Bilgi Kutusu 6
Tragedya’nın Ödevi
Aristoteles'in tragedyanın işlevine ilişkin
olarak binlerce yıl önce getirdiği görüş, bugün sinemanın temel işlevini
oluşturmaya devam etmektedir:
«Tragedyanın ödevi,
uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir (katharsis)»
[Katarsis: Arınma
(Yunanca:Κάθαρσις) olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı
yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci
üzerindeki etkisini anlatır. Ayrıca Platon'un "Devlet" adlı eserinde
de zikredilen, adil ve onurlu yöneticilere atfedilen bir felsefi terimdir.
Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını
simgeleyen bir retorik olan Katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun
için bazen boyut değiştirmeyi (Astral olarak) de anlatmaktadır.]
Kuşkusuz tragedyanın, sınırlı
olanaklarıyla-özellikle üç birlik kuralı-elde edilebilen katharsis, günümüzde
çok geniş olanaklara sahip olan sinemada özü değişmemek üzere ileri boyutlara
varmıştır. Acıma ve korku duygularına, öfke, nefret, sevgi, erotik duygular
vb. eklenmiştir. Çağımızın karmaşık yaşamı bunu gerekli kılmıştır.
Günümüzün sinema seyircisi aktivite olanaklarını elde etmediği gerçek yaşamda,
gerçekleştiremediği bu duygulardan bir film gösterisi sonunda arınarak
“rahatları” (katharsis).
Bunun temel koşulu seyircinin filmdeki
olaylar ve kahramanlarla yaşantı ve duygu birliğine girerek özdeşleşmesidir.
Sinema sanatının kendine özgü olanakları seyircinin olaylar ve karakterlerle
özdeşleşmesini kolaylaştırmaktadır. Gerçeğin
izlenimi, seyirciye yaşamın bir «tıpkı sureti»ni sunarak kolay bir
duygu-yaşantı birliği olanağı tanır.
Bu nedenle, çağdaş kuramcılar kolay kolay gözle görülür olmayan katharsis
olgusunu atlayarak, gerçeğin izlenimi olgusunu bütün çatışmaların kaynağı
haline getirmişlerdir. Oysa bu noktada tartışılması gereken gerçeklik
izlenimi değil, gerçeğin kendisidir.
Rıfkı Melûl Meriç'e
Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken "Nevâ"nın
esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
"Nât"ıdır en mehîbi, en
derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış
"Âyîn"i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.
Yahya Kemal BEYATLI
Ben Bir Figana
Sabahtan Uğradım Ben Bir Figana
Bülbül Ağlar Ağlar Güle Getirir
Bakın Şu Feleğin Daim İşine
Her Bir Cefasını Kula Getirir
Depreştirme Benim, Dertlerim Duman
Muhabbet Şirindir Vermiyor Aman
Üstümüzde Dönen Çark İle Devran
Felek Bizi Haldan Hala Getirir
Derviş Ali'm Der Ki Nefesim Haktır
Hak Diyen Canlara Şek Şüphem Yoktur
Cehennem Dediğin Dal Odun Yoktur
Herkes Ateşini Bile Getirir
(Herkes Ateşini Burdan Getirir)
Şimdiki Zamanı Yaşamak
Bazıları halk karşısında rahatsız, kaygılı
ve tiksintilidir. «Onların hiç hoşlanmadığı şey hali (şimdiki zamanı)
yaşamak'tır. Yıllarca aydınlarımız ve yazarlarımız bu çelişkiyi yaşadılar.
Mutluluğu ya çeşitli geçmişlerde aradılar:
M. A. Ersoy, Y. K. Beyatlı, Namık Kemal..
Ya tatlı geleceklerde: Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet...
Zeus'a ya da
Erinys'Iere atfolunan, asla affetmeyip mutlaka öç alan bir ruh.
**
Nondum amabam, et
amare amabam,
quaerebam quid amarem,
amans amare.
**
Sevmiyorken ve sevmeyi
sevmiyorken seveceğim şeyi, sevmeyi severek araştırıyordum."
İtiraflar, St.Augustine
Bir Kadının İtirafları:
On yedi yıllık
evlilikten sonra bir kadın şunları söylüyor:
Erkek Allah'ın
yarattığı en güzel canlıdır. Eşine, kızına, kız kardeşine, annesine, babasına,
torununa vermek için sahip olduğu herşeyi feda edip vazgeçer.
Gençliğini ve
sağlığını eşi ve çocukları için feda eder. Çünkü sürekli çalışır. Bazen gece
geç vakitlere kadar çalışmaya devam eder.
Ailesinin hayatını,
çocuklarının geleceğini inşa etmeye çalışır. Birkaç işte çalışmak zorunda kalsa
sağlığına mal olsa
dahi…
Sürekli mücadele eder.
Annesinden, diğer yakınlarından hatta iş yerinde amirinden işittiği azarlara
tahammül eder.
Tüm bunların sonunda
yine kabak onun başına patlar.
Biraz eğlenmek için
gezmeye çıksa sorumsuz biri oluverir.
Evde kalsa, tembel
olur.
Hata ettiklerinde,
çocuklarına kızınca vahşi baba olur.
Kızmasa boşverici baba
olur.
Karısının çalışmasına
izin vermezse geri kafalı, karısının başının belası, izin verse karısının
parasını istismar eden bir asalak olur.
Annesinin sözünü
dinlerse suçlu karısının sözünü dinlerse yine suçludur.
Tüm bunlara rağmen
baba şunları yapar:
Çocuklarının her
hususta kendisinden daha iyi olmasını ister.
Çocukları küçükken
ayağını büyüyünce yüreğini çiğnediklerinde tahammül eder.
Dünyadakinin en
iyisini veremezse dahi sahip olduğunun en iyisini, hatta belki hepsini verir.
Çocukları gökteki
yıldızı istese o gücü yetse güneşi getirmeye çalışır.
Eğer anne dokuz ay
çocukları karnında taşıdı ise baba da aklında, zihninde, ömrü boyunca taşır.
Aile için babası iyi
olduğu sürece tüm dünya iyidir..
Yetim bir çocuğa sorun
isterseniz.. Baba kelimesini duyup da "baba" diyecek kimseyi
bulamamak ne zor bir şeydir anlatsın size.
(Babalar hep
sahipsizdir. Çünkü onlar hep tek başınadır. Şımaracakları kimse yoktur... )
Herhangi bir eylemin pratiği etkili bir biçimde nasıl
yapılır?
- Annie Bosler ve Don Greene
Herhangi bir fiziksel
beceri, pratik gerektirir. Pratik, bir eylemin gelişim amacıyla tekrar
edilmesidir ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı sağlar.
Peki pratik bizi nasıl daha iyi bir konuma getirir?
Annie Bosler ve Don
Greene pratiğin, beynimizin içsel çalışmalarını nasıl etkilediğini açıklıyor.
Konuşma Annie Bosler
ve Don Greene, animasyon ise Martina Meštrović tarafından hazırlanmıştır.
Çeviri: Gözde Zülal
Solak
Gözden geçirme: Yunus
AŞIK
İster tek ayak
üzerinde dönüş, ister bir enstrüman çalmak ya da beyzbol topu atmak olsun;
herhangi bir fiziksel beceri, pratik gerektirir.
Pratik, geliştirme amacıyla bir eylemin
tekrarlanmasıdır ve eylemi daha kolay, daha hızlı ve daha güvenli yapmamızı
sağlar.
Peki pratik bizi daha iyi hâle getirmek için
beynimizde ne yapıyor?
Beynimizde iki tür sinir dokusu vardır: Gri
madde ve beyaz madde.
Gri madde beyinde bilgiyi işler, sinir
hücrelerine sinyalleri ve duyusal uyaranları yönlendirir, beyaz madde ise
çoğunlukla yağ dokusu ve sinir liflerinden oluşur.
Vücudumuzun hareket etmesi için bilginin,
beynin gri maddesinden, akson adı verilen bir sinir lifi zinciri aracılığıyla
omuriliğe, oradan da kaslara yolculuk yapması gerekir.
Peki pratik veya tekrar, beynin içsel çalışmalarını
nasıl etkiler?
Beyaz maddede bulunan aksonlar, miyelin adı
verilen yağlı bir cisimle sarılıdır.
Pratikle değişen şey de bu miyelin örtüsü ya
da kılıfıdır.
Miyelin, elektrik kablolarındaki yalıtıma
benzer.
Sinirsel yollarda daha etkili bir biçimde
hareket ettirerek, beynin kullandığı elektik sinyallerinde enerji kaybını
önler.
Farelerde yapılan bazı çalışmalar, fiziksel
bir hareketin tekrarının, aksonları yalıtan miyelin kılıfının katmanlarını da
arttırdığını öne sürer.
Ne kadar çok katman olursa, akson zincirleri
etrafındaki yalıtım da o kadar güçlü olur ve beyni kaslara bağlayan bilgi için
bir tür otoban oluşturur.
Yani çoğu atlet, başarısını kas hafızasına
atfetse de, kasların aslında hafızaları yoktur.
Bilakis, atletlere ve sanatçılara daha hızlı
ve daha etkili sinirsel yollarla üstünlük sağlayan şey, sinirsel yolların
miyelinleşmesi olabilir.
Bir beceride uzmanlaşmanın kaç saat, gün ve
hatta yıl pratik gerektirdiğini hesaplamaya kalkışan birçok teori var.
Henüz sihirli bir sayımız olmasa bile,
uzmanlığın sadece pratik yapma süresiyle alakalı olmadığını biliyoruz.
Ayrıca pratiğin niteliği ve etkililiği de
önemlidir.
Etkili pratik süreklidir, yoğun odak
gerektirir ve bir insanın mevcut becerilerinin uçlarında yatan içeriği veya
zayıflıkları hedef alır.
Peki eğer etkili pratik anahtarımız ise,
pratikten en iyi sonucu nasıl elde ederiz?
Bu ipuçlarını deneyin.
Elinizdeki göreve odaklanın.
Bilgisayarı veya TV'yi kapatarak ve cep
telefonunuzu uçuş moduna alarak, dikkatinizi dağıtabilecek şeyleri en aza
indirin.
Bir çalışmada araştırmacılar, çalışan 260
öğrenciyi gözlemledi.
Ortalama olarak bu öğrenciler bir kerede
yalnızca altı dakika göreve odaklandılar.
En çok dikkat dağıtan şeylerden birkaçı
bilgisayar, cep telefonu ve özellikle Facebook idi.
Yavaşça veya yavaş hareketlerle başlayın.
Doğru veya yanlış da olsa, koordinasyon
tekrarla oluşturulur.
Eğer nitelik tekrarlarının hızını yavaş yavaş
yükseltirseniz, doğru yapma şansınız yükselir.
Dağıtılmış aralarla sık tekrar yapmak, seçkin
sanatçıların pratik alışkanlıklarındandır.
Çalışmalar en başarılı atlet, müzisyen ve
dansçıların çoğunun beceri aktivitelerine haftada 50-60 saat harcadıklarını
gösteriyor.
Çoğu, etkili pratik için kullandığı zamanı,
sınırlı olmak üzere günlük pratik vakitlere ayırıyor.
Son olarak, beyninizde canlı detaylarla pratik
yapın.
Bu biraz şaşırtıcı, fakat birkaç çalışma,
fiziksel bir eylem bir kez yapıldığında, yalnızca hayal edilerek
pekişebileceğini öne sürüyor.
Bir çalışmada 144 basketbol oyuncusu iki gruba
ayrıldı.
A grubu fiziksel olarak tek elli serbest atış
pratiği yaparken, B grubu yalnızca zihinsel pratik yaptı.
İki haftalık deney sonucunda test
edildiklerinde, iki gruptaki orta seviyeli ve tecrübeli oyuncuların neredeyse
aynı derecede geliştiği görüldü.
Bilim insanları beynimizin sırlarını ortaya
çıkarmaya yaklaştıkça, etkili pratik anlayışımız yalnızca gelişecektir.
Bu süreçte bireysel sınırlarımızı zorlamak
için sahip olduğumuz en iyi yol etkili pratik yapmak, yeni boyutlar kazanmak ve
potansiyelimizi yükseltmek.
Saf Su
Hz. İsa havarilerine
şöyle derdi: "Mescidler yuvanız, evleriniz ise konaklayacağınız mekanlar
olsun. Yabani otlardan yiyin ve bu dünyadan huzur içinde ayrılın." Şarik
şöyle demişti: "Bunu Süleyman'a da anlattım, o da şunu ekledi: 'Ve saf su
içiniz ."'
[Şarik (ö. 177 /794)
ünlü bir yargıç ve kültür tarihçisidir.]
Konuşmayın
Hz. İsa'ya şöyle
dediler: "Bize bir amel göster ki onunla cennete girebilelim."
Hz. İsa, "Hiç konuşmayın" dedi. Onlar, "Biz bunu asla
yapamayız" dediler. Hz. İsa şöyle cevap verdi: “O zaman, sadece güzel
şeyler konuşun."
Ahmaklara Cevap
Hz. İsa buyurdu ki:
"Bir cüzamlı ile bir körü tedavi edip iyileştirdim. Bir ahmağı da tedavi
etmeye çalıştım, ama ondan ümidi kestim. Sessizlik ahmaklara verilecek (en iyi)
cevaptır."
Dünya Bu
Hz. İsa'ya eşlik eden
bir adam ona şöyle dedi:
“Seninle, yanında,
yoldaşın olmak istiyorum."
Yola koyuldular ve bir
nehrin kenarına ulaştılar; yemek yemek için oturdular. Üç somun ekmekleri
vardı. İkisini yediler, üçüncüsü kaldı. Hz. İsa kalktı, nehre su içmeye gitti.
Döndüğünde üçüncü somunu göremeyince adama sordu,
“Somunu kim
aldı?" Adam, “Bilmiyorum" dedi.
Hz. İsa adamla
birlikte yine yola koyuldu; iki yavrusuyla gezinen bir dişi geyik gördü. Hz.
İsa yavrulardan birini çağırdı, yavru Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz. İsa onu
kesti, etin bir kısmını pişirip arkadaşıyla birlikte yedi. Sonra da yavru
geyiğe dönüp, “Allah'ın izniyle kalk" dedi. Geyik kalkıp gitti. Bunun
üzerine Hz. İsa arkadaşına dönüp şöyle sordu: “Sana, bu mucizeyi gösteren Allah
adına soruyorum, somunu kim aldı?"
Adam,
“Bilmiyorum" dedi.
İkisi bir vadideki bir
su birikintisine geldiler. Hz. İsa adamın elini tuttu, suyun üstünde yürüdüler.
Suyu geçtiklerinde Hz. İsa adama,
“Sana, bu mucizeyi
gösteren Allah adına soruyorum, somunu kim aldı?" diye sordu.
Adam,
“Bilmiyorum" dedi.
Sonra susuz bir çöle
geldiler, yere oturdular. Hz. İsa bir miktar toprak ve kum topladı ve “Allah'ın
izniyle altına dönüş" dedi; yığın altına dönüştü. Hz. İsa altını üç
parçaya böldü, "Birisi bana, birisi sana, öteki de somunu alan
kişiye" dedi.
Adam, “Somunu ben
aldım" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa,
“Altınların hepsi senin" dedi.
Sonra Hz. İsa adamın
yanından ayrıldı. Çölde adamın yanına onu soyup öldürmek isteyen iki kişi
geldi. Adam onlara,
“Altınları üçümüz
aramızda paylaşalım, ikinizden biri kasabaya yiyecek bir şeyler almaya
gitsin" dedi. İçlerinden biri gönderildi, o kişi kendi kendine
“Altınları ikisiyle
neden paylaşayım ki? En iyisi yiyecekleri zehirleyip altınları kendim
alayım," dedi. Gitti ve öyle yaptı.
O sırada, geride onu
bekleyen iki kişi de aralarında:
“Neden ona üçüncü payı
verelim ki? Öyle yapacağımıza döndüğünde onu öldürüp parayı aramızda
paylaşalım" diye konuşmuşlardı. Adam döndüğünde onu öldürdüler,
yiyecekleri yediler ve onlar da öldüler. Çölde geriye altınlar, altınların
yanında da üç ölü adam kaldı. Hz. İsa oradan geçerken onların halini gördü ve
ashabına şöyle dedi:
“İşte
bu dünya böyledir, ondan sakınınız."
Güzel Konuşur
Hz. İsa, o şekilde
hitap edilmeyi hak etmeyen bir adama, "Allah seni korusun" dedi.
Bunun üzerine Hz. İsa'ya,
"Onun gibi
birisine bunu neden söylüyorsun?" diye sordular. Hz. İsa,
"Güzel konuşmaya
alışan bir dil bütün insanlarla güzel konuşur" diye cevap verdi.
Diktatör mü Parababası mı?
Adolf Hitler 1919
yılının sonbaharında Alman İşçi Partisi'ne (DAP) üye olduğunda parti kasasında
sadece 7 mark 50 fenik kadar bir para vardı. Hitler'in sonraları sık sık sözünü
ettiği gibi, "birkaç zavallı yoksul" partili parababalarının
kendilerini destekleyeceğini umut ediyordu. Kendi de yoksul olan Hitler
partisine yardım edecek birkaç zengin bulmuştu.
Çamaşırcı bir anneyle
yoksul bir kunduracının oğlu olan Josef Vissarinoviç Stalin, Bolşeviklere para
sağlamak için (20 takma ad kullanarak) para taşıyan trenlere saldırmış, banka
soymuş, ölümle tehdit ettiği zenginlerden para sızdırmış, genelevler açıp
çalıştırdığı kadınlardan partisine para toplamıştı.
Burada modern
tarihimizin zirvedeki bazı kişilerinden söz ediyoruz, Stalin, Hitler ve Mao
aktif politikaya atıldıklarında "yoksul ve meteliksizdiler".
Faşist dönemin ilk diktatörleri Vladimir İlyiç Lenin ile Benito Mussolini gerçi
Hitler, Stalin, Mao ve Tito kadar parasız sayılmazlardı: ama örneğin ne
Franklin Delano Roosevelt, ne de John F. Kennedy kadar maddi güçleri ve toplumsal
ilişkileri vardı.
1945-1953 dönemi ABD Başkanı olan Harry S. Truman, baba
Kennedy'nin seçimler sırasında oğlu John F. Kennedy'nin adaylığını parayla
satın aldığını açıkça söylemişti. Truman şöyle anlatmıştı: "Richmond Hukuk
Fakültesi'nde anayasa üzerine bir konferans veriyordum. Salonda bulunanlardan
sivri-akıllı biri ayağa kalkarak bana (olay 60 seçimlerinden önceydi) 'Papa
Başkan seçilir ve Beyaz Saray'a girerse ne olur?' diye sordu. Ben de 'Papa'nın
değil pop'ın Beyaz Saray'a girmesinden korkuyorum' diye yanıt verdim.
(İngilizcede
sözcük oyunu: Pope, Papa anlamına geliyor. Pop ise patlama demek. Truman burada
pop'dan, silahların patlamasından endişelendiğini ifade etmek istemiş.)
Bugün
de değişen bir şey yok. İhtiyar Joe Kennedy bu ülkenin görüp göreceği en büyük
hırsızdır. Oğlunun Başkan adaylığını satın alması hoşuma gitmiyor. Bütün Batı
Virginia'yı satın aldı. Bunun ona kaça malolduğunu bilmiyorum. Yaşlı, cimri,
sahtekârın biridir: eminim ederinden bir sent bile fazla vermemiştir, Ama sonuç
olarak Batı Virginia'yı satın aldı, oğlu da rakibi Humphrey'e karşı ön
seçimleri kazandı. Baba Kennedy başkanlık koltuğunu değil, elbette adaylığı
satın almıştı. Başkanlık koltuğu satın alınamaz tabii ki, en azından bugün
böyle bir şey olamaz.. (ama) ya para? Birinde sınırsız para olduğunu bilmek
dahi muhalefeti safdışı bırakmaya yetiyor.”
… ACABA DÜNYAYI
HAREKETE GEÇİREN GÜÇ PARA MIDIR, YOKSA HALKLARIN ULUSAL ÇIKARLARI YA DA
İDEOLOJİLER MİDİR?
Atilla Şaşmadı
Attila’nın gücü
artmasına karşın, geldiği mevkiin olanakları onun başını döndürmedi. Ağaçtan
oyul muş tabak ve çanaklardan yiyip içen Attila, yine ah şap bir sarayda,
ağaçtan oyulmuş bir tahtta oturuyordu. Giysileri Roma imparatorlarınınki gibi
süslü değildi; üzerine siyah bir kürk, başına siyah bir şapka giyiyordu.
**
Saç Falı
Saçla tutulan
fallardan bir tanesinde, hamile kadının saçından bir tel alıp parmağındaki
yüzüğüne geçirip karnı üzerinde sabit tutulur. Eğer yüzük daire çiziyorsa
doğacak bebek kızdır, düz gidip geliyorsa erkektir. Saç bedenin tüm genetiğini
üzerinde barındırarak temsilcisi olduğuna göre geleceği ve şimdiyi en iyi
gösterecek olan saç telidir, insan bedenindeki hücresel bilginin ortaya
çıkamadığı, geleceği merak etmenin önüne geçilemediği, bilinmeyeni keşfetme
çabasındaki eğlencelik bir oyun diyebiliriz bu fal oyununa.
Kripto-Kripta
Eski Roma’da
Hıristiyanların gizlice tapınmak için kullandıkları yer altı kilisesi olan
kripta, daha sonraları anlamı değişerek kilisenin bodrum katına verilen ad
haline dönüşmüştür.
İnsanda mı Çöp
Çöplük, bir “değeri”
olmadığı düşünülen nesnelerin yeni bir varoluş mekânıdır. Nesneler bu “yeni”
mekâna “yok olmaları” niyetiyle yollanmıştır. Reddedilen, iğrenilen, yok sayılan
bu nesnelerin mümkün oldukça uzağa gönderilmesi yok saymakla birdir. Yine de
çöpler yok olmazlar, inadına var olurlar. Dolayısyla hem bir reddedilişi
hem de bir dışlanmayı içeren bu nesnelerin doğasında vardır arada kalmışlık.
Ölüme yollanıp tekrar
doğmuş olmakla birdir bu. Ortak paydaları bu olan tüm nesneler, yeni bir
dünyada toplanarak var olurlar.
İşte tam da bu
döngüden dolayı, “çöplük” metaforu yaşam döngüsünü de simgesel olarak
karşılayabilmektedir.
Doğum da aslında bir
“dışarı atma” ile başlar. İlk insan da dünyaya “atılmıştır,” hem varoluşun hem
de yok oluşun mümkün olması için “kopuş” mutlak bir gerekliliktir.
Yeni bir hayat kendi kuralları ile başlar. Var
olmak için, “temiz” kalmak, kirlenmemek gereklidir. Kirlilik, günahı, günah,
cezalandırılmayı çağrıştırır. Günahın sonu ise yeni bir uzaklaştırmadır.
Döngünün bu ucu karanlığa ve belirsizliğe yakın olduğundan, insan hep kabul
edilene yakın durmaya çalışır. Fakat söz konusu “çöp” metaforu olunca
diyalektikten kaçınmak imkânsız olur.
Zıtlıklardan birine ya
da diğerine doğru meyletsek de karşı taraf ile var oluruz. Var oluş, yok oluşa
doğru bir yolculuğu da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu “temel”
kanundan dolayıdır ki, “atık” yolculuğu sırasında hep “arada kalır” ve “sınırı”
işaret eder.
Dünyevilikten
bahsederken öteki dünyayı, bedenden bahsederken ruhu, şimdiden bahsederken
geçmişi okurken buluruz kendimizi.
Yok olmadan önceki son
durak “çöplük” olduğundan var olmanın ucuna gelindiğini, içinde bulunulan
durumun tersine evrileceğini işaret eder “çöplük” metaforu.
Karşı yakaya
geçileceğinin, isyanın, tepkinin ancak reddedilenden doğacağının bir işareti
gibidir ve çoğu zaman da bu görevi görür.
Yaşam döngüsünü ve sürecini simgeleştiren
“atık/çöp” sembolü kendine özellikle inanç, günah, reddedilen ve yok sayılan,
hafıza ve bellek, kötülük ve nedenleri gibi birbirine sürekli refererans veren
konular ile meselesi olanlara yeni anlatım imkânları sunmaya devam ediyor.
(Alıntı)
Yalanın Hakikati
Hakikat-sonrası,
“doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir dönemden”
bahsetmektedir ve bu durumda, önemli olan “gerçek” olarak doğrulanan bilgi
değil, bireylere “gerçek” hissettiren olgulardır.
Hakikatin neliği
Foucault’nun ortaya koyduğu gibi hiçbir zaman mutlak bir çizgi içerisinde
olmamış, oluşturulan bir hakikatler zinciri içerisinde yer almıştır.
Tarihin
yazımı, anlatılar vb. tüm hakikat zinciri bu belirsizlik içerisinde yer
almaktadır. Ancak günümüz dezenformasyon toplumuna kadar bu
hakikatler doğru ve yalan bağlamında eşanlı olarak bireye ulaşmamıştır.
Bugünün en tipik özelliği doğru ile yalanın bir
aradalığında saklıdır. Bu kavramın tartışılmasının temel nedeni ve
popülaritesinin bu kadar yükselmesinin temel nedeni elbette toplumsal ve
politik problemlerin su yüzüne çıkmasından kaynaklanmaktadır.
Hakikat-sonrası
siyaset, siyasetçilerin anlatılarını sahte olgular üzerinden kurması,
iddialarını doğru olarak hissettirmesi ve hakikat olarak sunması ancak temeli
olmayan olgulara dayandırılarak kitlelerle iletişime geçmesi olarak
görülmektedir.
Birleşik Krallık’ın
Avrupa Birliği’nden çıkmasına dair gerçekleştirilen Brexit referandum sürecinde
Brexit yanlılarının aslı astarı olmayan birçok argümanı en yetkin ağızlardan
dolaşıma sokmaları ve yalan iddiaların kabul görmesiyle beraber referandum
sonucunun manipüle edilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık
seçimlerinde Donald Trump’ın gerçek olup olmadığı tartışılan birçok iddiayı
gündeme getirerek siyaset yapması ve tüm sosyal medya üzerinde Trump
yanlılarının bu belirsiz argümanlar üzerinden paylaşımlarda bulunarak kamuoyunu
manipüle etmesi hakikat-sonrası siyasetin belirgin yüzünü oluşturmaktadır.
Dezenformasyona örnek
olarak El Kaide lideri Usame Bin Laden’in 2001 yılında Doğu Afganistan’ın ücra
dağlarından gönderdiği ve teknolojik olarak yüksek bir donanıma sahip olduğu
belli olan ve dünyadaki milyarca insan tarafından izlenen videonun içeriğindeki
karmaşık yapı verilebilir.
Bu videoda Laden’in
geleneksel Arap giysileri yerine 1980’lerde Afganistan’ın Rus işgaline karşı
kendisinin ve diğer İslamcı militanların gerilla savaşını hatırlatan bir simge
olarak çağdaşasker giysileri giymesi ancak yanında Rus yapımı AK-47 Kalaşnikof
tüfeğin yer alması ve en önemli ayrıntılardan olan giysisinin katlanmış
kolundan açığa çıkan Amerikan üretimi şık ve pahalı Timex marka saatin
görünmesi birçok açıdan karmaşık bir bileşenin bir arada bulunduğu
dezenformatik bir imge yaratmaktadır.
Elektrik ve Su Bulamayanlar İçin
Cemil Meriç’ten:
“Hayır, severek
evlenmedim.
Hayatımı bir zebanî
ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı.
Bir kadın ilk defa
olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş.
Ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi ele ele hayata
atladık. Ben seni tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. Korkuyorum. Bunları
söylemekten korkuyorum.
22 sene gelişen
kökleşen bir sevgi bu. Bir sevgi ve bir hayranlık.
Hayat, hayatımız daima
güzel miydi?
Hayır. Ama mevsimleri
vardı, mevsimleri var.
Vatanımsın benim,
kokladığım havasını, içtiğim su. Ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman
zaman. Sen hep aynı kalmasını bildin.” [Cemil Meriç, Jurnal I.294-295]
“Yıllardır kelimeleştirilmesi güç korkular içindeyim.
Karımın her rahatsızlığı şuurumda korkunç düşünceler yaratıyor. Ondan önce ben
ölmek istiyorum. Bu arzumun tahlilini yapamayacak kadar serseriyim. Onsuz bir
dünya düşünemiyorum”
[Cemil Meriç, Jurnal II,s.343.]
Beni Önceden Yaşamışlar
“Hayatının sonuna
yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu
sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların
ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur
muyum, sesim duyulur mu?
Meşhur bir adam da
değilim, kalabalığın benimsediği edebi bir nevi de temsil etmiyorum. Ne
romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm.
Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının
hamurunu yapar.” [Cemil Meriç, Jurnal II,s.209.]
Avrupa Bize Kör
“ Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak
Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli düşman
bir yığın!” [Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, s.9.]
Kaynaklarımıza bağlı kalmalıydık; çünkü “Kaynaklarından
kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak”
[Meriç Cemil, Umrandan Uygarlığa, arka kapak.]
“Yalnızım, imanlıdan olmaya mecburum” İyi Ve Kötü
Yukarıdan gelen bir ses, her iki yorumun da yaşayan
Tanrı'nın sözü olduğu cevabını verdi.
[Babil Talmudu, Erubin]
Τ
Crux commisa veya tau
haçıTertullian tarafından haçın gerçek formu olarak kabul edilmiştir. İsa
geldikten sonra inananların alnı, Kudüs'te bu şekilde damgalanacağına
inanılmaktadır. Zaferi sembolize eder. T harfi şeklindeki haç nimet, lütuf ve
kerem demektir. Bu haç sembolüne 2.yy dan kalma zindanlarda sıkça
rastlanmaktadır.
Yara
“Zaman yaraları iyileştirmez, yarısını diker iz bırakır.
Tekrar açılır yara, aynı acıyı yeniden duyarsın, hem de o ilk anda ki gibi”
Elizabeth JENNİGS
Kapı
Semboller birçok
kavramı karşılamaktadır. Kültürel bir nesne olan kapı imgesi de, geçmiş ve
gelecek arasında köprü görevi üstlenen, tarihe tanıklık eden aynı zamanda
yaşanmışlıklardan beslenen bir nesne olarak tercih edilmiştir.
Bilgisayar
Bilgisayar metafizik bir makinedir
Sherry
Turkle
İkili Arasında
“İnsan yaşamında süreklilik ve süreksizlik kadar temel
olan başka iki kategori, iki farklı deneyim yoktur.” Anthony Wilden
Herşeyler Rakamdır
“Bilgisayarlarla
her şey rakamlara dönüştü: imgesiz, sessiz ve kelimesiz nicelikler. Ve
optik fiber kablo ağları daha önceden ayrışmış olan veri akışlarını, dijital
sayı dizilerinden oluşan tek bir standart haline getiriyorsa, bir medyum bir
diğerine çevrilebilir demektir. Rakamlar sayesinde hiç bir şey imkânsız değil.
Modülasyon, dönüşüm, senkronizasyon; gecikme, bellek, aktarma, şifreleme,
tarama, haritalama, dijital temel üzerinde tüm medya bağlantıları medyum
fikrinin kendisini siliyor” [Freidrich Kittler]
Uyduruk Vasiyetname
Sadreddin Konevî
hakkında uydurulmuş bir vasiyetname.
“Dostlarım ve bana
mensup olan müridlerim, talebelerim, beni Müslümanların umumi kabristanına
defnetsinler. (…) ayrıca beni fıkıh kitaplarındaki gibi değil de hadis
kitaplarında belirtildiği şekilde yıkamalarını istiyorum. Kefen olarak beyaz
bir izar sarsınlar ve Şeyh-i Ekber’in elbiseleri ile kefenlesinler. Kabrime
Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmanî’nin seccadesini yaysınlar. Cenazemi hiçbir cenaze
okuyucusunun takip etmemesini, kabrimin üstüne ne bir bina, türbe ne de bir
tavan yapılmasını vasiyet ediyorum. Sadece kabrimi sağlam taşlar ile örüp
yapsınlar. Fakat başka bir şey yapmasınlar. Böylece, hem kabrimin örtülmesi
kolay olur hem de yıkılıp yeri kaybolmaz. (…)”
Üzüntü ve Gumme
Allah Teâlâ (cennet)
ehlini şöyle vasıflandırıyor: “Onlar için ne bir korku ne de bir hüzün
vardır.” Bütün sevilen şeylerin varlığını ve sevilmeyen şeylerin yokluğunu
içine alan bu iki lafzı Allah Teâlâ birlikte zikretmiştir. Biz insanın
yakınında olan ve ona endişe verip, sabrını yok eden bu iki şeyi tecrübe etmek
(anlatmak ) istiyoruz. Bu ikisinin varlığı bu dünyanın tabiatındandır.
Bunlardan kurtulma (hile) veya bunları yok etmenin yolu yoktur.
Üzüntü
iki kısımdır;
a. Sebebi bilinen
üzüntü, ehlinden, malından veya özel konumundan dolayı sevdiği şeyi
kaybetmesinden dolayı kişiye arız olan üzüntüdür.
b. Sebebi bilinmeyen
üzüntü ise gummedir. Gumme vaktinin çoğunda insanın kalbinde bulunan,
canlılığını (neşesini) engelleyen ve sevincinin ortaya çıkmasına mani olan
şeydir…
Filibeli Ahmet Hilmi Modernistti
Ahmed Hilmi Efendi
reform girişimlerinde bulunan Muhammed Abduh (ö.1905) ve Cemâleddîn Afgânî’nin
(ö.1897) üstlendiği büyük vazifelerin ortak bir çalışma halinde büyük semereler
vereceğini savunmaktadır. Muhammed Abduh’un ıslahat girişimlerinin en büyük
semeresinin; Ezher Üniversitesi olduğunu belirtirken, aynı zamanda İslam
coğrafyasının en düzenli ve ilerleme taraftarı okulu olarak nitelendirmektedir.
Ahmed Hilmi Efendi’nin üzüntü duyduğu mesele ise Muhammed Abduh, Cemâleddîn
Afgânî ve Ahmed Han (ö.1898) gibi önemli mütefekkirlerin Mısır ve Hindistan’da
taraftar bulurken, Türkiye ve İran gibi iki büyük İslamî merkezde destek
bulamaması olmuştur. Ahmed Hilmi Efendi, Türkiye’de İslamî reformun destek
bulamaması konusunda, selefe bağımlılık ve muhafazalıktan kaynaklanan taassuba
işaret etmiştir.
Fakirlikten Koruyan Namaz
Fahr-i âlem
-sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Her kim namaz-ı duhâyı kılmayı âdet
edinse, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ ona nûr vere maşrıktan mağribe değin.” ve hem
yine buyururlar:
“Cennette bir kapı
vardır. Ona bâb-ı duhâ derler. Her kim âdet edinse namaz-ı duhâ kılmayı,
kıyâmet gününde ol kapı çağıra ki: „Ey Allah dostu benden gir cennete ki senin
yolun budur.‟ ” ve bir hadîs-i şerîfte dahi buyurmuşlar ki: „Üç nesne üç nesne
ile cem„ olmaz; zinâ ile baylık, tevbe ile günâh ve fakîrlik ile namaz-ı duhâ.‟
Hâce Hakîm Kāsım
–rahimehullâh- eder ki: “Bir kaç nesneyi birkaç nesnede buldum; hikmeti boş
karında buldum, gafleti dolu karında buldum ve bereketi namaz-ı duhâ‟da buldum,
rızâ-yı Hudâ‟yı muhâlefet-i hevâda buldum.”
Kırılsan da Kırılma
Hızır, gemiyi kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için
deldi, kırdı.
Mademki kırık gemi kurtuluyor, sende kırıl!
Emniyet, yoksulluktadır, yürü yoksul ol.
(Mesnevî, c. IV, b. 2756-57).
İstihare
Allah’ım, Sen’in
ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum, istediğimi de Sen’in
büyük fazlından istiyorum.
Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir
şeye gücüm yetmez.
Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey
bilmem.
Sen Allâmü’l-Guyûb’sun.
Allah’ım eğer bu iş benim dünyâ ve ahiretim
için, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle
biliyorsan, o işi benim için takdîr buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim
için bereket kıl.
Ve şayet Sen biliyorsun ki, bu iş benim dîn,
dünyâ ve âhiretim için başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır,
beni de ondan uzak tut.
Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdîr et.
Sonra da takdirinle beni hoşnut eyle.
Buhâri, Teheccüd, 25; İbn Mâce, İkâme, 188.
Kısa Boylu Diye
Mademki bizim boyumuz
batmak için yaratılmıştır; uzun olsun, kısa olsun ne fark eder? [Nizâmî, Leylâ
vü Mecnun,]
İman Niye Gelmez
Yürü, gönül evini süpür, sevgiliye hazırla, güzel bir
konak haline getir.
O evden sen çıktın mı o gelir. Sana, yüzünü sensiz
gösterir.
Mahmud Şebüsterî, Gülşen-i Râz (trc: Abdülbâkî
Gölpınarlı), s.34, b. 400-01.
Köle Ne İsterki
İbrahim b. Edhem der ki bir hizmetçi çocuk aldım.
Ona adı ne dedim, o nasıl istersen dedi.
Ne yersin dedim, o verdiğini yerim dedi.
Ne giyersin dedim,
ne giydirirsen dedi.
Ne iş yaparsın dedim, ne iş verirsen dedi.
Ne istersin dedim, köle ne isterki dedi.
Kendime dedim ki:
“Ey miskin! Sen
Allah’a bu çocuk gibi kulluk etmeyi öğren.”
İmanım
Bir kimse iman ve itaat yolunda yürüyüpte bir an bile ziyan
etmişse kâfirim.
(Mesnevî, c. I, b. 977).
Yansımamız İmgemiz Olunca
Günümüz medeniyetinin
ve insanının durumu da aslında Narsizmden farklıdeğil. Sebebi ise kendi
medeniyetimize ve teknolojilerimize olan hayranlığımız. Bu hayranlık sayesinde
kendi yansımamıza tutku ile bağlanıyor, kendi yapay kapalısistemimiz içinde
hapis oluyoruz.
Günümüzde az uğraşı
ile yüksek değere ulaşabiliyoruz. Zaman geçtikçe verici olmaktansa alıcı
olmayıtercih eder oluyor, pasif izleyici ve aktif tüketici haline geliyoruz.
Üretmekte zayıflıyor, tüketmekte ustalaşıyor, zamanımızı boşa harcar hale
geliyor, kendimizi amaçsız kılıyoruz.
Günlük öğrenme
ihtiyaçlarımız için her geçen gün sunulan çoktan seçmeli yansımalara daha
bağımlı hale geliyoruz.
Etrafımızdaki
yansımalar; reklamlar, televizyon, bilgisayar oyunları, basılı mecra, filmler,
İnternet ve türevleri, kültürün şekillendirdiği bir olgu olmaktan çıkıp, aksine
kültürün beslendiği, yaratıcısını şekillendiren yapay ve tehlikeli yansımalar
haline geliyorlar.
Ve biz her geçen gün düşünme, hayal kurma
yeteneklerimizi kısıtladıkça bağımsız ve düşünce ürünü yargıda bulunma
yeteneğimizi de ortadan kaldırıyoruz. Kendi yarattığımız imgelerin bozuma
uğratılmış yansımaları haline geliyoruz. İnsanlığın yarattığı imgeler, bir
bakıma onların aşık oldukları sudaki yansımaları gibidir ve bizleri,
(teknolojilerimizin ürünü) kendi üretimimiz olan bu yansımalarımız ile
kapalıbir sistem içinde tekrar eden bir donukluğa, bir tepkisizliğe mahkum
etmektedirler.
Kendi imgemiz
karşısında obsesif bir tavır sergilemekteyiz ve tıpkıtoplum kültürü ile popüler
kültürün sürekli olarak birbirinden beslenişleri, ardından da birbirlerini
tekrar tekrar şekillendirişleri gibi, sürekli bir kapalı sisteme hapis
durumdayız. McLuhan’ın insanın uzantılarıolarak gördüğü teknolojiler için öne
sürmüşolduğu “…kendi imgelerimizle bağlantılı Narkissos’a has (narsist) bir
bilinç-altıfarkındalık ve tepkisizlik durumu” tanımına uygun bir uyuşukluk
söz konusu.
Yarattığımız her imge
bizlerin bir ürünü olmasına karşın, her an bizi şekillendiriyor. Ardından da
bizler, moda ya da güncel olanın kimliği (maskesi) arkasından bu imgeleri
tekrar yaratıyoruz.
İmgeler yerimize
geçiyor ve bizler kendi yansımalarımızıtaklit etmeye başlıyoruz. Bir başka
değişle yansımanın bir yansıması oluyoruz. Son olarak da; kendi
yarattığımız, ardından da izleyicisi olduğumuz – imge – haline geliyoruz.
(Alıntı)
Burun
Hacı Bektaş-ı Veli’nin
insana ait yaptığı çok boyutlu benzetmelerden biriside burun ve mezarlık
benzetmesidir. O bu konu ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmaktadır: "Ve
yine dünyada mezarlık vardır. Burun deliği mezara benzer. Burun deliği ikidir.
Biri dimağa, diğeri boğaza gider. Mezar da iki türlüdür. Biri cennet diğeri
cehenneme gider.”
Sevmek
Talebelerinden Şükrü
Bağrıaçık, Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu’nun kendilerine son dersini şöyle
anlatır: “Hocamı son görmem olan şu anımı hiç unutmam, son konuşmamız, bize son
d ersiydi. Akaid, Tefsir, Arapça’dan dersler yaptık . Tefsirde Celaleyn okurken
sureyi secdede kaldık. Şöyle uzun uzun bize baktı.“Bu sureyi çok seviyorum,
muhakkak okuyun, evde yolda, okuyun dedi. “Hocam secde ayeti var, yolda okursak
secde yapamayız” dedim. “Olsun, yollar hep temiz secde olur, ama yola secde
yaparsanız, bu hafızda kafayı yemiş derler, eve gidince yapın” dedi güldü
.”
Sema Suyu ile abdest alanlar
Alı Ulvi Kurucunun
dedesinden aktardığı şu cümleler önem taşımaktadır:
"Söylemiş
olmasına rağmen, ben dalar da solundan yürürsem, 'Sağa geç oğlum, sağımdan
yürü' der. Tekrar şöyle anlatırdı: 'Sevap yazan melekler sağ tarafi tercih
ediyor, öyleyse sen de sağımdan yürü.' "Bizim okuduğumuz Arapça lisan
kitapları da ezberindeydi. İnsan Kuran-ı Kerim'i ezberler, ama o metinler nasıl
hıfz edilir, bilmem. Bunu ancak bulgur pilavının pişmesini dahi bekleyemeyecek
kadar vaktinin kıymetini bilen bir insan başarabilir. Zaman kaybetmeyen
insandı. O abdest alırken, kendisine dersim olan Sarf, Nahiv kitaplarım
okurdum. Çünkü hem çok yavaş abdest alırdı, hem de o kitaplar ezberindeydi.
Abdest alırken çok dikkat ederdi. Sorardım:
-Dede,
sizin abdestiniz bizimkinden çok farklı oluyor; siz abdesti çok uzun
alıyorsunuz. Niye böyle oluyor?
"-Oğlum
ben abdest suyunu semadan inen manevî bir bulut olarak kabul ederim. Semalardan
bir manevî bulut geliyor, günahlarımı yıkıyor. Senin günahın yok. Onun için
şimdi senin bunu hatırlamana lüzum yok. İleride lazım olur diye
söylüyorum."
Onun bu cevabını
işitmek için bu suali defalarca sormuştum. Hiç kızmaz, her defasında derin
manalı manevî bir cevap verirdi.
"Ama ben acele
acele alıyorum, dede."
"-Ee! Sen daha
küçüksün, yaşlandığında sen de buna dikkat edersin " derdi.
”
‘Onlar Senden Sonra Neler Yaptı… Bilmiyorsun’
Hz. Ebu Bekir’den
şöyle rivayet edildi:
Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Benimle sohbet eden (sahibenî) ve beni gören
bazı kişiler, kıyamet gününde Kevser havuzunun başına gelirler. Onlar yanıma
getirildiklerinde, sıkıntı çektiklerini görür ve:Ya Rabbi! Şunlar benim
arkadaşlarım(ashâbî), arkadaşlarım(ashâbî) derim. Ama bana: ‘Onlar senden sonra
neler yaptı/türetti, sen bilmiyorsun’ denir”
(Ahmed b. Hanbel, 1992: V, 48).
Yıkıcı Felsefe/ Yapısökümü
"Yapısökümü;
gözden geçirmeden kabul ettiğimiz varsayımları sorgulayan ve bu varsayımlara
verilebilecek en güzel örnek olan değer yargılarımızdaki boşlukları açığa
çıkarıp, onların tartışmalı yönlerini ifşa eden felsefi şüpheciliğin oldukça
kapsamlı bir biçimidir."
D Eksikliği
Son yıllarda diğer
allerjik hastalıklarda olduğu gibi, artış gösteren gıda allerjisinde de vitamin
D eksikliğinin ilişkili olabileceği öne sürülmüştür. Vitamin D eksikliğinin
immün toleransı baskılayarak, enfeksiyonlara yatkınlığı arttırarak ve
gastrointestinal yolakta antijenik maruziyetin en yüksek olduğu mukozal yüzeyde
mikrobiyal yapıyı değiştirerek etkili olabileceği öne sürülmektedir
**
Sonuç olarak hışıltılı
çocuklarda D vitamini alımının kontrol grubuna göre düşük olması ve serum
vitamin D düzeyinin anlamlı derecede düşük saptanması tekrarlayan hışıltı
ataklarının etyolojisinde rolü olabileceğine işaret etmektedir. Ayrıca
Şanlıurfa gibi bol güneşli bir bölgede bu kadar çok sayıda vitamin D düzeyi
düşüklüğü saptanması dikkat çekicidir. Güneşli bölgede de olsa çocuklarda D
vitamini alımına daha fazla dikkat edilmesi ve gerekirse serum düzeyinin
kontrol edilmesi gerektiğini göstermektedir.
B 12 Vitaminin Besinsel Kaynakları
İnsan ince
bağırsağında bakteriler tarafından bir miktar B 12 vitamini sentez edilir ve
emilebilir ancak İnsanda kalın bağırsakta bakteriler tarafından sentezlenen B
12 vitamini emilimi çok az ve yetersizdir. İnsanlar için B 12 vitamininin en
önemli kaynakları karaciğer, kırmızı et, yumurta, peynir ve süt gibi hayvansal
gıdalardır. Gıdalarda B 12 vitamini konsantrasyonu en fazla karaciğer ve
böbrekte bulunur, her birinin 100 gramı 100 μg B 12 vitamini ihtiva eder.
Ayrıca deniz ürünlerinde de B12 vitamini bulunmaktadır. Bitkisel besinlerde
normal olarak B12 vitamini genellikle bulunmaz. Ancak Baklagil türü bitkilerde
kök kısmında simbiyotik olarak yaşayan bazı mikroorganizmalar tarafından B 12
vitamini sentez edilir, daha sonra baklagiller tarafından tanelerin içine
alınır (9, 113). Anne serumu ile anne sütündeki B12 vitamini düzeyleri arasında
güçlü bir korelasyon vardır. Anne sütünde ortalama 0.2–1.0 μg/l B12 vitamini
bulunur. İnsan için gerekli olan B12 vitamininin hepsi hayvansal gıdalardan
sağlandığından, diyetle yetersiz B 12 vitamini alımı kobalamin eksikliğinin
önemli bir sebebidir.
Ay Kehanetleri
“Ayın rengi sarı, sol ucu sivri, sağucu küt gözüküyorsa,
ilkbahar güzel olacak. Eğer ayın sağucu göğe dönük ise ülkede bol ürün olacak.
Eğer ayın sağucu yere doğru ise bütün ülkenin hasadı kuruyacak. Eğer ayın sol
ucu göğe dönükse ülkede düzelme olacak. Eğer ayın sol ucu yere dönükse ülkede
ölümcül salgın hastalık olacak. Eğer ayın uçlarıgüneye dönük ve
uzamışgörünürse, Akad ve Elam kralıölecek. Eğer ayın uçlarıkuzeye dönükse Akad
kralı düşmanıyok edecek. Eğer ayın uçları batıya doğru uzanmışsa yangın olacak
Anne Günü
Hititlerde Kral
Muwatalli’den sonraki bazımetinlerde ölüm gününün “anne günü” olarak
adlandırıldığı görülmektedir. Bu adlandırmanın sebebi olarak da, annenin önce
ölmesi ve yeraltındaki dünyayı daha iyi tanıyor olması sebebiyle, kişi
öldüğünde annesinin orada onu karşılaması düşüncesinden kaynaklandığısöylensede
asıl, toprağın anne olarak kabul edilmesi daha akla yatkın.
Altı İfade
Altı temel yüz
ifadesi: kızgınlık, şaşırma, üzüntü, tiksinme, korku, mutluluk
-----------
Turkish Poet
Knowledge should mean a full grasp of knowledge:
Knowledge means to know yourself, heart and soul.
If you have failed to understand yourself,
Then all of your reading has missed its call.
— Yunus Emre
İlim ilim bilmektir… İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin…. Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne… Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin… Ha bir kuru emektir
— Yunus Emre
Duygu Çeşitleri
Kabul Edici, Sıkılgan,
Haset, Paylaşan, Planlı, Kendine Hakim, Üzgün,
Maceracı, Sersemlemiş,
Hiddetli, Eleştiren, Hoşnut, Dingin, Alaycı,
Şefkatli, Acı, Umutlu,
Meraklı, Kendini Düşünen, Çekingen, Tatmin,
Korkmuş, Övünçlü, Terk
Edilmiş, Cesur, Ümitsiz, Sosyal, Korkan,
Saldırgan, Canı,
Sıkkın, Öfkeli, Meydan Okuyan, Düşman, Kederli, Küçümseyici,
Uzlaşmacı, Sakin,
Cömert, Zevkli, Aşağılanmış, İnatçı, Ürkek,
Büyüleyici, Dikkatli,
Sevinçli, İlgi Bekleyen, Sabırsız, Boyun Eğen, Toleranslı,
Karışık, Neşeli,
Mahzun, Bunalmış, İtici, Şaşkın, Güvenen,
Eğlenceli, İğrenme,
İhtiraslı, Ümitsiz, Kararsız, Şüpheli, Şefkatsiz,
Kızgın, İlgisiz,
Kederli, Uzlaşmaz, İçerlemiş, Sempatik, Emin Değil,
Can, Sıkıcı, İtaatsiz,
Sızlanan, Hayal, Kırıklığı, Meraklı, Anlaşılmaz, Paylaşmayan,
Karşıt, Memnuniyetsiz,
Suçlu, Cesareti, Kırık, İlgili, Kavgacı, Dost Değil,
Beklentili, Tatminsiz,
Mutlu, Sinirli, Tahammülsüz, Hazır, Mutsuz,
Endişeli, Güvensiz,
Çaresiz, İtaatkar, Tahrik, Edilmiş, Yenilikçi, Yenilikçi Değil,
Duyarsız, İstekli,
Tedirgin Boyun Eğen, Kıskanç, Pervasız, Asempatik,
Kaygılı, Coşkulu,
Ümitli, Nefretli, Neşeli, Asi, Tereddütlü,
Utangaç, Heyecanlı,
Kafası Karışık, Panik, Gönülsüz, Reddedici, Kindar,
Şaşırtıcı, Utanmış,
Aşağılayıcı, Sabırlı, Yalnız, Vicdan, Azabı, Uyanık,
Özenli, İçi Boş,
Hoşnut, Dalgın, Uysal, Gücenmiş, Hayretli,
Ürkmüş, Girişken,
Aksi, Kafası Dağınık, Küçük düşmüş, Karşı Gelen, Kaygılı
İhanet Ve Aşk Ekseni
Aşk bağımlılıktır.
Aşk acısı, intihara sebep olabilecek denli güçlüdür.
İnsanların duygu durumları, iç/dış şartlara göre
değişkenlik gösterir.
Aşkın reddi, nefreti doğurabilir.
Kıskançlık, aldatma sebebi olabilir.
Akıl Fayda Vermez
Hz. Ali
kerrma’llâhu vecheye atfedilen bir şiir şöyledir:
“Akıl iki çeşittir: Matbû ve mesmû akıl,
Mesmû akıl
fayda vermez, matbû akıl olmayınca,
Nasıl ki güneş
ışığı fayda vermez, gözün ışığı olmadığında.
Çabuk İstiyorsunuz
Beyit:
“Yüceliğe kolayca erişmek istiyorsunuz;
Halbuki baldan
önce arının sokması gerekir! ”
[Ebü’t- Tayyib
el-Mütenebbî’ye (ö. 354/965)
Vah
“Bir milletin yapısı
mâmur değildir, (insanların) ahlâkı harâp olmuşsa.”
[Ahmed Şevkî’ye (1868-1932)]
Öyleyse
“Biz bir memleketi
helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına
(itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket
hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz!” [İsrâ
Sûresi’nin 16. Âyet]
“Sizden kim bir münkeri görürse, onu eliyle
değiştirsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa
kalbiyle (buğz etsin)! [Hadis]
Herşeye Dayandım… Fakat Dostla İmtihan olmak
Di‘bil b. Ali el-Huzâî (ö. 246/860)’nin Dîvân’ında şöyle bir beyt yer almaktadır:
“Düşmanlığına
sabrederdim fakat gelin ve bakın, beni kiminle imtihan ediyor!”
Dört Büyük Mürşid
Dört
büyük mürşit:
1. Abdurrahman, 2. Abdülkahhar 3. Abdülcebbar,
4. Abdülaziz’dir.
Eğer
sorarlarsa ki:
Abdurrahman
kimdir? Âdem Saflullah’tır.
Abdülkahhar
kimdir? Nuh Nebiullah’tır.
Abdülcebbar
kimdir? İbrahim Halilullah’tır.
Abdülaziz
kimdir? Hz. Muhammet Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)dır.
Yüze Sen
Kenarında gezmediğin deryanın
Ne haddin ki ortasında yüzesin
Hakikatte yarım adam değilsin
Dava kılan elli ile
yüze sen
Öldürme Metaforu
Siyasî iktidarlar, Hegel’in söylediği bir metaforu,
politikalarında uygulaya gelmişlerdir. Hegel:
“Batı’da masum bir
köpeği hiçbir sebep yokken öldürseniz size çok kızarlar ve katil derler; ancak
köpek kuduz derseniz ve o köpeği öldürürseniz size kimse kızmaz” der.
Varlık ve Yokluk
“Senin varlığın zâtınla, bizimki ise senin
görüntün,
Allah‟ın farkı nereden
nereye.
Senin varlığın mutlak
zengin, yaratılmışlar ise dilenci,
Senden aldıkları
varlık, kendilerindeki ise yokluk.”
Celaleddin Devvani
Nerde Ne Arıyon
Nerde ne arıyon divane gönül
Dinle bir kendini anlamak için
Sen bir ruhsun kalbin ruhuna bağlı
İrade elinde yönlemek için
Tanıyabildin mi sendeki seni
Bütün vücudunu bu nazik teni
Allah şahit etmiş ruha bedeni
Kimseyi kimseden sormamak için
Sana akıl fikir bir mantık vermiş
Seni gözün ile dünyayı görmüş
Allah sevenlerin gönlüne girmiş
Kulundan uzakta durmamak için
Sevip sevilmesi gayet tatlıdır
Garip'im sevgiler farklı farklıdır
Bu hak ruhumuzla irtibatlıdır
Sır etmiş kendini görmemek için
Kaynak: Neşet Ertaş
Yöre: Kırşehir
Tarih Nedir?
“Tarih olayların
ilmidir.
Tarih, ne bir model, ne
de milli seciyenin mektebidir. Tarih, sâdece tarihtir.
Harsa değil, fikre,
muhakemeye ve, nihayet, ilmi tedkiklere zemindir.
Tarih, neticeleri
sebeplere bağlayan ilimdir.
Tarih, insanlığın
şahsiyetinin oluşunu gösterir.
Tarih, insanlığın gerçek
romanıdır.
Tarih, vesikalar
vâsıtasıyle, mâziyi te’sis teşebbüsüdür.
Tarih, içimizde yaşayan
canlı mâzidir.
Tarih, insanları bir
heykel, bir kitâbe, bir anıt karşısında düşündürme sanatıdır.
Tarih, ibretler
hazinesidir.
Tarih, geçmişteki insan
münasebetlerinin incelenmesidir.
Tarih,
insanlığın topyekün tecrübesidir.” (Ziya Gökalp)
İnceden İnce
Erenler buyurmuşlar. ‘Gelme,
gelme! Dönme, dönme! Gelenin malı, dönenin canı…
“Hak Erenler sen ne yaparsan yap yardımcı olurlar diye
bir şart yoktur. Sen kendini yak, sonra Hak Erenler yardımcı olsun.”
“Hak Erenlere sadece sitemim değil, bir de maruzatım var.
Bunca ihtardan sonra eşek değiliz ya, elbet bir şeyler olacak. Artık olacak. Ey
yüce Allahım, madem sen, “Bir şeyler yapın,” dedin, yapacaklarımızdan dolayı
bizi kınama!”
Akrabalık Hukuku Hakkında
O gün, kişi
kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından, kaçar. (Abese 34-36) O gün bunlardan herkesin kendine
yeter bir işi (derdi, belâsı) vardır. (Abese, 37)
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ bu
ayetle bize şunu açıkça izah ediyor. Dünya hakikatiyle bir imtihan yeri. Çünkü
hesap zamanı birbirinden kopan kan bağı hesaptan sonra da birleşmeyecektir.
Yani cennette insanlar dünyanın bir devamını değil başka bir hayat
yaşayacaklardır. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu bu hadis
bize kesinlik ifade eder.
" ‘Bütün sebepler / bağlar, [Zehairu’l-Ukbâ,
s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 284] nesebler (soylar) ve sıhrıyetler
kesilmişlerdir; ancak benim sebebim, nesebim ve sıhrım hâriç” [Zehairu’l-Ukbâ,
s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 285]
Ahiret konusundaki bu inceliği
farkeden Hz. Ömer radiyallâhü anh kendini garantiye almak zorunda olduğunu
bilmiş, Hz. Ali kerrma’llâhu veçhe den kızını istemiştir.
Bizim buradan çıkaracağımız ders
Ehl-i Beyte karşı yapacağımız hareketlerde dikkatli olmamız gerektiğidir. Hiç
olmazsa dünya için onlara eziyet etmemeliyiz. Ahiret hayatı karşılığı olan bu
dünya hayatı insan için önemli bir geçiş noktası olduğunu unutmadan
yaşamalıyız. Dünyada insana bağışlanmış olan imtiyazlar ahiret için çok az
verilmiştir. Konu hakkında düşünürseniz, dünya kısalığı kadar sonsuz ahirete
bedel olan durumu olmasa idi, Allah Teâlâ karşılık olarak göstermezdi. Cennet ve
cehennem tercihi insana aittir.
Ali Emiri
(Alıntı)
Herkes Aynı Demek Ki
Alparslan Türkeş,
kendisinden hayli küçük bir kızla evlenmiş ve mutlu bir yaşamın ardından
Allah'ın rahmetine göçmüş, o hanımefendi bu lidere çocuklar vermiştir. Birkaç
yıl önce maalesef teröre kurban giden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı öldürüldüğü
zaman geride 25 yaşında hanımıyla bir yaşında kızını bırakmıştı. Filistin
lideri merhum Yaser Arafat da kendisinden hayli küçük bir bayanla evliydi.
Sivas’ın Yüzakı
Mütevelli-zâde Yusuf Ziya
Bey’in Erzurum Milletvekili olarak seçilmesinin nedeni; “…Amasya’dan gelip
Sivas’a üzerinden Erzurum’a giden Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta kaldığı süre
içerisinde, Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cem’iyeti’nin Sivas şubesinin
yöneticilerine; “Erzurum Kongresi içn, Sivas merkezinden istenilen iki
arkadaşın şahısları üzerinde fazla tevakkuf etmeyerek hemen yola çıkarılmaları”
talimatı verilmiştir.”
Bunun üzerine Vali
Vekili olan Sivas Kadısı Hasbi Efendi, halkı Cami-i Kebir’de (Ulu Cami’de)
toplar ve onlara durumu anlatır. Eşraftan ve Âyan-ı memleketten 25 kişi,bu
hususta çalışmak üzere belirlenir ve bunların Erzurum Kongresine mümessil
geçmeleri istenir.Muhasebeci-zade Tevfik Efendinin evinde yapılan
toplantıda;seçim işinde sıkıntı çıkar. Bir çok aday memuriyetlerini,ticaret
hayatlarını, aile durumlarını bahane göstererek gitmek istemezken Evkaf
Başkatibi Mütevelli-zade Yusuf Ziya Efendi ve Muallim Fazullah Efendi kendi
hüsnü rızalarıyla kongreye katılırlar…”
[Ayrıntılı bilgi için
bkz. M. Fahrettin Kırgızoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, I, Ankara 1993, T.C.
Ziraat Bankası Yayınları, s.175–182; Cevdet R. Yularkıran, Reşit Paşa’nın
Hatıraları, Ġstanbul 1939, s.38–39.]
Hacı Abdurrauf Efendi
Ailenin bu dönemdeki
önemli fertlerinden biri Hacı Abdurrauf Efendi olmaktadır. 1871’de Sivas’ta
doğan Abduurauf Efendi öğrenimini Darende ve Kayseri’de yapmıştır. Seçkin ve
uyanık bir din adamı olan Abdurrauf Efendi, Türk tarihinin en acı günlerinde
yaptığı hizmetlerle asla unutulamaz bir yere sahip olmuştur.
İlk görevi Ulu
Cami’nin hatipliği olan Abdurrauf Efendi daha sonra Meclis-i İdare ve Mahkeme
Üyeliği görevinde bulunmuştur. 1916 yılında ise müftülük görevine
getirilmiştir. Ayrıca bu dönemde Sivas Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin
kurucularından olan Abdurrauf Efendi bu görevini cemiyetin ilk gününden
başlayarak, yerini Halk Fırkası’na bırakana kadar elinde tutmuş ve başkanlığını
yapmıştır. 27 Haziran 1919 yılında Sivas’a gelen Mustafa Kemal’in her emrini
yerine getirerek onun takdirini toplamıştır.
Yine bu dönemde
Mustafa Kemal’in yazılı olarak vermiş olduğu emirleri Ulu Cami’deki halka birer
birer anlatarak, Sivaslılar’ın milli davaya yönelmesinde önayak olmuştur. Buna
benzer gayret ve çalışmaları Kongre esnasında da devam etmiştir. Hatta Yenihan
ayaklanması sırasında, köy köy dolaşarak aldatılmış olan zavallı halka, Ankara
Hükümeti’nin meşruluğunu delilleriyle birlikte anlatarak, onları doğru yola
yöneltmiştir. Kongre salonunun bitişiğindeki Atatürk’ün yatak odasında bulunan
kanepe, koltuk, sandalye ve yatağın önünde serili olan halıyı da Abdurrauf
Efendi temin etmiştir. Dinç ve zinde olan Abdurrauf Efendi 1926 yılında
müftülük makamında çalışırken rahatsızlanarak vefat eylemiştir.
Hatip-zâde Es-Seyyid
Eş-ġeyh Abdurrahman Efendi‟nin kabri Ulu Camii‟nin ahçesinde bulunmaktadır. Mezar taşında ise
şunlar yazılıdır: “Ya Gafur el- merhum el mağfur an evlâd-ı Hatipzade Sivas
Es-Seyyid Eş-ġeyh Abdurrahman Efendi ruhuyçün rıza-ullah-ül Fatiha ”
Oikeiosis
Oikeiosis Türkçeye “kendine-alma,
kendinin-kılma, kendini sevme” olarak tercüme edilebilir ve insan da dâhil tüm
canlıların varlıklarını korumaya ve sürdürmeye yönelik birincil itkisini, bir
anlamda “yaşama içgüdüsü”nü ifade eder. Düşünce ya da daha genel olarak
insanlık tarihindeki, bugüne kadar ulaşmış yazılı kaynaklarda çeşitli
tezahürleri gözlemlenebilecek olan “yaşama içgüdüsü” ilk kez Stoacı filozoflar
tarafından kavramsallaştırılmış ve söz konusu kavram Stoacı filozofların etik,
ve dahi felsefe anlayışlarının merkezine yerleştirilmiştir.
Ah Benim İçimdekiler
أفْرَغُ مِنْ فُؤادِ أمِّ مُوسى
"Mûsâ'nın annesinin kalbinden daha boş,
daha yalnız".[Kasas; 28/10]
فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat
göğüslerdeki kalpler kör olur.” [Hac, 22/46]
Partilerin İşlevleri
- Temsil
- Seçkinler sınıfı oluşturma ve yetiştirme
- Hedef belirleme
- Menfaatleri ortaya koyma ve açıklama
- Sosyalleşme ve sosyal haraketlilik
- Hükümetin organizasyonu
Ehli Haber
Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere
gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn
Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ―
سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت ―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.
İmam Gazalî, Hayyam’a Değer Verirdi
Bir gün Hayyam vezir Abdü’r-Rezzak‘ın nezdine
gitti. O gün reisü‘l-kurrâ (Ebu‘l-Hasenü‘l-Gazali) dahi orada bulunuyor ve o esnada
Ayat-i Kur‘aniyyeden bir ayetin tarz-ı kıraati hakkında aralarında bir münakaşa
cereyan ediyordu. Vezir, Hayyam‘ın içeriye girdiğini görünce : ― [على الخبير سقطا]
dedi.*
Hayyam meseleyi tetkik edip kârilerin o
husustaki ihtilafını beyan etti ve onlardan her birinin nokta-i nazarını ilelü
esbabıyla izah eyledi ve şevazı ve esbabını anlattı.
Nihayet meseleyi bir şekl-i kat‘îde hall ü
fasl etti. Bunun üzerine Gazalî dedi ki: Allah ulema içinde senin emsalini
kesir [çok] eylesin.
Kurrâdan bunu hıfz etmiş bir kimsenin
bulunabileceğini zannetmiyordum. Nerede kaldı ki hükemadan birinin… Riyaziyât
ve makulat gibi aksam-ı felsefeye gelince, Hayyam tamamiyle bunların ehli idi.
Bir gün Hüccetü‘lİslâm Gazali müşarünileyhin
nezdine gelerek şu suali ona irat etti: Ecza-yı kutbiye-i felekten öyle bir
cüz‘ü tayin et ki o ecza-yı kutbiyenin gayrı olmakla beraber onlarla
müteşabihül-ecza olsun. Bunun üzerine, Hayyam sözü uzattı ve birtakım sözlerle
kelama iptida ederek münazaun fih olan meseleye girişmekten ihtiraz etti. Zaten
bu Şeyh-i mutâ῾ın âdeti daima bu idi. Nihayet, öğle ezanı
okundu. Gazali ezan sesini duyunca: ―”cael hakku vezehakal batılu” ―[ Hakk
geldi ve batıl zail oldu ] dedi ve ayağa kalktı.
*Kendisinden bir mesele istizah etmek üzere
gelen, fakat sualini sormakta tereddüd eden bir rahibe hitaben Emirü‘l-Müminîn
Ali İbni Ebi Talib‘in söylediği şu sözlerden muktebes ve meşhur bir cümledir: ―
سل عما بدالك، فانك على الخبير سقطت
―”ki hatırına her ne geliyorsa sor çünkü tam ehl-i habere düştük”, demektir.
Rivayet ederler ki Ömer Hayyam bir gün bir
altun hilal ile hem dişlerini karıştırmakta, hem İbni Sina‘nın Şifa namındaki
eserinden ilâhiyat faslını mütalaa eylemekte idi. Bu mütalaa esnasında El-Vâhid
ve’l-Kesîr faslına gelince, hilali kitabın iki yaprağı arasına koydu, ayağa
kalktı, namaz kıldı, vasiyet etti, yemedi, içmedi. Son yatsı namazını da eda
ettikten sonra, secdeye kapanarak:
―Ya Rab, ben seni tanımaklığım mümkün
olduğu kadar tanıdım. Beni mağfiret et. Benim seni tanımaklığım mahza [sırf]sana
tevessül etmek içindi.‖ dedi ve teslim-i ruh etti. (Allah onu rahmet
eylesin.)
Rivayet ederler ki müşarünileyhin manzum
sözlerinin sonuncusu bu idi: Ya Rab, kendi varlığıma doydum sıkıntıma ve fakr u
zaruretime doydum-Sen mademki yoktan var edensin, kendi varlığın hürmetine beni
yokluktan kurtar.
Kaygı
Günümüzde insanlar, ebediliğe ilişkin soyut,
övücü sözler söylediklerinde bile ondan çok korkuyorlar.
Bugünlerde, çeşitli yönetimler huzursuz düzen
bozuculardan duydukları korkuyla yaşıyor; birçok insan da, aslında gerçek huzur
olan tek bir düzen bozucudan, ebediyetten korkuyor. Bu nedenle an’ı ilan
ediyorlar, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olması gibi
ebediliği yok edecek en iyi şey de an’lardır. O zaman neden insanlar böyle
korkunç bir acele gösteriyor?
Ebedilik yoksa, o an da istedikleri kadar
uzayabilir. Ama ebediliğe ilişkin kaygı, an’ı bir soyutlamaya dönüştürür.
Dahası, ebediliğin inkârı, dolaylı ya da dolaysız, kendini birçok biçimde ifade
edebilir; alaycılık, sağduyu ile can sıkıcı bir zehirlenme, meşguliyet,
zamansal olana duyulan heyecan, vb.
[Kierkegaard, S. (2012). Kaygı Kavramı (6.
Baskı). Türker Armaner (Çev.). Ġstanbul: Türkiye Ġş Bankası Kültür. (s.
151-152).]
Kader
İslam’daki kader anlayışını Hz. Ali
kerremallâhü aleyhi vechenin şu sözleriyle özetleyebiliriz: Ona göre kaza ve
kader, “Allah’ın önceden takdiri olarak değil, ezelî ilmi ile bilmesi ve
insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması”dır. Ona göre
kader; “İtaatı emretmek, isyanı yasaklamak; iyi fiili yapmak, kötü fiili
yapmamak konusunda insanı serbest bırakmaktır.”
Süleyman Yüzüğü
Hz.
Süleyman’ın meşhur yüzüğünün üstünde ism-i azamın yazılı olduğu rivayet edilir.
Hz. Süleyman bu yüzük sayesinde başta insanlar ve cinler olmak üzere bütün
hayvanlara, kuşlara ve rüzgâra hâkimdir. Taşı kibrit-i ahmerden olan bu yüzüğün
üzerinde üç satır vardır: 1. Bismillâhir’-rahmânir’-rahîm 2. Lâ ilâhe illâllâh
3. Muhammedü’r-rasûlü’l-lâh
Halil Tayyibi
Kaynaklar,
somuncu baba nın bir çocuğunun olduğunun onunda Yusuf Hakîkî Baba olduğundan ve
ayrıca manevî evladı halil tayyibinin varlığından söz eder. Somuncu baba nın
vefatı ve kabri ile ilgili ihtilaflı tartışmalara üzerinde derinlemesine
araştırmalar yapan prof. Dr. Ahmet Akgündüz hocanın arşiv belgeleri ışığında
ortaya koyduğu görüşü, yani şeyh Hamid–i veli Hz. Lerinin bedeninin defn olduğu
yerin Darende olduğudur!!!
(Ehli yakine göre Somuncubaba başka yerde sırlanmıştır. Çünkü hazret patırtı kütürtü ve şenlik yerlerden hoşlanmazdı. Ayırca Hz. Ali kerremallahu veche izindedir. Kabri gizlidir.)
Mavi remzi
Aşırı
düşmanlık için mavi düşman kullanılır... Bu Arap dilinde nadir anlamlardan
biridir. Şiddetli düşmanlığı Araplar nitelediklerinde böyle derler. Bu söz,
onların sözlerinde ve şiirlerinde çokça kullanılmıştır. Renklerin durumunu
belirlemede hayatın iyi ve kötü yönlerini renklerle belirtme âdetleri vardır.
Bunun en güzel örneğini el-harîrî yapmıştır.
‘ukûdü’l-cümân adlı kitap yazarı kemal ibn şa‘‘âr el-mevsılî şöyle dedi
ibn sâbir, bağdat’taki dicle’de mavi don giymiş sırtında hava dolu tulukla
yüzme öğrenen çocuk hakkında şöyle demiştir:
1. Ey erkekler! Şikâyetimi duyun, âşık olup sevdiğime sarılan bir tuluğu
şikâyet ediyorum. 2. Hevesim gibi bir havayla doldu, ancak o yüzüyor ben ise
ağırlaşan aşkla batıyorum. 3. Don onun baldırlarını sarınca beni tahrik ediyor
mavi bir düşman gibi
Süleyman Sami Demirel Mason mu
Demirel 28
Kasım 1964 tarihinde AP ikinci Büyük Kongresi’nde mason olduğu iddialarının
ortaya atılmıştı. O günlerde mason localarının önde gelenlerinden Saffet Rona,
Hulusi Selek ve Halit Arpaç imzalarını taşıyan çelişkili belge, üstadı azamlar
arasında büyük huzursuzluk yaratmıştır. Dünya görüşlerine gölge düşürmek
istemeyen masonlar, Demirel’e 1964 Kasım ayında mason olmadığına dair verilen
bu belgeden 2 ay sonra, 14 ocak 1965 tarihinde İstanbul’da yeniden toplanarak
gerçek kararı açıklar. Bu toplantıda üstat başkan Ekrem Tok’un önderliğinde
alınan ivedi kararlar, 14 mart 1965 tarihinde Ankara’ya gönderilince Demirel’in
yalanlanan masonluğu, Masonlar Yüksek Kurulu’nun açıklaması ile yeni bir boyut
kazanmıştır. (Nafiz Ekemen’e göre Demirel devlet su işlerinde genel müdür iken
Ankara bilgi Locası’na kaydolmuştur. Loca defterinde 15. Sayfa, 43. Sıra
numarası, 48 matrükül kaydıyla mason olup mahfilden geçtiğini ifade etmektedir.
Bkz. Nafiz Ekemen, arşivlerimiz içinde 1965 olayları, İstanbul, 1978, s. 226)
Demirel’e verilen bu çelişkili belge mason locası’nda sıkıntı yaratarak Ekrem
Tok’un Mason Locası Başkanlığı’nı kaybetmesine sebep olmu; daha sonra yapılan
ikinci toplantıda Necdet Egeran Üstat-ı Âzam olmuştur. Bkz. Yeşilyurt
Zerdüştlük dininin doktrini ile Tevrat ve Kur’an’ın öğretileri arasında
benzerlik bulunduğu gibi, bu metinlerde yer alan pasajlar arasında da anlam ve
üslup benzerliklerine rastlanabilmektedir. Örnek olarak Zerdüşt: ” Ben sana
senden daha yakınım”( Desâtir,122) derken, Kur’an’da Kaf suresinin 16.
Ayetinde “ Biz ona şah damarından daha yakınız” denilerek aynı şey
söylenmiş olmaktadır.[ Yavuz, ”Metni Dili ve Tefsiri Açısından Kur
’ân Metni”. 110]
Deney ve Tecrübe
19. yüzyılın
sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında yaşayan Abdüllatif Harputi, Batıda Aristo
felsefesinin ve klasik kelâmla iç içe geçmiş olan eski Yunan düşüncesinin
geçerliliğini yitirdiğini, bunun yerine, ilimde artık deney ve tecrübenin hâkim
olduğunu savunmuştur. Batıda varlık felsefesinde, artık materyalist ve
pozitivist inkârcı akımların hakim olduğunu belirtmiştir. Kendi ifadeleri
şöyle: “Dinin esas inançlarını içeren, asrımızda ortaya çıkan birçok bid’at ve
çağdaş dinsizlere karşı koyan, dini korumak için kesin bir şekilde ortadan
kaldırılması gereken, modern doyumcu felsefenin sapkınlıklarını reddetmeye
yönelik, Ehli Sünnet kelamcılarına ait, bir şey bulunmamaktadır. Kitap, Hak
olan dinimizi ve doğru olan kitabımızı, hile ve saptırma yoluyla savaşanların
saldırısına karşı savunmak için, akıl sahiplerine örnek olabilecek bir şekle geldi.”
[Harputi, Abdüllatif, Tenkihu ’l Kelâm
Fi Akâid-i Ehli’l İslam,
Çev: İbrahim Özdemir, Fikret Karaman, T.D.V Yay., Elazığ, 2000, 20-22.]
Duygumuzun Nesne Bağlantısı
Martha C. Nussbaum bu konuda şöyle demektedir.
Duyguların en önemli özelliklerinden biri, ona göre bir nesne hakkında
olmalarıdır. Kıskançlığımız bir kişi hakkındadır, neşemiz
değer verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır, üzüntümüz yine değer
verdiğimiz bir kişi veya bir şey hakkındadır.
Nussbaum
ile beraber birçok filozof duyguların bu “hakkındalığını”
vurgulamıştır. İşte bu noktada Nussbaum
duygunun önemli bir özelliğini daha ortaya koyar. Yaşanan duygular her zaman
kişinin kendi yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi
içerir.
Örneğin hayatımızla hiç ilgisi olmayan hiç tanımadığımız bir kişinin
başka bir şehre taşınacağını düşünerek üzüntü yaşamayız. Aynı sebeple
hayatımızda çok değer verdiğimiz bir kişinin cesedine bakmak bize duygusal
olarak dayanılmaz gelir.
Ayrıca Nussbaum’a göre, duygunun temelinde yatan değer verişin
derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun kuvveti de o kadar fazla
olacaktır. Çok yakın bir kişi hastalandığında çok
üzülür, daha az yakın olduğumuz daha az sevdiğimiz birisi hastalandığında daha
az üzülürüz. Çok yakınımızın bize yaptığı bir sadakatsizlik bizi çok kızdırır,
daha az sevdiğimiz bir kişinin sadakatsizliği bizi daha az kızdırır vb.
Elbette
hayatımızın parçası olan kişilere veya şeylere değer vermemiz herhangi bir
duyguya sahip olmamız için gerekli fakat yeterli değildir.
Nussbaum’un
teorisine göre, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız
gerekir. Nussbaum, bu yargıyı iki basamaklı düşünebileceğimizi söyler: Değer verdiğimiz nesne ile ilgili bir
görüngüye sahip oluruz. Bu görüngüyü gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul
ederiz.
Önce görüngüyü açıklayalım.
Korktuğumuzda
değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi
görürüz/algılarız. Umutlandığımızda değer verdiğimiz birini veya bir şeyi
belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru gidecekmiş gibi görürüz/algılarız.
Yastayken değer verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi
algılarız. İşte değer verdiğimiz
kişileri ve şeyleri böyle algılamaya Nussbaum yargının birincibasamağı olan
‘görüngü’ der.
Bazen
görüngülere sahip olduğumuz halde onları gerçeği yansıtan görüngüler olarak
kabul etmeyiz. Nussbaum görme ile ilgili bir örnek verir. Güneşi gözlerimiz
ufak görür oysa gördüğümüzü gerçekleri yansıtan bir görüngü olarak kabul
etmeyiz. Yani bir görüngüyü kabul edebiliriz veya reddedebiliriz. Kabul
ettiğimizde bir inanç oluşturmuş oluruz. Güneşle ilgili görüngüsünü kabul eden
bir çocuk güneşin ufacık olduğuna inanır. Bizler, görüngümüzün gerçeği
yansıtmadığı düşüncesiyle görüngümüzü reddederek böyle bir inanç oluşturmayız.
Duyguların
içeriğini oluşturan yargıların ikinci basamağı da görüngülerin kabul edilmesi
ile tamamlanır. Değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit
altındaymış gibi gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Değer
verdiğimiz birini veya bir şeyi belirsiz durumundan iyi bir yöne doğru
gidecekmiş gibi görüp bu görüngümüzü kabul edersek umuda sahip oluruz. Değer
verdiğimiz birini veya bir şeyi kaybetmişiz gibi algılayıp bu görüngümüzü kabul
edersek de yas yaşarız.
Stoikler bu
kabul etmenin veya reddin her zaman bizim seçerek yaptığımızı düşünmüşlerdir.
Nussbaum’a göre ise bu kabul her zaman seçerek yapılmaz.
Söz konusu
görüngü kabulünün her zaman o kadar da “seçerek” yapılmayabilişi, Nussbaum’un
kendisine yöneltilen önemli bir eleştiriye yanıt vermesini sağlar. Bu
eleştiriye göre yargılarımızı değiştirdiğimiz halde bazen duygularımız
değişmeyebilir.
Sandra adlı kişi küçükken köpekten çok korkar fakat gün geçtikçe büyür
ve köpeklerin zararsız olduklarını ve onların kendisine bir şey yapmayacağını
öğrenir ve buna olan inancı her geçen gün artar. Sandra’nın yargısı ne denli değişmiş olsa bile korkusu değişmez. Hala
küçüklüğünde olduğu gibi köpeklerden korkmaya devam eder. Bu ve bunun gibi
örnekler gündelik yaşamımızda sıkça karşılaştığımız ve başımıza gelen
olaylardır. Dolayısıyla bu örnek yargının değişmesine rağmen duygunun
değişmediğine bir destek olarak gösterilebilir.
Fakat
Nussbaum bu örneğin çürütülebileceğini iddia eder ve bunun da insanların
çelişen inançlarıyla açıklanabileceğini dile getirir. Nussbaum, insanların
çelişen hisleri olarak ifade ettiği durumu şöyle açıklar.
Örneğin;
bir kişi yaşadığı yerdeki mahkemeyi yanlış yerde biliyordur, fakat kişi,
mahkemenin doğru adresini öğrense bile aynı yerinde düşünmeye devam eder ve her
defasında aynı hatayı tekrarlar. Çoğu insan hayatı boyunca bu şekilde hatalarla
karşı karşıya kalmaktadır. Bunları değiştirmek çok zordur ve kişinin bütün
hayatını bir incelemeye almasını gerektirir. Dolayısıyla bu gibi yanılgılar
insanların hayatında yer almaya devam edecektir. Yani Nussbaum’a göre bu
kişinin çatışan iki inancı vardır. Ona göre, aynı durumu duygularla ilgili de
düşünebiliriz.
Örneğin;
Seneca onurun çok önemli olmadığına inanan bir kişidir fakat önemli bir davete
gittiğinde özel kişilerin oturduğu masaya değil de farklı bir yere
oturtulduğunda kendini kötü hisseder. Her ne kadar onurun önemli olmadığına
inansa da bunu bile bile aşağılanma hissetmektedir. Çünkü Seneca’nın onurun
önemli olmadığına dair inancı vardır fakat davet sırasında onur ona önemliymiş
gibi görünür ve bu görüngüyü o anda kabul ederek önceki inancı ile çatışan bir
yargı oluşturur.
Nussbaum’a
göre farklı duygular aynı kişi veya şey hakkında olabilirler.
Örneğin
aynı kişi hakkında hem üzüntü duyabilir hem gurur duyabiliriz. Değer verdiğimiz
bir kişinin bir iş görüşmesinin kötü gittiği yargısına varırsak üzülür, önemli
bir ödüle layık görüldüğü yargısına varırsak onunla gurur duyarız. Yani
üzüntüyü gururdan ayıran hangi nesne hakkında oldukları değil, o nesne ile
ilgili nasıl bir yargıya vardığımızdır.
Değer
verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin kötü yönde etkilere tabi olduğu
yargısına vardığımızda üzüntü, korku, kıskançlık gibi yaşaması tatsız duygular
hissederiz. Öte yandan değer verdiğimiz, önemli bulduğumuz şeylerin iyi yönde etkilere
tabi olduğu yargısına vardığımızda da neşe, umut, gurur gibi yaşaması hoşumuza
giden duygular hissederiz. Örneğin; değer verdiğimiz bir kişinin şanslı olması
ve bu şansının hayatta ona çok şey kazandırmasını yaşaması hoşumuza giden bir
“neşe” duygusu ile karşılarız. Değer verdiğimiz bir kişi şansı nedeniyle bize
göre iyi yönde etkileniyordur. Diğer yandan, değer verdiğimiz bir kişiyi
kaybettiğimizde uzun süren bir “yas” dönemine gireriz. Değer verdiğimiz bir
kişi ölüm nedeniyle artık yoktur.
Duygular,
onları yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de
sahiptir. Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu
algısına sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili
korkumuz hatalı olmuş olur. Aynı şekilde değer verdiğimiz bir kişinin durumunun
iyiye gideceği algısına sahipsek ve dolayısıyla umutlu isek fakat aslında
durumu kötüye gidiyorsa umudumuz yersizdir. İşte bu şekilde Nussbaum’a göre
duygular hata içerebilirler.
Tekrar
edecek olursak; Nussbaum’a göre, yaşanan duygular her zaman kişinin kendi
yaşamıyla ilişkili birilerine veya bir şeylere değer vermeyi içerir. Duygunun
temelinde yatan değer verişin derecesi ne kadar yüksekse, yaşanan duygunun
kuvveti de o kadar fazla olacaktır. Nussbaum’un teorisine göre, bir duygu
yaşamamız için, değer verdiğimiz kişi veya şeyle ilgili bir yargıda bulunmamız
gerekir.
Duygunun
kendisi olan bu değer yargısı ise iki basamaklıdır.
(1) Değer
verdiğimiz nesne ile ilgili bir görüngüye sahip oluruz
(2) Bu görüngüyü
gerçeği yansıtan bir görüngü olarak kabul ederiz.
Örneğin;
değer verdiğimiz birini veya bir şeyi bir çeşit tehdit altındaymış gibi
gördükten sonra bu görüngüyü kabul edersek korkarız. Duygular, onları
yaşayanların algılarını içerdiğinden, hatalı olabilme özelliğine de sahiptir.
Örneğin değer verdiğimiz bir kişinin hayatının tehlike altında olduğu algısına
sahipken aslında hayatı tehlike altında değilse, onunla ilgili korkumuz hatalı
olmuş olur.
Namazı Geçemeyene Bir Şey yok
Ebû Hüreyreden gelen başka bir rivâyete göre Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi
ve sellem
:'Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çekilecektir. Eğer namazı iyi
çıkarsa, bütün amelleri de iyi çıkar. Eğer namazı bozuk çıkarsa, bütün amelleri
de bozuk çıkar.” demiştir.[ Ali el-Kârî, Mirkât, II, 194.]
Annesine İyi Davranmayanın Vay Haline
Hz. İsa aleyhisselâmın beşikte iken kavmine verdiği cevap zikredilirken: “Sen şüphesiz
Allah’ın kuluyum. Bana kitab verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam
olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı ve anneme iyi
davranmamı emretti” [Meryem (19), 31.]
Kafirûn ve İhlas Bütünlüğü
Câbir b. Abdullah’tan (v. 77/696) gelen
rivâyette: “Bir adam sabah namazının sünnetinde, birinci rekatta “Kul ya
eyyühe'l- kâfirun” sûresini okudu. Bitirince Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi
ve sellem: “Bu kul, Rabbini tanıdı.” dedi. İkinci rekatta “Kul
huvallahu ahad” okudu. Rasülüllâh salla'llâhü aleyhi ve sellem: "Bu
kul, Rabbine iman etti" dedi. [İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]Aişe’den
gelen rivâyette (v. 58/677): “Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Sabahın
iki rekat sünnetinde “Kâfirûn” ve “ İhlâs’ı” okumak ne güzeldir” dedi. [îbn
Huzeyme, Sahih, 11,163; İbn Hibbân, Sahih, IV,79.]
Ehl-i Sünnetin Siyasal Paradigması
Abdullah b. Ömer, Hasan-ı Basrî, Kabisa b.
Züeyb ve İbn Şihâb ez-Zührî’nin siyasî tutumları devlet yöneticilerine zalim ve
günahkâr da olsalar itaat etme görüşünde olup, toplumda kargaşa çıkaracağı
endişesiyle isyanlara karışmamak gerektiğini savunmuşlardır. Anlaşılacağı gibi
bu, Ehl-i Sünnet düşüncesinin siyasal paradigmasının temelidir. Bu paradigma,
Ehl-i Sünnet’in iktidara her zaman itaat etme şeklindeki siyasal zihniyetini
oluşturmuş ve tarihten günümüze kadar bütün Ehl-i Sünnet topluluklarının
siyasal tutumu bu şekilde gerçekleşmiştir.
Gelecek Çincenin
1950 sonrası dönemde Fransızca geçerliliği
olan bir dildi, sonrasında bu durum Almancanın lehine değişti. Günümüzde
İngilizce dünya üzerinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Yakın bir gelecekte
ise Çince’nin dünya üzerinde etkin bir dil haline geleceğinden
bahsedilmektedir.
Ateş Yemini
Hamidullah eserinde; Rasulullah zamanında
bulunan vesikalarda, Mecusîlere ait ateş mabedlerinin ve değirmenlerinin
varlığından bahseder. Mecusî inancında bir konuda yemin edileceği zaman ateşin
önüne gelerek, ellerini ateşe uzatıp, yeminlerini yapmalarına, yemin işi
bitince, ateşe kibrit ve tuz atarak yaptıkları yemine, Ateş Yemini adı
verilmektedir.
Mahkuma Aynı
Bir mahkûma sormuşlar, “hürriyetine kavuşmak
ister misin?”
“Niçin”, demiş.
“Ömrün burada bitiyor, çık gönlünce yaşa…”
O da, “sevdiğim beni özgür kılmadıktan, yüzünü
göstermedikten sonra, burayla dışarının farkı var mı?”
“O değişmez, ben değişsem ne olur.”
“Sonuçta her yer aynı benim için”… demiş.
Kul da böyle galiba.
له سَماه وَله أَرضه، مَن ذَا يَعالي ذَا اَلجلال اَتضع
“Semâ da Allah’ın arz da. Kim o celâl
sahibiyle yücelik yarışına girmeye kalkışırsa alçalır.” [Alkame Zū Ceden el-Himyerī- Câhiliyye Dönemi]
İnsan kendini kandırmakta ustadır…
Cemel Harbinde çatışmalar başlamadan önce
Zübeyr ve Ali’nin karşı karşıya geldiği ve Hz. Ali’nin meydana gelen ihtilafta
kendisinin haklı olduğunu söyleyerek Zübeyr’e şöyle bir hatırlatmada bulunduğu
rivayet edilir:
“Hatırlıyor musun, bir gün Rasulullah ile
birlikte bir yerde yürüyordum da Benu Ganem ’den geçtiğimiz sırada Rasulullah
bana bakıp gülümsedi ve ben de ona bakıp gülümsedim. Sen o anda Rasulullah’a
“Ebu Talib’in oğlu niye bu kibrini bırakmış değildir? dediğin zaman,
Rasulullah, sana şöyle demedi mi?
“Ebu
Talib’in oğlunda kibir yoktur ve bir gün sen onunla haksız yere çarpışmış
olacaksın.”
Bu sözleri işiten Zübeyr, “Vallahi
doğrudur, şu andan Rasululllah’ın dediklerini hatırladım. Eğer bunları daha
evvel hatırlamış olsaydım kesinlikle buraya gelmezdim bundan sonra da ebediyen
sana karşı savaşacak değilim” diye karşılık vermiş fakat oğlu Abdullah’ın
ısrarı neticesinde yeminine kefaret olarak kölesi Mekhul’ü (veya Selc) azad
ederek savaşa katılmıştı. [Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 371- 372.;
İbnu’l-Esîr, el-Kamil fi’t-Tarih, III, 205; Taberî, Tarih, III, 41;
İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, 64.]
Diğer bir rivayete göre ise Zübeyr, Ammar b.
Yasir’i Hz. Ali’nin Yanında görünce savaştan vazgeçmişti. Bu çarpışmalarda
Ammar b. Yasir’in öldürülmesinden korkmuştu. Çünkü Rasulullah’ın “Ey Ammar,
seni isyancı bir grup öldürecek” dediğini işitmişti. Ancak oğlu tekrar
savaşa girmesi için onu ikna etmişti.[ İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 205.]
Sapıkta olsa İnancın Karşısında Hak Bile Kırılır.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Ali’nin
şehit edilmesi süreci şöyle gelinmiştir: Hâricîlerden bir kısmı bir araya
gelmişler ve “Biz Nehrevan’da öldürülen akrabalarımızdan sonra geriye kalıp
da ne yapacağız? Bunun için kendi canlarımızı adayarak şu dalalet ehlinin
reislerini öldürüp de İslam diyarlarını rahatlatırsak iyi olur” şeklinde
aralarında konuşmuşlardı. Bu konuşmada İbn Mülcem, “Ben Ali ’yi
hallederim’"; el-Burek b. Abdullah, “Ben de Muaviye’nin işini
görürüm""; Amr b. Bekr de, “Amr b. el-As için
yeterliyim"" demişlerdi.
Suikastçılar aralarında bu işi yapacakları tarihi hicri 40 yılının 17
Ramazan’ı (24 Ocak 661) olarak kararlaştırdılar ve her birisi eylemi
gerçekleştirecekleri yerlere gittiler. [Taberî, a.g.e, III, 155-156;
Mes'udi, Murucü’z-Zeheb, II, 463; Dineveri, Ahbârü’t-Tival, 213;
İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 326-327;
İbnu’l-Esîr, a.g.e, III, 337.]
Muaviye’yi öldürmek üzere Şam’a gelen Burek b.
Abdullah, eylemi gerçekleştiremeden korumalar tarafından etkisiz hale
getirildi. Amr b. el-As’ı öldürmek için gelen Amr b. Bekir, şehrin emniyet
amiri Harice b. Ebi Habibe’yi, Vali Amr zannederek öldürdü. İbn Mülcem ise
Kufe’ye gelince işini gizli tuttu ve bazı harici taraftarlarından destek temin
etti. Hz. Ali sabah namazı için mescide geldiğinde suikast gerçekleştirildi ve
İbn Mülcem Hz. Ali’yi ağır şekilde yaraladı.
Onun yapmış olduğu suikast Hâricî İmran b.
Hattan tarafından övülmüş ve adına,
“Ah ne (muhteşem) bir darbesi
idi ki dindar bir adamın!
Onunla, Allah’ın rızasını
kazanmaktan başka bir şey düşünmemişti,
Her ne zaman ki onu düşünürüm;
öyle düşünürüm,
Mükafatının kainatın
ağırlığından fazla olduğunu görürüm""
şeklinde methiye düzülmüştür. [Kafafi, Hâricîliğin
Doğuşu, 191.]
Hz. Ali iki gün boyunca yaralı halde evinde
yattıktan sonra 19 Ramazan 40 (26 Ocak 661) tarihinde vefat etti. İbn Mülcem’in hançeriyle açtığı yara, Hz. Ali’nin ölümüne neden olarak
o dönem için geçici olarak devletin Muaviye b. Ebi Sufyan’ın hâkimiyeti altında
birlikteliğini sağlanmış olsa da günümüzde o yara hâlâ tazeliğini korumakta ve
hâlâ kan akmaktadır. [
[İbn Sa’d, III, 36; Taberî, Tarih, III,
157-159.; İbn Kesir, el-Bidaye, VII, 327-330.]
Arap Kıyafetindeki Devrimi Alâmet
Mescid-i Haram'da Namaz: Servet-i Fünûn, 918, 18 Kanun-i Evvel 1324, s. 124
العمائم وقار المؤمن وعز للعرب فاذا وضعت العرب عمائمهم وضعت عزها. (ديلمى عمران ابن الحصين رضى الله عنه)
Sarıklar
mü’minin vekârı, ‘Arab’ın ‘izzetidir. ‘Arablar sarıklarını çıkarınca
‘izzetlerini atmış olurlar.
[Deylemî
‘İmran İbn-i Husayn radıyallâhu anh’dan], Kenzü’l-‘Ummâl:15/308
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar