GÜLME...HENRI BERGSON
GÜLÜNCÜN
ANLAMI ÜZERİNE DENEME
ÖZGÜN
ADI
LERIRE
ESSAI SUR LA SIGNIHCATION
DU COMIQUE
FRANSIZCA
ASLINDAN ÇEVİREN
DEVRİM ÇETİNKASAP
Önsöz1
Bu kitap Gülme
(daha doğrusu özel olarak gülünç şeylerin yol açtığı gülme) hakkında,
vaktiyle Revue de Paris’de? yayımlamış olduğumuz üç makaleyi
içermektedir. Bunları tek bir ciltte bir araya getirdiğimizde, bizden
öncekilerin fikirlerini derinlemesine incelemenin ve gülmeyle ilgili kuramların
kitabına uygun bir eleştirisini yapmanm gerekli olup olmadığım sorguladık. Bize
öyle geldi ki böyle yaparsak, açıklamalarımız fazlasıyla karmaşıklaşacaktı ve
ele aldığımız konunun önemiyle orantısız ölçüde büyük bir kitap çıkacaktı
ortaya. Kaldı ki gülüncün belli başlı tanımlarını, onları akla getiren şu ya da
bu örnek bağlanımda, kısaca olmakla birlikte, zımnen veya açıkça tartışmıştık.
Bu yüzden makalelerimizi aynen aktarmakla yetindik. Kitaba sadece, geçtiğimiz
otuz yılda gülünçle ilgili yayımlanmış belli başlı eserlerin bir listesini
ekledik.
O tarihten bu
yana başka eserler de yayımlandı. Aşağıda verdiğimiz liste genişlemiş oldu.
Fakat kitabın kendisinde hiçbir değişiklik yapmadık3. Bunun sebebi,
söz konusu muhtelif çalışmaların gülme konusunda farklı noktaları aydınlatmamış
oluşu değil tabii ki. Ancak gülüncün ortaya çıkış biçimlerini
belirlemekten ibaret olan yöntemimiz, daha genel olarak izlenen ve güldürü
unsurlarım çok geniş ve çok basit bir formülde kapsamayı amaçlayan yöntemden kesin
1 1924 tarihli yirmi üçüncü baskının önsözünün çevirisidir
(ç.n.)
2 Revue de Paris, 1-15 Şubat, 1 Mart 1899.
3 Ancak biçimle ilgili birkaç küçük değişiklik yaptık.
Henri
Bergson
çizgilerle
ayrılıyor. Gerçi bu iki yöntem birbirini dışlamıyor fakat ikinci yöntemin
sağlayabilecekleri ilkinin ulaştığı sonuçlan hiçbir şekilde etkilemez ve bize
göre bilimsel bir kesinlik ve titizlik içeren sadece bu ilk yöntemdir. Bu
baskıya iliştirdiğimiz bu ek bölümde okuyucuların dikkatini çekmek istediğimiz
nokta budur.
H.B.
Paris, Ocak
1924
vi
Hecker, Physiologie und Psychologie des Lachens und des
Komischen, 1873.
Dumont, Theorie scientifique de la sensibılite, 1875,
s. 202 ve devamı. Bkz. aynı yazarın, Les causes du tire, 1862.
Courdaveaux, fctudes sur le comique, 1875.
Philbert, Le rire, 1883.
Bain (A.), Les emotions et la
volonte, Ft çev., 1885, s. 249 ve devamı.
Kraepelin, Zur Psychologie des Komischen (Philos. Studien, cilt.
II, 1885).
Spenceı; Essais, Fr. çev., 1891, cilt. I, s.
295 ve devamı. Physiologie du rire.
Penjon, Le rire et la liberte (Revue philosophique, 1893,
c. II).
Melinand, Pourquoi rit-on ? (Revue
des Deux-Mondes, Şubat 1895). Ribot, La psychologie des
sentiments, 1896, s. 342 ve devamı.
Lacombe, Du comique et du spirituel (Revue de metaphysique
et de morale, 1897).
Stanley Hail and A. Allin, The psychology of
laughting, tickling and the comic (American joumal of Psychology, cilt.
IX, 1897).
Meredith, An essay on Comedy, 1897.
Lipps, Komik und Humor, 1898. Bkz. aynı
yazarın, Psychologie
der Komik (Philosophische Monatshefte, cilt. XXIV, XXV).
Heymans, Zur Psychologie der Komik (Zeitschr. f. Psych. u.
Phys. der Sinnesorgane, cilt. XX, 1899).
Ueberhorst, Das Komische, 1899.
Dugas, Psychologie du rire, 1902.
Sully (James), An essay on laughter, 1902
(Fransızcaya çeviren, L. ve A. Terrier : Essai sur le rire, 1904).
Martin (L. J.), Psychology of Aesthetics: The comic
(American Joumal of Psychology, 1905, cilt. XVI, s. 35-118).
Freud (Sigm.), Der Witz und seine Beziehung zum
Unbewussten, 1905; 2. Basım, 1912.
Cazamian, Pourquoi nous ne pouvons definir l’humour (Revue
germanique, 1906, s. 601-634).
Gaultieı; Le rire et la caricature, 1906.
viî
Henri
Bergson
Kline, The psychology of humor (American Journal of
Psychology, cilt. XVHI, 1907, s. 421-441).
Baldensperger, Les definitions de l’humour (Etudes
d’histoire litte- raire, 1907, cilt. I).
Bawden, The Comic as illustrating the
summation-irradiation theory of pleasure-pain (Psychological Review, 1910,
cilt. XVII, s. 336346).
Schauer, Ueber das Wesen der Komik (Arch. f die gesamte
Psycholo- gie, cilt. XVHI, 1910, s. 41M27).
Kallen, The aesthetic principle in comedy (American
Journal of Psychology, cilt XXII, 1911, s. 137-157).
Hollingworth, Judgments of the Comic (Psychological
Review, cilt. XVHI, 1911, s. 132-156).
Delage, Sur la nature du comique (Revue du mois, 1919,
cilt. XX, s. 337-354).
Bergson, A propos de « la nature du comique ».
Yukarıdaki makaleye cevap (Revue du mois, 1919, cilt. XX, s. 514-517).
Eastman, The sense of humor, 1921.
viii
BİRİNCİ
BÖLÜM
Genel
Olarak Gülünç
Biçimlerin
ve Hareketlerin Gülünçlüğü
Gülüncün
Yayılma Kuvveti
Gülme ne
anlama gelir? Gülünçlüğün temelinde ne vardır? Bir soytarının surat asışında,
bir sözcük oyununda, bir vodvildeki yanılmacada, ince güldürünün bir sahnesinde
ortak ne olabilir? Bu denli çeşitli üründe aynı olup da kimine nahoş kimine
hoş bir koku bahşeden o esansı hangi damıtma yöntemi verebilir bize? Tüm ele
geçirme çabalatma direnen, aniden tekrar ortaya çıkmadan önce gözden kaçıp
yiten ve felsefi düşüncenin önüne küstah bir meydan okuma gibi dikilen bu küçük
sorunla, Aristoteles’ten bu yana ne büyük düşünürler cebelleşti.
Bu sorunu bir
kez de bizim ele alışımızın mazereti, güldürü yaratma gücünü, bir tanıma
hapsetmeyi amaçlamıyor oluşumuz. Biz onda her şeyden önce, canlı bir şey görüyoruz.
Ne kadar sıradan da olsa, onu hayata karşı duyduğumuz saygıyla ele alacağız;
onun genişleyip yayılmasını gözlemlemekle yetineceğiz. Fark edilemeyecek kadar
küçük merhalelerle bir biçimden diğerine girerek, gözlerimiz önünde tuhaf
dönüşümler geçirecek. Gördüğümüz hiçbir şeyi küçümsemeyeceğiz. Belki de
kurduğumuz bu sürekli bağ sayesinde kuramsal bir tanımdan daha esnek bir şeye,
uzun bir yoldaşlıktan doğan pratik ve samimi bir bilgiye erişeceğiz. Ve belki,
istemeden de olsa, yararlı bir tanışıklık da elde edeceğiz. Güldürü
yaratımının, en uç tuhaflıklarında bile kendine has bir mantığı vardır.
Çılgınlığı içinde bile bir yönteme uyan ve itiraf edelim hayallere kapılan ama
kapıldığı hayallerde bile toplumun tamamının hemen kavrayıp
Henri
Bergson
benimsediği
imgeleri canlandıran bu yaratımın, hayalgücü- nün işleyiş biçimleri hakkında,
hele hele toplumsal, kolektif ve popüler hayalgücü hakkında bilgi vermemesi
mümkün müdür? Kaynağını gerçek hayatta bulan ve sanatla akraba olan bu
yaratımın, bize hayat ve sanat hakkında söyleyecek bir şeyi nasıl olmayabilir?
Öncelikle
temel olduğunu düşündüğümüz üç tespiti öne süreceğiz. Bunlar bizatihi
gülünçlükten ziyade onun nerede araştırılması gerektiğiyle ilgili olacak.
Dikkat
çekeceğimiz ilk nokta şu: Sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için
gülünçlükten bahsedilebilir. Bir manzara güzel, zarif, görkemli, silik veya
çirkin olabilir fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu onda
insani bir tavır veya ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir
fakat bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe veya hasır parçası değil
insanların ona verdiği biçimdir, yani insan kaprisinin girdiği kalıptır. Bu
denli önemli, üstelik de basit bir olgunun filozofların ilgisini daha çok
çekmesi gerekmez miydi? Bazdan, insanı ‘gülen hayvan’ olarak tanımladı. Aynı
şekilde inşam, güldüren hayvan olarak da tanımlayabÜirlerdi çünkü başka
hayvanlar veya bazı cansız nesneler güldürmeyi başarsalar da bu ancak onların
insanla olan benzerliklerine, insanın onlar üzerinde bıraktığı ize veya
insanın kullanımına bağlı olarak gerçekleşir.
Şimdi de aynı
derece önemli bir başka belirtiye, genellikle gülmeye eşlik eden duygusuzluğa
dikkat çekelim. Öyle görünüyor ki gülünç şeyler sarsıcı etküerini ancak tümüyle
sakin ve durgun bir ruhun sathı üzerinde gösterebilmektedir. Gülüncün doğal
ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı duygulardır. Örneğin bizde
acıma veya şefkat duygusunu uyandıran birine gidemeyeceğimizi söylemiyorum,
ama böyle bir durumda, bir anhğına da olsa bu muhabbeti unutmamız, acıma
duygumuzu susturmamız gerekecektir. Sadece akıllarıyla hareket eden bir insan
topluluğunda muh-
Henri
Bergson
temelen kimse
ağlamazdı ancak yine de gülenler olabilirdi. Buna karşın, hayada sürekli ahenk
içinde olan, her olayın içlerinde duygusal anlamda iz bırakıp yankılandığı
hassas ruhlar ne gülmek nedir bilebilir ne de gülmenin ne olduğunu
anlayabilirlerdi. Bir anlığına, söylenen ve yapılan her şeyle ilgilenmeyi
deneyin; hareket eden kişiyle birlikte hareket ettiğinizi, onun hissettiklerini
hissettiğinizi hayal edin; yani olanca gücünüzü sempatiye vakfedin: Sihirli bir
değneğin etkisindeymiş gibi en önemsiz şeylerin bile ciddiyet kazandığını ve
her şeyin kasvetli bir renge büründüğünü görürsünüz. Şimdi de mesafe alıp,
tarafsız bir seyirci gözüyle bakın hayata: Pek çok dram güldürüye dönüşecektir.
Dans edilen bir salonda müziğin sesine kulaklarımızı tıkamamız yeter- lidir:
Dans edenler bir anda gülünç görünürler. İnsanların davranışlarından kaçı bu
tür bir sınamaya dayanabilir? Pek çok hareket, kendisine eşlik eden duygusal
ahenkten kopa- rıldığmda bir anda ciddi olmaktan çıkıp gülünç hale gelmez mi?
Dolayısıyla gülünç, etkisini tam olarak göstermek için kalbin bir anlığına da
olsa hissizleşmesini gerektirir. Gülünç saf akla hitap eder.
Yalmz bu akıl
diğer akıllarla ilişki halinde olmalıdır. Dikkat çekmek istediğimiz üçüncü
nokta da budur. Eğer yalnız ve diğer insanlardan yalıtılmış hissediyorsanız
gülünç olandan keyif almanız mümkün değildir. Gülme yankılanmaya ihtiyaç duyar
gibidir. Dikkatle kulak verip dinleyin: Gülme açık, belirgin, tamamlanmış bir
ses değildir; yankılana yan- kılana yavaş yavaş uzayıp gitmek isteyen,
dağlardaki şimşek gibi bir çatırdamayla başlayıp gümbürtülerle devam eden bir
şeydir. Fakat bu yankılanış sonsuza kadar süremez. Alabildiğine geniş bir
daire içinde dolaşabilir ama bu daire yine de kapalı bir dairedir. Gülmemiz her
zaman bir topluluğun gülmesidir. Bir tren vagonunda veya bir yemek masasmda
belki başınıza gelmiştir: Yolcular kendilerine besbelli gülünç gelen şeylerden
bahsedip içtenlikle gülmektedirler. Onla-
Gülme
rın
meclisinde olsanız siz de anlatılanlara gülerdiniz. Fakat böyle olmadığından
gülmek hiç içinizden gelmez. Herkesin gözyaşları döktüğü bir vaazda kendisine
niçin ağlamadığı sorulan bir adam şöyle yamt vermiştir: “Ben bu cemaatten
değilim.” Adamın ağlamakla ilgili söylediği gülme için daha da doğrudur. Ne
kadar içten olduğunu zannetsek de gülme, gerçek veya hayalî, gülen diğer
kişilerle yapılmış bir ittifakın, hatta neredeyse bir suç ortaklığının art
düşüncesini barındırır Tiyatroda, salon ne kadar doluysa seyircinin gülüşünün
de o denli taşkm olacağı defalarca söylenmiştir. Aynı şekilde, belli bir
toplumun fikirleri ve âdetleriyle ilgili olduklarından pek çok güldürü
unsurunun bir dilden diğerine tercüme edilemediğiyle ilgili nice tespitte
bulunulmuştur. Bu iki olgunun önemi anlaşılamadığından gülünçlük, zihni
oyalayan basit bir tuhaflık sayılmış, gülmeye ise diğer insani faaliyetlerle
ilişkisiz, münferit, garip bir fenomen gözüyle bakılmıştır. Bu yüzden, gülüncün
“akli bir tezat”, “hissedilir bir saçmalık” gibi fikirler arasında zihnin
yakaladığı soyut bir ilişki olduğunu ileri süren ya da gülüncün tüm biçimlerine
gerçekten de denk düşmekle birlikte, gülünç bir şeyin bizi neden güldürdüğünü
hiç mi hiç açıklamayan tanımlar yapılmıştır. Gerçekten de diğer mantıksal
ilişkiler vücudumuza hiç tesir etmezken bu özel mantıksal ilişki, nasıl oluyor
da algılanır algılanmaz bizde kasılmaya, genleşmeye ve titremeye yol
açabiliyor? Biz sorunu bu yönüyle ele almayacağız. Gülmeyi anlamak için onu
ait olduğu doğal ortamına, yani toplum içine yerleştirmek gerekir; özellikle de
gülmenin faydaya yönelik işlevini, yani toplumsal işlevini saptamak gerekir.
Hemen söyleyelim, tüm araştırmamızı yönlendiren fikir bu olacaktır. Gülme,
müşterek hayatın bazı gereklerine cevap vermelidir. Gülmenin toplumsal bir
anlamı olmalıdır.
Yapığımız bu
üç ön tespitin hangi noktada birleştiklerini net bir şekilde belirleyelim.
Öyle görünüyor ki gülme, bir araya toplanmış bir grup insanm, duygularını
susturup,
Henri
Bergson
sadece
akıllarını işleterek tüm dikkatlerini içlerinden bir kişiye yöneltmeleri
halinde ortaya çıkmaktadır. Bu durumda dikkatlerini yöneltecekleri nokta
hangisi olacaktır? Akim buradaki işlevi ne olacaktır? Bu sorulara cevap vermek
sorunu daha sıkı kavramak olacaktır. Ama bu noktada birkaç örnek vermek
kaçınılmaz hale geliyor.
Adamın biri
sokakta koşarken tökezleyip düşer; gelip geçenler gülerler. Herhâlde, adamın
içinden ansızın yere oturmak geldiğini düşünecek olsak, gülmezdik. Güldüğümüz
şey, adamın kendini yerde bulmasıdır. Dolayısıyla gülmeye sebep olan şey adamın
duruşundaki bu ani değişiklik değil, bu değişiklikteki istemdışılık, yani
sakarlıktır. Belki yolunun üzerinde bir taş vardı. Adımlarım ayarlaması veya
yolunu değiştirmesi gerekiyordu. Fakat yeterince esnek olmadığından, dalgınlık
veya vücudun inadı yüzünden, yani ivmenin veya katılığın etkisiyle
koşullar başka türlü davranmayı gerektirirken kaslar aynı hareketi
sürdürmüştür. Adam bu yüzden düşer ve gelip geçenler de buna gülerler.
Şimdi de bir
başka örneği, gündelik hayatın ufak tefek işlerini matematik bir kesinlikle ifa
eden kişiyi ele alalım. Yalnız, bu kişinin etrafındaki nesnelere muzip bir
şakacı tarafından hile karıştırılmış olsun; öyle ki kalemini mürekkebe diye
çamura daldırıyor, sağlam sandalyeye oturuyorum derken kendini yerde buluyor.
Kısacası hep kazanılmış bir hızın, ivmenin etkisiyle hareketleri ya boşa
çıkıyor ya da boşa gidiyor. Burada hareketi sürdüren şey alışkanlıktır
Hareketi ya durdurmak ya da değiştirmek gerekmektedir. Fakat bunların hiçbiri
gerçekleşmez, hareket mekanik biçimde sabit bir doğrultuda sürdürülür
Dolayısıyla bu muzipliğin kurbanı olan kişi, koşarken düşen adamla benzer bir
konumdadır. O
Henri
Bergson
da aynı
sebepten ötürü gülünçtür. Her iki vakada da gülünç olan, durum dikkatli bir
esneklik ve enerjik bir uyumluluk gerektirdiği halde, karşımıza çıkan mekanik
bir katılıktır. İki vaka arasındaki tek fark ilkinin kendi kendine olması,
İkincisinin ise yapay yollarla gerçekleştirilmesidir. İlkinde yoldan geçenler
sadece gözlemlemiş, İkincisinde muzip şakacı müdahalede
bulunmuştur.
Ancak her iki
vakada da etkiye yol açan bir dış koşuldur. Bu yüzden gülünçlük arızidir; tabir
yerindeyse şahsiyetin yü- zeyindedir. Peki, şahsın içine nasıl nüfus edecek? Bu
ancak mekanik katılığın açığa çıkmak için koşulların tesadüfiliği veya
insanların muzipliği tarafından oluşturulmuş bir engele ihtiyaç duymadığı
durumda gerçekleşebilir; yani kendini dı- şavurması için gereken sebebi, doğal
bir süreç içinde, kendi içinden devşirmesi durumunda. Şu halde, tıpkı
eşlikçilerine ayak uyduramayıp geriden gelen bir melodi gibi sürekli olarak, o
an yaptığı şeye değil de yapmış olduklarına takılan bir zihin hayal
edelim. Hem duyular hem zekâ bakımından doğuştan gelme bir esnek olmama
durumunu hayal edelim: Artık ortada olmayan şeyleri gördüğümüzü, artık
işitilmez olmuş şeyleri işittiğimizi, artık isabetli olmayan şeyleri söylediğimizi,
kısacası mevcut gerçekliğe göre kendimizi ayarlamamız gerekirken geçmiş ve
hayalî bir duruma uygun davrandığımızı düşünelim. Bu defa gülünçlük bizzat
şahsın içine yerleşecektir: Her şeyi, malzemeyi olduğu kadar biçimi, sebebi
olduğu kadar vesileyi de kişinin kendisi sağlayacaktır. Dalgın
karakterinin (zira tasvir ettiğimiz böyle bir şahıstır) güldürü yazarlarına
sıklıkla esin vermesinde şaşılacak bir şey olabilir mi? La Bruyere sıra bu
dalgın karaktere gelince, yaptığı tahlilde çok çeşitli gülünç etkiler
üretebilecek bir formüle ulaştığını fark etti. Hatta bu formülü ölçüsüzce
kullandı. En uzun ve ayrıntılı tasviri Menalque’le ilgili olarak yaptı ve ve
sürekli bu karaktere dönerek, ısrarla ve ölçüsüz biçimde onun üzerinde durdu.
Mevzunun kolaylığı onu cezbediyor-
10
Gülme
du. Gerçekten
de dalgınlıkla birlikte, gülünçlüğün bizzat kaynağına değil belki ama doğrudan
doğruya kaynaktan çıktığı kesin olan olgu ve fikirlere erişiriz. Âdeta gülmenin
en geniş doğal havzasına varmış oluruz.
Dalgınlığın
etkisi de yerine göre kuvvetlenebilir, tik uygulama sahasını az önce
gördüğümüz, genel bir yasa söz konusudur ve bu yasayı şu şekilde formüle
ediyoruz: Gülünç etkinin belli bir sebepten kaynaklandığı durumlarda, sebep
bize ne kadar doğal geliyorsa ortaya çıkan etki de bize o kadar gülünç gelir.
Basit bir olgu olarak sunulan dalgınlığa bile gülündüğünü gördük. Gözlerimiz
önünde doğup büyüyen, kaynağını bildiğimiz ve hikâyesini tasarlayabileceğimiz
bir dalgınlık daha da gülünç olacaktır. Daha belirgin bir örneği ele alalım:
Aşk ve şövalye romanları okumayı alışkanlık edinmiş birini düşünelim. Roman
kahramanlarının çekiciliğine kapılan, büyülenen bu kişi düşünce ve tasarılarıyla
giderek daha çok bu kahramanlara meylediyor. En sonunda, aramızda dolanıp
duran bir uyurgezere dönüşüyor. Bu kişinin hareketleri dalgınlıktan ibarettir.
Yalnız, tüm bu dalgınlıkla^ bilinen, mevcut bir sebebe bağlıdırlar. Tümüyle ve
sadece birer zihinsel yokluk değildirler; kişinin, hayalî de olsa
oldukça belirli bir ortamda bulunuşuyla, mevcut oluşuyla açıklanabilecek
dalgınlıklardır. Gerçi, şöyle ya da böyle, düşmek sonuçta düşmektir, fakat
insanın sağa sola bakındığı için kuyuya düşüvermesi ile aynı kuyuya, bir yıldıza
ulaşmayı hedeflerken düşmesi bambaşka şeylerdir. Don Quijote’nin seyrine
daldığı bir yıldızdı. Bu hayalperest, kuruntucu ruh halinde ne derin güldürü
unsurları saklıdır! Öte yandan, dalgınlık fikrini bir aracı rolü oynayacak
şekilde kurgularsak, bu pek derin gülünçlüğün en sığ gülünçlüklerle ilintili
hale geldiğini görürüz. Gerçekten de, bu hayalperest ruhlar, çılgın ama çok
tuhaf bir şekilde makul de olan bu coşkulu hayalciler bizi güldürürlerken,
muzip bir şakanın kurbanı olan veya sokakta kayıp düşen kişinin dokunduğu
ıı
Henri
Bergson
aynı tele
dokunurlar, bizde aynı içsel mekanizmayı harekete geçirirler. Onlar da koşarken
düşenler, işletilen naif kimselerdir pekâlâ; ideallerin peşinden koşarken
gerçeklere takılıp tökezleyen, hayatın sinsice kendilerine düzen kurduğu saf
hayalcilerdir. Fakat hepsinden önemlisi, dalgınlıkta ustadır bunlar;
başkalarmdan üstünlükleri, dalgınlıklarının sistemli, temel bir fikir etrafında
örgütlenmiş oluşudur -ve gerçekliğin hayalleri ıslah etmekte kullandığı
acımasız mantık sağ olsun, yaşadıkları talihsizlikler de oldukça tutarlıdır-
böylece sürekli üst üste eklenen bir dizi olayın etkisiyle, etraflarında
hudutsuzca yayılan bir gülmeye neden olurlar.
Şimdi bir
adım daha ileri gidelim. Bir sabit fikirdeki katılığın zihinle olan ilişkisi
tam da kimi zaaflar ile karakter arasındaki ilişki gibi değil midir? İster
doğal bir çarpıklık ister iradedeki bir tutukluk olsun, zaaf çoğu zaman ruhtaki
bir eğriliğe benzer. Kuşkusuz ruhun olanca kuvveti ve üretken imkânlarıyla
birlikte içine gömüldüğü zaaflar da vardır, öyle ki ruh kendisiyle birlikte
sürüklediği bu zaafları sürekli değişen şekillerde hayata taşır. Bunlar trajik
zaaflardır. Bizi gülünç kılan zaaf ise tersine, âdeta dışarıdan gelmiş, içine
yerleştiğimiz hazır yapım bir çerçeve gibidir. Esnekliğimize göre şekil
değiştirmek yerine bize kendi katılığım dayatır. Biz onu karmaşık hale
getirmeyiz, tersine o bizi basitleştirir. Çalışmamızın son kısmında ayrıntılı
şekilde göstermeye çalışacağımız gibi güldürü ile drama arasındaki esas fark
tam da buradadır. Bir drama, adıyla sanıyla belirli bir zaafı veya ihtirası
tasvir ettiğinde, bunları bir kişide o kadar güzel somutlaştırır ki genel
özellikleri hatırımızdan silinip gittikten, adları unutulduktan sonra, artık
bu zaaf ve ihtirasların hangileri olduğunu değil, onları şahsında cisimleştiren
kişiyi düşünürüz. Bu yüzden bir dramanın adı çoğunlukla bir özel isim olur. Öte
yandan güldürülerin pek çoğunun adı bir cins isimdir: Cimri, Kumarbaz
vs. Kıskanç adını taşıyabilecek bir oyun düşünmenizi istesem örneğin,
aklınıza Sganarelle veya
12
Gülme
George
Dandin
gelecek, Othello gelmeyecektir Kıskanç ancak bir güldürünün adı
olabilir. Çünkü gülünç kusur kişilere ne kadar sirayet etmiş olursa olsun yalın
ve bağımsız varlığını yine de muhafaza eder; sahnedeki kanlı canlı kişileri
ayakta tutan, görünmez ama daima mevcut bir ana karakter olmayı sürdürür. Kimi
zaman diğer karakterleri kendi ağır- lıyla tökezletmekten veya onlara kendisiyle
birlikte taklalar attırmaktan hoşlanır. Ama çoğu, birer kukla, birer aletmişler
gibi oynar onlarla. Daha yakından bakın: Güldürü yazarının sanatı, bize
belirli bir zaafı yakından tanıtmaktır; en nihayetinde ona o kadar aşina oluruz
ki yazarın elinde tutup oynattığı kuklaların ipleri biz seyircilerin eline
geçmiş gibi olun o iplerle biz de oynarız ve oyundan aldığımız keyif biraz da
bundan kaynaklanır Dolayısıyla, burada da bizi güldüren bir tür otomatizmdir.
Ve bu, basit bir dalgınlığın otomatizmine çok benzerdir. Buna ikna olmak için,
güldürü karakterinin gülünçlüğünden habersiz olduğu ölçüde gülünç olduğunu fark
etmek yeterlidir. Gülünç, kendinin bilincinde değildir Gyges’in yüzüğünü1
takmış da bu yüzük tam tersi etkide bulunmuş ve tüm dünyanın gözüne görünür
olmakla birlikte kendi kendini göremez hale gelmiş gibidir. Bir trajedi
kahramanı onu nasıl yargıladığımızı bilse bile davranışını değiştirmeyecektir;
kim olduğunun ezici bilincine karşın ve bize ilham ettiği apaçık dehşet
duygusuna rağmen aynı davranışta ısrar edebilecektir Fakat gülünç bir kusuı; gülünçlüğünü
fark ettiğinde, kendini hiç değilse dışarıya karşı değiştirmeye çalışır
Harpagon bizim cimriliğine nasıl güldüğümüzü görse cimrilikten vazgeçerdi
demeyeceğim ama hiç değilse bize bu kusurunu daha az veya başka türlü gösterirdi.
Şimdiden söyleyelim: Gülme işte bu şekilde “Kalıplaşmış davramşları
cezalandırır.”2 Nasıl olmamız gerekiyorsa o
1 Bkz. Platon, Devlet,
2. Kitap, 2.359a.-2.360d. (ç.n.)
2 Castigat ridendo
mores. Moliere’in şair Jean-Baptiste Senteuil’e atfettiği ve sonraları
Fransız yazınında epeyce tartışılmış söz. (ç.n.)
13
Henri
Bergson
şekilde
görünmeye çalışmamızı ve kuşkusuz günün birinde tam da göründüğümüz gibi
olmamızı sağlar.
Bu tahlili
daha da ileri götürmenin şimdilik gereği yok. Koşarken düşen kişiden, işletilen
saf adama, işletilmekten dalgınlığa, dalgınlıktan hayalperestliğe,
hayalperestlikten irade ve karakterdeki türlü zaaflara kadar gülünçlüğün
şahsiyetin giderek daha derinine sirayet ederken izlediği gelişimi takip
ettik. Her seferinde, en incelikli görünümlerinde bile gülünçlük, bize en kaba
biçimlerinde fark ettiğimiz şeyi, yani bir otomatizm ve katılık izlenimini
verdi. Şimdi artık uzaktan, bulanık ve puslu da olsa, insan doğasının gülünç
tarafına ve gülmenin normalde üstlendiği işleve bir ilk bakış atabiliriz.
Hayatın ve
toplumun her birimizden talep ettiği şey mevcut durumun sınırlarım anlayan
sürekli uyanık bir dikkat ve ayrıca o duruma kendimizi uydurmamızı sağlayacak
zihinsel ve bedensel bir esnekliktir Gerginlik ve esneklik: İşte
hayatın sahneye koyduğu, biri diğerini tamamlayan iki kuvvet! Bu iki kuvvetin
noksanlığı bir bedende fark edilir nispette diyelim: Bu durumda her türden
kaza, zafiyet ve hastalıkla karşı karşıya kalırız. Aynı şey zihin için söz
konusu olduğunda, psikolojik yetersizlikleı; çılgınlığın türlü çeşidiyle karşı
karşıyayız demektir. Peki ya bunlar karakterde noksansa? O zaman da
felaketlerin kaynağı, kimi zaman da cürümlerin sebebi olan toplumsal hayata
uyum sağlamaktaki büyük güçlükler söz konusu olacaktır. Hayatın ciddiyet
boyutunu ilgilendiren bu yetersizlikler bir defa ortandan kalktığında (ki bu
bunlar yaşam mücadelesi denilen şey sırasında kendiliğinden ortadan kalkma
eğilimindedir), kişi hayatını sürdürebilir; yani diğer insanlarla birlikte
yaşayabilir Fakat toplum bizden başka bir şey daha talep eder. Hayatta
kalmamız yeterli değildir onun için, iyi yaşamamız da gerekir. Bu noktada
toplumun çekindiği şey artık hayatta esas olan şeylere yoğunlaşan insanların
diğer her konuda, katılaşmış alışkan-
14
Gülme
lıklann
zahmetsiz otomatizmine kendilerini bırakmalarıdır. Toplumun sakınması gereken
bir diğer şey de, toplumu oluşturan üyelerin, zamanla birbirleriyle daha
mükemmel şekilde örtüşen istemlerin giderek ahenk kazanan dengesini amaçlamak
yerine onun temel koşullarına riayet etmekle yetinmesidir: Kişiler arasında
önceden belirlenmiş, alelade bir mutabakat toplum için yeterli değildir;
toplumun talep ettiği, sürekli bir karşılıklı uyum sağlama çabasıdır.
Karakterin, zihniyetin ve hatta vücudun her tür katılığı, bu yüzden toplumun
gözünde tekinsizdir; çünkü bu katılık uyuklayan ve aynı zamanda kendini
yalıtan, toplumun eksenini oluşturan müşterek merkezden uzaklaşmak ve son
noktada bir acayipliğe varmak eğiliminde olan bir faaliyetin muhtemel emaresidir.
Ancak toplum bu aşamada somut bir cezayla duruma müdahale edemez, zira
kendisine somut bir saldırı olmamıştır. Gerçi karşı karşıya bulunduğu şey
endişe vericidir ama sadece bir belirti düzeyindedir -belki biraz tehditkârdır
ama en nihayetinde bir jesttir Dolayısıyla toplum da bu duruma sadece bir
jestle karşılık verir. Gülme bu tür bir şey, bir nevi sosyal jest
olmalıdır. Gülme, yarattığı korkuyla acayiplikleri, sıradışılıklan bastırır,
kendini yalıtma ve uykuya dalma eğilimindeki kimi ikincil faaliyetleri sürekli
uyanık ve birbiriyle temas halinde tutar ve nihayet, toplumsal bünyenin
sathında mekanik katılık namına ne varsa hepsine esneklik kazandırır.
Dolayısıyla gülme sadece estetiği ilgilendiren bir konu değildir, zira
(bilincinde olmadan ve hatta pek çok özel durumda ahlaka uymayacak şekilde)
herkesin mükemmelleşmesi gibi faydalı bir amaç gözetir. Ama gülmede yine de
estetik bir yan vardır çünkü gülünç, tam da birey ve toplum kendi devamım
sağlama endişesinden kurtulduğunda ve kendine birer sanat eseriymiş gibi
muamele etmeye başladığında doğar. Kısacası, bireysel ve toplumsal yaşayışı
zora sokan ve doğal sonuçları itibarıyla kendi cezalarım getiren faaliyet ve
tavırları kuşatacak bir daire çizersek, bu güçlü duyguların
15
Henri
Bergson
ve
mücadelelerin sahası dışında, bir insanın bir diğerinin seyircisi olduğu
tarafsız bir alan kalır ki burada toplum hâlâ, üyelerinden beklediği azami
toplumsallığı ve esnekliği elde edebilmek için vücudun, zihnin veya karakterin
katılığından kurtulmayı istemektedir. Bu katılık gülünçlüktür ve gülme de bu
katılığa verilmiş cezadır
Ancak, bu
basit formülden tüm gülünç söz ve olayları bizim için hemencecik açıklamasını
beklemeyelim. Gerçi bu formül, gülüncün her türlü yabancı unsurdan arınmış halde
bulunduğu kusursuz, basit, kuramsal vakalar için uygun bir formüldür kuşkusuz.
Ama bizim asıl niyetimiz onu tüm açıklamalarımıza eşlik edecek bir ana motif
haline getirmektir. Daima bu formülü akılda bulundurmak ama ona aşırı
yüklenmemek gerekir -bu biraz şu örneğe benzer: İyi bir eskrimci derslerde
öğrendiği kesintili hareketleri hatırından çıkarmamalı ama vücudunu da
saldırının sürekliliğine uydurmalıdır Şimdi, gülünçlüğün biçimlerindeki
sürekliliği göstermeye çalışacağız. Bunu yaparken bir kere daha bizi bir
palyaçonun soytarılıklarından en rafine güldürü oyunlarına kadar götüren hattı
takip edeceğiz; çoğu zaman öngörüle- meyen kavşaklarıyla bu güzergâhı izlerken
zaman zaman durup etrafımıza bakacağız ve eğer mümkün olursa başladığımız
noktaya tekrar döneceğiz. Sanat ile hayat arasındaki genel ilişki -nitekim
gülünç sanat ile hayat arasmda salınır- belki tam da bu noktada gözlerimiz
önüne serilecek.
16
En basitten
başlayalım. Hangi yüz gülünçtür? Gülünç yüz ifadesi nereden kaynaklanır? Ve
burada gülüncü çirkinden ayıran nedir? Bu şekilde ortaya koyulduğunda, sorun
ancak gelişigüzel bir çözüme ulaştırılabilir. Ne kadar basit görünse de bu
sorun daha şimdiden, tek bir cepheden yaklaşmamıza izin vermeyecek kadar
İnceliklidir. Önce çirkinliği tanımlamak gerekecektir çünkü ancak bundan sonra
gülünçlüğün ona ne kattığı keşfedilebilecektir. Gelgelelim çirkinliği tahlil
etmek güzelliği tahlil etmekten daha kolay değildir Ancak biz burada, çok sık
faydalanacağımız bir hileye başvuracağız. Sorunu uç noktasına taşıyacak ve
sebebi görünür kılın- caya kadar sonucu, tabir yerindeyse abartacağız. Öyleyse,
çirkinliği biçimsizlik noktasına kadar taşıyalım ve biçim bozukluğundan
gülünçlüğe nasıl geçildiğini görelim.
Özellikle
bazı biçim bozukluklarının kimi durumlarda gülmeye yol açmak gibi hazin bir
ayrıcalığa sahip olduğu şüphe götürmez. Ayrıntıya girmeye gerek yok. Biz
sadece, okuyucudan farklı biçim bozukluklarım gözden geçirmesini ve onları iki
gruba ayırmasını rica edelim: Bir yanda doğanın gülünçlüğe yaklaştırdığı,
diğer yanda ise gülünçlükten büsbütün uzaklaştırdığı bozukluklar olsun.
İnanıyoruz ki okuyucu şu yasaya ulaşacaktır: Ancak normal yapıdaki bir
insanın kolayca taklit edebileceği biçim bozuklukları gülünç olabilir.
17
Henri
Bergson
Kambur kimsenin yamuk duran biri
izlenimi verdiği doğru değil midir? Sırtı çirkin bir eğim oluşturacak
şekilde kasılmış gibidir. Bir tür fiziksel inatla, kattltkla
yani, kazanılmış bir alışkanlığı sürdürüyor gibidir. Sadece gözlerinizle
görmeye çalışın. Düşünmeyin ve bilhassa akıl yürütmeyin. Tüm önyargılarınızı
bir yana bırakın; doğal, dolaysız, asli izleniminizi yakalamaya çalışın.
Ulaşacağınız görüntü bahsettiğimiz türden bir görüntü olacaktır. Önünüzde
belli bir vaziyette kendini katılaştırmış, tabir mazur görülürse, yüzünü değil
de tüm bedenini çarpıtmış bir adam belirecektir.
Şimdi,
aydınlatmak istediğimiz noktaya dönelim. Gülünç biçim bozukluklarını
hafifleterek, gülünç çirkinliğe ulaşmamız gerekir. Dolayısıyla yüzün gülünç bir
ifadesi, bize katılaşmış, âdeta yüzün normaldeki hareketliliği içinde donmuş
bir şeyi hatırlatan ifadedir. Bu ifade de gördüğümüz, yerleşmiş bir tik, sabit
bir yüz buruşturma olacaktır. Hoş ve zarif olanlar da dâhil yüzün tüm sıradan
ifadelerinin bize aynı sabit katılık izlenimini verdiği söylenerek itiraz
edilebilir. Ancak burada önemli bir ayrım yapmak gerekir. İfade gücü olan bir
güzellikten, hatta çirkinlikten bahsettiğimizde, bir yüzde ifade olduğunu
söylediğimizde söz konusu olan, belki sabit ama bize hareketliymiş izlenimi
verene bir ifadedir. Sabit halinde bile, ifade ettiği ruh durumunun tüm olası
inceliklerinin bulanık biçimde aksettiği bir müphemliği barındırır: Tıpkı bazı
bahar sabahlarının hafif sisinde güneşli bir gün vaadinin hissedilmesi gibi.
Öte yandan, yüzdeki gülünç ifade sunduğundan fazlasını vaat etmeyen bir
ifadedir. Emsalsiz, sabit bir buruşmadın Sanki kişinin tüm manevi yaşantısı
simasında kristalleşmiş gibidir. İşte bu yüzden bir yüz bize, şahsiyetin içinde
dönüşsüz biçimde eriyip gittiği basit, mekanik bir hareket izlenimi
uyandırdığı ölçüde daha gülünç gelir. Sürekli, ağlamak üzereymiş gibi görünen
yüzler vardır; bazı yüzler her an
18
Gülme
gülecek veya
ıslık çalacak gibidir; bazıları da durup dinlen- meksizin hayalî bir trompete üflüyor
gibidir. Tüm yüzler içinde en gülünçleri bunlardır. Sebep bize ne kadar doğal
görünürse ortaya çıkan etkinin de o kadar gülünç olacağı şeklindeki yasanın
burada da doğrulandığını görüyoruz. Otomatizm, katılık, kalıcı hale gelmiş
buruşmalar, işte bir yüzde bizi güldüren şeyler bunlardır. Fakat bu gülünç etki
biz bu karakteristikleri daha derin bir sebebe, kişideki asli dalgınlığa
bağlayabildiğimiz ölçüde şiddetlenir. Bu asli dalgınlıkta, ruh sanki yalın
hareketin maddiliğiyle büyülenmiş, hipnotize olmuş gibidir.
Artık
karikatürlerdeki gülünçlüğü anlayabiliriz. Bir yüz ne kadar muntazam olursa
olsun, çizgilerini ne kadar uyumlu, harekederini ne kadar yumuşak düşünürsek
düşünelim o yüzdeki ahenk asla tamamen mükemmel değildir. Onda daima, kendini
belli etmek üzere olan bir kırışık alameti, olası bir buruşma emaresi ve
nihayet doğanın tercih edebileceği türden, bir çarpıklık eğilimi saptanabilir.
Karikatür sanatı kimi zaman duyumsanmaz olan bu hareketi yakalamak ve onu
büyüterek herkesin görebileceği hale getirmektir. Üzerinde çalıştığı yüzlere,
en kötü durumda buruşacakları şekilde surat astırır. Biçimin yüzeysel ahengi
altında maddenin derin boyun eğmezliğini keşfeder. Doğada bir eğilim halinde
bulunmuş olması gereken fakat daha üstün bir kuvvet tarafından bastırıldığı
için açığa çıkamamış biçimsizliklere ve orantısızlıklara hayat verir. Şeytani
bir yanı olan karikatür sanatı, meleğin yere vurduğu şeytanı ayağa kaldırır.
Kuşkusuz bu abartıya başvuran bir sanattır ama amacının abartma olduğunu söylersek
doğru tanımlamış olmayız onu, zira aşıtlarına portrelerden çok benzeyen veya
abartının neredeyse hiç hissedilmediği karikatürler de vardır. Ve tersine aşırı
bir abartmayla gerçek bir karikatür izlenimi yaratılamadığı da olur.
Abartmanın, gülünç olması için, bir amaç gibi görünmemesi, çizerin doğada
potansiyel halde gördüğü bozukluk-
19
Henri
Bergson
lan
gözlerimiz önüne sermek için başvurduğu basit bir araç gibi görünmesi gerekir.
Önemli olan, ilgimizi çeken bu bozukluklardır. İşte bu yüzden, bir burnun
eğiminde ve hatta bir kulağın biçiminde, yani yüzün hareketsiz parçalarında
bile bu bozukluklar araştırılır. Çünkü bizim için biçim bir hareketin
çerçevesidir daima. Bir burnun boyutlarıyla oynayan fakat yapısına dokunmayan,
söz gelimi burnu doğanın meylettiği yönde uzatan karikatürist onu gerçek
anlamda çarpıtır: Karikatürü gördükten sonra gerçek burun da bize sanki o yöne
uzayıp çarpılmak istiyormuş gibi görünür Bu anlamda, bizzat doğanın da kimi
zaman karikatüristlerin başarısma ortak olduğu söylenebilir. Bazı dudakların
parlaklığı, çenelerin darlığı, yanakların şişkinliği öyledir ki sanki doğa,
daha makul bir kuvvetin itidal gözeten kısıdayıcı denetiminden sıyrılmış ve
çarpıklığı son noktasına taşımış gibidir. Tabiri caizse kendi kendisinin karikatürü
olan yüzlere bu yüzden güleriz.
Özetleyecek
olursak, aklımız hangi kuramı benimserse benimsesin hayalgüciimüzün kendine has
çok belirgin bir felsefesi vardır: Tüm insani biçimlerde maddeyi şekillendiren
ruhun çabasını görür; bu ruh çok daha esnek, sürekli hareket halinde, yer
tarafından çekilmediği için hiçbir ağırlığı olmayan bir ruhtur. Canlandırdığı
bedene kanath hafifliğinden bir şeyler katar: Böylece maddeye bulaşan gayri-
maddilik, zarafet denilen şeydir. Fakat madde direnir; inat eder. Bu yüksek
ilkenin sürekli teyakkuz halindeki faaliyetini kendine doğru çeker, onu kendi
ataletine sürüklemeyi ve basit bir otomatizme indirgemeyi ister. Bedenin zekâ
barındıran çok çeşitli hareketini bönce katılaşmış kalıplar halinde
dondurmak, yüzün oynak ifadelerini kalıcı şablonlara oturtmak ve nihayet
yaşayan, canlı bir idealle temas içinde sürekli yenilenmek yerine bir tür
mekanik iştigalin maddiliğine dalmış ve gömülmüş görünen bir üslubun damgasını
bütün bir şahsiyet üzerine vurmak ister. Böylece madde,
20
Gülme
ruhun
canlılığını dışarıdan donuklaştırmayı, hareketliliğini dondurmayı ve nihayet
zarafeti söndürmeyi başardığında vücuda gülünç bir hava verir. Dolayısıyla
gülünçlüğü tersiyle tanımlamak istenecek olursa, onu güzellikten ziyade
zarafetle karşı karşıya koymak gerekecektir. Gülünçlük, çirkinlikten ziyade
katılıktır.
21
Şimdi, biçimlerin
gülünçlüğünden jestlerin ve hareketlerin gülünçlüğüne geçeceğiz.
Bu tür olgulara kural teşkil ettiğini düşündüğümüz yasayı hemen ifade edelim.
Bu yasa yukarıda okuduğunuz mütalaalardan kolayca çıkartılabilir.
İnsan
vücudunun tavır, jest ve hareketleri, tam olarak bu beden bize basit bir
makineyi hatırlattığı ölçüde gülünçtür.
Bu yasanın
doğrudan nasıl hayata geçtiğiyle ilgili ayrıntıları araştırmayacağız. Bunun
sayısız örneği vardır. Onu doğrudan teyit etmek için güldürü çizerlerinin
eserlerini yalandan incelemek yeterli olacaktır; yalnız bunu yaparken özel
açıklamasını verdiğimiz karikatür boyutunu bir tarafa bırakacak ve çizimin
kendisinden kaynaklanmayan gülünçlüğü göz ardı edeceğiz. Çünkü çizimdeki
güldürü unsuru, malzemesi büyük oranda metin tarafından tedarik edilen eğreti
bir unsurdur çoğunlukla. Yani çizer bir hicivcinin veya piyes yazarının
yardımcısı rolünü oynayabilir ki bu durumda bizzat çizimlerden çok çizimlerde
temsil edilen güldürü sahnesine veya taşlamaya güleriz. Fakat çizime kesin bir
iradeyle, tüm dikkatimizi sadece ve sadece çizimin kendisine verme iradesiyle
yaklaşırsak, kanaatimizce çizimin gülünçlüğü, çizerin insandaki oynak kuklayı
ne kadar belirgin ve incelikli biçimde yansıttığıyla doğru orantılı olacaktır.
Bu kukla iması belirgin olmalıdır zira şeffaf bir perde arkasından bakıyor-
muşuz gibi kişinin içinde kurulu mekanizmayı belirgin bir
23
Henri
Bergson
biçimde
algılayabilmemiz gerekir. Ama aynı zamanda bu ima incelikli de olmalıdır çünkü
mekanik parçalar gibi katılaşmış her uzvuyla birlikte, kişi genel olarak bize
canlı bir varlık izlenimi vermeyi sürdürmelidir. Bu iki imge, kişi ve makine
imgesi birbiri içine ne kadar iyi oturursa çizerin sanatı o derece mükemmel,
ortaya çıkan gülünç etki de o denli kuvvetli olur. Bir çizerin orijinalliği
basit bir kuklaya verdiği özel canlılık tarzıyla tanımlanabilir.
Ancak biz bu
yasanın doğrudan uygulamalarım bir tarafa bırakacak, burada sadece bunun uzak
neticeleri üzerinde duracağız. Kişinin içinde işleyen bir makine olduğu
izlenimi pek çok gülünç etkiye sızmıştır fakat bu, genelde gözden kaçıp giden,
sebep olduğu gülme içinde derhal yitip giden bir izlenimdin Onu sabit hale
getirmek için bir tahlil ve düşünme çabası gerekin
Jestleri
sözleriyle rekabet halinde olan bir konuşmacıyı örnek olarak alalım. Sözü
kıskanan jest, düşüncenin ardından gider ve o da kendine göre yorumcu olma
hakkı talep eder. Pek güzel, âlâ; fakat bu durumda jestlerin düşünceyi
gelişimindeki tüm ayrıntılar içinde takip etme iddiasında olması gerekir. Bir
fikiı; konuşmanın başmdan sonuna kadar büyüyen, filizlenen, çiçek açan,
olgunlaşan bir şeydir. Hiçbir zaman durmaz, kendini asla tekrar etmez. Her an
değişmesi şarttır zira değişmeyi bırakmak, yaşamayı bırakmak demektir.
Jestler de yaşam gibi canlı olmalıdır! Hayatın temel kanununa, asla kendini tekrar
etmeme şartına o da boyun eğmelidir! Ama işte, bir baş veya kol hareketi
sürekli aynı, düzenli aralıklarla kendini tekrar ediyor. Bu hareketi fark
etmişsem, dikkatimi dağıtmayı başarmışsa, yeniden ortaya çıkmasını bekliyorsam
ve beklediğim anda da ortaya çıkıyorsa, istemeden de olsa gülerim. Niçin?
Çünkü artık önümde otomatik biçimde işleyen bir makine vardın Bu artık hayat
değil, hayatın içine yerleşmiş ve hayatı taklit eden bir otomatizmdir.
Gülünçtür.
24
Gülme
Gülmeyi hiç
aklımızdan geçirmediğimiz jestlerin bir başkası tarafından taklit edildiğinde
gülünç hale gelmesi de bu yüzdendir. Bu basit olguya çok karmaşık açıklamalar
getirilmeye çalışıldı. Fakat biraz düşünürsek şunu görürüz: Ruh hallerimiz
andan ana değişir ve jestlerimiz içimizde olup bitenlere tam uyacak olsalar,
bizim gibi canlı olurlar; asla kendilerini tekrar etmezlerdi. Bu sebeple de
her türlü taklide direnebilirlerdi. Demek ki artık kendimiz olmaktan
çıktığımız noktada taklit edilebilir olmaya başlıyoruz. Yani jestlerimiz mekanik
tekdüzelik sergilemeleri, dolayısıyla da bizim yaşayan, canlı karakterimize
aykırı olmaları bakımından taklit edilebilir ancak. Birini taklit etmek,
şahsmda aksetmesine izin verdiği otomatizm boyutunu öne çıkarmakla olur. Ve bu,
tanımı gereği kişiyi gülünç kılmak olduğundan taklidin güldürmesinde şaşılacak
bir taraf yoktur.
Jestlerin
taklidi kendi başma da gülünçtür ama onları deforme etmeden, testereyle odun
kesmek, örs üzerine vurmak veya hayalî bir zilin ipini durmadan çekmek gibi
mekanik faaliyetlere yaklaştırarak yapılan taklitler daha da gülünçtür. Bunun
sebebi bayağılığın gülünçlüğün özünde olması değildir (gerçi gülünçlükte onun
da rolü olduğu muhakkaktır); asıl sebep, taklit edilen jestlerin basit bir faaliyetle
ilişkilendirildiklerinde, sanki gerçekten makineden çıkmış gibi, çok daha bariz
biçimde mekanik görünmeleridir. Bu makine iması parodilerin favori
hilelerinden biri olabilir. Biz bu sonuca apriori biçimde, çıkarsama
yoluyla vardık fakat soytarılar kuşkusuz, bunu uzun zaman önce sezmişlerdir.
Böylece
Pascal’ın Düşünceler’in bir pasaj ında öne sürdüğü küçük muamma çözüme
kavuşuyor: “Birbirine benzeyen iki yüz, kendi başlarına hiç gülünç olmadıkları
halde yan yana iken benzerlikleriyle güldürürler.” Şöyle de söylenebilirdi: “Bir
konuşmacının jesderi, tek tek hiç de gülünç olmadıkları halde, tekrar
edildiklerinde güldürür.” Çünkü canh,
25
Henri
Bergson
diri olan
hayat kendini tekrar edemez. Tekrarın olduğu, tam bir benzerliğin olduğu yerde
canlının ardında işleyen bir makineden kuşkulanırız. Birbirine çok benzeyen
iki yüz karşısındaki izleniminizi tahlil ederseniz, aynı kalıptan çıkmış iki
örneğin, aynı mührün iki baskısının, aynı klişenin iki nüshasının aklınıza
geldiğini göreceksiniz, yani fabrikasyon bir mamulle karşı karşıya olduğunuzu
düşünüyorsunuz. Gülmenin bu örnekteki gerçek sebebi hayatın mekanikleşmeye
meyledişidir.
Hele hele
sahnede Pascal’ın örneğindeki gibi iki değil de bir sürü birbirine benzer
insanla karşılaşacak olsak, hatta bunlar sahneye hep beraber girip çıkan, dans
eden, birlikte sıçrayan, aynı anda aynı el kol hareketlerini yapan, aynı
vaziyeti alan kişiler olsalar, gülmemiz daha da şiddetli olacaktır. Bu defa
bariz biçimde kuklalar gelecektir aklımıza. Birinin kolları diğerlerinin
kollarıyla, bacaktan diğerlerinin bacaklarıyla, yüzün her bir kası diğer
yüzlerdeki aynı kaslarla görünmez iplerle bağlıymış gibi görünür:
Eşzamanlılıktaki şaşmazlık sebebiyle biz baktıkça bedenlerin esnekliği âdeta
bir kalıba dökülür ve her şey makine katılığına bürünür. Bir parça kaba olan bu
eğlencenin hilesi işte buradadır; İcracılar Pascal’ı okumamış olabilirler
tabii fakat tüm yaptıklan onun ima ettiği bir fikri son noktasma taşımaktır.
Nitekim verdiğimiz bu ikinci örnekte, gülmenin sebebi bir mekaniklik
izlenimiyse, ilk örnekte de, daha üstü örtülü olmakla birlikte aynı sebep
yürürlükte olmalıdır.
Bu doğrultuda
ilerleyerek, ortaya koyduğumuz yasanın çok çeşitli fakat bir o kadar da önemli
neticelerini bulanık bir şekilde de olsa kavramaya başlıyoruz. Sadece jestlerde
değil insanların karmaşık hareketlerinde de ima edilen, mekanikliğin daha belli
belirsiz olduğu izlenimleri sezmeye başlıyoruz. Güldürünün başvurduğu mutat
hileler, bir sözcüğün veya sahnenin sürekli tekrarlanması, rollerin simetrik
biçimde tersine döndürülmesi, yanılmacaların geornet-
26
Gülme
rik artışı ve
daha pek çok sahne hüneri, güldürme gücünü aynı kaynaktan devşirir. Oyun
yazarının sanatı belki de bize insani olayların mekanikliği ön plana çıkaran
bir tasvirini sunmak, fakat bunu, olayların gerçeğe benzerliğini, yani hayatın
esnekliğini muhafaza ederek yapmaktır. Ama tahlilimiz ilerledikçe yöntemsel
olarak ulaşacağımız sonuçları şimdiden öngörmeyelim.
27
Daha ileri
gitmeden önce, bir anlığına duralım ve etrafımıza bir bakalım. Bu çalışmanın
daha başında söylediğimiz gibi tüm gülünç etkileri tek bir formülden çıkarmaya
kalkmak olmayacak bir iştir Formül, bir anlamda mevcuttur fakat formülün
açılımı düzenli bir seyir izlemez. Bununla kastettiğimiz, tümdengelim
sürecinin zaman zaman sınır durumlar üzerinde durması gerektiğidir; bu sınır
durumlar, kendilerine benzeyen yeni durumların daire misali etrafına
dizildikleri modeller gibidirler Bahsettiğimiz bu yeni durumlar formülden
çıkmazlar fakat formülden çıkartılanlarla benzerlikleri sebebiyle gülünçtürler
Bir kere daha Pascal’ı anarak, zihnin buradaki işleyişini, bu geo- metricinin
“rulet” adı alanda incelediği eğriyle tanımlamakta sakınca görmüyoruz: Bu eğri,
araç düz bir doğru üzerinde hareket ederken tekerleğin çevresi üzerindeki bir
noktanın çizdiği eğridir Bu nokta tekerlek gibi döner ama araç gibi ileri de hareket
eder Veya büyük bir orman yolunu bölen haç şeklindeki dört yol ağızlarını
düşünebiliriz: Dört yol ağızlarında bu haçın etrafında dolaşır, önümüzde açılan
yollara bakındıktan sonra tekrar ilk yönü takip ederiz. îşte biz de böyle bir
dört yol ağzına vardık. Canlı üzerinde kabuk bağlamış gibi duran mekaniklik,
işte durmamızı gerektiren bir dört yol ağzı; hayalgücünün farklı yönlere
doğru ilerleyebileceği merkezi bir imge. Bu yönler hangileridir? Üç ana yön
görünüyor Tek tek bunları takip edecek, sonra dönüp, yolumuza dosdoğru devam
edeceğiz.
29
Henri
Bergson
i. Öncelikle,
bu birbiri içine nüfuz etmiş canlı ve makine imgesi bizi hayatın
devingenliğinin üzerini kaplamış, fakat hayatın esnekliğini beceriksizce taklit
etmeye, onun çizgilerini izlemeye çalışan bir tür katılığın bulanık
imgesine yöneltiyor. Bu noktada, bir elbisenin ne kadar kolayca gülünç hale
gelebildiğini keşfediyoruz. Hatta her tür modanm bir yönüyle gülünç olduğunu
bile söyleyebiliriz. Yalnız, güncel bir moda söz konusu olduğunda, ona o kadar
aşinayızdır ki elbiseler bize onu giyenlerle yekvücut olmuş gibi görünür.
Hayalgücümüz bu ikisini birbirinden ayırmaz. Giyilen şeyin atıl katılığı ile giyenin
canlı esnekliği arasında karşıtlık görmek aklımıza gelmez. Dolayısıyla
gülünçlük örtük vaziyette kalır. Açığa çıkması ancak giyilen ile giyen
arasındaki doğal tezat, çok köklü çağrışımların bile bağdaştırmayı
beceremeyeceği kadar derin olduğunda mümkün olabilir: Silindir şapka örneğinde
olduğu gibi. Eski moda giyinmiş tuhaf birini düşünelim: Bu durumda dikkatimiz
kıyafete çekilir, kıyafeti kişiden kesin biçimde ayırır ve bu kişinin tebdilikıyafet
gezdiğini söyleriz (sanki tüm giysiler kıyafet değilmiş gibi) ve böylece
modanın gülünç tarafı karanlıktan aydınlığa çıkar.
Burada artık
gülünçlüğün ortaya çıkardığı, ayrıntıya ilişkin bazı çetrefil sorunları sezmeye
başlıyoruz. Gülmeyle ilgili yanlış veya yetersiz kuramlara yol açan şeylerden
birisi de teoride gülünç olması gereken pek çok şeyin gerçekte hiç de öyle
olmayışı, âdetlerdeki sürekliliğin gülünçlük niteliğini silikleştirmesidir. Bu
niteliğin belirginlik kazanması için sürekliliğin aniden bozulması, modayla
ilişkinin kesilmesi gerekir. Bu sürekliliğin bozulmasının gülünçlüğe yol
açtığı düşünülür fakat aslında sadece olanı fark etmemizi sağlar. Keza gülme sürpriz,
tezat vs. ile açıklanır fakat hiç gülme isteği duymadığımız yığınla vakaya
da uygulanabilecek tanımlardır bunlar. İşin aslı ise hiç de bu denli basit
değildir.
30
Gülme
İşte
karşımıza yukarıda gösterdiğimiz gibi özel bir güldürme gücüne sahip
kıhk-kıyafet değiştirme fikri çıktı. Bu güçten nasıl yararlanıldığım araştırmak
faydasız olmayacaktır.
Saçları
sarıya boyanmış bir esmere niye gülüyoruz? Kırmızı bir burundaki gülünçlük
nereden geliyor? Bir zenci görünce niçin güleriz? Bunların sıkıntılı sorular
olduğu anlaşılıyor zira bu sorular Hecker, Kraepelin ve Lipps gibi psikologlar
tarafından sorulmuş ve her seferinde farklı cevaplandırılmış sorulardır Bir gün
sokak ortasında, gözlerimin önünde, basit bir arabacı zenci müşterisine
“yıkanmamış” muamelesi yaptığında, bu soruların benim gözümde doğru yamta
kavuştuğunu söylersem herhâlde yanılmış olmam. “Yıkanmamış”! Demek ki
hayalgücümüz açısından siyah bir yüz, mürekkebe ya da kuruma batmış bir yüzdür
Ve durum böyleyse, kırmızı bir burun da ancak boyanmış bir burun olabilir.
Böylece, kılık değiştirmedeki güldürme gücünün aslmda hiç de kılık değişikliğinin
söz konusu olmadığı fakat olabileceği durumlara geçtiğini görüyoruz. Yukarıda
verdiğimiz örnekte sıradan giysilerin onu taşıyan kişiden ayrı olması bir önem
arz etmiyordu; bu görüntüye alışık olduğumuzdan bize yekvücut- muşlar gibi
geliyordu. Burada ise siyah veya kırmızı rengin tenin kendi rengi olması önem
arz etmez: Şaşırdığımız için bu renkler yapay biçimde oluşmuş, sürülmüş gibi
gelir bize.
Gerçi bu
noktada, gülme kuramı açısından bir dizi başka güçlük ortaya çıkıyor Örneğin
“Gündelik giysilerim vücudumun parçasıdır.” gibi bir önerme, akıl açısmdan
saçma bir önermedir. “Kırmızı burun boyanmış bir burundur.”, “Zenci kılık
değiştirmiş bir beyazdır.”; bunlar da düşünen bir akıl için saçmalıktan
ibarettir fakat saf hayalgücü açısından son derece kesin doğrulardır.
Dolayısıyla hayalgücünün aklın mantığından farklı, hatta kimi zaman ona ters
düşen bir mantığı vardır. Ve felsefenin sadece gülüncün incelenmesi açısmdan
değil, aynı türden başka araştırmalar için de bu mantıkla hesaplaşması gerekir.
Hayalgücünün mantığı biraz
31
Henri
Bergson
rüyanın
mantığına benzer fakat rüya derken, bireysel fantezinin kaprisine terk
edilmemiş, tüm toplum tarafından görülen rüyayı kastediyoruz. Bu mantığı
yeniden kurgulamak için özel türden bir çaba gerekir: Muntazam biçimde üst üste
binmiş yargılardan ve iyice yerleşmiş fikirlerden oluşmuş dış kabuğu kaldırmak
ve bir yeraltı su tabakası misali, benliğimizin derinlerinde, iç içe geçmiş
imgelerin kesintisiz akışını gözlemlemek gerekir. Bu imgelerin yorumlanışı
rastgele olmaz. Yasalara, daha doğrusu alışkanlıklara riayet eder. Mantık için
düşünce neyse hayalgücü için de alışkanlıklar aynı şeydir
Ele aldığımız
özel vakalarda hayalgücünün mantığının izini sürelim. Kılık değiştiren kişi
gülünçtür. Kılık değiştirdiğini sandığımız kişi daha da gülünçtür. Daha da
ileri götürürsek, her kılık değişikliği, sadece insanda değil, toplumda ve
hatta doğa da gerçekleştiğinde de gülünç görünür.
Doğayla
başlayalım. Tüyleri yarı kırpılmış bir köpek, suni renklendirilmiş çiçeklerle
dolu bir çimenlik, ağaçların seçim afişleriyle donatıldığı bir ormanlık vs.
gülünçtür. Sebebini araştırın, göreceksiniz ki bunlar, akla kostümlü eğlenceleri
getiriyorlar. Fakat bu örneklerde, güldürü unsuru oldukça sönüktür. Kaynağından
çok uzaktadır. Ona kuvvet kazandırmak isterseniz kaynağa geri gitmeniz,
düşününce akla gelen kostümlü eğlence imgesini asıl imgeyle -yani, hatırlayacak
olursak- makineleşmiş hayat imgesiyle yan yana getirmeniz gerekir. Makine süsü
verilmiş bir doğa, demek ki adamakıllı gülünç bir temadır ve hayalgücü ağız
dolusu güldürmeyi başaracağmdan emin olarak bu tema üzerine çeşitlemelerde
bulunabilir. Tartarin Alp lerde’nin3 son derece eğlenceli
bölümünü hatırlayın: Bompard Tartarin’i (ve dolayısıyla, bir nebze de olsa
seyirciyi) opera salonunun zemin katı gibi İsviçre’nin de makinelerle dolu
olduğuna ve burada
3 Alphonse Daudet, Tartarin sur les Alpes: nouveaux
exploits du heros taras- connais. (ç.n.)
32
Gülme
şelaleler,
buzullar ve suni yarıklar inşa eden bir kumpanya tarafından işletildiğine
inandırır. Aynı tema, çok farklı bir üslupta olmakla birlikte İngiliz mizah
yazarı Jerome K. Jerome’un Roman Notları’nda* da karşımıza çıkar. Hayır
işlerinin çok fazla zaman almamasını isteyen malikâne sahibi bir ihtiyar hanım
sırf hidayete sevk edebilsin diye dinden çıkarılmış kişileri, sırf zaaflarından
arındırabilsin diye içkiye alıştırılmış dürüst insanları vs. malikânesinin
yakınma yerleştirir. Bu temanın uzak bir yankı gibi işitilir hale geldiği,
samimi yahut yapmacık bir safdillikle karışık gülünç sözler de vardır. Örneğin,
gökbilimci Cassini’nin bir ay tutulmasını izlemek üzere davet ettiği fakat geç
kalan hanımefendi şöyle söyler: “Eminim Bay Cassini benim için baştan alırlar.”
Veya Gondinet’nin bir şehri ziyaret eden karakteri, yakınlarda sönmüş bir
yanardağ olduğunu öğrendikten sonra şöyle der: “Hem volkanları var hem de
sönmesine izin veriyorlar!”
Şimdi de
topluma geçelim. Toplum içinde ve toplumla birlikte yaşadığımızdan ona canlı
bir varlık gibi muamele etmekten kendimizi alamayız. Bu yüzden, bize kılık
değiştirmiş bir topluluk veya toplu kostümlü eğlence fikrini telkin eden bir
imge gülünç olacaktır. Gelgeldim yaşayan toplumun sathında atıl kalmış,
basmakalıp veya hazır yapım bir şey gördüğümüz anda bu fikir bizde oluşuverir.
Burada da yine kanlıkla, hayata içkin esneklikle hiç uyuşmayan bir kanlıkla
karşı karşıyayız. Toplumsal hayatın törensel tarafı bu sebeple, ortaya çıkmaya
fırsat kollayan gizli bir gülünçlük barındırır. Bireyin vücudu için giysi
neyse merasimin de toplumsal bünye için aynı şey olduğu söylenebilir: Tüm resmiyetlerini
zihnimizde, geleneğin onlara atfettiği ciddiyetle özdeşleşmelerine
borçludurlar. Fakat hayalgücümüz bu bağı kopardığında onlar da hemen
ciddiyetlerini yitirirler. Herhangi bir merasimin bize gülünç gelmesi için
dikkatimizi onun törensel yönüne odaklamamız, filozofların söylediği
4 Jerome K. Jerome, Novel Notes, (ç.n.)
33
Henri
Bergson
gibi
malzemeyi bir yana bırakıp sadece biçimi düşünmemiz yeterlidir. Bu nokta
üzerinde daha fazla durmanın gereği yok. Bir ödül töreninden mahkeme oturumuna
kadar, tüm kalıplaşmış toplumsal edimlerin ne kadar kolay güldürü malzemesi
haline geldiği herkesin malumudur. Her tür biçim veya formül güldürü unsurunun
içine yerleşebileceği hazır bir çerçevedir.
Yine burada
da, kaynağına yaklaştığında gülünçlük artacaktır. Türev bir fikir olan kılık
değiştirme fikrinden, bunun kaynağı olan fikre, hayata yamanmış mekanizma
fikrine geri gitmemiz gerekiyor Her merasimin katı biçimi bize daha en baştan
bu imgeyi telkin eder Resmî bir törene veya bir merasime konu olan şeyin
ciddiyeti unutulur unutulmaz, iştirakçiler hareketli kuklalar izlenimi
yaratmaya başlar. Harekeden bir formülün hareketsizliğini örnek alır. Otomatizme
dönüşür. Fakat tam bir otomatizm, söz gelimi gerçek bir makine gibi iş gören
memurun otomatizmi veya amansız bir mukadderat, bir doğa yasasıymış gibi
uygulanan idari yönetmeliğin şuursuzluğu olacaktır. Yıllar önce Dieppe yakınlarında
bir vapur batmıştı. Birkaç yolcu sandalla güçbela kurtuldu. Cesaretle imdada
yetişen gümrük memurlan, hemen oracıkta “Bildirecek bir şeyiniz var mı?” diye
sormuş. Buna benzer bir başka söz hatırlıyorum, fakat buradaki fikir çok daha
incelikli: Demiryolunda işlenmiş feci bir cinayetin ardından bakanın bilgisine
başvuran bir vekil şöyle söylüyor: “Katil kurbanı hallettikten sonra treni
ters yönden terk etmiş, böylece idari yönetmelikleri ihlal etmiş olmalı.”
Doğaya
sokulmuş mekaniklik, toplumun otomatik biçimde düzenlenmesi, işte özetle, elde
ettiğimiz iki tür güldürü unsuru. Sonuca ulaşmak adma, bu ikisini birleştirmek
ve nasıl bir netice çıkacağım görmek kalıyor geriye.
Bu ikisinin
birleşiminden doğal olarak çıkacak sonuç beşerî düzenlemelerin doğa yasalarının
yerine geçmesi fikri olacaktır. Geronte’un kalbin solda karaciğerin sağda
olduğuna işaret et-
34
Gülme
mesi üzerine
Sganarelle’in verdiği yanıt hatırlardadır: “Evet eskiden öyleydi fakat tüm
bunları değiştirdik. Artık yepyeni bir yöntemle hekimlik yapıyoruz.”5
Keza M. de Pourceaugnac’a bakan iki doktorun konsültasyonu da anımsanacaktır:
“Yürüttüğünüz muhakeme o kadar âlimane, o kadar zarif ki hastanın
hipokondriyak melankoliye tutulmamış olması imkânsız. Hatta bu hastalığa
tutulmamış bile olsa söylediğiniz şeylerin güzelliği, muhakemenizdeki doğruluk
yüzünden tutulması gerekir”6 Örnekleri çoğaltabiliriz; bunun için
Moliere’in tüm hekimlerini sırasıyla gözden geçirmek yeterli olacaktır Bu örneklerde
güldürü yaratımı ne kadar gelişmiş görünürse görünsün bazen gerçeklik onu
aşmayı başarıyor Feci tartışmacı olan çağdaş bir felsefeciye, kusursuz bir
çıkarımın ürünü olsalar da muhakemelerinin tecrübeyle çeliştiği söylendiğinde,
tartışmaya şu şekilde nokta koyuyor: “Öyleyse tecrübe yanılıyor ” Doğrusu, hayan
idari yönetmeliklere, kitabına göre düzenleme fikri sanıldığından çok daha
yaygındır; kendine göre o da doğaldır fakat biz onu yapay bir kurgulama süreci
sonunda elde ederiz. Bu fikrin kural düşkünlüğünün özünü verdiğini
söyleyebiliriz ki bu da temelde, yapıtın doğaya haddini bildirme çabasıdır
Şu halde,
özetlersek: Tabiri caizse insan vücudunun yapay biçimde makineleşmesi
fikrinden, yapay olanın bir şekilde doğal olanın yerine geçmesi fikrine kadar,
giderek incelikli biçimler alan bir ve aynı güldürü unsuru söz konusudur.
Gittikçe gevşek hale gelen ve düşlerin mantığına daha çok benzeyen bir mantık,
aynı ilişkiyi maddeden giderek soyunan terimler arasında kurar ve onu gitgide
yüksek katmanlara doğru yayar Böylece nihayet, söz gelimi hazır giyim elbisenin
yaşayan bedenle ilişkisi, idari yönetmelik ile bir doğa veya ahlak yasası
arasındaki ilişki haline gelir. Yukarıda bahsettiğimiz üç yönden birini sonuna
kadar takip etmiş olduk. Şimdi İkincisine geçelim ve bizi nereye götürecek
görelim.
5 Moliere, Le Medetin malgre lui, II. Perde, 4. Sahne,
(ç.n.)
6 Moliere, Monsieur de Pourceaugnac, I. Perde, 8. Sahne,
(ç.n.)
35
Henri
Bergson
ii. Canlı
üzerinde kabuk bağlamış gibi duran mekaniklik hâlâ çıkış noktamız olmayı
sürdürüyor. Burada gülünçlük nereden geliyordu? Canlı bedenin makine gibi
katılaşmasından. Dolayısıyla canlı bedeni sanki kusursuz bir esneklikmiş,
sürekli işleyen bir ilkenin daima teyakkuz halindeki faaliyetiymiş gibi gördük.
Oysa bu tür bir faaliyet gerçekte bedene değil ruha ait olabilirdi. Bu tür bir
faaliyet daha üstün bir ilkenin içimizde tutuşturduğu hayat ateşi olacak ve
şeffaf bir perde arkasından görünür gibi bedende fark edilecektir. Yaşayan
bedende sadece zarafeti ve esnekliği gördüğümüzde onda ağır gelen, direnen,
kısaca maddi olan şeyi ihmal ederiz; maddiliğini unutarak sadece canlılığını
düşünürüz ve hayalgücümüz entelektüel ve manevi hayatın ilkesini bu canlılığa
atfeder. Fakat şimdi, dikkatimizi bedenin maddiliğine verdiğimizi düşünelim. Bu
durumda beden, onu canlandıran ilkenin hafifliğini paylaşmak bir yana, gözümüze
ağır ve hantal bir kabuk, terki dünya için sabırsızlanan ruhu yere bağlayan
usanç verici bir yük gibi görünecektir. Hal beyleyken beden ruh için, giysinin
beden için olduğu şeye, yani canlı enerjiye yüklenmiş atıl maddeye dönüşür. Bu
yüklenmeyi, bu üst üste binmeyi belirgin bir biçimde hisseder hale geldiğimiz
anda gülünç izlenim doğar. Özellikle de, bedensel ihtiyaçların musallat
olduğu bir ruh karşısında kapılırız bu izlenime- bir yanda enerjisini
akıllıca kullanan manevi şahsiyet, diğer yanda makine inadıyla araya giren,
sürekli engel çıkartan, sersemce tekdüze bir beden vardır. Bedenin talepleri
ne kadar bayağı oku; tekdüze bir biçimde ne kadar çok tekerrür ederse, gülünç
etki de o kadar kuvvetli olacaktır. Fakat bu sadece bir derece meselesidir ve
bu tür olaylarla ilgili genel yasa şu şekilde ifade edilebilir: Kişinin
manevi özellikleriyle ilgili olmasına karşın dikkatimizi onun fiziki
özelliklerine çeken her vaka gülünçtür.
Söylevinin en
dokunaklı anında burnunu çeken bir hatibe neden gülünür? Cenaze konuşmasından
alınmış, bir
36
Gülme
Alman
filozofun naklettiği “Merhum hem erdemli hem de tombuldu.” sözünde gülünç olan
nedir? Dikkatimizin aniden, ruhtan bedene çevrilmesi olsa gerek. Gündelik
hayattan yığınla benzer örnek bulunabilir. Ama arama zahmetine girmek
istemiyorsanız Labiche’in7 rastgele bir kitabını açın. Bu tür bir
izlenime rastgelme şansımz yüksektir. İşte diş sancısıyla konuşmasının en
güzel yeri sekteye uğrayan bir hatip; sözünün orta yerinde kemerinin
sıkılığından veya ayakkabılarının darlığından vs. şikâyet etmek için
duraksamadan konuşamayan bir başkası. Bedeninden ötürü sıkıntı çeken kişi:
İşte bu örneklerde telkin edilen imge budur. Aşırı şişmanlığın gülünç olmasının
sebebi de benzer bir imgeyi akla getirmesidir şüphesiz. Ve kimi zaman
çekingenliği bir nebze gülünç hale getiren de budur. Çekingen, bazen bedeninden
sıkılmış, etrafında onu bırakacak yer arayan biri izlenimi verir.
Yine bu
yüzden, tragedya yazarları kahramanlarının fiziksel yönüne dikkat çekebilecek
her şeyden özenle sakınırlar. Bedenle ilgili bir düşünce uyanır uyanmaz güldürü
unsuru kapıda demektir Bu sebeple tragedya kahramanlan yemezler, içmezler;
ısınmazlar Hatta mümkün mertebe oturmazlar bile. Tiradın orta yerinde oturmak
bir bedeni olduğunu hatırlamaktır Boş zamanlarında psikologluk eden Napolyon
sırf oturmak sayesinde trajediden güldürüye geçilebildiğini saptamıştı. Baron
Gourgaud’nun Journal inedifsinde (Jena muharebesinden sonra Prusya
kraliçesiyle olan görüşme söz konusudur) Napolyon bakın bunu nasıl anlatıyor:
“Kraliçe beni Chimene gibi, trajik bir havada karşıladı: ‘Adalet! Majesteleri,
adalet! Magdeburg!’ diyordu. Beni pek rahatsız eden bu tonda konuşmayı
sürdürdü. Nihayet durumu değiştirmek için oturmasını rica ettim. Trajik bir
sahneyi kesmek için bundan iyi yol bulunmaz; oturulduğunda iş güldürüye döner”
Şimdi de, bedenin
ruhun önüne geçmesi imgesinin kapsamını genişletelim. Daha genel bir şeye
ulaşıyoruz: Şekil,
7 Eugene Labiche (1815-1888), Fransız oyun yazarı, (ç.n.)
37
Henri
Bergson
esasm önüne geçmek ister, lafız
anlamı kovar. Güldürünün bir mesleği gülünç hale getirirken bizde
uyandırmaya çalıştığı fikir bu değil midir? Güldürülerde avukat, hâkim,
hekim sanki sağlık ve adalet pek önemsiz şeylermiş de, esas mesele
hekimlerin, avukatların, hâkimlerin var olmasıymış ve bu mesleklerle ilgili
formalitelerin hepsine büyük saygı duyulması gerekirmiş gibi konuşturulur
Böylece araç amacın, şekil esasm yerine geçer; bu meslekler halk için değil,
halk bu meslekler içindir artık. Sonu gelmez formalite kaygısı, kuralların
mekanik biçimde uygulanması bir tür mesleki otomatizm yaratır; bu tıpkı bedenin
alışkanlıklar yoluyla ruha dayattığı otomatizme benzer, onun kadar da
gülünçtür. Tiyatro bunun örnekleriyle doludur. Bu tema üzerine yapılan
çeşitlemelere ayrıntısıyla girmeden, tüm sadeliği içinde temayı tanımlayıveren
iki üç metni zikredelim sadece: Diafoirus Hastalık Hastası’nda “Sadece
kitabına uygun şekilde tedavi etmekle yükümlüyüz.”8; Bahis, Sevda
Doktoru’nda, “Kuralları çiğneyip ölmektense kurallara uygun ölmek
evladır.”; Desfonandres yine aynı oyunda “Dünya batsa da, daima formaliteleri
gözetmek gerekir.” der Meslektaşı Tomes de hak verir ona: “Ölü bir adam ölmüş
bir adamdır ama ihmal edilmiş bir formalitenin tüm hekimler camiasına zararı
dokunur.”9 Brid’oison’un sözleri biraz daha farklı ama aynı derecede
önemli bir fikri dillendiriyor: “Şek-kil, diyorum size baylar, şek-kil. Sabah
kıyafeti içinde bir yargıca gülenler, cüppeli bir savcıyı görür görmez titrerler.
Şek-kil, diyorum, şek-kil.”10
Artık burada,
çalışmamız ilerledikçe gitgide daha açık biçimde ortaya çıkan bir yasanın ilk
uygulamasıyla karşı karşı- yayız. Müzisyen çalgısından bir nota çıkardığında,
ilkinden daha hafif ama belirli ilişkilerle ona bağlı, onunla birlikte
8 Moliere, Le
Makide imaginaire, H.Perde, 5.Sahne. (ç.n.)
9 Moliere, L’amour
medecin, II. Perde, 4. ve 5. Sahnelet (ç.n.)
10 Beaumarchais, Le
mariage de Figaro, IH.Perde,14.Sahne (ç.n.)
38
Gülme
titreşen ve
ona eklenen diğer notalar da kendiliğinden dökülür: Bunlar fizikte anıldığı
haliyle ana notanın armonileridir. Güldürü yaratımı da, en uç icatlarına
varıncaya kadar aynı türden bir yasaya riayet ediyor olamaz mı? Örneğin şu ilk
notayı düşünelim: Şekil esasm önüne geçmek ister. Tahlilimiz doğruysa bu ilk
notanın armonisi şöyle olmalıdır: ruha musallat olan beden, ruhun önüne geçen
beden. Dolayısıyla güldürü yazan ilk notayı verir vermez, gayriiradi ve içgüdüsel
biçimde ikinci nota da gelip ona eklenecektir. Başka deyişle yazar bir
mesleki güldürü unsurunu fiziksel güldürü unsurlarıyla çoğaltacaktır.
Yargıç
Brid’oison kekeleyerek sahneye çıktığında tam da kekeleyişiyle, birazdan
gösterisini sunacağı zihin katılaşmasına bizi hazırlamıyor mu? Bu fiziksel
kusur ile bu manevi daralmayı hangi gizli akrabalık birbirine bağlıyor
olabilir? Belki de bu yargılama makinesinin bize aynca konuşan bir makine
olarak gösterilmesi gerekiyordu. Her halükârda, hiçbir armoni ana notayı bundan
iyi bütünleyemezdi.
Sevda
Doktoranda
bize iki gülünç doktoru, Bahis ve Macroton’u takdim eden Moliere, bunlardan
birini tek tek her hecenin üzerine basarak, ağır ağır konuştururken, diğerini
hızlı ve geveleyerek konuşturur M. de Pourceaugnac’m iki avukatı arasında da
aynı tezat vardır. Mesleki güldürü unsurunu bütünlemesi umulan fiziksel
acayiplik genellikle konuşma ritminde bulunur. Ve yazarın bu tür bir kusuru
özellikle belirtmediği hallerde, aktörün bunu içgüdüsel olarak uydurmadığı
nadirdir.
Demek ki
birbirine yaklaştırdığımız bu iki imge, bazı şekiller içinde donuklaşan zihin
ile bazı kusurlar içinde katılaşan beden arasında, doğal ve doğal olarak da
fark edilen bir akrabalık mevcuttur pekâlâ. Dikkatimiz ister esastan şekle
ister maneviyattan fiziğe çevrilsin, iki durumda da hayalgü- cümüze aktarılan
aynı izlenimdir. İki durumda da gülünçlük aynı türdendin Burada da yine,
hayalgücünün hareketinin
39
Henri
Bergson
doğal
istikametini sadakatle izlemeyi amaçladık. Bu istikamet, hatırlanacağı üzere
merkezi imgeden sonra karşımıza çıkan ikinci yöndü. Üçüncü ve sonuncu yol
önümüzde uzanıyor. Şimdi tutacağımız yol da o.
iii. Son bir
kere daha merkezi imgemize, yani canlı üzerinde kabuk bağlamış gibi duran
mekanikliğe geri dönelim. Burada söz konusu olan canlı varlık bir insan, bir
şahıstı. Güldüren şey de, bu açıdan bakıldığında şahsın bir anlığına da olsa
şeye dönüşmesiydi. Böylece belirgin makine fikrinden daha belirsiz olan,
“genel olarak şey” fikrine geçiyoruz. Bir dizi yeni gülünç imgeyle
karşılaşacağız ki bunlar, tabiri caizse daha önceki imgelerin hatlarının
yumuşatılmasıyla elde edilecek ve bizi şu yeni yasaya götürecek: Ne zaman
bir şahıs bize eşya izlenimi verecek olsa güleriz.
Yatak
örtüsüne sarmalanmış, top gibi havaya dikilen Sancho Panza; gülle olup hava
yoluyla seyahat eden Baron Munchhausen güldürür bizi. Fakat sirk palyaçolarının
bazı numaraları aynı yasanın daha kesin teyidini sunabilir. Palyaçoların ana
temaya girizgâh niteliğindeki şakalarını kenara bırakıp, temanın kendisini,
yani tavırlar, sıçrayışlar, hareketler gibi sanatlarında tam manasıyla
“palyaçoya özgü” olan unsuru dikkate almalıyız. Sadece iki vesileyle bu tür bir
güldürüyü katıksız halde gözlemleme imkânı buldum ve bu ikisinde de aynı
izlenimi edindim. İlk defasmda, palyaçolar düzenli olarak hızlanan bir ritimde
gidip geliyor, çarpışıyor, düşüyor ve sıçrayarak yeniden kalkıyorlardı; fark
edüir biçimde, bir kreşendo etkisi yaratmaya çalışıyorlardı. Ve seyircilerin
dikkati giderek bu sıçrayışlarda toplamyordu. Yavaş yavaş etten ve kemikten,
gerçek insanların sahnede olduğu izlenimi yok olmaya başladı. Çarpışıp yığılan
bir sürü paket akla geliyordu. Derken görüntü belirginleşti. Şekiller yuvarlaklaşmaya,
bedenler dürülmeye ve toparlaklaşıp bilyelere benzemeye başladı. Nihayet tüm
sahnenin, kuşkusuz bilinçsizce oluşturmaya çalıştığı imge tezahür etti: her
bir taraftan
40
Gülme
birbirine
doğru fırlatılmış büyük kauçuk toplar. Gördüğüm ikinci sahne, ilkinden daha
kaba ama onun kadar öğretici: Kocaman kafalı, dazlak iki adam sahneye çıktılar.
Ellerinde kocaman sopalar vardı ve sopaları sırayla birbirlerinin kafasına
indiriyorlardı. Yine burada da merhaleli bir artış gözetiliyordu. Aldıkları
her darbeyle bedenler ağırlaşıp donuyor, gittikçe artan bir katılaşmaya boyun
eğmiş görünüyorlardı. Karşı darbe giderek gecikiyor fakat daha okkalı ve
gürültülü hale geliyordu. Çıt çıkmayan salonda kafalardan çıkan ses müthişti.
Sonunda katı ve atıl, bir ok kadar dik iki beden birbirlerine doğru eğildi,
meşe kirişler üzerine inen devasa tokmakların gümbürtüsü eşliğinde sopalar son
bir kez kafalara indi ve ikisi de yere serildi. O anda, iki sanatçının
izleyenlerin hayalinde tedricen şekillendirdikleri imge tüm netliğiyle ortaya
çıktı: “İki kütük kuklaya dönüşecektik, işte olduk.”
Müphem bir
içgüdünün eğitimsiz kafalara psikoloji biliminin incelildi sonuçlarım nasıl
sezdirebildiği bu örneklerde görülüyor. Hipnoz altındaki deneğe basit
telkinlerle halüsi- nasyon gördürülebildiği malumdur. Bir kuşun eline konduğu
söylendiğinde, kuşu görecek ve hatta kuşun uçuşunu da izleyecektir. Ancak
telkin edilen fikir her zaman böyle bir uysallıkla kabul edilmez. Bazen
hipnozcu, fikri ancak yavaş yavaş, tedrici imalarla yerleştirmeyi başarabilir.
Bu durumda hipnozcu deneğin gerçekten de algıladığı nesnelerle başlayarak bu
algıyı giderek bulandırmaya çalışacak ve adım adım, sanrısını yaratmak istediği
şeyin belirgin biçimini bu bulanıklıktan çıkartacaktır Uykuya dalmak üzere olan
pek çok kişinin başma benzer bir şey gelir: Görüş sahasını işgal eden renkli,
akışkan, şekilsiz yığınlar görürler ve bunlar yavaş yavaş belirgin nesneler
halinde somutlaşırlar. Belirsizlikten belirliliğe doğru bu aşamalı geçiş demek
ki en âlâ telkin yöntemidir Pek çok güldürü fikrinin kökeninde, özellikle de
kişinin şeye dönüşmesinin gözlerimiz önünde cereyan ettiği kaba güldürü
biçimlerinde bu yöntemin bulunabileceğim
41
Henri
Bergson
sanıyorum.
Ancak daha incelikli, örneğin şairler tarafından kullanılan yöntemler de vardır
ve belki de bunlar bilinçsiz de olsa aynı amaca yönelmişlerdir. Bazı ritim,
kafiye ve telaffuz benzerliği düzenlemeleriyle hayalgücünü yatıştırmak,
ahenkler arasında gezdirerek düzenli bir salınıma sokmak ve böylece onu
istenilen telkini almaya hazır hale getirmek mümkündür. Regnard’ın şu
dizelerini dinleyin ve bakın bakalım hayal dünyanızda bir bebek imgesi
bir anlığına da olsa belirip kaybolmuyor mu?
...
Üstelik, borçlu pek çok kişiye, iki bin lira ve bir kuruş Hiç aksatmadan tam
bir sene
Üstelik bir tek şeref sözü üzerine
Yedirildi, içirildi, giydirildi, kaldırıldı, konduruldu,
Isıtıldı, götürüldü, getirildi, tıraş edildi diye.11
Figaro’nun şu
kuplesinde de bu tür bir şeye rastlarız: (Gerçi burada telkin edilmeye
çalışılan imge herhalde eşyadan ziyade hayvan imgesidir.)
- Nasıl bir adam bu?
- Bir
yakışıklı ki toplu, kısa boylu, delikanlı ihtiyar, demir kırı, hilekâr, matruş
ve bıkmış, gözcü ve de gizci, aynı anda hem gürülder hem de inilder.12
Bu çok kaba
sahneler ile çok ince telkinler arasında sayısız gülünç etkiye yer vardır
-şahıslar hakkında sanki basit birer eşyaymış gibi konuşarak elde edilenler de
dâhil. Bunun pek çok örneğine rastladığımız Labich’in oyunlarından bir
ıı
“ ... Plus, il doit a maints particuliers / La sönme de dix mil une livre
une oboleJPour l’avoir sans relâche un an sur sa parole / Habille, voiture,
chauffe, chausse, gante, /Alimente, rase, desaltere, porte. ” Jean-François
Regnard, Le Joueur, Ul.Perde, 4.Sahne. (ç.n.)
12 Beaumarchais,
Le Barbier de Seville ou La Precaution inutile. I.Perde, 4.Sahne. (ç.n.)
42
Gülme
iki örnek seçelim.
Mösyö Perrichon trene binerken kolilerinin hepsini yanma aldığından emin olmak
ister: “Dört, beş, altı, karım yedi, kızım sekiz, ben dokuz.”13 Bir
başka oyunda bir baba kızının bilmişliğini şöyle över: “Size Fransa’da ortaya
çıkmış tüm kralları duraksamadan sayabilir.”14 Ortaya çıkmak
sözü, her ne kadar kralları eşyaya dönüştürmese de, onları gayrişahsi olaylarla
bir tutan bir ifadedir.
Bu son
örnekle ilgili şunu not edelim ki gülünç etkinin ortaya çıkması için şahıs ile
şey arasında tam bir özdeşlik kurulması şart değildir. Bu yola girilmesi, söz
gelimi şahıs ile üstlendiği işin birbirine karıştırıldığı hissinin verilmesi
yeterli ‘ olur. About’nun bir romanında belediye reisinin söylediklerini
nakledeceğim: “1847’den beri birkaç kez değişmekle birlikte bize hep aynı
teveccühü gösteren vali...”
Bu nükteli
sözlerin hepsi aynı kalıptan çıkmıştır. Artık kalıbın formülü elimizde olduğuna
göre bunları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Ancak hikâye anlatıcıhğı ve
oyun yazarlığı sanatı nükteli sözler icat etmekten ibaret değildir. Zorluk, bir
nükteye telkin gücünü sağlamak, yani onu kabul edilebilir, makbul hale
getirmektir Ve bir nükte ancak belirli bir ruh halinin doğal sonucu gibi
görünüyorsa veya duruma ve vaziyete uygunsa bizim için makbul olabilir Nitekim
Mösyö Perrichon’un ilk defa tren yolculuğu yapacağı için son derece heyecanlı
olduğunu biliriz. “Ortaya çıkmak” ifadesi derslerini babasıyla birlikte tekrar
ederken pek çok defa kızın ağzından dökülmüş ifadelerden biri olsa gerektir;
bize bunun bir tekrar olduğu izlenimini verir. Ve son örnekte, idari
mekanizmayı takdir, icabında bizi, vah isimleri değişmekle birlikte valinin
değişmediğine ve idarenin idarecilerden bağımsız olarak işlediğine inandırmaya
varır.
Böylece
gülmenin asli sebebinden epey uzağa sürüklenmiş oluyoruz. Kendi başına
açıklanamayan gülünç bir biçim
13 Labiche, Le Voyage de Monsieur Perrichon, I.Perde,
2.Sahne. (ç.n.)
14 Labiche, La Station Champbaudet, II. Perde, 4.Sahne.
(ç.n.)
43
Henri
Bergson
ancak bir
başkasıyla benzerliği üzerinden anlaşılır hale gelir ki bu da bir üçüncüyle
benzerliği dolayısıyla bizi güldüren bir biçimdir... Ve bu böylece uzayıp
gider. Öyle ki ne kadar aydınlatıcı ve etkili de olsa psikolojik tahlil, gülünç
izlenimlerin bir serinin bir ucundan diğer seriye geçerken katettiği güzergâhı
izlemediği takdirde yolunu şaşıracaktır. Gülünç izlenimler arasındaki bu aşamah
süreklilik nereden geliyor? Gülünçlüğü bir imgeden diğerine, kaynak noktadan
giderek uzaklaşmaya ve sonsuz bir biçimde uzak olan analojilerde parçalanıp
kaybolmaya kadar sürükleyen bu tuhaf itim, bu itici güç nereden geliyor? Peki
ya bir ağacın kollarım dallara, köklerini kökçüklere bölen o kuvvet? Amansız
bir yasa tüm canlı enerjiyi kendisine verilen kısa süre içinde mümkün olduğunca
geniş bir alanı kaplamaya mahkûm etmiştir. Güldürü yaratanı da pekâlâ canlı
bir enerjidir; toplum denilen toprağın taşlı bölgelerinde inatla büyüyen ve en
rafine sanat eserleriyle aşık atmak için kültürden onay bekleyen nadide bir
çiçektir. Gözden geçirdiğimiz güldürü örneklerinde, yüksek sanatın çok çok
uzağında dolaştık şüphesiz. Ancak bir sonraki bölümde, tam erişemeyecek olsak
bile yüksek sanata daha çok yaklaşacağız. Sanatın alt katmanında zanaat
vardır. Şimdi inceleyeceğimiz de doğa ile sanata eşit mesafedeki bu zanaatlar
alanı olacak. Güldürü yazarım ve esprili kişiyi ele alacağız.
44
İKİNCİ
BÖLÜM
Durum
Güldürüsü ve Söz Güldürüsü
Biçimler,
tavırlar ve genel olarak hareketlerdeki gülünçlüğü inceledik. Şimdi de
durumlarda ve eylemlerdeki gülünçlüğü araştırmamız gerekiyor. Bu tarz
güldürüye gündelik hayatta çok kolay rastlandığı doğrudur. Fakat belki de
tahlile en uygun olduğu yer gündelik hayat değildir. Tiyatronun hayatın
sadeleştirilmiş ve abartılmış hali olduğundan harekede, güldürülerin konumuzla
ilgili bu özel hususta bize gerçek hayattan daha faydalı bilgiler vermesini
bekleyebiliriz. Hatta belki de, sadeleştirmeyi daha da ileri taşıyıp en eski
hatıralarımıza kadar gitmemiz, yetişkin inşam güldüren düzenlemelerin ilk
taslağım çocukluk oyunlarında bulmamız gerekiyor. Haz ve acıya dair
duygularımızdan, sanki her birinin kendi has bir hikâyesi yokmuş,
doğduğumuzdan beri hiç değişmemişler gibi bahsederiz çoğu zaman. Ve sıklıkla
özellikle de memnuniyet verici duygularımızın çoğunda çocukça olan şeyleri
fark edemeyiz. Gelgelelim yakından gözlersek, bugünkü bazlarımızın nicesinin
geçmiş hazların hatıraları olduğunu görürüz! Sadece o anda hissettiklerimize
indirgendiğinde, hatırlamaların kattıklarından soyulduğunda çoğu duygumuzdan
geriye ne kadar az şey kalırdı! Hatta belki de, belli bir yaştan soma yeni ve
taze sevinçlere sağır hale geliyoruz ve yetişkin insanın en tatlı zevkleri,
belki de çocukluktaki duyumsayışlarm yeniden uyanışmdan, gittikçe uzaklaşan
bir geçmişin gitgide cılızlaşan esintilerle taşıyıp getirdiği hafif
47
Henri
Bergson
bir meltemden
ibaret kalıyor; kimbilir? Bu çok genel soruya nasıl cevap verilirse verilsin
kesin olan bir şey var: Oyundan çocuğun aldığı zevk ile yetişkinin aldığı zevk
arasında bir kopukluk olamaz. Öte yandan güldürü de bir oyun, hayatı taklit
eden bir oyundur. Ve çocukluk oyunlarında, bebekler ve kuklalar iplerle hareket
ettirildiğine göre, kullanılmaktan eprimiş de olsalar aynı ipleri, bir
güldürüde çeşitli durumları birbirine bağlayan düğümlerde keşfetmemiz gerekmez
mi? Öyleyse bir çocuğun oyunlarından başlayalım. Büyüdükçe çocuğun, belli
belirsiz bir süreç içinde nasıl kuklalarım da büyüttüğünü, onlara can verdiğini
ve onları, hem kukla hem insan oldukları o nihai muğlaklık durumuna nasıl
taşıdığım izleyelim. Böylece güldürü karakterlerine ulaşabileceğiz ve önceki
tahlillerimizin ipuçlarının verdiği yasayı onlar üzerinde tecrübe
edebileceğiz. Gülünç durumları genel olarak tanımlamamızı sağlayacak bu yasa
şöyledir: Fiil ve olayların, bizde aynı anda hem canlılık vehmi hem de
belirgin bir mekanik düzenek izlenimi yaratacak şekilde her düzenlenişi
gülünçtür.
i. Kutudaki
palyaço - Kutusundan çıkan palyaçoyla küçükken hepimiz oynamışızdır. Kutuya
yatırın, geri fırlar; daha sıkı bastırın, daha yükseğe sıçrar; kapağına
bastırıp iyice ezin, daha büyük kuvvetle fırlayıp çıkar. Bu oyuncak ne kadar
eskidir bilmiyorum ama yarattığı eğlence zamanlar üstüdür. İki inat arasındaki
çekişmenin oyunudur bu; tamamen mekanik olan bir inat, nihayet yerini insanı eğlendiren
bir diğer inada bırakır. Fareyle oynayan kedinin eğlencesine benzer: Kedi de
ara sıra farenin bir yay gibi fırlamasına izin verdikten sonra, yarı yolda bir
pençe darbesiyle durdurur onu.
Şimdi
tiyatroya geçelim ve Guignol karakteriyle1 başlayalım. Komiser
sahnede boy gösterir göstermez, beklenece-
1 1808’de Lyon’da
Laurent Mourguet tarafından yaratılmış bir kukla oyunu
karakteri, (ç.n.)
48
Gülme
ği üzere, bir
sopa darbesiyle tepelenir. Doğrulur doğrulmaz ikinci bir darbeyle yine yere serilin
Sonra tekrar, aynı harekete aynı ceza kesilir. Gerilip gevşeyen bir zembereğin
tekdüze ritmiyle komiser bir kalkıp bir düşerken seyircilerin gülüşü de
şiddetlenir.
Şimdi de
manevi bir zemberek hayal edelim: Bir fikir ki dile gelir gelmez bastırılıyor,
sonra yeniden ifade ediliyor; ağızdan dökülüveren bir dizi sözcük, önce
tutuluyor ama arkası gelmeye devam ediyor. Bir kere daha bir inatçı kuvvet ve
onunla mücadele halinde bir ayak direyiş imgesiyle karşı karşıyayız. Fakat bu
defa imge maddi boyuttan yoksundur. Artık izlediğimiz Guignol değil gerçek bir
güldürüdür
Pek çok
gülünç sahne aslında bu basit modelle ilişkilen- dirilebilir. Sözgelimi, Zoraki
Evlilik’te Sganarelle ve Pancra- ce arasında geçen sahnedeki tüm gülünçlük,
filozofun kendisini dinlemesini sağlamaya çalışan Sganarelle ile otomatik
biçimde işleyen gerçek bir konuşma makinesi olan filozofun ona ayak diremesi
arasındaki gerilimden kaynaklanır2. Sahne devam ettikçe kutudaki
palyaço imgesi daha da belirgin hale gelir; öyle ki sahnenin sonunda bizzat
karakterler de aynı harekete ayak uydururlar: Sganarelle her boy gösterdiğinde
Pancrace’ı kulise iter; Pancrace ise her defasmda söylevini sürdürmek üzere
sahneye geri döner Sganarelle tam Pancrace’ı püskürtüp eve (kutuya desek
yeriydi) tıkmayı başarmışken, bir pencere açılır ve Pancrace’ın kafası, sanki
bir kapaktan fırlamış gibi yeniden belirir.
Aynı sahne
oyunu Hastalık Hastasında da karşımıza çıkar Hakarete uğramış hekimlik
sanatı Mösyö Purgon’un ağzından, tüm hastalık tehditlerini Argan’m üzerine
yağdırır Ve Argan, Purgon’u susturmak için koltuğundan her doğ- rulduğunda
Purgon’un sanki sahne gerisinden çekiliyormuş gibi bir anlığına ortadan
kaybolduğunu ve ardından gerilmiş bir zemberek gibi yeni bir felaketi haberi
vermek üzere tek-
2 Moliere, Le Mariage force I.Perde, 4. Sahne, (ç.n.)
49
Henri
Bergson
rar sahneye
girdiğini görürüz. Argan’ın sürekli tekrarladığı “Mösyö Purgon!” nidası bu
küçük sahnenin ritmini belirler.3
Gerilen,
boşalan ve tekrar gerilen zemberek imgesini biraz daha yakından inceleyelim.
Özünü bulup çıkartalım dersek, klasik komedyanm mutat yöntemlerinden birine, tekrara
ulaşırız.
Tiyatroda,
bir sözün tekrarındaki gülünçlük nereden kaynaklanır? Bu basit soruya tatmin
edici yamt verebilecek bir güldürü kuramı aransa da bulunmaz. İnsanları eğlendiren
bir sözün izahını, telkin ettiklerinden yalıtarak, sözün kendisinde bulmaya
çalıştığımız sürece bu sorun da çözümsüz kalacaktır. Gülme kuramlarının takip
ettiği mutat yöntemin yetersizliği en çok bu noktada barizdir. Fakat gerçek şu
ki, daha sonra döneceğimiz çok özel durumlar hariç olmak üzere, bir sözün
tekrarı kendi başına gülünç değildir. Tekrarlara gülmemizin sebebi, manevi
öğelerden kurulu özel bir oyunu sergilemeleri, tümüyle somut bir oyunun bizzat
sembolü olmalarıdır: Fareyle oynayan kedinin veya palyaçoyu kutusuna tekrar
tekrar geri sokan çocuğun oyunu gibi maddi ama aynı zamanda incelmiş, maneviyat
kazanmış, duygular ve fikirler alanına taşınmış bir oyun... Tiyatrodaki söz
tekrarlarının yarattığı belli başlı gülünç etkileri tanımladığını düşündüğümüz
yasayı ifade edelim: Gülünç söz tekrarlarında genel olarak şu iki öğe
mevcuttur: Bir zemberek gibi boşalan baskılanmış bir duygu ve bu duyguyu tekrar
baskılamaktan keyif alan bir fikir.
Dorine
karısının hastalığından Orgon’a bahsettiği sıra, berikinin Tartuffe’ün sağlık
durumunu öğrenmek için sürekli “Ya Tartuffe?” diyerek sözü kesmesi çok açık
bir biçimde boşalan bir yay hissi verir bize. Dorine de her seferinde
Elmire’in hastalığını anlatarak bu yayı geri itmekten keyif alır.4
Scapin ihtiyar Geronte’a oğlunun meşhur gemide ha-
3 Moliere, Le Malade imagirurire, lü.Perde, 5.Sahne.
(ç.n.)
4 Moliere, Le Tartuffe ou l’imposteur, I.Perde,
4.Sahne. (ç.n.)
50
Gülme
pis
tutulduğunu ve geciktirmeden fidye ödenmesi gerektiğini haber verdiğinde, tıpkı
Dorine’in Orgon’un karasevdasıyla eğlenmesi gibi, Scapin de Geronte’un
cimriliğiyle eğlenmektedir. Bir nebze de olsa baskılanan cimrilik otomatik
biçimde yeniden sökün eder ve Moliere’in bir cümlenin mekanik tekrarıyla
vurgulamak istediği de bu otomatizmdir: Elden çıkacak para karşısında duyulan
esefin ifade bulduğu “Ne halt etmeye gittiyse o gemiye?” cümlesidir bu.5
Valere’in Harpagon’a, kızını sevmediği bir adamla evlendirirse ne kadar yanlış
yapacağını anlatmaya çalıştığı sahnede de aynı şey gözlemlenebilir. Harpagon’un
cimriliği “Çeyiz de istenmiyor.” sözüyle mütemadiyen araya girer.6
Otomatik biçimde yinelenen bu sözde, fikri sabitle harekete geçmiş bir tekrar
makinesi izlenimi alıyoruz.
Gerçi, bazen
bu mekanizma daha güç fark ediliyor Ve bu noktada, güldürü kuramıyla ilgili
yeni bir güçlükle karşı karşıya kalıyoruz. Kimi zaman bir sahnenin tüm önemi,
bir karakterin iki rolü birden oynamasında, muhatabının ise âdeta bir prizma
gibi bu ikileşmeyi mümkün kılmasında yatar. Bu durumda, yaratılan etkinin
sırrım gördüklerimizde ve duyduklarımızda, yani kişiler arasında oynanan dış
mizansende arayacak olursak hataya düşeriz; asıl bakmamız gereken yer, kişinin
içinde oynanan güldürüdür ve mizansen sadece bunun dışa yansıyan kınlımıdır.
Söz gelimi kendisine mısralarını kötü bulup bulmadığını soran Oronte’a,
Alceste’in inatla “Onu demiyorum.” diye karşılık verdiği sahnedeki tekrarlar
gülünçtür fakat Oronte’un burada, yukarıda tasvir ettiğimiz oyuna başvurarak
Alceste’le eğlenmediği de aşikârdır.7 Ancak dikkat edelim, zira
burada Alceste’in içinde gerçekte iki kişi vardır: Bir yanda her şeyi dobra
dobra söylemeye yemin etmiş bir “insan kaçkını”; diğer yanda, nezaket ku-
5 Moliere, Les Fourberies de Scapin ILPerde, 7.Sahne.
(ç.n.)
6 Moliere, L’avare, LPerde, 5.Sahne. (ç.n.)
7 Moliere, Le Misanstrophe, I.Perde, 2.Sahne. (ç.n.)
51
Henri
Bergson
rallarından
bir çırpıda sıyrılamayan bir beyefendi veya belki sadece, iş uygulamaya gelip
başkasının gururunu kırmak, duygularını incitmek söz konusu olduğunda geri adım
atan namuslu bir adam vardır. Dolayısıyla asıl sahne Alceste ile Oronte
arasında değil Alceste ile yine Alceste arasmda geçer. Bu iki Alceste’in birisi
hakikati haykırmak isterken diğeri tam ağzmdan baklayı çıkartacakken onu
durdurmaktadır. “Onu demiyorum!”ların her biri ortaya çıkmak için uğraşıp
çırpman bir şeylerin artan bir çabayla gemlenişini dışavurur. Bu yüzden “Onu
demiyorum!”ların tonu da giderek şiddetlenir: Alceste gitgide daha çok
-zannettiği gibi Oronte’a değil fakat kendi kendine- sinirlenmektedir. Ve
böylece zemberekteki gerilim sürekli tazelenir; sürekli şiddetlenir ve nihayet
tümüyle boşalır. Demek ki burada da aynı tekrar mekanizması söz konusudur
Bundan böyle
gerçekten düşünmediği şeyleri asla söylememeye karar veren, hatta “tüm insan
türüne açıktan meydan okuyan” birinin ille de gülünç olması gerekmez; bu sadece
hem hayata dair hem de en âlâsından bir tavırdır Bir başkası, ister yumuşak
huyluluktan, ister bencillikten, ister hor görme yüzünden olsun insanlara
sadece hoşlarına gidecek şeyleri söylemeyi tercih ediyorsa, bu da yine hayata
dair bir başka tavırdır; bunda da bizi güldürecek bir taraf yoktur Hatta bu
ikisini aynı insanda bir araya getirin; kırıcı bir dü- rüsdük ile yanıltıcı bir
nezaket arasmda bocalayan bir karakter çıkartın ortaya: Bu iki karşıt duygu
arasındaki çekişme de henüz gülünç olmayacaktır. Tersine, bu iki duygu
karşıtlıkları içinde birbirini tamamladıkları, birlikte gelişebildikleri,
karmaşık bir ruh hali yaratabildikleri ve nihayet bize hayatın çetrefilliği
izlenimini açık ve belirgin biçimde verebilen bir modus vivendi haline
geldikleri ölçüde bu çekişme bize gülünç değil ciddi görünecektir. Ama bu iki
duyguyu değişmez, esneklikten yoksun ve katı biçimde, gerçekten yaşayan
bir insanda hayal edin; bu insanı ikisi arasmda bocalatın; bu bocalamanın
gündelik, basit, çocukça bir alışkanlığın o bil-
52
Gülme
dik biçimini
almış düpedüz mekanik bir bocalama olmasına özellikle dikkat edin: Bu durumda
gülünç nesnelerde şimdiye kadar bulduğumuz imgeye, canlı içindeki mekaniğe,
yani gülünce ulaşırsınız.
İlk imgemiz
kutudaki palyaço imgesi üzerinde yeterince durduk ve güldürü yaratımının maddi
bir mekanizmayı manevi bir mekanizmaya adım adım nasıl dönüştürdüğünü anlattık.
Şimdi birkaç oyunu daha ele alacak, ancak bu defa kendimizi oyunların genel
özellikleriyle sınırlandıracağız.
ii. İpli
kukla - Güldürülerde nice sahne vardır ki karakterlerden biri, kendi özgür
iradesiyle konuşup davrandığım ve dolayısıyla önemli şeylerin kontrolü altında
olduğunu sanır fakat bir başka açıdan bakıldığında onunla eğlenen bir başkasının
elindeki basit bir kukla gibi görünür. Bir çocuğun iple oynattığı kukla ile
Scapin tarafından oynatılan Geronte ve Argante arasındaki fark o kadar da büyük
değildir. Scapin’in ağzından duyalım: “Mekanizma kurulu, hazır.” veya “Kader
düşürüyor ağlarıma onları.”8 vs. Hiç değilse hayal düzeyinde,
kandırılan olmaktansa kandıran olmak tercih edildiğinden ve doğal bir dürtünün
de etkisiyle, seyirci düzenbazların yanında yer alır. Bir defa onlardan taraf
olunca, artık arkadaşının verdiği bebeği iade etmeyen çocuk gibi, iplerini
elinde tuttuğu kuklayı kendisi, dilediğince sahnede dolaştırır. Fakat bu son
koşulu sağlaması zorunlu değildir. Mekanik bir düzeneğin söz konusu olduğuna
dair belirgin izlenimi muhafaza edebildiğimiz sürece olan bitenlere kayıtsız
kalabiliriz. Karakterlerden biri, her ikisi de kendini cezbeden iki zıt karar
arasında gidip gidip geliyorsa olan budur. Panurge’nin, evlenmesi gerekip
gerekmediğini Pierre ve Paul’e sorması gibi.9 Bu durumda güldürü
yazarının iki zıt kararı kişileştirmeye özen gösterdiğine dikkat edelim.
Seyirciler ipleri tutmuyorsa hiç değilse aktörlerin bunu yapması gerekir.
8 Moliere, Les
Fourberies de Scapin, I.Perde, 5. ve 6. Sahnelen (ç.n.)
9 E Rabelais, Le Tiers Livre des faits et dicts herdiques du
bon Pantagruel (ç.n.)
53
Henri
Bergson
Hayatın tüm
ciddiyeti özgürlüğümüzden gelir. Beslediğimiz hisler, büyüttüğümüz tutkular;
düşünüp tarttığımız, yapmaya karar verdiğimiz ve icra ettiğimiz işler;
kısacası bizden kaynaklanan ve bize ait olanlar: İşte hayata genelde ciddi bazen
de dramatik bir boyut kazandıran şeyler bunlardır. Tüm bunları güldürüye
çevirmek için ne gerekir? Görünürdeki özgürlüğün ardında, iplerle oynanan bir
oyunun gizlendiğini ve şairin dediği gibi hepimizin “ipleri mukadderatın
elinde/ basit kuklalar” olduğumuzu tasavvur etmek yeterlidir.
Şu halde
hayalgücünün bu basit imgeyi öne çıkartarak gülünç hale getiremeyeceği hiçbir
gerçek, ciddi ve hatta dramatik sahne yoktur. Bundan daha geniş bir sahayı
kullanabilecek bir oyun da yoktur.
iii. Kartopu
- Güldürü yöntemlerini ele aldığımız bu araştırmada ilerledikçe çocukluk
hatıralarının oynadığı rolü daha iyi kavrıyoruz. Bu hatıralar belki de belli
bir oyundan ziyade, oyunun bir uygulamasını teşkil ettiği mekanik düzeneğin
hatırlanmasıyla ilgilidir. Tıpkı çeşitli müzikal çeşitlemelerde aynı opera
melodisine rastlanması gibi çok farklı oyunlarda da aynı genel düzeneğe
rastlanabilin Burada önemli olan, zihin tarafından ahkonan şeydin fark edilmeyecek
kadar küçük merhalelerle çocuk oyunundan yetişkin oyununa geçen şey, bileşimin şeması
veya diğer bir deyişle oyunların özel uygulaması oldukları soyut formüldür. Yuvarlanan,
yuvarlandıkça da büyüyen kartopu örneği bunlardan biridir. Birbiri ardına
dizilmiş oyuncak askerleri de düşünebiliriz: İlkini devirdiğinizde, İkincisinin
üzerine düşecek, o da üçüncüyü devirecek ve hepsi yere serilinceye kadar
vaziyet iflah olmayacaktır Veya iskambil kartlarından bin- bir ihtimamla
yapılmış bir şatoyu düşünelim: Dokunduğunuz ilk kart tereddütle sallanacak,
sendeleyen komşusu biraz daha çabuk davranacak, yol boyunca hızlanan yıkım
işlemi nihai felakete doğru doludizgin ilerleyecektir. Bu örnekler
birbirlerinden oldukça farklıdır fakat deyim yerindeyse aynı
54
Gülme
soyut imgeyi,
kendi kendine katlanarak artan bir etki imgesini ilham ederler; öyle ki başlangıçta
pek önemsiz olan sebep ciddi, ciddi olduğu kadar da beklenmedik bir neticeye
zorunlu bir gidişat içinde varır.
Şimdi de
çocuklar için hazırlanmış bir resimli kitabı açalım: Bahsettiğimiz bu düzeneğin
daha şimdiden gülünç bir sahneye yol açtığım göreceğiz. İşte örneğin -rastgele
bir “Epinal serisi”ni10 seçiyorum -salona hızla dalan konuk bir
kadına çarpıyor; kadın elindeki çay fincanım ihtiyar adamın üzerine döküyor;
adam kaçayım derken cama tosluyor; cam caddeye, bir polis memurunun başına
düşüyor; o da tüm polis teşkilatım alarma geçiriyor vs. Yetişkinlere yönelik
pek çok çizimde de aynı düzeneğe rastlanabilir. Karikatüristlerin çizdiği
“sözsüz hikâyeler”de bir yerden diğerine taşman nesneler ve o nesnelerle yakın
ilgisi bulunan insanlara çok sık rasdanır; bir dizi sahne sonrasında nesnenin
yer değiştirmesi mekanik bir şekilde ve giderek artan bir vahametle insanların
durumlarının değişmesine yol açar.
Şimdi de
güldürüye geçelim. Ne matrak sahneler, hatta ne güldürüler bu örnek kalıpla
ilişkilendirilebilir. Chicaneau’nun Davacılardaki hikâyesini okumak
yeter: Dava içinde davalar söz konusudur bu oyunda ve mekanizma giderek daha
hızlı işler (Racine bizde bu artan hızlanma hissini hukuk tabirlerini yan yana
sıralayarak yaratıyordu11), ta ki bir saman balyası için açtığı dava
davacının servetinin büyük kısmım silip süpürünceye kadar. Don Quijote’nin kimi
sahnelerinde, örneğin han sahnesinde de aynı düzenekle karşılaşırız:
Koşulların sıradışı şekilde yan yana gelmesi sonucu katır sürücüsü Sancho’ya
vurur; o da Maritome’a saldırır ve hancı da Maritome’un üzerine çullanır12
vs. Son olarak çağdaş vodvillere bakalım. Aynı düzenlemenin or-
10 1796’da Jean-Charles
Pellerin’in kurduğu Imagerie d’fepmal tarafından basılan çizgi roman ve resimli
hikâye kitapları serisi, (ç.n.)
11 Racine, Les Plaideurs, I.Perde, 7.Sahne (ç.n.)
12 Bkz. a.g.e., I. Kısım, lö.Bölüm. (ç.n.)
55
Henri
Bergson
taya çıktığı
tüm biçimleri hatırlatmaya gerek var mı? Çok sık kullanılan bir tanesi: Bir
eşya (bir mektup örneğin) bazı kişiler için son derece önemli hale gelir ve ne
pahasma olursa olsun bulunması gerekir. Tam ele geçirildiği sanıldığında
kaçırılan bu eşya bütün oyun boyunca oradan oraya sürüklenerek yolu üzerinde
vahameti giderek artan, giderek daha umulmadık olaylara yol açar. Tüm bunlar
ilk anda sanıldığından da çok çocuk oyununa benzer. Söz konusu olan bir kez
daha kartopu etkisidir.
Mekanik bir
düzenlemenin özelliği genel olarak geri çevrilebilir olmasıdır. Tahta
sopaları nişanlayarak top fırlatan çocuk, topun yolu üzerindeki şeyleri
yıkarak ve ortalığı dağıtarak ilerleyişini görmekten hoşlanır; hatta top dönüp
dolaştıktan ve türlü yerlere uğradıktan sonra başlangıç noktasına dönerse daha
da çok güler. Başka bir deyişle, az önce tasvir ettiğimiz mekanizma doğrusal olduğunda
bile gülünçtür; oyuncuların tüm çabalatma karşın zorunlu bir sebep sonuç
zinciri sonunda aynı noktaya dönmesi durumunda, yani dairesel olduğunda daha da
gülünçtür. Çok sayıda vodvilin bu fikir etrafında döndüğü görülebilir. İtalyan
tipi hasır şapka bir at tarafından yenmiştir.13 Koca Paris’te buna
benzeyen bir tek şapka vardır ve ne pahasına olursa olsun onu bulmak
gerekmektedir. Tam bulundu derken elden kaçan bu şapka ana karakteri peşinden
koşturur; ana karakter de kuyruk gibi peşine takılmış diğer karakterleri
sürükler: Tıpkı bir mıknatısın yavaş yavaş yayılan çekim gücüyle üst üste duran
demir tozu parçacıklarını beraberinde sürüklemesi gibi. Olaylar olayları izler
ve nihayet tam amaca ulaşıldı derken, o kadar peşinden koşulan şapkanın tam da
yenilmiş şapka olduğu anlaşılır. Labiche’in bunun kadar meşhur bir diğer
güldürüsünde yine aynı dolambaçlı maceraya rastlarız. İlk sahnede, iki eski
ahbap olan evde kalmış ihtiyar bir kadın ve adamı iskambil oynarken görürüz.
İkisi de birbirlerinden
13 Labiche, Chapeau de paille d’Italie. (ç.n.)
56
Gülme
habersiz aynı
çöpçatanla anlaşmışlardır. Oyun boyunca ayrı ayrı binbir güçlük yaşayıp,
badireler atlattıktan sonra yetiştikleri randevu, onları yeniden birbirlerinin
huzuruna getirir.14 Aynı dairesel etkiye, başlangıç noktasına dönme
olayına, daha yakm tarihli bir oyunda da rastlıyoruz. Kılıbık bir koca
boşandıktan sonra artık karısından ve kaynanasından kurtulduğunu düşünmektedir.
Yeniden evlenir; ne olsa beğenirsiniz? İkili bir evlenme ve boşanma kombinasyonu
onu yine eski karısıyla bu sefer daha da beter, kaynanası olarak karşılaştırır.15
Sıklığı ve
etkileyiciliği düşünüldüğünde bu tür güldürünün niçin bazı felsefecilerin
hayalgücü üzerinde tesir bıraktığı anlaşılıyor. Çok mesafe kat ettikten sonra,
farkında olmadan başlangıç noktasına geri dönmüş bulunmak, bir hiç için büyük
çaba sarf etmek demektir Gülüncü bu şekilde tasvir etmek isteyenler olmuştur
Herbert Spencer da bu yönde düşünür gibidir, zira ona göre gülme, birdenbire
boşlukla karşılaşan bir çabaya delalet eder.16 Kant ondan daha önce
söylemişti: “Gülme sonu birdenbire hiçlikle biten bir beklentiden kaynaklanır”17
Bu tanımların verdiğimiz son örneklere uygulanabileceğini teslim ediyoruz;
yalnız, formüle bazı kısıtlar getirmek gerekecektir; zira inşam güldürmeyen
pek çok nafile çaba vardır. Her ne kadar verdiğimiz son birkaç örnek büyük bir
sebebin küçük bir etkiye yol açtığını gösteriyorsa da, bunların hemen öncesinde
bunun tam aksi şekilde tanımlanabilecek başka örnekleri saymıştık: Küçük bir
sebep büyük bir etkiye yol açıyordu. Doğrusu şu ki bu ikinci tanımın ilkinden
üstün bir tarafı yoktur. Sebep ile ortaya çıkan etki arasındaki oransızlık ne
şekilde ortaya çıkarsa çıksın doğrudan doğruya gülmenin kaynağı değildir. Bu
oransızlığın bazı
14 Labiche, La Cagnotte. (ç.n.)
15 Alexandre Bisson, Les Surprises du divorce. (ç.n.)
16 H. Spenceı; Physiology
ofLaughter, in Essays: Scientific, Political and Speculative 189,2. Cilt.
(ç.n.)
17 Bkz. I. Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi, l.Kısım, II. Kitap.
(ç.n.)
57
Henri
Bergson
durumlarda
açığa çıkardığı şeye güleriz; yani güldüğümüz şey, bir sebep sonuç dizisinin
ardında, bu oransızlığın fark edilir kıldığı özel bir mekanik düzenektir. Bu
düzeneği ihmal ederseniz, gülünçlük labirentinde size yol gösterebilecek tek
ipucunu yitirmiş olursunuz. Takip edeceğiniz, belki gereğince seçilmiş
örneklere uygun kurallaş karşılaşacağınız ilk uygunsuz örnekle birlikte
hükümsüz hale gelecektir.
Peki ama bu
mekanik düzeneğe niçin gülüyoruz? Bireyin veya topluluğun hikâyesinin bir
noktada bize iplerle, zembereklerle veya dişlilerle oynanan bir oyun gibi
görünmesi kuşkusuz tuhaftu; fakat bu tuhaflığın özgül niteliği nereden
gelmektedir? Niçin gülünçtür? Daha önce farklı farklı şekillerde karşımıza çıkmış
bu soruya yine aynı cevabı vereceğiz. Arada sırada fark edebildiğimiz, insani
vakaların canlı sürekliliği içine yabana bir cisim gibi sokulmuş bu katı
mekaniklik, bizim için özel öneme sahiptir, zira o, hayatın dalgınlığına
benzer Olaylar kendi akışlarına karşı sürekli duyarlı olabilseler, tesadüften
karşılaşmalan başa dönmeler olmazdı; her şey ileriye doğru akar ve sürekli
gelişirdi. Ve insanlar hayata daimi bir dikkat gösterse, ötekilerle ve
kendimizle sürekli temas halinde kalabilsek, içimizdeki hiçbir şey, iplerle
veya zembereklerle işliyor gibi görünmezdi. Gülünçlük, kişinin şeye
benzerliğinin açığa çıktığı boyuttur; insani olayların bizde katıksız bir
mekaniklik, otomatizm, yani cansız hareket izlenimi yaratan tarafıdır Bu yüzden
de gülünç derhâl düzeltilmeyi, ıslah edilmeyi bekleyen bireysel ya da kolektif
bir kusuru ifade eder Gülme bu düzeltmenin, bu ıslahın ta kendisidir Gülme
insanlar ve olaylardaki özel bir tür dalgınlığı öne çıkartan ve cezalandıran
bir toplumsal jesttir
Fakat bu
durum bizi, araştırmamızı daha ileri, daha yukarı taşımaya sevk ediyor. Buraya
kadar, yetişkinlerin oyunlarında çocukları eğlendiren kimi mekanik düzenekleri
bulmakla uğraştık. Böylece ampirik biçimde ilerlemiş olduk. Artık yöntemsel ve
eksiksiz bir tümevarımı denemenin, güldürü tiyatrosunun çeşitli ve değişken
usullerinin kaynağına
58
Gülme
gidip, bu
usulleri, değişmez ve yalın ilkeleri içinde kuşatmanın zamanı geldi. Daha önce
bahsettiğimiz gibi bu tiyatro, olayları hayatın dışsal biçimlerini içine bir
mekaniklik katacak şekilde düzenler. Öyleyse, dışarıdan bakıldığında hayatı
basit bir mekanizmadan farklılaştırdığı görülen temel karakteristikleri tespit
edelim. Bunu yaptıktan sonra, gerçek veya olanaklı güldürü usullerinin soyut
bir formülünü, bu defa genel ve eksiksiz biçimde elde etmek için bunların zıddı
olan karakteristik özelliklere bakmamız yeterli olacaktır.
Hayat bize
zamanda bir gelişme, mekânda bir karmaşıklaşma olarak takdim eder kendini.
Zaman içinde düşünüldüğünde hayat durmadan yaşlanan bir varlığın sürekli
gelişimidir: Hayat asla geriye dönmez, kendini asla tekrar etmez. Mekânda
düşünüldüğünde ise birlikte var olan öğeleri gözler önüne serer; bu öğeler
birbirlerine o kadar sıkı sıkıya bağlı, o kadar birbirleri için yapılmışlardır
ki hiçbiri aynı anda iki farklı organizmaya ait olamaz: Yaşayan her varlık dışa
kapalı bir olaylar sistemidir ve bu sistemin, diğer sistemlere karışması mümkün
değildir. Sürekli bir hal değişikliği, olayların geri döndürülemezliği, kendi
içine kapalı bir serinin mükemmel bireyliği: Canlıyı basit bir makineden
farklılaştıran işte bu dışsal nitelikleridir (ki bunların gerçekten mi yoksa
görünüşte mi var oldukları önemli değildir). Şimdi de her birinin zıddını
alalım: Tekrar, tersine çevirme ve serilerin iç içe geçmesi olarak
adlandırabileceğimiz üç işleyiş elde ederiz. Bunların vodvillerde kullanılan
yöntemler olduğunu ve bunlardan başka yöntem bulunamayacağım görmek kolaydır.
Bu üçünü
öncelikle, gözden geçirdiğimiz sahnelerde farklı dozlarda ama özellikle de mekanizmalarım
oluşturdukları çocuk oyunlarında bulabiliriz. Bu tahlile girerek vakit kaybetmeyelim.
Söz konusu işleyişleri saf halleriyle, yeni örnekler üzerinden incelemek daha
faydalı olacak. Ve bunu yapmak son derece kolay da olacak çünkü onlara çoğunlukla
59
Henri
Bergson
en saf
halleriyle, klasik komedyada olduğu kadar çağdaş tiyatroda da rastlıyoruz.
i. Tekrar - Buradaki mesele, az önce olduğu gibi
karakterlerden birinin bir sözü veya sözcüğü tekrar etmesi değil, bir durumun
tekrarıdır; yani koşullardaki belirli bir sıralanışın, aynen gerçekleştiği
gibi birkaç kez tekerrür etmesi ve böylece hayatın değişken akışına ters
düşmesidir. Günlük yaşayışımızda bu türden gülünçlüklerle karşılaşmışadır
fakat bunlar ilkel bir biçimdedirler. Söz gelimi, bir gün sokakta epey zamandır
görmediğim bir dostla karşılaşıyorum; bu durumda gülünç bir şey yoktur. Fakat
aynı gün onunla tekrar bir ikinci sefer ve hatta üçüncü ve dördüncü sefer
karşılaşacak olsam, ikimiz de bu “tesadüf”e güleriz. Şimdi de gerçek hayata
makul ölçüde benzediği izlenimi veren hayalî bir dizi olay düşünün; olayların
gelişim seyri içinde kâh aynı şahıslar kâh farklı şahıslar arasında aynen
tekerrür eden bir sahne hayal edin: Yine bir tesadüf, fakat bu defa daha
olağanüstü bir tesadüf elde edersiniz. Tiyatroda karşımıza çıkartılan
tekrarlar da böyledir. Tekrar eden sahne, ne kadar karmaşıksa ve ne kadar
doğallıkla gerçekleşiyorsa o kadar gülünçtür -bu iki koşul birbirine zıt gibi
görünür ve bunları uzlaştırmak oyun yazarının becerisine kalmıştır.
Çağdaş
vodviller bu yöntemi akla gelebilecek her şekilde kullanır. En çok bilinen
örneklerden biri, bir grup karakteri her bir sahnede birbirinden çok farklı
ortamlarda bulundurmak ve daima yenilenen koşullar içerisinde, simetrik biçimde
birbiriyle buluşacak aynı olaylar veya talihsizlikler dizisinin
gerçekleşmesini sağlamaktır.
Moliere’in
pek çok eseri, oyunun başından sonuna tekrar eden bir olaylar dizisi sunar.
Örneğin Kadınlar Mektebi18 oyunu, aynı olayın üç ayrı zaman
içinde yeniden vuku bulması ve tekrar etmesinden ibarettir: İlkinde Horaee Ağ
ış Moliere, L’ecole
des fetnmes. (ç.n.)
60
Gülme
nes vasisini
kandırmak için yaptığı planı Amolphe’a anlatn; vasinin Amolphe’un ta kendisi
olduğu ortaya çıkar; İkincisinde Amolphe bu hamleyi boşa çıkardığından
emindir; üçüncüsünde Agnes Amolphe’un aldığı tedbirleri Horace’m lehine
çevirir. Kocalar Mektebi’nde19 Şaşkın’da20
ve özellikle George Dandin’de de aynı düzenli döngüsellik vardır. Bu
sonuncu oyunda aynı üç tempolu etki görülebilir: İlk tempo, George Dandin
karısının kendisini aldattığım fark eder; ikinci tempo, kayınvalidesini ve
kayınpederini yardıma çağırır; üçüncü tempo, sonunda özür dilemek zorunda
kalan George Dandin olur.
Bazen de aynı
sahne, farklı karakter grupları arasında tekerrür eder. Bu durumda ilk
gruptakilerin efendiler, ikinci gruptakilerin ise hizmetkârlar olması nadir
değildir. Hizmetkârlar daha önce efendileri tarafından oynanmış bir sahneyi,
farklı bir havada, daha az soylu bir üslupla tekrar ederler Amphitryon
gibi Aşık Gücenmesi nin2i bir bölümü de bu plan üzerine
kuruludur. Benedix’in İnatçılık22 adlı küçük ve hoş
güldürüsünde düzen tersine çevrilmiştir; hizmetkârların örneğini verdiği bir
inatçılık sahnesi burada efendiler tarafından tekrar edilir.
Ancak
simetrik durumların kurulmasını sağlayan karakterler her kim olurlarsa
olsunlar klasik komedya ile çağdaş tiyatro arasmda büyük bir fark hüküm
sürmeye devam ediyor gibidir. Her ikisinde de amaç, gerçeğe benzerlik, yani
canlılık boyutunu muhafaza ederek vakalara bir tür matematik düzen
getirmektir. Fakat kullandıkları araçlar farklıdır. Vodvillerin pek çoğunda
doğrudan izleyicinin zihni hedef alınır. Tesadüf ne kadar olağanüstü olursa
olsun tam da izleyenler tarafından kabul edildiği için makbul hale gelir ve tesadüfü
kabule yavaş yavaş hazırlandığımız takdirde gördüğümüz
19 Moliere, L’İcole des Maris, (ç.n.)
20 Moliere, L’Etourdi. (ç.n.)
21 Moliere, Depit amoureux. (ç.n.)
22 R.Benedix. Der Eigensinn. (ç.n.)
61
Henri
Bergson
şeyi kabul de
ederiz. Günümüz yazarları genellikle bu yöntemle çalışıyor. Moliere
tiyatrosunda ise tersine, tekrarın doğal görünmesini sağlayan, izleyenlerin
değil karakterlerin ruh halleridir. Karakterlerin her biri belirli bir
doğrultuda uygulanan belli bir kuvveti temsil eder; sabit doğrultudaki bu
kuvvetler ister istemez, aynı şekilde bir araya gelecekler ve böylece aynı
durum vuku bulacaktır. Bu şekilde yorumlandığında durum güldürüsü karakter
güldürüsüne yaklaşır. Klasik sanatın, sebeptekinden fazlasını ortaya çıkan
etkiye yansıtmadığı doğruysa, durum güldürüsünün de layıkıyla klasik olduğu
söylenebilir.
ii. Tersine çevirme - İkinci yöntem ilkiyle o kadar
benzeşir ki uygulamalarına girmeden sadece tanımını vermekle yetineceğiz.
Sıradan bir durum içerisindeki birtakım insanları düşünün: Rolleri tersine ve
durumu baş aşağı çevirerek gülünç bir sahne elde edebilirsiniz. Mösyö
Perrichon’un Seyahatindeki çifte kurtarma sahnesi bu türdendir23.
İki simetrik sahnenin gözlerimiz önünde cereyan etmesi de şart değildir;
bunlardan sadece biri bize gösterilebilir, yeter ki diğerinin kafamızda
canlanacağına şüphe olmasın. Örneğin hâkime nutuk çeken sanık, ebeveynine ders
vermeye kalkan çocuk, kısacası “dünya tersine dönmüş” dedirten her şey güldürür
bizi.
Sık sık,
kendi kurduğu tuzağa kendisi düşen bir karakterle karşılaşırız. Kendi zulmüne
kurban giden zalim, üçkâğıda gelen üçkâğıtçı hikâyesi pek çok güldürüye malzeme
olmuştur Daha eski farslarda da aynı hikâyeye rastlarız. Avukat Pathelin, müşterisine
hâkimi kandıracak bir hile öğretir: Adam hileyi avukata para ödememek için
kullanır.24 Şirret bir kadın kocasından tüm ev işlerini yapmasını
talep eder; yapılacak her işi ayrıntısıyla bir “görev listesi”ne not eder
Derken kadın büyük bir fıçıya düşeı; kocası “Görev listemde yer almıyor.”
diyerek kadını
23 Labiche, Le Voyage de Monsieur Perrichon, İPerde, 3.
ve 10. Sahneler. (ç.n.)
24 Farce de Maistre Pierre Pathelin, 15. Yüzyıla ait
anonim bir fars. (ç.n.)
62
Gülme
oradan
çıkarmayı reddeder25 Modem literatürde bu “soyulan soyguncu”26
temasının daha pek çok çeşitlemesine rastlanır. Esasen söz konusu olan, her
zaman rollerin tersine çevrilmesi ve bir durumun ona sebep olan kişiye karşı
dönmesidir
Şimdiye kadar
farklı uygulamalarına işaret ettiğimiz bir yasa burada doğrulanıyor gibidir. Gülünç
bir sahne sık tekrar ederse, bir “kategori” veya kalıp halini alır Bizi eğlendirmesini
sağlayan sebeplerden bağımsız şekilde, kendi başına eğlenceli hale gelir.
Sonrasında da, resmi olarak gülünç kabul edilmeyen yeni sahneler de bir yanıyla
öncekine benzediği ölçüde fiilen bizi eğlendirebilecektir. Çünkü az çok müphem
biçimde, gülünç olduğunu bildiğimiz bir imgeyi çağrıştırırlar Resmi onay
verilmiş gülünç tipin rol aldığı bir kategori altına yerleşirler. “Soyulan
soyguncu” sahnesi bu kategoriye girer. Zira bu sahne içerdiği güldürü öğesiyle,
başka bir sürü sahneye ışık verir ve nihayet, kişinin kendi hatasıyla kendi
üzerine çektiği her türlü talihsizliği gülünç hale getirir -bu hata, o
talihsizlik ne olursa olsun. Hatta bu hataya en ufak bir gönderme, onu
çağrıştıracak tek bir sözcük bile yeterlidir: “Sen arandın George Dandin.” sözü
onu yankılandırıp uzatan o gülünç tınlama olmasa hiç de eğlenceli değildir.
iii. Tekrar ve tersine çevirmeden yeterince bahsettik. Sırada dizilerin
iç içe geçmesi var. Tiyatroda olağanüstü bir biçimsel zenginlik içinde
ortaya çıktığından bu gülünç etkinin formülünü elde etmek güçtür. Belki şöyle
tanımlanabilir: Bir olay aynı anda, birbirinden tamamen bağımsız iki olay
dizisine aitse ve yine aynı anda birbirinden tümüyle farklı iki anlamda da
yorumlanabiliyorsa daima gülünçtür.
Akla hemen quiproquo
[yanılmaca] geliyor. Esasen yanılmaca iki anlam barındıran bir durumdur: Bu
iki anlam-
25 Farce nouvelle tres
bone fort joyeuse du Cuvier, yine 15. Yüzyıla ait başka bir anonim fars.
(ç.n.)
26 Veya “ava giderken
avlanma” teması. (ç.n.)
63
Henri
Bergson
dan biri,
duruma oyuncuların verdiği olası anlam, İkincisi izleyenlerin verdiği gerçek
anlamdır. İzleyenler olarak bizler durumun gerçek anlamını kavranz çünkü tüm
boyutlarının gösterilmesi için özel çaba sarf edilmiştir, fakat oyuncular bu
boyutlardan sadece birinin farkındadırlar: Yanılmalarının, etrafında olup
bitenler ve bizzat kendi yaptıkları işlerle ilgili hatalı hüküm vermelerinin
sebebi budur. Biz de bu hatalı hükümlerden doğru ve geçerli hükümlere ilerler
ve durumun olası anlamı ile gerçek anlamı arasında salınırız. Ve yanıl-
macalardan aldığımız keyif, zihnimizin birbirine zıt bu iki yorum arasında
gidip gelişinde açığa çıkar öncelikle. Bazı filozofların bu gidip gelmelerden
özellikle niçin etkilendiklerini ve bazılarının, gülüncün özünü niçin
birbiriyle çelişen iki hükmün çarpışmasında veya üst üste binmesinde gördüklerini
anlıyoruz. Ancak bu filozofların verdikleri tanımlar tüm vakalara uygun
olmaktan uzaktır ve uygun oldukları zaman dahi gülüncün ilkesini değil, sadece
az çok uzak sonuçlarından birisini tarif ederler. Tiyatrodaki yanılmacaların
daha genel bir fenomenin, dizilerin iç içe geçişinin özel bir örneği olduğu ve
hatta yanılmacaların kendi başlatma gülünç olmayıp, dizilerin iç içe
geçişlerinin göstergesi olduklarında gülünç oldukları kolayca
görülebilir aslında.
Gerçekten de
bir yanılmacada karakterlerden her biri olaylar dizisinin kendisini
ilgilendiren kısmım yaşar; bu kısımla ilgili doğru bir temsile sahiptir ve
sözlerini ve davranışlarını buna göre düzenlemektedir. Her bir karakteri ilgilendiren
her bir olay dizisi bağımsız şekilde gelişir; fakat bir noktada bu diziler öyle
bir şekilde karşılaşır ki bunlardan biri içinde yer alan söz ve fiiller aynı
anda bir diğerine de ait olabilir. İşte karakterlerin yanlış anlamaları ve
durumdaki çifte anlamlılık buradan kaynaklanır. Fakat bu çifte anlamlılık
kendi başına gülünç değildir, birbirinden bağımsız iki dizinin tesadüf edişini,
çakışmasını sergilediği için gülünçtür sadece. Bunun kanın da bu iki boyuta,
yani bağımsızlığa ve
64
Gülme
çakışmaya
dikkatimizi çekmek için yazarın sürekli olarak çeşitli hünerler sergilemesidir.
Genellikle bu işi, çakışan iki dizi arasında bir kopma tehlikesini sürekli taze
tutarak başarır. Her an her şey parçalamp dağıtabilecekken, derlenip
toparlanır. Zihnimizin çelişkili iki fikir arasında gidip gelmesinden ziyade
asıl bu oyundur bizi güldüren. Çünkü bu oyun gülünç etkinin asıl kaynağı olan
şeyi, yani bağımsız iki dizinin iç içe geçişini bizim için belirgin
kılmaktadır.
Dolayısıyla
yanılmaca ancak özel bir örnek olabilir. Dizilerin iç içe geçişini hissedilir
kılma araçlarından bir tanesi budur (belki de en yapay olanıdır), fakat tek
araç değildir. Eşzamanlı iki dizi yerine, geçmişte ve şimdiki zamanda geçen
iki olay dizisini de ele atabiliriz: Bu iki dizi hayalimizde iç içe geçtiğinde,
artık bir yanılmaca söz konusu olmayacak ama yine de aynı gülünç etki vuku
bulmaya devam edecektin Chillon şatosunda tutsak otan Bonivard’ı düşünün:27
İşte bir olay dizisi. Ardından İsviçre’ye seyahate gittiği sırada tutuklanıp
hapse atılan Tartarin’i düşünün: ilkinden bağımsız ikinci bir dizi. Şimdi de,
Tartarin’i vaktiyle Bonivard’ı bağladıkları zincirlere vurulmuş olarak hayal
edin; işte size oldukça eğlenceli, Daudet’nin hayalgücünün ürettiği en
eğlenceli sahnelerden birisi. Klasik kahraman tipinin tiye alındığı pek çok
sahne bu şekilde tahlil edilebilir. Genellikle gülünç otan, eskinin modem olana
aktarılması teması yine bu fikirden ilham alır.
Labiche bu
yöntemi akla gelebilecek her şekilde kullandı. Kimi zaman bağımsız diziler
kurmakla işe başlayıp ardından bu dizileri birbiri içine geçirerek eğlenir;
kapalı bir grubu, örneğin bir düğün alayım ele alır28 ve bu grubu tümüyle
yabancı bir ortama sokar; bazı tesadüfler sayesinde yerine göre kendisi de
müdahil olabilir Kimi zaman oyun boyunca tek bir karakter grubunu muhafaza eder
ve fakat
27 A. Daudet, Tartarın sur les Alpes, 11. Bölüm (ç.n.)
28 Labiche, Chapeau de paille d’Italie. (ç.n.)
65
Henri
Bergson
bu
karakterlerden birkaçını, gizleyecek bir şeyleri olan ve kendi aralarında
anlaşmak, yani güldürü içinde bir mini güldürü oynamak zorunda kalan kişiler
yapar: Bu iki güldürüden biri diğerine köstek olur, derken olaylar derlenip toparlanır
ve iki dizi arasındaki çakışma yeniden sağlanır. Bazen de gerçek olaylar
dizisinin arasına tümüyle düşünsel bir diziyi, örneğin saklanmaya çalışılan bir
geçmişi sokar; bu geçmiş sürekli olarak, beklenmedik şekillerde şimdiki zamana
taşınır ve her defasında, durumu iyice karıştırması beklenirken bir şekilde
vaziyete uydurulur. Ancak karşı karşıya olduğumuz şey daima iki bağımsız dizi
ve bunların kısmi çakışmasıdır.
Vodvillerde
kullanılan yöntemlerle ilgili bu tahlili daha ileriye götürmeyeceğiz. İster
dizilerin iç içe geçişi, ister tersine çevirme, isterse tekrar söz konusu
olsun, amacm her defasında aym olduğunu gördük: Hayatın mekanikleşmesi dediğimiz
şeye ulaşmak. Bir ilişkiler ve eylemler dizgesini alın ve onu olduğu gibi
tekrarlayın veya tam tersine çevirin veya onu bütün olarak, kısmen örtüştüğü
bir başka dizgeye aktarın -bunların hepsi de hayatı, faaliyeti geri
çevrilebilir, parçaları birbiri yerine geçebilir bir tekrar makinesi gibi ele
alan işlemlerdir. Gerçek hayat tam da bu tür etkileri doğal olarak yarattığı
ve dolayısıyla kendi kendini unuttuğu sürece bir vodvilden ibarettir. Nitekim
hayat sürekli teyakkuz halinde olsaydı, daima değişken bir süreklilik, geri
çevrilmez bir ilerleyiş, bölünmez bir birlik olurdu. Ve işte bu yüzden, olaylardaki
gülünçlük eşyadaki bir dalgınlık olarak tanımlanabilir; tıpkı tek bir
karakterdeki gülünçlüğün, üstü kapalı söylediğimiz ve daha ayrıntılı biçimde
ileride göstereceğimiz şekilde kişideki bir tür asli dalgınlık oluşu gibi.
Ancak olaylardaki bu dalgınlık istisnaidir. Sonuçları cüzidir. Ve her
halükârda düzeltilebilir bir şey değildir; ona gülmek bir fayda getirmez.
Dolayısıyla, eğer gülmek keyif veren bir şey olmasaydı ve insanoğlu güldürmek
için
66
Gülme
en ufak bir
fırsatı bile kollamıyor olsaydı, bu tür dalgınlığı abartarak onu bir dizge
haline getirmek ve ondan bir sanat yaratmak, kimsenin aklına gelmezdi.
Vodviller bu şekilde açıklanır. Vodvillerin gerçek hayatla ilişkisi, tıpkı dans
eden kuklanın yürüyen insanla ilişkisi gibidir, eşyadaki doğal katılığın son
derece yapay biçimde abartılmasıdır. Vodvili gerçek hayata bağlayan ipler
oldukça naziktir. O da tüm oyunlar gibi baştan kabul edilmiş bir uzlaşıya tabi
olan bir oyundan ibarettir. Karakter güldürüsü ise hayata çok daha derinden kök
salmıştır. Çalışmamızın son kısmında özellikle karakter güldürüsüyle
uğraşacağız. Ancak öncelikle, pek çok bakımdan vodvillere benzeyen bir güldürü
türünü, söz güldürüsünü tahlil edelim.
67
Söz
güldürüsünü özel bir kategori haline getirmekte yapay bir taraf olabilir; zira
buraya kadar incelediğimiz gülünç etkilerin pek çoğu zaten dil vasıtasıyla elde
ediliyordu. Ancak, dille ifade edilen gülünç ile dilin yarattığı gülünç arasında
ayrım yapmak gerekir, ilki, gerektiğinde bir dilden başka bir dile çevrilebilir;
tabii âdetleri, edebiyatı ve özellikle de fikri çağrışımları farklı olan yeni
bir topluma aktarılırken anlamından büyük ölçüde kaybetmek pahasına... Ancak
İkincisi, yani dilin yarattığı güldürü çoğunlukla bir dilden diğerine
çevrilemez. Çünkü tüm varlığını cümlenin yapısına veya sözcük tercihine
borçludur. İnsanlardaki veya olaylardaki özel dalgınlıklara dil vasıtasıyla
işaret ediyor değildir. O, bizzat dildeki bir dalgınlığı vurgular. Burada artık
gülünç hale gelen dilin kendisidir.
Elbette
cümleler kendi başlatma var değildirler; bir söze güldüğümüzde o vesileyle
sözün sahibine de gülmüş oluruz. Fakat bu son koşul elzem değildin Cümlenin,
sözün bağımsız bir güldürü gücü vardır. Bunun kanıtı da kimi zaman gülmemize
birinin sebep olduğunu bulanık biçimde hissetsek de, pek çok durumda kime
güldüğümüzü anlatmakta zorluk çekmemizdir.
Gülmemize
sebep olan kişi de zaten, her zaman konuşan kişi değildir. Bu noktada esprili
ile gülünç arasında önemli bir ayrımın yapılması gerekir Belki de
söyleyen kişiye gül-
69
Henri
Bergson
memizi
sağlayan sözlere gülünç, bir üçüncü kişiye veya kendimize gülmemize yol
açanlara ise esprili denmesi gerektiğini belirtmeliyiz. Ama çoğu zaman bir
sözün gülünç mü esprili mi olduğuna karar da veremeyiz. Söz, sadece gülünçtür.
Daha ileriye
gitmeden önce belki de espri sözüyle ne kastedildiğini incelemek gerekir.
Nitekim esprili söz şöyle ya da böyle gülümsetir bizi ve gülmeye dair bir
inceleme esprinin tabiatının derinliğine inmediği, temelindeki fikri aydınlatmadığı
sürece eksik kalacaktır. Ama bu son derece incelikli esansın ışığa
tutulduğunda uçup gidecek olmasmdan korkarım.
Önce esprili
sözün, biri geniş diğeri dar olan iki anlamı arasında ayırım yapalım. Sözcüğün
en geniş anlamıyla espriyi, bir tür teatral düşünme biçimi olarak
adlandırabiliriz herhalde. Esprili insan, fikirlerini tarafsız semboller gibi
kullanmak bir yana, onları görür, işitir de ve asıl önemlisi, kişiler gibi
birbirleriyle diyaloğa sokar. Fikrilerini sahneye koyar ve ayrıca kendisi de
bir parça o sahnededir. Esprili bir halk, tiyatro tutkunu bir halktır aynı
zamanda. Esprili insanda bir şairden izler vardır, tıpkı iyi okuyanlarda
amatör bir oyuncunun bulunması gibi. Bu kıyası özellikle yapıyorum çünkü bu
dört terim arasmda kolaylıkla rabıta bulunabilir, tyi okuyabilmek için
oyunculuk sanatının düşünsel yönüne sahip olmak yeter fakat iyi oyunculuk için
insanın bütün ruhuyla ve her şeyiyle aktör olması gerekir. Şiirsel yaratım
kendini bir şekilde unutmayı gerektirir ki bu her esprili kişinin harcı
değildir. Esprili kişi her söylediği ve yaptığı şeyin ardında az çok görünür
haldedir. Çünkü söze veya harekete kendini tümüyle vermemiş, işin içine sadece
zekâsını dâhil etmiştir.
Dolayısıyla
her şair ne zaman cam isterse esprili bir kişi olabilir. Bunu sağlamak için
fazladan hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; tersine vazgeçmesi gereken şeyler vardır.
Sadece fikirlerini birbiriyle, “öylesine, sırf eğlence olsun diye” söyleştirmesi
kâfidir. Fikirlerini hisleriyle, ruhunu hayatla temas
70
Gülme
halinde tutan
bağı gevşetmesi yeterli olacaktır. Şair olmayı artık gönülden değil sadece
kafasında arzuluyorsa, ancak o zaman esprili bir insana dönüşecektir.
Genel olarak
espri her ne kadar şeyleri sub specie theatrPgörmekse de, esprinin daha
çok drama sanatının belli bir türüne, güldürüye meyilli olduğu açıktır. Espri
sözcüğünün dar anlamı da burada devreye girer ve gülme kuramı açısmdan bizi
ilgilendiren de sadece bu anlamıdır. Bu bakımdan espri dediğimiz şey
güldürü sahnelerini çalakalem resmedebilmek yeteneğidir ve bu öyle nazik,
zarif ve çabuk bir resmetmedir ki her şey biz farkına varıncaya kadar olup
biter.
Bu sahnelerin
aktörleri kimlerdir peki? Esprili kişi kiminle muhatap olur? En başta,
esprinin doğrudan bir cevap olduğu durumlarda, konuşmakta olduğu kişiyle; çoğu
zaman, konuştuğunu ve cevap verdiğini varsaydığı mevcut olmayan bir insanla
muhataptır. Daha sık olarak ise, herkesle konuştu; yani harcıâlem bir fikri
paradoksa döndürerek veya kalıplaşmış bir sözü kullanarak, bir alıntının veya
deyimin parodisini yaparak sağduyuyu karşısına alın Bu küçük sahneleri
birbiriyle kıyaslayın, genellikle bunların yakından tanıdığımız bir güldürü
teması, “soyulan soyguncu” teması üzerine yapılmış çeşitlemeler olduğunu
görürsünüz. Bir benzetme, bir cümle, bir akıl yürütüme alınır ve onu dile
getirenlere veya getirebilecek kişilere karşı o şekilde çevrilir ki bunlar
söylemek istemedikleri bir şeyi söylemiş ve bir yerde, kendi ayaklarıyla gelip
dilin tuzağına yakalanmış gibi olurlar. Fakat “soyulan soyguncu” teması
olanaklı tek tema değildir. Nitekim pek çok güldürü türünü gözden geçirdik ve
bunlar arasında espri haline gelemeyecek bir tür dahi yoktur.
Bu sebepledir
ki esprili sözün tahlilini yapmak mümkündür ve artık biz de bu tahlilin, deyim
yerindeyse kimyasal formülünü şu şekilde verebiliriz: Bir sözü alm, önce onu
genişletip oynanan bir sahne haline getirin, daha sonra da
29 Teatral bir bakış açısından, (ç.n.)
71
Henri
Bergson
bu sahnenin
dâhil olabileceği güldürü kategorisini araştırın. Böylece esprili sözü en yalın
unsurlarına indirgemiş ve eksiksiz izahına ulaşmış olursunuz.
Bu yöntemi
klasik bir örneğe uygulayalım. Madam De Sevigne hasta kızma “göğsünüzden
hastayım” diye yazıyordu. İşte esprili bir söz. Eğer kuramımız geçerliyse, bir
güldürü sahnesine dönüştüğünü görmek için bu sözü abartmamız ve onu genişletip
yaymamız yeterli olacaktır. Nitekim bu küçük sahneye, üstelik hazır halde
Moliere’in Sevda Doktoru’un- da rastlıyoruz. Sahte hekim Clitandre,
Sagnarelle’in kızım muayene etmesi için çağrılır, kızının değil de
Sganarelle’in nabzına baktıktan sonra hiç tereddüt göstermeden ve baba ile kızı
arasındaki sempatiye bel bağlayarak şu sonuca varır: “Kızınız sahiden de
hasta!”30 İşte esprili sözden güldürüye geçiş. Artık tahlilimizi
tamamlamak için anne veya babayı dinledikten sonra çocuğuna tam koymak fikrinde
neyin gülünç olduğunu araştırmak kalıyor geriye. Ancak biliyoruz ki güldürü
yaratımı, bize yaşayan inşam bir tür dans eden kukla olarak sunar ve bu imgeyi
bizde oluşturmak için çoğunlukla, sanki görünmez iplerle birbirlerine
bağlıymış gibi hareket edip konuşan iki veya daha çok kişi sunar. Bu fikir,
baba ile kızı arasında kurduğumuz duygu bağım somutlaştırmaya, âdeta
cisimleştirmeye itildiğimizde bize telkin edilen fikirle bir değil midir?
Espriyi konu
edinmiş yazarların niçin bu tabirin ifade ettiği şeylerin olağanüstü
karmaşıklığını not etmekle yetindiklerini, genelde onu tanımlamayı niçin
başaramadıklarım artık anlıyoruz. Esprili olmanın biçimleri, neredeyse
espriden yoksun olmanın biçimleri kadar çeşitlidir. Espri ile gülünç arasındaki
genel ilişkiyi belirlemekle işe başlamadığımız takdirde bu ikisi arasındaki
ortak noktalan da fark edemeyiz. Ancak, bu ilişki bir defa ortaya çıkarıldıktan
sonra her şey aydınlanır. Bu şekilde, sıradan bir sahne ile olası bir sahnenin
30 A.g.e. in.Perde, 5.Sahne. (ç.n.)
72
Gülme
şöyle bir ima
edilmesi arasındaki ilişkinin gülünç ile esprili arasındaki ilişkinin aynısını
olduğunu keşfederiz. Gülüncün büründüğü biçimler ne kadar çeşidiyse, esprinin
de onunla örtüşecek şekilde, aynı sayıda çeşidemesi olacaktır. Dolayısıyla
farklı biçimleri içinde evvela tanımlanması gereken şey gülünçtür; bu da bir
biçimden diğerine geçerken izlenmesi gereken ipucu keşfedilerek yapılabilir (ki
bu bile tek başına hayli güç bir iştir). Esprinin de bu sırayla tahlil edilmesi
gerekecek ve böylece onun gülüncün hayli oynak bir halinden ibaret olduğu
görülecektir. Fakat bu yolun tersini izlemek, yani doğrudan esprinin formülünü
araştırmak kesin bir başarısızlığa doğru ilerlemek demektir Bir elementi,
laboratu- vannda bol miktarda bulunduğu halde, atmosferdeki eser miktarından
tetkik etmeye çalışan kimyagere ne denebilir ki?
Fakat esprili
ile gülüncün bu kıyası bize aynı zamanda söz güldürüsünü incelerken
izleyeceğimiz yolu da gösteriyor. Nitekim bir yamyla gülünç söz ile esprili söz
arasında esaslı bir fark bulunmadığını gördük ama diğer yandan, esprili söz
dilin kullanımına bağlı olmakla birlikte bulanık veya belirgin biçimde gülünç
bir sahne imgesini telkin ediyordu. Bu, söz güldürüsünün hareket ve durum
güldürüsüyle her noktada örtüştüğü ve tabiri caizse onun söz alanına
yansıtılması olduğu anlamına gelir. Öyleyse biz de hareket ve durum güldürüsüne
geri dönelim. Bu tür güldürünün hangi belli başlı yöntemlerle yaratıldığım
düşünelim. Bu yöntemleri sözcük tercihlerine ve cümlelerin kuruluşuna
uygulayalım. Böylece söz güldürüsünün muhtelif biçimlerini ve olanaklı espri çeşitlerini
elde edeceğiz.
i. Katılığın
veya edinilmiş bir hızın etkisiyle sürüklenmek, söylemek istemediği veya yapmak
istemediği bir şeyi söylemek ve yapmak: Bunların gülüncün temel kaynaklarından
olduğunu gördük. Bu yüzden dalgınlık özünde gülünçtür. Yine bu yüzden
jestlerde, davranışlarda ve hatta yüz ifadelerinde katı, kalıplaşmış, mekanik
olan ne varsa bizi güldürür.
73
Henri
Bergson
Bu tür
katılık dilde de görülür mü? Evet kuşkusuz görülür zira dilde kalıplaşmış
ifadelet; basmakalıp cümleler var. Kendini daima bu tür bir üslupla ifade eden
bir karakter şöyle ya da böyle gülünç olacaktır. Fakat tek başına bir cümlenin,
söyleyenden çıktıktan sonra kendi içinde gülünç olması için hazır kalıp bir
cümle olması yetmez, aynı zamanda, en ufak kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde
otomatik biçimde söylendiğini bildiren bir emare de taşımalıdır. Bu da ancak
cümle aleni bir abeslik, örneğin apaçık bir hata, özellikle de mantık hatası
içerdiğinde olur. Buradan bir genel kurala varılır: Yerleşik bir cümle
kalıbı içine saçma bir fikir sokulduğunda gülünç bir söz elde edilir.
“Ce sabre est
le plus beau jour de ma vie.” [Bu kılıç hayatımın en güzel günüdür.] diyor M.
Prudhomme.31 Cümleyi İngilizceye veya Almancaya çevirin, düpedüz
saçma hale gelecektir; oysa Fransızcada gülünçtür. Çünkü “hayatımın en güzel
günü”, Fransızcada kulağımızın alışık olduğu hazır kalıp cümle sonlarmdan
biridir. Bu yüzden sözü gülünç hale getirmek için onu söyleyenin otomatizmini
tüm açıklığıyla göstermek yeterli olur. Cümleye bir saçmalık kattığımızda
yaptığımız da budur. Saçmalık burada gülüncün kaynağında yer almaz. Sadece
gülüncü açığa çıkarmak için başvurulan çok basit ve çok etkili bir araçtır.
M.
Prudhomme’un sadece bir cümlesini alıntıladık. Ama aslında ona atfedilen
cümlelerin pek çoğu aynı kalıptan çıkmadır. M. Prudhomme hazır kalıp cümlelerin
adamıdır Ve tüm dillerde hazır kalıp cümleler olduğundan M. Prudhomme
genellikle başka dillere aktarılabilir olmakla birlikte nadiren çevrilebilir.
Abesliğin
örtüsü altına gizlendiği beylik cümleleri fark etmek bazen o kadar kolay
değildir. “Öğün aralarında çalışmayı sevmem.” der örneğin tembel adam. “Öğün
aralarında
31 Monsieur
Prudhomme: 19. Yüzyılda Henry Monnier tarafından yaratılmış karikatür
tiplemesi. (ç.n.)
74
Gülme
yemek
yenmemelidir.” Sağlığa faydalı bu kural dilde olmasa bu sözün de gülünç bir
tarafı olmazdı.
Bazen gülünç
etki karmaşıktır. Tek bir beylik söz kalıbı yerine birbiri içine geçmiş iki,
üç kalıp olur. Labiche’in bir karakterinin “Hemcinsini öldürmek ancak Tann’nın
hakkıdır.”32 sözünü alalım. Görünüşe göre burada bildik iki ayrı
deyişten faydalanılmışım “İnsanların hayatı Tann’nın elindedir” ve “Bir insanın
hemcinsini öldürmesi cürümdür” Fakat yukan- daki sözde bu iki deyiş kulağımızı
yanıltacak, etrafımızda tekrar edilip duran ve mekanik biçimde kabul ettiğimiz
cümlelerden biri izlenimi uyandıracak şekilde bir araya getirilmiştir.
Uyutulan dikkatimiz böylece saçmalıkla birdenbire uyarılır
Gülüncün en
önemli biçimlerinden birinin dil alanına nasıl yansıdığı ve sadeleştiğini
anlatmak açısından bu örnekler yeter- lidir Şimdi bu kadar genel olmayan bir
diğer biçime geçelim.
ii. “Kişinin
manevi özellikleriyle ilgili olmasına karşın dikkatimizi onun fiziksel
özelliklerine çeken fier vaka gülünçtür.” İşte çalışmamızın ilk kısmında ortaya
koyduğumuz bir yasa. Bunu dile uygulayalım. Sözcük anlamıyla mı mecaz anlamda
mı yorumlandığına bağlı olarak, sözlerin büyük çoğunluğunun bir maddi
bir de manevi anlam arz ettiği söylenebilir Gerçekten de her söz
başlangıçta somut bir nesne veya maddi bir fiile işaret eden fakat yavaş yavaş
sözün anlamı soyut ilişkiler veya saf fikirler halinde tinselleşebilmiştir Eğer
bu bağlamda yasamızı muhafaza etmek istiyorsak onu şu biçime sokmamız
gerekecek: “Mecaz anlamıyla kullanıldığı halde, bir tabiri sözcük anlamıyla
aldığımızı ima ettiğimiz her seferde bir gülünç elde ederiz. ” veya “Dikkatimiz
bir benzetmenin maddi yönüne odaklanmışsa ifade edilen fikir gülünç hale
gelir. ”
“Tous les
arts son freres.”33 [Tüm sanatlar (erkek) kardeştir.]: Bu cümlede
kardeş sözcüğü mecaz anlamda, az çok
32 Labiche, Le Prix Manin, H.Perde, lO.Sahne. (ç.n.)
33 Fr. Kardeş anlamına
gelen (le) frere sözcüğü eril, (la) soeur sözcüğü dişil cinsliklidir, (ç.n.)
75
Henri
Bergson
derin bir
benzerliği işaret etmek için kullanılmaktadır. Bu sözcük bu şekilde o kadar sık
kullanılıyor ki onu duyduğumuzda akrabalığın içerdiği somut ve maddi ilişkiyi aklımıza
getirmiyoruz. Bu ilişki daha ziyade “Bütün sanatlar kuzendir.” dendiğinde
aklımıza gelir çünkü “kuzen” sözcüğü mecaz anlamda çok daha nadiren
kullanılır; bu yüzden sözcük bir nebzede olsa gülünçlük barındırır. Şimdi daha
ileri gidelim; mecaz ifadenin bağlaması gereken iki sözcüğün cinslikleriyle
uyumsuz bir ilişkinin tercih edildiğini ve böylece dikkatimizin şiddetli
biçimde imgenin maddi boyutuna çekildiğini farz edelim: Bu durumda gülünç bir
etki elde edilecektir. O bilindik söz, yine M. Prudhomme’a atfedilen “Tous les
arts sont soeurs.” [Tüm sanatlar (kız) kardeştir.] sözüdür.
Boufflers’in
bir muhatabı kendini beğenmiş biriyle ilgili olarak “Hep espri peşinde koşar.”
demişti. Boufflers “bir de yakalayabilse” diye cevap vermiş olsa bu bir esprinin
başlangıcı olabilirdi ama ancak bir başlangıç olabilirdi, çünkü “yakalamak”
sözcüğü neredeyse “koşmak” sözcüğü kadar sık mecaz anlamda kullanılır ve biri
diğeriyle yanşan iki koşucu imgesini kafamızda yeterince kuvvedi biçimde somutlaştırmaz.
Cevabın tümüyle esprili görünmesini mi isterdiniz? Bu durumda spor
terminolojisinden, bizi gerçekten de yarış izliyor duygusuna sokacak kadar
somut ve canlı bir ifade ödünç almamız gerekir. Boufflers’in yaptığı da budun
“Ve espri, daima açık ara öndedir.”
Çoğu zaman
esprinin, muhatabın fikrini alıp onu tersini ifade etmeye vardıracak şekilde
genişletmek ve muhatabı âdeta kendi ayağıyla, söyleminin tuzağına düşürmek olduğunu
söylemiştik. Şimdi de bu tuzağın, çoğu zaman maddiliği muhatabın kendisinin
aleyhine dönecek bir kıyas veya mecaz olduğunu ekleyelim. Yalana İhtiyarlaf
da bir anne ile oğlu arasında geçen şu diyalog hatırlara gelecektir:
76
Gülme
- Evladım,
borsa riskli oyundur. Bugün kazanır öbür gün kaybedersin.
- İyi ya, ben de iki günde bir oynarım o zaman}4
Aynı oyunda,
iki şirket temsilcisi arasında geçen ilginç bir başka konuşma:
- Bu
yaptığımız ne kadar doğru bir iş sence? Ne de olsa kazandığımız para bu
zavallı hissedarların cebinden çıkıyor...
- Ya nerelerinden çıksa iyiydi?35
Bir simge
veya amblem maddi boyutu bakımından göze battığı halde, amblemin sahip olduğu
sembolik anlamın yine de muhafaza edildiği iddiasıyla da gülünç bir etki elde
edilir Oldukça eğlenceli bir vodvilde, gerçekte sadece bir tane nişan almış
olduğu halde üniforması madalyalarla dolu Monakolu bir yetkili vardır:
“Anlayacağınız, madalyamı rulet oyununda bir numaraya yatırdım, numara gelince
de otuz altı misline hak kazandım.” Bu mantık Yüzsüzler’de Giboyer’nin
yürüttüğü mantığa benzer. Kırk yaşmda bir gelinin, üzerinde portakal çiçekleri
bulunan bir düğün elbisesi giymesi dile düşmüştür; Giboyer “Portakal çiçekleri
şöyle dursun, portakal bile olsa hakkıdır.” der.36
Gelgelelim,
saydığımız farklı yasaları tek tek ele alacak ve bunların dil alanındaki
karşılığım arayacak olursak örneklerin sonunu getiremeyiz. Son bölümde
verdiğimiz üç genel önermeyle kendimizi sınırlandırsak daha iyi ederiz. “Olay
dizileri”nin kâh tekrar, kâh tersine çevirme, kâh iç içe girmeyle gülünç hale
gelebildiğini gösterdik. Söz dizileri için de durumun aynı olduğunu göreceğiz.
Olay
dizilerini almak ve onları yeni bir üslupla ya da yeni bir ortamda tekrar
ettirmek veya anlamlarım muhafaza ede-
34 T. Barriere, E. Capendu, Les Faux Bonshommes, H.Perde,
7.Sahne. (ç.n.)
35 A.g.e. n. Perde, 4,Sahne. (ç.n.)
3« E. Augier; Les Effrontes, IV.Perde,
9.Sahne. (ç.n.)
77
Henri
Bergson
rek tersine
çevirmek yahut bu dizileri karşılıklı anlamları iç içe geçecek şekilde
birbirine karıştırmak: Tüm bunların gülünç olduğunu çünkü böylece hayatın
makine muamelesine maruz bırakıldığını söyledik. Gelgeldim düşünce de yaşayan
bir şeydir. Ve düşünceyi yansıtan dilin de en az onun kadar canlı olması
gerekir. Öyleyse tersine çevrildiği halde hâlâ bir anlam taşıyan veya
birbirinden tümüyle bağımsız iki fikir dizgesini aynı anda ifade eden veyahut
bir fikrin, onunla hiç ilgisi olmayan bir üsluba aktarılmasıyla elde edilen bir
cümlenin gülünç olacağını tahmin edebiliriz. Gerçekten de bu saydıklarımız, cümlelerin
gülünç biçimde dönüştürülmesi diyebileceğimiz şeyin üç temel yasasıdırlar;
şimdi bunları örnekler üzerinden göstereceğiz.
Öncelikle bu
üç yasanm güldürü kuramı bakımından hiç de eşit önemde olmadığım söyleyelim. Tersine
çevirme bunlar arasmda en az ilginç olanıdır. Ancak uygulanması kolay
olmalıdır zira profesyonel mizahçılar bir cümleyi işitir işitmez onu tersine
çevirerek bir anlam elde edip edemeyeceklerine bakarlar; örneğin özneyi nesne,
nesneyi özne haline getirerek. Bir fikri az çok eğlenceli biçimde reddetmekte
bu yola sık başvurulur. Labiche’in bir güldürüsünde karakterlerden biri
balkonunu kirleten üst kat komşusuna çıkışır: “Piponuzu niçin terasıma
silkiyorsunuz?” Komşu şöyle cevap verir: “Terasınızı niçin pipomun altına
koyuyorsunuz?”37 Bu tür espriler üzerinde ısrar etmenin faydası yok,
örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir.
İki düşünce
dizgesinin aynı cümlede iç içe girmesi gülünç etkiler için tükenmez bir
kaynaktır. Bu iç içe geçişi sağlamanın, yani aynı cümleye üst üste binen iki
bağımsız anlam vermenin pek çok yolu vardır. En sıradan yol cinastır. Bu tür
sözlerde iki ayrı manayı verir görünen tek bir cümle vardır fakat bu görüntüde
böyledit, zira aslında farklı sözlerden oluşmuş ve kulağa aynı tınıda
gelmelerinden istifa-
37 Labiche,
Les Suites d’un premier Ut, 8.Sahne (ç.n.)
78
Gülme
deyle
karıştırıldıkları izlenimi verilen iki ayrı cümle söz konusudur. Bu tür
sözlerden, fark edilmeyecek kadar küçük merhalelerle gerçek söz oyununa
geçilir. Söz oyununda iki düşünce dizgesi gerçek anlamda bir ve aynı cümlede
buluşur ve karşımıza aynı sözcüklerle çıkarlar. Sadece, bir sözcüğün, özellikle
de düz kullanımından mecazlı kullanıma geçişte farklı anlamlar alabilmesinden
yararlanılır. Bu yüzdendir ki söz oyunu ile şiirsel metafor veya açıklayıcı
kıyas arasında çok defa sadece bir nüans vardır. Açıklayıcı kıyas ile vurucu
imge, hayatın birbirine paralel iki kulvarı sayılabilecek dil ile doğa arasında
var olan güçlü ahengi âdeta gözlerimiz önüne sererken, söz oyunu bize daha çok,
dilin gerçek istikametini bir anlığına unutmuş ve kendini şeylere uydurmak
yerine şeyleri kendine uydurmaya kalkışan savrukluğunu düşündürür. Demek ki
söz oyunu, dilin anlık bir dalgınlığını ele vermektedir ve zaten
eğlenceli olması da bundandır.
Velhasıl tersine
çevirme ve iç içe girme, sonu söz oyununa varan zihin oyunlarından
ibarettir. Daha derini aktarmadaki gülünçlük. Nitekim güldürü için
tekrar neyse, gündelik dil için de aktarma odur.
Tekrarın
klasik güldürünün gözde yöntemi olduğunu söylemiştik. Tekrar, olaylarm bir
sahnenin bazen aynı kişiler arasmda fakat farkh ortamlarda, bazen de aynı
ortamda farklı kişiler arasmda gerçekleşecek şekilde düzenlenmesidir. Örneğin
daha önce efendiler tarafından oynanmış bir sahne daha az soylu bir dille
uşaklar tarafından tekrar edilir. Şimdi de münasip bir üslupla, doğal
ortamlarına uygun biçimde dile getirilmiş birtakım fikirler hayal edin. Bu
fikirler arasındaki ilişkileri aynen muhafaza ederek onları yeni bir ortama
aktarabilen bir düzenek düşünün veya başka türlü söylersek, aynı fikirlerin
bambaşka bir üslupla ifade edilmelerini ve bambaşka bir tona aktarılmalarını
sağlayın: Bu durumda güldürüyü dil size verecek, dilin kendisi gülünç
olacaktır. Aynı fikrin iki farkh ifadesinin, doğal ve aktarılmış ifadeleri-
79
Henri
Bergson
nin ayrı ayrı
sunulmasına gerek olmayacaktır. Nitekim doğal ifadeyi zaten tanıyoruzdur, hiç
düşünmeden tercih edeceğimiz ifade tarzı odur. Dolayısıyla güldürü üretme
çabası diğerine ve sadece diğerine odaklanacaktır. Bu ikinci ifade tarzı bize
sunulduğu anda, ilkini doğal olarak biz getiririz. Dolayısıyla şu genel kural ortaya
çıkar: Bir fikrin doğal ifadesi bir başka tona aktarıldığında gülünç bir
etki elde edilir.
Aktarma
yolları o kadar çok ve çeşitlidir, dil o kadar zengin bir temalar silsilesi
sunar ve en sığ şaklabanlıktan mizah ve ironinin en yüksek biçimlerine kadar
güldürü o kadar farklı aşamalardan geçer ki burada eksiksiz bir tasnife girişmekten
kaçmıyoruz. Kuralı bir defa ortaya koyduğumuza göre belli başlı uygulama
sahalarım, birkaç örnekle teyit etmek yeterli olacaktır.
İlkin resmi
ve gündelik olmak üzere iki uç üslup tespit edilebilir. Birinin diğerine
aktarılmasıyla en belirgin gülünç etkiler elde edilecektir. Güldürü yaratımının
takip ettiği iki zıt yön buradan çıkar.
Resmi üslubu
gündelik üsluba aktardık diyelim. Parodi elde edilecektir. Ve parodi etkisi, bu
şekilde tarif edildiğinde, sırf âdet gereği de olsa bir başka üslupla
anlatılması gereken bir fikrin gündelik tabirlerle ifade edildiği vakaları da
içine alacaktır. Jean-Paul Richter’in naklettiği şu şafak tasvirini örnek
alalım: “Karadan kızıla dönüyordu gök, kızaran bir ıstakoz gibi.” Klasik antik
dönemi sarmalayan şiir halesi yüzünden, kadim mevzuların modern hayatın
terimleriyle ifade edilmesinin de aym etkiyi doğurduğu saptanacaktır.
Bazı
filozoflara, özellikle de Alexandre Bain’e genel olarak gülüncü alçaltma
üzerinden tanımlama fikrini veren de parodiye özgü gülünçlüktü kuşkusuz.
Gülünçlük “vaktiyle muteber bir şey bize sıradan olarak ve sıradanmış gibi
gösterildiğinde” doğar.38 Ancak tahlilimiz doğruysa, alçaltma sadece
aktarmanm biçimlerinden biridir ve aktarma da gülme-
38 Alexandre Bain, The emotions and the urill. (ç.n.)
80
Gülme
yi doğuran
araçlardan bir tanesidir. Daha pek çokları vardır ve gülmenin kaynağım çok daha
gerilerde aramak gerekir. Üstelik o kadar uzağa gitmeden de rahatlıkla
görülebilir ki resmi olanın sıradanlığa, iyinin kötüye çevrilmesi gülünç
oluyorsa bunun tersi çok daha gülünç olabilir.
Bunların her
ikisine de aynı sıklıkta rastlıyoruz ve görünüşe bakılırsa, nesnelerin maddi
boyutuyla ve manevi değeriyle ilgili olması bakımından bu tür
aktarmamn iki temel biçimini aynştırabiliriz.
Küçük
şeylerden sanki büyükmüşler gibi söz etmek, genel olarak abartmaktır. Abartma
uzatıldığında ve özellikle de sistematik hale geldiğinde gülünçtür: Nitekim
ancak o zaman bir aktarma yöntemi haline gelir. Abartma o kadar etkili biçimde
güldürür ki bazı yazarlar gülüncü, tıpkı bazılarının alçaltma üzerinden
tanımlayışı gibi abartma üzerinden tanımlayabilmiştir. Aslında alçaltma gibi
abartma da gülüncün belli bir türünün belli bir biçimi olmaktan ibarettir;
lâkin oldukça da çarpıcı bir biçimidir; Bu biçim, klasik kahraman tipleriyle
ilgili taşlama şiirlerini yaratmıştır. İtiraf etmek gerekirse biraz eski moda
bir türdür bu, fakat izlerine, bugün yöntemsel abartmaya eğilimli herkeste rastlanabilir.
Palavracılığın bizi bu yönüyle güldürdüğü, çoğu durumda söylenebilir.
Çok daha
yapay ama bir o kadar da rafine bir aktarma da şeylerin fiziksel boyutuyla
değil de manevi değeriyle ilgili olarak, yukarıdan aşağıya yapılan aktarmadır.
Terbiyesiz bir düşünceyi terbiyelice ifade etmek; hayâsız bir durumu, zelil
bir mesleği veya rezil bir davramşı alıp onu en âlâsından respectability
[saygınlık] içeren tabirlerle tasvir etmek gibi. Burada İngilizce bir sözcük
kullandık çünkü olayın kendisi oldukça İngiliz. Bunun sayısız örneklerini
Dickens’ta, Thackeray’de, İngiliz edebiyatının genelinde bulmak mümkün. Bu
arada, geçerken not edelim: Burada etkinin yoğunluğu uzunluğuna bağlı
değildir. Bazen bir sözcük kâfidir,
81
Henri
Bergson
yeter ki bu
sözcük belli bir çevrede kabul gören bir aktarım dizgesinin tamamını
sezdirebilsin ve bir şekilde, gayriahlaki- liğin ahlaki bir tarzda
düzenlenişini gözler önüne serebilsin. Gogol’ün bir oyununda yüksek bir memurun
astıyla ilgili yaptığı şu tespiti hatırlayabiliriz: “Rütbenizdeki bir memura 39göre
biraz fazla çalıyorsunuz.”
Yukarıda
geçenleri özetleyelim: Biri çok büyük biri çok küçük veya biri iyi diğeri beter
olmak üzere kıyaslanan iki uç terimin var olduğunu ve bunlar arasında, iki
uçtan birine doğru aktarma yapılabileceğini söyledik. Şimdi, aradaki mesafe
yavaş yavaş kapanacak olursa, iki terim arasında elde edilen tezathk giderek
daha az şiddetli, aktarmadaki gülünç etki ise giderek daha incelikli olacaktır.
Bu
karşıtlıkların en yaygın olam belki de reel ile ideal, olan ile olması gereken
arasındaki karşıtlıktır. Bazen, yapılması gereken şeyi beyan ederken, gerçekte
yapılan şeyin bunun aynı olduğuna inanmış taklidi yaparız; bu, ironidir.
Bazen de tersine, hazırdaki durumu kılı kırk yararak, inceden inceye tasvir
eder ve olması gerekenin tam da bu olduğuna inanmış taklidi yaparız; genelde mizah
böyle işler. Bu şekilde tanımlandığında ironi mizahın tersidir. İkisi de hicvin
birer biçimidir fakat ironi, doğası gereği hitabete özgüdür. Oysa mizahta daha
bilimsel bir taraf vardır. Olması gereken iyi fikrinin bizi giderek daha
yükseklere taşımasına izin vererek ironiyi de şiddetlendirmiş oluruz: Bu yüzden
ironi içten içe kızışarak en sonunda bir tür hummalı belagate dönüşebilir.
Mizah ise tersine, kötü halin içine ve giderek dibine inilerek ve soğukkanlı
bir kayıtsızlıkla tüm ayrıntılar sıralanarak artırılır. Pek çok yazar gibi Jean
Paul de somut tabirlerin, teknik detayların, belirgin olguların mizah için
birebir olduğunu teşhis etmişti. Tahlilimiz doğruysa, bu mizahın rastgele bir
özelliği değildir, onun bizzat özüdür. Mizah yazarı burada bilgin kılığına
girmiş bir ahlakçı, sırf bizi iğrendirmek için
39 Gogol, Müfettiş, I.Perde, 4. Sahne, (ç.n.)
82
Gülme
diseksiyona
girişen bir anatomist gibidir. Ve sözcüğün bizim kabul ettiğimiz dar anlamıyla
mizah, gerçekten de ahlaki olanın bilimsel olana aktarılmasıdır.
Birbirine
aktarılan terimler arasındaki mesafeyi daha da kısaltarak, gülünç aktarma
dizgeleri içinde daha spesifik olanlara ulaşabiliriz artık. Örneğin bazı
mesleklerin kendi teknik söz dağarı vardır: Gündelik hayattan fikirler bu
mesleki dile aktarılarak nice gülünç etki elde edilmiştir! İş ilişkileriyle
ilgili söyleyişlerin sınırlarını genişletmesi de yine gülünçtür: örneğin
Labiche’in bir karakteri, aldığı bir davet mektubunu kastederek “3 cari tarihli
davetiyeniz” der ve böylece “3 cari tarihli mektubunuz” ticari ifadesini dönüştürmüş
olur.40 Gülüncün bu türü, sadece mesleki bir alışkanlığı değil
karakter kusurunu da ifşa ettiğinde özel bir derinlik kazanır. Sahte Dostlar41
ve Benoiton Ailesinde42 evliliğe bir ticaret gibi muamele
edilen ve duygusal meselelerin tümüyle ticari deyişlerle ele alındığı sahneler
hatırlanacaktır.
Ancak bu
noktada dildeki hususiyetlerin karakterdeki hususiyetlere tercüme edildiği bir
noktaya ulaştık. Bununla ilgili daha derin bir araştırmayı gelecek bölüme
bırakmamız gerekiyor Nitekim tahmin edileceği ve yukarıda görülmüş olduğu üzere
söz güldürüsü durum güldürüsünü yakından takip eder ve nihayet onunla, karakter
güldürüsünde iç içe geçip karışır. Dilin gülünç etkiler yaratabilmesinin sebebi
insani bir üretim olması, insan zihninin biçimlerine mümkün mertebe uyacak
şekilde düzenlenmesidir. Dilde, yaşadığımız hayatın canlılığına benzer bir şey
olduğunu hissederiz. Ve dildeki bu canlılık tam ve mükemmel olsa, içinde donmuş
hiçbir şey barındırmasa, yani dil bağımsız organizmalara bölünmesi mümkün
olmayacak şekilde tam bir birliğe sahip bir organizma olsa, onun gülünçlükle
ilgisi kalmazdı; tıpkı,
40 Labiche, Dit-on le dire, ULPerde, 5.Sahne. (ç.n.)
41 T.Barriere,- E.Capendu, Les Faux Bonhommes. (ç.n.)
42 La Famille Benoiton, Victorien Sardou’a ait 1866 tarihli
oyun, (ç.n.)
83
Henri
Bergson
ahenk
içerisinde kaynaşmış, durgun bir su misali çalkantısız bir yaşantısı olan ruhun
gülünçlükle ilgisi olmayacağı gibi. Ancak hiçbir havuz yoktur ki sathında ölü
yapraklar yüzmesin, hiçbir insan ruhu yoktur ki onu başkaları karşısında ve
dolayısıyla kendine rağmen katılaştıran alışkanlıkları biriktirmesin; hiçbir
dil yoktur ki kalıplaşmış ifadelerden kaçınabilecek ve tersine çevirme,
aktarma vs. dile cansız bir şey gibi muamele eden mekanik işlemlere
direnebilecek kadar cardı ve esnek, her bir parçasına varıncaya kadar teyakkuz
halinde olsun. Esnek olanın, sürekli değişenin, cardı olanın zıddı katdık,
kalıba girmişlik ve mekaniklik; dikkatin zıddı dalgınlık ve nihayet, özgür
eylemin zıddı otomatizm: İşte özetle gülmenin dikkat çektiği ve düzeltmeye
çalıştığı şeyler bunlardır. Başlangıçta, gülüncün tahliline girişirken bu fikirden
bizi aydınlatmasını beklemiştik. Onun yolumuz üzerindeki önemli dönemeçlerde
bize ışık verdiğini gördük. Bu fikrin yardımıyla şimdi daha öğretici olacağım
umut ettiğimiz, daha önemli bir araştırmaya girişeceğiz. Gülünç karakterleri
incelemeyi, daha doğrusu karakter güldürüsünün temel koşullarım belirlemeyi
amaçlıyoruz. Söz konusu incelemenin sanatın olduğu kadar sanat ile hayat
arasındaki genel ilişkinin de gerçek doğasım anlamaya katkıda bulunacak bir
inceleme olmasına gayret edeceğiz.
84
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Karakterdeki
Gülünç
Gülüncün bir
biçime, tavra, jeste, duruma, eyleme ve söze nasıl sirayet ettiğini
araştırarak, onu izlediği dolambaçlar boyunca takip ettik. Gülünç karakterlerin
tahlili bizi şimdi görevimizin en önemli kısmına getirdi. Gülüncü çarpıcı ve
sonuç olarak kaba örnekler üzerinden tanımlamanın cazibesine kapılacak olsak
görevimizin bu en önemli kısmı bir o kadar güç olabilirdi. Çünkü bu durumda
gülüncün en yüksek tezahürlerine doğru ilerledikçe olguları yakalaması
beklenen tanımın geniş ilmiklerinden ötürü bunu başaramadığım, pek çok olgunun
elimizden kayıp gittiğini görecektik. Fakat biz aslında bunun tam tersi bir
yöntemi izledik: Işığı yukarıdan aşağıya doğru tuttuk. Gülmenin toplumsal bir
anlama ve kapsama sahip olduğuna, gülüncün her şeyden önce şahsm topluma uyum
sağlayamayışının özel bir türünü yansıttığına, sadece insani olanın gülünç
olduğuna kanaat getirdiğimiz için öncelikle inşam, karakteri ele aldık. Bu
yüzden karşılaştığımız güçlük daha ziyade karakter dışındaki bir şeye
gülmemizin nasıl mümkün olduğunu, gülüncün basit bir harekete, gayri- şahsi bir
duruma, bağımsız bir cümleye nasıl, hangi incelikli katışma, birleşme veya
kanşma olaylarıyla sızdığım açıklamakla ilgili oldu. Buraya kadar yaptığımız
çalışma bundan ibaretti. Saf metalle işe başladık ve tüm çabamız onun cevherini
elde etmeye yönelikti. Şimdi ise metalin kendisini incelememiz gerekiyor Bu da
çok kolay olacak çünkü bu defa
87
Henri
Bergson
yalın bir
unsurla ilgileneceğiz. Ona daha yakından bakalım ve diğer her şeyle nasıl
etkileşime girdiğini görelim.
Farkına varır
varmaz bizi etkileyen ruh halleri olduğundan bahsetmiştik: Paylaştığımız
sevinçler ve hüzünler, gözlemleyenler üzerinde acıklı bir şaşkınlığa, dehşete
veya acımaya yol açan ihtiraslar ve kusurlar, özetle, yankılanarak ruhtan ruha
geçip yayılan hisler vardır. Tüm bunlar hayatın özüne dairdir. Tüm bunlar
ciddi, hatta bazen trajiktir. Güldürü ise başkasından artık etkilenmediğimiz
anda ve toplumsal hayat karşısında katılaşma diyebileceğimiz şeyle
başlar. Başkasıyla ilişki kurmaya aldırış etmeden otomatik biçimde kendi
yolunda giden kişi gülünçtür. Gülme onun bu dalgınlığını ıslah etmek, onu
rüyasından uyandırmak için vardır. Önemli şeyleri sıradan olanlarla
kıyaslamamız mazur görülürse, askeri okullara girişte olan bitenleri
hatırlatmak isteriz. Aday, sınavdaki zorlu sınamaları atlattıktan sonra bir de
kendisinden daha kıdemli öğrencilerin onu adım attığı yeni topluluğa hazırlamak
ve söylendiği gibi “yontmak” için düzenledikleri smamalarla yüz yüze kalır.
Toplum içerisinde şekillenmiş her küçük topluluk böylece, belli belirsiz bir içgüdüyle,
başka yerlerde edinilmiş ve değiştirilmesi gereken alışkanlıkların katılığını
yontma ve ıslah etme usulleri icat eder. Aslına bakılırsa toplum da aynı
şekilde hareket eder. Toplumun her bir üyesi etrafına dikkat göstermeli,
kendini çevresine göre ayarlamalı, kısacası bir fildişi kuledeymişçesine kendi
içine kapanmaktan kaçınmalıdır. Bu yüzdendir ki toplum bir ceza tehdidini
değilse bile, hafif ama yine de göz korkutucu olan bir küçük düşürme
olasılığını her bireyin başına musallat eder. Gülmenin işlevi bu olmalıdır.
Konu olan kişiyi daima bir parça küçük düşüren gülme hakikaten bir tür
toplumsal hizaya sokma biçimidir.
Gülüncün çift
anlamlı karakteri de buradan kaynaklanır. O ne tamamen sanata ne de hayata
aittir. Bir yandan, gerçek hayattan kişilerin hareketlerini yukarıdan,
locamızda oturur
88
Gülme
gibi
izleyemeseydik bizi güldürmeleri mümkün olmazdı: Gözümüz önünde bir güldürü sahneledikleri
için gülünçtürler. Ama öte yandan, tiyatro da bile, gülmenin keyfi katıksız bir
keyif değildir, yani sadece estetik, tümüyle tarafsız değildir. Daima bir art
düşünce, örtük bir niyet karışır bu keyfe. Ve bu, birey olarak bize ait değilse
şayet, bütün olarak topluma aittin Söz konusu bu niyet, itiraf edilmeyen bir
küçük düşürme ve dolayısıyla da, en azından biçimsel olarak ıslah etme
niyetidir. Bu yüzden güldürü, dramdan çok daha yakındır gerçek hayata. Bir dram
ne kadar görkemliyse, trajediyi saf haliyle açığa çıkarmak adına oyun yazarının
gerçek hayat üzerinde uygulaması gereken işlemler de o denli karmaşık
olacaktır. Bunun aksine güldürü ancak en aşağı biçimlerinde, vodvil ve fars
biçimindeyken gerçek hayatla tezat arz eder. Bir güldürü ne kadar incelildi
olursa hayata da o denli çok yaklaşır. Hatta gerçek hayattaki sahneler yüksek
güldürüye o kadar benzer ki bunları tek kelime değiştirmeden tiyatroya
aktarmak mümkündür.
Gülünç
karakter unsurlarının tiyatroda ve gerçek hayatta aynı olduğu sonucu çıkıyor
buradan. Bu unsurlar hangileridir? Bunları ortaya çıkarmakta zorlanmayacağız.
Bizi
insanların ancak önemsiz kusurlarının güldürdüğü söylenir. Bu görüşte
büyük hakikat payı olduğunu teslim etmekle birlikte onu tümüyle doğru olarak
da göremiyorum. Öncelikle, kusurlar söz konusu olduğunda önemsiz ile ciddi
arasındaki sının çizmek zordur: Belki de bir kusur önemsiz olduğu için bizi
güldürmüyordur da güldürdüğü için bize önemsiz görünüyordu!, nitekim hiçbir şey
bizi gülme kadar yumuşatamaz. Fakat daha ileri gidip, ciddi olduğunu bile bile
güldüğümüz kusurlar olduğunu savunmamız da mümkün: Harpagon’un cimriliği
örneğin. Sonra, insanların sadece kusurlarına değil, bazen iyi özelliklerine
de güldüğümüzü -gönülsüzce de olsa- itiraf etmemiz gerekiyor Alceste’e
gülüyoruz örneğin. Gülünç olan Alceste’in dürüstlüğü değil,
89
Henri
Bergson
dürüstlüğün
onda özel bir şekilde tezahür edişidir, kısacası gözümüze çarpan bir tür
tuhaflık olduğu söylenebilir. Öyle bile olsa bizi Alceste’te güldüren bu
tuhaflığın, onun dürüstlüğünü gülünç kıldığına ve gülünçlüğün her zaman
için, ahlaki anlamıyla bir kusurun göstergesi olmadığına, ille de bir kusur,
önemsiz bir kusur olarak görülmek isteniyorsa, önemsiz ile ciddinin
birbirlerinden nasıl ayrıldıklarına işaret etmek gerektiğine hükmediyoruz.
Hakikat şu ki
gülünç karakter son noktada katı bir ahlakla uyum içinde olabilir. Bunun için
tek yapması gereken kendini topluma uydurmaktır Alceste’in karakteri enikonu
dürüst bir adamın karakteridir. Fakat gelin görün ki o, asosyal biridir ve bu
yüzden gülünçtür. Esnek bir kusurla dalga geçmek katı bir erdemle dalga
geçmekten daha kolay olmayabilir. Toplum açısından kuşkulu olan katılıktır.
Dolayısıyla bizi güldüren Alceste’in katılığıdır, her ne kadar katılık bu
örnekteki gibi dürüstlük de olsa. Kendini soyutlayan herkes alaya alınma
riskiyle karşı karşıyadır çünkü gülünçlük büyük oranda, tam da bu
soyutlanmadan gelir. Gülünç olanın çoğunlukla âdetlere, fikirlere -kestirmeden
söyleyelim- bir toplumun önyargılarına bağlı oluşu da böylece bir açıklamaya
kavuşur.
Yine de,
insanlık onuru namına, toplumsal idealler ile ahlaki ideallerin esasen
birbirinden farkh olmadıklarım teslim etmek gerekir. Dolayısıyla başkalarının
kusurlarının bizi güldürdüğünü genel kural olarak kabul edebiliriz -yeter ki bu
kusurların ahlak dışı değil toplum dışı olmaları bakımından bizi
güldürdükleri buna ilave edilsin. Öyleyse şunu bulmak kalıyor geriye: Gülünç
hale gelebilen kusurlar hangileridir ve hangi koşullarda kusurları
gülünemeyecek kadar ciddi sayarız?
Fakat bu
soruya zımnen zaten cevap verdik. Gülüncün saf akla hitap ettiğini söylemiştik;
gülme duygularla bağdaşmaz. Bulabileceğiniz en önemsiz kusuru tasvir edin
90
Gülme
bana, eğer
bunu, bende sempati, endişe veya acuna doğuracak şekilde yaparsınız, her şey
başlamadan bitmiştir, gülecek hiçbir şey bulamam. Bunun tersine karanlık ve
hatta genelde insanları tiksindiren bir kusuru seçin, uygun hilelere
başvurarak bu kusur karşısında beni duyarsız kılmayı başarırsanız, kusuru da
gülünç kılabilirsiniz. Bu durumda kusurun gülünç olacağını kastetmiyorum;
sadece gülünç hale gelebileceğini söylüyorum. Beni duygulandırmaması
gerekir, işte, her ne kadar kesinlikle yeter koşul değilse de gerçekten
zorunlu tek koşul budur.
Peki ama
güldürü yazarı duygulanmamı engellemeyi nasıl başarıyor? Can sıkıcı bir
sorudur bu. Meseleyi aydınlığa kavuşturmak için az çok yeni bir inceleme yolu
tutturmak, tiyatro izlerken takındığımız yapay sempatiyi tahlil etmek, hayalî
sevinçleri ve acıları paylaşmayı hangi koşullarda kabul hangi koşullarda
reddettiğimizi saptamak gerekecektir. Hipnotizma vakalarında görüldüğü üzere,
insanların hislerini yatıştırmak ve onları hayallere hazırlamak bir sanattır
Aynı şekilde, tam uyandığı anda sempati duygusunu devre dışı bırakmak ve böylece
ciddi de olsa bir durumun ciddiye alınmamasını sağlamak da bir sanattır. Bu
sanatı yöneten ve güldürü yazarının az çok bilinçsizce tatbik ettiği iki yöntem
olduğu anlaşılıyor. İlk yöntem karakterin ruhunda, ona atfettiğimiz hissi tecrit
etmek ve bu hissi âdeta, bağımsız bir yaşantıya sahip parazit bir varlık
haline getirmektir. Genelde, kuvvetli bir his adım adım diğer tüm ruh
hallerini ele geçirir ve onlara kendi rengini verir: Bu tedrici sızma işlemi
biz seyircilere gösterilirse buna denk bir duygu, yavaş yavaş bize de sirayet
eder Bir başka imgeye başvurarak şöyle de söyleyebiliriz: Bir duygunun
dramatik, bulaşıcı olması için tüm armonilerin ana sesle birlikte verilmesi
gerekir. Oyuncu tüm benliğiyle bu tonda titrediğinde seyirciler de ona uyacaktır.
Bunun aksine, bizi kayıtsız bırakan ve gülünç hale gelebilen bir duyguda,
mesken tuttuğu ruhun geri kalanıyla
91
Henri
Bergson
ilişkiye
girmesini engelleyen bir katılık vardır. Bu katılık, yeri geldiğinde
kuklavari hareketlerde göze çarpabilir ve böylece gülmeye neden olabilir fakat
bunun öncesinde çoktan sempatimizden uzakta kalmıştır: Kendi kendiyle ahenk
içinde olmayan bir ruhla nasıl ahenk içine girebiliriz?
Moliere’in Cimrisinde
drama çok yaklaşan bir sahne vardır. Biri borç para isteyen diğeri tefeci,
birbirleriyle daha önce hiç karşılaşmamış iki kişi yüz yüze gelirler ve
bunların baba oğul oldukları ortaya çıkar. Babalık hissi ile cimrilik
Harpagon’un ruhunda birbiriyle çarpışarak az çok özgün bir terkibe ulaşsa tam
manasıyla bir dramla karşı karşıya kalırdık. Fakat hiç de böyle olmaz. Görüşme
son bulur bulmaz baba her şeyi unutur. Tekrar oğluyla karşılaştığında o vahim
sahneye şöyle bir anıştırmada bulunur yalnız: “Son yaramazlığını affetme
lütfunu gösterdiğim siz oğluma vs.”1 Dolayısıyla cimrilik, diğer
hislerin uzağında, onlara dokunmadan ve dokunulmadan, dalgınlık içinde
kalır. İstediği kadar ruha çöreklenmiş, evin efendisi haline gelmiş olsun, yine
de bir yabancı olarak kalır Trajik türden bir cimrilik ise bambaşka olacaktır.
İnsandaki muhtelif güçleri dönüştürürken, onları kendine çekecek,
sindirecektir: Hisler ve duygulanımlar, arzular ve iğrenmeler, kusurlar ve
erdemler; hepsi de cimriliğin yeni bir can bahşettiği birer malzeme haline
geleceklerdir. Yüksek güldürü ile drama arasındaki ilk temel fark bu gibi
görünüyor
İlkinden
kaynaklanan, daha bariz bir ikinci temel fark daha var. Bir ruh halinin
tasvirinde amaçlanan onu dramatik hale getirmek veya sadece seyircinin onu
ciddiye almasını sağlamak ise, bu durumda ruh hali yavaş yavaş, ona gerçek
boyutlarını bahşeden davranışlara doğru kaydırılır. Böylece, sözgelimi
cimri her şeye kazanç çerçevesinden bakacak, riyakâr sofu ise Tanrı’nın
rızasından başka şey düşünmez görünürken, büyük bir maharetle insanlar arasmda
ı A.g.e., sırasıyla D.
Perde, 2.Sahne ve Hl.Perde, l.Sahne. (ç.n.)
92
Gülme
yolunu
bulacaktın Güldürü bu tür hesaplan dışlamaz kuşkusuz; Tartuffe’ün dolaplarını
örnek göstermek yeter. Fakat güldürü bu noktada dramla benzeşir ve kendini
dramdan ayırmak için, ciddi eylemleri ciddiye almamızı engellemek ve bizi
gülmeye hazırlamak için şu şekilde formüle edebileceğim bir vasıtaya başvurur:
Dikkatimizi eylemler üzerine yoğunlaştırmak yerine, jestlere kaydırır.
Jestlerden kastım, tavırlar, hareketler ve hatta ruh halinin herhangi bir amaç,
herhangi bir çıkar gözetmeden, sırf içeriden gelen bir tür isteğin kendini
dışavurduğu söylemlerdir Bu şekilde tanımlanan jest davranıştan tamamen
farklıdır Davramş iradi, her halükârda bilinçlidir; jest ise sıvışıp
otomatiktir Davranışta şahıs tamamıyla ortaya çıkar, jestte ise şahsiyetin
bütününe rağmen veya hiç değilse bütününden ayrı olarak ifade bulan, kişinin
münferit bir parçasıdır Son olarak -ki esas nokta bu- dur- davramş ona ilham
veren hisle bire bir orantılıdır. Birinden diğerine aşamalı bir geçiş vardır;
öyle ki duyduğumuz sempati veya iğrenme, histen eyleme ilerleyen hat boyunca
kayabilir ve giderek yoğunlaşabilir Fakat jestte patlamaya meyyal bir taraf
vardır ki uyuklamaya hazır duyarlığımızı uyandırıp bizi kendimize getirir ve
olayları ciddiye almamıza engel olur Demek ki, dikkatimiz eylemlere değil
jestlere çekildiğinde güldürünün alanındayızdır. Tartuffe karakteri
davranışlarına bakıldığında dram alanına aittir, ancak, daha ziyade jestlerini
dikkate aldığımız takdirde bize gülünç gelir. Sahneye ilk nasıl girdiğini
hatırlayalım: “Laurent, kırbacımı çile gömleğimle birlikte kaldırıp kitle bir
yere.”2 Dorine’in kendisini işittiğini bilmektedir fakat emin olalım
Dorine orada olmasaydı da yine aynı şekilde konuşacaktı. Riyakâr rolüne o
derdi kaptırmıştır ki kendini, onu neredeyse samimiyetle oynar. Böylece ve
sadece bu şekilde gülünç hale gelebilir. Bu somut samimiyet olmasa, uzun süren
bir riyakârlığın doğal jestler haline getirdiği tavırları ve konuşmaları olmasa
2 A.g.e.,
Hl.Perde, 2.Sahne. (ç.n.)
93
Henri
Bergson
Tartuffe
sadece iğrenç olurdu çünkü sadece hareketlerindeki iradi boyut dikkatimizi
çekerdi. Davranışların dramda esas iken güldürüde niçin tali olduğunu artık
anlıyoruz. Güldürüde, bir karakterin tanıtılması amacıyla pekâlâ bambaşka bir
durumun da seçilebileceğini hissederiz; karakter, farklı bir durum içinde yine
aynı adam olacaktır. Fakat dramda aynı izlenime kapılmayız. Dramda karakterler
ve durumlar içe içe geçip kaynaşmıştır; daha doğru bir ifadeyle olaylar
kişilerin tamamlayıcı parçasıdır. Öyle ki dramda bize anlatılan hikâye farklı
olsa, oyuncuların isimleri aynen korunsa bile karşımızda gerçekten de bambaşka
insanlar bulurduk.
Özetlersek,
bir karakterin iyi ya da kötü olmasının pek önem arz etmediğini görmüştük: Eğer
asosyalse gülünç hale gelebiliyordu. Şimdi ise vakanın vahametinin de önemli olmadığım
görüyoruz: Vahim olsun sıradan olsun, bizi güldürmeyi başarabilir, yeter ki
bizi duygulandırmayacak şekilde anlatılsın. Karakterin toplum dişiliği
ve seyircinin duygusuzluğu, işte iki temel koşul bunlardır. Bu ikisinde
içerilmiş ve buraya kadar tüm tahlillerimizde ortaya çıkarmaya çalıştığımız
bir üçüncü koşul daha vardır: Otomatizm.
Çalışmamızın
en başmdan beri otomatizme işaret ettik, dikkatleri bu hususa çekmekten
vazgeçmedik: Esasen gülünç olan şeyler hep otomatik biçimde yapılan şeylerdir.
Bir kusurda, hatta bir meziyette gülünç olan, kişinin istemeden kendini teslim
edişidir - gayriihtiyari bir jest, şuursuz bir sözdür. Her dalgınlık
gülünçtür. Dalgınlık ne kadar derinse güldürü de o kadar niteliklidir. Don
Quijote’ninki gibi sistematik bir dalgınlık tahayyül edilebilecek en gülünç
şeydir: Kaynağına en yakın noktasındaki gülünç, gülünçlüğün ta kendisidir.
Herhangi bir gülünç karakteri örnek alın. Söylediklerinin ve yaptıklarının ne
kadar bilincinde olursa olsun, eğer gülünçse şahsiyetinde farkında olmadığı bir
boyut, kendi kendinden gizlediği bir taraf var demektir çünkü bizi sadece
böylelikle güldürebilir. Çokça güldüren sözler
94
Gülme
bir kusurun
kendini tüm çıplaklığıyla göz önüne serdiği naif sözlerdir: Kendini görme ve
yargılama kabiliyeti olsa kendini teşhir eder miydi hiç? Gülünç bir karakterin
belli bir tutumu yuvarlak ifadelerle kmayıp sonra hemen bu tutumun bir
örneğini sergilediği durumlar az değildir: Örneğin M. Jourdain’in felsefe
öğretmeninin öfkeyi uzun uzadıya tenkit ettikten sonra küplere binmesi;3
Vadius’un şiir okuyucularım alaya aldıktan sonra cebinden bir şiir çıkarması4
vs. Bu çelişkilerin insanlardaki bilinçsiz tarafı gözle görülür hale getirmek
dışında bir amacı olabilir mi? Kendine ve dolayısıyla başkalarma karşı
dikkatsizlik, işte sürekli karşımıza çıkan şey. Ve daha yakından bakılacak
olursa, bu noktada dikkatsizliğin tam da bizim asosyallik dediğimiz şeyle
tamamen örtüştüğü görülecektir. Katılığın temel sebebi etrafımıza ve özellikle
de kendimize bakmayı ihmal etmemizdir: Başkalarım ve aynı zamanda da kendini
tamyarak işe başlamayan kişi, şahsiyetim nasıl başkalarının şahsiyetiyle uyumlu
hale getirebilir? Katılık, otomatizm, dalgınlık, asosyallik, tüm bunlar içe
içedir ve karakterdeki gülünçlüğü oluştururlar.
Özetle,
insanın şahsmda duyarlığımızı uyandıran ve bizi duygulandırmayı başaran şeyleri
bir yana ayıracak olursak, geriye kalanlar gülünç hale gelebilir ve bu halde
gülünç katılıkla doğrudan orantılı olacaktır. Bu fikri çalışmamızın ta en
başmda ifade etmiştik. Onu temel neticeleri itibarıyla da doğruladık. Az önce
ise onu güldürünün tanımına uyguladık. Şimdi bu fikri daha sıkı kavramamız ve
bu fikrin güldürünün diğer sanatlar içindeki yerini nasıl doğrulukla
belirlemeye yaradığım göstermemiz gerekiyor.
Bir anlamda
her karakterin gülünç olduğu söylenebilir, yeter ki karakter derken
şahsiyetimizde kalıp halde olan, bir defa kurulduktan soma otomatik biçimde
işleyebilen mekanizma benzeri bir şeyler kastedilsin. Başka deyişle bu,
3 Moliere, Le Bourgeois gentilhomme, II. Perde, 3.Sahne.
(ç.n.)
4 Moliere, Les Femmes savantes, m. Perde, 3.Sahne. (ç.n.)
95
Henri
Bergson
kendimizi
tekrar etmeyi mümkün kılan şey, dolayısıyla başkalarının da bizi taklit
edebilmesini sağlayan şey olacaktır. Gülünç kişi bir tiptir. Tersinden
söylersek, bir tipe benzemekte gülünç bir taraf vardır. Biriyle uzun zaman görüşüp
onda gülünç hiçbir yan bulamayabiliriz, yine de, tesadüfi bir benzerlikten yola
çıkarak ona meşhur bir roman veya piyes karakterinin adını yakıştıracak olsak o
bir anlığına da olsa gözümüze gülünç görünür. Üstelik o roman karakteri hiç gülünç
de olmayabilir. Gülünç olan ona benzemektir. Kişinin kendisi olmaktan
çıkmasıdır âdeta hazır bir çerçeve içine girip yerleşebilmesidir. Hepsinden öte
gülünç olan ise kişinin bizzat, başkalarının sık sık içine yerleştikleri bir
çerçeveye, bir kalıp “karakter”e dönüşmesidir.
Demek ki
yüksek güldürünün amacı, karakterleri yani genel tipleri tasvir etmektir. Bu
pek çok kez söylenmiştir. Ama biz yine de tekrar ediyoruz zira bu formülün
güldürüyü tanımlamaya yeteceğini sanıyoruz. Nitekim güldürü bize sadece genel
tipleri takdim etmekle kalmaz, ayrıca bize göre o, tüm sanatlar içinde geneli
hedefleyen tek sanattır. O kadar ki bir defa bu amaç kendisine isnat
edildiğinde artık güldürünün ne olduğu söylenmiştir ve geri kalanlar güldürü
olamaz. Güldürünün özünün gerçekten de bu olduğunu ve trajediyle, dramla veya diğer
sanat biçimleriyle bu bakımdan ayrıştığını ispat etmek için sanatı en
yüksek biçimleri içinde tanımlamakla işe başlamak gerekiyor: Böylece, güldürü
yazınına doğru yavaş yavaş indirse, onun hayat ile sanat arasındaki sınır
bölgede konumlandığı ve diğer sanatlardan genellik vasfı bakımından ayrddığı
görülebilecektir Ancak bu kadar geniş bir çalışmaya burada girişemiyoruz. Yine
de bu çalışmanın bir eskiz planım çıkarmamız lazım, yoksa güldürü tiyatrosunda
bizce asli olan şeyi ihmal etmiş olacağız.
Sanatın amacı
nedir? Gerçeklik duyularımızla ve büin- cimizle doğrudan temas etse, eşyayla ve
kendimizle aracısız iletişime girebilsek, bence sanat gereksiz olur; daha
doğrusu
96
Gülme
hepimiz birer
sanatçı olur çıkardık zira bu durumda ruhumuz sürekli doğayla uyum içinde
titreşirdi. Gözlerimiz, hafızamızın da yardımıyla taklidi imkânsız resimleri
zamanda sabitler, mekânda şekillendirirdi. İnsan vücudunun canlı mermerinden
oyulmuş, antik örnekleri kadar güzel heykel parçalatma her yerde rast gelirdik.
Ruhumuzun derinlerinde kimi zaman neşeli, çoğu zaman hazin ama her zaman özgün
bir musiki gibi, içsel hayatımızın kesintisiz namesini işitirdik. Tüm bunlar
etrafımızdadn, içimizdedir fakat hiçbirini açık seçik algılamayız. Bizimle doğa
arasında, ne dedim ben, düzeltiyorum, bizimle yine kendi bilincimiz arasmda bir
perde, insanların çoğu için kalın, şairler ve sanatçılar için ince, neredeyse
şeffaf olan bir perde gerilidir. Hangi peri dokumuştur o perdeyi acaba? Garezinden
mi dostluğundan mı dokumuştur? Ama yaşamak lazımdır ve hayat eşyayı
ihtiyaçlarımızla ilintisi çerçevesinde anlamayı gerektirir. Yaşamak
davranmaktır. Yaşamak, uygun tepkilerle cevap vermemize yarayan
izlenimleri kabul etmektir, geri kalan izlenimler sönükleşmeli ya da bize ancak
bulanık biçimde gelmelidir. Bakıyorum ve gördüğümü sanıyorum, dinliyorum ve
işittiğimi sanıyorum, kendimi inceliyor ve kalbimin ta derinlerine nüfuz
ettiğimi sanıyorum. Fakat dış dünyada işittiğim, gördüğüm şeyler, sadece tutacağım
yolu aydınlatmak amacıyla duyularım tarafından seçilmiş olanlardır Kendimle
ilgili bildiğim, yüzeye çıkanlar, eylemlerime ilişkin olanlardır. Duyularım ve
bilincim demek ki bana sadece gerçekliğin pratik bir sadeleştirmesini
sunuyorlar. Bana eşyayla ve kendimle ilgili sağladıkları tasavvurlar arasmda
işime yaramayan farklar siliniyor işime yarayan benzerlikler vurgulanıyor,
eylemimle gireceğim yollar benim için önceden çizilmiş oluyor. Tüm insanlığın
benden önce gelip geçtiği yollar bunlar. Eşya kendisinden elde edebileceğim
faydaya göre sınıflandırılmış. Ve eşyanm renginden ve biçiminden çok bu
sınıflandırmaları kavrıyorum. Kuşkusuz
97
Henri
Bergson
bu açıdan
insan hayvana göre çok üstündür. Bir kurdun gözünde kuzu ile oğlak arasında
fark olması pek küçük bir ihtimaldir, kurt için ikisi de eşit derecede
kolaylıkla yakalanıp afiyetle yenebilecek, birbirinin aynı iki avdır. Bize
gelince, keçi ile koyun arasında ayırım yapıyoruz tabii ama bir keçiyle bir
başka keçi, bir koyunla başka bir koyunu ayırıyor muyuz? Kavranması somut bir
yarar getirmiyorsa eşyanın ve varlıkların bireyliğini fark etmeyiz. Ve
bunu fark ettiğimiz hallerde de (bir insanı bir diğerinden ayırdığımızda
olduğu gibi) gözümüze çarpan şey bireylik, yani renklerin ve biçimlerin tümüyle
özgün belli bir ahengi değil, sadece pratik tanımayı kolaylaştıracak bir iki
özelliktir.
Kestirmeden
söyleyecek olursak şeylerin kendilerini görmeyiz; çoğunlukla onlar üzerine
asılmış etiketleri okumakla yetiniriz. İhtiyaçlardan kaynaklanan bu eğilim,
dilin etkisiyle daha da kuvvetlenmiştir. Çünkü sözcükler (özel isimler hariç)
cinslerin adıdır. Bir şeyin en olağan işlevine ve en sıradan yüzüne işaret
eden sözcük, bizimle o şey araşma sızar ve şeyin biçimini gözümüzden
saklayabilip ama çoğunlukla bu biçim, sözcüğün üretilmesine neden olan
ihtiyaçların ardına gizlenmiştir zaten. Ve sadece dışımızdaki nesneler de
değil; kendi ruh hallerimiz bile, özgün yaşantı boyutlarıyla, şahsi ve mahrem
olan taraflarıyla, bizden gizlenirler Sevgi veya nefret duyduğumuzda, neşeli
veya hüzünlü hissettiğimizde, bunları sadece ve sadece bize ait kılan sayısız
küçük kaçak ayrıntılar ve bin türlü derin yankılanışla bilincimize ulaşman
sahiden duygunun kendisi midir? Öyle olsa hepimiz romancı, şair, müzisyen olur
çıkardık. Oysa çoğu zaman, ruh hallerimizi sadece dışa yansıdıklarında idrak
ediyoruz. Hislerimizin sadece gayrişahsi boyutunu, dilin ilk ve tek kalemde
tespit edebildiği boyutunu kavrıyoruz çünkü benzer koşullarda, herkes için,
aşağı yukarı aynı olan bu boyuttur. Demek ki, bireylik kendi birey oluşumuzda
bile bizden kaçıyor Genellikler ve semboller arasında hareket ediyoruz, tıpkı
kuvveti-
98
Gülme
mizin faydaya
binaen başka kuvvetlere göre ölçüldüğü kapalı bir alandaymışız gibi. Eylemle
büyülenip, kendi iyiliğimiz için eyleme çekilirken onun seçtiği sahada, şeyler
ile kendimiz arasında bir orta bölgede, eşyanın dışında olduğu kadar
kendimizin de dışmda yaşıyoruz. Ancak zaman zaman doğa bir tür dalgınlıkla,
hayattan daha kopuk ruhlar çıkarıyor ortaya. Felsefenin ve tefekkürün getirisi
olan iradi, düşünsel, sistematik kopmadan bahsetmiyorum. Duyuların veya bilincin
yapısında fıtraten bulunan doğal bir kopuştan, bakir bir tarzda görmek, duymak
ve düşünmek biçiminde birdenbire ortaya çıkan bir kopuştan bahsediyorum. Bu
kopuş tam olsa, ruh herhangi bir algısıyla artık eyleme iştirak etmese, böyle
bir ruh dünyanın şimdiye dek görmediği türden bir sanatçıya ait olabilirdi.
Aynı anda tüm sanatlarda birden ustalaşır veya daha doğrusu tüm sanatları tek
bir potada eritirdi. Her şeyi, maddi dünyanın biçimlerini, renklerini ve
seslerini olduğu kadar içsel hayatın incelikli devinimlerini de kökensel saflıkları
içerisinde kavrardı. Fakat bu kadarım doğadan beklemek fazla olur. Doğa sanatçı
çıkarttığı kişiler için bile perdeyi kazara ve sadece tek bir cihetten aralan
Sadece tek bir doğrultuda, algıyı ihtiyaca bağlamayı unutmuştur. Ve her bir
doğrultu bizim duyu adım verdiğimiz şeye denk düştüğünden, sanatçı
genelde tek bir duyusuyla ve sadece bu duyu üzerinden bağlanır sanata.
Sanatlardaki çeşitlilikte köken itibarıyla buradan kaynaklanır. Keza
yeteneklerdeki farklılıklar da bundandın Birisi renklere ve biçimlere bağlanır
ve rengi renk, biçimi biçim olduğu için sevdiğinden, onları şahsına göre değil
kendilerine göre algıladığından, biçimleri ve renkleri aracılığıyla eşyanın
içsel hayatının gözleri önünde belirdiğine şahit olur. Onları başlangıçta
afallayan algımıza yavaş yavaş sokan Bizi hiç değilse bir anlığına biçim ve
renk konusunda sahip olduğumuz ve gözümüz ile gerçeklik araşma yerleşmiş
önyargılardan koparın Böylece, sanatın bu örnekte doğayı insana ifşa etmek
olan en yüksek emelim gerçekleştirmiş olur. Başkaları
99
Henri
Bergson
ise kendi
içlerine kıvrılırlar Bir duyguyu dışarıda görünür kılan bin türlü küçük edimin
altında bireyin ruh halini hem ifşa eden hem gizleyen amiyane, toplumsal
sözlerin ötesinde, yalın ve katışıksız haliyle duyguyu, ruh halini aramaya
girişirler Ve bizi de aynı şeyi kendi üzerimizde denemeye sürüklemek için kendi
görmüş oldukları şeye baktırmanın yolunu bulurlar: Sözcüklere kendilerine özgü
bir hayat bahşeden, onları örgütleyen uyumlu söz dizilimleriyle, bize dilin
ifade etmekte yetersiz kaldığı şeyleri söylerler, daha doğrusu sezdirirler.
Bazıları ise
daha da derine inerler Gerektiğinde sözlere çevrilebilen sevinçlerin ve
hüzünlerin altında sözle hiçbir ortak yam bulunmayan şeyleri, hayatın ve soluk
alıp verişlerin insana en derin hislerinden daha yalan olan ritimlerini yakalarlar;
bunlar heyecanların, yeislerin, umutların ve pişmanlıkların insandan insana
değişen canlı yasasıdır. Bu müziği serbest bırakarak ve şiddetlendirerek onu
dikkat alanımıza zorla sokarlar; tıpkı yoldan geçerken kendilerini bir dansm
içinde bulanlar gibi ister istemez müziğin içine çekilmemizi sağlarlar. Ve böylelikle
onlar da, içimizde, en derinde ses vermeyi bekleyen bir tele dokunmaya sevk
ederler bizi. Velhasıl resim olsun, heykel, şiir ya da müzik olsun sanatın
yegâne amacı pratik bakımdan faydalı sembolleri, uzlaşımsal ve toplumsal kabul
görmüş genellikleri, kısacası gerçekliği bizden gizleyen her şeyi silip
süpürerek bizi gerçeklikle yüz yüze getirip bırakmaktır. Sanatta
realizm-idealizm tartışması bu noktadaki bir yanlış anlamadan kaynaklanmıştır.
Sanatın realitenin daha dolaysız bir görünüşü olduğu muhakkaktır. Fakat
algıdaki bu saflık, faydalı uzlaşımlardan kopuşu, duyuların ya da bilincin
fıtri ve özel olarak belli bir bölgede yoğunlaşmış tarafsızlığını, kısacası
hayata dair bir tür gay- rimaddiliği gerektirir ki buna öteden beri idealizm
adı verilmiştir Sözcüklerin anlamıyla hiç oynamaksızın denebilir ki realizm
yapıttayken idealizm ruhtadır ve realiteyle sadece idealite üzerinden temasa
geçilebilir
100
Gülme
Drama sanatı
da bu yasaya istisna teşkil etmez. Dra- manm aradığı ve gün ışığına çıkarmaya çalıştığı
şey, bizim için örtülü olan ve çoğunlukla da menfaatlerimiz ve hayatm icapları
yüzünden örtülü olan derin realitedir. Nedir bu realite? Bu icaplar nelerdir?
Şiir hep ruh hallerini ifade eder. Fakat bu haller arasında bazıları, özellikle
insanın hemcinsleriyle temasından doğar. En yoğun ve de en şiddetli hisler
bunlardır. Tıpkı farklı yüklü elektrik akımlarının kondansatörün iki plakasmda
birikip birbirlerini çekmesi ve böy- lece kıvılcımın ortaya çıkması gibi, sırf
yan yana gelmekle insanlar arasında da derin çekimler ve irimler, temelli denge
bozuklukları, kısacası ihtiras demek olan ruhun elektriklenmesi meydana gelir.
İnsan doğal duygularındaki değişime kendim koyuverecek olsa, toplumsal veya
ahlaki bir yasa olmasa, şiddetli duygu patlamaları hayatm normal gidişatı
haline gelirdi. Ancak bu patlamaların önüne geçilmesi faydalıdır. İnsanın
toplum içinde yaşaması ve dolayısıyla da kurallara tabi olması zorunludur.
Menfaatin tavsiye ettiğini akıl emreder: Ödev diye bir şey vardır ve çağrısına
icabet etmek gerektir. Bu çifte tesir altında, insan türünde yüzeysel bir his
ve fikir katmanının teşekkül etmesi gerekmiştir; değişmezliğe meyleden, hiç
değilse tüm insanlara mahsus olmak isteyen ve tümüyle boğmak kabil olmadığında
bireysel ihtirasların ateşini hiç değilse küllendiren fikirler ve hislerden
oluşan bir katmandır bu. İnsanlığın şiddetten arınmış bir toplumsal hayata
doğru yavaş ilerleyişi bu katmam azar azar sağlamlaştırmıştır, tıpkı
yerkürenin, kaynar haldeki metallerden oluşan eriyik bir kütleyken uzun bir
süreç sonunda katı ve soğuk bir tabakayla kaplanması gibi. Fakat volkanik
patlamalar yine de yaşanmaktadır
Mitolojinin
telkin ettiği gibi, yer canlı bir varlıksa sükûnet halindeyken bile, en derin
doğasım birden bire yeniden açığa çıkartan bu ani patlamaların hayalîyle
yaşadığı düşünülebilir. Dramın bize verdiği de bu türden bir zevktir: Toplumun
101
Henri
Bergson
ve aklın
bizim için meydana getirdiği sakin, tekdüze hayatın alt katmanında iç
gerilimini hissettirdiği, fakat neyse ki infilak etmeyen bir şeyleri kıpırdatır
içimizde. Doğaya toplumdan intikam fırsatını sunar. Bazen amaca doğrudan yürür;
her şeyi altüst eden ihtirasları derinden yüzeye çıkmaya çağırır. Bazen de
çağdaş dramda sıkça rastlandığı gibi, daha dolaylı yollara sapar: Kimi kez
sofizme varan bir beceriyle toplumun kendi içindeki çelişkilerini gözlerimiz
önüne serer; toplumsal kurallardaki yüzeyselliği ve sığlığı abartır ve böylece
dolambaçlı bir yolla, bu defa dış tabakayı eriterek bizi yine diple temasa
geçirir. Fakat iki durumda da, ister toplumu zayıflatsın ister doğayı
kuvvetlendirsin aynı amacı güder ki o da, kişiliğimizin trajik unsuru
diyebileceğimiz gizli bir parçamızı bize keşfettirmektir. Güzel bir dram izledikten
sonra salondan bu izlenimle ayrılırız. Bizi ilgilendiren, başkalarıyla ilgili
anlatılanlar değil kendimizle ilgili bize sezdirilenlerdir: Gerçekleşmek
isteyen ve fakat neyse ki gerçekleşmeden kalan karman çorman bir muğlaklar
âlemi. Sanki içimizdeki, çok uzak bir geçmişe ait irsi hatıralara seslenilmiş
gibi olur - hâlihazırdaki hayatımızla o kadar ilgisiz, o kadar derinde
kökleşmiş hatıralardır ki bunlar bir anlığına da olsa hayatımız bize yeni
baştan alışılıp ısınılması gereken gerçekdışı veya itibari bir şey gibi
görünür. Demek oluyor ki dramın faydalı kazanımlarımızm ötesinde araştırdığı
realite, çok daha derin bir realitedir ve bu noktada diğer sanatlarla aynı
amacı güder.
Tüm bunlardan
şu sonuç çıkıyor: Sanat daima bireysel olanı hedefler. Ressamın
tuvalinde hapsettiği görüntü belli bir ortamda, belli bir günde ve saatte, bir
daha hiç görülmeyecek renkler içinde gördüğü şeydir. Şairin söylediği kendisine
ve sadece kendisine ait olan ve bir daha asla geri gelmeyecek olan bir ruh
halidir. Oyun yazarmın gözlerimiz önüne serdiği, bir ruhun oluşum seyri,
olaylar ve hislerden canlı bir doku, yani bir daha asla cereyan etmemek üzere
bir kere-
102
Gülme
liğine
kendini sunan şeylerdir. Bu hislere istediğimiz kadar genel isimler verelim,
bir başka ruhta aynı olmayacaklardın Çünkü bireyleşmişlerdir. Özellikle
de bu bakımdan sanata aittirler, zira genellemeler, semboller -hatta buna
tipleri de dahil edebilirsiniz- gündelik algımızın geçer akçeleridir. Öyleyse
bu noktadaki yanlış anlama nereden kaynaklanıyor?
Yanlış
anlamanın kaynağı çok farklı iki şeyi, nesnelerin genelliği ile nesneler
hakkında verdiğimiz hükümlerin genelliğini birbirine karıştırmaktım Bir hissin
genelde doğru kabul edilmesi onun genel bir his olduğunu göstermez. Hamlet’in
karakterinden daha tikel bir şey bulunamaz. Bazı yönleriyle başka insanlara
benziyorsa da bizi bu bakımdan ilgilendirmez. Ancak evrensel kabul gören
karakter, herkes tarafından canlı addedilen karakterdim Sadece bu anlamda,
evrensel bir hakikate sahiptir. Diğer sanat ürünleri için de aynı şey ge-
çerlidir. Her biri tikeldir fakat dehadan bir iz taşıyorsa, en sonunda herkes
tarafından kabul edilir hale gelim Niçin kabul edilir? Ve eğer kendi türü
içinde benzersizse, hakiki olduğunu bilmemizi sağlayan hangi emaredir? Bence
bunu, bizi samimiyetle görmek konusunda çabalamaya sürükleyişlerinden
biliyoruz. Samimiyet bulaşıcıdır. Şüphesiz biz sanatçının görmüş olduğunu
görmeyeceğiz, en azından tam olarak aynısını görmeyeceğiz, fakat sanatçı
gerçekten görmüşse, perdeyi sıyırmak için gösterdiği çaba bizi de aynı çabayı
taklide sürükler. Sanatçının yapıtı bizim için ders niteliğinde bir örnektir.
Ve eserin hakikati de tam olarak bu dersin etki gücüyle ölçülür. Öyleyse,
hakikat kendi içinde bir inandırma, daha doğrusu dönüştürme kuvveti taşır ki
kendisini de bu nişandan tanırız. Eser ne kadar büyükse ve sezdirdiği hakikat
ne denli derinse göstereceği etki de o denli uzun süreli olacak ve aynı zamanda
evrensel hale gelmeye o denli meyledecektir. Dolayısıyla burada evrensellik,
sebepte değil üretilen etkidedir.
Güldürünün
amacı ise bambaşkadır. Genellik burada eserin ta kendisindedir. Güldürü,
karşılaşmış olduğumuz ve
103
Henri
Bergson
yolumuz
üzerinde tekrar karşılaşacağımız karakterleri tasvir eder. Benzerliklere
dikkat eder. Tipleri önümüze sermeyi amaçlar. Hatta ihtiyaç gerektirdiğinde
yeni tipler yaratacaktır. Bu bakımdan diğer sanatlarla tezat arz eder.
Klasikleşmiş
güldürülerin isimleri bile bu açıdan manidardın Le misanthrope
[İnsansevmez], L’avare [Cimri], Le oueur [Kumarbaz], Le
Distrait [Dalgın] vs. hep cins isimlerdir ve karakter güldürüsünün ismi
özel isim olduğunda bile bu özel isim, içeriğinin ağırlığı sebebiyle çabucak
cins isim gibi kullanılmaya başlar. “Tartuffe’ün teki” deriz ama aynı şeyi
“Phedrus” veya “Polyeucte” için söylemeyiz.
Bunun da
ötesinde, ana karakterin etrafına onun âdeta basitleştirilmiş kopyaları olan
ikincil karakterler koymak trajedi yazarının akima gelmeyecek bir fikirdir.
Trajedi kahramanı kendi türünde benzersiz bir bireydir. Taklit edilebilir
fakat o zaman bilinçli veya bilinçsiz, trajediden güldürüye kayılır. Kimse ona
benzemez çünkü o kimselere benzemiyordur. Bunun tersine, bariz bir dürtü ana
karakteri kurgularken güldürü yazarım, aynı genel özellikleri taşıyan başka karakterleri
ana karakterin etrafına serpiştirmeye iter. Pek çok güldürünün başlığı çoğul
bir isim veya kolektif bir terimdir. “Les Femmes savantes”[Bilge
Kadınlar], “Les Precieuses ridicules” [Komik Hanımefendiler], “Le
Monde oû l’on s’ennuie” [Sıkıcı Dünya] vs. hepsi de aynı ana tipin farklı
karakterler tarafından sahneye yansıtıldığı oyunlardır. Güldürünün bu
eğilimini tahlil etmek ilginç olabilirdi. Belki de bu eğilimde ilk önce,
doktorların gündeme getirdikleri bir önsezi, yani aynı türden dengesizlikleri
sergileyen kişilerin meçhul bir çekimin etkisinde birbirlerini arayıp bulmaları
olgusu çıkacaktı karşımıza. Tam olarak tıbbm yetki sahasına girmemekle
birlikte gülünç karakter; gösterdiğimiz gibi çoğunlukla dalgın biridir ve bu
dalgınlıktan tam bir denge yitimine geçiş belli belirsiz olabilir. Fakat bir
başka neden daha vardır. Güldürü yazarının amacı bize tipleri, yani ken-
104
Gülme
dini tekrar
edebilen karakterleri sunmak olduğuna göre bu amacı gerçekleştirmenin, aynı
tipin birbirinden farklı çeşitli örneklerini vermekten daha iyi bir yolu
bulunabilir mi? Doğa bilimcinin türleri tanımlarken başvurduğu yöntem de bundan
farklı değildir. Türün belli başlı çeşitlerini sıralar ve tarif eder.
Trajedi ile
güldürü arasındaki bu asli fark, yani birinin bireyler diğerinin cinslerle
ilgilenmesi bir başka yerde daha ortaya çıkıyor: Eserin ilk taslağı yapılırken,
daha en başta, birbirinden oldukça farklı iki gözlem yönteminin kullanılmasında.
Bu sav ne
kadar paradoksal görünürse de, başka insanları gözlemlemenin trajedi yazarı
için elzem olduğunu düşünüyoruz. Büyük trajedi şairlerinin pek münzevi, evcil
bir hayat yaşadıklarını, doğrulukla tasvir ettikleri ihtirasların feveran
edişine kendi çevrelerinde şahit olma fırsatı bulmadıklarım görüyoruz. Fakat bu
manzaraya şahit olmuş olduklarım düşünsek bile bunun bir işlerine
yarayabileceği şüphelidir Gerçekten de şairin yapıtında bizi ilgilendiren, çok
derin bazı ruh hallerinin ve içsel mücadelelerin nasıl gösterildiğidir. Bu
görünüme dışarıdan ulaşılamaz. Bir ruh diğerine nüfuz edemez. Dışarıdan sadece
ihtirasların kimi emareleri gözlemlenebilir. Onları ancak kendi içimizde
tecrübe ettiklerimizle bir analoji içerisinde yorumlayabiliriz -ki onu da ancak
kusurlu biçimde yapabiliriz. Demek ki esas olan kendimizde tecrübe
ettiğimizdir ve eğer tanıyabiliyorsak sadece kendi kalbimizi derinlemesine
tanıyabiliriz. Şairin kendi tasvir ettiklerini tecrübe ettiği, karakterlerinin
içinde bulunduğu hallerden geçtiği, hayatlarım yaşadığı anlamına mı gelir bu?
Şairlerin biyografileri bunu da yalanlıyor. Macbeth, Othello, Hamlet, Kral Lear
ve daha pek çoklarının aynı adam olduğu nasıl düşünülebilir? Fakat belki de
burada sahip olduğumuz karakter ile sahip olmuş olabileceğimiz
karakterler arasında ayrım yapmak gerekecektir. Karakterimiz sürekli yenilenen
105
Henri
Bergson
bir tercihin
neticesidir. Yolumuz üzerinde çatallarıma noktaları vardır -en azmdan bize
böyle görünür- ve sadece tek bir tanesini takip edebilecek olduğumuz halde
önümüzde olanaklı güzergâhlar görürüz. Kendi ayak izlerine basıp geriye doğru
gitmek ve zar zor seçilebilen güzergâhları sonuna kadar takip etmek, işte
şiirsel imgelem tam da buymuş gibi gözüküyor. Shakespeare elbette Macbeth,
Hamlet veya Othello değildir fakat bir yanda koşullar diğer yanda kendi
iradesinin rızası, onda içsel bir tazyikten ibaret olan şeyleri şiddetli bir
infilak vaziyetine sokmuş olsa, tüm bu farklı karakterleri olmuş olabilirdi.
Şiirsel imgelemin kahramanlarını yamalı bohça gibi sağdan soldan devşirdiği
parçalardan oluşturduğunu zannetmek onun işlevini tuhaf biçimde yanlış
anlamaktır. Bu türlü bir terkipten canlı bir şey çıkmaz. Hayat parçalar halinde
bir araya getirilemez. Sadece seyredilebilir. Şiirsel imgelem realitenin daha
tam bir tasavvurundan ibarettir. Şairin yarattığı karakterler bizde canlıymış
izlenimi bırakıyorsa bu onlarm şairin ta kendisi olmalarındandır; iç gözlem
çabası içinde kendi derinlerine inip çoğalan, bu çabanın şiddetiyle gerçek
olanda zımni olanı yakalayan ve onu tam bir eser haline getirmek üzere, doğanın
şahsında kabataslak ya da basit bir tasan halinde bıraktığı şeyi kullanan
şairin bizzat kendisi olmaları sayesindedir.
Güldürüyü
doğuran gözlem türü ise bambaşkadır. Dışa- ndan bir gözlem söz konusudur
burada. Güldürü şairi insan doğasındaki gülünç taraflara ne kadar meraklı
olursa olsun, iş kendinde bunları keşfetmeye geldiğinde çok ileri gitmeyecektir
sanırım. Kaldı ki araştırsa bile bulamaz, çünkü kişiliğimizde kendi
bilincimizden gizlenmiş olan tarafımızla gülüncüzdür. Dolayısıyla bu gözlem
başka insanlara uygulanır sadece. Ve tam da bu yüzden, gözlem kişinin kendine
dair olduğunda ulaşamayacağı bir genellik niteliğine sahip olur. Yüzeyde
konumlanan dış gözlem kişiliğin başkalarıyla temas eden ve başkalarına
benzeyen kabuğuna erişebilir
106
Gülme
ancak daha
ileri gidemez. Gidebilseydi bile bunu yapmak istemezdi çünkü böylece
kazanabileceği hiçbir şey yoktur. Karakterin içine çok fazla dalmak, dışsal
fiilleri derinde kök salmış sebeplere bağlamak, fiilde gülünç olan şeyi bozmak
ve feda etmek olacaktır. Bir fiile gülme eğiliminde olabilmemiz için onun
sebebim ruhun ara bölgesinde konumlandırmamız gerekir. Dolayısıyla fiilin bize
en fazla bir orta noktayı, insanlığın ortalamasını ifade ediyor görünmesi
gerekir. Ve her ortalama gibi bunu da dağınık verileri bir araya getirerek,
benzer durumları karşılaştırıp mahiyetlerini anlayarak, yani bir fizikçinin
yasalara ulaşmak için olgularla ilgili yaptığı soyutlama ve genelleştirmeye
benzer bir çalışmayla elde edebiliriz. Kısacası buradaki yöntem ve amaç,
gözlemin dışsal ve sonucun genellenebilir olması bakımdan tümeva- rımsal
bilimlerle aynı yapıdadır.
Böylece uzun
bir dolambaçtan sonra tekrar, araştırmamız boyunca ortaya çıkan iki sonuca
varıyoruz. Bir yandan, kişinin gülünç olması ancak, kişiliğin parçası olmadığı
halde ondan beslenen asalak benzeri bir şey sayesinde, dalgınlığa benzer bir
zihinsel durum içerisinde mümkün olabilir: Bu zihinsel durumun dışarıdan
gözlenebilir ve dolayısıyla da ıslah edilebilir olmasının sebebi de budar.
Ancak öte yandan gülme tam da bu ıslahı hedeflediğinden, faydalı olan, bu ıslahın
azami sayıdaki insana ulaşmasıdır. İşte bu yüzden güldürüde gözlem içgüdüsel
biçimde genele doğru gider Alışılmamışlıklar arasmda tekrarlanabilir olanları
ve dolayısıyla da kişinin bireyliğine ayrılmaz biçimde bağlı olmayan, müşterek
denebilecek tuhaflıkları seçer. Bunları sahneye taşıyarak, bilinçli olarak
sadece keyif vermeyi amaçlaması bakımından kuşkusuz diğer sanatlarla aynı
kategoride yer alan eserler üretir. Fakat bu eserler genellik özelliğiyle
olduğu kadar ıslah etmek ve eğitmek gibi bilinçli olmayan bir niyet taşıması
bakımından da diğer sanat eserlerinden farklıdır. Demek ki güldürünün sanat ile
hayat arasmda bir orta bölgede yer al-
107
Henri
Bergson
dığını
söylerken haklıydık. Güldürü saf sanat gibi çıkarsız değildir. Gülmeye hükmederken
toplumsal hayatı doğal ortam kabul eder ve hatta toplumsal hayatın itici
gücüne itaat eder. Ve bu noktada da, toplumdan kopmak ve yalın doğaya dönmek
olan sanata sırt çevirmiş olur.
108
Şimdi
yukarıdakiler ışığında, ideal gülünç bir karakter özelliğinin kendi içinde,
kökeni itibarıyla ve tüm tezahürlerinde gülünç olan bir özelliği elde etmek
için nasıl bir yol izlemesi gerektiğine bakalım. Bu özelliğin güldürüye tükenmez
bir malzeme sunabilmesi için derin olması gerekir, öte yandan güldürünün
alanında kalabilecek kadar da yüzeysel olmalıdır. Bu özelliğe sahip kişiye
görünmez olmalıdır -zira gülünçlük farkında olunmayan bir haldir- ama diğer
herkes için görünür olmalıdır ki herkesi güldürebilsin. Kendini tereddütsüz ortaya
serebilecek kadar hoş görmeli ama başkaları taralından acımasızca
cezalandırılabilecek kadar etrafına sıkıntı vermelidir. Gülmeyi lüzumsuz
kılmayacak denli kolay ıslah edilebilir olmalı, gülmeye konu olmayı sürdürecek
şekilde farklı boyutlarda kendini ortaya koyabilmelidir. Hem toplumsal hayatın
ayrılmaz bir parçası olmalı hem de toplum tarafından tahammül edilemez
olmalıdır. Nihayet tahayyül edilebilecek en çeşitli biçimlere girmesi, her tür
kusurla ve hatta bazı erdemlerle yan yana durabilmesi gerekir İşte bir araya
getirilmesi gereken unsurlar bunlardır. Fakat kendisinden bu denli nazik bir
terkip beklenilen ruh simyacısının sıra imbiğindekileri boşaltmaya geldiğinde,
bir parça hayal kırıklığına uğrayabileceği de doğrudur. İnsanlar içinde,
doğadaki hava gibi bol bol bulunabilecek bir karışımı hazırlamak için kendini
bir sürü sıkıntıya sokmuş olduğunu fark edebilir
109
Henri
Bergson
Bu karışım
kendini beğenmişliktir. Ondan daha yüzeysel ama aym zamanda daha derine işlemiş
bir başka kusur bulunabileceğini zannetmiyorum. Kendini beğenmişliğin aldığı
yara asla ciddi olmaz ama yine de kapanmak bilmez. Başkasında bu duyguyu
beslemek için yapılanlar en önemsiz hizmetler de olsa, en kalıcı memnuniyet
duygusuna yol açarlar. Kendi başına pek küçük bir kusurdur fakat tüm diğer kusurlar
onun çekim alanı içindedirler ve daha rafine hale gelerek sırf onu tatmin
edecek birer araç olmaya meylederler. Başkalarında uyandırıldığı sanılan
hayranlık üzerine bina edilmiş bir kendine hayranlık olması dolayısıyla toplumsal
hayattan kaynaklanan kendini beğenmişlik bencillikten de doğal, evrensel olarak
ondan bile daha fıtridir. Çünkü doğa çoğu zaman bencilliğin üstesinden
gelebilir ama kendini beğenmişlik ancak düşünce yoluyla alt edilebilir. Nitekim
kimsenin alçakgönüllü doğduğunu sanmıyorum, meğerki tümüyle fiziksel bir
utangaçlığa alçakgönüllülük adı verilsin, ki zaten bu tür bir utangaçlık kibir
denilen şeye sanıldığından daha yakındır. Gerçek alçakgönüllülük ancak kendini
beğenmişlik üzerine düşünmekle elde edilebilir. Ancak başkasının
yanılgılarının görülmesinden ve aynı yanılgılara sürüklenme korkusundan doğar.
Kendimizle ilgili söylediğimiz ve düşündüğümüz şeylere dair bilimsel bir
ihtiyatlılık içinde olmaya benzer. İyileştirmelerle ve düzeltmelerle olur.
Kısacası kazanılan bir erdemdir.
Alçakgönüllü
olma kaygısının, gülünç olma korkusundan tam olarak hangi noktada ayrıldığını
söylemek güçtür. Fakat bu korku ve bu kaygının kaynağının bir olduğunu söylemek
mümkündür. Kendini beğenmişliğin vehimlerine ve bu vehimlerdeki gülünçlüğe
dair eksiksiz bir inceleme, gülme kuramına bambaşka bir biçimde ışık
tutabilirdi. Böylesi bir inceleme, gülmenin belli başlı işlevlerden birini
matematiksel bir düzenlilikle nasıl gerçekleştirdiğini, yani neredeyse otomatik
olan benlik sevgisine kendine gelmeyi
ııo
Gülme
nasıl
hatırlattığını ve böylece karakterlerin mümkün mertebe toplumsallaşmasını
nasıl sağladığım gösterebilirdi bize. Toplumsal hayatın doğal ürünü olmakla
birlikte kendini beğenmişliğin, toplum için mahzur da teşkil ettiğini
görebilirdik: tıpkı, organizmamızın sürekli salgıladığı hafif zehirlerin
tesirinin diğer salgılarla etkisizleştirilmediği takdirde uzun vadede
zehirlenmeyle sonuçlanması gibi. İşte gülme sürekli bu tür bir işlev görür. Bu
bakımdan kendini beğenmişliğin hususi ilacmın gülme olduğu ve en âlâsından
gülünç olan kusurun da kendini beğenmişlik olduğu söylenebilir.
Formların ve
hareketlerin gülünçlüğünü ele alırken kendi başına gülünç olan şu ya da bu
basit imgenin daha karmaşık olan diğerlerine nasıl sirayet ettiğini ve
gülünçlük vasfını onlara nasıl bulaştırdığını gösterdik: Bu itibarla güldürünün
en yüksek biçimleri en aşağı biçimleriyle açıklanabiliyordu. Gelgeldim bu
işlemin tersine belki daha sık rastlanır ve kaba gülünçlüklerin pek çoğu
doğrudan doğruya, son derece incelikli güldürüden türemiştir. Örneğin kendini
beğenmişlik gibi yüksek bir güldürü biçimi, her türlü insan faaliyetinde
bilinçsiz de olsa özenle araştırma eğiliminde olduğumuz bir unsurdur. Sırf
gülmek için bile olsa kendini beğenmişliği ararız ve hayalgücümüz onu sık sık,
hiç olmaması gereken yerlere yerleştirir. Belki de psikologların tezat
üzerinden yarım yamalak bir izahım verdikleri büsbütün kaba kimi güldürü
unsurlarının kökenini buna bağlamak gerekmektedir: Kısa boylu bir adamın büyük
bir kapının altından geçmek için eğilmesi; biri sırık gibi diğeri neredeyse
cüce iki kişinin büyük bir ciddiyetle kol kola yürümeleri vs. Bu son imgeye
yakından baktığınızda, öküz kadar büyük olmak için şişinen kurbağa misali kısa
boylunun uzun olanm seviyesine çıkmak için gayret gösterdiği izlenimine
kapılabilirsiniz.
ııı
Güldürü
yazarının dikkatini çekmek konusunda kendini beğenmişlikle yarışan veya
birleşen karakter özelliklerini burada sıralamak olacak iş değil. Tüm
kusurların ve hatta yerine göre kimi meziyetlerin de gülünç hale gelebildiğini
göstermiştik. Gülünç bulunan her şeyin bir listesi yapılacak olsa bile güldürü
bu listeye yine de bir şeyler ekleyecektir; kuşkusuz bunu saf hayalgücüyle
olmadık gülünçlükler yaratarak değil, fark edilmeden geçilmiş kimi güldürü
çizgilerini keşfederek yapacaktır: Hayalgücünün aynı kilimde sürekli yeni
figürleri bulup çıkarışına benzer bu. Bildiğimiz gibi temel koşul, gözlemlenen
özelliğin derhal pek çok kişinin içine yerleşebileceği bir tür çerçeve
şeklinde belirmesidir.
Bizzat
toplumun oluşturduğu hazır kalıp çerçeveler de vardır ve bunlar toplum açısmdan
elzemdir, zira toplum işbölümü temelinde bina olmuştur. Ben de zanaatlardan,
görevlerden ve mesleklerden bahsetmek istiyorum. Her meslek onunla sürekli
iştigal eden kişide bazı zihinsel alışkanlıklar ve karakter özellikleri meydana
getirir. Bu sayede meslek sahipleri birbirine benzerler ve başkalarından
ayrılırlar. Böy- lece büyük toplum bünyesinde küçük topluluklar oluşur. Elbette
bunlar bir bütün olarak toplumun örgütlenişinden kaynaklanır. Ama yine de bu
topluluklar toplumun bütününden çok fazla yalıtılmış kaldıkları takdirde
toplumsallığa zarar verme riski taşırlar. Oysa gülmenin görevi tam da bu
113
Henri
Bergson
tür ayrılıkçı
eğilimleri cezalandırmaktır. Gülmenin işlevi katılığı esneklikle tadil etmek,
her bireyin herkesle intibakını sağlamak, kısacası sivrilikleri yontmaktır.
Dolayısıyla burada, çeşitleri önceden tespit edilebilecek bir gülünçlükle
karşı karşıyayız. Buna dilerseniz mesleki gülünç diyelim.
Bu çeşitlerin
ayrıntısına girmek yerine onlarda ortak olan şey üzerinde durmayı yeğliyoruz.
İlk sırada karşımıza mesleki kendini beğenmişlik çıkıyor. M. Jourdain’in öğretmenlerinden
her biri kendi sanatını diğerlerininkinden üstün tutar.5 Labiche’in
oyununda karakterlerden biri odun tüccarlığından başka bir mesleğin nasıl
olabildiğine akıl erdiremez. Elbette kendisi bir odun tüccarıdır.6
Bu noktada, icra edilen mesleğin barındırabileceği şarlatanlıkla doğru orantılı
olarak kendini beğenmişlik formalite merakına dönüşmeye meyleder.
Nitekim bir zanaat ne kadar tartışma götürür tür- dense onu icra edenler de
kendilerini bir tür kutsal zümreye o denli ait sayarlar; diğerlerinin meslek
sırları önünde eğilmesini beklerler. Faydalı, dişe dokunur mesleklerin halk
için olduğu aşikârdır fakat faydası daha kuşkulu olanları, halkın onlar için
var olduğu zannıyla meşrulaştırmak mümkündür. Formalite merakının temelinde de
zaten bu yanılgı vardır. Moliere’in doktorlarının gülünçlüğü büyük ölçüde buradan
kaynaklanır. Çünkü onlar hastaya sanki hekimlik yapmak için yaratılmışlar ve
hatta dünya hekimlik için var olmuş gibi davranırlar.
Bu gülünç
katılığın bir başka türü de mesleki hissizleşme diyeceğim şeydir. Gülünç
karakter işinin kaskatı kalıbına o kadar sıkıca yerleşmiştir ki hareket edecek,
özellikle de normal insanlar gibi duygulanacak hali kalmamıştır. Zavallılara
işkence edilirken bakmaya nasıl güç yetirebildiğim soran Isabelle’e ceza hâkimi
Perrin Dandin’in verdiği cevabı hatırlayalım:
5 Moliere, Le
Bourgeois Gentilhomme, LPerde, 2.Sahne. (ç.n.)
6 Labiche, La Poudre
aux yeux, Ü.Perde, 2.Sahne. (ç.n.)
114
Gülme
Peh! Bir
iki saat vakit geçirtiyor işte.7
Orgon’un
ağzından kendini ifade eden Tartuffe’ünki de benzer bir mesleki hissizleşme
değil midir:
Aldırış
etmem kader der geçerim
İsterse
kardeşimin, evladımın, karımın ve anamın öldüğünü göreyim.8
Ancak bir
mesleği gülünç hale getirmekte en çok başvurulan yollardan biri onu kendine
has jargonu içine kapatmaktır. Hâkim, doktor ve askerin herkes gibi konuşmayı
artık beceremiyorlarmış gibi gündelik işlerde hukukun, taktik ilminin veya
tıbbm diline başvurması sağlanır. Genelde bu tür güldürü oldukça kabadır. Fakat
söylediğimiz gibi mesleki bir alışkanlığın yanı sıra bir karakter özelliğini de
ortaya serdiği anda daha incelikli bir hal alır. Kumar tabirleriyle kendini
gayet orijinal biçimde ifade eden Regnard’m kumarbaz karakterinin, uşağına
Hector ismini vermesiyle nişanlısını “Pallas, namı diğer Maça Kızı” diye
çağırtması hatırlanacaktır.9 Bir başka örnek de, güldürünün büyük
oranda, bilimsel nitelikli görüşlerin kadınsı duyarlılıkla aktarılmasına bağlı
olduğu Moliere’in Femmes savantes’ıdır: “Epikuros’tan hoşlanıyorum.”,
“Vortekslere bayılırım.” vs. Oyunun üçüncü perdesi yeniden okunursa
Armande, Phila- minte ve Belise’in kendilerini hep bu üslupla ifade ettikleri
görülecektir.
Aynı
doğrultuda ilerlersek, bir meslek mantığı, yani bazı ortamlarda öğrenilip
benimsenen ve o çevre içinde geçerliy- ken dışarıdaki insanlar için yanlış olan
akıl yürütme usulleri olduğunu da fark edebiliriz. Biri tikel diğeri evrensel
olan bu
7 Racine, Les Plaideurs,
IH.Perde, 4.Sahne. (ç.n.)
8 Moliere, Le Tartuffe,
I.Perde, 5.Sahne, (ç.n.)
9 J. -F. Regnard, Le
Joueur, IH.Perde, 4.Sahne. (ç.n.)
115
Henri
Bergson
iki mantık
arasındaki tezat çok özel türden birtakım gülünç etkiler yaratır ki bunlar
üzerinde daha uzunca durulabilir. Burada artık gülme kuramının önemli bir
noktasına ulaşmış oluyoruz. Bu sebeple meseleyi genişletip tüm genelliği içinde
değerlendireceğiz.
116
Gerçekten de,
gülüncün derindeki sebebini keşfetmekle çokça meşgul olduğumuzdan şimdiye kadar
onun en çarpıcı görünümlerini ihmal etmek zorunda kaldık. Şimdi biraz da
gülünç kişiye ve gruba has olan, kimi durumlarda büyük ölçüde saçmalığa
kayabilecek bir mantıktan bahsetmek isteriz.
Theophile
Gautier en uçtaki gülünçlüğün, saçmamn mantığına uyduğunu dile getirdi. Benzer
bir fikir etrafında dönen pek çok gülme kuramı vardır. Buna göre her gülünç
etki bir yamyla bünyesinde çelişki barındırır ve bizi güldüren şey somut bir
biçimde vuku bulan saçma, “belirgin saçma” -ya da önce doğru kabul edip hemen
ardından tashih ettiğimiz bir saçma görünümü- veya daha iyisi, bir yamyla
saçmayken diğer yamyla doğal olarak izah edilebilir vs. bir şey olacaktır. Tüm
bu kuramlar kuşkusuz bir parça hakikat banndım; fakat bir defa bunlar oldukça
kaba birtakım gülünç etkiler için geçerli olabilirler sadece. Ve sonra,
geçerli oldukları durumlarda bile, gülünen şeydeki karakteristik unsuru, yani saçmalık
içerdiği durumda gülünçlükteki çok özel türden saçmalığı gözden kaçırır
gibidirler. İspat mı gerek? Verilen tanımlardan birini ahp, formüle göre
sonuçlar üretmeyi deneyin: Büyük çoğunlukla gülünç bir etki elde
edilemeyecektir. Demek ki gülünç şeydeki saçmalık sıradan bir saçmalık
değildir. Belirli türden bir saçmadır. Gülünçlüğü
117
Henri
Bergson
yaratmaz,
ondan kaynaklanır daha çok. Sebep değil sonuçtur -fakat onu üreten sebebin
hususi yapışım yansıtan çok özel bir sonuçtur. Bu sebebi tamyoruz. Dolayısıyla
artık sonucu anlamakta zorlanmasak gerektir.
Diyelim ki
bir gün kırda dolaşırken, tepenin üstünde, kolları dönen hareketsiz büyük bir
cisme belli belirsiz benzeyen bir şey fark ettiniz. Henüz ne olduğunu
bilmiyorsunuz; fikirlerinizi, yani hafızanızdaki anılar arasından fark
ettiğiniz şeye en iyi uyan anıyı araştırmaya başlarsınız. Neredeyse anında,
bir değirmen imgesi gelir aklınıza: Öyleyse önünüzdeki bir yel değirmeni
olmalıdır. Dolaşmaya çıkmadan az önce kocaman kollu devlerden bahseden masalları
okumuş olmanız pek bir şey değiştirmez. Çünkü sağduyu elbette neyin
hatırlanacağım bilmek ama esas önemlisi, neyin unutulacağını bilmektir.
Sağduyu sürekli ve tekrar tekrar intibak eden, mevzu değiştiğinde ona göre
fikrim de değiştiren bir zihnin çabasıdır Kendini tamı tamına nesnelerdeki
değişkenliğe göre ayarlayan bir zekânın devingenliğidir. Hayata yönelik
dikkatimizin hareketli sürekliliğidir.
Şimdi de
savaşa çıkan Don Quijote’ye bakalım. Romanlarda şövalyelerin yolları üzerinde
dev düşmanlarla karşılaştığını okumuştur. Dolayısıyla ona bir dev
gerekmektedir. Dev fikri zihninde yer etmiş ve orada hareketsiz, dışarı fırlayıp
çıkmak ve bir vesileyle somutlaşmak için uygun am kollamakta olan ayrıcalıklı
bir hatıradır onun için. Bu hatıra maddileşmek ister ve bir nesneyle
buluştuğu ilk anda, bu isterse biçimsel olarak deve hiç benzemeyen bir şey
olsun, bir dev biçimi kazanacaktır. Demek ki bizim yel değirmeni gördüğümüz
yerde Don Quijote devler görecektir. Bu gülünçtür ve de saçmadır. Fakat sıradan
bir saçmalık mıdır?
Sağduyunun
çok özel şekilde tersine dönüşü olan bir saçmadır bu. Düşüncelerini şeylere
göre değil de şeyleri sahip olduğumuz düşüncelere göre biçimlendirmeye
kalkışmaktır Gördüğümüzü düşünmektense, karşımızda düşündüğümüz
118
Gülme
şeyi
görmektir. Sağduyu tüm hatıraları yerli yerinde bırakmamızı talep eder,
böylece uygun düşen hatıra, her seferinde hâlihazırdaki durumun çağrısına
karşılık verecek ve onu sadece yorumlamaya hizmet edecektir. Don Quijote’de
ise tersine, diğerleri üzerinde hâkimiyet kurmuş bir dizi hatıra vardır ve
bunlar karakteri de ele geçirmiştir. Dolayısıyla artık realite, hayalgücünün
önünde eğilecektir; tek işlevi de hayal- gücüne gerekli malzemeyi sağlamak
olacaktır. Yanılsama bir defa biçim kazandığında Don Quijote onu hem de oldukça
mantıklı biçimde tüm sonuçlarıyla birlikte geliştirecek, rüyasında gezinen bir
uyurgezerin emniyeti ve şaşmazlığı içinde hareket edecektir. İşte yanılgının
kaynağı olan ve abesliğin ardında yatan özel mantık budur. Peki ya bu mantık
Don Quijote’ye mi özgüdür?
Gülünç
karakterin zihnindeki veya kişiliğindeki bir saplantıyla, dalgınlıkla ve
otomatizmle yanılgıya sürüklendiğini daha önce göstermiştik. Gülünçlüğün
zemininde kafasının dikine gitmeyi, dinlememeyi ve işitmek istememeyi sağlayan
özel bir tür katılık vardır. Moliere tiyatrosundaki nice gülünç sahne bu temel
tipe bağlanabilir: Sürekli müdahale edildiği halde kendi fikrinin peşinden
giden ve daima aynı fikre geri dönen biri! Hiçbir lafı dinlemek istemeyen
birinden hiçbir şeyi görmeyen birine ve buradan da sadece görmek istediklerini
gören birine doğru belli belirsiz bir geçiş söz konusu gibidir. Takılıp kalmış
zihin, düşüncelerini olan bitene göre düzenlemektense, olayları kendi fikrine
göre eğip bükmeye varır. Dolayısıyla her gülünç karakter bu tasvir ettiğimiz
yanılsama yolunu tutturmuştur; Don Quijote de bu gülünç abesliğin genel
tipidir.
Sağduyunun bu
ters yüz oluşunun bir ismi var mıdır? Bu duruma daha keskin ve kronik
biçimlerde, bazı delilik çeşitlerinde rastlanabileceği muhakkak. Pek çok
bakımdan sabit fikre de benzer. Ancak ne genel olarak delilik ne de sabit
fikir güldürür bizi, çünkü bunlar hastalıktır. Bizde acıma
119
Henri
Bergson
uyandırırlar.
Gülme ise, görmüş olduğumuz gibi duygularla bağdaşmaz. Gülünç bir delilik
varsa, bu ancak genel olarak sağlıklı bir zihinle uyuşabilecek, tabiri caizse
anormal olmayan bir delilik olabilir. Nitekim her bakımdan deliliğe benzeyen
normal bir zihin durumu vardır; çıldırma halindeki çağrışım dizisinin
aynısına, sabit fikirdeki aynı özel mantığa bu durumda da rastlarız. Bu rüya
durumudur. Eğer tahlilimiz yanlış değilse şu teoremle formüle edilebilir: Gülünç
saçma, rüyalarla aynı yapıdadır.
Çünkü her
şeyden önce, rüyada zekânm işleyişi tamı tamına az önce tasvir ettiğimiz şekildedir
Zihin kendi kendine tutkun haldedir ve dış dünyadan gelecek ufak bir mazeret
hayallerini somutlaştırılması için yeterlidir Kulaklara halen belli belirsiz
sesler gelmekte, renkler hâlâ görüş sahası içinde dolaşmaktadır, yani duyular
tamamen kapalı değildir. Fakat rüya gören kişi bu duyularla algıladıklarını
yorumlamak üzere hatıralarına başvurmak yerine, tersine belirli, özel bir
çağırışımı somutlaştırmak için algıladıklarım kullanır: Şöminede uğuldayan
rüzgârın sesi hayalgücünü o anda meşgul eden fikre göre kâh vahşi hayvanların
sesine, kâh melodik, ahenkli bir nameye dönüşür. Rüyadaki yanılsamanın genel
işleyişi bu şekildedir.
Fakat gülünç
yanılsama bir rüya yanılsamasıysa, rüyaların mantığı gülüncün mantığıyla aynı
şeyse eğer, gülüncün mantığında da rüyanın mantığında var olan çeşitli
özellikleri bulmamız gerekir. Burada da yine, iyi bildiğimiz bir yasanın
doğrulandığım göreceğiz: Bir biçim gülünçse, onunla aynı güldürü zeminini
paylaşmayan diğer biçimler de sırf ilkine benzemeleri sebebiyle gülünç hale
gelirler. Gerçekten de, rüyaların oyununu uzaktan yakmdan hatırlatan tüm düşünce
oyunlarının bizi eğlendirebildiği kolayca görülebilir.
Akıl yürütme
kurallarındaki bir tür genel gevşeme haline ilk sırada dikkat çekmemiz gerekir.
Bizi güldüren akıl yürütmeler yanlış olduğunu bildiğimiz fakat rüyada duyacak
120
Gülme
olsak gerçek
kabul edebileceğimiz akıl yürütmelerdir. Doğru bir muhakemeye uyumakta olan bir
zihni yanıltmaya yetecek kadar benzerler. Yani bu da yine bir mantıktır fakat
gerginliğini yitirmiştir ve bu nedenle de bizdeki entelektüel çabayı
gevşetir. Pek çok nükteli söz, bu türden akıl yürütmelerdir; yani bize ancak
çıkış noktası ve sonucu verilen kestirme muhakemelerdir. Fikirler arasında
kurulan ilişkiler yüzeysel hale geldiği ölçüde bu nükteler de söz oyunlarına
meylederler: Yavaş yavaş, artık duyduğumuz sözcüklerin anlamlarım değil sadece
seslerini dikkate alır hale geliriz. Karakterlerden birinin, kulağına
fısıldanan bir şeyi sistemli biçimde manasızca tekrar ettiği gayet gülünç
sahneleri rüyalara benzetmek mümkün değil midir? Yanınızda birileri
konuşmaktayken uykuya daldığınızda, bazen sözlerin yavaş yavaş anlamını
yitirdiğine, seslerin bozulduğuna ve zihninizde garip anlamlar yüklenecek
şekilde rastgele bir araya geldiklerine şahit olursunuz; böylece konuşan
kişiyle birlikte Küçük Jean ve Suflör sahnesini canlandırmış gibi olursunuz.10
Bundan başka
ayrıca rüyadaki saplantılara çok benzer görünen gülünç saplantılar söz
konusudur. Aynı simgeyi peş peşe birkaç rüyada görmek ve bu rüyalarda başka
ortak nokta olmadığı halde simgenin her rüyada makul bir anlama bürünmesi
tecrübesini kim yaşamamıştır? Tekrar etkisi kimi zaman tiyatroda veya romanda
bu özel biçime bürünür; bunların bazısı, rüyaya aitmiş havasındadır. Ve belki
de pek çok şarkının nakaratı için de aynı şey geçerlidir; nakarat her kıtanın
sonunda, her defasında aynı fakat başka bir manayla daima yinelenir.
Rüyada özel
bir kreşendonun, yani rüya sürdükçe daha da baskın hale gelen bir tuhaflığın
yaşanması sık olur. Akıldan kopartılan ilk ödünü bir İkincisi ve onu daha da
vahim olan bir diğeri takip eder ve bu böyle nihai saçmalığa kadar sürer
gider. Fakat saçmalığa doğru bu gidiş rüya görene
10 Racine, Les Plaideurs, lü.Perde, 3.Sahne. (ç.n.)
121
Henri
Bergson
özel bir his
yaşatır. Ne mantığın ne adabımuaşeretin kendisi için anlam ifade ettiği bir
duruma tatlı bir keyifle sürüklenen sarhoşun da benzer bir hissi tecrübe
ettiğini sanıyorum. Bir düşünelim, acaba Moliere’in kimi güldürüleri aynı duyguyu
vermez mi? Söz gelimi neredeyse makul bir şekilde başlayıp envai çeşit
saçmalığa doğru sürüklenen Mösyö Pourceaugnac11 oyununu veya
karakterlerin oyun ilerledikçe bir çılgınlık seline kapılmış gibi
sürüklendikleri Kibarlık Budalası'mP- örnek alalım. “Daha çılgınım
görmek mümkün olsa gidip Roma’ya bildireceğim.” Bize oyunun bittiğini ihtar
eden bu söz MJourdain’le birlikte içine sürüklendiğimiz ve giderek uçuk hale
gelen bir rüyadan uyandırır bizi.
Fakat
bunların da ötesinde, rüyalara has bir anlamsızlık vardır. Rüya görenin
hayalgücüne o kadar doğal, uyanık birinin mantığına o kadar aykırı gelen öyle
özel çelişkiler vardır ki kendisi tecrübe etmemiş olan kişinin bunlarla ilgili
kesin ve doğru bir fikre sahip olması mümkün değildir. Rüyalarda, aynı kişi
olmakla birlikte yine de birbirinden ayrı olan iki kişinin görülmesi
durumundaki tuhaf birleşimden bahsediyoruz. Genellikle bunlardan biri uyuyan
kişinin kendisidir. Kendisi olmaktan çıkmadığım hisseder, fakat aynı zamanda
öteki kişidir de. Hem kendisidir hem değildir. Konuştuğunu duyar, hareket
ettiğini görür fakat bir başkası onun vücudunu ve sesini almış gibi hisseder.
Ya da belki de normalde olduğu gibi konuşup hareket ettiğinin farkındadır fakat
kendisinden, onunla hiçbir ortak noktası bulunmayan bir yabancıymış gibi bahseder;
kendi benliğinden kopmuştun Pek çok gülünç sahnede de aynı tuhaf karmaşaya
rastlamaz mıyız? Amphitryon’dan bahsetmiyorum. Gerçi orada da karmaşa
kuşkusuz izleyenlerin kafasında oluşturulmakla birlikte esas gülünç etki bizim
daha önce “iki dizinin iç içe geçmesi” dediğimiz şeyden kaynaklanır.
Kastettiğim daha
11 Moliere, Monsieur de Pourceaugnac. (ç.n.)
12 Moliere, Le Bourgeois gentilhomme. (ç.n.)
122
Gülme
ziyade gülünç
ve olağandışı muhakemeler; nitekim bu türden muhakemelerde söz konusu karmaşaya
en saf haliyle rastlarız -gerçi bunlar yine de üzerinde düşünülerek ortaya
çıkartılabilirler. Söz gelimi Mark Twain’in kendisiyle söyleşi yapan bir
muhabire verdiği cevapları ele alalım:
- Kardeşiniz var mı?
- Evet Bill’di adı. Zavallı Bili!
- Neden? Öldü mü yoksa?
- Hiç
bilemedik ki... Büyük bir muammadır bu mesele. Merhum ile ben ikizdik; on beş
günlükken bizi aynı küvette yıkryorlarmış. Birimiz boğulmuşuz, ama kim bilir
hangimiz. Kimi boğulanın Bili olduğunu düşünüyor, kimi de ben.
- Ne tuhaf. Peki siz, siz ne düşünüyorsunuz?
- Bakın,
dünyada kimselere açmadığım bir sırrımı vereceğim size. Birimizin özel bir
işareti, sol elinin arkasında bir beni vardı ve o bendim. Oysa işe bakın,
boğulan çocuk da odur vs.
Daha yakından
bakıldığında bu diyalogdaki saçmalık herhangi bir saçmalık değildir Konuşan
kişi ikizlerden birisi olmasa ortadan kalkacak olan bir saçmalıktır ve Mark
Twain’in bu ikizlerden biri olduğunu söylediği halde hikâyesini üçüncü bir
kişiymiş gibi anlatmasından kaynaklanır. Pek çok rüyada biz de aynı şekilde
davranırız.
123
Bu son açıdan
bakıldığında gülünçlük öncekinden biraz farklı bir biçime sunuyor kendini.
Şimdiye kadar gülmeyi öncelikle bir ıslah aracı olarak görmüştük. Bir dizi
gülünç etkiyi ele alm ve dizinin genelinde baskın olan tipi ayırın: Geri
kalanların gülünçlüklerini bu tiplere benzerliklerinden aldığım ve bizzat bu
tiplerin de toplum karşısında saygısızlık örnekleri olduğu görülebilir. Toplum
bu saygısızlıklara daha da etkili bir saygısızlık olan gülmeyle karşılık verir.
Dolayısıyla gülmede hiç de müşfik bir taraf yoktun Daha ziyade kötülüğe
kötülükle karşılık verir.
Ancak gülünç
izlenimde ilk anda dikkate çarpan şey bu değildir. Gülünç kişi çoğunlukla ilk
başta kendisine somut biçimde sempati duyduğumuz biridir. Demek istediğim, kısa
bir süreliğine kendimizi onun yerine koyarız; jestlerini, sözlerini,
davranışlarını benimseriz ve onda gülünç olan şeyle eğlenirken aslında hayalen
onu da bizimle eğlenmeye davet ederiz, yani ilk başta ona arkadaş gibi
davranırız. Dolayısıyla gülen kişide hiç değilse cana yakın ve neşeli bir insan
görünümü vardır ve bunu dikkate almamak hata olur. Gülmede özellikle bir
gevşeme hareketi vardır ki, genellikle işaret edilen bu hareketin sebebini
araştırmak gerekir. Bu izlenim herhalde en çok son verdiğimiz birkaç örnekte
hissedilir haldedir. Bu gevşemenin açıklamasını da zaten bu örneklerde
bulacağız.
125
Henri
Bergson
Gülünç kişi
otomatik biçimde kafasmdaki fikrin peşinden gittiğinde, sanki rüyadaymış gibi düşünür,
konuşur ve davranır. Oysa rüya bir gevşemedir. Eşyayla ve insanlarla ilişkiyi
sürdürmek, sadece olan biteni görmek ve sadece tutarlı şeyler düşünmek
kesintisiz bir zihinsel çaba gerektirir Sağduyu tam da bu çabanın adıdır. Emek
sarf ederek kazanılır. Ancak etrafımızdaki nesnelerden kopmak ama yine de hâlâ
hayaller görmeye devam etmek, mantıktan uzaklaşmak ama yine de fikirleri yan
yana getirebilmek kendini oyuna veya başka türlü söyleyelim, tembelliğe
bırakmaktır. Gülünç saçmalık bu yüzden bize ilk anda bir fikir oyunu izlenimi
verir. İlk hareketimiz de bu oyuna katılmak yönünde olur. Bu, düşünmenin
yorgunluğunu dindirir.
Gülünçlüğün
başka biçimleri için de aynı şey söylenebilir. Söylediğimiz gibi, gülüncün
temelinde daima en rahat yolu tutturup gitme eğilimi vardır ki genellikle bu
alışkanlığın yoludur. Bir defa bu yol tutturuldu mu artık mensubu olduğumuz
topluma durmaksızın, tekrar tekrar uyum sağlamaya çalışmak gereği kalmaz.
Hayata borçlu olduğumuz dikkati gevşetiriz. Az çok dalgın birine benzeriz.
Belki de söz konusu olan, zekâdan çok iradenin bir dalgınlığıdır. Ama yine de
bir dalgınlıktır, sonuç olarak da tembelliktir. Tıpkı az önce ele aldığımız
durumlarda mantıktan uzaklaşıldığı gibi temayüllerden uzaklaşılır. Nihayet
oyun oynayan birinin tavrı benimsenir. Burada da yine ilk tepkimiz tembelliğe
çağrıyı kabul etmek şeklinde olur. Kısa bir süreliğine de olsa oyuna katılırız.
Ve bu, bizdeki hayat yorgunluğunu dindirir.
Fakat bu
dinlenme sadece bir an sürer. Gülünç izlenimin parçası olabilen sempati, epey
geçici türdendir. Çünkü o da dalgınlıktan kaynaklanır. Bu tıpkı katı bir
babanın arada bir kendini unutup çocuğunun yaramazlığına katılması, sonra ona
terbiye vermek için derhal buna son vermesine benzer.
126
Gülme
Hepsinden
önemlisi gülme bir ıslahtır, düzeltmedir Küçük düşürmeye yönelik olduğundan
gülmeye hedef olan kişi üzerinde acı bir izlenim yaratması gerekir Çünkü
toplum bu kişiden temayüllerin dışına çıktığı için intikam almaktadır Gülme
eğer sempati ve iyilik dolu olsaydı bu amaca ulaşılamazdı.
Hiç değilse
niyetin iyi olduğu ancak sevilen kişinin sevildiği için terbiye edilip
cezalandırıldığı ve gülmenin kimi kusurların tezahürlerini baskılayarak kendi
iyiliğimiz için bizi kusurlarımızı düzeltmeye ve içsel açıdan iyileşmeye davet
ettiği söylenemez mi?
Bu konuda çok
şey söylenebilir Genel olarak ve kabaca söylemek gerekirse gülme kuşkusuz
faydalı bir işlev görür Tüm tahlillerimiz de zaten bunu göstermeye yönelikti.
Fakat buradan gülmenin daima hakça olduğu veya bir insaniyet ya da adalet
düşüncesinden ilham aldığı sonucu çıkarılmamalıdır
Hakça olması
için gülmenin bir düşünme edimi sonunda ortaya çıkması gerekirdi. Oysa gülme,
doğamn veya hemen hemen aynı anlama gelmek üzere çok uzun bir toplumsal hayat
alışkanlığının içimizde kurduğu mekanizmanın neticesi olmaktan ibarettir.
Kendiliğinden ve bir misilleme mantığıyla gelişir. Kime nasıl dokunduğunu
düşünmeye vakti yoktur. Gülmenin cezalandırışı hastalığın kimi aşırılıkları
cezalandınşına benzer; masumları vurur, suçluları es geçer, genel bir netice
gözetir ve tek tek vakalarla ayrı ayrı ilgilenmesi mümkün değildir. Bilinçli
bir düşünce ile yapılmayıp doğal yollarla gerçekleşen her şey için de aynısı
geçerlidir. Ortalama bir adalet, sonuçların toplamında ortaya çıkabilir, yoksa
özel durumların teferruatında değil.
Bu anlamda
gülme tamamen adil olamaz. İyi yürekli olması gerekmediğini de tekrarlayalım.
İşlevi küçük düşürerek utandırmaktır. Doğa sırf bu amaçla, en iyi insanların
içine bile bir parça fenalık veya hiç değilse muziplik koymamış olsa gülme bu
işlevi yerine getiremezdi. Belki de bu noktayı fazla kurcalamamak daha iyi
olacak. Kendimizle ilgili hiç
127
Henri
Bergson
de gurur
okşayıcı olmayan şeyler keşfedebiliriz: Gevşeme veya yayılma hareketinin
gülmenin sadece girizgâhı olduğu, gülenin ansızın kendi içine çekildiği, az çok
kibirle davrandığı ve başkasmın kişiliğini iplerini elinde tuttuğu bir kukla
saymaya meylettiğini görebiliriz. Bu küstahlıkta çabucak bir parça egoizmi
ayırt edebilir ve bunun ardında da daha az içten, çok daha beter bir şeyi,
gülen kişi gülmesine yalandan baktıkça daha belirgin hale gelen tuhaf bir
kötümserlik başlangıcını fark edebiliriz.
Başka
yerlerde olduğu gibi burada da doğa, kötülüğü iyilik yolunda kullanmaktadır.
Bizi tüm bu çalışma boyunca ilgilendiren de aslında iyilik oldu. Toplumun
mükemmelleş- tikçe üyelerinden giderek daha esnek bir uyum elde ettiğini,
derinlerinde giderek daha sağlam bir dengeye kavuştuğunu, bunca büyük bir
toplulukta kaçınılmaz olan rahatsızlıkları daha büyük bir kuvvetle yüzeye
ittiğini ve gülmenin bu dalgalanmaları vurgulayan faydalı bir işlevi yerine
getirdiğini gördük.
Tıpkı denizin
yüzeyinde dalgalar sürekli kabarırken alt katmanlarda derin bir dinginliğin
hâkim olması gibi. Dalgalar çarpışırlar, birbirine girerler, denge ararlar.
Beyaz, yumuşak, oynak bir köpük, dalgaların değişen hatlarını takip eder.
Bazen kıyıdan çekilen bir dalga bu köpüklerin izini bırakır kumsalda.
Yalanlarda oynayan çocuk köpükten bir avuç almaya geldiğinde şaşırır: Sıktığı
avcımda birkaç damla su kalmıştır sadece. Dalganın getirdiğinden çok daha
tuzlu, çok daha acı bir su. Gülme de aynı bu köpük gibi doğar. Toplumsal
hayatın dış yüzeyindeki küçük işyardan haber verir. Bu altüst oluşların oynak
şeklini anında gözler önüne serer. O da tuzlu bir köpüktür. Köpük gibi ışıldar.
Tatmak için bu köpükten bir avuç alan filozof da elinde kalan bu azıcık şeyde
bir parça acıhk bulacaktır.
128
Haşan
Âli Yücel Klasikler Dizisi’nde
Yayımlanan
Eserler
1. GURUR
VE ÖNYARGI
Jane Austen
Çev. Hamdi Koç
2. GECEYE
ÖVGÜLER
Novalis
Çev. Ahmet Cemal
3. BÜTÜN
MASALLAR, BÜTÜN ÖYKÜLER
Oscar Wilde
Çev. Roza Hakmen-Fatih Özgüven
4. SEÇME
MASALLAR
Hans Christian Andersen
Çev. Murat Alpar
5. KEREM
İLE ASLI
Hazırlayan ve Çev. İsa Öztürk
6. YÜREK
BURGUSU
Henry James
Çev. Necla Aytür
7. DUINO
AĞITLARI
Reiner Maria Rilke
Çev. Can Alkor
8. MODESTE
MIGNON
Honore de Balzac
Çev. Oktay Rifat-Samih Rifat
9. KANLI
DÜĞÜN
Federico Garcia Lorca
Çev. Roza Hakmen
10. HÜSN
Ü AŞK
Şeyh Galib
Çev. Abdülbâki Gölpınarlı
11. YARAT
EY SANATÇI
Johann Wolfgang von Goethe
Çev. Ahmet Cemal
129
12. GORGİAS
Platon
Çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat
13. DEDEKTİF
(AUGUSTE DUPIN) ÖYKÜLERİ
Edgar Allan Poe
Çev. Memet Fuat-Yurdanur
Salman-Deniz Hakyemez
14. ERMİŞ
ANTONIUS VE ŞEYTAN
Gustave Flaubert
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
15. YERLEŞİK
DÜŞÜNCELER SÖZLÜĞÜ
Gustave Flaubert
Çev. Sema Rifat-Elif Gökteke
16. PARİS
SIKINTISI
Charles Baudelaire
Çev. Tahsin Yücel
17. YERGİLER
luvenalis
Çev. Çiğdem Dürüşken-Erdal
Alova
18. YUNUS
EMRE, HAYATI VE BÜTÜN ŞİİRLERİ
Abdülbâki Gölpınarh
19. SEÇME
ŞİİRLER
Emily Dickinson
Çev. Selahattin Özpalabıyıklar
20. KAMELYALI
KADIN
Alexandre Dumas Fils
Çev. Tahsin Yücel
21. DÖRTLÜKLER
Ömer Hayyam
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
22. YAŞAM
BİLGELİĞİ ÜZERİNE AFORİZMALAR
Arthur Schopenhauer
Çev. Mustafa Tüzel
23. DENEMELER
Montaigne
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
24. DEVLET
Platon
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali
Cimcoz
25. GARGANTUA
François Rabelais
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat
Günyol-Azra Erhat
26. OBLOMOV
İvan Gonçarov
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Erol
Güney
130
27. UTOPIA
Thomas More
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat
Günyol-Mîna Urgan
28. TARİH
Herodotos
Çev. Müntehim Ökmen
29. KAYGI
KAVRAMI
Soren Kierkegaard
Çev. Türker Ar maner
30. ŞÖLEN-DOSTLUK
Platon
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Azra Erhat
31. BÜTÜN
ROMANLAR, BÜTÜN ÖYKÜLER
Aleksandr Puşkin
Çev. Ataol Behramoğlu
32. SEVİYORDUM SİZİ
Aleksandr Puşkin
Çev. Ataol Behramoğlu
33. MADAMEBOVARY
Gustave Flaubert
Çev. Nurullah Ataç-Sabri Esat Siyavuşgil
34. BABALAR
VE OĞULLAR
Ivan Turgenyev
Çev. Ergin Altay
35. KÖPEĞİYLE DOLAŞAN KADIN
Anton Çehov
Çev. Ergin Altay
36. BÜYÜK
OYUNLAR
Anton Çehov
Çev. Ataol Behramoğlu
37. CİMRİ
Moliere
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
38. MACBETH
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
39. ANTONIUS VE KLEOPATRA
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
40. AKŞAM TOPLANTILARI
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Çev. Ergin Altay
41. HİTOPADEŞA
Narayana
Çev. Korhan Kaya
131
42. MANTIK
AL-TAYR
Feridüddin Attâr
Çev. Abdülbâki Gölpınarlı
43. HAGAKURE:
Saklı Yapraklar
Yamamoto
Çev. Hüseyin Can Erkin
44. EŞEKARILARI, KADINLAR SAVAŞI
VE DİĞER OYUNLAR
Aristophanes
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Azra
Erhat
45. SUÇ
VE CEZA
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Mazlum Beyhan
46. SİS
Miguel de Unamuno
Çev. Yıldız Ersoy Canpolat
47. BRAND-PEER
GYNT
Henrik Ibsen
Çev. Seniha Bedri Göknil-Zehra
İpşiroğlu
48. BİR
DELİNİN ANI DEFTERİ
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Çev. Mazlum Beyhan
49. TOPLUM
SÖZLEŞMESİ
Jean Jacques Rousseau
Çev. Vedat Günyol
50. MİLLETLERİN
ZENGİNLİĞİ
Adam Smith
Çev. Haldun Derin
51. MASALLAR
La Fontaine
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
52. GULLIVER’İN
GEZİLERİ
Jonathan Swift
Çev. İrfan Şahinbaş
53. URSULE MIROUET
Honore de Balzac
Çev. Sabiha Rifat-Samih Rifat
54. RUBAİLER
Mevlânâ
Çev. Haşan Âli Yücel
55. MEDEA
Seneca
Çev. Çiğdem Dürüşken
56. JULIUS
CAESAR
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
132
57. BİLİMLER VE SANAT ÜSTÜNE SÖYLEV
Jean Jacques Rousseau
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
58. KADIN
HAKLARININ GEREKÇELENDİRİLMESİ
Mary Wollstonecraft
Çev. Deniz Hakyemez
59. KISA
ROMANLAR, UZUN ÖYKÜLER
Henry James
Çev. Necla Aytür-Ünal Aytür
60. HOPHOPNAME (Seçmeler)
Mirze Elekber Sabir
Çev. İsa Öztürk
61. KARAMAZOV
KARDEŞLER
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Nihal Yalaza Taluy
62. TOPRAK ARABACIK (Mriççhakatika)
Şudraka
Çev. Korhan Kaya
63. DİLLERİN
KÖKENİ ÜSTÜNE DENEME
Jean Jacques Rousseau
Çev. Ömer Albayrak
64. AKTÖRLÜK
ÜZERİNE AYKIRI DÜŞÜNCELER
Denis Diderot
Çev. Sabri Esat Siyavuşgil
65. YAŞAMININ SON YILLARINDA GOETHE İLE
KONUŞMALAR
Johann Peter Eckermann
Çev. Mahmure Kahraman
66. PHAEDRA
Seneca
Çev. Çiğdem Dürüşken
67. ABEL
SANCHEZ -Tutkulu Bir Aşk Hikâyesi-
TULA TEYZE
Miguel de Unamuno
Çev. Yıldız Ersoy Canpolat
68. PERICLES
William Shakespeare
Çev. Hamdi Koç
69. SANAT
NEDİR
L.N. Tolstoy
Çev. Mazlum Beyhan
70. m.
RICHARD
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
133
71. DİVAN-I
KEBİR
Mevlânâ
Çev. Abdülbâki Gölpınarlı
72. BİR
İNGİLİZ AFYON TİRYAKİSİNİN İTİRAFLARI
Thomas De Quincey
Çev. Batu Boran
73. ATİNALI
TİMON
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
74. AKIL
ve TUTKU
Jane Austen
Çev. Hamdi Koç
75. ILLUMINATIONS
Arthur Rimbaud
Çev. Can Alkor
76. YÜCE
SULTAN
Miguel de Cervantes Saavedra
Çev. Yıldız Ersoy Canpolat
77. SİYASAL
İKTİSADIN VE VERGİLENDİRMENİN
İLKELERİ
David Ricardo
Çev. Barış Zeren
78. HAMLET
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
79. EZİLENLER
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Nihal Yalaza Taluy
80. BİNBİR
HAYALET
Alexandre Dumas
Çev. Alev Özgüner
81. EVDE
KALMIŞ KIZ
Honore de Balzac
Çev. Yaşar Avunç
82. SEÇME
MASALLAR
E.T.A. Hoffman
Çev. İris Kantemir
83. HÜKÜMDAR
Niccolo Machiavelli
Çev. Necdet Adabağ
84. SEÇME
ÖYKÜLER
Mark Tvvain
Çev. Yurdanur Salman
85. HACI
MURAT
L. N. Tolstoy
Çev. Mazlum Beyhan
134
86. M
BÜYÜK DÜNYA SİSTEMİ ÜZERİNE DİYALOG
Galileo Galilei
Çev. Reşit Aşçıoğlu
87. ÖLÜLER
EVİNDEN ANILAR
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Nihal Yalaza Taluy
88. SEÇME
AFORİZMALAR
Francis Bacon
Çev. Q, Cengiz Çevik
89. MASUMİYET
VE TECRÜBE ŞARKILARI
William Blake
Çev. Selahattin Özpalabıyıklar
90. YERALTINDAN NOTLAR
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Nihal Yalaza Taluy
91. BİZANS’IN
GİZLİ TARİHİ
Prokopios
Çev. Orhan Duru
92. OTHELLO
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
93. IV.
HAÇLI SEFERİ KRONİKLERİ
Geoffroi de Villehardonin
Henri de Valenciennes
Çev. Ali Berktay
94. UPANİSHADLAR
Çev. Korkan Kaya
95. MİRZA
ESEDULLAH HAN GALİB DİVANI
Mirza Esedullah Han Galib
Çev. Celal Soydan
96. ALÇAKGÖNÜLLÜ
BİR ÖNERİ
Jonathan Swift
Çev. Deniz Hakyemez
97. FRAGMANLAR
Sappho
Çev. Alova
98. KURU
GÜRÜLTÜ
William Shakespeare
Çev. Sevgi Sanlı
99. MAHŞERİN
DÖRT ATLISI
Vicente Blasco Ibanez
Çev. Neyyire Gül Işık
100. GÜVERCİNİN
KANATLARI
Henry James
Çev. Roza Hakmen
135
101. GEZGİN
SATICI
Guy De Maupassant
Çev. Bertan Onaran
102. TROIALI
KADINLAR
Seneca
Çev. Çiğdem Dürüşken
103. BİR
HAVVA KIZI
Honore de Balzac
Çev. Babür Kuzucuoğlu
104. KRAL
LEAR
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
105. MURASAKİ
SHİKİBU’NUN GÜNLÜĞÜ Murasaki Shikibu
Çev. Esin Esen
106. EMİLE
Jean Jacques Rousseau
Çev. Yaşar Avunç
107. ÜÇ
SİLAHŞOR
Alexandre Dumas
Çev. Volkan Yalçıntoklu
108. RUDİN
- İLK AŞK - İLKBAHAR SELLERİ İvan Turgenyev
Çev. Ergin Altay
109. SİVASTOPOL
L. N. Tolstoy
Çev. Mazlum Beyhan
110. YAŞAMIMDAN
ŞİİR VE HAKİKAT Johann Wolfgang von Goethe
Çev. Mahmure Kahraman
111. DİRİLİŞ
L. N. Tolstoy
Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu
112. SUYU
BULANDIRAN KIZ Honore de Balzac
Çev. Yaşar Avunç
113. PAZARTESİ
HİKÂYELERİ
Alphonse Daudet
Çev. Sabri Esat Siyavuşgil
114. SONELER
William Shakespeare
Çev. Talât Sait Halman
115. KATIKSIZ
MUTLULUK Katherine Mansfield Çev. Oya Dalgıç
136
116. |
BÜTÜN FRAGMANLAR Ephesoslu Hipponaks Çev. Alova |
117. |
ECCEHOMO Friedrich Nietzsche Çev. Can Alkor |
118. |
MÜFETTİŞ Nikolay Vasilyeviç Gogol Çev. Koray Karasulu |
119. |
SİYASETNAME Nizamü’l-mülk Çev. Mehmet Taha Ayar |
120. |
TILSIMLI DERİ Honore de Balzac Çev. Volkan Yalçıntoklu |
121. |
STEPANÇİKOVO KÖYÜ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Çev. Nihal
Yalaza Taluy |
122. |
THERESE ve LAURENT George Sand Çev. Volkan Yalçıntoklu |
123. |
ROMEO VE JULIET William Shakespeare Çev. Özdemir Nutku |
124. |
TRAGEDYANIN DOĞUŞU Friedrich Nietzsche Çev. Mustafa Tüzel |
125. |
AŞK SANATI Ovidius Çev. Çidem Dürüşken |
126. |
MÜLKİYET NEDİR? Pierre-Joseph Proudhon Çev. Devrim Çetinkasap |
127. |
PIERRETTE Honore de Balzac Çev. Yaşar Avunç |
128. |
KAFKAS TUTSAĞI L. N. Tolstoy Çev. Mazlum Beyhan |
129. |
GÖKSEL KÜRELERİN DEVİNİMLERİ ÜZERİNE Copemicus Çev. C.Cengiz Çevik |
130. |
TARAS BULBA VE MİRGOROD ÖYKÜLERİ Nikolay Vasilyeviç Gogol Çev. Ergin Altay |
137
131. ON
İKİNCİ GECE
William Shakespeare
Çev. Sevgi Sanlı
132. SAPHO
Alphonse Daudet
Çev. Tahsin Yücel
133. ÖTEKİ
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Tansu Akgün
134. PUTLARIN
ALACAKARANLIĞI
Friedrich Nietzsche
Çev. Mustafa Tüzel
135. GERMINAL
Emile Zola
Çev. Bertan Onaran
136. KİTLELERİN
AYAKLANMASI
Ortega y Gasset
Çev. Neyyire Gül Işık
137. BAKKHALAR
Euripides
Çev. Sabahattin Eyüboğlu
138. YETER
Kİ SONU İYİ BİTSİN
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
139. ÖLÜ
CANLAR
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Çev. Mazlum Beyhan
140. LYKURGOS’UN
HAYATI
Plutharkos
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat
Günyol
141. YANLIŞLIKLAR
KOMEDYASI
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
142. DÜELLO
-Bütün Öyküler-
Heinrich von Kleist
Çev. İris Kantemir
143. OLMEDO
ŞÖVALYESİ
Lope de Vega
Çev. Yıldız Ersoy Canpolat
144. EV SAHİBESİ
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Tansu Akgün
145. KRAL
JOHN
William Shakespeare
Çev. Hamit Çalışkan
138
146. |
LOUISLAMBERT Honore de Balzac Çev. Oktay Rifat-Samih Rifat |
147. |
GÜLŞEN-İ RÂZ Mahmud-ı Şebüsterî Çev. Abdülbâki Gölpınarlı |
148. |
KADINLAR MEKTEBİ Moliere Çev. Bedrettin Tuncel |
149. |
BÜTÜN ŞİİRLERİ Catullus Çev: Çiğdem Dürüşken-Erdal Alova |
150. |
MASAL IRMAKLARININ OKYANUSU Somadeva Çev: Korkan Kaya |
151. |
HAFIZ DÎVÂNI Hafız-ı Şirazî Çev. Abdülbâki Gölpınarlı |
152. |
YAKARICILAR Euripides Çev. Sema Sandalcı |
153. |
CARDENIO William Shakespeare - John Fletcher Çev. Özdemir Nutku |
154. |
GEORGEDANDIN Moliere Çev. Sema Kuray |
155. |
GENÇ WERTHER’İN ACILARI Johann Wolfgang von Goethe Çev.
Mahmure Kahraman |
156. |
BÖYLE SÖYLEDİ ZERDÜŞT Friedrich Nietzsche Çev. Mustafa
Tüzel |
157. |
KISASA KISAS William Shakespeare Çev. Özdemir Nutku |
158. |
SİSTEM OLARAK TARİH Jose Ortega y Gasset Çev. Neyyire Gül
Işık |
159. |
HAYAT BİR RÜYADIR Calderon de la Barca Çev. Başar Sabuncu |
160. |
DİONYSOS DİTHYRAMBOSLARI Friedrich Nietzsche Çev. Ahmet Cemal |
139
161. ANNAKARENİNA
L.N. Tolstoy
Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu
162. GÜZEL
DOST
Guy de Maupassant
Çev. Alev Özgüner
163. RESOS
Euripides
Çev. Sema Sandalcı
164. KRAL
OIDIPUS
Sophokles
Çev. Bedrettin Tuncel
165. BUDALA
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Ergin Altay
166. KRAL Vm. HENRY
William Shakespeare
Çev. Hamit Çalışkan
167. KÖRLER
ÜZERİNE MEKTUP
SAĞIRLAR ÜZERİNE MEKTUP Denis
Diderot
Çev. Adnan Cemgil - Dumnıl Cemgil
168. AKIL
ÇAĞI
Thomas Paine
Çev. Ali İhsan Dalgıç
169. VENEDİK
TACİRİ
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
170. SILAS
MARNER
George Eliot
Çev. Fadime Kâhya
171. MUTLAK PEŞİNDE
Honore de Balzac
Çev. Sabiha Rifat-Oktay Rifat-Samih Rifat
172. BÎR
YAZ GECESİ RÜYASI
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
173. MARIANNE’İN
KALBİ
Alfred de Musset
Çev. Bedrettin Tuncel - Sabahattin Eyüboğlu
174. ECİNNİLER
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Mazlum Beyhan
175. BORİS GODUNOV
Aleksandr Puşkin Çev. Özcan
Özer
140
176. HIRÇIN
KIZ
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
177. DUMAN
îvan Sergeyeviç Turgenyev
Çev. Ergin Altay
178. ELEKTRA
Sophokles
Çev. Azra Erhat
179. NORTHANGER
MANASTIRI
Jane Austen
Çev. Hamdi Koç
180. ROBINSON
CRUSOE
Daniel Defoe
Çev. Fadime Kâhya
181. İKİ
SOYLU AKRABA
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
182. SOKRATES’ÎN
SAVUNMASI
Platon
Çev. Ari Çokona
183. İNSAN
NEYLE YAŞAR?
L. N. Tolstoy
Çev. Koray Karasulu
184. EVLENME
KUMARBAZLAR
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Çev. Koray Karasulu
185-1 İNSANCA, PEK İNSANCA
Friedrich Nietzsche
Çev. Mustafa Tüzel
185-2 KARIŞIK KANILAR VE
ÖZDEYİŞLER
Friedrich Nietzsche
Çev. Mustafa Tüzel
185-3 GEZGİN VE GÖLGESİ
Friedrich Nietzsche
Çev. Mustafa Tüzel
186. AYI
-DOKUZ KISA OYUN-
Anton Pavloviç Çehov
Çev. Tansu Akgün
187. PARA
ÜZERİNE BİR İNCELEME
John Maynard Keynes
Çev. Cihan Gerçek
188. JOSEPH
ANDREWS
Henry Fielding
Ferit Burak Aydar
141
189. PROFESÖR
Charlotte Bronte
Çev. Gamze Varım
190. MALAVİKA
VE AGNİMİTRA
Kalidasa
Çev. H. Derya Can
191. NASIL
HOŞUNUZA GİDERSE
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
192. ZİNCİRE
VURULMUŞ PROMETHEUS
Aiskhylos
Çev. Sabahattin Eyüboğlu - Azra
Erhat
193. CYRANO
DE BERGERAC
Edmond Rostand
Çev. Sabri Esat Siyavuşgil
194. YAŞAMA
SEVİNCİ
Emile Zola
Çev. Bertan Onaran
195. KUMARBAZ
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Çev. Koray Karasulu
196. FELSEFE
PARÇALARI YA DA BİR PARÇA FELSEFE
Soren Kierkegaard
Çev. Doğan Şahiner
197. YÜKÜMLÜLÜKLER
ÜZERİNE
Cicero
Çev. C. Cengiz Çevik
198. RAMEAU’NUN
YEĞENİ
Denis Diderot
Çev. Adnan Cerngil
199. KRALV.
HENRY
William Shakespeare
Çev. Hamit Çalışkan
200. KREUTZER
SONAT
L.N. Tolstoy
Çev. Ayşe Hacıhasanoğlu
201. BAŞTAN
ÇIKARICININ GÜNLÜĞÜ
Soren Kierkegaard
Çev. Nur Beier
202. MASALLAR
Aisopos
Çev. İo Çokona
203. CYMBELINE
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
142
204. ATİNALILARIN
DEVLETÎ
Aristoteles
Çev. Ari Çokona
205. BİR
İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ
Victor Hugo
Çev. Volkan Yalçıntoklu
206. FELSEFE
KONUŞMALARI
Denis Diderot
Çev. Adnan Cemgil
207. VERONALI
İKİ SOYLU DELİKANLI
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
208. İNSANDAN
KAÇAN
Moliere
Çev. Bedrettin Tuncel
209. ÜÇ
ÖLÜM
L.N. Tolstoy
Çev. Günay Çetao Kızılırmak
210. KIRMIZI
VE SİYAH
Stendhal
Çev. Bertan Onaran
211. ÎLÂHİNAME
Feridüddin Attâr
Çev. Abdülbaki Gölpınarlı
212. KADERCİ
JACQUES VE EFENDİSİ
Denis Diderot
Çev. Adnan Cemgil
213. NOTRE-DAME’IN
KAMBURU
Victor Hugo
Çev. Volkan Yalçıntoklu
214. CORIOLANUS’UN
TRAGEDYASI
William Shakespeare
Çev. Özdemir Nutku
215. MEDEA
Euripides
Çev. Ari Çokana
216. TROILUS
VE CRESSIDA
William Shakespeare
Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Mîna
Irgat (Urgan)
143
Henri Bergson
(1859-1941): Sezgicilik ekolünün Batı
felsefesindeki
temsilcisidir. Yaşamında büyük üne
kavuştu, 1927 yılında
Nobel Ödülü’nü aldı. Eserlerine
olan ilgi ikinci Dünya
Savaşı sonrasında azalmış olsa da
geç 19.yüzyıl ve erken
2O.yüzyıl felsefesindeki önemli
konumunu muhafaza
etmektedir. Kendisinden sonra gelen
Gilles Deleuze, Jean-Paul
Sartre ve Martin Heidegger gibi
düşünürleri de derinden
etkilemiştir. İlk kez 1900 yılında
yayımlanan, gülme üzerine
yazdığı denemelerini içeren bu
eserinde gülmenin
anlamını, gülmeye yol açan koşulları ve
gülmenin toplumsal
işlevlerini araştırmaktadır.
Devrim Çetinkasap (1975):
Marmara Üniversitesi Kamu
Yönetimi bölümünden
2004’te mezun oldu. Galatasaray
Üniversitesi Felsefe
bölümünde yüksek lisansını tamamladı.
Fransızca ve İngilizceden
tarih, siyaset bilimi ve felsefe
alanlarında çeviriler
yapıyor.
KDV dahil fiyatı
12 TL
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar