ye
göre 19. yüzyılda Börklüce'nin müridleri, Annali Musulmani 1 1 (1825),
s. 115. Torlaklar ve Avrupalıların tanıklıkları üzerine, yukarıda böl. II,
dipnot 63 ve Nicolay, s. 194-197; Torlaklar ve Nesimî üzerine, Spandugino, Petit
traicte, s. 223-224: "Torlaklar sayıca diğerlerinden çok üstün ve bu
yeni bir din. Başlayalı yüz yıl bile olmamış. Söz konusu din Missini adında bir
kişiyle başlamış, o da kurtarıcımız Isa'dan söz ettiği için işkence görmüş. Ve
bu Missini Isa'nın Tanrı olduğunu söylüyormuş".
[169] Aşıkpaşazade,
s. 250.
[170] Osmanlı
karşıtı Bayramîler, Yerasimos-Fondation, s. 60. İsmail Maşûkî hakkında,
Evliya Çelebi, c. I, s. 316; Bayramoğlu, c. I, s. 78; M.H. Bayrı, İstanbul
Folkloru, s. 155156; İnalcık-Oftoman Empire, s. 192; Ocak, O.A.
10 (1990), s. 49-58. 1561'de idam edilen Hamza Bosnevî, Bayramoğlu, s. 78;
İnalcık, age., s. 192.
[171] 16. yüzyıl başında
Osmanlı karşıtı isyanlar, Hist. Emp. Ott. Mantran (ed.), s. 149; ayrıca
karş. Ocak, O.A. 3 (1982), s. 73-74 Balım Sultan hakkında, Birge, s. 56,
Seyyid Gazi tekkesi, Beldiceanu-Rec/terc/tes, s. 210, dipnot 59. Seyyid
Gazi'nin Hacı İlbeyi olma ihtimali, age., s. 58. Bektaşîler ve
Hurufîler, Birge, s. 149 ve dev. Bektaşîler, Ene'l-Hak ve dar-ı Mansur teması
üzerine, Massignon, O.M., c. II, s. 93-139 Bektaşî- lerde takıyye,
Hadis-i Kudsiler ("men arafa nefsehu fakat arafa rabbahu" ve
"kuntu kenz"), Birge, s. 14, 109, 150. Rumî'ye, ibn Arabî'ye,
Suhreverdî'ye yönelik Bektaşî yakarıları, age., s. 198. Bektaşîlerin
kendilerinden saydığı Yunus Emre, age., s. 5355; Niyazi Mısrî'nin
yorumu, age., s. 107-109; Bedreddİn tarafından Ahlatî'nin başu- cunda
Yunus Emre'den dizeler okunuşu, mnk, s. 82. Kızılbaşlar ve Bektaşîler,
Birge, s. 64, dipnot 4. Kodın-erkek karışık meclisler, age., s. 85, 138,
161, 175-201, vb. Hı- ristiyanlarla ilişkiler, Hasluck-Christianity,
çeş.yer.; bagdaştırmacılık, age. ve Ocak, "XIII-XV. Yüzyıllarda
Anadolu'da Turk-Hıristiyan Dinî Etkileşimleri ve Aya Yorgi (Saint Georges)
Kültü", Belleten 155 (1991), s. 661-673. İsevî kerametler hakkında,
bkz. yukarıda bo1. II, dipnot 93.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar