Print Friendly and PDF

Bilgi Kutusu 6





Tragedya’nın Ödevi

Aristoteles'in tragedyanın işlevine ilişkin olarak binlerce yıl önce getirdiği görüş, bugün sinemanın temel işlevini oluşturmaya devam etmektedir:
«Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis)»
[Katarsis: Arınma (Yunanca:Κάθαρσις) olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır. Ayrıca Platon'un "Devlet" adlı eserinde de zikredilen, adil ve onurlu yöneticilere atfedilen bir felsefi terimdir. Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen bir retorik olan Katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun için bazen boyut değiştirmeyi (Astral olarak) de anlatmaktadır.]
Kuşkusuz tragedyanın, sınırlı olanaklarıyla-özellikle üç birlik kuralı-elde edilebilen katharsis, günümüzde çok geniş olanaklara sahip olan sinemada özü değişmemek üzere ileri boyutlara varmıştır. Acıma ve korku duygularına, öfke, nefret, sevgi, erotik duygular vb. eklenmiştir. Çağımızın karmaşık yaşamı bunu gerekli kılmıştır. Günümüzün sinema seyircisi aktivite olanaklarını elde etmediği gerçek yaşamda, gerçekleştiremediği bu duygulardan bir film gösterisi sonunda arınarak “rahatları” (katharsis).
Bunun temel koşulu seyircinin filmdeki olaylar ve kahramanlarla yaşantı ve duygu birliğine girerek özdeşleşmesidir. Sinema sanatının kendine özgü olanakları seyircinin olaylar ve karakterlerle özdeşleşmesini kolaylaştırmaktadır. Gerçeğin izlenimi, seyirciye yaşamın bir «tıpkı sureti»ni sunarak kolay bir duygu-yaşantı birliği olanağı tanır. Bu nedenle, çağdaş kuramcılar kolay kolay gözle görülür olmayan katharsis olgusunu atlayarak, gerçeğin izlenimi olgusunu bütün çatışmaların kaynağı haline getirmişlerdir. Oysa bu noktada tartışılması gereken gerçeklik izlenimi değil, gerçeğin kendisidir.
Rıfkı Melûl Meriç'e
Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken "Nevâ"nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
"Nât"ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.
Yahya Kemal BEYATLI

Ben Bir Figana

Sabahtan Uğradım Ben Bir Figana
Bülbül Ağlar Ağlar Güle Getirir
Bakın Şu Feleğin Daim İşine
Her Bir Cefasını Kula Getirir
Depreştirme Benim, Dertlerim Duman
Muhabbet Şirindir Vermiyor Aman
Üstümüzde Dönen Çark İle Devran
Felek Bizi Haldan Hala Getirir
Derviş Ali'm Der Ki Nefesim Haktır
Hak Diyen Canlara Şek Şüphem Yoktur
Cehennem Dediğin Dal Odun Yoktur
Herkes Ateşini Bile Getirir
(Herkes Ateşini Burdan Getirir)


Şimdiki Zamanı Yaşamak

Bazıları halk karşısında rahatsız, kaygılı ve tiksintilidir. «Onların hiç hoşlanmadığı şey hali (şimdiki zamanı) yaşamak'tır. Yıllarca aydınlarımız ve yazarlarımız bu çelişkiyi yaşadılar. Mutluluğu ya çeşitli geçmişlerde aradılar:
M. A. Ersoy, Y. K. Beyatlı, Namık Kemal.. Ya tatlı geleceklerde: Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet...
Zeus'a ya da Erinys'Iere atfolunan, asla affetmeyip mutlaka öç alan bir ruh.
**
Nondum amabam, et amare amabam,
quaerebam quid amarem, amans amare.
**
Sevmiyorken ve sevmeyi sevmiyorken seveceğim şeyi, sevmeyi severek araştırıyordum."
İtiraflar, St.Augustine


Bir Kadının İtirafları:

On yedi yıllık evlilikten sonra bir kadın şunları söylüyor:
Erkek Allah'ın yarattığı en güzel canlıdır. Eşine, kızına, kız kardeşine, annesine, babasına, torununa vermek için sahip olduğu herşeyi feda edip vazgeçer.
Gençliğini ve sağlığını eşi ve çocukları için feda eder. Çünkü sürekli çalışır. Bazen gece geç vakitlere kadar çalışmaya devam eder.
Ailesinin hayatını, çocuklarının geleceğini inşa etmeye çalışır. Birkaç işte çalışmak zorunda kalsa
sağlığına mal olsa dahi…
Sürekli mücadele eder. Annesinden, diğer yakınlarından hatta iş yerinde amirinden işittiği azarlara tahammül eder.
Tüm bunların sonunda yine kabak onun başına patlar.
Biraz eğlenmek için gezmeye çıksa sorumsuz biri oluverir.
Evde kalsa, tembel olur.
Hata ettiklerinde, çocuklarına kızınca vahşi baba olur.
Kızmasa boşverici baba olur.
Karısının çalışmasına izin vermezse geri kafalı, karısının başının belası, izin verse karısının parasını istismar eden bir asalak olur.
Annesinin sözünü dinlerse suçlu karısının sözünü dinlerse yine suçludur.
Tüm bunlara rağmen baba şunları yapar:
Çocuklarının her hususta kendisinden daha iyi olmasını ister.
Çocukları küçükken ayağını büyüyünce yüreğini çiğnediklerinde tahammül eder.
Dünyadakinin en iyisini veremezse dahi sahip olduğunun en iyisini, hatta belki hepsini verir.
Çocukları gökteki yıldızı istese o gücü yetse güneşi getirmeye çalışır.
Eğer anne dokuz ay çocukları karnında taşıdı ise baba da aklında, zihninde, ömrü boyunca taşır.
Aile için babası iyi olduğu sürece tüm dünya iyidir..
Yetim bir çocuğa sorun isterseniz.. Baba kelimesini duyup da "baba" diyecek kimseyi bulamamak ne zor bir şeydir anlatsın size.
(Babalar hep sahipsizdir. Çünkü onlar hep tek başınadır. Şımaracakları kimse yoktur... )


Herhangi bir eylemin pratiği etkili bir biçimde nasıl yapılır?
- Annie Bosler ve Don Greene

Herhangi bir fiziksel beceri, pratik gerektirir. Pratik, bir eylemin gelişim amacıyla tekrar edilmesidir ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı sağlar. Peki pratik bizi nasıl daha iyi bir konuma getirir?
Annie Bosler ve Don Greene pratiğin, beynimizin içsel çalışmalarını nasıl etkilediğini açıklıyor.
Konuşma Annie Bosler ve Don Greene, animasyon ise Martina Meštrović tarafından hazırlanmıştır.
Çeviri: Gözde Zülal Solak
Gözden geçirme: Yunus AŞIK
İster tek ayak üzerinde dönüş, ister bir enstrüman çalmak ya da beyzbol topu atmak olsun; herhangi bir fiziksel beceri, pratik gerektirir.
 Pratik, geliştirme amacıyla bir eylemin tekrarlanmasıdır ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı sağlar.
 Peki pratik bizi daha iyi hâle getirmek için beynimizde ne yapıyor?
 Beynimizde iki tür sinir dokusu vardır: Gri madde ve beyaz madde.
 Gri madde beyinde bilgiyi işler, sinir hücrelerine sinyalleri ve duyusal uyaranları yönlendirir, beyaz madde ise çoğunlukla yağ dokusu ve sinir liflerinden oluşur.
 Vücudumuzun hareket etmesi için bilginin, beynin gri maddesinden, akson adı verilen bir sinir lifi zinciri aracılığıyla omuriliğe, oradan da kaslara yolculuk yapması gerekir.
 Peki pratik veya tekrar, beynin içsel çalışmalarını nasıl etkiler?
 Beyaz maddede bulunan aksonlar, miyelin adı verilen yağlı bir cisimle sarılıdır.
 Pratikle değişen şey de bu miyelin örtüsü ya da kılıfıdır.
 Miyelin, elektrik kablolarındaki yalıtıma benzer.
 Sinirsel yollarda daha etkili bir biçimde hareket ettirerek, beynin kullandığı elektik sinyallerinde enerji kaybını önler.
 Farelerde yapılan bazı çalışmalar, fiziksel bir hareketin tekrarının, aksonları yalıtan miyelin kılıfının katmanlarını da arttırdığını öne sürer.
 Ne kadar çok katman olursa, akson zincirleri etrafındaki yalıtım da o kadar güçlü olur ve beyni kaslara bağlayan bilgi için bir tür otoban oluşturur.
 Yani çoğu atlet, başarısını kas hafızasına atfetse de, kasların aslında hafızaları yoktur.
 Bilakis, atletlere ve sanatçılara daha hızlı ve daha etkili sinirsel yollarla üstünlük sağlayan şey, sinirsel yolların miyelinleşmesi olabilir.
 Bir beceride uzmanlaşmanın kaç saat, gün ve hatta yıl pratik gerektirdiğini hesaplamaya kalkışan birçok teori var.
 Henüz sihirli bir sayımız olmasa bile, uzmanlığın sadece pratik yapma süresiyle alakalı olmadığını biliyoruz.
 Ayrıca pratiğin niteliği ve etkililiği de önemlidir.
 Etkili pratik süreklidir, yoğun odak gerektirir ve bir insanın mevcut becerilerinin uçlarında yatan içeriği veya zayıflıkları hedef alır.
 Peki eğer etkili pratik anahtarımız ise, pratikten en iyi sonucu nasıl elde ederiz?
 Bu ipuçlarını deneyin.
 Elinizdeki göreve odaklanın.
 Bilgisayarı veya TV'yi kapatarak ve cep telefonunuzu uçuş moduna alarak, dikkatinizi dağıtabilecek şeyleri en aza indirin.
 Bir çalışmada araştırmacılar, çalışan 260 öğrenciyi gözlemledi.
 Ortalama olarak bu öğrenciler bir kerede yalnızca altı dakika göreve odaklandılar.
 En çok dikkat dağıtan şeylerden birkaçı bilgisayar, cep telefonu ve özellikle Facebook idi.
 Yavaşça veya yavaş hareketlerle başlayın.
 Doğru veya yanlış da olsa, koordinasyon tekrarla oluşturulur.
 Eğer nitelik tekrarlarının hızını yavaş yavaş yükseltirseniz, doğru yapma şansınız yükselir.
 Dağıtılmış aralarla sık tekrar yapmak, seçkin sanatçıların pratik alışkanlıklarındandır.
 Çalışmalar en başarılı atlet, müzisyen ve dansçıların çoğunun beceri aktivitelerine haftada 50-60 saat harcadıklarını gösteriyor.
 Çoğu, etkili pratik için kullandığı zamanı, sınırlı olmak üzere günlük pratik vakitlere ayırıyor.
 Son olarak, beyninizde canlı detaylarla pratik yapın.
 Bu biraz şaşırtıcı, fakat birkaç çalışma, fiziksel bir eylem bir kez yapıldığında, yalnızca hayal edilerek pekişebileceğini öne sürüyor.
 Bir çalışmada 144 basketbol oyuncusu iki gruba ayrıldı.
 A grubu fiziksel olarak tek elli serbest atış pratiği yaparken, B grubu yalnızca zihinsel pratik yaptı.
 İki haftalık deney sonucunda test edildiklerinde, iki gruptaki orta seviyeli ve tecrübeli oyuncuların neredeyse aynı derecede geliştiği görüldü.
 Bilim insanları beynimizin sırlarını ortaya çıkarmaya yaklaştıkça, etkili pratik anlayışımız yalnızca gelişecektir.
 Bu süreçte bireysel sınırlarımızı zorlamak için sahip olduğumuz en iyi yol etkili pratik yapmak, yeni boyutlar kazanmak ve potansiyelimizi yükseltmek.


 Saf Su

Hz. İsa havarilerine şöyle derdi: "Mescidler yuvanız, evleriniz ise konaklayacağınız mekanlar olsun. Yabani otlardan yiyin ve bu dünyadan huzur içinde ayrılın." Şarik şöyle demişti: "Bunu Süleyman'a da anlattım, o da şunu ekledi: 'Ve saf su içiniz ."'
[Şarik (ö. 177 /794) ünlü bir yargıç ve kültür tarihçisidir.]

Konuşmayın

Hz. İsa'ya şöyle dediler: "Bize bir amel göster ki onunla cennete girebilelim." Hz. İsa, "Hiç konuşmayın" dedi. Onlar, "Biz bunu asla yapamayız" dediler. Hz. İsa şöyle cevap verdi: “O zaman, sadece güzel şeyler konuşun."

Ahmaklara Cevap

Hz. İsa buyurdu ki: "Bir cüzamlı ile bir körü tedavi edip iyileştirdim. Bir ahmağı da tedavi etmeye çalıştım, ama ondan ümidi kestim. Sessizlik ahmaklara verilecek (en iyi) cevaptır."

Dünya Bu

Hz. İsa'ya eşlik eden bir adam ona şöyle dedi:
“Seninle, yanında, yoldaşın olmak istiyorum."
Yola koyuldular ve bir nehrin kenarına ulaştılar; yemek yemek için oturdular. Üç somun ekmekleri vardı. İkisini yediler, üçüncüsü kaldı. Hz. İsa kalktı, nehre su içmeye gitti. Döndüğünde üçüncü somunu göremeyince adama sordu,
“Somunu kim aldı?" Adam, “Bilmiyorum" dedi.
Hz. İsa adamla birlikte yine yola koyuldu; iki yavrusuyla gezinen bir dişi geyik gördü. Hz. İsa yavrulardan birini çağırdı, yavru Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz. İsa onu kesti, etin bir kısmını pişirip arkadaşıyla birlikte yedi. Sonra da yavru geyiğe dönüp, “Allah'ın izniyle kalk" dedi. Geyik kalkıp gitti. Bunun üzerine Hz. İsa arkadaşına dönüp şöyle sordu: “Sana, bu mucizeyi gösteren Allah adına soruyorum, somunu kim aldı?"
Adam, “Bilmiyorum" dedi.
İkisi bir vadideki bir su birikintisine geldiler. Hz. İsa adamın elini tuttu, suyun üstünde yürüdüler. Suyu geçtiklerinde Hz. İsa adama,
“Sana, bu mucizeyi gösteren Allah adına soruyorum, somunu kim aldı?" diye sordu.
Adam, “Bilmiyorum" dedi.
Sonra susuz bir çöle geldiler, yere oturdular. Hz. İsa bir miktar toprak ve kum topladı ve “Allah'ın izniyle altına dönüş" dedi; yığın altına dönüştü. Hz. İsa altını üç parçaya böldü, "Birisi bana, birisi sana, öteki de somunu alan kişiye" dedi.
Adam, “Somunu ben aldım" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa,
 “Altınların hepsi senin" dedi.
Sonra Hz. İsa adamın yanından ayrıldı. Çölde adamın yanına onu soyup öldürmek isteyen iki kişi geldi. Adam onlara,
“Altınları üçümüz aramızda paylaşalım, ikinizden biri kasabaya yiyecek bir şeyler almaya gitsin" dedi. İçlerinden biri gönderildi, o kişi kendi kendine
“Altınları ikisiyle neden paylaşayım ki? En iyisi yiyecekleri zehirleyip altınları kendim alayım," dedi. Gitti ve öyle yaptı.
O sırada, geride onu bekleyen iki kişi de aralarında:
“Neden ona üçüncü payı verelim ki? Öyle yapacağımıza döndüğünde onu öldürüp parayı aramızda paylaşalım" diye konuşmuşlardı. Adam döndüğünde onu öldürdüler, yiyecekleri yediler ve onlar da öldüler. Çölde geriye altınlar, altınların yanında da üç ölü adam kaldı. Hz. İsa oradan geçerken onların halini gördü ve ashabına şöyle dedi:
“İşte bu dünya böyledir, ondan sakınınız."

Güzel Konuşur

Hz. İsa, o şekilde hitap edilmeyi hak etmeyen bir adama, "Allah seni korusun" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa'ya,
"Onun gibi birisine bunu neden söylüyorsun?" diye sordular. Hz. İsa,
"Güzel konuşmaya alışan bir dil bütün insanlarla güzel konuşur" diye cevap verdi.

Diktatör mü Parababası mı?

Adolf Hitler 1919 yılının sonbaharında Alman İşçi Partisi'ne (DAP) üye olduğunda parti kasasında sadece 7 mark 50 fenik kadar bir para vardı. Hitler'in sonraları sık sık sözünü ettiği gibi, "birkaç zavallı yoksul" partili parababalarının kendilerini destekleyeceğini umut ediyordu. Kendi de yoksul olan Hitler partisine yardım edecek birkaç zengin bulmuştu.
Çamaşırcı bir anneyle yoksul bir kunduracının oğlu olan Josef Vissarinoviç Stalin, Bolşeviklere para sağlamak için (20 takma ad kullanarak) para taşıyan trenlere saldırmış, banka soymuş, ölümle tehdit ettiği zenginlerden para sızdırmış, genelevler açıp çalıştırdığı kadınlardan partisine para toplamıştı.
Burada modern tarihimizin zirvedeki bazı kişilerinden söz ediyoruz, Stalin, Hitler ve Mao aktif politikaya atıldıklarında "yoksul ve meteliksizdiler". Faşist dönemin ilk diktatörleri Vladimir İlyiç Lenin ile Benito Mussolini gerçi Hitler, Stalin, Mao ve Tito kadar parasız sayılmazlardı: ama örneğin ne Franklin Delano Roosevelt, ne de John F. Kennedy kadar maddi güçleri ve toplumsal ilişkileri vardı.
1945-1953 dönemi ABD Başkanı olan Harry S. Truman, baba Kennedy'nin seçimler sırasında oğlu John F. Kennedy'nin adaylığını parayla satın aldığını açıkça söylemişti. Truman şöyle anlatmıştı: "Richmond Hukuk Fakültesi'nde anayasa üzerine bir konferans veriyordum. Salonda bulunanlardan sivri-akıllı biri ayağa kalkarak bana (olay 60 seçimlerinden önceydi) 'Papa Başkan seçilir ve Beyaz Saray'a girerse ne olur?' diye sordu. Ben de 'Papa'nın değil pop'ın Beyaz Saray'a girmesinden korkuyorum' diye yanıt verdim.
(İngilizcede sözcük oyunu: Pope, Papa anlamına geliyor. Pop ise patlama demek. Truman burada pop'dan, silahların patlamasından endişelendiğini ifade etmek istemiş.)
Bugün de değişen bir şey yok. İhtiyar Joe Kennedy bu ülkenin görüp göreceği en büyük hırsızdır. Oğlunun Başkan adaylığını satın alması hoşuma gitmiyor. Bütün Batı Virginia'yı satın aldı. Bunun ona kaça malolduğunu bilmiyorum. Yaşlı, cimri, sahtekârın biridir: eminim ederinden bir sent bile fazla vermemiştir, Ama sonuç olarak Batı Virginia'yı satın aldı, oğlu da rakibi Humphrey'e karşı ön seçimleri kazandı. Baba Kennedy başkanlık koltuğunu değil, elbette adaylığı satın almıştı. Başkanlık koltuğu satın alınamaz tabii ki, en azından bugün böyle bir şey olamaz.. (ama) ya para? Birinde sınırsız para olduğunu bilmek dahi muhalefeti safdışı bırakmaya yetiyor.”
… ACABA DÜNYAYI HAREKETE GEÇİREN GÜÇ PARA MIDIR, YOKSA HALKLARIN ULUSAL ÇIKARLARI YA DA İDEOLOJİLER MİDİR?

Atilla Şaşmadı

Attila’nın gücü artmasına karşın, geldiği mevkiin olanakları onun başını döndürmedi. Ağaçtan oyul muş tabak ve çanaklardan yiyip içen Attila, yine ah şap bir sarayda, ağaçtan oyulmuş bir tahtta oturuyordu. Giysileri Roma imparatorlarınınki gibi süslü değildi; üzerine siyah bir kürk, başına siyah bir şapka giyiyordu.
**

Saç Falı

Saçla tutulan fallardan bir tanesinde, hamile kadının saçından bir tel alıp parmağındaki yüzüğüne geçirip karnı üzerinde sabit tutulur. Eğer yüzük daire çiziyorsa doğacak bebek kızdır, düz gidip geliyorsa erkektir. Saç bedenin tüm genetiğini üzerinde barındırarak temsilcisi olduğuna göre geleceği ve şimdiyi en iyi gösterecek olan saç telidir, insan bedenindeki hücresel bilginin ortaya çıkamadığı, geleceği merak etmenin önüne geçilemediği, bilinmeyeni keşfetme çabasındaki eğlencelik bir oyun diyebiliriz bu fal oyununa.

Kripto-Kripta

Eski Roma’da Hıristiyanların gizlice tapınmak için kullandıkları yer altı kilisesi olan kripta, daha sonraları anlamı değişerek kilisenin bodrum katına verilen ad haline dönüşmüştür.

İnsanda mı Çöp

Çöplük, bir “değeri” olmadığı düşünülen nesnelerin yeni bir varoluş mekânıdır. Nesneler bu “yeni” mekâna “yok olmaları” niyetiyle yollanmıştır. Reddedilen, iğrenilen, yok sayılan bu nesnelerin mümkün oldukça uzağa gönderilmesi yok saymakla birdir. Yine de çöpler yok olmazlar, inadına var olurlar. Dolayısyla hem bir reddedilişi hem de bir dışlanmayı içeren bu nesnelerin doğasında vardır arada kalmışlık.
Ölüme yollanıp tekrar doğmuş olmakla birdir bu. Ortak paydaları bu olan tüm nesneler, yeni bir dünyada toplanarak var olurlar.
İşte tam da bu döngüden dolayı, “çöplük” metaforu yaşam döngüsünü de simgesel olarak karşılayabilmektedir.
Doğum da aslında bir “dışarı atma” ile başlar. İlk insan da dünyaya “atılmıştır,” hem varoluşun hem de yok oluşun mümkün olması için “kopuş” mutlak bir gerekliliktir.
 Yeni bir hayat kendi kuralları ile başlar. Var olmak için, “temiz” kalmak, kirlenmemek gereklidir. Kirlilik, günahı, günah, cezalandırılmayı çağrıştırır. Günahın sonu ise yeni bir uzaklaştırmadır. Döngünün bu ucu karanlığa ve belirsizliğe yakın olduğundan, insan hep kabul edilene yakın durmaya çalışır. Fakat söz konusu “çöp” metaforu olunca diyalektikten kaçınmak imkânsız olur.
Zıtlıklardan birine ya da diğerine doğru meyletsek de karşı taraf ile var oluruz. Var oluş, yok oluşa doğru bir yolculuğu da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu “temel” kanundan dolayıdır ki, “atık” yolculuğu sırasında hep “arada kalır” ve “sınırı” işaret eder.
Dünyevilikten bahsederken öteki dünyayı, bedenden bahsederken ruhu, şimdiden bahsederken geçmişi okurken buluruz kendimizi.
Yok olmadan önceki son durak “çöplük” olduğundan var olmanın ucuna gelindiğini, içinde bulunulan durumun tersine evrileceğini işaret eder “çöplük” metaforu.
Karşı yakaya geçileceğinin, isyanın, tepkinin ancak reddedilenden doğacağının bir işareti gibidir ve çoğu zaman da bu görevi görür.
 Yaşam döngüsünü ve sürecini simgeleştiren “atık/çöp” sembolü kendine özellikle inanç, günah, reddedilen ve yok sayılan, hafıza ve bellek, kötülük ve nedenleri gibi birbirine sürekli refererans veren konular ile meselesi olanlara yeni anlatım imkânları sunmaya devam ediyor. (Alıntı)

Yalanın Hakikati

Hakikat-sonrası, “doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir dönemden” bahsetmektedir ve bu durumda, önemli olan “gerçek” olarak doğrulanan bilgi değil, bireylere “gerçek” hissettiren olgulardır.
Hakikatin neliği Foucault’nun ortaya koyduğu gibi hiçbir zaman mutlak bir çizgi içerisinde olmamış, oluşturulan bir hakikatler zinciri içerisinde yer almıştır.
Tarihin yazımı, anlatılar vb. tüm hakikat zinciri bu belirsizlik içerisinde yer almaktadır. Ancak günümüz dezenformasyon toplumuna kadar bu hakikatler doğru ve yalan bağlamında eşanlı olarak bireye ulaşmamıştır.
Bugünün en tipik özelliği doğru ile yalanın bir aradalığında saklıdır. Bu kavramın tartışılmasının temel nedeni ve popülaritesinin bu kadar yükselmesinin temel nedeni elbette toplumsal ve politik problemlerin su yüzüne çıkmasından kaynaklanmaktadır.
Hakikat-sonrası siyaset, siyasetçilerin anlatılarını sahte olgular üzerinden kurması, iddialarını doğru olarak hissettirmesi ve hakikat olarak sunması ancak temeli olmayan olgulara dayandırılarak kitlelerle iletişime geçmesi olarak görülmektedir.
Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden çıkmasına dair gerçekleştirilen Brexit referandum sürecinde Brexit yanlılarının aslı astarı olmayan birçok argümanı en yetkin ağızlardan dolaşıma sokmaları ve yalan iddiaların kabul görmesiyle beraber referandum sonucunun manipüle edilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın gerçek olup olmadığı tartışılan birçok iddiayı gündeme getirerek siyaset yapması ve tüm sosyal medya üzerinde Trump yanlılarının bu belirsiz argümanlar üzerinden paylaşımlarda bulunarak kamuoyunu manipüle etmesi hakikat-sonrası siyasetin belirgin yüzünü oluşturmaktadır.
Dezenformasyona örnek olarak El Kaide lideri Usame Bin Laden’in 2001 yılında Doğu Afganistan’ın ücra dağlarından gönderdiği ve teknolojik olarak yüksek bir donanıma sahip olduğu belli olan ve dünyadaki milyarca insan tarafından izlenen videonun içeriğindeki karmaşık yapı verilebilir.
Bu videoda Laden’in geleneksel Arap giysileri yerine 1980’lerde Afganistan’ın Rus işgaline karşı kendisinin ve diğer İslamcı militanların gerilla savaşını hatırlatan bir simge olarak çağdaşasker giysileri giymesi ancak yanında Rus yapımı AK-47 Kalaşnikof tüfeğin yer alması ve en önemli ayrıntılardan olan giysisinin katlanmış kolundan açığa çıkan Amerikan üretimi şık ve pahalı Timex marka saatin görünmesi birçok açıdan karmaşık bir bileşenin bir arada bulunduğu dezenformatik bir imge yaratmaktadır.

Elektrik ve Su Bulamayanlar İçin

Cemil Meriç’ten:
“Hayır, severek evlenmedim.
Hayatımı bir zebanî ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı.
Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş. Ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi ele ele hayata atladık. Ben seni tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. Korkuyorum. Bunları söylemekten korkuyorum.
22 sene gelişen kökleşen bir sevgi bu. Bir sevgi ve bir hayranlık.
Hayat, hayatımız daima güzel miydi?
Hayır. Ama mevsimleri vardı, mevsimleri var.
Vatanımsın benim, kokladığım havasını, içtiğim su. Ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman zaman. Sen hep aynı kalmasını bildin.” [Cemil Meriç, Jurnal I.294-295]
“Yıllardır kelimeleştirilmesi güç korkular içindeyim. Karımın her rahatsızlığı şuurumda korkunç düşünceler yaratıyor. Ondan önce ben ölmek istiyorum. Bu arzumun tahlilini yapamayacak kadar serseriyim. Onsuz bir dünya düşünemiyorum” [Cemil Meriç, Jurnal II,s.343.]

Beni Önceden Yaşamışlar

“Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu?
Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebi bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar.” [Cemil Meriç, Jurnal II,s.209.]

Avrupa Bize Kör

“ Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli düşman bir yığın!” [Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, s.9.]
Kaynaklarımıza bağlı kalmalıydık; çünkü “Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak”
[Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, arka kapak.]

“Yalnızım, imanlıdan olmaya mecburum” İyi Ve Kötü

Yukarıdan gelen bir ses, her iki yorumun da yaşayan Tanrı'nın sözü olduğu cevabını verdi.
[Babil Talmudu, Erubin]

Τ

Crux commisa veya tau haçıTertullian tarafından haçın gerçek formu olarak kabul edilmiştir. İsa geldikten sonra inananların alnı, Kudüs'te bu şekilde damgalanacağına inanılmaktadır. Zaferi sembolize eder. T harfi şeklindeki haç nimet, lütuf ve kerem demektir. Bu haç sembolüne 2.yy dan kalma zindanlarda sıkça rastlanmaktadır.

Yara

“Zaman yaraları iyileştirmez, yarısını diker iz bırakır. Tekrar açılır yara, aynı acıyı yeniden duyarsın, hem de o ilk anda ki gibi”
Elizabeth JENNİGS

Kapı

Semboller birçok kavramı karşılamaktadır. Kültürel bir nesne olan kapı imgesi de, geçmiş ve gelecek arasında köprü görevi üstlenen, tarihe tanıklık eden aynı zamanda yaşanmışlıklardan beslenen bir nesne olarak tercih edilmiştir.

Bilgisayar

Bilgisayar metafizik bir makinedir
Sherry Turkle

İkili Arasında

“İnsan yaşamında süreklilik ve süreksizlik kadar temel olan başka iki kategori, iki farklı deneyim yoktur.” Anthony Wilden

Herşeyler Rakamdır

“Bilgisayarlarla her şey rakamlara dönüştü: imgesiz, sessiz ve kelimesiz nicelikler. Ve optik fiber kablo ağları daha önceden ayrışmış olan veri akışlarını, dijital sayı dizilerinden oluşan tek bir standart haline getiriyorsa, bir medyum bir diğerine çevrilebilir demektir. Rakamlar sayesinde hiç bir şey imkânsız değil. Modülasyon, dönüşüm, senkronizasyon; gecikme, bellek, aktarma, şifreleme, tarama, haritalama, dijital temel üzerinde tüm medya bağlantıları medyum fikrinin kendisini siliyor” [Freidrich Kittler]

Uyduruk Vasiyetname

Sadreddin Konevî hakkında uydurulmuş bir vasiyetname.
“Dostlarım ve bana mensup olan müridlerim, talebelerim, beni Müslümanların umumi kabristanına defnetsinler. (…) ayrıca beni fıkıh kitaplarındaki gibi değil de hadis kitaplarında belirtildiği şekilde yıkamalarını istiyorum. Kefen olarak beyaz bir izar sarsınlar ve Şeyh-i Ekber’in elbiseleri ile kefenlesinler. Kabrime Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmanî’nin seccadesini yaysınlar. Cenazemi hiçbir cenaze okuyucusunun takip etmemesini, kabrimin üstüne ne bir bina, türbe ne de bir tavan yapılmasını vasiyet ediyorum. Sadece kabrimi sağlam taşlar ile örüp yapsınlar. Fakat başka bir şey yapmasınlar. Böylece, hem kabrimin örtülmesi kolay olur hem de yıkılıp yeri kaybolmaz. (…)”

Üzüntü ve Gumme

Allah Teâlâ (cennet) ehlini şöyle vasıflandırıyor: “Onlar için ne bir korku ne de bir hüzün vardır.” Bütün sevilen şeylerin varlığını ve sevilmeyen şeylerin yokluğunu içine alan bu iki lafzı Allah Teâlâ birlikte zikretmiştir. Biz insanın yakınında olan ve ona endişe verip, sabrını yok eden bu iki şeyi tecrübe etmek (anlatmak ) istiyoruz. Bu ikisinin varlığı bu dünyanın tabiatındandır. Bunlardan kurtulma (hile) veya bunları yok etmenin yolu yoktur.
Üzüntü iki kısımdır;
a. Sebebi bilinen üzüntü, ehlinden, malından veya özel konumundan dolayı sevdiği şeyi kaybetmesinden dolayı kişiye arız olan üzüntüdür.
b. Sebebi bilinmeyen üzüntü ise gummedir. Gumme vaktinin çoğunda insanın kalbinde bulunan, canlılığını (neşesini) engelleyen ve sevincinin ortaya çıkmasına mani olan şeydir…

Filibeli Ahmet Hilmi Modernistti

Ahmed Hilmi Efendi reform girişimlerinde bulunan Muhammed Abduh (ö.1905) ve Cemâleddîn Afgânî’nin (ö.1897) üstlendiği büyük vazifelerin ortak bir çalışma halinde büyük semereler vereceğini savunmaktadır. Muhammed Abduh’un ıslahat girişimlerinin en büyük semeresinin; Ezher Üniversitesi olduğunu belirtirken, aynı zamanda İslam coğrafyasının en düzenli ve ilerleme taraftarı okulu olarak nitelendirmektedir. Ahmed Hilmi Efendi’nin üzüntü duyduğu mesele ise Muhammed Abduh, Cemâleddîn Afgânî ve Ahmed Han (ö.1898) gibi önemli mütefekkirlerin Mısır ve Hindistan’da taraftar bulurken, Türkiye ve İran gibi iki büyük İslamî merkezde destek bulamaması olmuştur. Ahmed Hilmi Efendi, Türkiye’de İslamî reformun destek bulamaması konusunda, selefe bağımlılık ve muhafazalıktan kaynaklanan taassuba işaret etmiştir.

Fakirlikten Koruyan Namaz

Fahr-i âlem -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Her kim namaz-ı duhâyı kılmayı âdet edinse, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ ona nûr vere maşrıktan mağribe değin.” ve hem yine buyururlar:
“Cennette bir kapı vardır. Ona bâb-ı duhâ derler. Her kim âdet edinse namaz-ı duhâ kılmayı, kıyâmet gününde ol kapı çağıra ki: „Ey Allah dostu benden gir cennete ki senin yolun budur.‟ ” ve bir hadîs-i şerîfte dahi buyurmuşlar ki: „Üç nesne üç nesne ile cem„ olmaz; zinâ ile baylık, tevbe ile günâh ve fakîrlik ile namaz-ı duhâ.‟
Hâce Hakîm Kāsım –rahimehullâh- eder ki: “Bir kaç nesneyi birkaç nesnede buldum; hikmeti boş karında buldum, gafleti dolu karında buldum ve bereketi namaz-ı duhâ‟da buldum, rızâ-yı Hudâ‟yı muhâlefet-i hevâda buldum.”

Kırılsan da Kırılma

Hızır, gemiyi kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için deldi, kırdı.
Mademki kırık gemi kurtuluyor, sende kırıl!
Emniyet, yoksulluktadır, yürü yoksul ol.
(Mesnevî, c. IV, b. 2756-57).

İstihare

Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum, istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum.
 Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez.
 Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey bilmem.
 Sen Allâmü’l-Guyûb’sun.
 Allah’ım eğer bu iş benim dünyâ ve ahiretim için, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdîr buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl.
 Ve şayet Sen biliyorsun ki, bu iş benim dîn, dünyâ ve âhiretim için başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut.
 Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdîr et.
 Sonra da takdirinle beni hoşnut eyle.
 Buhâri, Teheccüd, 25; İbn Mâce, İkâme, 188.

Kısa Boylu Diye

Mademki bizim boyumuz batmak için yaratılmıştır; uzun olsun, kısa olsun ne fark eder? [Nizâmî, Leylâ vü Mecnun,]

İman Niye Gelmez

Yürü, gönül evini süpür, sevgiliye hazırla, güzel bir konak haline getir.
O evden sen çıktın mı o gelir. Sana, yüzünü sensiz gösterir.
Mahmud Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc: Abdülbâkî Gölpınarlı), s.34, b. 400-01.

Köle Ne İsterki

İbrahim b. Edhem der ki bir hizmetçi çocuk aldım.
Ona adı ne dedim, o nasıl istersen dedi.
Ne yersin dedim, o verdiğini yerim dedi.
 Ne giyersin dedim, ne giydirirsen dedi.
Ne iş yaparsın dedim, ne iş verirsen dedi.
Ne istersin dedim, köle ne isterki dedi. Kendime dedim ki:
 “Ey miskin! Sen Allah’a bu çocuk gibi kulluk etmeyi öğren.”

İmanım

Bir kimse iman ve itaat yolunda yürüyüpte bir an bile ziyan etmişse kâfirim.
(Mesnevî, c. I, b. 977).

Yansımamız İmgemiz Olunca

Günümüz medeniyetinin ve insanının durumu da aslında Narsizmden farklıdeğil. Sebebi ise kendi medeniyetimize ve teknolojilerimize olan hayranlığımız. Bu hayranlık sayesinde kendi yansımamıza tutku ile bağlanıyor, kendi yapay kapalısistemimiz içinde hapis oluyoruz.
Günümüzde az uğraşı ile yüksek değere ulaşabiliyoruz. Zaman geçtikçe verici olmaktansa alıcı olmayıtercih eder oluyor, pasif izleyici ve aktif tüketici haline geliyoruz. Üretmekte zayıflıyor, tüketmekte ustalaşıyor, zamanımızı boşa harcar hale geliyor, kendimizi amaçsız kılıyoruz.
Günlük öğrenme ihtiyaçlarımız için her geçen gün sunulan çoktan seçmeli yansımalara daha bağımlı hale geliyoruz.
Etrafımızdaki yansımalar; reklamlar, televizyon, bilgisayar oyunları, basılı mecra, filmler, İnternet ve türevleri, kültürün şekillendirdiği bir olgu olmaktan çıkıp, aksine kültürün beslendiği, yaratıcısını şekillendiren yapay ve tehlikeli yansımalar haline geliyorlar.
 Ve biz her geçen gün düşünme, hayal kurma yeteneklerimizi kısıtladıkça bağımsız ve düşünce ürünü yargıda bulunma yeteneğimizi de ortadan kaldırıyoruz. Kendi yarattığımız imgelerin bozuma uğratılmış yansımaları haline geliyoruz. İnsanlığın yarattığı imgeler, bir bakıma onların aşık oldukları sudaki yansımaları gibidir ve bizleri, (teknolojilerimizin ürünü) kendi üretimimiz olan bu yansımalarımız ile kapalıbir sistem içinde tekrar eden bir donukluğa, bir tepkisizliğe mahkum etmektedirler.
Kendi imgemiz karşısında obsesif bir tavır sergilemekteyiz ve tıpkıtoplum kültürü ile popüler kültürün sürekli olarak birbirinden beslenişleri, ardından da birbirlerini tekrar tekrar şekillendirişleri gibi, sürekli bir kapalı sisteme hapis durumdayız. McLuhan’ın insanın uzantılarıolarak gördüğü teknolojiler için öne sürmüşolduğu “…kendi imgelerimizle bağlantılı Narkissos’a has (narsist) bir bilinç-altıfarkındalık ve tepkisizlik durumu” tanımına uygun bir uyuşukluk söz konusu.
Yarattığımız her imge bizlerin bir ürünü olmasına karşın, her an bizi şekillendiriyor. Ardından da bizler, moda ya da güncel olanın kimliği (maskesi) arkasından bu imgeleri tekrar yaratıyoruz.
İmgeler yerimize geçiyor ve bizler kendi yansımalarımızıtaklit etmeye başlıyoruz. Bir başka değişle yansımanın bir yansıması oluyoruz. Son olarak da; kendi yarattığımız, ardından da izleyicisi olduğumuz – imge – haline geliyoruz. (Alıntı)

Burun

Hacı Bektaş-ı Veli’nin insana ait yaptığı çok boyutlu benzetmelerden biriside burun ve mezarlık benzetmesidir. O bu konu ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmaktadır: "Ve yine dünyada mezarlık vardır. Burun deliği mezara benzer. Burun deliği ikidir. Biri dimağa, diğeri boğaza gider. Mezar da iki türlüdür. Biri cennet diğeri cehenneme gider.”

Sevmek

Talebelerinden Şükrü Bağrıaçık, Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu’nun kendilerine son dersini şöyle anlatır: “Hocamı son görmem olan şu anımı hiç unutmam, son konuşmamız, bize son d ersiydi. Akaid, Tefsir, Arapça’dan dersler yaptık . Tefsirde Celaleyn okurken sureyi secdede kaldık. Şöyle uzun uzun bize baktı.“Bu sureyi çok seviyorum, muhakkak okuyun, evde yolda, okuyun dedi. “Hocam secde ayeti var, yolda okursak secde yapamayız” dedim. “Olsun, yollar hep temiz secde olur, ama yola secde yaparsanız, bu hafızda kafayı yemiş derler, eve gidince yapın” dedi güldü .”

Sema Suyu ile abdest alanlar

 Alı Ulvi Kurucunun dedesinden aktardığı şu cümleler önem taşımaktadır:
"Söylemiş olmasına rağmen, ben dalar da solundan yürürsem, 'Sağa geç oğlum, sağımdan yürü' der. Tekrar şöyle anlatırdı: 'Sevap yazan melekler sağ tarafi tercih ediyor, öyleyse sen de sağımdan yürü.' "Bizim okuduğumuz Arapça lisan kitapları da ezberindeydi. İnsan Kuran-ı Kerim'i ezberler, ama o metinler nasıl hıfz edilir, bilmem. Bunu ancak bulgur pilavının pişmesini dahi bekleyemeyecek kadar vaktinin kıymetini bilen bir insan başarabilir. Zaman kaybetmeyen insandı. O abdest alırken, kendisine dersim olan Sarf, Nahiv kitaplarım okurdum. Çünkü hem çok yavaş abdest alırdı, hem de o kitaplar ezberindeydi. Abdest alırken çok dikkat ederdi. Sorardım:
-Dede, sizin abdestiniz bizimkinden çok farklı oluyor; siz abdesti çok uzun alıyorsunuz. Niye böyle oluyor?
"-Oğlum ben abdest suyunu semadan inen manevî bir bulut olarak kabul ederim. Semalardan bir manevî bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor. Senin günahın yok. Onun için şimdi senin bunu hatırlamana lüzum yok. İleride lazım olur diye söylüyorum."
Onun bu cevabını işitmek için bu suali defalarca sormuştum. Hiç kızmaz, her defasında derin manalı manevî bir cevap verirdi.
"Ama ben acele acele alıyorum, dede."
"-Ee! Sen daha küçüksün, yaşlandığında sen de buna dikkat edersin " derdi.

 ‘Onlar Senden Sonra Neler Yaptı… Bilmiyorsun’

Hz. Ebu Bekir’den şöyle rivayet edildi:
Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Benimle sohbet eden (sahibenî) ve beni gören bazı kişiler, kıyamet gününde Kevser havuzunun başına gelirler. Onlar yanıma getirildiklerinde, sıkıntı çektiklerini görür ve:Ya Rabbi! Şunlar benim arkadaşlarım(ashâbî), arkadaşlarım(ashâbî) derim. Ama bana: ‘Onlar senden sonra neler yaptı/türetti, sen bilmiyorsun’ denir”
 (Ahmed b. Hanbel, 1992: V, 48).

Yıkıcı Felsefe/ Yapısökümü

"Yapısökümü; gözden geçirmeden kabul ettiğimiz varsayımları sorgulayan ve bu varsayımlara verilebilecek en güzel örnek olan değer yargılarımızdaki boşlukları açığa çıkarıp, onların tartışmalı yönlerini ifşa eden felsefi şüpheciliğin oldukça kapsamlı bir biçimidir."

D Eksikliği

Son yıllarda diğer allerjik hastalıklarda olduğu gibi, artış gösteren gıda allerjisinde de vitamin D eksikliğinin ilişkili olabileceği öne sürülmüştür. Vitamin D eksikliğinin immün toleransı baskılayarak, enfeksiyonlara yatkınlığı arttırarak ve gastrointestinal yolakta antijenik maruziyetin en yüksek olduğu mukozal yüzeyde mikrobiyal yapıyı değiştirerek etkili olabileceği öne sürülmektedir
**
Sonuç olarak hışıltılı çocuklarda D vitamini alımının kontrol grubuna göre düşük olması ve serum vitamin D düzeyinin anlamlı derecede düşük saptanması tekrarlayan hışıltı ataklarının etyolojisinde rolü olabileceğine işaret etmektedir. Ayrıca Şanlıurfa gibi bol güneşli bir bölgede bu kadar çok sayıda vitamin D düzeyi düşüklüğü saptanması dikkat çekicidir. Güneşli bölgede de olsa çocuklarda D vitamini alımına daha fazla dikkat edilmesi ve gerekirse serum düzeyinin kontrol edilmesi gerektiğini göstermektedir.

B 12 Vitaminin Besinsel Kaynakları

İnsan ince bağırsağında bakteriler tarafından bir miktar B 12 vitamini sentez edilir ve emilebilir ancak İnsanda kalın bağırsakta bakteriler tarafından sentezlenen B 12 vitamini emilimi çok az ve yetersizdir. İnsanlar için B 12 vitamininin en önemli kaynakları karaciğer, kırmızı et, yumurta, peynir ve süt gibi hayvansal gıdalardır. Gıdalarda B 12 vitamini konsantrasyonu en fazla karaciğer ve böbrekte bulunur, her birinin 100 gramı 100 μg B 12 vitamini ihtiva eder. Ayrıca deniz ürünlerinde de B12 vitamini bulunmaktadır. Bitkisel besinlerde normal olarak B12 vitamini genellikle bulunmaz. Ancak Baklagil türü bitkilerde kök kısmında simbiyotik olarak yaşayan bazı mikroorganizmalar tarafından B 12 vitamini sentez edilir, daha sonra baklagiller tarafından tanelerin içine alınır (9, 113). Anne serumu ile anne sütündeki B12 vitamini düzeyleri arasında güçlü bir korelasyon vardır. Anne sütünde ortalama 0.2–1.0 μg/l B12 vitamini bulunur. İnsan için gerekli olan B12 vitamininin hepsi hayvansal gıdalardan sağlandığından, diyetle yetersiz B 12 vitamini alımı kobalamin eksikliğinin önemli bir sebebidir.

Ay Kehanetleri

“Ayın rengi sarı, sol ucu sivri, sağucu küt gözüküyorsa, ilkbahar güzel olacak. Eğer ayın sağucu göğe dönük ise ülkede bol ürün olacak. Eğer ayın sağucu yere doğru ise bütün ülkenin hasadı kuruyacak. Eğer ayın sol ucu göğe dönükse ülkede düzelme olacak. Eğer ayın sol ucu yere dönükse ülkede ölümcül salgın hastalık olacak. Eğer ayın uçlarıgüneye dönük ve uzamışgörünürse, Akad ve Elam kralıölecek. Eğer ayın uçlarıkuzeye dönükse Akad kralı düşmanıyok edecek. Eğer ayın uçları batıya doğru uzanmışsa yangın olacak

Anne Günü

Hititlerde Kral Muwatalli’den sonraki bazımetinlerde ölüm gününün “anne günü” olarak adlandırıldığı görülmektedir. Bu adlandırmanın sebebi olarak da, annenin önce ölmesi ve yeraltındaki dünyayı daha iyi tanıyor olması sebebiyle, kişi öldüğünde annesinin orada onu karşılaması düşüncesinden kaynaklandığısöylensede asıl, toprağın anne olarak kabul edilmesi daha akla yatkın.

Altı İfade

Altı temel yüz ifadesi: kızgınlık, şaşırma, üzüntü, tiksinme, korku, mutluluk
-----------

Turkish Poet

Knowledge should mean a full grasp of knowledge:
Knowledge means to know yourself, heart and soul.
If you have failed to understand yourself,
Then all of your reading has missed its call.
— Yunus Emre
İlim ilim bilmektir… İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin…. Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne… Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin… Ha bir kuru emektir
— Yunus Emre

Duygu Çeşitleri

Kabul Edici, Sıkılgan, Haset, Paylaşan, Planlı, Kendine Hakim, Üzgün,
Maceracı, Sersemlemiş, Hiddetli, Eleştiren, Hoşnut, Dingin, Alaycı,
Şefkatli, Acı, Umutlu, Meraklı, Kendini Düşünen, Çekingen, Tatmin,
Korkmuş, Övünçlü, Terk Edilmiş, Cesur, Ümitsiz, Sosyal, Korkan,
Saldırgan, Canı, Sıkkın, Öfkeli, Meydan Okuyan, Düşman, Kederli, Küçümseyici,
Uzlaşmacı, Sakin, Cömert, Zevkli, Aşağılanmış, İnatçı, Ürkek,
Büyüleyici, Dikkatli, Sevinçli, İlgi Bekleyen, Sabırsız, Boyun Eğen, Toleranslı,
Karışık, Neşeli, Mahzun, Bunalmış, İtici, Şaşkın, Güvenen,
Eğlenceli, İğrenme, İhtiraslı, Ümitsiz, Kararsız, Şüpheli, Şefkatsiz,
Kızgın, İlgisiz, Kederli, Uzlaşmaz, İçerlemiş, Sempatik, Emin Değil,
Can, Sıkıcı, İtaatsiz, Sızlanan, Hayal, Kırıklığı, Meraklı, Anlaşılmaz, Paylaşmayan,
Karşıt, Memnuniyetsiz, Suçlu, Cesareti, Kırık, İlgili, Kavgacı, Dost Değil,
Beklentili, Tatminsiz, Mutlu, Sinirli, Tahammülsüz, Hazır, Mutsuz,
Endişeli, Güvensiz, Çaresiz, İtaatkar, Tahrik, Edilmiş, Yenilikçi, Yenilikçi Değil,
Duyarsız, İstekli, Tedirgin Boyun Eğen, Kıskanç, Pervasız, Asempatik,
Kaygılı, Coşkulu, Ümitli, Nefretli, Neşeli, Asi, Tereddütlü,
Utangaç, Heyecanlı, Kafası Karışık, Panik, Gönülsüz, Reddedici, Kindar,
Şaşırtıcı, Utanmış, Aşağılayıcı, Sabırlı, Yalnız, Vicdan, Azabı, Uyanık,
Özenli, İçi Boş, Hoşnut, Dalgın, Uysal, Gücenmiş, Hayretli,
Ürkmüş, Girişken, Aksi, Kafası Dağınık, Küçük düşmüş, Karşı Gelen, Kaygılı

İhanet Ve Aşk Ekseni

Aşk bağımlılıktır.
Aşk acısı, intihara sebep olabilecek denli güçlüdür.
İnsanların duygu durumları, iç/dış şartlara göre değişkenlik gösterir.
Aşkın reddi, nefreti doğurabilir.
Kıskançlık, aldatma sebebi olabilir.

Akıl Fayda Vermez                                                       

Hz. Ali kerrma’llâhu vecheye atfedilen bir şiir şöyledir: 
 “Akıl iki çeşittir: Matbû ve mesmû akıl,
Mesmû akıl fayda vermez, matbû akıl olmayınca,
Nasıl ki güneş ışığı fayda vermez, gözün ışığı olmadığında.

Çabuk İstiyorsunuz

Beyit:
 “Yüceliğe kolayca erişmek istiyorsunuz;
Halbuki baldan önce arının sokması gerekir! ”
[Ebü’t- Tayyib el-Mütenebbî’ye (ö. 354/965)    

Vah

“Bir milletin yapısı mâmur değildir, (insanların) ahlâkı harâp olmuşsa.”
[Ahmed Şevkî’ye (1868-1932)]

Öyleyse

“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz!” [İsrâ Sûresi’nin 16. Âyet]
 “Sizden kim bir münkeri görürse, onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle (buğz etsin)! [Hadis]

Herşeye Dayandım… Fakat Dostla İmtihan olmak

Di‘bil b. Ali el-Huzâî (ö. 246/860)’nin Dîvân’ında  şöyle bir beyt yer almaktadır:
“Düşmanlığına sabrederdim fakat gelin ve bakın, beni kiminle imtihan ediyor!”

Dört Büyük Mürşid

Dört büyük mürşit:
 1. Abdurrahman, 2. Abdülkahhar 3. Abdülcebbar, 4. Abdülaziz’dir.
Eğer sorarlarsa ki:
Abdurrahman kimdir? Âdem Saflullah’tır.
Abdülkahhar kimdir? Nuh Nebiullah’tır.
Abdülcebbar kimdir? İbrahim Halilullah’tır.
Abdülaziz kimdir? Hz. Muhammet Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)dır.

Yüze Sen

Kenarında gezmediğin deryanın
Ne haddin ki ortasında yüzesin
Hakikatte yarım adam değilsin
Dava kılan elli ile yüze sen

Öldürme Metaforu

Siyasî iktidarlar, Hegel’in söylediği bir metaforu, politikalarında uygulaya gelmişlerdir. Hegel:
“Batı’da masum bir köpeği hiçbir sebep yokken öldürseniz size çok kızarlar ve katil derler; ancak köpek kuduz derseniz ve o köpeği öldürürseniz size kimse kızmaz” der.

Varlık ve Yokluk

 “Senin varlığın zâtınla, bizimki ise senin görüntün,
Allah‟ın farkı nereden nereye.
Senin varlığın mutlak zengin, yaratılmışlar ise dilenci,
Senden aldıkları varlık, kendilerindeki ise yokluk.”
 Celaleddin Devvani

Nerde Ne Arıyon

Nerde ne arıyon divane gönül
Dinle bir kendini anlamak için
Sen bir ruhsun kalbin ruhuna bağlı
İrade elinde yönlemek için
Tanıyabildin mi sendeki seni
Bütün vücudunu bu nazik teni
Allah şahit etmiş ruha bedeni
Kimseyi kimseden sormamak için
Sana akıl fikir bir mantık vermiş
Seni gözün ile dünyayı görmüş
Allah sevenlerin gönlüne girmiş
Kulundan uzakta durmamak için
Sevip sevilmesi gayet tatlıdır
Garip'im sevgiler farklı farklıdır
Bu hak ruhumuzla irtibatlıdır
Sır etmiş kendini görmemek için
Kaynak: Neşet Ertaş
Yöre: Kırşehir

Tarih Nedir?

“Tarih olayların ilmidir.
Tarih, ne bir model, ne de milli seciyenin mektebidir. Tarih, sâdece tarihtir.
Harsa değil, fikre, muhakemeye ve, nihayet, ilmi tedkiklere zemindir.
Tarih, neticeleri sebeplere bağlayan ilimdir.
Tarih, insanlığın şahsiyetinin oluşunu gösterir.
Tarih, insanlığın gerçek romanıdır.
Tarih, vesikalar vâsıtasıyle, mâziyi te’sis teşebbüsüdür.
Tarih, içimizde yaşayan canlı mâzidir.
Tarih, insanları bir heykel, bir kitâbe, bir anıt karşısında düşündürme sanatıdır.
Tarih, ibretler hazinesidir.
Tarih, geçmişteki insan münasebetlerinin incelenmesidir.
Tarih, insanlığın topyekün tecrübesidir.” (Ziya Gökalp)

İnceden İnce

Erenler buyurmuşlar. ‘Gelme, gelme! Dönme, dönme! Gelenin malı, dönenin canı…
“Hak Erenler sen ne yaparsan yap yardımcı olurlar diye bir şart yoktur. Sen kendini yak, sonra Hak Erenler yardımcı olsun.”
“Hak Erenlere sadece sitemim değil, bir de maruzatım var. Bunca ihtardan sonra eşek değiliz ya, elbet bir şeyler olacak. Artık olacak. Ey yüce Allahım, madem sen, “Bir şeyler yapın,” dedin, yapacaklarımızdan dolayı bizi kınama!”

Akrabalık Hukuku Hakkında

O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından, kaçar. (Abese 34-36) O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır. (Abese, 37)
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ bu ayetle bize şunu açıkça izah ediyor. Dünya hakikatiyle bir imtihan yeri. Çünkü hesap zamanı birbirinden kopan kan bağı hesaptan sonra da birleşmeyecektir. Yani cennette insanlar dünyanın bir devamını değil başka bir hayat yaşayacaklardır. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu bu hadis bize kesinlik ifade eder.
" ‘Bütün sebepler / bağlar, [Zehairu’l-Ukbâ, s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 284] nesebler (soylar) ve sıhrıyetler kesilmişlerdir; ancak benim sebebim, nesebim ve sıhrım hâriç” [Zehairu’l-Ukbâ, s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 285]
Ahiret konusundaki bu inceliği farkeden Hz. Ömer radiyallâhü anh kendini garantiye almak zorunda olduğunu bilmiş, Hz. Ali kerrma’llâhu veçhe den kızını istemiştir.
Bizim buradan çıkaracağımız ders Ehl-i Beyte karşı yapacağımız hareketlerde dikkatli olmamız gerektiğidir. Hiç olmazsa dünya için onlara eziyet etmemeliyiz. Ahiret hayatı karşılığı olan bu dünya hayatı insan için önemli bir geçiş noktası olduğunu unutmadan yaşamalıyız. Dünyada insana bağışlanmış olan imtiyazlar ahiret için çok az verilmiştir. Konu hakkında düşünürseniz, dünya kısalığı kadar sonsuz ahirete bedel olan durumu olmasa idi, Allah Teâlâ karşılık olarak göstermezdi. Cennet ve cehennem tercihi insana aittir.
Ali Emiri 
(Alıntı)

Herkes Aynı Demek Ki

Alparslan Türkeş, kendisinden hayli küçük bir kızla evlenmiş ve mutlu bir yaşamın ardından Allah'ın rahmetine göçmüş, o hanımefendi bu lidere çocuklar vermiştir. Birkaç yıl önce maalesef teröre kurban giden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı öldürüldüğü zaman geride 25 yaşında hanımıyla bir yaşında kızını bırakmıştı. Filistin lideri merhum Yaser Arafat da kendisinden hayli küçük bir bayanla evliydi.

Sivas’ın Yüzakı

Mütevelli-zâde Yusuf Ziya Bey’in Erzurum Milletvekili olarak seçilmesinin nedeni; “…Amasya’dan gelip Sivas’a üzerinden Erzurum’a giden Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta kaldığı süre içerisinde, Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cem’iyeti’nin Sivas şubesinin yöneticilerine; “Erzurum Kongresi içn, Sivas merkezinden istenilen iki arkadaşın şahısları üzerinde fazla tevakkuf etmeyerek hemen yola çıkarılmaları” talimatı verilmiştir.”
Bunun üzerine Vali Vekili olan Sivas Kadısı Hasbi Efendi, halkı Cami-i Kebir’de (Ulu Cami’de) toplar ve onlara durumu anlatır. Eşraftan ve Âyan-ı memleketten 25 kişi,bu hususta çalışmak üzere belirlenir ve bunların Erzurum Kongresine mümessil geçmeleri istenir.Muhasebeci-zade Tevfik Efendinin evinde yapılan toplantıda;seçim işinde sıkıntı çıkar. Bir çok aday memuriyetlerini,ticaret hayatlarını, aile durumlarını bahane göstererek gitmek istemezken Evkaf Başkatibi Mütevelli-zade Yusuf Ziya Efendi ve Muallim Fazullah Efendi kendi hüsnü rızalarıyla kongreye katılırlar…”
[Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Fahrettin Kırgızoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, I, Ankara 1993, T.C. Ziraat Bankası Yayınları, s.175–182; Cevdet R. Yularkıran, Reşit Paşa’nın Hatıraları, Ġstanbul 1939, s.38–39.]

Hacı Abdurrauf Efendi

Ailenin bu dönemdeki önemli fertlerinden biri Hacı Abdurrauf Efendi olmaktadır. 1871’de Sivas’ta doğan Abduurauf Efendi öğrenimini Darende ve Kayseri’de yapmıştır. Seçkin ve uyanık bir din adamı olan Abdurrauf Efendi, Türk tarihinin en acı günlerinde yaptığı hizmetlerle asla unutulamaz bir yere sahip olmuştur.
İlk görevi Ulu Cami’nin hatipliği olan Abdurrauf Efendi daha sonra Meclis-i İdare ve Mahkeme Üyeliği görevinde bulunmuştur. 1916 yılında ise müftülük görevine getirilmiştir. Ayrıca bu dönemde Sivas Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurucularından olan Abdurrauf Efendi bu görevini cemiyetin ilk gününden başlayarak, yerini Halk Fırkası’na bırakana kadar elinde tutmuş ve başkanlığını yapmıştır. 27 Haziran 1919 yılında Sivas’a gelen Mustafa Kemal’in her emrini yerine getirerek onun takdirini toplamıştır.
Yine bu dönemde Mustafa Kemal’in yazılı olarak vermiş olduğu emirleri Ulu Cami’deki halka birer birer anlatarak, Sivaslılar’ın milli davaya yönelmesinde önayak olmuştur. Buna benzer gayret ve çalışmaları Kongre esnasında da devam etmiştir. Hatta Yenihan ayaklanması sırasında, köy köy dolaşarak aldatılmış olan zavallı halka, Ankara Hükümeti’nin meşruluğunu delilleriyle birlikte anlatarak, onları doğru yola yöneltmiştir. Kongre salonunun bitişiğindeki Atatürk’ün yatak odasında bulunan kanepe, koltuk, sandalye ve yatağın önünde serili olan halıyı da Abdurrauf Efendi temin etmiştir. Dinç ve zinde olan Abdurrauf Efendi 1926 yılında müftülük makamında çalışırken rahatsızlanarak vefat eylemiştir.
Hatip-zâde Es-Seyyid Eş-ġeyh Abdurrahman Efendi‟nin kabri Ulu Camii‟nin  ahçesinde bulunmaktadır. Mezar taşında ise şunlar yazılıdır: “Ya Gafur el- merhum el mağfur an evlâd-ı Hatipzade Sivas Es-Seyyid Eş-ġeyh Abdurrahman Efendi ruhuyçün rıza-ullah-ül Fatiha ”

Oikeiosis

Oikeiosis Türkçeye “kendine-alma, kendinin-kılma, kendini sevme” olarak tercüme edilebilir ve insan da dâhil tüm canlıların varlıklarını korumaya ve sürdürmeye yönelik birincil itkisini, bir anlamda “yaşama içgüdüsü”nü ifade eder. Düşünce ya da daha genel olarak insanlık tarihindeki, bugüne kadar ulaşmış yazılı kaynaklarda çeşitli tezahürleri gözlemlenebilecek olan “yaşama içgüdüsü” ilk kez Stoacı filozoflar tarafından kavramsallaştırılmış ve söz konusu kavram Stoacı filozofların etik, ve dahi felsefe anlayışlarının merkezine yerleştirilmiştir.

Ah Benim İçimdekiler

أفْرَغُ مِنْ فُؤادِ أمِّ مُوسى
"Mûsâ'nın annesinin kalbinden daha boş, daha yalnız".[Kasas; 28/10]
فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” [Hac, 22/46]

Partilerin İşlevleri

  • Temsil
  • Seçkinler sınıfı oluşturma ve yetiştirme
  • Hedef belirleme
  • Menfaatleri ortaya koyma ve açıklama
  • Sosyalleşme ve sosyal haraketlilik
  • Hükümetin organizasyonu


Ehli Haber

Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ― سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت ―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.

İmam Gazalî, Hayyam’a Değer Verirdi

Bir gün Hayyam vezir Abdü’r-Rezzak‘ın nezdine gitti. O gün reisü‘l-kurrâ (Ebu‘l-Hasenü‘l-Gazali) dahi orada bulunuyor ve o esnada Ayat-i Kur‘aniyyeden bir ayetin tarz-ı kıraati hakkında aralarında bir münakaşa cereyan ediyordu. Vezir, Hayyam‘ın içeriye girdiğini görünce : ―  [على الخبير سقطا] dedi.*
Hayyam meseleyi tetkik edip kârilerin o husustaki ihtilafını beyan etti ve onlardan her birinin nokta-i nazarını ilelü esbabıyla izah eyledi ve şevazı ve esbabını anlattı.
Nihayet meseleyi bir şekl-i kat‘îde hall ü fasl etti. Bunun üzerine Gazalî dedi ki: Allah ulema içinde senin emsalini kesir [çok] eylesin.
 Kurrâdan bunu hıfz etmiş bir kimsenin bulunabileceğini zannetmiyordum. Nerede kaldı ki hükemadan birinin… Riyaziyât ve makulat gibi aksam-ı felsefeye gelince, Hayyam tamamiyle bunların ehli idi.
Bir gün Hüccetü‘lİslâm Gazali müşarünileyhin nezdine gelerek şu suali ona irat etti: Ecza-yı kutbiye-i felekten öyle bir cüz‘ü tayin et ki o ecza-yı kutbiyenin gayrı olmakla beraber onlarla müteşabihül-ecza olsun. Bunun üzerine, Hayyam sözü uzattı ve birtakım sözlerle kelama iptida ederek münazaun fih olan meseleye girişmekten ihtiraz etti. Zaten bu Şeyh-i mutâın âdeti daima bu idi. Nihayet, öğle ezanı okundu. Gazali ezan sesini duyunca: ―”cael hakku vezehakal batılu” ―[ Hakk geldi ve batıl zail oldu ] dedi ve ayağa kalktı. 
*Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ―
 سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت ―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.
Rivayet ederler ki Ömer Hayyam bir gün bir altun hilal ile hem dişlerini karıştırmakta, hem İbni Sina‘nın Şifa namındaki eserinden ilâhiyat faslını mütalaa eylemekte idi. Bu mütalaa esnasında El-Vâhid ve’l-Kesîr faslına gelince, hilali kitabın iki yaprağı arasına koydu, ayağa kalktı, namaz kıldı, vasiyet etti, yemedi, içmedi. Son yatsı namazını da eda ettikten sonra, secdeye kapanarak:
Ya Rab, ben seni tanımaklığım mümkün olduğu kadar tanıdım. Beni mağfiret et. Benim seni tanımaklığım mahza [sırf]sana tevessül etmek içindi.‖ dedi ve teslim-i ruh etti. (Allah onu rahmet eylesin.)
Rivayet ederler ki müşarünileyhin manzum sözlerinin sonuncusu bu idi: Ya Rab, kendi varlığıma doydum sıkıntıma ve fakr u zaruretime doydum-Sen mademki yoktan var edensin, kendi varlığın hürmetine beni yokluktan kurtar.

Kaygı

Günümüzde insanlar, ebediliğe ilişkin soyut, övücü sözler söylediklerinde bile ondan çok korkuyorlar.
Bugünlerde, çeşitli yönetimler huzursuz düzen bozuculardan duydukları korkuyla yaşıyor; birçok insan da, aslında gerçek huzur olan tek bir düzen bozucudan, ebediyetten korkuyor. Bu nedenle an’ı ilan ediyorlar, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olması gibi ebediliği yok edecek en iyi şey de an’lardır. O zaman neden insanlar böyle korkunç bir acele gösteriyor?
Ebedilik yoksa, o an da istedikleri kadar uzayabilir. Ama ebediliğe ilişkin kaygı, an’ı bir soyutlamaya dönüştürür. Dahası, ebediliğin inkârı, dolaylı ya da dolaysız, kendini birçok biçimde ifade edebilir; alaycılık, sağduyu ile can sıkıcı bir zehirlenme, meşguliyet, zamansal olana duyulan heyecan, vb.
[Kierkegaard, S. (2012). Kaygı Kavramı (6. Baskı). Türker Armaner (Çev.). Ġstanbul: Türkiye Ġş Bankası Kültür. (s. 151-152).]

Kader

İslam’daki kader anlayışını Hz. Ali kerremallâhü aleyhi vechenin şu sözleriyle özetleyebiliriz: Ona göre kaza ve kader, “Allah’ın önceden takdiri olarak değil, ezelî ilmi ile bilmesi ve insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması”dır. Ona göre kader; “İtaatı emretmek, isyanı yasaklamak; iyi fiili yapmak, kötü fiili yapmamak konusunda insanı serbest bırakmaktır.”

Süleyman Yüzüğü

Hz. Süleyman’ın meşhur yüzüğünün üstünde ism-i azamın yazılı olduğu rivayet edilir. Hz. Süleyman bu yüzük sayesinde başta insanlar ve cinler olmak üzere bütün hayvanlara, kuşlara ve rüzgâra hâkimdir. Taşı kibrit-i ahmerden olan bu yüzüğün üzerinde üç satır vardır: 1. Bismillâhir’-rahmânir’-rahîm 2. Lâ ilâhe illâllâh 3. Muhammedü’r-rasûlü’l-lâh

Halil Tayyibi

Kaynaklar, somuncu baba nın bir çocuğunun olduğunun onunda Yusuf Hakîkî Baba olduğundan ve ayrıca manevî evladı halil tayyibinin varlığından söz eder. Somuncu baba nın vefatı ve kabri ile ilgili ihtilaflı tartışmalara üzerinde derinlemesine araştırmalar yapan prof. Dr. Ahmet Akgündüz hocanın arşiv belgeleri ışığında ortaya koyduğu görüşü, yani şeyh Hamid–i veli Hz. Lerinin bedeninin defn olduğu yerin Darende olduğudur!!!
(Ehli yakine göre Somuncubaba başka yerde sırlanmıştır. Çünkü hazret patırtı kütürtü ve şenlik yerlerden hoşlanmazdı. Ayırca Hz. Ali kerremallahu veche izindedir. Kabri gizlidir.)

Mavi remzi

Aşırı düşmanlık için mavi düşman kullanılır... Bu Arap dilinde nadir anlamlardan biridir. Şiddetli düşmanlığı Araplar nitelediklerinde böyle derler. Bu söz, onların sözlerinde ve şiirlerinde çokça kullanılmıştır. Renklerin durumunu belirlemede hayatın iyi ve kötü yönlerini renklerle belirtme âdetleri vardır. Bunun en güzel örneğini el-harîrî yapmıştır.  ‘ukûdü’l-cümân adlı kitap yazarı kemal ibn şa‘‘âr el-mevsılî şöyle dedi ibn sâbir, bağdat’taki dicle’de mavi don giymiş sırtında hava dolu tulukla yüzme öğrenen çocuk hakkında şöyle demiştir:  1. Ey erkekler! Şikâyetimi duyun, âşık olup sevdiğime sarılan bir tuluğu şikâyet ediyorum. 2. Hevesim gibi bir havayla doldu, ancak o yüzüyor ben ise ağırlaşan aşkla batıyorum. 3. Don onun baldırlarını sarınca beni tahrik ediyor mavi bir düşman gibi

Süleyman Sami Demirel Mason mu

Demirel 28 Kasım 1964 tarihinde AP ikinci Büyük Kongresi’nde mason olduğu iddialarının ortaya atılmıştı. O günlerde mason localarının önde gelenlerinden Saffet Rona, Hulusi Selek ve Halit Arpaç imzalarını taşıyan çelişkili belge, üstadı azamlar arasında büyük huzursuzluk yaratmıştır. Dünya görüşlerine gölge düşürmek istemeyen masonlar, Demirel’e 1964 Kasım ayında mason olmadığına dair verilen bu belgeden 2 ay sonra, 14 ocak 1965 tarihinde İstanbul’da yeniden toplanarak gerçek kararı açıklar. Bu toplantıda üstat başkan Ekrem Tok’un önderliğinde alınan ivedi kararlar, 14 mart 1965 tarihinde Ankara’ya gönderilince Demirel’in yalanlanan masonluğu, Masonlar Yüksek Kurulu’nun açıklaması ile yeni bir boyut kazanmıştır. (Nafiz Ekemen’e göre Demirel devlet su işlerinde genel müdür iken Ankara bilgi Locası’na kaydolmuştur. Loca defterinde 15. Sayfa, 43. Sıra numarası, 48 matrükül kaydıyla mason olup mahfilden geçtiğini ifade etmektedir. Bkz. Nafiz Ekemen, arşivlerimiz içinde 1965 olayları, İstanbul, 1978, s. 226) Demirel’e verilen bu çelişkili belge mason locası’nda sıkıntı yaratarak Ekrem Tok’un Mason Locası Başkanlığı’nı kaybetmesine sebep olmu; daha sonra yapılan ikinci toplantıda Necdet Egeran Üstat-ı Âzam olmuştur. Bkz. Yeşilyurt
Zerdüştlük dininin doktrini ile Tevrat ve Kur’an’ın öğretileri arasında benzerlik bulunduğu gibi, bu metinlerde yer alan pasajlar arasında da anlam ve üslup benzerliklerine rastlanabilmektedir. Örnek olarak Zerdüşt: ” Ben sana senden daha yakınım”( Desâtir,122) derken, Kur’an’da Kaf suresinin 16. Ayetinde “ Biz ona şah damarından daha yakınız” denilerek aynı şey söylenmiş olmaktadır.[ Yavuz, ”Metni Dili ve Tefsiri Açısından Kur ’ân Metni”. 110]

Deney ve Tecrübe

19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında yaşayan Abdüllatif Harputi, Batıda Aristo felsefesinin ve klasik kelâmla iç içe geçmiş olan eski Yunan düşüncesinin geçerliliğini yitirdiğini, bunun yerine, ilimde artık deney ve tecrübenin hâkim olduğunu savunmuştur. Batıda varlık felsefesinde, artık materyalist ve pozitivist inkârcı akımların hakim olduğunu belirtmiştir. Kendi ifadeleri şöyle: “Dinin esas inançlarını içeren, asrımızda ortaya çıkan birçok bid’at ve çağdaş dinsizlere karşı koyan, dini korumak için kesin bir şekilde ortadan kaldırılması gereken, modern doyumcu felsefenin sapkınlıklarını reddetmeye yönelik, Ehli Sünnet kelamcılarına ait, bir şey bulunmamaktadır. Kitap, Hak olan dinimizi ve doğru olan kitabımızı, hile ve saptırma yoluyla savaşanların saldırısına karşı savunmak için, akıl sahiplerine örnek olabilecek bir şekle geldi.”
 [Harputi, Abdüllatif, Tenkihu ’l Kelâm Fi Akâid-i Ehli’l İslam, Çev: İbrahim Özdemir, Fikret Karaman, T.D.V Yay., Elazığ, 2000, 20-22.]

Duygumuzun Nesne Bağlantısı

Martha C. Nussbaum bu konuda şöyle demektedir.
Duyguların en önemli özelliklerinden biri, ona göre bir nesne hakkında olmalarıdır. Kıskançlığımız bir kişi hakkındadır, neşemiz değer verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır, üzüntümüz yine değer verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır.
Nussbaum ile beraber birçok filozof duyguların bu “hakkındalığını” vurgulamıştır.  İşte bu noktada Nussbaum duygunun önemli bir özelliğini daha ortaya koyar. Yaşanan duygular her zaman kişinin kendi yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi içerir. 
Örneğin hayatımızla hiç ilgisi olmayan hiç tanımadığımız bir kişinin başka bir şehre taşınacağını düşünerek üzüntü yaşamayız. Aynı sebeple hayatımızda çok değer verdiğimiz bir kişinin cesedine bakmak bize duygusal olarak dayanılmaz gelir.
Ayrıca Nussbaum’a göre, duygunun temelinde yatan değer verişin derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun kuvveti de o kadar fazla olacaktır. Çok yakın bir kişi hastalandığında çok üzülür, daha az yakın olduğumuz daha az sevdiğimiz birisi hastalandığında daha az üzülürüz. Çok yakınımızın bize yaptığı bir sadakatsizlik bizi çok kızdırır, daha az sevdiğimiz bir kişinin sadakatsizliği bizi daha az kızdırır vb.
Elbette hayatımızın parçası olan kişilere veya şeylere değer vermemiz herhangi bir duyguya sahip olmamız için gerekli fakat yeterli değildir.
Nussbaum’un teorisine göre, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız gerekir. Nussbaum, bu yargıyı iki basamaklı düşünebileceğimizi söyler:  Değer verdiğimiz nesne ile ilgili bir görüngüye sahip oluruz. Bu görüngüyü gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul ederiz.
Önce görüngüyü açıklayalım.
Korktuğumuzda değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi görürüz/algılarız. Umutlandığımızda değer verdiğimiz birini veya bir şeyi belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru gidecekmiş gibi görürüz/algılarız. Yastayken değer verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi algılarız.  İşte değer verdiğimiz kişileri ve şeyleri böyle algılamaya Nussbaum yargının birincibasamağı olan ‘görüngü’ der.
Bazen görüngülere sahip olduğumuz halde onları gerçeği yansıtan görüngüler olarak kabul etmeyiz. Nussbaum görme ile ilgili bir örnek verir. Güneşi gözlerimiz ufak görür oysa gördüğümüzü gerçekleri yansıtan bir görüngü olarak kabul etmeyiz. Yani bir görüngüyü kabul edebiliriz veya reddedebiliriz. Kabul ettiğimizde bir inanç oluşturmuş oluruz. Güneşle ilgili görüngüsünü kabul eden bir çocuk güneşin ufacık olduğuna inanır. Bizler, görüngümüzün gerçeği yansıtmadığı düşüncesiyle görüngümüzü reddederek böyle bir inanç oluşturmayız.
Duyguların içeriğini oluşturan yargıların ikinci basamağı da görüngülerin kabul edilmesi ile tamamlanır. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru gidecekmiş gibi görüp bu görüngümüzü kabul edersek umuda sahip oluruz. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi algılayıp bu görüngümüzü kabul edersek de yas yaşarız.   
Stoikler bu kabul etmenin veya reddin her zaman bizim seçerek yaptığımızı düşünmüşlerdir. Nussbaum’a göre ise bu kabul her zaman seçerek yapılmaz.
Söz konusu görüngü kabulünün her zaman o kadar da “seçerek” yapılmayabilişi, Nussbaum’un kendisine yöneltilen önemli bir eleştiriye yanıt vermesini sağlar. Bu eleştiriye göre yargılarımızı değiştirdiğimiz halde bazen duygularımız değişmeyebilir.
Sandra adlı kişi küçükken köpekten çok korkar fakat gün geçtikçe büyür ve köpeklerin zararsız olduklarını ve onların kendisine bir şey yapmayacağını öğrenir ve buna olan inancı her geçen gün artar. Sandra’nın yargısı ne denli değişmiş olsa bile korkusu değişmez. Hala küçüklüğünde olduğu gibi köpeklerden korkmaya devam eder. Bu ve bunun gibi örnekler gündelik yaşamımızda sıkça karşılaştığımız ve başımıza gelen olaylardır. Dolayısıyla bu örnek yargının değişmesine rağmen duygunun değişmediğine bir destek olarak gösterilebilir.
Fakat Nussbaum bu örneğin çürütülebileceğini iddia eder ve bunun da insanların çelişen inançlarıyla açıklanabileceğini dile getirir. Nussbaum, insanların çelişen hisleri olarak ifade ettiği durumu şöyle açıklar.
Örneğin; bir kişi yaşadığı yerdeki mahkemeyi yanlış yerde biliyordur, fakat kişi, mahkemenin doğru adresini öğrense bile aynı yerinde düşünmeye devam eder ve her defasında aynı hatayı tekrarlar. Çoğu insan hayatı boyunca bu şekilde hatalarla karşı karşıya kalmaktadır. Bunları değiştirmek çok zordur ve kişinin bütün hayatını bir incelemeye almasını gerektirir. Dolayısıyla bu gibi yanılgılar insanların hayatında yer almaya devam edecektir. Yani Nussbaum’a göre bu kişinin çatışan iki inancı vardır. Ona göre, aynı durumu duygularla ilgili de düşünebiliriz.
Örneğin; Seneca onurun çok önemli olmadığına inanan bir kişidir fakat önemli bir davete gittiğinde özel kişilerin oturduğu masaya değil de farklı bir yere oturtulduğunda kendini kötü hisseder. Her ne kadar onurun önemli olmadığına inansa da bunu bile bile aşağılanma hissetmektedir. Çünkü Seneca’nın onurun önemli olmadığına dair inancı vardır fakat davet sırasında onur ona önemliymiş gibi görünür ve bu görüngüyü o anda kabul ederek önceki inancı ile çatışan bir yargı oluşturur.
Nussbaum’a göre farklı duygular aynı kişi veya şey hakkında olabilirler.
Örneğin aynı kişi hakkında hem üzüntü duyabilir hem gurur duyabiliriz. Değer verdiğimiz bir kişinin bir iş görüşmesinin kötü gittiği yargısına varırsak üzülür, önemli bir ödüle layık görüldüğü yargısına varırsak onunla gurur duyarız. Yani üzüntüyü gururdan ayıran hangi nesne hakkında oldukları değil, o nesne ile ilgili nasıl bir yargıya vardığımızdır.
Değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin kötü yönde etkilere tabi olduğu yargısına vardığımızda üzüntü, korku, kıskançlık gibi yaşaması tatsız duygular hissederiz. Öte yandan değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin iyi yönde etkilere tabi olduğu yargısına vardığımızda da neşe, umut, gurur gibi yaşaması hoşumuza giden duygular hissederiz. Örneğin; değer verdiğimiz bir kişinin şanslı olması ve bu şansının hayatta ona çok şey kazandırmasını yaşaması hoşumuza giden bir “neşe” duygusu ile karşılarız. Değer verdiğimiz bir kişi şansı nedeniyle bize göre iyi yönde etkileniyordur. Diğer yandan, değer verdiğimiz bir kişiyi kaybettiğimizde uzun süren bir “yas” dönemine gireriz. Değer verdiğimiz bir kişi ölüm nedeniyle artık yoktur.
Duygular, onları yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de sahiptir. Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu algısına sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili korkumuz hatalı olmuş olur. Aynı şekilde değer verdiğimiz bir kişinin durumunun iyiye gideceği algısına sahipsek ve dolayısıyla umutlu isek fakat aslında durumu kötüye gidiyorsa umudumuz yersizdir. İşte bu şekilde Nussbaum’a göre duygular hata içerebilirler.
Tekrar edecek olursak; Nussbaum’a göre, yaşanan duygular her zaman kişinin kendi yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi içerir. Duygunun temelinde yatan değer verişin derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun kuvveti de o kadar fazla olacaktır. Nussbaum’un teorisine göre, bir duygu yaşamamız için, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız gerekir.
Duygunun kendisi olan bu değer yargısı ise iki basamaklıdır.
(1) Değer verdiğimiz nesne ile ilgili bir görüngüye sahip oluruz
(2) Bu görüngüyü gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul ederiz.
Örneğin; değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Duygular, onları yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de sahiptir. Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu algısına sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili korkumuz hatalı olmuş olur.

Namazı Geçemeyene Bir Şey yok

Ebû Hüreyreden gelen başka bir rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem
:'Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilecektir. Eğer namazı iyi çıkarsa, bütün amelleri de iyi çıkar. Eğer namazı bozuk çıkarsa, bütün amelleri de bozuk çıkar.” demiştir.[ Ali el-Kârî, Mirkât, II, 194.]

Annesine İyi Davranmayanın Vay Haline

Hz. İsa aleyhisselâmın beşikte iken kavmine verdiği cevap zikredilirken: “Sen şüphesiz Allah’ın kuluyum. Bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı ve anneme iyi davranmamı emretti” [Meryem (19), 31.]

Kafirûn ve İhlas Bütünlüğü

Câbir b. Abdullah’tan (v. 77/696) gelen rivâyette: “Bir adam sabah namazının sünnetinde, birinci rekatta “Kul ya eyyühe'l- kâfirun” sûresini okudu. Bitirince Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: “Bu kul, Rabbini tanıdı.” dedi. İkinci rekatta “Kul huvallahu ahad” okudu. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: "Bu kul, Rabbine iman etti" dedi. [İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]Aişe’den gelen rivâyette (v. 58/677): “Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Sabahın iki rekat sünnetinde “Kâfirûn” ve “ İhlâs’ı” okumak ne güzeldir” dedi. [îbn Huzeyme, Sahih, 11,163; İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]

Ehl-i Sünnetin Siyasal Paradigması

Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basrî, Kabisa b. Züeyb ve İbn Şihâb ez-Zührî’nin siyasî tutumları devlet yöneticilerine zalim ve günahkâr da olsalar itaat etme görüşünde olup, toplumda kargaşa çıkaracağı endişesiyle isyanlara karışmamak gerektiğini savunmuşlardır. Anlaşılacağı gibi bu, Ehl-i Sünnet düşüncesinin siyasal paradigmasının temelidir. Bu paradigma, Ehl-i Sünnet’in iktidara her zaman itaat etme şeklindeki siyasal zihniyetini oluşturmuş ve tarihten günümüze kadar bütün Ehl-i Sünnet topluluklarının siyasal tutumu bu şekilde gerçekleşmiştir.

Gelecek Çincenin

1950 sonrası dönemde Fransızca geçerliliği olan bir dildi, sonrasında bu durum Almancanın lehine değişti. Günümüzde İngilizce dünya üzerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Yakın bir gelecekte ise Çince’nin dünya üzerinde etkin bir dil haline geleceğinden bahsedilmektedir.

Ateş Yemini

Hamidullah eserinde; Rasulullah zamanında bulunan vesikalarda, Mecusîlere ait ateş mabedlerinin ve değirmenlerinin varlığından bahseder. Mecusî inancında bir konuda yemin edileceği zaman ateşin önüne gelerek, ellerini ateşe uzatıp, yeminlerini yapmalarına, yemin işi bitince, ateşe kibrit ve tuz atarak yaptıkları yemine, Ateş Yemini adı verilmektedir.

Mahkuma Aynı

Bir mahkûma sormuşlar, “hürriyetine kavuşmak ister misin?”
“Niçin”, demiş.
“Ömrün burada bitiyor, çık gönlünce yaşa…”
O da, “sevdiğim beni özgür kılmadıktan, yüzünü göstermedikten sonra, burayla dışarının farkı var mı?”
“O değişmez, ben değişsem ne olur.”
“Sonuçta her yer aynı benim için”… demiş.
Kul da böyle galiba.
له سَماه وَله أَرضه، مَن ذَا يَعالي ذَا اَلجلال اَتضع
“Semâ da Allah’ın arz da. Kim o celâl sahibiyle yücelik yarışına girmeye kalkışırsa alçalır.” [Alkame Zū Ceden el-Himyerī- Câhiliyye Dönemi]


İnsan kendini kandırmakta ustadır…

Cemel Harbinde çatışmalar başlamadan önce Zübeyr ve Ali’nin karşı karşıya geldiği ve Hz. Ali’nin meydana gelen ihtilafta kendisinin haklı olduğunu söyleyerek Zübeyr’e şöyle bir hatırlatmada bulunduğu rivayet edilir:
“Hatırlıyor musun, bir gün Rasulullah ile birlikte bir yerde yürüyordum da Benu Ganem ’den geçtiğimiz sırada Rasulullah bana bakıp gülümsedi ve ben de ona bakıp gülümsedim. Sen o anda Rasulullah’a “Ebu Talib’in oğlu niye bu kibrini bırakmış değildir? dediğin zaman, Rasulullah, sana şöyle demedi mi?
“Ebu Talib’in oğlunda kibir yoktur ve bir gün sen onunla haksız yere çarpışmış olacaksın.”
Bu sözleri işiten Zübeyr, “Vallahi doğrudur, şu andan Rasululllah’ın dediklerini hatırladım. Eğer bunları daha evvel hatırlamış olsaydım kesinlikle buraya gelmezdim bundan sonra da ebediyen sana karşı savaşacak değilim” diye karşılık vermiş fakat oğlu Abdullah’ın ısrarı neticesinde yeminine kefaret olarak kölesi Mekhul’ü (veya Selc) azad ederek savaşa katılmıştı. [Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 371- 372.; İbnu’l-Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, III, 205; Taberî, Tarih, III, 41; İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, 64.]
Diğer bir rivayete göre ise Zübeyr, Ammar b. Yasir’i Hz. Ali’nin Yanında görünce savaştan vazgeçmişti. Bu çarpışmalarda Ammar b. Yasir’in öldürülmesinden korkmuştu. Çünkü Rasulullah’ın “Ey Ammar, seni isyancı bir grup öldürecek” dediğini işitmişti. Ancak oğlu tekrar savaşa girmesi için onu ikna etmişti.[ İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 205.]

Sapıkta olsa İnancın Karşısında Hak Bile Kırılır.

Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Ali’nin şehit edilmesi süreci şöyle gelinmiştir: Hâricîlerden bir kısmı bir araya gelmişler ve “Biz Nehrevan’da öldürülen akrabalarımızdan sonra geriye kalıp da ne yapacağız? Bunun için kendi canlarımızı adayarak şu dalalet ehlinin reislerini öldürüp de İslam diyarlarını rahatlatırsak iyi olur” şeklinde aralarında konuşmuşlardı. Bu konuşmada İbn Mülcem, “Ben Ali ’yi hallederim’"; el-Burek b. Abdullah, “Ben de Muaviye’nin işini görürüm""; Amr b. Bekr de, “Amr b. el-As için yeterliyim"" demişlerdi.  Suikastçılar aralarında bu işi yapacakları tarihi hicri 40 yılının 17 Ramazan’ı (24 Ocak 661) olarak kararlaştırdılar ve her birisi eylemi gerçekleştirecekleri yerlere gittiler. [Taberî, a.g.e, III, 155-156; Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 463; Dineveri, Ahbârü’t-Tival, 213; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 326-327;  İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 337.]
Muaviye’yi öldürmek üzere Şam’a gelen Burek b. Abdullah, eylemi gerçekleştiremeden korumalar tarafından etkisiz hale getirildi. Amr b. el-As’ı öldürmek için gelen Amr b. Bekir, şehrin emniyet amiri Harice b. Ebi Habibe’yi, Vali Amr zannederek öldürdü. İbn Mülcem ise Kufe’ye gelince işini gizli tuttu ve bazı harici taraftarlarından destek temin etti. Hz. Ali sabah namazı için mescide geldiğinde suikast gerçekleştirildi ve İbn Mülcem Hz. Ali’yi ağır şekilde yaraladı.
Onun yapmış olduğu suikast Hâricî İmran b. Hattan tarafından övülmüş ve adına,
“Ah ne (muhteşem) bir darbesi idi ki dindar bir adamın!
Onunla, Allah’ın rızasını kazanmaktan başka bir şey düşünmemişti,
Her ne zaman ki onu düşünürüm; öyle düşünürüm,
Mükafatının kainatın ağırlığından fazla olduğunu görürüm""
şeklinde methiye düzülmüştür. [Kafafi, Hâricîliğin Doğuşu, 191.]
Hz. Ali iki gün boyunca yaralı halde evinde yattıktan sonra 19 Ramazan 40 (26 Ocak 661) tarihinde vefat etti.  İbn Mülcem’in hançeriyle açtığı yara, Hz. Ali’nin ölümüne neden olarak o dönem için geçici olarak devletin Muaviye b. Ebi Sufyan’ın hâkimiyeti altında birlikteliğini sağlanmış olsa da günümüzde o yara hâlâ tazeliğini korumakta ve hâlâ kan akmaktadır. [
[İbn Sa’d, III, 36; Taberî, Tarih, III, 157-159.; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 327-330.]

Arap Kıyafetindeki Devrimi Alâmet


Mescid-i Haram'da Namaz: Servet-i Fünûn, 918, 18 Kanun-i Evvel 1324, s. 124


العمائم وقار المؤمن وعز للعرب فاذا وضعت العرب عمائمهم وضعت عزها. (ديلمى عمران ابن الحصين رضى الله عنه)
Sarıklar mü’minin vekârı, ‘Arab’ın ‘izzetidir. ‘Arablar sarıklarını çıkarınca ‘izzetlerini atmış olurlar.
 [Deylemî ‘İmran İbn-i Husayn radıyallâhu anh’dan], Kenzü’l-‘Ummâl:15/308

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar